www.nereye.com.tr
14
19
31
4
53
9
63
1
79
www.nereye.com.tr
Aralık // 201 3 EDİTÖRÜN NOTU
Genel Yayın Yönetmeni Tolga Candur
tolgacandur@gmail.com
Editöryal Servis
Haber ve Çeviriler Uğur Can Uludağ Nur Yılmaz
Fotoğraf
Hüseyin Tutkun
Araştırma
Eylem Özdemir
Muhabir Temsilcisi Deniz Berk Bulak
Reklam ve Halkla İlişkiler Uğur Uslu
Tasarım
Tolga Candur
Özgün Günyar
Kapak Görseli
Özgün Günyar (İllüstrasyon)
Yazınsal ve Görsel Katkıda Bulunanlar Yrd. Doç. Dr. Fatih Onur Murat Eray Korkmaz Perihan Sadıkoğlu Bora İslier
Deniz Boyer
aralık
Merhaba Merhaba sevgili okuyucularımız,
Birinci sayımız Kasım ayında yayınlandığında bu kadar popüler olacağımızı ve okuyucularımızın bizi bu derece sahipleneceğini hiç tahmin etmemiştik. Bu yazıyı yazarken son kez okunma oranlarımıza baktım ve 220bin okunmaya ulaştığımızı gördüm. Tekrar bize destek olan herkese ve öncelikle okuyucularımıza teşekkür ediyorum. Aralık ayında 2.sayımızla yeniden karşınızda olmanın sevinci içindeyiz. Bu ay çok farklı konularla ve yine dopdolu Nereye için hazır mısınız? Çünkü Nereye bu ay tam 90 sayfa. Sizleri öncelikle Türkiye'de daha önce hiç yayınlanmamış haberler karşılayacak. Ardından arkeolojide en büyük 10 bulgu ile okumaya devam edeceksiniz. Fotoğrafların anlattığı yazılar ile farklı bir boyuta geçeceksiniz. Bu sayımızın ana konusu olan Rosetta Taşı'nın hikayesini farklı bir üslupla okuyacaksınız. Daha sonra Dalyan Deltası ve Floransa gezi yazıları sizi kabuğunuzdan çıkarıp çantanızı hazırlamanızı sağlayacak.
Pınar Öztürk
Bildiğiniz gibi Nereye sadece bir arkeoloji dergisi değil, aynı zaman da bir outdoor dergisi olarak yayın yapmaktadır. Bu çerçevede muhteşem görsellerle sizi Ağrı Dağı'nın zirvesine davet ediyoruz.
İletişim
Bu ay yine sizlere çok özel bir röportajı sunmanın gururu içerisindeyiz. Fatih Onur hocamızın içten sohbeti ve cevapları için kendisine teşekkür ederiz.
Esra Ersal
Burcu Deveci
www.nereye.com.tr
nereyedergisi@gmail.com
https://www.facebook.com/nereyetravel
https://www.facebook.com/nereyedergisi https://twitter.com/Nereyedergisi Tel: 0536 383 18 42
Nereye Dergisi olarak 2.sayımızı web sayfasından yayınlamak istiyorduk ve biraz geçte olsa artık bizi www.nereye.com.tr adresinden takip edebileceksiniz. Daha fazla yenilikle çok yakında karşınızda olacağız... TOLGA CANDUR
NEREYE 4
H
HABERLER Vikingler; sadece yağmalamak ve talan etmek için batıya gitmediler, onlar muhtemelen İran’dan mallarını dürüstçe satın alınan ipeğin çoğunu Oseberg Gemileri’nde buldular. Çeviri Ahmet Mışraklı
N
orveç’teki Oslo Üniversitesi Kültür ve Tarih Müzesi’nden Doç. Dr Marianne Vedeler yaptığı araştırmalar sonucunda, “daha önceleri Vikingler tahmin edilenden daha çok batıya doğru yönelmiş olabilirler” açıklamasında bulundu. Vedeler, Viking tarihini ve ipek ticaretini derinlemesine araştırdı. Bu araştırmadan dört yıl sonra Norveç Vikingleri hakkındaki tarihi bakış açısı değişti. İpek ticareti şimdiye kadar tahmin edilenden daha geniş kapsamlı ortaya çıktı. Norveç Vikinglerinde Bizans İmparatorluğu ve İranla ticari bağlantılara rastlandı. Vikingler, çeşitli yerlerden ve kültürlerden ticari bağlantılarla Norveç şehirlerine ipek satın alındılar. Bu kış, Oxbow yayınevi tarafından yayınlanacak “Silk for the Vikings”, kitabı da bu detaylar üzerine yazıldı. Kaleme aldığım bu makalede de kitabın satırbaşlarına ulaşabilirsiniz. Yaklaşık olarak yüz yıl öncesini kazılmış olan Oseberg Gemileri, yüzden daha fazla ipek parçacıkları bulunmuştur. Bu parçacıklar Norveç’te Viking Tarihi’nde, ipeğin en eski bulgusudur. Şu anda Oseberg ipeği keşfedildiğinde, İran’dan ithal edilmiş olduğuna hiç kimse inanmadı. Çünkü genelikle ipeğin çoğu İrlanda’dan ve İngiltere’den kiliselerden ya da manastırlardan talan edilerek getirilmiş olduğunu inanılıyordu. 5 NEREYE
VİKİNG: İPEĞİN ÇOĞU
Oseberg kazılardan bu yana Viking Dönemi’nde ipek, İskandinav ülkelerinin çeşitli yerlerinde bulunmuştur. Bunu en son örneği, günümüzden iki yıl önceki ipek, iki yıl önce Norland şehrinde Hamarøy Belediyesi’nde Nesste’dedir. Norveç’in diğer şehirlerinde; Østfold şehrinde, Nedre Haugen, Sunnmøre bölgesinde Sandanger ve Vestfold şehrinde Gokstad’da da Viking Dönemi’ne ait ipek buluntularına rastlanmıştır.
H Viking döneminde ipeğin en fazla kalıntı sayısı Batı Stockholm’den bir kaç mil uzaklıkta Uppland bölgesinde Birkada bulunmuştur. Marianne Vedeler; Apollon dergisindeki araştırmasında, “Birkada en çok kalıntı sayısı yerlere sahip olmasına rağmen, bu kadar çok ve çeşitli ipek, Oseberg’de tek gömü alanı hiç bir yerde bulunmadığını, sadece Oseberg’de yün şeritler, dokunmuş ipek tabletler ve süslemelerin yanı sıra on beş farklı tekstil ipeğin keşfedildiğini ve ipek parçaların çoğu giyecek eşyaları için kullanılmış ve ince şeritlere işlenmiş” olduğunu belirtti. Kuzey İsveç şehirlerinde ticaret ve ipek hakkında bilgiler de toplayan Vedeler; Bizans ve İran’ın yanı sıra Rus nehirleri boyunca ticaret ve ipek üretimi üzerinde el yazmaları da çalışmıştır. Genelde İngiliz adalarından yağmalanmış; böylece ipeğin çoğu batıdan satın alınmış tahmininde bulunmak daha fazla mantıklıdır. SU KANALLARI
Doçent Dr Vedeler’e göre; “Viking Dönemi’nde ipek, iki temel alanda önem kazanmıştır. Biri Bizans ve günümüzde İstanbul’un Vikingler ismini alan Miklagarddır, diğeri de İran’ın iç alanlarındadır.” İpek; kuzey bölgelerden farklı rotaları kullanarak satın alınmış olabilir. Bir ihtimalle Orta Avrupa ve Norveç’ten gelmiştir. Fakat ipeğin çoğu; Rus nehirlerini Dnepr ve Volga nehir yollarını kullanarak gelmiş olabilirler.
TÜRKIYE’DE 4500 YAŞINDA BIR YAPI BULUNDU
Bu yapı tüm Anadolu ve Orta Asya’da şimdiye kadar bulunmuş en büyük bina
Aralık // 201 3
Dnepar nehri; Konstantinapolis’in ana rotasıdır. Fakat Volga nehri, Hazar Denizi’ne neden olmuştur. Nehir ticaret rotaları aşırı derecede zor ve tehlikeliydi. Kaynaklardan biri Dnepr’dan Konstantinapolis boyunca uzanan külfetli yolculuğu belirtiyor. Bir kafile tüccar, Kiev’den katıldığında nehir boyunca tehlikeli kabileler tarafından saldırılara uğruyor. Nehirde akıntının hızlı olduğu için böyle yerden geçmek zorlaşıyor. Böylece köleler, botlarını taşımaya zorunda kalıyorlar. FARS DESENLERİ
İpek, Bizans’tan ziyade İran’dan daha fazla getirtilmiş; böylece ipeğin desenlerinde daha çok Fars desenlerini konuları işlenmiş kalıntılar bulunmuştur. Oseberg’teki ipek, büyük bölümü Fars İmparatorluğu’ndan desenler işlenmiştir. Bu ipek ‘samitun’ denen bir teknikle, tecrübeli oryantal dokuma metodlarını kullanılarak dokunmuş, kullanılan ipek motiflerinin çoğu Orta Asya’dan dinsel motiflerle bağlantı kurulabilir. Diğer desenlerdeyse İran Mitolojisi’nden çok özel anlama sahip olan shahrokh bir kuşu konu alır. O kuş, kraliyetin asiliğini temsil eder. Aynı mitolojide shahrokh, seçilmiş olan prensi tanrının lütfünü getiren mesajını verir. Prensin rüyalarında, kuş gagasıyla uzun baş süslemelere sahip olan prens tacını ziyaret eder. Prens sonra uyanır ve prens olarak seçildiğini bilir. Kuş, sadece ipek dokumasında da ünlü değildir. Aynı zamanda diğer İran sanat yapılarında da görülür. Motif, İran Sanatı’nda geniş bir şekilde ün kazanmıştır. Böyle dinsel ve mitolojik tasvirler; ipek tekstilinde, kuzey ülkelerinde aynı zamanda Avrupa ülkelerinde de putperest mezarlarında kullanılmış, onlara çok değer verilmiştir.
