Mucize Ruh 6. Sayı Sevgi Soyal Edebiyat Sanat Kültür Dergisi

Page 1

. MUCIZE RUH ARALIK 2018 · SEZON 2 · SAYI 6

E. y.

Üzüntü insanl yorar.

E D E B İ YAT KÜLTÜR S A N A T


M U C I Z E R U H D E R G I -YAZARLARSERPİL KAYA GÜLER İNAN PELİN ERDOĞAN ŞEYDA ÖZKAN FATİH ALTINBEYAZ TALİP MUTLU SEDANUR ÇİDEM ELİF ATLI GÖKYÜZÜ GENEL YAYIN YÖNETMENİ/ DİZGİ-TASARIM: EMİR YAPICI KAPAK İLLÜSTRASYONU: EMİR YAPICI Tüm içeriğin hakları saklıdır. İzinsiz kullanılamaz. © Aralık 2018


K I M I Z B I Z ? Mucize Ruh’un Mükemmel Okurları, Derginize hoş geldiniz. Burası sizin derginiz. Çünkü burada sizin ve diğer yazarların yazıları toplanıyor ve okuyuculara hazırlanıyor. Böylece derginin hem okuyucusu hem de yazarı olmuş oluyorsunuz. Peki adımız neden Mucize Ruh? Her insanın birikmişleri vardır. Ve bu birikmişlikleri topladığı, belki köşşe bucaklara sakladığı yazıları vardır. Bu yazılar oralarda bir yerde bir gün okunmayı bekler. Belki de okutulacak yer bulunamaz. Mucize Ruh size, yazılarınızın okutulmasını sağlayabileceğiniz bir dergi imkanı tanıyor. İşte bu yazılar gün yüzüne çıktığı zaman insanın ruhu büyük bir mucize ile birleşmiş oluyor. Ve biz buna Mucize Ruh diyoruz.


İİ Ç Ç İİ N N D D EE K K İİ LL EE R R

6Sevgi Soysal 8Sanatın İyileştirici 12Eski Zamanlar

GücüSerpil Kaya

MisaliGüler İnan

14(Replik)

Alice Harikalar Diyarında

15Yeşilçam'da Var Bir “İki

Yazı Serisi -2

Kutup”! Pelin Erdoğan

21

(Kitap yorumu)

Şeyda Özkan


23 Bir Roman Bir Hikaye

Fatih Altınbeyaz

29

27 Dev Yalnızlık

Talip Mutlu

(Kitap yorumu)

Sedanur Çidem

32İsterdim

Elif Atlı

33Çıkmaz

2. Bölüm

SokakGökyüzü

41(Alıntı)

Sevgi Soysal



Sevgi Sevgi Soysal Soysal ·- 30 Eylül 1936’da, İstanbul’da doğdu. ·- 1952’de Ankara Kız Lisesini bitirdi. ·- Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Klasik Arkeoloji Bölümünde bir süre okudu. ·- 1956-1957’de Almanya’da Göttingen Üniversitesinde arkeoloji ve tiyatro öğrenimi gördü. ·- 1960-1961’de Türkiye’de, Alman Kültür Merkezi ve Ankara Radyosunda çalıştı. ·- 22 Kasım 1976’da İstanbul’da hayata gözlerini yumdu. ESERLERİ: ·- Yenişehir’de Bir Öğle Vakti ·- Yürümek ·- Şafak ·- Hoş Geldin Ölüm (Ölümünden Sonra) ·- Tutkulu Perçem ·- Tante Rosa ·- Barış Adlı Çocuk ·- Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu ·- Hoş Geldin Ölüm ·- Bakmak


7


|

SANATIN İYİLEŞTİRİCİ GÜCÜ

İster görsel ister işitsel sanatlar olsun, her biri ruhumuzu doyurmak, ufkumuzu açmak,bizlere hayata karşı farklı bakış açıları kazandırabilmek için vardırlar. ilkçağ zamanlarında duvara kazınan resimler, figürler ilk temel taşlarını atmıştır mesela resim sanatının. Müziğin insan ruhunun gıdası olduğunu bilmeyen yoktur. Duygularımızı, düşüncelerimizi ifade etmede, insanlara mesaj vermedeki en temel yardımcımız elbette ki sanat dallarıdır. Türk sanat musikisinin ruhsal hastalıkların tedavisinde faydalı bir yardımcı olduğu tıp doktorları tarafından onaylanmıştır. Klasik müziğin zihni ve zekayı açtığı herkesçe bilinir. Nice psikolojik hastalıkların tedavisinde resimden,müzikden ve diğer sanat dallarından yararlanılır. Çünkü sanatla uğraşan insanlarda stres düzeyi büyük ölçüde geriler. Renklerin dünyasında dans ederek bir şeyler çizebilmek, boyayabilmek, yahut dinlendirici bir müzik eşliğinde ruhu doyurucu bir kitap okuyabilmek ne kadar da iyi gelir insan ruhuna. Bunun keyfini ve lezzetini ancak ve ancak sanatın herhangi bir dalı ile uzaktan yada yakından ilişki kuranlar anlar. 8


“Tiyatro iyileştirir” denir mesela. Ya da “Tiyatro İyidir” Çünkü insanı; insanla, insanca anlatma sanatıdır Tiyatro. Bu nedenledir ki, evdeki beyaz cam adı verilen ve tekdüze tekrarlardan oluşan programların sığlığı arasından sıyrılarak tiyatro,bale gibi görsel ve işitsel mozaikler barındıran sanat dallarına daha fazla vakit ayırmak gerekir. Konserler, sergiler, festivaller, fuarlar bunun için vardır; sanatı toplmla kucaklaştırabilmek ve hep daha iyiye, daha yeniye ve çok daha güzel günlere ulaştırabilmek için. Bu nedenledir ki, lütfen sizler de monoton ekran karşısı hayatından bir parça da olsa sıyrılın lütfen ve sanatın keyfine varın. Sevgiyle ve sanatla kalın...

9

Serpil Kaya


...insanl; insanla, insanca, anlatma sanatldlr Tiyatro.

