. MUCIZE RUH EKİM 2018 · SEZON 2 · SAYI 5
Vazgectim, sen Ekim'de gel. Eylül'de herkes geliyormus.
E D E B İ YAT KÜLTÜR S A N A T
MUCIZE R U H D E R G I -YAZARLAREMİR YAPICI GÜLER İNAN EMRE GEME DİCLE ARSLAN SERPİL KAYA R’ULAŞ KARAKUŞ ONUR YILDIRIM CUMALİ TAPAN GÖKSU AKYÜZ PELİN ERDOĞAN AYDIN GENÇ ELİF ATLI GÖKYÜZÜ ALİ ÖZGÜL GENEL YAYIN YÖNETMENİ/ DİZGİ-TASARIM: EMİR YAPICI KAPAK İLLÜSTRASYONU: EMİR YAPICI Tüm içeriğin hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. © EKİM 2018
KIMIZ BIZ? Mucize Ruh’un Mükemmel Okurları, Derginize hos geldiniz. Burası sizin derginiz. Çünkü burada sizin ve diger yazarların yazıları toplanıyor ve okuyuculara hazırlanıyor. Böylece derginin hem okuyucusu hem de yazarı olmus oluyorsunuz. Peki adımız Mucize Ruh? Her insanın birikmisleri vardır. Ve bu birikmislikleri topladıgı, belki köse bucaklara sakladıgı yazıları vardır. Bu yazılar oralarda bir yerde bir gün okunmayı bekler. Belki de okutulacak yer bulamaz. Mucize Ruh size, yazılarınızın okutulmasını saglayabileceginiz bir dergi imkanı tanıyor. Iste bu yazılar gün yüzüne çıktgı zaman insanın ruhu büyük bir mucize ile birlesmis oluyor. Ve biz buna Mucize Ruh diyoruz.
ICINDEKILER Cahit Zarigoğlu
Emir Yapıcı
PARDON! Güler İnan
KORKU ve YAKARIŞ Emre Geme
YEŞİLÇAM’DA VAR BİR “İKİ KUTUP”! Pelin Erdoğan
(Replik) Ben...
Onur Ünlü
Elif Atlı
Sonsuzluğa Giden Yol Eylül Bitti Dicle Arslan
Aydın Genç
Gölgeler Boyu Aşk Çıkmaz Sokak Serpil Kaya
Gökyüzü
Toprakla Kardeştik Biz (Söz) R’ulaş Karakuş
Cahit Zarifğlu
Eski Günler (S)onuz Uçurumlar Onur Yıldırım
Ali Özgül
(Kitap Yorumu) Cumali Tapan
Başka
Göksu Akyüz
2
CAHİT ZARİFOĞLU EMİR YAPICI
Şiirlerinde hep kırgınlık ve hırçınlık arasında olan, tevazuu hiçbir zaman kendisinden eksik olmayan, Türk edebiyatının ‘Artist’ şairi: Cahit Zarifoğlu. Şiirleri hep kafamızda döner durur. Belki bir damla yaş akar gözümüzden, belki bir tebessüm tutar ifademizi. Pek çok insanın severek şiirlerini, kitaplarını okuduğu Zarifoğlu’nun hayatı nasıldı? Arkadaşları, ailesi onu nasıl biliyordu? Bu sorulara en güzel cevabı belki de kendi dizeleriyle verebiliriz: “Korku salardı inceliğin, acıman tevazuun, Dünya ve insan çıkmazlarına yumuşak bakışın.” 1940’ta Ankara’da doğmuştu. Babasının işleri dolayısıyla çocukluğunun
3
çoğu Güneydoğu’da geçti. İlkokula Siverek’te başlayan Zarifoğlu, Maraş ve Ankara’da bitirdi. Çoğu zaman belirtiği üzere asıl olarak Maraşlıydı. 300 yıl kadar önce bir göç sonucu Kafkasya’dan Maraş’a gelen üç kardeşin içlerinden, Zarif olanın soyundan gelmekteydi. “Ne korkunç bir iklimdi çocukluğum” Babasının işlerinden dolayı sürekli yer değiştirmek yeni sıkıntılar doğuruyordu. Bir süre sonra annesi ve babasının bu sıkıntılar yüzünden ayrılmasından dolayı bir travmayı atlatamamışken, babasının yeni biriyle evlenmesi onu çok üzmüş, hayatı boyunca babasına karşı sert ve soğuk kalmasına sebep olmuştu. Babasının
yaptığını kabullenemeyince, kendisinden 1,5 yaş büyük olan ağabeyi Sait’i baba olarak bildi. Öyle ki Sait evde artık “Baba Sait” olarak biliniyordu. “Nerede, hangi ağacın gölgesinde oh diyor ki şimdi yüreğin? Bir erkek için baba olmakla ölçülmüyor mu hayatın yükü?” Liseli yıllarda yazdığı kompozisyon ve şiir çalışmaları onun edebiyata atılmasına neden oldu. O sıralar içine oldukça kapanmış, başı önünde dolaşan, pek fazla konuşmayan birisi olmuştu. İnsanlardan kaçmak istiyordu. Okulda bu durum “Aşk acısı çekiyor, ondan böyle suskun.” diye söylemler oluşmasına bile yol açmıştı. Bu sırada “Aristo” lakabı takılmış, artık kendisi “Aristo Cahit” diye anılmaya başlamıştı. Bu sıralarda olan olayları anlatan Rasim Özdenören, sessizliğine rağmen çocuklara ve yaşlılara içten içe anlaşılmaz bir bağının olduğunu söylemişti. Çoğu zaman cebinde şeker taşır, yolda gördüğü çocuklara, yaşlılara verip onların gönüllerini almaya gayret ediyordu. Kendisine ait bir ortamı yoktu. Evde yalnız kaldığı zaman radyodan klasik batı müziği eserleri dinleyip küçücük bir odada ruhunu arardı. E tabii bunun dışında da uğraşları vardı Aristo Cahit’in. Yine bir gün arkadaşlarıyla toplanmışlardı. Biraz sonra güreş-
meye karar verdiler ve Cahit, diğerleri arasında en güçlü, kalıplı olan Halil’le eşleşmişti. Kesindi, bu güreşi kazanmasına imkân yoktu! Güreş başladığı sırada Cahit, hiç beklenmeyen bir hareketle Halil’i alt etmişti. “Cahit, şiir gibi güreş tutardı.”
Alâeddin Özdenören.