Türkiye-Kayseri’de, Kültepe Höyüğü ismiyle bilinen arkeolojik kazı alanında şehrin önemli yöneticilerinden birine ait 4500 yaşında bir bina ortaya çıkarıldı. Ankara Üniversitesi’nden Kültepe-Kaniş Kazıları Başkanlığı’nı yürüten arkeolog Prof. Fikri Kulakoğlu, AA muhabirine yaptığı açıklamada “Anadolu ve Orta Asya’da bu kadar büyük bir yapı daha yok. Şu an binanın belli bir kısmını açığa çıkardık. Tümünü keşfettiğimizde devasa bir yapıyı ortaya çıkaracağız. Bu kişiye ait bir özel mülk değil. Muhtemelen kentin idaresi amacıyla kullanılan bir yapı. Bu binanın Kaniş Kralı’nın yaşadığı veya imparatorluğunu yönettiği yer olduğuna inanıyoruz” dedi. Kulakoğlu, burada bulunan binlerce mühürün (muhtemelen Kuzey Suriye kaynaklı), Kültepe bölgesinde bir zamanlar “uluslararası ve sistematik ticaret” yapıldığını gösterdiğini ve önümüzdeki yıllarda yapılacak olan kazılarda elde edilecek daha fazla kanıtla bu olgunun destekleneceğini belirtti. Bronz Çağı’nda Kaniş Krallığı’na ev sahipliği yapmış olan Kültepe Höyüğü Orta Türkiye’de yer alıyor. Kültepe, arkeologlar tarafından 19. yüzyıldan beri bilinse de, Eski Asur dili ve çiviyazısı ile yazılmış Kapadokya Tabletleri’nin kaynağı olduğunun iddia edilmesiyle beraber tekrar ilgi çekmeye başlamıştı. Çeviri Barış Alpay
NEREYE 6
H
Aralık // 201 3
Merapi Yanardağı yakınlarında yürüyüş yapan turistler, Kaliadem Köyü, Sleman, Orta Cava ARKEOLOGLARI HEYECANA DÜŞÜREN TAPINAK KEŞFİ
Sleman, Yogyakarta.
Çeviri Ecem Ürnez
Yogyakarta Kültürel Mirası Koruma Ajansı’ndan bir kazı ekibi; dini öneme sahip bir yerleşim yerine ait olduğunu düşündükleri insan eliyle yapılmış sanat eserlerini keşfettikten sonra, Sleman’da gömülü devasa bir tapınağın varlığına inanmaya başladılar. BPCB(Balai Pelestarian Cagar Budaya: Kültürel Mirası Koruma Merkezleri) olarak bilinen topluluktan arkeologlar, tapınak taşlarının oluşturduğu 19 blok, bir antefiks(*), bir çatı süslemesi, Makara(Hint Mitolojisi’nde tapınak girişlerinin çoğunda yer alan bir deniz yaratığı) tasvirli birkaç kazan ve tapınakla ilgili daha pek çok kalıntıya rastladılar. Kazanların yanında bulunan, üzerlerinde anlamları henüz bilinmeyen ancak incelemeye alınan işaretlerin olduğu altın ve gümüş parçaları uzmanları hayrete düşürdü. BPCB koruma bölüm başkanı Wahyu Astuti, konu hakkında şunları söyledi: “Bulgularımıza bakacak olursak, yerin derinliklerinde büyük bir tapınak olduğuna tam anlamıyla eminiz ki bizim keşfettiğimiz kısım yapının henüz yüzeydeki kısmı.” Wahyu, ekibin ayrıca “yapının tamamını gün yüzüne çıkarıp daha fazla kalıntıya ulaşma umuduyla alanı daha derin kazacağını” da sözlerine ekledi. Fakat ekip kazı alanını genişletmekte sıkıntı çekiyor. Bunun sebebi; özel mülkiyet binalarının bölgeye hâkim olması. Orta Cava’nın yanı sıra genel anlamda Yogyakarta da 1200 sene öncesine dayanan Hindu ve Budist tesiri altında kalmış pek çok tarihi tapınağa ev sahipliği yapıyor. Bunların içinde Borobudur ve Mendut Budist tapınakları ile Prambanan Hindu tapınağı da var. (*) Antik yapılarda saçağın üstüne yerleştirilmiş ve kiremitlerin bitim noktalarını gizleyen özel bezeli levhacıkların her biri. 7 NEREYE
H
Aralık // 201 3
İSRAİL, 90 ADET TARİHİ ESERİ İADE ETTİ
A
ntik Dönem’e ait 90 adet tarihi eser koleksiyonunun, müzayedede satışa sunulduğunu ortaya çıkaran İsrail, çalınan eserleri iade etti. Koleksiyon; kil kaplar, vazolar, taş anıtlar ve kültik heykelcikler içeriyor. Tarihi eser hırsızlığı, arkeologlar için büyük bir problem oluşturuyor. Eski kültürlere ait değerli ve eşsiz kalıntılar bilim ve insanlık için kaybolurken; güçlükle ilerleyen kazıların zaman çizelgesi de hırsızların tarihsel kayda olan saygısızlığından dolayı sık sık yok ediliyor. Kudüs müzayede evi, kendi internet sitesinde 110 adet eski Mısır eserinin tavsiyesini verince, Mısırlı yetkililer İsrail’den bu durumun incelenmesini istedi. 90 adet tarihi eser toplatılırken; geri kalanlar için arama çalışmaları devam ediyor. Eserlerin iadesi, Kahireli Eserler Bakanı Mohamed Ibrahim tarafından pazar günü duyurulmuştu. İsrail’in yardımını isteyen İbrahim, aynı zamanda İnterpol’a da araştırma için çağrıda bulunurken, konunun İsrail Dışişleri Bakanlığı tarafından ele alınmakta olduğu da pazartesi günü açıklandı. Mısır’ın geri dönmesini beklediği kıymetli eserlerden iki tanesi ise 2012 yılında Kudüs’ün Eski Şehir içindeki antika mağazalar baskınında bulunan ve binlerce yaşında olan, özenle dekore edilmiş, törensel tabut kapakları… Çeviri Lale A. BAŞ
ARKEOLOGLAR, LINCOLN KALESİ KAZISI SIRASINDA DUVARDAKİ NİŞLERDE KUTSAL KEMİKLER VE SAXON TABUTU BULDULAR. Uzmanlar, kazının bir parçası olan Lincoln Kalesi’nin altındaki kilisede en az bin yıl öncesine tarihlenen, ayakkabı giyen bir iskelet buldu. “Başta radyokarbon yönteminin kapalı tabutu tarihlemesiyle Sakson şehri hakkında daha fazla bilgi açığa çıkacak olmalı” diyorlar. Kutsal bir figürün kemikleri hâlâ ayakkabılı ve ince dokunmuş bir kumaşa sarılı halde Lincoln Kalesi’ nin altındaki duvarın içinde gömülü olarak bulundu. Uzmanlara göre keşifteki kalıntılar kilisenin en az bin yıl öncesine tarihlendiğini gösteriyor. Arkeologlar, kazı sırasında kalede birçok iskelet kalıntısının bulunduğuna inanıyorlar. Kalenin fatihi William tarafından dokuz yüz yıldan daha önce inşa ettirilmiş olan kalede kilise, Romalıların bölgeden ayrılışı ve Normanlar’ın bölgeyi ele geçirişi arasındaki tarihte meydana getirildi. Son kalıntılardan birisi; zemin seviyesinden üç metre aşağıda ufak bir alanda yer alan, nişin içine yerleştirilmiş taş bir tabut. Duvarın temelinin bulunduğu alanın karşısında bulundu. Beryl Lott; “alanın Roma Dönemi sonu ve kalenin inşaa edildiği zaman arasındaki bilgilerinin yetersiz olduğunu” açıkladı. Tarihi çevre yönetimi Lincolnshire Kontluğu Kurulu için kazıyı heyecan verici olarak tanımladı. Keşif tamamen beklenmedikken, yüksek öneme sahip, surlarla çevrili ünlü Roma kentleri, Anglo – Sakson dönemi boyunca sık sık kontrol altına alındı. / Keşif tamamen beklenmedikken, surkarla çevrili ünlü Roma kentleri sık sık kontrol altına alındı. Anglo – Sakson dönemi boyunca yüksek statünün bir şekli olarak kullanılır. Sadece kalenin değil bilgimizde büyük oranda artacak. Ancak Lincoln kadar zahmetlidir. O büyük bir keşiftir ve biz gelecekteki gelişmelere bakacağız. Kıyafetlerin küçük baskıları vücutların görünen yerlerini örtmede kullanılırdı. Duvarın harcında, düşündüren bir adak teminatı genellkikle binanın bir kutsala adandığını akla getiriyor. Arkeologlar, tamamen toprak altında olan geç dönem bir Sakson lahdinde dinlenmiş bir vücut ele geçirdiler.