10


11


|

ESKI ZAMANLAR MISALI

Seninle eski zamanlara gidelim mesela. Sen sürekli evimizin önünden geç bakmak için bana, Bende perde arkasından gülümseyeyim sana. Yolda karşılaşınca cilveleneyim saçlarımı savura savura, Sende hayran kalmış gibi bak, elindeki al yazmamı koklaya koklaya. ‘Görücü usulü’ desinler evliliğimize ama Kimselere söylemeyelim, Laf gelmesin diye aşkımıza. Ne imiş o zamanlar için balayı da. Ben senin için katlanmaya razıyım, Kayınanamın mızmızlarına. Mutluluğumuzu katayım bi tas tarhana çorbasına. Üfleye üfleye içelim, Aşkımızın adına. Hiç sönmesin küçücük odamızda ki soba, İçimizi ısıtsın sıcaklığıyla. Üzerinden güğüm eksik olmaya, Lazım olur yemeğe, çaya. Her zaman saygım sonsuz olsun sana, Kırayım dizlerimi oturayım yanında. Seninle aynı yastığa baş koymanın verdiği mutlulukla, Huzura ereyim kollarının arasında.

Güler İnan

12


“Maalesef sen delisin, çat sana bir sır vereyim mi, iyi


tlaksın, sıyırmışsın. Ama i insanların çoğu öyledir.” Alice in Wonderland (Alis Harikalar Diyarında), 2010 Senaryo: Lewis Carroll, Linda Woolverton Yönetmen: Tim Burton Oyuncu: Johnny Depp


Yazı Serisi -2

YEŞİLÇAM’DA

VAR _ BİR “İKİ KUTUP”! Tek Telden

15


Yeşilçam replikleri... Döneminin mutlu anlarını, düş kırıklıklarını, aşklarını, hayallerini anlatan o canımın içi vurucu cümleler...

diyecektir, “Biz ayrı dünyaların insanlarıyız Necla.” ***

“Bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla!”

Her ne kadar Yeşilçam sinemasının yalnızca belli bir yaş kitlesinin gönlünde varlığını sürdürdüğünü ve yeni neslin ilgisini çekmediğini düşünsem de Yeşilçam replikleri kendilerine has tarzlarıyla her dönem bir yolunu bulup Yeşilçam’ı göz önüne seriyor ve pek çoğumuzun gönlünde öyle ya da böyle bir yer buluyor. ***

“Biz ayrı dünyaların insanıyız.” Varoşların mert, onurlu, dürüst delikanlısı ile bir fabrikatörün kızının gizli gizli buluşup ağaçlar arasında koşup oyunlar oynadığı filmlerde mutluluklarının bozulacağından korkan, oyunculardan daha çok seyircidir. Eninde sonunda bir sahne gelecektir ve delikanlı o sahnede üzgün, düşünceli bir şekilde bekleyecektir. Kızın “nen var kuzum?” sorusudur beklenen. Ufka bakacaktır delikanlı, sigara yakacaktır ve

“Pişman mısın yavrum?” ... 16


Cinsel tecavüz sahneleri Yeşilçam sinemasının öteden beri vazgeçemediği, sık sık başvurduğu ticari malzemelerden biri olmuştur. Kırsal kesimi görüntüleyen köy filmlerinde toplu tecavüz sahnelerine yer verilmiştir. 1964 yılında Ümit Utku’nun Koçero filmindeki bir sahnede köylüler, kentli kızlara saldırır. Vahşet dolu bir sahnedir bu. Ağızlarından salyaları akarak, kızları, bikini külotlarına varıncaya kadar soyarlar. 1960’lı yıllardan itibaren cinsel zorbalıkla ilgili yeni yeni sahneler ve yeni ırz düşmanı tipler ortaya çıkar ama bu tiplerin ve cinsel şiddetin değişen boyutlarını asıl 1983 yılından sonra görürüz; 17

saldırgan tipler daha psikopat, ırza geçme olayları daha klinik duruma gelir. Kartal Tibet’in İffet filminin bir sahnesinde fakir mahalle kızı Müjde Ar, şoför sevgilisi Faruk Peker’le tenha bir köşede oynaşırken beklenmedik bir olay olur. Peker, Müjde Ar’ın başını arabanın arka penceresinden içeri iterek sokup camı kapatır ve boynu sıkışıp kalan, hareket edemeyen Müjde Ar’a arkadan yaklaşıp külotunu indirir ve tecavüz eder. Anal sekse göndermeler yapan bu sahne, filme ciddi ölçüdecmüşteri çekmeyi sağlamış abartılı ve vahşi bir sahnedir. Mustafa Altıoklar’ın Ağır Romanı’nda “Reis” rolündeki Mustafa Uğurlu, Şermin adlı ata tecavüz eder ya da pantolonunun düğmelerini çözüp Şermin’in arkasına geçerek, ata tecavüz ettiğini ima eder seyirciye. Bu film, varoş kültürü içinde yer alan şiddet eylemini, aykırı bir “cinsel taciz” sahnesiyle gözler önüne serer. Erden Kıral’ın yönetmenliğini yaptığı, 1997 yapımı Avcı filminde, örtülü biçimde de olsa, Türk sinemasının cinsellik literatüründe, ilk kez, bir erkeğe, kadın eliyle mastürbasyon yapıldığına şahit oluruz. ***