Her zaman gökyüzüne merak duyan şair, göklerde süzülmek, bulutlarla dans etmek istiyordu. Göklerin eşsiz cazibesi onu kendinden çıkarınca Maraş’tan kaçtı. Lise ikinci sınıftaydı, ne olacağından bihaber Eskişehir’e doğru yol aldı. En büyük hayali olan pilotluk için, Türk Uçuş Derneğine başvurdu. Buraya yetenekli olan adaylar seçiliyor ve ücretsiz uçuş kursu hakkı kazanıyorlardı. Cahit hayali için var gücüyle çalışırken kurs için seçildi. Bir süre aldığı kurs bitince uçak kullanabilir duruma gelmişti. Hayallerine adım adım yaklaşıyordu! Uçak kullanabilmek için son bir kez daha sağlık kontrolüne girmiştir fakat gözünde ve kulağında rahatsızlık olduğu için uçuş ehliyeti alamaz. Bu durum hayallerinin yıkılmasına sebep olur. Cahit’in kanatları kırılmıştır. “Bulutlar açmadı, Mavi gök orda mı?” Üzülmüş olsa bile uçuş serüveni kısa sürmüştür. E tabii beraberinde pek çok sorun getirmiştir. Sınıf tekrarına kalmıştır. Üç yıl boyunca Edebiyat
4
dersinden tekrara düşen Cahit, kayıp giden üç yılın ardından, arkadaşlarından sonra mezun olmayı başarmıştır. Liseyi bitirdikten sonra İstanbul’a gelir. Burada İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümüne yazılır. Hala bir kaçış içerisinde olan Cahit, burada da üniversiteyi ancak on yıl içerisinde bitirebilir. Yaz boyunca evine dönmez, bir kayıkçının yanında ücretsiz çalışmaya başlar. Zaman böyle akıp gider. Yine bir yaz zamanı otostopla Avrupa’yı gezmeye başlar. “Şvebiş - hal’de, Büyük bir park her alman kentinde, Bulunduğu gibi Ve merdiven tiyatrosunda, Bir adam yaratmak piyesi.” Yine bir gün Cahit, Necip Fazıl’ın evinde, bir sohbet meclisindedir. Herkes merakla üstadı dinler fakat yerinde duramayan Cahit ayağı kalkar ve evin içinde dolaşmaya başlar. Necip Fazıl’ın kitaplığına bakan, plaklarını karıştıran şair, ikinci lakabını Necip Fazıl’ın şu sözleri ile alacaktır: “Yahu, burada muhteşem bir konser varken sen notalarla meşgulsün artist.” “Güneş inip suya dokun, Nehre yaslanıp baş aşağı koşan bir yaşlı ağaç ol.”
5
Ve sonunda Cahit Zarifoğlu’nun sanatı meyvesini verir, ilk şiir kitabı olan İşaret Çocukları kitabını baskıya gönderir. Her ne kadar bu onu sevindirse bile tüm parasını bu kitap için harcayınca maddi bir çöküşe düşer. Ancak çok az kısmını dağıtabilir kitabının. Kalan büyük bir kısmını ise aracı olan bir arkadaşının dayısının yazıhanesine bırakmıştır. Emanet olarak buraya bıraktığı kitapları birkaç ay alamaz. Bir süre sonra kitaplarının işgüzar dayı tarafından ısınmak için yakıldığını öğrenir. Büyük bir üzüntüye uğrayan şairin hayalleri bu sefer kül olmuştur. “Anam kanları kuruyan, Kavga ayıran bir kargı elinde Kara ocağın taşlarına İşaret koydu çocuklarını. Belinde gezdiren babamın Beyaz yazılarla kazandığı adları.” Onca zaman geçmesine rağmen yalnızlığı hep yanında taşır Cahit. Buna bir son vermesi gerektiğini düşünen Necip Fazıl, Cahit’e münasip bir eş bulmuştur. Bu kişi Cahit’in hocasının kızı, Berat Hanım’dır. Bunun üzerine Necip Fazıl’la gittiği Van’dan, dolu bir kalp ile döner. Nişan, düğün bir günde olur. Sabah yüzükler takılır, akşam ise düğün yapılır. Birbirlerinin yüzünü ancak yüzük takılırken görürler. Berat Hanım ile evlenirken nikah şahidi de Necip Fazıl olur. Evlendikleri sırada Cahit TRT’de çalışmaktadır.
“... Ben, Çizilmiş bir yaşama atanmışım gibi...” Yedi Güzel Adam
6
“Ey Berat Hanım, Otur şöyle nefes al, dinlen Ve anlat ne var ne yok halin nasıl?” Evlendiklerinde Berat 19, Cahit ise 35 yaşındaydı. Bu yaş farkından dolayı Cahit, Berat Hanım’a: “Ben yaşlanacağım, sen hep genç kalacaksın.” diye takılıyordu. Berat Hanım’ında dediği gibi Cahit, ona hem koca olur hem hoca. Berat Hanım bir konuşmasında ondan pek çok şey öğrendiğini söyler. Cahit uzun yıllar bekar yaşadığı için çok güzel yemek yapıyordur ve kuru fasulyenin tarifini ona ilk Cahit öğretir. Yıllık izinlerini Ramazan aylarında kullanır Cahit. Sabahları biraz geç kalkar, öğle ve ikindi arasını ibadetle geçirirdi. Yirmi günlük yıllık izni bitmeden bir hatim indirir, son on günü ise iş yerinde öğlen aralarında Kur’an okur ve ikinci bir hatim de orada tamamlardı diyor Berat Zarifoğlu. “Anılar defterinde gül yaprağı Gibi unutuldum kurudum. Başıma düşmüş sevda ağı Bir başıma tenhalarda kahroldum.” Tevazuu kendisinden hiç eksik olmayan şair, şiir yazarken yanında çocukların kalmasına kızmıyor veya dışarı çıkarmıyordu. Kızı bir konuşmasında bu konuyla ilgili şunları söylemişti:
7
“Tahammülü yüksek, çok ilgili bir babaydı. Yazıları hep bizim yanımızda yazardı. Biz oynuyoruz, koşuşturuyoruz bunun içinde sürekli bir daktilo sesi. “Babanız yazı yazacak sessiz olun, ayrı odaya gidin.” gibi şeyler söylenmezdi bize.” Şiirlerine devam eden şair, bunların yanında deneme, söyleşi, günlük, hikâye ve çocuk kitabı gibi türlerde de yazılar yazıyordu. 1986 yılında son şiir kitabı olan “Korku ve Yakarış” yayınladı. “Bana giysi verdin, Öyle biliyorum giyinmeyi. Beni doyurdun, Böyle biliyorum doymayı. Ve sayıyorum kimse yok, Öyle böyle bir doğa Yalnız beni götürüyor kıyamete Görüyorum ki fark ediyor, Gülümserken korkuyorum.” Yıllar böyle akıp giderken 1987 yılının başlarında, pankreas kanseri hastalığına yakalanır. Hastalığı gittikçe ilerler. Pek çok arkadaşı onu ziyarete gelir. Yine bir gün refakat eden Erdem Bayazat’ın elinden tutar ve “Erdem,” der “Kırlarda çiçekler artık bensiz açacak.”. “Dostum üşüyorum dedin Üşüme Korkuyorum -Korkma Kaçıyorum -Kaçma Ürperiyorum düşünceden -ürper”
Yine bir gün ona refakat eden Rasim Özdenören’dir. Cahit uykusundan aniden uyanır. “Rasim,” der “Bir rüya gördüm, Necip Fazıl bana yirmi beş
yıl sonra burada buluşacağız dedi.”. Rüyasındaki zaman 25 gün olur. Rüyadan yaklaşık 25 gün sonra şair vefat eder.
“Seçkin bir kimse değilim ismimin baş harfleri acz tutuyor, Bağışlamanı dilerim.” Cahit Zarifoğlu
8
Pardo
on!
Güler İnan Pardon bakar mısınız?