Mary Powell; “ilk adım tabutun üç boyutlu olarak inceden inceye gözden geçirilmesi, üç boyutlu bir taramasını almaktır” dedi. Er geç büyük bir kazıya liderlik edecek olan Heritage Lottery Found program yönetimi Lincoln Kalesi’ni ortaya çıkarma projesini destekledi. Sonra içinde ne olduğunu görmek için dikkatlice açtık. Vücut, bu dönem için alışılmış olan deri bot veya ayakkabı giymiş olarak ortaya çıktı. Bu dönemden kalan el değmeden bulunan lahit çok çok nadirdir. Bu yüzden bu keşif milli bir değere sahiptir. Gelecek adım hem lahdi hem de kalıntıları dört dörtlük bir analiz olacak. Bu analiz hiç kuşkusuz Lincoln’lu Saksonlar hakkında bildiklerimizi artıracak. Ayrıca kazı, kalenin zindanının yanında devam ediyor ve radyokarbon tarihleme yöntemiyle kalıntıların tarihinin aydınlanması bekleniyor. Halk alanı ziyaret etmek için teşvik edilecek. Çeviri Sevilay Yılmaz
NEREYE 8
9 NEREYE
Aral覺k // 201 3
NEREYE 1 0
Nur Yılmaz
İ
nternetten çok rahat bulabildiğimiz fotoğraflardan biri; yılı kesin belli değil, uzaktan Kariye gözükmekte... Sur içi İstanbul’unun en uzağındaki; kilise, cami, müze adına ne derseniz. Bu benim ilk yazım, ilk yazımda da bir tarihlendirme denemesi yapmak istedim bir sanat tarihçisi olarak. Aynı zamanda affınıza sığınarak. Fotoğraf makinesi yolun hemen sağına kurulmuş, sol karşıda iki katlı ahşap bir ev görünüyor. O eve doğru giden de bir çocuk. Hafif bir güneş var, apartmanların gölgesi yola düşmüş. Apartman dediğime bakmayın, iki katlı bitişik evler. Kariye hakkında bir araştırma yaparken bu fotoğrafı buldum. İstanbul’un eski zamanlarına dair güzel bir anı olarak ben de kaldı. Fotoğrafın tam bir tarihi yoktu sitede. Ben de bir tarihlendirme denemesine giriştim. Sağdaki çocuğun başında fese benzer bir başlık var ama fes olduğunu sanmıyorum. Çocuklar cumhuriyetin ilk dönem kıyafet özelliklerine göre giyinmişler. Buradan da yokuştan fotoğraf makinesine bakarak yaklaşmakta. Kariye’nin önünde de iki çocuk veya çarşaflı olduğunu düşündüğüm bir kadın ve çocuk yürümekte. Önlerinde tavuğa benzer bir hayvan yürümekte. Kariye’nin arka kısmında yapılaşma var. Demek ki Cumhuriyet sonrasından bahsediyoruz. Fotoğrafın sağındaki evin pencere korkulukları Osmanlı ihtişamından uzak. Çok az da olsa görünen basamağın kırık mermeri harap bir şekilde durarak bize 1940-50’li yılları hatırlatıyor. Kariye’nin minaresi kareye girmemiş. Girse bir fikir sahibi olabilirdik. Sakin bir fotoğraf ve araba yok. Dikkat çeken noktalardan biri de sokakların 11 NEREYE
temizliği. Bugün aynı noktadan çekilen fotoğrafta inanılmaz bir yapılaşma ve kirlilik karşımıza çıkmakta. Kariye’nin arkasında çevre yolu görünmüyor. Evler bitişik nizamlı. Demek ki; belediye ortaya kentsel dönüşüm lafını atmamış. Yollar ve kaldırımlar belli bir standartta. Eski İstanbul’un güzellikleri, düzeni ve sessiz yüceliği kendini bize göstermekte. Bugünkü haliyle kıyaslamaya gerek duymadım. Sadece “bir fotoğraf tarihlendirme denemesi” yapmak için yazdım bu yazıyı. Amerikan Bizans Enstitüsü Kariye’de 1940’larda bir araştırma yapmıştı. Fotoğrafta, Kariye oldukça bakımlı görünüyor. Bu yüzden fotoğraf muhtemelen 1940’ların sonu 50’lilerin başına ait. Her ne kadar bağnaz bir şekilde geçmişe bağlı kalmasak da insanın burnunun direği sızlıyor.
Aralık // 201 3
5N 1K SANAT TARİHİ ÖĞRENCİ SEMPOZYUMU? Hepimizin bildiği acı bir gerçektir ki; sanat ve bununla birlikte, elbette ki, sanat tarihi bölümü ülkemizde özellikle mezun olduktan sonra iş bulmak da zorlandığımız bir bölüm. Üstelik bölümü kazanarak gelen arkadaşlarımızın birçoğu bunu “sınav sistemin azizliği” olarak değerlendiriyor. Her geçen gün ülkemizde sanata, sanatçıya ve kültüre verilen azalırken; bununla ters orantılı bir şekilde, bölümümüz sanat tarihi olduğu için vurguluyoruz, bölümümüzden mezun olanların sayısı artıyor. Bölümümüzü gereksiz bulan, “işsiz kalacağınızı bilmiyor muydunuz?” gözüyle bakan insanların sayısı da…
Ama tüm bunlara rağmen “sanatsız kalan bir toplumun hayat damarlarından biri kopmuş demektir” diyen büyük önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün sözünü ilke edinen ve bu uğurda “hep beraber” bir şeyler çalışmak sonucunda üretmek isteyen arkadaşlarımız da az değil. Bu ve buna benzer birçok çıkış noktamızın birleşim adresi olan 23-24 Aralık 2013 tarihinde, Beşiktaş Deniz Müzesi’nde gerçekleşecek olan Sanat Tarihi Öğrenci Sempozyumu’na herkesi davet etmek istiyoruz. Kültür ve vazgeçilmez öğesi sanat; aydınlık yarınlar yaratır. Aydınlık yarınları oluşturmada taşın altına elimizi hep beraber koyma umudumuzla okulumuzdan maddi- manevi açıdan katkılar bekliyor; katılmayı düşünen, fikrini, önerisini bizimle paylaşan, üreten ve bu heyecanı taşıyan herkese sonsuz teşekkür ediyoruz. İletişim adresi: sanattarihiogrencisempozyumu@gmail.com Facebook sayfası için: https://www.facebook.com/SanatTarihiOgrenciSempozyumu?fref=ts
Ömer Türk
NEREYE 1 2
Leicester’de bir otopark alanında bulunan kral III. Richard’a ait kalıntıların bilim adamları tarafından da onaylanmasının ardından, biz de tarihin en önemli 10 arkeolojik keşfini derledik.
Rosetta Taşı
Ölü Deniz Parşömenleri
Tutankhamun
Fransızların Mısır keşfi gezileri sırasında 1 799’da bulunan Rosetta Taşı, 3 ayrı dilde (antik yunanca, demotik ve hiyeroglif) Kral Ptolemy’nin buyruklarının yazılı olduğu ve modern Mısırbilim’in doğmasına yol açmış bir kitabedir. Orta çağda yapı malzemesi olarak kullanılan taştan yapılan yazıt, İngilizler tarafından 1 801 yılında ele geçirilmiş ve şu an sergilenmekte olan British Museum’a götürülmüştür.
Ölü Deniz parşömenleri, 2. Dünya Savaşı’nın ardından, şu anki Batı Şeria’da bulunan yaklaşık 1 000 adet el yazmasından oluşan dökümandır. Parşömen, papirus ya da tunç üzerine yazılmış bu metinler, tarihi İsa’nın doğumundan 400 yıl öncesi ve 300 yıl sonrası gibi bir zaman aralığına uzanan, Museviliğin ve Hristiyanlığın bilinen en eski yazılı kaynakları olarak bilinirler. İbranice, Aramice ve Yunanca yazılmış olan bu eserlerin, Esseneler diye bilinen bir Yahudi toplumu tarafından yazılmış olduğu öne sürülse de, bu henüz kanıtlanmış bir görüş değildir.
Hangi çocuğa sorsanız Antik Mısır’dan bir hükümdar söyle diye, ya Kleopatra ya da Tutankhamun diyecektir. Tutankhamun’u üne kavuşturan, Howard Carter’ın 1 922 yılında Krallar Vadisi’nde titizlikle yürüttüğü, mezardaki hazine ve eşyanın tümünün boşaltılıp Kahire’ye taşınması 8 sene süren kazı çalışmasıdır.
1 5 NEREYE
Aralık // 201 3
Pompeii Pompeii ve Herkulaneum, Vezüv yanardağının M.S. 79 yılında harekete geçmesiyle volkanik kül ve cüruf altına gömülen iki Roma şehridir. 1 8. yüzyılın ortalarında bu iki şehir “keşfedilmiş”, mozaik ve diğer eserler Napoli civarına taşınmıştır. Pompeii’nin bu sırrı, bir sonraki yüzyıla kadar ortaya çıkarılamayacak, volkanik akıntıdan korunmaya çalışan insan kalıplarının sırrı ise ancak 1 980’de St Helens dağının patlaması sonrası tam olarak anlaşılacak ve belgelenecekti.
Altamira Mağarası İsmini yüksek konumundan ve manzarasından alan, İspanya’nın Santander kentinin batısında yer alan Altamira mağarasının 1 880’deki keşfi, tarih öncesi insanlar hakkındaki bildiklerimizi tamamen değiştirecek nitelikteydi. Paleolitik çağdan kalma bu mağaradaki duvar resimleri, 20. yüzyıl başlarına kadar arkeologları ihtilafa düşürmüşse de, neticede, atalarımızın her türlü sanatsal çalışmaya imza atabilme yeteneklerine sahip oldukları görüşü genel kabul görmüştür.
Knossos Genellikle arkeolojik kazılar yepyeni bir medeniyet keşfetmekle sonuçlanmasa da, Giritli antikacı Minos Kalokairinos ve İngiliz meslektaşı Arthur Evans’ın 1 9. yüzyıl sonlarındaki çalışmaları istisnadır. Kazılar sonucu, Yunan mitolojisindeki Minotaur labirenti olduğu varsayılan Knossos’taki saray gün yüzüne çıkarılmıştır. Minos uygarlığının doğal afetler neticesinde yok olduğu düşünülmektedir.
Olduvai Gorge Tanzanya’daki Büyük Rift Vadisi’nin 50 kilometrelik bir kısmı olan Olduvai Gorge, dünyanın en önemli paleoantropolojik alanlarındandır. Kazı çalışmaları 1 . Dünya savaşı’nın hemen öncesinde başlamış, savaş sonrası çalışmalara devam edildiğindeyse, atalarımızın neredeyse 1 .9 milyon yıldır sürekli yaşadığı bir alan olduğu farkedilmiştir. NEREYE 1 6
Hagar Qim Dünyanın en eski yapıları dendiğinde aklınıza Mısır Piramitleri ya da belki Stonehenge gelir, oysa ki gezegenin en eski yapıları Malta’daki megalitik tapınaklardır. Ħaġar Qim ve diğer dört megalitik yapının tarihi M.Ö. 3600-3200’lü yıllara dayanır ve 1 9. yüzyılın ortalarında ilk kez ortaya çıkartılmıştır.
Terracotta Ordusu Çin’in ilk imparatoru Qin Shi Huang’ın cenaze heykelleri ordusu, 1 974 yılında Xi’an yakınlarında bir grup çiftçi tarafından keşfedilmiştir ve geçmişi M.Ö. 3. yüzyıla dayanmaktadır. Günümüze kadar, gerçek boyutlarda yapılmış 8000 asker, 1 30 savaş arabası, 1 50 süvari atı, sayısız resmi görevli ve cariye heykeli kayıt altına alınmış, büyük bir kısmının ise hala imparatorun mezarında gömülü halde olduğu bilinmektedir. Toprak Askerler ya da Terrakotta Ordusu, dünyanın en görkemli insan yapımı eserlerindendir.