1938-1960 yılları arasında Türkiye’de varlıklı, soylu ailelerin kızları, Batılı ve özelikle de Amerikan kadınını örnek aldı. II. Meşrutiyet döneminde başlayan bu Batılılaşma yönelimi, Cumhuriyet döneminde en etkin şekilde gelişti. Kendini soylu sayan aileler kızlarına, Fransız ve İngiliz kültürünü aşıladı, kızlarının devlet idarelerinde yüksek kademeli memur veya üniversite öğretim üyesi olmasını tasarlayan aileler ise Alman kadınlarının çalışma disiplinini baz aldı. Güzel olmak ve Avrupalı kadınlara benzeyebilmek önemli bir şeydi; İstanbul’un en asil ve güzel kadını olabilmek adına yarışlar düzenleniyordu. Kendilerini sosyete kabul eden bu kadınların genç olanlarının tek uğraşı bu iken diğerleri de, köylü veya yoksul kadınlara yönelik yardım amaçlı etkinlikler düzenliyordu. Gerçekte köy yaşantısını ve köy kadınının yaşam koşullarını bilmeyen bu yardımsever etkinliklerde, “köy kadını” ya aşağılanıyor ya alaya alınıyor ya da hâline acınıyordu. Gerek acıma duygusuyla gerekse ucuz işçilik gerekçesiyle varlıklı, soylu ailelerin yanlarına aldıkları evlatlık

veya hizmetçi “köylü kadınlar” gerçek hayatın içinden taşıp Yeşilçam filmlerinin vazgeçilmez baş kahramanları veya yan rolleri oluyor, beyazperdeyi de “soylu - köylü ayırımı”na götürüyordu. Bu ayrım çoğu kez “masum kız” – - ayrımıyla iç içe geçiyordu. Beyazperdenin “vamp/kötü kadın”ı, tam bir Avrupalı gibi giydirilip konuşturulurken ve cinselliği ön plana çekilip şehvet ve ihtirasını her şeyin üstünde tuttuğu özellikle vurgulanırken, o veya bu şekilde, varlıklı, soylu erkeğin, film sonunda eşi olmaya aday “esas kadın”ı, bir yanda kıyafetleriyle alay edilen ama diğer yanda da iffet, namus, ahlâk abidesi yapılan, cinselliği unutturulmuş, sade ve masum bir eş, köylü, yoksul bir kadın oluyordu. Bu köylü ve yoksul görünüşüyle “evin beyi”nin ilgisini çekemeyen “esas kadın”ın kıyafetlerinden arındırılmasıyla başlayan zarafet eğitimlerindeki “baştan yaratılma” sahneleri, dönemin eğilimlerini destekliyordu. Bu geçiş evrelerinde “esas kadın” için değişmeyen tek şey cinselliğinin yok sayılmasıydı. Yeşilçam filmlerindeki bu sahneler, Batılı kadının 18


açıkça belirgin cinselliğini eleştiren, Cumhuriyetin yeni kadınını, namuslu, cinsiyetsiz bir silah arkadaşı, her şeyden önce sadık bir eş ve anne yapan politikayla doğrudan örtüşüyordu.

onursuz, ırz korkusundan uzak, şehvet düşkünü, modernliğin gereklerini etiyle yerine getiren bir duruş ile anıldı; çıplaklık ve tesettür, bir görüntü sorunu olarak karşımıza çıktı.

1960’ların sonları ve 1970’lerde “cinslerin eşitliği” söylemlerindeki “eşitlik” büyük ölçüde “benzerlik”le karıştırıldı. Erkek yöneticiler tarafından ciddiye alınmak isteyen kadınlar, kadınsılıklarından ve cinselliklerinden sıyrılmaya, erkeksi davranmaya meyletti. 1980’lerde de kadınları ilgilendiren ortak konular, büyük toplumsal projelerin içinde eritildi ve önceki on yılın feminist hareketlerine aktif olarak katılmış kadınların birçoğu aynı dönemde başlamış bir süreç olan ortak kadın platformlarını engelleyen, karşılıklı olarak birbirini dışlayan laik ve İslamcı bölünmelerin yarattığı hayal kırıklığı içinde büyük bir özgüven kaybına uğradı. Türkiye’deki erkek egemenliği, modernleşmenin, kadını, geleneksel olarak içinde bulunduğu kapalı dünyadan çıkaracağına vurgu yaptı ve bu nedenle modernleşmenin ilk metinlerinde modern kadın,

Yirminci yüzyılda yaşanan savaşlar, açlık, yüksek teknolojinin “bilgi”yi üstün kılması, uzay yarışı, nükleer silahlanma, ırkçılık, siyasal skandallar, ekonomik, siyasal ve sosyal bunalımlar, demokrasi yanlılarını çatışmalı bir süreçle yüzleştirdi. İnsanın en temel inançlarının altüst edildiği, ahlaki normların tersyüz olduğu, ortak bir umutsuzluk ve yılgınlık duygusunun yaygınlaştığı, militarizmin dozunu artırdığı, şiddet ve şehvetin farklı biçimlerde toplumun her yanına nüfuz ettiği bu dönemde kadın, istihdam alanına ucuz ve taze işgücü olarak sunuldu, işsizlik alanı içinde kalan kadınlarsa fahişeliğe itildi. Dönemin Türkiye sinemasında iki tür anlayış kadın konusunda şaşırtıcı bir ortaklık sergiledi; bir yanda iyi gişe yapan seks-avantür filmler diğer yanda demokrat ve ilerici yönetmenlerin gerçekleştirdiği kadın filmleri. Demokrat filmler dönemin

19


kamuoyunun ilgisini çekmeyi başardı ancak var olan gerçekleri sergilemekten başka bir şey yapamadı; çözüme ilişkin bir tavır geliştiremedi. Cinsiyetlendirilmiş sosyalleşme sürecinde, kız ve erkek çocukları için çizilen birbirinden farklılaştırılmış rotalarla yapılandırılmış eğitim ve meslekleşme, kesin çizgilerle ayrılmış bir “erkek” ve “kadın” ve buna bağlı olarak daerkeğe ayrıcalık kazandıran cinsiyet temelli tahakküm ilişkileri

sayesinde kadın cinselliği, günümüzdeki cinsiyet/cinsellik kavrayışlarındaki her türlü “olumlu” gelişime ve çabaya rağmen hep biraz yaralıdır. ***

“Bana masum bir kadın göster, hemen orada bileğimi keseyim.” “Av Mevsimi” filminden. 2010 yılı... Pelin ERDOĞAN Masal Oyası, Galata, Beyoğlu