Pardon bakar mısınız? Vaktiniz değerli belli duruşunuzdan, Fakat söylemek istediğim bir kaç kelâm var. Geçenlerde az tanınan, bana göre dünya üzerinden gelmiş geçmiş usta bir kalemin dizelerinde bahsedilen sanırım sizin dudaklarınızdı. Galiba o şiirden tanıdım sizi. Mısra aralarına birkaç buse bırakmışsınız, Hissettim... Durumumu hoş görün ama geçenlerde kulak misafiri oldum sizin masaya, Arkadaşınıza bir şeyler anlatıyordunuz. Dudak kıvrımlarınız hafızama kazındı âdeta. Neden ise dudaklarınız dikkatimi çekti Yanlış anladınız, sapık değilim, Daha bitmedi söyleyeceklerim. Daha bitmedi söyleyeceklerim
Kirpikleriniz, Ardı ardına gelen zengin kafiye misali, Özenle dizilmişler sanki. Sonrasında gözüm Saçlarınıza kaydı. Çok dağılmış dağınıklığı, Yıllarını yorgunluğu akıyordu sanki Saçlarınızın her telinden. Duraksadım... Şiir bitecek gibi oldu, Gözlerim sizi baştan aşağı süzmeye başladı. Saçlarınızdan omuzlarınıza, oradanda ellerinize... Kızıyorsunuz bana biliyorum, hatta korkuyosunuz belki. Şuan kalkıp tokat atmak bile istiyor olabilirsiniz. Ama şunu söyleyeyim: Kalem tutmuş elleriniz, Alev alev yanan tenime dokunmak istemeyecektir Durun durun, daha bitmedi hiçbir şey. Gözleriniz! Ah o derinlikte kaybolmamak imkânsız. Şimdi ben kayboluyorum tahmin ettiğiniz yerde.
10
Cahit ZarifoğluKorku ve Yakarıs Emre Geme
Cahit ağabey, seni tanımak, bir şairin dünyasını tanımak ve şairlerin dış dünyaya nasıl tanıklık ettiğine bilmukabele şahitlik etmektir. Son kitabın olan korku ve yakarış -yani başım eğik dilim kapalı gözler kançanağı- ha11
yatın boyunca dünyadaki varoluşunu özetler niteliktedir. Bizlere ve kendine senin dünyandan, senin yaptığın dünya seyr’ini yaşattın, bildirdin ve hatırlattın. İnsanın özünde yerleşmiş olan, “kaçamaklık” duygusunu yansıtman -yansıman- senin her ân kendini âcz olarak yaşamayı göz ardı etmek istememen ve bunun yaşanmışlığı ile, özeti ile hep ve yek dil-ruşen içinde yekpâre yaşamandır. cz, insanın bir duygusu olmaktan çıkar vaziyet halinden yaşamın içine akan akışın yaşanmasına bürünür ve yaşam âcz içinde son bulur. İnsanın, yaşamının bazı zamanlarda adı ile ilişik olduğunu düşünmüşümdür. Bu düşünceyi isimlerin manasında ve o isimlerin yaşamlarında bağlantı bir köprü görevi gördüğü arayışında, arayışta bulundum. Farklı yollardan her âcz yaşamlarının ve isimlerinin manasını yansıtmakta… Bize maveranın manası ile yaşamayı hatırlatan, şairlerin dünyasını yaşamı boyunca ayna tutan, sayın Abdurrahman Cahit Zarifoğlu’na sevgiler ve yakarışlarla... 12
“Ölüler, arkalar masına pek ald
rından konuşuldırış etmezler.” Güneşin Oğlu, 2008 Senaryo: Onur Ünlü Yönetmen: Onur Ünlü Oyuncular: Haluk Bilginer, Özgü Namal
15
Sonsuzluğa Giden Yol Bir yer vardı, şöyle uçsuz bucaksız bir yer. Gözlerimi kapatığım an huzuru bulduğumu sandığım bir yer. Kalbimin içindeki kimsesizliģi hissetirmeyecek bir yer. Aklımın en ücra köşelerinde bile boşluğa düşmediğim bir yer. Adımlarımın sonsuzluğa ilerlediği, yaşanmışlığında bir hiç olmadığını gösteren bir yer. Sahi, böyle bir yer var mı? Varsa neden burdayım? Şu sonsuzluğu ifade eden yer yoksa, ölüm mü? Dicle Arslan
16
Gölgeler Boyu
Aşk
Sensizlikten geriye kalan ne varsa, sığınmıştı işte koyu, siyah bir gölgenin tam ortasına. An be an takip ediyordu parçalanmış ruhumu, yalnızlık kokan odamı ve beyaz bir kağıda mavi mürekkeple karalanmış olan hüzünbaz satırlarımı. Sen hep oradaydın aslında, ‘’Beni Sev’’ diye haykıran bir şarkının notalarında, hüzzam bir bestenin yaralı güftesinde ve onlarca hüzünlü lirik şiirin her satırında. Aşk hep oradaydı aslında; duvarlara sinen kokunda, 17
arsız yasak bir elmayı dişleyen o tutkulu kadının gölgeye vurmuş, hafif sararmış fotoğrafında. Bir pazar öğleden sonrası deminde, masamda soğumuş bir fincan kahve, yaralı, eksik gedik satırlar, bir roman kahramanının soylu edâsında, hep gizli bir gölge gibi saklı duruyorsun sen hep, koyu kırmızı renkte bir aşkla. Gölgeler boyu aşksın sen, gölgeler boyu dinmeyen gizli yara. Ve gölgeden de koyu siyah bir renkle, gümüşi bir çerçevedeki o yakışıklı fotoğrafınla hep bakıyorsun bana, aşkla. Kim söyleyebilir ki şimdi, ansızın ve nedensiz gidişinin, cam kırıkları gibi batışının, kapanabilecek bir yara olarak durduğunu, tam da şuramda. Yokluğun gizli bir gölge, yokluğun her nefes alışımda göğsümü yarıyor keskin bir acıyla. Gölgeler diyorum, yansıttığın her ne varsa hayatıma, işte tam da orada, çapkın bir bakışla yine vuruyor beni kalbimden, usta bir avcı edasıyla. Ve ben sevgilim, yokluğunun gölgesiyle dans ediyorum, her gece tutkulu bir şarkıyla
Serpil Kaya 18
Toprakla KardeĹ&#x;tik Biz
19
Ihlamur kokulu zamanlar çaldı kapımı. Dedemin bahçemize diktiği; Ayva, çağla, dut ağaçları; Üzüm asmaları, günebakanlar… Ve onlara çöreklenen aylak serçeler, kumrular…
Sonra, hortumun altına girip Havaya yağdırdığımız suyla doyururduk toprağı; Pembeye çalan yanaklarımızda filizlenen O koyu, o mavi heyecanla.
Eskiyen ve eskiten zamanlardayız şimdi. Ayvası döküldü güzün, gözümün önünde. Özledim, Diz kapaklarımda, hatrı kalan o günleri ne çok özledim.