Staffordshire Definesi Staffordshire definesi, 2009 yılında İngiltere'nin Staffordshire kontluğu yakınlarındaki Lichfield'de Anglosakson dönemine ait olarak bulunan en büyük altın, gümüş ve metal içeren buluntudur. 3500’den fazla savaş malzemesinden oluşan define 7. ve 8. yüzyıl Mercia Krallığı’na aittir ve uzmanlar tarafından en az Sutton Hoo buluntuları kadar önemli olduğu belirtilmektedir. Staffordshire definesi 3.285 milyon pound karşılığında Birmingham Müzesi tarafından satın alınmıştır. 1 7 NEREYE
Aralık // 201 3
Aberystwyth’in Genç Arkeologlar Kulübü yakın zamanda, 1 934 yılının bir yaz gününde Pen Dinas yüksek tepesinde çalışan ekskavatörler, burada tarihi bir görünüm yaratmak için yaklaşık 80 yıllık bir zamana doğru geri adım attı. 1 930’da Record tarafından düzenlenen Pen Dinas kazı arşivinde, orijinal fotoğrafın bir parçası Galler Ulusal Anıtlar’dır.Profesör Ford, yüksek tepe içinde Demir Çağı Dönemi kazılan ana geçitlerden birini ziyaret etti. Bu kazılan geçitleri oldukları yerde bulmak çok zor değildi, ancak Galler ve Llanbadom Fawr Milli Kütüphanesi’nin arka görünümü sekiz yıl içinde önemli ölçüde değişmişti.
Pen Dinas 1 934
Modern fotoğraf Aberystwyth merkezli Kraliyet Komisyonu, Dr. Toby Driver tarafından yönlendirilen Genç Arkeolog Kulübü’nün yerel şube için John Ibbotson ve Paul Harnies tarafından düzenlenen yürüyüşü sırasında çekildi. İşçinin döneme uygun giydiği, pantolon, gömlek ve düz kepleri Ceredigion Müze’si tarafından tedarik edildi. Genç Arkeolog Sam Williams yelek, kravat, gözlük ve panama şapkası ile Profesör Forde’un yerini alarak resmi tamamladı. Toby Driver şöyle dedi: ‘orijinal giysi ve araçları ile bu 1 930’lar görünümünün yeniden inşası, tüm taraflar için gerçek bir meydan okuma teşkil ediyor ama Ceredigion Müze’si yardımı ve çocukların sabrı ile sonuç hepimiz için gurur verici. Gerçekten zaman içinde geri adım gibi oldu! Genç Arkeologlar’a katılmak isteyen herkes Ceredigion Müze’si aracılığıyla John Ibbotson’a başvurmalı. Pen Dinas, Aberystwyth orijinal kazı fotoğrafları Kraliyet Komisyonu’nun çevrimiçi veritabanı www.coflein.gov.uk üzerinde aranabilir.
Pen Dinas 201 3
Burcu Deveci NEREYE 1 8
Perihan Sadıkoğlu
İLK MISIR BİLİMCİ CHAMPOLLİON
M
ısır yeryüzünün en büyük uygarlıklarından biriydi. Ama gizleri uzun süre saklı kaldı.Yüzyıllar boyu hiyerogliflerin şifresini kırmaya çalışan bilginlerin hepsi de başarısız oldu. Bu sırrın nihayet çözülmesinde bir savaş rol oynayacaktı. Bir tarafta Avrupa’nın en korkulan savaşçısı Napolyon Bonapart vardı. Diğer taraftaysa güçlü İngiliz imparatorluğu. Avrupa’nın en zeki iki bilgini arasında hiyerogliflerin çözülmesi için verilen savaş, Fransa’dan diller konusunda dahi ama yoksul bir taşra çocuğu. Bu çocuğun adı, JeanFrançois Champollion’du. Champollion’un İngiltere’den rakibi kibar ve akılcı biri olan ünlü bilgin Thomas Young’dı. Bir kuşağın en parlak dehasıydı. Bu düelloda iki dahi de taşın sırrını çözebileceğine inanıyordu. Fakat bunu ancak biri başarabilecekti. Reşit (Rosetta) Taşının Esrarı
Napolyon Bonapart 1798’de Mısır’a girdiğinde bir ülkeyi fethetmekten fazlasını yaptı. Kayıp bir uygarlığı ortaya çıkardı. Mısır adeta yüzyıllar boyunca Avrupalılara kapısını kapamıştı. Fransızlar Giza piramitlerini gördüklerinde hayretler içinde kaldılar. Yapımının üzerinden 4500 yıl geçse de büyük piramit hala dünyanın en yüksek binasıydı. Bu eski kültürle ilgili her şey olağanüstü görünüyordu. Reşit taşı yani Rosetta taşının üzerinde 3 tür farklı yazı vardı. Gizemli eski hiyeroglifler, altında başka bir bilinmeyen yazı ve en altta da antik Yunanca yazı vardı. Bu eşsiz bir keşifti. Bu iki metin okunamasa da Yunanca iyi bilinen bir dildi. Ve kolayca tercüme edilebilirdi. Napolyon Mısır'a askerlerinin yanısıra eski Mısır kültürünü aydınlatmaları için bir bilginler ordusu getirmişti. Bunların arasında antikacılar, ressamlar ve dilbilimciler de vardı. Ama bazı sorunlar vardı ve ilk sorun Horetio Nelson'du. 1798 Ağustosundaki Fransız 21 NEREYE
filosuna saldırıp yok edince Fransızlar Mısır'da mahsur kaldı. 3 yıl süren kuşatmadan sonra İngilizler nihayet Fransızları Mısır'dan sürdü. Artık Fransa'nın ele geçirdiği herşey İngiltere ve müttefiklerine aitti. General Menov bilim adamlarının bütün notlarını çizimlerini ve kağıtlarını alabilecekleri konusunda anlaştı. Ama ülkeden çıkarken ele geçirdikleri eski eserleri götüremediler. Buna Reşit taşıda dahildi. Ancak Fransızlar taşın kopyalarını çıkarmayı akıl etmişti. Paris'teki en iyi şifre kırıcılar dilbilimciler zaten yazıyı çözmeye çalışıyordu. Bunların en önemlisi Silvestire De Sacy adında bir öğretim görevlisiydi. Ancak Silvestire De Sacy hiyeroglifleri çözemiyordu. Anladığı kadarıyla sadece mistik simgelerdi. Diğer yandan taşrada Jean-François Champollion adında bir dahi çocuk büyüyordu. Seçkin eğitim almak için çok yoksul olsa da ağabeyi onun dil konusundaki yeteneğini desteklemişti. Ve Champollion 13 yaşına geldiğinde 6 antik lisanı konuşuyordu. Daha çocukken, ilk uygarlığın ne zaman başladığı sorusu ilgisini çekmişti. Dünyanın yaşının kaç olduğu sorusunun cevabının Champollion büyüdükçe cevabını hiyerogliflerde olduğuna inanmaya başladı. "Dünyanın yaşını hesapladım. Başlangıç bölümünden Nuh bütün atalarını geriye doğru saydım. İlk peygamber Adem’e kadar indim ve yaşlarını birbirine ekledim. Dünya 4327 diyordu. En eski uygarlığın en eski dilini okuyamazsa dünyanın gerçek yaşını bulma hayalinin suya düşeceğine inanıyordu.
Aralık // 201 3
Reşit taşını Paris'te onu tercüme etmeye çalışan başka uzmanlar da vardı. İlk başta taşın yüzlerce kopyası vardı.
Reşit taşını Paris'te onu tercüme etmeye çalışan başka uzmanlar da vardı. İlk başta taşın yüzlerce kopyası vardı. Yunanca yazı, taşın Mısır'ın 285. Firavunu 5. Ptolemeios adına bir propaganda eylemi olduğunu söylüyordu. M.Ö. 196'da yazıyı yazdırdığında Mısır'ın yanı sıra saltanatı da sorunlarla boğuşuyordu. O zamana kadar Mısır Uygarlığı 3000 yıl varlığını sürdürmüştü. Ancak ihtişamlı günleri geride kalmıştı. Mısır bir dizi istilanın ardından M.Ö. 332'de Yunanca konuşan kumandan Büyük İskender tarafından Mısır fethedildi. İskender kendisini firavun ilan edip hükümetini kurdu. Ve yöneticilerin dili Yunanca oldu. Yeni seçkinler ne yerel dili konuşabiliyor ne de hiyeroglifleri okuyabiliyordu. Ve varlıkları Mısır'da kızgınlığı körüklüyordu. 5. Ptolemeios'un hükümdarlığında halk açıkça isyan ediyordu. O da çaresiz NEREYE 22
Perihan Sadıkoğlu
kalıp, ülkedeki tapınaklarda taş tabletler diktirdi. Her biri taş Ptolemios'un faziletlerini bildiriyor ve gerçek firavun olma iddiasının altını çiziyordu. Mısır'ın gerilemesinin dokunaklı bir sembolüydü. Hiyerogliflerin kelime değil simge olduğuna düşünülüyordu. Askeri rütbelerin kimleri temsil ettiğini biliniyor ama okunamıyordu. Hiyerogliflerin de askeri rütbeler gibi olduğuna ama okunamadığına inanılıyordu. Napolyon'un bilimadamları 1 haftada hiyeroglifleri çözeceklerine inandılar. Ama Profesör Silvestire De Sacy Paris'te yıllardır hiyerogliflerin okumaya çalışmakla uğraştı. British Museum'da Reşit taşı dururken Fransızların hiyeroglifleri çözebilecekleri korkusuna kapılan İngilizler Thomas Young'a hiyeroglifleri çözmekle uğraşması teklif edildi. İngiliz Thomas Young aydınlanma devrinin en parlak bilimadamlarından biriydi. İnsan gözünün nasıl odaklandığı ve ışığın nasıl yol aldığı gibi konularda teorileri ve araştırmaları vardı. Bir sonraki uğraşı, Eski Mısır'ı gün ışığına çıkarmaya çalışmak olacaktı. Bu gizemli uygarlığın sır perdesi olmak isteyen Young'ın muazzam serveti dışında Champollion'a bir üstünlüğü daha vardı. Reşit taşı İngilizlerin elindeydi. Young ve Champollion'un en büyük sıkıntıları hiyerogliflerin aslında ne olduğunu kimsenin bilmemesiydi. Acaba hiyeroglifler sadece birer simgemiydi yoksa konuşulan bir dilin seslerini oluşturan harfler miydi? Günlük yaşamın pek çok alanında fikirleri ifade etmek için simgelerden yararlanılırdı. Ama bu simgeler bir dik değildi. Bir kitap metni gibi sesli biçimde okunamıyorlardı. Hiyerogliflerin aslında sessiz simgeler olduğu görüşü hakimdi. Ama bundan kimse emin olamıyordu. Champollion'un ağabeyi biriktirdiği paraları Champollion'un Fransa'ya gidip eğitim alması için harcadı. Yunanca kelimelerin kaç kez geçtiğini sayarak öteki yazıda da aynı sayıda geçen simgeleri arayarak hiyeroglifleri bulmaya çalıştılar. Champollion, Fransa'nın önde gelen dilbilimcisi Silvestire De Sacy’den Doğu Dillerini öğrenmek için Paris'e gitti. Sacy'e Champollion dünyanın kökeninin çocukluğundan beri ilgisini çektiğini söyledi. Champollion'un merak ettiği cevabını bulmak istediği sorular şunlardı:
23 NEREYE
1. Rabbimizle aynı dili konuşuyoruz? 2. Adem hangi dili konuşurdu? 3. Dünyanın en eski ırkı hangisi ve incilin ilk 3 kitabını yazan Musa neden ana dili olan Mısır dilinde yazmamıştı?