Kaynaklar: Aytunç Altındal, Türkiye’de Kadın, Birlik Yayınları, Ocak 1975 Ayşe Kadıoğlu, “Cinselliğin İnkarı: Büyük Toplumsal Projelerin Nesnesi Olarak Türk Kadınları”, 75 Yılda Kadınlar ve Erkekler, Tarih Vakfı Yayınları, Ekim 1998, İstanbul Hasan Bülent Kahraman, Cinsellik Görsellik Pornografi, Agora Kitaplığı, 1. Basım, Haziran 2005 Ahmetcan Toros, “Türkiye Sinemasında Kadına Yaklaşım”, Varlık Aylık Edebiyat ve Sanat Dergisi, Mart 1986, Sayı 942 Agah Özgüç, Türk Sinemasında Cinselliğin Tarihi, 4. ve 5. Baskı, +1 Kitap, İstanbul, Ekim 2006 Serpil Sancar, Erkeklik: İmkansız İktidar Ailede Piyasada ve Sokakta Erkekler, Metis Yayınları, 2. Basım, Ağustos 2011

20


Seyda Nur Özkan

Kitap Yorumu:

Merhabalar, bugün size aslında 154 sayfalık tini mini bir kitabın nasıl günlerce okunamadığını anlatacağım. Okunmuyor, çünkü birkaç sayfadan sonra tam bu ciğerlerinizin biraz üstü, boğazınızın biraz altı varya; işte tam oraya bir şeyler oturuyor. Sahi ne denirdi oraya? İman tahtası mı? Yerinde oluyormuş. Biz kendimize müslüman diyorsak, Taif ’te taşlanarak kovulduğu halde halkın helâk olunmasına müsaade vermeyen bir Peygam-


bere inanıyor, bu dine imân ediyorsak, bizim iman tahtamıza bir şeyler oturmalı okurken. Gelelim kitabımıza, Huzursuzluk, okurken sizi alıyor ve Mardin’e götürüyor. İbrahim, çocukluk arkadaşı Hüseyin’in “şeytan” dedikleri zavallı kızın peşinde nasıl ölüme yürüdüğünü araştırırken, siz de Mardin’in taş sokaklarında yalınayak arıyorsunuz gerçeği. Zulüm nedir? İnsanlık nasıl kaybedilir? Bunu öğreniyorsunuz. Livaneli, kitabının belirli bir sonu olmadığını çünkü bu insanlar hâlâ belirsiz hayatlar yaşarken kendi kitabına bir son yazamayacağını söylüyor. Cânım Livaneli, kitaplarında hep İbni Haldun’un “Coğrafya kaderdir.” sözüne yer verir. Coğrafya kaderdir, kaderimiz güzel olsun. Bir alıntıyla aslında anlatmak istediğim her şeyi özetlemek istiyorum; “Harese nedir bilir misin oğlum? Arapça eski bir kelimedir. bildiğin o hırs, haris, ihtiras, muhteris sözleri buradan türemiştir. harese şudur evladım: develere çöl gemileri derler bilirsin, bu mübarek hayvan üç hafta yemeden içmeden, aç susuz çölde yürür de yürür; o kadar dayanıklıdır yani. ama bunların çölde çok sevdikleri bir diken vardır. gördükleri yerde o dikeni koparır çiğnemeye başlarlar. keskin diken devenin ağzında yaralar açar, o yaralardan kan akmaya başlar. tuzlu kan dikenle karışınca bu tad devenin daha çok hoşuna gider. böylece yedikçe kanar, kanadıkça yer, bir türlü kendi kanına doyamaz ve engel olunmazsa kan kaybından ölür deve. bunun adı haresedir. demin de söyledim, hırs, ihtiras, haris gibi kelimeler buradan gelir. bütün ortadoğu’nun âdeti budur oğlum, tarih boyunca birbirini öldürür ama aslında kendini öldürdüğünü anlamaz.” Şeyda Özkan

@seydaslibrary


BIR ROMAN BIR HIKÂYE 1991’de, babaannem, hiç beklemediğimiz bir anda vefat ettiğinde dokuz yaşındaydım. Babam, ölümün yasının tutulduğu ilk günlerde, yavaş yavaş kırışmaya başlamış ellerini, tülü (uzun, kabarık) saçlarımda gezdirdi. Sonra bana, bunu söylemek zorunda kaldığı için, içi acıyarak baktı. “Oğlum, bundan böyle dedenle birlikte kalacaksın, onun ufak tefek - Ülfet Amcanın bakkalından ekmek alıp gelme, sefer tası içinde evden yemeği getirme, sofrayı kurma ve kaldırma gibi- ayak işlerini göreceksin. Dedene, ninenin yokluğunu hissettirmeyeceksin.” dedi Babamın söylediklerine itirazım olmadı ama “Tamam!” da demedim. Gerçi o zaman, annemden babamdan ayrı olmamın, dedemin görmezden gelmeyle karışık şefkatine sığınmanın, ileriki yıllarda bana sağlayacağı sınırsız 23

özgürlüğü ve mutluluğu sezmemiştim henüz. Onun yanında yattığım zamanlarda çok sevdiği, benden sonra en iyi arkadaşı olan, eski radyosunu açardı sabahları, dedem… Radyo’da Nevin Akol’dan ‘Akşam Oldu Yakamadım Gazımı’, Sezen Aksu’dan ‘Belalım’, Erkin Koray’dan ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’ ve Musa Eroğlu’dan Mihriban’ gibi kederli eserler çalardı. Ben bu şarkılar/türküler eşliğinde uyandığımda, yüreğimin alt tarafında karıncalı bir şeyler dolaştığını, sebebini hâlâ çözemediğim, tarifsiz ve dişlili acılara giriftar olduğumu anlardım. Kendi kendime, içimde bir kucak kahredici çökeltiyle neden gözlerimi açtığımı öğrenmek isterdim ama bir sonuç bulamazdım. Gelen elemli nağmeler eşli-