R’Ulaş Karakuş
20
Eski Günler “Sanki o an kim bilir ne zaman önce Yaşanmış gibi Bir kez daha sevdim Bir kez daha seni…”
encerede kadın... Bulutların uzak diyarlara göç edişini yanında duran tekir kedisiyle seyre dalmıştı. Tıpkı bir zamanlar kalbinden göç edenler gibi ilerliyorlardı. Çocukluk arkadaşlarıyla birlikte yaşadığı anıları öylece düşünüp durdu. Ardından evin salonunda, masanın üstünde duran antika radyonun cızırtılı sesi kulağını tırmalamaya başladı. Hemen gidip frekansını değiştirdi ve eskilerden çalan en güzel şarkıda durdurdu.
21
Ron Hicks
P
Köşedeki vitrinde duran fotoğraf albümünü aldı. Akşama kadar kedisiyle çocukluk fotoğraflarına bakarak vakit geçirdi ve bir müddet sonra hava almak için dışarı çıktı. Sokakta yalnızlıktan bıkmış bir şekilde yürüyordu. Aşağıdan korkunç sesler geliyordu kulağına. Merak etti ve hızlı adımlarla sesin geldiği yöne doğru yürüdü. Ne garip ki sokakta
kimse yoktu. Elektrik direklerinin de ışıkları kesilmişti. Sokakta bir sürü ev vardı ama o ev dikkatini çekmişti. Cumbalı ahşap bir ev... O sokakta sadece o evin ışığı yanıyordu. Merak edip yürüdü. Evin bahçesine doğru yaklaştı. Kedilerin ürkütücü sesleri geliyordu. Aç köpek gibi kavga ediyorlardı. Kadın biraz olsun korkmuştu. Bahçe kapısından içeri doğru girdi. Evin etrafını dolaştı. Sonra aklına kedisi geldi. Yalnız bıraktığını düşünerek eve gitmek istedi. Tam bahçe kapısından çıkarken arkadan evin kapısının açılış sesiyle geriye dönüp bir bakış fırlattı. Ev sahibi: “Kime bakmıştınız?” Kadın sese doğru yöneldi ve o yüzü ya vaş yavaş, içten içe tanımaya başlamıştı. Evet çocukluk arkadaşı Barış’ın ta kendisiydi. Kadın: “Beni tanıdın mı?” Ev sahibi
Barış, biraz süzdükten sonra tanıyabilmişti. Ve sevinçle sarıldılar. İçeri geçip eski günleri yad ettiler. Eski aşkın kıvılcımları bir kez daha yenilenmişti. Göç eden bulutlar yuvalarına geri dönmüş olmalılardı. Tıpkı bir zamanlar göç edip tekrar karşısına çıkan Barış gibi. Saatin on ikiye vurmasıyla kadın yerinden kalktı. Vedalaşarak heyecanlı adımlarla evin yolunu tuttu. Yarın tekrar gelmek umuduyla... Onur Yıldırım
22
Cumali Tapan
Kitaptan Alıntılar:
“Zira gerçekten de bir rüya aleminde yaşıyordu - insanın her şeyi sorgulamadan kabul etmesi rüyaya has bir özelliktir.” “Dönebileceğiniz bir eviniz, sizi kollayacak bir aileniz varsa her zorluğun üstesinden gelinir.” “Belki bir hafta hiçbir şey öğrenmemeyi sürdürdüler ama sonra, ezilmiş zihinleri, bahçe silindiri üstlerinden çekilen papatyalar misali aniden canlanıp filizlendi.”
Kitap Yorumu:
Kitabın bölümlerini kendimce iki kategoriye ayırdım: Akışkan bölümler ve durağan bölümler. Akışkan bölümlerde nefes kesen olaylar olurken ve size kitabı bir hayli sevdirirken; durağan bölümlerde bu olayları sindirmeniz için zaman sunuluyordu. Ana karakterimiz kitaba da ismini veren papazın kızı, Dorothy. Eğer Oblomov kitabını okuduysanız kitabın baş kahramanı Oblomov’un ne denli tembel olduğunu biliyorsunuzdur. Dorothy ise Oblomov ve onun tembelliğe inat edebiyat dünyasına gelmiş bir kahraman. 28 yaşında olan Dorothy, kendini topluluğuna, kiliseye ve en çok da papaz olan babasına adamıştır. aşına gelen türlü badirelere rağmen çalışma azminin hiç azalmaması kitabı okuyan beni bile bir nebze yordu. Bir de Dorothy’nin babası papaz beye değinmek gerekir. Bu beyefendi hem huysuz hem de gamsız bir adam.Hal böyle olunca kiliseyi de evi de çekip çeviren daima Dorothy. Ve kitaptaki olayların başlama sebebi, sivri dilleriyle zehir akıtan bir takım insanlar. Hepimiz buna benzer deneyimler yaşamış veya şahit olmuşuzdur. Dorothy de böyle bir talihsiz olayın pençesine düşüyor ve tüm dünyası tepetaklak oluyor. Daha sonra yıkılmaz bir duvar olarak gördüğü inancının tuğlaları birer birer dökülüyor. Okurken bitmesini istemediğim bir kitaptı çünkü kitabın dünyasına oldukça alışmıştım.Okumanızı canı gönülden tavsiye ederim, pişman olmazsınız. Puan: 9/10
Cumali Tapan
@bookstagramturkey
Başka
Kuşlara atma özgürlüğü artık Her kelimenin tınısı başka Gözlüğünün camlarından gördüğün dünya başka Saçının teline değen rüzgâr başka Her kıvırma değer katan hatıra başka Sen başkasın, biz başka Yürüyüşün her gün başka Bindiğin otobüs başka Yediğin yemek, nefes alışın başka Kuşlara atma özgürlüğü artık Gökyüzünün de bir sınırı var Gülüşün başka dokunuşun başka İnandığın değerler başka Duyguların başka.