Champollion hiyeroglifleri tercüme edince soruların cevaplarını çözeceğine inanıyordu.
Young hiyeroglifleri saf mantık ve sayısal analiz yoluyla kırılabilecek bir şifre olarak görüyordu. Champollion'un eski hiyerogliflere yaklaşımı farklıydı. Hiyeroglifleri çözmenin yolunu Mısır'ın en eski dillerini öğrenmekten geçtiğine inanıyordu. Champollion giderek hiyerogliflerin sözcükler oluşturduğuna inanmaya başladı. Ve sözcüklerin telaffuz edilebilmeliydi. Hiyerogliflerle aynı dönemde konuşulduğu bilinen en son dili öğrenmeye koyuldu. Mısırlı Hıristiyanların dili Kopt dili, Hıristiyan Kopt kilisesinde hala konuşuluyordu. Paris'te böyle bir kilise vardı. Kleopatra ve Büyük İskender zamanında Mısırlıları
Aralık // 201 3
üzerine kurduğu hiyeroglif alfabesini kullanarak Kleopatra'nın kartuşunu yazmış ve böylece alfabenin doğru olduğu yönünde bir kanıt elde etmişti. Bunu sadece mantıksal bir tümdengelim yaklaşımıyla değil aynı zamanda her hiyeroglifin doğru sesini bulmak için Kopt ve Mısır dillerini kullanarak yapmıştı. William Banks'ın dikilitaşı günümüzde Dar Set'teki Kingston Lacey malikanesinin arazisinde durmaktadır. Hiyeroglifi çözme yarışında başta bu obelisk avantaj gibi gözükse de sonradan Young'ın kritik bir hata yapmasına sebep oldu. Mısır'dan bir arkadaşı Champollion’a Ebu Simbel’in çizimlerini getirdi. Eski bir tapınak olan Ebu Simbel ülkenin büyük İskender tarafından kolonileştirmeden çok önce inşa edilmişti. Bu yüzden duvarlarını süsleyen hiyeroglifler, antik Yunancayla karışmış olamayacak kadar eskiydi. Ra m SS
konuştuğu dil Kopt diliydi. Paris'te Kopt dilinde ayin okuyan kilise vardı. Champollion'a Kopt dilini öğrendi. Young’ın kayda değer ilerlemeleri sıraya yayınlamaya başladı. Burada en ilgi çekici olan Ptoleamios nasıl yazıldığını belirtmesiydi. Champollion Profesör Sacy'in asistanı oldu. Champollion’a göre ister bizi yönetenlerin hakkı olsun ister inançlarımızı yönlendirenlerin gücü bilim adamı olarak herşeyi sorgulamak zorundaydı. Champollion eski tarihin incelenmesinin, doğrunun aranmasıdır diye düşünüyordu. Reşit taşının tabanında bir Yunanca yazıt vardı. Kleopatra’ dan bahsediyordu. İngiltere'den bir arkadaşı Champollion'a yazıtın tabanında kalan yazıyı gönderdi. Champollion önemli bir bir adım atmıştı.Varsayımlar
Ramses'e hiyeroglifini tercüme eden Champollion firavunların şifresini okuyabildiğini kanıtlamıştı. Artık hiyeroglif alfabesinin 3000 yıl önce yazılmış kelimeleri okumak için kullanılabilecek şekilde genişletilebileceğini doğrulayabilirdi. Bunu da kopt dilinden başlayarak Mısır diline, oradan da eski hiyerogliflere doğru zaman içinde geriye giderek yaptı. Champollion, nihayet Mısır tapınaklarının duvarlarını süsleyen gizemli hiyeroglifleri ve onların sırlarını anlattırmanın yolunu bulmuştu. Ramses sözcüğündeki Ra, Kopt dilinde güneş anlamına gelen kelimeyle doğrudan doğruya bağlantılıydı. İsmin geri kalanı yine kopt dilinde -den doğma anlamına geliyordu. Eski Mısır kültüründe güneş Tanrısı Ra, Mısır'ın yaratıcısı ve tüm tanrıların en önemlilerinden biriydi. Başının üzerinde güneşi temsil eden bir diskle betimlenirdi. Söylenceye göre tüm firavunlar onun akrabasıydı. Ramses sözcüğünün anlamı Güneş Tanrısının çocuğuydu. Champollion hiyerogliflerin simge olmakla kalmayıp aynı zamanda dil olduklarını da kanıtladı. Artık Eski Mısır'ı yeniden hayata döndürmek için gereken ipuçlarına sahipti. Champollion taşın bulunmasından 24 yıl sonra 1822'in sonbaharında hiyerogliflerin sırrını çözdü. NEREYE 24
Perihan Sadıkoğlu
Champolion keşfettiği bilgileri kitaplarla, broşürlerle ve bir dizi konferansla tüm dünyaya açıklamaya başladı. Champollion bulabildiği her papirüs ve belgede bulduğu hiyeroglif alfabe sistemini uygulamak istedi. Ama en büyük hayali Mısır'a gidip mezarların ve anıtların üstünden okumaktı. Thomas Young, Paris'e konferans vermek için geldiğinde, Champollion’a teorisini kanıtlamak için bütün hayatını ve itibarını ortaya koyduğu için tebrik etti. Sacy, Champollion’a henüz bütün hiyeroglifleri okuyabildiğini kanıtlayamadığını söyledi. Champollion, Londra'dan Torino'ya giden nadir papirüs parçalarını eve getirdi . Eşi Rosine Blanc’ın 25 NEREYE
babası kralcıydı. Champollion ise Cumhuriyetçiydi. Champollion’unun yatak almasını beklemekteydi. Champollion’un eşi Rosine Blanc neden hala hiyeroglifleri tercüme etmeye devam ettiğini ve neden hiyeroglifleri bırakıp başka bir şey yapmadığını anlamıyordu. Champollion da henüz teorisini bütün hiyerogliflerde geçerli olduğunu kanıtlamadığını hem de Mısırlılar hakkında daha fazla tercüme etmek için kullanmazsa bütün bilgilerinin boşa gideceğini belirtti. Mısırlıların kim olduklarını nasıl yaşadıklarını öğrenmek istediği söyledi. O büyük anıtları neden yapmışlardı. Neye inanıyorlardı. Champollion’un işi daha yeni başlıyordu. Eski Mısır 1820'ler Avrupa'yı büyülemiş olsa da
Aralık // 201 3
çözülecek malzeme olmayışı Champollion'u büyük hayal kırıklığına uğratmıştı. Sonra Paris'e Dendera Zodyak’ı geldi. Dendera Zodyakı Oyularak yapılmıştı. Eski Teb şehri yakınlarındaki Dendera Tapınağının tavanından alınmıştı. Dendera Tapınağının Zodyak'ı muhtemel yaşı nedeniyle kilise için son derece endişe verici bir nesneydi. Kimileri tarihin İncil'de yazılı versiyonunu inkar edecek kadar eski olduğuna inanılıyordu. O zamanlar kiliseye göre İncil tarihi açıdan doğru bir belgeydi. Bilginler İncil'e dayanarak Nuh tufanının tarihi M.Ö. 2349 yılı olarak belirlemişlerdi. Tufandan önceki bütün eski uygarlıkların yok olduğuna inanıyorlardı. Aksine bir kanıt kilisenin otoritesine doğrudan meydan okuyacaktı. Profesör Sacy, Dendera Zodyağının Eski Mısır Astrolojisiyle ilgisi olduğunu ve kartuşun Kraliçe Axemun'un kartuşu olduğunu M.Ö. 2000'de yaşadığını söyledi. Peder Abot, Kilise Nuf tufanı M.Ö. 2349'dan meydana geldiğini söyledi. Bu tarihte çıkan herşey kilisenin otoritesine ve Tanrının sözüne de karşı çıkardı. Sacy Zodyak’ın kilise için tehdit oluşturmadığına son derece emin olduğunu söyledi. Meseleyi gizlice halletmeye ikinci bir kişinin görüşünü almak istediklerini söylediler. Champollion önerilince Peder Abot Champollion’un kiliseye muhalif olduğunu söyledi. Fakat sonra konusunda iyi olduğu için tam olarak Champollion’a ihtiyaçları olduğuna inandılar. İnancının düşüncesine yön veremiyeceğine ve gerçek bir tarafsızlık sergileyeceğine inandıklarını söylediler. Majestelerininde tam olarak istediği buydu. Kralın adamı olan Mösye De Luke Champollion'un kaçıramayacağı bir fırsattı. Mısır'a giden yolun ve hayalini gerçekleştirmesinin ilk adımı olacaktı. Kral Champollion’a 150 bin Frank ödedi. Champollion, Zodyak’ın Kraliçe Axamun'dan bahsettiğine inanan Sacy'i yanılttı. Champollion tanrıça Al Hiat’ın gökyüzünün güneyinde olduğuna ve herhangi bir döneme ait olabileceğini söyledi. Bu arada Otokrat sözünün söylendiğini Roma döneminde imparator için kullanılan Yunanca kelime olduğunu açıkladı. Ve 1500 yıllık olduğunu ifade etti. Mısır hazineleri Avrupa'ya gelmeye başlamıştı. Ama kimse parçaların gerçek değerini bilmiyordu. Çünkü Champollion dışında hiç kimse hiyeroglifleri okuyamıyordu. Champollion teorisinin özetini yazıp, yakında yayınlamak ve sonra Mısır'a gidip teorisini denemek istiyordu. Kral Mısır