ğinde sancı çekmeye ve yorganı üstüme daha çok çekmeye devam ederdim. Uyku mahmurluğum geçtikten ve anlamsız acılarım da tavsadıktan sonra dedemin kendi kendine konuşarak hazırlık yaptığını görürdüm. Onunla öteden beriden ve genellikle mazinin derinliklerinden sohbet ede ede kahvaltı ederdik. Menümüzde sert bir peynir, iri iri (çekişge) zeytini ve demli bir çay bulunurdu. Fakat bunlar öyle tatlı gelirdi ki o gün akşama kadar başka yemek yemesem bile, sanki hiç acıkmazdım. Üniversite okumaya gittiğimde İstanbul’un en güzel mekânlarındaki ve bilhassa Boğazın kenarındaki kuş sütü eksik kahvaltıların; dedemle birlikte yaptığımız yoksunluk dolu o sabahların yerini tutmamış olması beni hep düşündürür ve hüzünlendirir. *** ‘Bir Roman Bir Hikâye’miz vardı birde. [Sevda Çiçeğim (Başkalarının Hayatı) isimli romanımın kahramanları Bekir Sami Efe ile torunu Fetibey’de Bir Roman Bir

Hikâye’yi dinlemeyi severdi değil mi?] Bir Roman Bir Hikâye, hâlâ devam etmektedir, fakat o yıllardaki gibi insana huzur, mutluluk, farklı dünyalar ve melankoli vermekte ısrar etmekte midir, onu bilemeyeceğim. Hafta içi her gün saat 22.45 ile 23.00 arasında Radyo 1'de yayımlanırdı bu program… Türk ve Dünya Edebiyatı’ndan seçilen kitapları, Mehmet Akay, Işık Yenersu ve Rüştü Asyalı gibi sesini ve Türkçeyi iyi kullanan büyüklerimiz okurdu. Dedem kaçırmazmış... Ben de zoraki başlamıştım ama yıllarca bırakamadım bu arkası yarın okumalarını... Bir kitabı elinde tutmak, anlamadığında dönüp bir daha okumak ile; radyodan dikkatle dinlemenin arasında fark olduğunu o zaman öğrendim. Dinlerken zihnim hayal kurmak ve telaffuz edilen satırları kaçırmamak için daha çok uğraş veriyordu çünkü. Gizemli, ıstıraplı Ralph Vaughan Williams’ın, Fantasia On 24


Greensleeves isimli klasik müziği çalar ve yine insana hüzün, keder, kayıp duygusu ve melankoli veren Işık Yenersu’nun sesi duyulurdu. “Sayın dinleyiciler, Victor Hugo’nun Sefiller adlı romanına kaldığımız yerden devam ediyoruz.” Biraz önce adı geçen çetrefilli acıyı; bu program az sonra bitecek olduğu için duyardım belki de… Çünkü 15 dakika çabucak geçer ‘Bir Roman Bir Hikâye’ sona erer ve sonraki bölüm için müthiş bir merak başlardı bende. Ve sabah hangi tarifsiz acıyla uyanacağım korkusu... *** Günler gelip geçti, ben hep dedemin yanında ve yakınında durdum. Yatılı okullardan geldikten sonra çantamı, eşyalarımı evimize koyup onun gölgesi, iç çekişleri ve öksürükleri altına koştum. Sanki ona karşı sinirlerim alınmış gibi, kendisine bir defa olsun kızmadım, gerçek manada surat asmadım ve çok sıkıcı/çekilmez olduğu zamanlarda bile karşılık vermedim. Bunun karşılığında bana verdiği okul harçlıkları dışında bir menfaat ve maddi ka25

zanç da elde etmedim. 2005’in sonunda, her zaman hazırlıklı olduğu ölüme gittiği güne kadar, dedemin etrafından hiç ayrılmadım. Kendisi o kadar müsamahalı, görmüş geçirmiş bir adamdı ki sırf karışmış olmak ve büyüklük taslamak için, (yanında olduğum süre zarfında) benim hiçbir şeyime burnunu sokmadı. Yeni yetmeliğimde, onun az ilerisinde, Nazilli sokaklarında platonikçe tutulduğum kızlara masumane mektuplar yazardım. Bunları bilmesine rağmen benim hatrımı ve şevkimi kırmazdı. Bazen “Kendini fazla kaptırma, dikkat et, tadını kaçırma,” derdi ve ben de mesajı almış olurdum. Şimdi ne zaman az önce bahsini ettiğim şarkılardan/türkülerden birini işitsem; dedemin, tek göz, kışları sıcak yazları da serin tutan toprak evini, Nazilli Yeşil Mahalle’deki aklı bir karış havada kızlara yazdığım mektupları, jarse minderlerin üzerinde kırık dökük ders çalışmalarımı, erken gelen kış gecelerindeki radyo programlarını ve yaptığımız Z


mahrumiyetli kahvaltıları hatırlarım. Ardından, ayağını şöyle bir uzatsan veya sağından soluna dönsen bile farklı sesler çıkan, o jarse minderler üstünde uyandığım sabahlardaki gibi, kalbimin altına, kalaylanmamış bir ağrı girer…

Fatih ALTINBEYAZ

26


|DEV YALNIZLIK Dev bir yalnızlık, ayak basıyordu odama. Karanlıktı her yer. Masada duran kimsesizlik kadar. Bir hiçlik doğuyordu baş ucumda. Varlığımdan habersizdim. Belki de kimliksizdim. Neden uyuyor herkes? Bir yalnız ben miyim? Gecenin avlusunda kalan. Rüzgarın sesi de olmasa, Çıldırmak üzereyim... Bir balık olsam; kendimi bu gece bir oltanın ucuna assam. Bir yağmur damlası olsam; gökten atlayıp toprağa karışsam. Sussam... sussam... Kendimi, kendi yalnizlığımda yıkasam... Talip Mutlu

27


28


Sedanur Çidem

Kitaptan Alıntı:

Hep yalana inanmaya alışmış olanlar doğruya inanmakta güçlük çeker. Kitaptan Yorumu:

Herkese merhaba arkadaşlar, Kendisi en sevdiğim yazar olan Rasim Özdenören‘in Gül Yetiş-


tiren Adam adlı ilk romanını okumuş bulunuyorum. Kitap bana neler kattı neler. Hemen kısaca bahsedeyim. Bir tarafta kurtuluş savaşından sonra bir çok arkadaşını kaybetmiş olmanın verdiği hüzünle ve verdikleri mücadelenin bir hiç uğruna olduğunu gördükçe, protesto olarak 50 yıl boyunca evine kapanıp gül yetiştiren adamın hikayesi; ikincisi kaybolmuş, kendi kültür ve medeniyetlerinden tamamen kopmuş, yozlaşmış yeni nesili; ‘’Sitare, Yavuz, Çarli ...’’ ve diğerlerini anlatıyor. Modernitenin kıskacına sıkışmış insanların iç hallerini bize gösteriyor; harcıyorlar, oynuyorlar, geziyorlar fakat doyuma bir türlü ulaşamıyorlar, bir türlü mutmain olamıyorlar. Kitap modernleşme adı altında (batı kültürüne özenme) inancımızın ve değerlerimizin değiştirilerek, farkına varmadan unuttuğumuzu yüzümüze vurmakta. En kötüsü de kötü olan her ne varsa hemen alışıyor ve unutuyor olmamız . En etkilendiğim bölüm camii de ki yaşanan olaydı. Okuyup da etkilenmeyen yoktur herhalde. Sevgili yazarım, ne diyebilirim ki? Sen hep yaz kalemin, yüreğin hiç susmasın. SEDANUR ÇİDEM

@aylakbiokur


31


|

İSTERDİM

Sevgine muhhtacım, Gözlerine esir. Kalbine girmek isterdim, Belki kollarında uyumak. Beni de sevmeni isterdim. İnan, çok bir şey değil. Sen de kalmak, belki de misafir olmak Hiç değilse o gülen gözlerinden öpmek, Gülüşlerinde asılı kalmak Ve seni doya doya sevmek isterdim. Hani olmazdı biliyorum ama Kokunu hissetmek isterdim...

Elif ATLI

32


CIKMAZ S

33

O

K

A

K

2. BÖLÜM


Kabus, kabus olan neydi? Genç kız kendini neye hazırlamalıydı anlamamıştı. Hem, sır dolu derken? Ne diyordu bu adam? Amacı Tuğçe’yi korkutmaksa, başaramamıştı. Yine de tedirgin olmadığını söylerse yalan olurdu. “Hoş buldum” dedi yüzündeki sinsi bir gülüşle. Bu adam kendisini hafife almış olabilirdi ama yanılıyordu. Normal bir kız değildi. Bunu zamanla bu adama da gösterecekti. “Yine de son bir uyarı olsun. Her horoz kendi çöplüğünde ötsün, olur mu Bücür? “ “Ne kadar da nazik çocuksun sen öyle(!) Benim de fikrimi almak için soru sormalar falan. Aferin sana.” Ablası Sinem gülmemek için kendini zor tutuyordu. Bu Tuğçe’nin her zaman ki haliydi. Birini sinir etme konusunda uzman değil, direkt profesördü. Adam sinirle ellerini sıktı. Kadına el kalkmazdı. Bu hayatta edindiği en büyük prensipti.

Karşısında ki keşke bir erkek olsaydı da, ağzını burnunu dağıtırdı. Burnunu kırıştırarak bir nefes aldı. Gözleri hala kızın üzerinden çekilmemişti. “Tekrar hoş geldiniz, Bücür. Annene selamlar.” deyip hızla apartmandan çıktı. Harabe evleri olan semtinde her zaman ki gibi gezinirken gözleri uzaktaki çocuklara takıldı. Maç yapıyorlardı. Mahallenin bahtsız çocuklarıydı bunlar. Aslında tek onlar değil, burada ki bir çok insan bahtsızdı. Hayata 5-0 yenik başlamışlardı. Para yoktu, düzen yoktu, aile yoktu. Bela nerede bu insanlar oradaydı. Tehlike mi? En çok onları bulurdu. Zaten belanın en büyük adresi değil miydi bu mahalle? Koskoca ütopyalarında mimlenmiş tek semtti. Oysa bilselerdi bu insanların, bu hayatı yaşamak istemediklerini yine böyle düşünürler miydi? Tüm pislikler bu mahalle de bulunsun isterler miydi? Her gece yarın yaşayabilecekler mi bilmeden, bir kurşun sesinin kaç 34


yüreği yakacağını düşünmeden uyumak isterlerdi de... Hayattı be işte. Allah’ın onlara sunduğu hayatı isyan etmeden yaşama çabasındalardı. “Mehmet ağabey!” dedi afacanlardan biri. Adam cevap vermeden topu ayağının ucunda buldu. “Ne var lan?“ dedi hiç bozulmayan, sert tavrıyla. “Gelsene bizim takıma. Yeniliyoruz be ağabey!” “O zaman çok çalış oğlum. Her zaman arkanda ben mi olacağım?” Diğer çocuklar güldü. Ahmet aralarında en çelimsiz ve futbolda kötü olanıydı. “Kesin lan çenenizi.” dedi Mehmet. Mahallesin de kimseyi ezdirmezdi. Hele ki çocukları, kıllarına dokunsunlar, dünyayı dar ederdi. Ayağının ucundaki topu Ahmete attı. “At bakalım en kuvvetli halinle.” dediğinde çocuk heyecanlandı. İşte ilk yanlışını çoktan 35

yapmıştı. Heyecan iyi değildi. Heycanlanan herkes kaybetmeye daha yakındı. En kuvvetli atışını yapsa da, basit bir atıştı. Adam topu tekrar çocuğa fırlatıp: “daha güçlü,” dedi. Çocuk tekrar denedi. Az önce ki heyecan yerini bir anda hırsa bırakmıştı. Bu da olmazdı. Bu çocuk en başta duygularını kaybetmeliydi. Duygunun olduğu yerde kazanmanın düşüncesi bile olamazdı. Tekrar attığında top adama bir öncekinden daha kötü biçimde ulaştı. Topu eline alıp çocuğun yanına ilerledi. Ahmet ürküyordu. Mehmet’i tanımayan yoktu. Şefkatinin yanında merhametsizliğiyle de bilinirdi. Hangi duyguyu ne zaman yaşayacağını kimse kestiremezdi. “Gerçekten öğrenmek istiyorsan hırs, heyecan; başardığında sevinç hissetmeyeceksin oğlum. Sonra ayağının yan tarafıyla vuracaksın topa, ayakkabının burnuyla değil. Çalışmazsan kaybedersin. Çalış, yarın yine gel.” dedi tüm ciddiyetiyle.