Göksu Akyüz 25
26
Yazı Serisi -1
YEŞİLÇAM’DA VAR BİR “İKİ KUTUP”! T E K T E L D E N 27
‘‘Yumuşak, kendini teslim eden bir eylemdir, nemli ve kadınsı bir emiş... Vücut salgıları... Hastalıklı-tatlı kadınsı intikamdır... Kadın cinselliğinin müstehcenliği faraş gibi açılan her şeyin müstehcenliğidir.’’ Jean-Paul Sartre, ‘‘L’Etre et le neant - (Varlık ve Hiçlik)’’
Sartre, pek de mütevazi olmayan bir şekilde, kadın cinselliğinin müstehcenliğini, “her şeyin müstehcenliği” ile bir tutuyor. Sanat, hangi dalıyla olursa olsun, cinsiyet hallerini ve rollerini, içinde bulunduğu döneme göre işliyor ve Sartre’ı haklı çıkarıyor; doğrudan veya dolaylı, açık veya gizli bir
biçimde, kadın, daima cinselliği ile önsıralara oturtuluyor ve iştah açıyor. Sinema, sanatın diğer dalları gibi etkin ve ideolojik bir kitlesel araç olarak “kadın” ve erkek” rollerini, içinde bulunulan dönemin gerekleriyle ve gerektirdikleriyle beraber izleyicisine taşıyor. Ben 70’lerde çocuk olanlardanım. Sinemaya, tüm dönemleri gören büyük pencerelerden bakarken gözlerim, beni çocukluk anılarıma götürdüğünden mi nedir, Yeşilçam sinemasında duraklıyor, uzun uzun dalıyor, sonra biraz duyguyla doluyor, sonra... biraz da üzülüp, sinirlenip, pek çok sahneyi görmemek için kapanıveriyor, örneğin; küçük erkek çocuğun, annesinin yüzüne tükürüp, “sen kötü kadınsın” dediği sahneleri ve benzerlerini, cinsellik iptilasında kimliğini düşürmüş, tenlerinin hafızasını kaybetmiş kadınları ve erkek-
leri... Yeşilçam sinemasının kadın kişiliklerini “yuva yıkan kadın”, “kötü kadın” ve “masum kız” olarak gördük. Kuralcı ve dayatmacı bir ahlâk anlayışı içinde. Başrol oyuncusu “masum kız” güzeldi, âşık olunasıydı ama cinselliği, özlemleri dışa vurulmazdı. Soyunmazdı. Sevişmezdi. Cinsel cazibesi olan her kadın “vamp kadın”dı, “kötü kadın”dı. Acımasızdı. Öpüşürdü. Sevişirdi. Soyunurdu. Âşık çiftlerin arasına girmekten geri durmazdı. Freud gibi Yeşilçam ‘da kadını “karanlık kıta” olarak tanımlamıştı. Kadın cinselliğine duyulan korkunun, kadınla erkek arasındaki ilişki biçimlerinin karmakarışık bir ifadesiydi belki bu duruş. Güzel kadınların her daim var olması, buna karşın, erkeklerin giderek yaşlanması ve cinsel gücünü yitirmesi, Viagra’yı doğurdu. Yeni bir dönemin başladığı düşünülürken beklenen ol-
madı; erkek dünyasına “kaybolmayacak bir cinsel güç” sunamadı Viagra. Kadın eti dehşeti eskide neyse o gün de ürpertmeye devam etti erkekliği. Elbette suçlu olan Viagra’ydı; mucizevi cinsel gücü sunamadığından, “kadın çıplaklığı yasağı”, geçmişten günümüze, başka biçimlerde devam ediyor! “Masum kız”, bu coğrafyanın kadınına, Yeşilçam’ın “bazı” pencerelerinden sesleniyor, bir “eş” olmasını, kutsal görevler üstlenmesini anlatıyor ve cinselliğini yok saymasını aşılıyor. Buket Uzuner’in bir öyküsünde (*) yedi yaşındaki bir kız çocuğu karakteri, Yeşilçam sinemasının “kadın mahvoluşu”nu anlatan bir kaç sahnesinde, Uzuner’in kaleminde, kocaman kara gözleriyle, kocaman soru işaretlerine asılı kalır: Bir kadını mahveden nedir? Bu kız çocuğun annesiyle seyrettiği Yeşilçam filminde,
28
yağmurlu bir orman yolunda yürüyen genç bir kadınla uzun boylu bir adam vardır. Hemen yolları üzerinde buluverdikleri bir kulübeye sığınır adamla kadın. Aralarında belli belirsiz bir duygu bağı vardır. Cinselliğin, ayıplar, ahlaki kaygılar nedeniyle yasaklı olduğu bir bağdır bu. Sırılsıklam giysilerini, erkeğin şöminede yaktığı odunların sıcağında kurutmak üzere çıkarır kadın ve oralarda bir yerde öylece duran yatağa, yarı çıplak utangaç bedenini bırakır. Erkeğin kadına arkası dönüktür, bakmaz. Ancak çıplak kadın bedeninin oracıktaki varlığı, şömine ve ateş, kadın cinselliğinin müstehcenliğinin altını ısrarla çizer ve erkeğin kadına mesafeli duruşu, yerini, kösnül bir devinime bırakır. Yatağın gıcırtısında, nefesler birbirine karışır, yarı açık ıslak dudaklar ve açılıp kapanan burundelikleri seyirciye yasaklı, ayıplı, kanlı bir cinsel sahne sunar. Genç kadın, nereden bul-
29
muştur, bilinmez, kırmızı bir gülü avucunda sıkıp parçalar, kanatır avuç içini. Yatağın beyaz çarşafında kan ve “namus lekesi”, kadının avucunda gül ve diken, bekâretin yitişini anlatır. Kamera kadına odaklanır; yaşlı gözleriyle, ölümcül bir üzüntüyle “mahvoldum” diyordur kadın. Yedi yaşındaki kız çocuğu kocaman kara gözleriyle bakar çarşaftaki bir kaç damla kana ve gül dikeniyle kanayan genç kadınının avucuna. Erkek sigara yakmıştır. Yatakta değildir artık ve gittikçe yoğunlaşan sigara dumanının ardında görünmez olmuştur. Şefkati kaybolur işte tam o an dünyanın. Bundandır var gücüyle gözlerini açması yedi yaşındaki küçük kız çocuğun. Her kaybı, yetişkinlerden önce çocukların anlamasındaki esrarengiz bilgeliktir o kocaman göz bebeklerine çöken. Kafasında bin bir soru işaretiyle, annesinin elini tutup, hoşnutsuz çıkar sinemadan Hıçkıra hıçkıra ağlayan kadının, eline batan gül
dikenlerinden ötürü mü mahvolduğunu düşünür. “Değil” der kafası karışık bir şekilde. Başka filmlerde de ağlayan kadınlar vardır çünkü beyaz çarşaflı yataklarda ve o kadınların bedeni üzerine yatan erkek bedenlerinde, anlamadığı bir devinim sürgit yapar nefes nefese. Kadının hıçkırıklarıyla ve birkaç damla kanla biten, erkeğin, sigara dumanları içinde görünmez olduğu pek çok sahne izlemiştir daha önce de. Yoktur her hıçkıran kadının elinde sımsıkı tuttuğu bir gül. “Öyleyse” der, “gül dikeni değil o kadınları mahveden.” Ya? Bir erkeğin bir kadını nasıl mahvettiğini düşünür. Morluklarını övünerek annesine gösteren komşu kadın Aliye’yi düşünür. O değil midir kocasının onu ne çok sevdiğinden bahseden, “sevdiğinden dövüyor” diye ballandıra ballandıra anlatan! Bu komşu kadın neden “mahvoldum” demez? “Demek ki, erkekler kadınları döverek mahvedemiyor” diye düşünür. Bu mahvolan kadın ve onu mahveden erkeğin, ille de çıplak ve aynı yatakta mı olması gerekir? Çıplaklık konusunda söylenenleri düşünür; kötüdür, ayıptır, cinsel şeyler günahtır... O halde, cinsellikle, kadınların mahvolmaları arasında bir ilişki
vardır. Acaba, babası da annesini mahvetmiş midir? Ne biçim, ne kötü yaratıktır şu erkekler!.. *** Yeşilçam tipi bir “kadın mahvoluşu”nun kara deliği işte o kocaman kara gözler. Yedi yaşındaki bir kız çocuğun çözemeyeceği kadar büyük soruların, mantığını zorlayacak denli saçma konuların en büyük kütlede, çok güçlü çekim kuvvetinde, Yeşilçam’ın “yuva yıkan kadın”larını, “kötü kadın”larını, “masum kız”larını yuttuğu kara delikler... Pelin ERDOĞAN Masal Oyası, Galata, Beyoğlu
_________________________
(*) Buket Uzuner, “Yerli Filmlerle Büyümüş Kız Çocuklarından Birinin Öyküsü”, Yarın Aylık Sanat Edebiyat Dergisi, Mayıs 83, 21. Sayı, Sayfa 23, 24 Kaynaklar: Jean-Paul Sartre, Heyecanlar Üzerine Bir Kuram Taslağı, Çevirmen: Kenan Sarıalioğlu, Kırmızı Kedi Yayınları, 1. Basım, 2018 Erinç Yeldan, Küreselleşme, Kim İçin?, Yordam Kitap, 2. Basım, Ekim 2010 Ahmetcan Toros, “Türkiye Sinemasında Kadına Yaklaşım”, Varlık Aylık Edebiyat ve Sanat Dergisi, Mart 1986, Sayı 942 Agah Özgüç, Türk Sinemasında Cinselliğin Tarihi, 4. ve 5. Baskı, +1 Kitap, İstanbul, Ekim 2006
30
Ben...