koleksiyonunu artırmayı planlıyordu. İtalya'da bir koleksiyon vardı. İskenderiye'deki Fransız Konsolosu Mösyö Drovetti tarafından toplanmış koleksiyonu kral satın almak istiyordu. Ama Kral İtalya'daki koleksiyona ne kadar vereceğini bilmiyordu. Değer biçme işini Champollion üstlendi. Champollion ünlü bir Cumhuriyetçiydi o zaman. Kral bütçesini ona emanet edebilir miydi? Champollion kralı ikna etmek için tarife ve doğruya sadık kalacağını söyledi. Champollion Torino'da Paris'tekinden daha iyi karşılandı. Champollion Fransa kralı adına Eski Mısır eserlerini ararken bütün kapılar açılıyordu. Champollion en nüfuzlu ortaklarından biriyle İtalya'da tanışacaktı. Doğu dilleri Profesörü Bedito Rosalini, Champollion ile tanışmak için Pizza'dan geldi. Champollion'un ünü güçlü Vatikan'ın koridorlarına kadar yayılmıştı. Papa 12. Leon onu görmek istedi. Champollion bu anın önemini unutamadı. Ve Champollion daha sonra erkek kardeşine yazdığı mektupta 'Fransızca'yı çok iyi konuşan Papa’nın Champollion’un tüm keşifleri sayesinde dine karşı güzel, harika ve çok iyi bir görevde bulunduğunu memnuniyetle 3 kez söylediğini yazdı. Champollion Fransa'ya daha büyük bir ünle ve kral adına satın alınmış Eski Mısır eserlerinden oluşan muazzam bir hazineyle geri döndü. Lovure müzesindeki Mısır koleksiyonun başına getirildi. Ama incelediği malzemeler yeterince iyi değildi. Elindeki kopya belgeler ve yazıtlar genelde hatalıydı. Hiyeroglifler hakkındaki teorisini test etmek için yeterince orijinal malzeme bulabilmesinin tek yolu Mısır'a gitmekti. İtalya'daki başarısından sonra hayalini gerçekleştirmesi için Fransa hükümetinden yardım etmelerini isteyebilirdi. Champollion Mösyö'de Luke'a Yunan ve Roma döneminin İskenderiye’sinin güneyde keşfedilen eski krallığının ihtişamının yanında daha küçük gördüğünü kaydediyor. Ve gezi için 20 ressam istiyordu. Napolyon Mısır'ı işgal ettiğinde 167 alim ve bilim adamı götürmüştü. Yaptıkları işler hatalı ressamlara verilmişti. Vatikan kütüphanesinden adını verilemeyen bir Baş Rahip Krala yazdığı mektupta Champollion’a kaynak sağlamaması için ısrar etmişti. Champollion’un Mısır'a değil sadece Hıristiyan inançlarına saldırmakla NEREYE 26
Perihan Sadıkoğlu
ilgilendiğini söylemişti. Eski tarihçilerden Manetho'nun yazılarını doğrulamak için kanıtlar aradığını belirtmişti. Champollion ise sadece doğruyu aradığını söyledi. Kralın şartı şöyleydi: Champollion, Mısır'da kilisenin öğretileriyle çelişen herhangi bir şey bulursan yayınlamayacaktı. Champollion şartı kabul etti. Bu yıllardır hayalini kurduğu şeydi. Sonunda Mısır'a gidecekti. 18 Ağustos 1828'de Mısır'a gitti. Gize'deki piramitler Eski Mısır'ın gizemini simgeliyordu. Neden yapıldıklarını kimse tam olarak bilmiyordu. Hiyerogliflerden anlaşıldığı kadarıyla büyük piramit Mısır firavunu Kufu'nun mezarıydı. Yaklaşık olarak M.Ö. 2560 yılında yapılmıştı. Yapımının 20 yıldan uzun sürdüğü sanılıyordu. Mühendislik harikası olan Keops piramidini büyüklüğü ölçeği ve gizemi insanoğlunu yüzyıllardır büyülemekteydi. Bu tarzda böyle inanılmaz büyüklükte bir mezar neden yaptırılırdı ki? Champollion'un ilk durağı Sakkaraydı. Ölüler şehrinde kule gibi yükselen büyük basamaklı piramit buradaydı. Sakkara, Mısır'ı eski başkenti Memfis'te bir mezarlıktı. Buraya Mısır'ın seçkinleri oraya gömülüyordu. Basamaklı piramit Mısır'da yapılan ilk piramitti. Tasarımını ve yapımını Firavunun baş mimarı İmhotep üstlenmişti. İmhotep'in adı unutulmadı. Çünkü Sakkara'daki hiyerogliflere kazandı. Daha sonraki tüm piramitler İmhotep'in fikirleri geliştirilerek yapıldı. Ahet Nil taştığında sel baskını mevsimine girilir ekinlerin büyümesi için her biri 4 aylık 3 mevsim vardı. İlkbahar Ahet Chem Hasat Zamanı Sel büyüme ve hasat Mısır yaşamının döngüsü. Bu yolculuğundaki en önemli andı. Champollion artık okuyabiliyordu. Teorisi işe yarıyordu. Herşeyi okuyabiliyordu. Mısırlılar için ölüm neden bu kadar önemliydi?
Champollion en şaşırtıcı keşfi yapmak üzereydi? Champollion’u hayrete düşüren Menofrey adında I. Hanedandan bir saray sahibinin aile mezarlığıydı. Menofrey adında birinin mezarını bulmuştu. Hesabına göre I.Hanedan dönemine Nuh tufanından öncesine uzanıyordu. Buna göre Mısır uygarlığı tufanda çok daha önce başlamış ve sonucundan etkilenmeden varlığını sürmüştü. Bu İncil'in hikayesine doğrudan meydan okuyordu. O zamanlar çoğu 27 NEREYE
Hıristiyan Tanrının sözü İncil'in tarihsel açıdan doğru olduğuna inanıyordu. Ama öyle olmadığının kanıtını Champollion bulmuştu. 1828 yılı için tehlike bir keşifti. Champollion bu bilgiyi gizli tuttuğu bir günlükte saklayacak, o yaşadığı sürece kimse bilmeyecekti. Champollion hiyerogliflerin sırrını çözmüştü. Ama asıl işi daha yeni başlıyordu. Piramitleri yapan uygarlığın anlamak istiyordu. Binlerce yıl önce yaşamış insanlar bu Avrupa'dakilerden daha yüksek ve kapsamlı yapıları nasıl inşa edebilmişti? Kusursuz birer mühendislik ve üstün birer zarafet örneği olan bu yapıların gerçek amacı zamanla yok olmuştu. Champollion hiyerogliflerde ipuçlarını aramaya devam etti. İstediği bilgiyi bulmak için en çok ümitli olduğu yer bugün Luksor olarak bilinen Mısır'ın eski başkenti Teb'di. Revak Al Makuk (Kralların Kapıları)
Aralık // 201 3
Ölüm vadisi, Luksor'da Nil nehrinin karşısında yer alan Krallar vadisi belki de yeryüzünün en ünlü mezarlığıdır. Erken Mısır döneminden kalma mezarların ve piramitlerin kolayca soyulduğu görülünce Tutankamon ve Ramses gibi daha sonraki firavunlar, mezar soyguncularının dikkatini çekmeyeceği ümidiyle Krallar vadisine gömüldüler. Yaklaşık 500 yıl boyunca kral mezarlığı olarak kullanılan vadide 60'ın üzerinde mezar bulunuyordu. Krallar vadisinde ziyaret ettikleri mezar, I. Setinin mezarıydı. Hiyerogliflere göre firavun adını kaosun ve gerekli şiddetin Tanrısı Set'ten almıştı. Seti acımasız bir savaşçı kraldı. Krallar vadisinde en derin en büyük ve en çok süslenmiş mezar onunkidir. Hiyerogliflere göre firavun öldüğünde cenaze büyük bir gizlilik içinde yapılmış ve mezarı saklanmıştı.