Ciddiyet adamın zırhıydı. Ne zaman kuşanmıştı bu zırhı, hatırlamasa da gücünün kaynağının zırhı olduğunu çok iyi biliyordu. Çocuğun başını okşayıp büyük adımlarla kahveye ilerledi. *** Kapıyı kapatırken adamın arkasından dil çıkardı kız. Sinem, kardeşinin haline gülerken kapıyı da kapattı. “Hala oyalanıyor musunuz siz? Haydi, haydi!” dedi anneleri. Konu temizlikse bu kadın daima kendini kaybederdi. İki kardeş birbirine bakıp korkuyla gözlerini büyüttü. Ardından biri yarım kalan odayı temizlemeye, öteki mutfağa annesine yardıma gitti. Akşama kadar soluksuz temizlik yapılırken, eniştesi Utku ve babası da tamir edilecek, montelenecek eşyalarla uğraştılar. Aksam ezanının sesiyle Masal ilk bulduğu koltuğa çökerken vitrini yapmakla uğraşan babasına baktı. Adamın ağzını akşama kadar resmen bıçak açmamıştı. Cidden hala durumlarını mı düşünüyordu? Ya da ailesini rezil bir hayata sürüklediğini?

Böyle bir şey yoktu. Çoktan alışmıştı buraya. Hem alışamamış olsa da ailesi için katlanırdı. Ne vardı daha küçük odalı, eski bir yerde oturuyorlarsa? Hayatta herkesin inişleri çıkışları olurdu. Elbet geçerdi bu zor günlerde. Saat tam on ikiyi gösterirken nihayet işlerin bir çoğu bitmişti. Sadece banyo ve odanın biri kalmıştı. Bir kaçta ufak tefek yerleştirme işleri... Tuğçe yeni odasına girdiğinde pencerenin önüne geçti. Sokağın arka tarafına bakıyordu. Burası daha kalabalık bir ortam, aynı zaman da daha ıssızdı. Kalabalıktı çünkü sokağın sonuna doğru gazinolar vardı. Issızdı çünkü kimse yoktu. Dengesiz bir denklemdi. Nasıl açıklanırdı ki? Tek bildiği tekin olmadığıydı. Genç kız pencerenin önünden çekilip tam yatağına gidiyordu ki “Hişt!” diyen sesi duydu. Sesin sahibine bakmak ne kadar doğru olurdu? Korkmadığını söylerse kendini kandırırdı. Usulca pencereye döndüğünde bir adam gördü. Elinde sigarası, üzerinde ince deri montu vardı. Hafif uz36


un bıyık ve sakalları vardı. Boyu uzundu. En garip olanı adamın tepede topladığı uzun saçlarıydı. Garipti ama çok yakışmıştı adama uzun saçlar. Fakat bu adam kendisine seslenmiyordu. Sokağın ortasındaydı ve sonundaki gazinolara doğru ilerliyordu. Önünde siyah mini elbiseli, uzun siyah saçları olan bir kadın vardı. Kadın, adama döndü. “Ne var yine Murat?” “Yine mi pavyona?” Kadının yüzünde bir gülümseme oluştu. Samimi bir gülüş değildi. Alay ve acı karışımıydı. Dudaklarında ki en açık tonda ki kırmızı ruj oldukça dikkat çekiyordu. “Başka yol mu var Murat? “ “Gitme demedim mi sana?” Kadının gülümsemesi silindi yüzünden. “Paramı kazanabileceğim başka yol mu var? Boş geç artık Murat! Ben artık her gün o pis ağız ko37

kularını çekmeye alıştım, sen de benim başka yolum olmadığı gerçeğine alış.” Ne yani? Bu kadın bir hayat kadını mıydı? Çok güzeldi oysa. En fazla otuzdu yaşı. Kahve gözlerini çevreleyen uzun kirpikleri uzaktan bile belli oluyordu. Üstelik yüzünde görünen tek makyajı rujuydu. “Alışmıyorum! Gitme demedim mi lan sana? Gitmeyeceksin!” dedi bağırarak. Ne oluyordu? Olayların aslını deli gibi merak ediyordu. “Hazinenin bitişinde çöplük başlar Murat Efendi. Gerçekleri inkar etmekten vazgeç. Beni de daha fazla oyalama.” deyip son kez adama baktı. Bu bakış öyle bakıp geçmek değildi ama uzun uzun incelemekti. Her bir ayrıntıyı ezberlercesine. Kadın giderken adam sadece baktı.Yumruklarını sıka sıka kadına baktı. Tuğçe’nin kafası karışmıştı. Ne hazinesi ne çöplüğüydü? Bunlar kimdi? Tanımak zorunda değildi ama merak insanın vücuduna bir


zehir gibi işleyince öğrenmeden duramazdı. Yatmak yerine adamı izledi. Madem gitmesini istemiyordu öyleyse neden duruyordu? Kadının kolundan tutup oraya gitmesini engellemek bu kadar zor olmamalıydı. “Ah ulan Narin! Bir sen yaktın bu ciğeri! Vereceksin kızım hesabını! Bunun hakkını senden almadan gitmeyeceğim!” deyip ağzındaki sigarayı yere attı. Ayakkabısının ucuyla da alevini söndürdü. Hızla sokağın diğer ucuna ilerledi. Daha fazla izlemek istemiyordu Tuğçe. İçinden bir ses bu gördüklerinin, göreceklerinin yanında bir hiç olduğunu söylüyordu. Bu semt farklıydı da, bu arka sokağın farkı daha ilk geceden belli etmişti kendini. Yatağına uzanıp tavana baktı. En uzun bakıştığı varlıktı tavan. Her gece bıkmadan tavanı izlerdi. Yeni tavanı da buydu. Yeni arkadaşı, yeni flörtü... *** Bağırış sesleri eve kadar ulaşırken genç kız hızla yataktan kalktı. İlk işi pencereye koşmak oldu.