Ben sizin gibi yapmadım hiç. Elime jileti alp, koluma ve bacağıma kesikler atmadim hiç. Ben, olan her şeyde kalbime attım o kesikleri kimse görmesin diye. Kimse bilmesin diye dikişlerimi de kendim attım. Bazen dikişlerimin patladığı zamanlar oldu. Ben yine kimseye belli etmedim. Ben hep kendi yaralarımı kendim sardım. Ya da sarmayı öğrendim. Ben hiçbir zaman kimseye belli etmedim, içimdeki yangınlardan. Bu yüzden çabucak büyüdüm belki de...
Elif Atlı
31
32
Eylül Bitti Eylül bitti. Ekim’de sonbahar... Kasım’da aşk başkadır derler ya; Benimkisi bambaşka işte!.. Adını “istanbul”koydum... Çamlıca nasıl aşıksa üsküdara; Beylerbeyi’de o kadar seviyor, Çengelköy’ü... Sadabad nasıl ağırladıysa aşıklarını... Deresi şahittir sevdalarına... Karyağdı tepesi nasıl (piyerloti) özlemle süzüyorsa Haliç’i... Sultanahmet’de öyle hayrandır ,Galata’ya.. Şairler nasıl yazmışlarsa şiirlerini, Ben de şimdi sana olan sevdamı yazıyorum.. hece hece, kelime kelime...
Aydın Genç
33
34
ÇIKMAZ S
O
K
A
K
Gün kendini aydınlığa bırakırken ilk ışıklarla uyanan genç kızdı. Zaten kendisinden başka uyanacak olan bir annesi bir de babası vardı. Yataktan doğrulup pencereden dışarı baktı. Sıkıntılı günlere uyanmıştı, farkındaydı. Ayağa kalkıp derin bir nefes aldı. Ne olursa olsun babasının yanında olacaktı. Konu babasıysa asla bencil olamazdı. Bu adama kızamazdı bile. Mutfağa gidip dolaptaki kahvaltılıkları çıkardı. Makinenin içindeki temiz çatalları tekrar suya tutup masaya yerleştirdi. Ailesini uyandırmak için mutfaktan çıkacaktı ki babası Mustafa Bey kapıda göründü. “Erkencisin.” “Öyle,“ dedi. Oysa sıkıntılı olduğu zaman doğru düzgün uyuyamazdı bile. “Kahvaltıyı yapalım, yavaştan toplanmaya başlayalım. Onda kamyon gelecek.”
35
“Tamam babacığım.” dedi. Annesi de masada ki yerini aldığında sessiz bir kahvaltıya merhaba dediler. Neredeyse bir şey yemediği masadan kalkıp odasına girdi. Her yer paketlenmiş kolilerle doluydu. Dolapta giyeceği bir kıyafeti, yatağında toplanacak örtüsü ve yastığı vardı. Bir haftadır uzun uğraşlarla evi topluyorlardı. Bu evden taşınmaları gerekiyordu da Tuğçe taşınmak istiyor muydu? Asla. Yine de babasını üzmemek adına susuyordu. İçindeki çığlıkları sabırla bastırıyordu. Toplanacak son eşyaları da topladığında zil çaldı. Tanımadığı bir adam kapıda babasıyla konuşurken kamyon şoförü olduğunu anladı. Mutfağa girip annesinin koşuşturmasına ortak olurken babası ve tanımadığı adam çoktan eşyaları kamyona taşımaya başlamıştı. Tam bir hafta önce bugün neşeyle uyanmıştı oysa. Nereden bilebilirdi babasından kötü bir haberin geleceğini? Babası, en
yakın arkadaşının bankadan çekeceği kredi için kefil olmuştu uzun bir zaman önce. Arkadaşı ödeyemeyince bütün kredi babasının üzerine kalmıştı. Aldığı emekli maaaşı direkt bankaya gitmişti. Arabalarına da el konulmuştu. Ellerinde avuçlarında para kalmazken onlara yardım edecek kimseleri de yoktu.
yerini aldı kız. Annesi Münevver Hanım da tam karşısında oturuyordu. Araba hareket ettiğinde son kez baktı geride bıraktıklarına. Lüks yaşamına veda etmeye hazırlamıştı kendini. Abartılacak bir variyetleri yoktu. Normal yaşamın bir tık üstündeydiler. Yoksa özel okullarda okuyan, villalardan çıkmayan insanlar değildi.
Yaşadıkları ev lüks sayılabilecek bir semtteydi. Haliyle kirası da yüksek bir evde yaşıyorlardı. Şimdi ise babasının bulduğu, harabe sokaklardan birinde bir eve taşınıyorlardı. Tuğçe’nin tek üzüntüsü buradan taşınıyor olmak değildi. Gidecekleri yeni semtin tehlikesi dilden dile efsane gibi her dakika yayılmıştı. Hep duyardı o mahallenin kirli ününü.
“Baban çok üzgün, dile getirmiyor ama sana bunları yaşatmak istemezdi.”
Serseri çocuklarını, uyuşturucu kullananlarını, hayatta ki namus kavramını yitirmiş kadınlarını, belanın vücut bulmuş insanlarını...
Gösterişli binaları terk eden kamyon yavaş yavaş tek katlı yada iki, maksimum beş katlı evlerin olduğu semte yönelirken Tuğçe’nin içinde sebepsiz heyecan vardı. Babası arkadaşına kefil olarak büyük bir hata yapmış olabilirdi. Yine de affedilmeyecek değildi. Yeni me-
Nihayet tüm eşyaları toplandığında kamyonun arkasında, salona ait olan tekli koltukta
“Ben onu biliyorum anne. Söyle, içi rahat olsun. Yaşamak isteyene her yer cennet. Ben ortama ayak uydururum.” “Anlayışlı kuzum benim.” dedi uzanıp da kızının yanağını okşarken.