Firavunun ruhunu beslemek için kutsal sunu olarak yiyecek getiriliyordu. Firavunun cesedi tabuta konmadan önce büyük tanrı Osiris'e benzemesi için sargı beziyle sarılıyordu. Mumya, son yolculuğu için hazırlamış malzemelerle birlikte dağın derinliklerine oyulmuş mezara taşınıyordu. Ve güneş ufukta batarken firavun yeraltına iniyordu. Bu hayal edilebilecek en ayrıntılı cenaze töreniydi ama yine de mantıklı değildi. Eski Mısırlılar böyle bir serveti neden krallarıyla birlikte gömüyordu. Mısırlıların nasıl yaşadığını öğrenmek üzereyken Champollion hastalandı. Yine de küçük vefakar ekibine yaptıkları için gerçek anlamını açıklamaya kararlıydı. Bokböceği, Skarabe Batan güneş yeraltı dünyasına giriyor ve kral yani firavun ona tapıyordu. Firavunun yanında bokböceği vardı. Bu yeniden doğmanın simgesiydi. Önemli olanda buydu. Yeniden doğma. Kral bütün Mısır'ı aydınlatıyordu. O bir Tanrıydı. Bütün vatandaşları için bir yaşam kaynağı ve ölümü batan güneş gibi. Karanlık bir yer altı dünyasına inip yolculuk etmek zorunda böylece Amon'un göksel dünyasına yeniden yükselebiliyordu. Evrensel Tanrının bütün mezarların doğudaki duvarlarında kralın yaşamını görülüyordu. 12 yılanla savaşıyordu. Yani günün 12 saatiyle. Bu Tecko yüzü devli yılan sonra yeraltı dünyasının zifiri karanlığına giriyordu. O bunu atlatırsa insanlarıda sonsuza kadar atlatacaktı. Yaşamı ölüm için hazırlık ve herşey doğru olmalıydı. Her kurban her dua her itiraf. Bu kral mezarları öbür dünyaya giden taraklara benziyordu. Kralların giriş kapılarıydı. Burası hiç de bir ölüm vadisi değildi. Bir yeniden doğma vadisiydi. Bunu bin yıldan belki daha uzun süredir kimse anlamıyordu. Mısırlılara tekrar yaşam veriliyordu. Champollion, eski Mısır mezarlarında gördüğü ihtişamın asıl sebebini keşfetmişti. Mısırlılar, ölümden sonraki yaşamlarına dair tüm umutlarını tek bir adamın, yani firavunlarının başarılı biçimde defnedilmesine bağlamışlardı. Firavun hayatta olduğu gibi ölümde de onların koruyucusuydu. Champollion'un bu açıklaması sadece krallar vadisi için değil Mısır'ın en ünlü mezarı olan Giza'deki büyük piramit içinde mantıklıydı. Hiyerogliflerin tarif edilmeleri sayesinde artık bugün firavun piramide defnedilişi sırasında izlenen olayları sırasıyla biliniyordu. Firavun öldüğünde tabutu Nil üzerinden nehir kıyısındaki iskelesine getirilip ve orada kutsal ayinler yapıldı. Ayinin bir parçası olarak, tabut önce piramidin en alttaki yeraltı odasına indirildi. Oradan da bir üstteki kata alındı. Yolculuğun son bölümünde 3. odaya çıkarıldı. NEREYE 28
Perihan Sadıkoğlu
Sonunda büyük granit tavanın altına getirilen tabut taş lahdinin içine kondu. Yolculuğa çıkarmaya hazırlanan kral artık sonsuzluğa fırlatılacağı konumu almıştı. Kralın geceleyin gökyüzünde görülen ve yerinden hiç kımıldamayan belli bir noktaya doğru uçacağı düşünülüyordu. Mısırlılar bu müjdeyi sonsuzluk olarak görür, cenneti temsil eden bu noktaya ve onu çevreleyen yıldızlara büyük saygı duyarlardı. Bugün bu yıldızları, "Batmayan" veya "ufkun altına inanmayan" yıldızlar olarak biliniyor. Mısırlılar onlara "yok edilemeyenler" adını takmıştı. Kralın odasının kuzey duvarında küçük bir menfez vardı. Buradan başlayan dar baca, piramidin kalın taş kütlesinde geçerek dış duvara açılıyordu. Baca, gökyüzündeki tek bir noktaya yok edilmeyenlere doğru çevrilmişti. Mısırlılar, cenneti bulmakla kalmayıp oraya gitmek için gereken aracı inşa ettiklerine de inanıyorlardı. Büyük Piramit bir yeniden diriliş makinesiydi. Firavunun ve onun aracılığıyla Mısır halkının sonsuza dek yaşamasını garanti altına alıyordu. Champollion’un Krallar Vadisindeki çalışmaları, Mısır'ı kavrayışımızda bir devrim yarattı. Eski Mısır’a ilişkin keşiflerin belki de en ünlüsü yine hiyerogliflerin deşifre edilmesi sayesinde gerçekleşecekti. Yaklaşık 100 yıl sonra aynı vadide gelmiş geçmiş en göz kamaştırıcı hazineler gün ışığına çıkarıldı. Tutankamon’un mezarını keşfeden Howard Carter'ın böyle bir firavunun varlığından haberdar olması bile Champollion'un başarısı sayesinde sonra gelen Mısır bilimciler pek az tanınan bu firavunun hükümdarlığı hakkında az sayıdaki ipucunu yine hiyerogliflerden elde ettiler. Champollion'un keşfi için ödediği bedel ağır oldu. Fransa'ya döndükten 18 ay sonra öldü. Ölüm sebebi büyük bir beyin kanamasıydı. Ama aslında Mısır'ın kalbine yaptığı 2 senelik yolculuğun yorgunluğunu bir türlü üstünden atamadığı için ölmüştü.
29 NEREYE
Murat Eray Korkmaz
"Üç saate 4200 metredeki kampa ulaşırız. Oradan da 5 bilemedin 6 saatte zirveye çıkarız herhalde.”
Aslında her şey Temmuz ayının ortalarında başlayıp bitecekti. Başta öyle konuşmuş o şekilde planları yapmıştık Hüseyin'le. Ama işte olmuyor, yapamıyorum. İlla ki bir tur yan çizmem, ertelemem gerekiyor. Neden sonra Ağustos'un başı konusunda hemfikir olduk. Böylece Ramazan Bayramı öncesi tırmanışı yapıp, Trabzon'a da birlikte dönecektik.
Konuşmanın üzerinden henüz 6 saat geçmemişti ki biz çoktan 4900 metreye ulaşmış buzula girmeden önce biraz dinlenip, sert rüzgar altında güneşin doğuşunu seyrediyorduk.
Evet böylesi daha güzel olmuş, kulağa da daha hoş gelmişti. Aslında zamanımız olmasına rağmen kısa sürede tırmanışı yapıp dönmeye niyetimiz vardı. İlk baştaki niyetimiz ilk gün 3200 metreye çıkıp orada kalmak ve ertesi gün direkt zirveye gitmekti. Ağrı'ya yola çıkmadan önceki bir kaç gün doğru düzgün uyuyamamıştım. Gece 11'de Ağrı otobüse bindiğimde de başım çatlıyordu. Son konuşmamızda sabah kahvaltı yapıp yola çıkarız şeklindeki planı ben kendi kafamda yeniden kurguluyor, otobüste baş ağrısıyla Zigana Dağı'na çıkarken "Yarın evde yatarız aşağıya; ne acelemiz var." diyordum. Normalde otobüs yolculuklarında neredeyse hiç uyuyamam. Sanırım bir kaç gündür uykusuz kalmanın da etkisiyle yolda bir iki kere ayılmak dışında uyudum sayılır. Sabah 7 gibi Ağrı'ya inip oradan Hamur'a geçtim. Hüseyin'le anlaştık. Yatıp dinlenecektim, artık duruma göre ertesi güne kalabilirdik. Ama işte olmayınca da olmuyor. Eve geldiğimde uykum var ben uyuycam şeklinde nazlanmama, el bebek gül bebek beni yatırıp üstümü örtmesine rağmen gözüme uyku girmedi. 15 dakika sonra dayanamayıp kalktım, Hüseyin'i de kaldırdım. "Hadi gidelim!"
Marco Polo'nun "Çıkılamaz!" dediği dağın ilk tırmanışını 1829 yılında Alman Frederik Von Parat gerçekleştirmiş. İlk Türk (ve aynı zamanda ilk kış tırmanışını ise) günümüzde Türkiye Dağcılık Federasyonu'nun kurucularından olan Bozkurt Ergör gerçekleştirdi. Çıkılamaz denilen dağa 1980'li yıllarda binlerce kişi tırmandıktan sonra dağ, 1990 yılında terör sebebiyle tırmanışa 33 NEREYE
Ağrı Dağı- 39° 42' 13'' N; 44° 17' 56'' E! Zirvesinde 4 mevsim erimeyen kar ve buzdan oluşan takkeye sahip olan 5137 metrelik volkanik bir dağ olan Ağrı Dağı Türkiye'nin en yüksek doruğuna ve bu dorukta yer alan Türkiye'nin en büyük örtü buzuluna sahip. Zirvesinden Türkiye'yi, İran'ı ve Ermenistan'ı görebileceğiniz Ağrı Dağı'nın aslında yaklaşık %70'lik bölümü Iğdır ili içerisinde yer alıyor. Konuşmanın üzerinden henüz 7 saat geçmişti ki biz zirveye çıkmış, geri dönüş yoluna çoktan girmiştik.
Aralık // 201 3
kapatıldı. Aradan geçen 8 yılın ardından ise dağ tırmanış açıldı ve giderek artan şekilde binlerce, onbilerce kişiyi eteklerinde ağırladı. Günümüzde gerek Türkiye'nin en yüksek noktası olması gerekse de (efsaneye göre) Nuh'un Gemisi'ne ev sahipliği yapıyor olması dolayısıyla sadece dağcıların/doğa severlerin değil yerli yabancı turistlerin de ilgisini çekiyor. Ağrı Dağı, "Dünyanın En Meşhur 50 Dağı" listesinde 48. sırada yer alıyor. Ağrı Dağı iki yüksek zirveye sahip bir kütle. 5137 metrelik Atatürk Zirvesi, Türkiye'nin en yüksek noktası. Küçük Ağrı Dağı'nın 3896 metrelik İnönü Zirvesi ise Türkiye'nin En Yüksek Zirveleri listesi'ne 6. sıradan girmiştir. 5137 metrelik Ağrı Dağı Zirvesi, yüksekliğiyle dağcılık literatüründe de bir çok yere adını yazdırmış bir dağ.
Değişim ne kadar büyük olursa olsun içinde olunca farketmiyor, farkedemiyoruz. Yaşadığımız yerde meydana gelen çok radikal değişiklikler bile bize gayet normal gelebiliyor, sürecin bir parçası gözüyle bakıyoruz. "Değişim bu!" demiyoruz. Ama uzun süredir gitmediğimiz bir yere gittiğimizde oradaki en küçük değişim gözümüze çok büyük geliyor.