Sesler oradan geliyordu. Karşılıklı duran iki kişi gördü. Biri kızıl saçlı, balık etli, uzun boylu bir kızdı. Ağzında sakızı, altında çicekli mor bir eteği, krem bir terliği vardı. Elleri belindeydi. Filmlerde ki romanların tarzını aratmıyordu. Tek farkı bu kızda roman tipi yoktu. Karşısında ki kız ise öbüründen biraz daha kısa , siyah saçlı, üzerinde çiçek desenli bol bir pantolonu ve kahverengi terlikleri olan biriydi. Yan profilden görebildikleri bu kadardı. Dertleri neydi bilmese de deli gibi bağırıyorlardı. “Kız zilli demedim mi sana bu sokağa adım atmayacaksın diye?” dedi kızıl saçlı olan. Kavga etseler o kazanır gibiydi. “Yol senin yolun mu deli karı! İstediğim yerden geçerim! Gideceğim yere bu yoldan gidiliyor hem sana ne!” “Evet be yol benim! Çöplüksünüz siz! Kirinizi bize de bulaştırmayın. Bu sokağa adım atman yasak lan . Bak yolarım seni!” “Yol da görelim ayol!” dedi. Kı38


zın yüzünde sinsi bir ifade vardı. “Ben o ayol lafını tıkıcam ağzına.” deyip, hiç düşünmeden kızın saçlarını asıldı. Siyah saçlı önce çığlık atsa da ötekinden farkı yoktu. İkisi de birbirini bastırıyordu. Tuğçe kavgayı izlerken gözleri saate kaydı. Henüz sabahın yedisiydi. Deli miydi bu insanlar? İnsanlar bu saatte uyurken dertlerine neydi ki sokağa çıkmış, üstelik bir de yol kavgası yapıyorlardı? Üzerindeki pijamaları umursamadan hızla odasından çıktı. Ayakkabılarını giyerken evin anahtarını alıp hızla arka sokağa koştu. Bu ikiliyi ayırmazsa hem içi rahat etmeyecekti, hem de kesin kan çıkacaktı. Aslında kavgaya müdahale ederek muhtemelen hata yapacaktı ama etmezse de içi içini yerdi. Hızla arka sokağa giriş yapıp sokağın ortasına ilerledi. İkili kavgasına hala devam ediyordu. “Hey, hey bir dakika.” derken ikisini ayırmaya çalıştı. “Çekil şurdan be!” dedi kızıl olan. “Ağız tadıyla kavga ettirmiyorsun, ne istiyorsun?” 39

“Sesiniz mahalleyi inletiyor, sayenizde uyandım hanımlar! Bu sokaktan geçti diye kavga mı edilir? Yol devletin yolu. Geçsin gitsin işte.” “Olmaz! Gidemez bu zilli!” “Nedenmiş o?” dedi Tuğçe. Kavgaya karışan duruma ayak uyduruyor gibiydi. Tuğçe’nin de sesi yükselmiş aynı zaman da karşısındakiler gibi elleri beline gitmişti. “Niye olacak o, Çöplükten! Kirli bunlar anam! Kanlarına işlemiş pislikleri!” “Bana bak yırtarım ağzını! Lafına dikkat edeceksin Züleyha gacısı!” “Etmiyorum napacan ha napacan? Yalan mı sen söyle!” “Bir durun!” dedi Tuğçe. “Ne diyorsunuz, kim neden kirli bilmiyorum. Bilmek istiyor muyum, orası meçhul! Herkes birbirini rahat bıraksın. Kızlar ben huzur istiyorum, şu saatte saçma bir sebepten uyandırılmak değil.” İşaret parmağını kıvırıp Tuğçenin omzuna vurdu kızıl olan.


“Kız, sen bu mahalleye dün gelen değil misin?” “Evet, benim.” “Bak ben Züleyha! Bu da Nur gacısı. Biz düşmanız, istemeyiz bu pislikleri yuvamızın etrafında! O da biliyor ki burdan geçmesi yasak! “ “Bir kereliğine geçiversin, kıyamet kopmaz ya!” “Geçmeyecek, geçmeyecek dediysem geçmeyecek.” derken bunu ritimli bir şekilde söylüyor, nispet yapar gibi Nur’a karşı kıvırtıyordu. Ellerini yumruk yapıp üst üste getirdi Nur. “Bal gibi de geçeceğim!” deyip o da kıvırttı. Neresiydi burası? Tımarhane falan mı? “Geçte yırtayım kız ağzını!” “Yırtsana pis şeytan!” derken omzularını Nazlı bir edayla salladı. Bunlar ne cilveli, oynak insanlardı böyle. Romanlardan farkları yoktu.

Nur hiç beklemeden koşarak, Züleyhanın yasakladığı sokaktan geçerken Züleyha da peşinden koşarak onu kovalamaya başladı. Arkalarından bakan Tuğçe derin bir nefes aldı. “Allah’ım tamam ben deliyim de, benden tırlatmışlarını çıkaracağını hiç tahmin etmemiştim.” dedi kendi kendine. Evine geri gidecekken dikkatini oturdukları apartmanın üstündeki tabela çekti. İki tabela vardı. Biri sağı, öteki solu işaret ediyordu. Sağ tabelanın üzerinde büyük harflerle “ÇÖPLÜK” yazarken sol tabela da ise “HAZİNE”. Ne yani şu meşhur isimler sadece sokak adı mıydı? Tüm kavga bunun için miydi? Bir sokak ismimi belirliyordu insanların kirliliğini ya da temizliğini? Ne biçim düzendi bu? Yine de içinden bir ses bu durumun sadece tabelayla kalmadığını, bu iki sokağın daha derin bir hikayesi olduğunu söylüyordu. Düşünceler beyninde dört dönerken evine dönmeye karar verdi.

Gökyüzü 40


Zaman kimin elindeyse o kazanlr. Sevgi Soysal

Safak, İletisim Yayınları



/mucizeruhdergi.blogspot.com /mucizeruhdergi /mucizeruhdergi

MUCÄ°ZE RUH


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.