36
kanı az çok merak ediyordu. Görünüşte belli olmasa da içinde ki serseri ruhu o da iyi biliyordu. Muhtemelen “kötü” olarak dillendirilen insanlarla bir an evvel kaynaşacaktı. Kamyon durduğunda oturduğu yerden kalktı. Şoför arabadan inip kasanın kilidini açarken genç kızın telefonu çaldı. Arayan ablası Sinem’di. “Efendim.” “Konum at bana. Eniştenle geliyoruz.” “Tamam,” dedi sadece. Telefonu kapatırken konumu attı. Daha sonra kamyondan aşağı atlayıp babasının kendisine bir koli uzatmasını bekledi. Üzerinde mutfağa ait olduğu belirtilen koliyi sıkıca tutarken etrafına göz attı. Kaldırım da oturan kadınlar dikkatle onları izliyordu. Bakışlarını onlardan çekip hangi eve gireceklerini düşündü. Her şey o kadar hızlı gelişmişti ki hangi evde oturacaklarını bile şimdi öğrenecekti.
37
“Pembe apartman, giriş kat.” dedi babası. Pembe demeye bin şahit isteyen, soluk renkli apartmana ilerledi. Her katta bir daire vardı zaten. Koliyi kenara bırakıp dışarı tekrar çıkacaktı ki önünü üç genç kesti. Birinin elinde tesbih vardı. Durmadan döndürüyordu. Öteki takım elbiseliydi. Bu ilkbahar mevsiminde bu kadar resmi gezmenin manasız olduğunu bilse de sesini çıkarmadı. Üçüncüsü hafif tombul, kısa boyluydu. “Mahallemizin yeni sakinleri ha?” dedi elinde tesbih sallayan. Cevap vermedi kız. İlk saniyeden pürüz çıkarmamalıydı. “Size bu evi veren Deli Necmi, yeni insanlardan hoşlanmadığımızı söylemedi mi?” Arkalarında dikilen babasından habersizdiler. “Hayırdır.” dedi adam “Oo babalık. Gelmişsiniz, buraya taşınıyorsunuz da, hoş geldiniz mi hiç sormuyorsunuz? Ayrıca mekan bizim bizim bizden izin
almadınız. Hadi izni de geçtim ücretimiz nerede?”
üç adama ithafen “Baksanıza,” dedi.
“Ne ücreti? Ne diyorsunuz?“ dedi babam.
Takım elbiseli ilk dönüşü yaptığında kız hiç düşünmeden karnına tekmeyi indirdi. Şapkalı, bıçağı kıza sallarken kız kendini geriye çekip adamın diz kapağına tekmeyi indirdi. Tombul ve kısa boylu olan olaya müdahale etmezken kız ikisini birden alt etmeye çalışıyordu, başarıyordu da.
“Giriş ücreti. Buraya gelmek her yiğidin harcı değil. Bedavaya girişte yok.” “Biz ödeyeceğimiz parayı ev sahibine ödedik. Kaybolun şimdi.” “Ne dedin duymadım?” dedi şapkalı. Cebinden çakısını çıkarırken. Kapının dış kısmında insanlar birikmiş onları izliyordu. Münevver Hanım elini ağzına kapatmış korkuyla bakıyordu olaylara. Diğerlerinin yüzünde alaycı bir gülüş vardı. Mustafa Bey ne yapacağını bilemedi o an. Bir laf söylese olmazdı, söylemese de olmazdı. Genç kız sabırla durumu izliyordu. İlk günden kendisini göstermek ne kadar doğruydu? Kendi kimliğini hemen ifşalamak istemese de babasının haya tı söz konusuydu. Merdiveni inip kendisine sırtı dönük olan
Mahallenin kadınları kızı dövmek için müdahale edecekken Mustafa Bey eşinin kolundan tutup içeri çekti ve kapıyı mahallelinin yüzüne kapattı. Dışarısı bayram havasına dönerken Tuğçe kolunu büktüğü şapkalıya diz çöktürdü. “Parayı kime teslim ediyoruz mesela?” dedi bağırarak. Takım elbiseli olaya müdahale etmek istese de çoktan Mustafa Bey’in kıskacına takılmıştı. “Bak kızım, dua et kızsın yoksa sonun pis olurdu.” “Hadi lan oradan! Az önce bı-
38
çak çekerken kız olmam aklında değil miydi? “ “Bence konuşarak anlaşabiliriz.” dedi kısa boylu. “Konuşup anlaşmak için çok geç.” derken elindeki çakıyı şapkalının ensesinde tuttu. “Babama diyorum, bir şeyler söyleyecektin sanki?” “Kimseye bir şey söylemeyeceğim.” dediğinde apartmanın demir kapısı kulakları çınlatacak, kapıyı yerinden sökecek biçimde çalındı.
gerekirse bacadan atlar, size hayatı zindan ederim.” dedi kim olduğunu göremedikleri adam. “Aç baba kapıyı.” dedi kız. Kendine güvenci sonsuzdu. Elinin altında duran adam ne ilk kurbanıydı, ne de son olacaktı. Kapı yavaşça açılırken karşısında kumral tenli, siyah saçlı ve sakallı, uzun boylu bir erkek gördü kız. Adamın bakışlarıysa direk babasını bulmuştu. İçeri girip hızla kapıyı kapattı. Zira mahalleli içeri girmek için zaman kolluyordu.
Genç kızla beraber herkes irkilirken takım elbiseli “Sonunuz geldi. Ölmeden önce şahadet getir “ dedi kıza.
“Hayırdır, siz?” dedi babasını duvara yaslayıp yakalarından tutarken. “Daha gelir gelmez adam mı sandınız lan kendinizi? “ diye bağırdı.
“Açın lan, kapıyı!” dedi dışarıda ki sert ses.
“Biz değilde bu üçü sandı.” dedi kız.
“Rüstem! İyi misiniz oğlum?”
Adamın bakışı yavaşça kıza döndü. Siyah, uzun saçlı, normale göre uzun sayılabilecek boyuyla, dolgun yanakları olan kıza baktı. Dışardan göründüğünde tırnağı kırılsa ağlayacak gibi gözüken kız, Yasini mi esir
“İyiyiz ağabey!“ Deyip güldü takım elbiseli. “Bu kapı açılmazsa inancınız olsun kapıyı yerinden söker,
39
almıştı? Üstelik boynuna da çakı dayamıştı. Şaşkınlığını belli etmeyip kıza ciddi şekilde baktı. “Ne diyorsun bücür?” “Bücür değil Tuğçe. Haraç kesiyorlardı akıllarınca. Bıçakta çektiler. Senin adamlarınsa söyleyeyim bunlar işe yaramaz sık kafalarına.” “Doğru konuş, mahallemize yeni geldiysen doğru duracaksın. Kimseye laf etmeyeceksin.“ “Doğru duran benim, senin takım eğri.” dedi kız. Oysa bu mahalleye gelirken korkacağını düşünmüştü. “Oğlum, ne olur bırak.” dedi Münevver Hanım. “Kimseye zararımız olmadı, olmazda. Huzur içinde yaşamak varken gelir gelmez neden bunu yapıyorsunuz?” Sustu adam. Boğazında ki yumruyla zar zor yutkunurken “Annesin, annelere saygım sonsuz. Bizim de kimseye zararımız olmaz. Biz yabancı sev-
meyiz.” “Biz de istemedik buraya gelmeyi. Mecbur olmasak neden gelelim? Yalvarırım arkadaşlarını da al git. İstemiyorsanız sizinle muhabbet etmeyiz, selam vermeyiz, yolunuzdan geçmeyiz.” Mustafa Bey’i serbest bırakan adam kadına yaklaştı. Elini tutup alnına götürdü. “Korkuttuysak affola. Bizimkiler, ayıptır söylemesi hoş geldin demeyi pek bilmez, öküzler. “ dedi sadece. “Çek, o bıçağı.” dedi Tuğçe’ye. “Yasin’i rahat bırak, şimdi mahalleliyle beraber çekip gidelim. İşini zorlaştırırım diyorsan kimse bir saniye acımaz sana.” “Tehdit edilmekten nefret ederim. Böyle de hoş geldin olmaz. Yine de ben burayı çok hoş buldum.” dedi yüzündeki gülümsemeyle. Çakıyı kapatıp adının Yasin olduğunu öğrendiği çocuğu hafif iterek geri çekildi. Rüstem, Yasin ve Osman yan yana dururlarken genç adam kapıyı açtı.
40
“Kolay gelsin.” dedi sadece. Sinirliydi ve o siniri birazdan en güzel şekilde birilerinden çıkaracaktı. Kapının önündeki ahaliye “Ablalarım haydi dağılın! “Diye seslendi. Kadınlar bağırarak itirazlarını dile getirirken “Haydi! Bir daha tekrarlatmayın! Kırmayalım güzel hatırları!” dedi ağır ağabey edasıyla. Herkes giderken adam omzunun üstünden içerdeki üçlüye uzun uzun bakıp bir baş hareketiyle dışarı çıkmaların işaret etti. Üçü de kuzu gibi çıkarken adam sinirle arkalarından ilerledi. Nihayet onlar da gözden kaybolduğunda “Baba, iyi misin?” diye sordu. “İyiyim, ben özür dilerim. Böyle bir sokağa sizi getirme-” “Baba, daha kaç kere sorun yok diyeceğiz. Artık rahatla. Biz bu hayata hazırız.”
nırken nihayet eve giriş yaptılar. Ablası ve eniştesi de hala gelememişti ya kız sinir olmuştu. Bir kovaya suyu doldururken eskiden salona ait olan koltukların bulunduğu odaya girdi. Burada sadece koltuklar vardı. Burayı temizlemeli, temizlediği yerleri de bir an evvel eşyalarla döşemeliydi. Bu eve yerleşmesi ne kadar kolay olursa alışması da kolay olurdu. Karşısında ki aptal üçlüye bakıyordu adam. Rüstem hariç ikisi daha on sekiz yaşındaydı. “Ne işiniz var lan, orada? “ “Gözlerini korkutmak istedik.” dedi Rüstem. Yirmisinde olsa da zeka yaşı beşti. Mahallenin delisinden farksızdı bu çocuk. Kimseler dikkate almazdı. Öyle olunca yeni gelen herkesi aklınca korkutmaya çalışıyordu. Zeka yaşı beş olan insan ne kadar korkutabilirse...
Adamın gözleri dolarken hışımla kendini dışarı attı. Gururuna dokunuyordu olanlar. Ailesine olan mahcupluğu da cabasıydı.
“Kimden izin aldınız lan? Kime sordunuz? Ağabeyleriniz dururken size mi düştü oğlum? “ diye bağırdığında hepsi korkuyla irkildi.
Bir saat içinde tüm eşyalar taşı-
“Ya sen, Osman? Oğlum sen bil-
41
gisayar harici ömründe dövüştün mü de gittin milletin kapısına dayandın?” Tombul çocuk başını eğmiş karşısında ki adamı dinliyordu sadece. “Lan oğlum susmasana. Asıp kesmeye giderken de mi susuyordun?! Cevap ver oğlum!” deyip dükkanın kapısına tekme attı. Cevabını alamadığında delirirdi. Osmanda bunu iyi bilirdi. Çocuğun korktuğunun farkında olsa da o cevap verilecekti. “Ağabey, ben konuşmadım zaten. Yanlarına çağırdılar bende gideyim dedim.” “İyi halt yedin! “ “Ağabey tamam hata ettikte üstümüze fazla gelmiyor musun?” dedi Yasin. “Pardon kardeşim, çok özür dilerim. Hatanıza rağmen susmalıydım haklısın. Lan dalga mı geçiyorsunuz benimle !? Hadi gittiniz, haracınızı keseceksiniz anladıkta kızdan dayak yemek ne demek?” “Onun kız olduğuna emin mi-
yiz?” dedi Rüstem. “Ağabey bizim kavgalara gelmeli.” dedi Yasin. “Halinize bakın. Utanacağınıza hala pişkin pişkin dayak yediğiniz kızdan söz ediyorsunuz. Kaybolun lan.” deyip üçünden önce dükkandan çıkıp mahallenin ara sokaklarına daldı. Çocuklara kızsa da yiğide hakkını verenlerdendi adam, kız iyi dövüşüyor olmalıydı. Dik başlı olması adamı sinirlendirse de sebepsizce de bu durum hoşuna gitmişti. Bücürün evine ilerleyip kapıyı çaldı. İki çift lafı vardı. Kapıyı Bücürden başka birisi açtığında “Buyrun.” dedi anlamazca. “Ben,” dediği anda Bücür de kapıda belirdi. “Hayırdır, sıra sen de mi? Sen de para isteyeceksen boşuna gelmişsin, haberin olsun.” “Derdim para falan değil. Kardeşlerim onlar benim. Kimseye ezdirmesem de hata ettiklerinin farkındayım.Kısa bir konuşma yapıp gideceğim.” “Seni dinliyorum.” dedi emin
42
bir ifadeyle Tuğçe. “Burası hazine Bücür. Herkesin giremediği, yaşayanların çoğunun bir çok şeyden haberinin olmadığı, hiç ummadığın anda başına en tehlikeli işlerin gelebileceği, polislerin bile yaklaşamadığı sır dolu bir mekan. Madem bu mahallede kalmak için ısrar ediyorsun. Kabuslarla dolu hayata hoş geldin, Bücür.” Tereddütle yazdığım satırların biraz da olsa sizi memnun etmesi dileğiyle. Umarım güzel yorumlar gelir. Herkese hayırlı olsun.
Gökyüzü
43
Nandhu Kumar
; n a s n i r e t s i k a m l o r u m ğ a . y e n n i e ğ z e r ü y Ba n i n i ğ i d v e u s l ğ r o f e i t r s a i Z k t a i h m a ğ a C Y
44
(S)ONSUZ UÇURUMLAR Unutturun bana döktüğüm her gözyaşımı. Bir rakı masasında Yahut bir şarap kadehinde. Hatırlarımdan çıkarın onsuz geçen günlerimi, Toplayın kalbimin her bir parçasını. Bir şiirle Yahut bir şarkıyla. Dokunun, enkaz altındaki ruhuma dokunun. Korkutmayın beni, her nefes alışımda. Bir yalnızlıkla Yahut onsuzlukla. Soyutlamayın beni anlamsız yaşantılarınızdan, Sürüklemeyin beni de çıkmaz sokaklarınıza, İntihar süsü verip atın beni sonsuz uçurumlara …
Ali Özgül
45
46
/mucizeruhdergi.blogspot.com /mucizeruhdergi /mucizeruhdergi
MUCÄ°ZE RUH