•Dünya'nın En Yüksek Zirveleri Listesi - #25 •Orta Doğu'nun En Yüksek Zirveleri Listesi - #2 •Avrupa'nın En Yüksek Zirveleri Listesi - #3 ~ Hadi gidelim! diye ayaklandıktan sonra kahvaltıydı, hazırlıktı derken evden 10:30 gibi çıkabildik. Öğlen 12 civarında, Hüseyin'in Cep Herkül'ü bizi Ağrı Dağı'nın eteklerine kadar getirmişti. En son buraya 2005 yılının kış ayında gelmiştim. Görünürde değişen tek şey Doğubeyazıt-İran yolundan Ağrı Dağı'na doğru ayrılan yolun hemen kenarına koyulan ve kabaca tırmanış rotasını gösteren bir tabela. 6. Topografik harita üzerinde kabataslak olarak rota işaretlenmiş; 1. Kamp, 2. Kamp ve Zirve gösterilmiş. Genel fikir vermesi açısından oldukça faydalı bir çalışma olmuş. Burası dağ sonuçta. Biz ise insanoğluyuz. Yüzlerce binlerce yıldır neredeyse hiç değişmeden olduğu yerde yükselen dağların aksine bizlerin günlük hayatında her şey o kadar hızlı değişiyor ki. Hep demişimdir. NEREYE 34
Murat Eray Korkmaz
Yaklaşık 8 yıl sonra yeniden geldiğim Ağrı'nın eteklerindeki bu ıssız düzlüklerde de gözüm ister istemez değişim arıyor. Ana yoldan ayrılıp Eli Köyü'ne giden yol boyunca meraklı gözlerle etrafa bakmaya çalışıyorum. 2005 yılının Ocak ayına geri dönmeye çalışıyorum zihnimde. Çantalarımızla birlikte buz gibi soğukta kamyonun kasasındayız; yaklaşık 20 kişi birbirine sokulmuşuz. O zaman ilk kez geldiğim bu yerde yine etrafa meraklı gözlerle bakıyorum. Kocaman düzlüğün ortasında ilk önce tek katlı, kutu gibi kerpiç evler beliriyor. Yer yer bacalardan duman tütüyor, bazı evlerden meraklı gözlerle bizlere bakan kafalar çıkıyor. Ufacık bir kasaba/köy. Ağır ağır, sallana sallana giden kamyon 3-4 dakika sonra geride bırakıyor evleri ve yavaş yavaş yükselmeye başlıyor. Şimdi yine aynı kasabaya bakıyorum da. Tıpkı o zamanki gibi. Değişen tek şey tütmeyen bacalar ve sıcaktan bunalmış halde yarı çıplak etrafta koşuşturan çocuklar. O kadar; tüm değişim bundan ibaret. Geri kalanı aynı. ~ Ve sonra yine Eli Köyü'ne doğru yükselmeye başlıyoruz. İşte tam şu virajdı kamyonun çıkamadığı, 20 kişi kamyonu ittiğimiz/itmeye çalıştığımız ve geçtiğimiz keskin/dik viraj. O da değişmemiş. O zamanlar kamyonun tepesinde toz toprak içinde kalarak yolculuğumuzu yapmıştık. Hani dedim ya değişen bir şey yok. Araba içinde de olsak tozumuz toprağımız eksik olmuyor köye çıkana kadar. Anlayacağınız kötü durumdaki yol da kötülüğünden bir şey kaybetmemiş. Hüseyin'in Cep Herkül'ü sıcak havadan dolayı bizden daha çok terliyor. Ara ara durup hem O'nu hem kendimizi dinlendiriyoruz. Ve sonra yaklaşık 12:40 civarında arabayı bırakacağımız -tastamam 8 yıl önce kamyondan indiğimiz- yere ulaşıyoruz. ~ Arabadan iner inmez eşyalarımızı hazırlayıp 3200 metredeki kamp yerine doğru yola çıkıyoruz. Evet... Tam olarak buradan geçmiştik işte. Hemen şuradaki iki kayanın arasından gitmiştik. Şuradaki patikaya bağlanmıştık. 8 yıl önce, Ocak ayında tam buradaydık işte. Geç olduğu için asıl kamp yerine çıkamamış, 3000 metrelerdeki bu düzlüğe kamp kurmuştuk işte. ~ Şimdi ise vaktimiz vardı, asıl kamp yerine gitmek üzere ağır ağır yolumuza devam ettik.
35 NEREYE
Dağa gelmeden önce hava durumunu kontrol etmiştik. 3 gün boyunca açık hava bizi bekliyordu. Peki ya bu bulutlar da neyin nesi?
Eli Köyü ile 3200 metre kampı arasında buna benzer yaklaşık 2-3 tane küçük oba geçiyoruz. Hayvancılığın yaygın olduğu bu bölgede, Ağrı Dağı'nın eteklerinde pek çok küçük/büyük baş hayvan bakan, burada yaşayan aileler var.
Herhalde Ağrı Dağı tırmanışının en sancılı bölümü Eli Köyü - 3200 metre arasındaki bu yürüyüş yolu. Fena olmayan bir tempoyla 4-5 saat civarında süren bir yol.
Aralık // 201 3
Ağrı Dağı sadece yurtiçinde değil yurtdışında da oldukça popüler bir dağ. Sadece dağcılar değil, ucundan kıyısından doğa sporlarıyla uğraşanlar ve hatta geri kalan herkes için oldukça çekici bir yer. Buna bağlı olarak da dağ oldukça kalabalık. Bağımsız gruplar dışında sürekli olarak gelip giden çeşitli turların grupları da mevcut. Bir çok turun da gerek 3200 gerekse de 4200 metrelerde yerleşik çadır kentleri var.
12:50’de Eli Köyü'nden başladığımız yürüyüş, 17:30 civarlarında 3200-3300 metrede yer alan ilk kamp yerinde sona eriyor.
Kampa saat 17:30 civarında ulaşıyoruz. Kendimize gürültü patırtıdan uzak bir yer bulup çadırımızı zemini düzeltilmiş kamp yerlerinden birine kuruyoruz. En baştaki planımız benim Ağrı'ya varmamla birlikte yola çıkmamız ve geceyi 3200 metrede geçirip hemen ertesi gün zirve tırmanışı yapma şeklindeydi. Sonra uykusuz yola çıkmanın etkisiyle Zigana Dağı eteklerindeki mola yerinde Hüseyin'i arayarak "Gel vazgeç şu hevesten. Oraya geleyim, bir gün yatayım ben. Sonra ertesi gün yola çıkar sonrasında da tırmanışı yaparız." şeklinde karara vardık; en azından ben kendi iç dünyamda vardım. Ve sonra, sabah Ağrı'ya indiğimde, yatakta 15 dakika bile
duramadığımdan "E hadi yola çıkalım bari!" diyerek çıktığımız yolculuğumuzda, 3200 metreye ulaştığımızda ikimiz de yorulmuştuk. Benim yol yorgunluğunu da katınca -ve keyif yapmak da hakkımız gerçeğini de göz önünde bulundurduğumuzda- son karar olarak ertesi gün burada kalmaya ve kampta yayılıp yatmaya, tırmanışı bir sonraki gün, Pazar günü, yapmaya karar verdik. En kötü karar bile kararsızlıktan iyidir di mi? Ehh bizim de artık bir planımız olduğuna göre geriye artık uyumak kalıyordu. Bir şeyler içtik. Abur cubur atıştırdık ve hadi az dinlenelim/kestirelim diye 19:30 sularında yattık. Ve sonra bir an gözümüz yavaşça açılır gibi oldu. Akşam kolumdan çıkardığım saati bulmaya çalıştım el yordamıyla. Çadırın içi çoktan aydınlanmıştı. Uyku mahmurluğuyla saate baktım. 09:30 Evet doğru. Tam 14 saat kesintisiz uyumuşuz. Üstelik -açık ara- şu ana kadar dağda/çadırda yaşadığım en sorunsuz, en keyifli, en rahat uyku oldu. Ne kadar derin de uyusam yine de sabah mutlaka zeminden kaynaklı ağrılar olurdu. Ancak burada kamp yeri, bildiğin kuş tüyü yatak gibiydi; yumuşacık. Ne bir ağrı ne de bir şey. 14 saatlik kuş tüyü yatakta çekilmiş uyku. Ki bu son da uykumuz oldu zaten... ~ Sonuçta bugün bizim izin günümüz. Tüm gün yattık ve. Aslında "Ve yedik." şeklinde devam etmesi gereken bir cümle ama olmayan bir şeyi yiyemezsin ki? NEREYE 36
Murat Eray Korkmaz
Gün içerisinde bir süre kestirdik, gürültüye uyandık. Kalktığımızda dört bir taraftan akın akın insanların geldiğini gördük.
Biri çıkıp sorsa "Tırmanış öncesi -hele ki Ağrı Dağı gibi yüksekliğe sahip bir dağda- nelere dikkat etmek lazım, tırmanışa nasıl hazırlanmak lazım?" diye hiç düşünmeden verilecek iki tane basit cevap vardır herhalde: Bol bol ye, bol bol iç. Evet doğru. Dağdayken rahat etmek istiyorsanız sürekli bir şeyler içmeniz ve yemeniz gerekiyor sürekli. İçme kısmı çoğunlukla sıkıntı olmaz; en kötü su içersiniz. Ama bir şeyler yemek için öncelikle bunların yanınızda olması gerekiyor. Bol bol yemek için bol bol taşımalısınız. Hatta bu konuyla ilgili Burak'ın çok güzel bir deyişi vardır: 37 NEREYE
Eşek gibi taşırım, kral gibi yaşarım. Keşke Hüseyin de bunları duymuş olsa? Son görüştüğümüzde minimalist dağcılık adı altında bir akımın temsilcisiyken günümüzde mikromalist dağcılığa doğru bir yönelim içerisine girmiş. Ağrı'ya erken saatte ineceğimden ve hemen yola çıkacağımdan -tıpkı önceden olduğu gibi- yemek konusunda topu O'na atmıştım. "Bir şey istiyorsan söyle alayım/getireyim; yoksa sen ayarla." Evden çıkarken sorduğumda her şeyi almıştı. Yola çıkmadan önce de markete uğrayıp ufak tefek bir iki aburcubur da aldık. Sonra şikayet edeceğimi biliyor olsa gerek defalarca sordu "Bir şey istiyor musun?" diye. Yemek masasından yeni kalkmış bir insanın canı ne ister ki? Alışverişin aç karna yapılması gerekmez mi bir şeyler alabilmek için? Marketten bir iki paket bisküvi aldık o kadar. Bir de para üstü yerine bir adet Ülker Hobby verdi bakkal. (Evet doğru hala bir yerlerde para üstü olarak çikolata-sakız veriliyor; ne güzel.) İlk akşam kampa ulaştığımızda sadece çorba yapıp içmiştik. İkimizin de canı bir şeyler yemek istememişti -ki iyi ki de istememiş-. Ertesi gün öğleden sonra ee bir şeyler yiyelim madem diye poşeti açtığımızda gerçeklerin tam olarak farkına vardık.
2 farklı grupla birlikte yaklaşık 3040 kişi kamp alanına gelmişti.
Aralık // 201 3
Bizim planlar sürekli değişse de planlara bağlı olarak yemek listemizde bir değişiklik olmamıştı. En başında hesaplandığı gibi bir gece yatacak ertesi gün zirveye çıkıp direkt geri dönecektikmişiz. E bu durumda da 1 paket çorba, yarım paket makarna (1 öğünlük) hayli hayli yetecekti tabi. Dün akşam yatmadan çorbayı da içtik? Eee? Sonuç olarak durum şuydu. Kahvaltılık bir şeylerimiz vardı. Marketten şans eseri aldığımız iki paket bisküvi ve 1 adet Ülker Hobby'miz vardı. Ana yemek olarak da yarım paket çorba ve yarım paket makarnamız vardı. Haa elbette üç lokma kadar da sucuk. Makarnayı kuru kuru mu yiyecekmişiz? Öğleden sonra yemek yeme niyetiyle bir araya gelip, yemek yemek yerine elimizdekileri matın üzerine serip ne yapacağımıza karar vermeye çalıştık. Makarnayı şimdi yersek tırmanış öncesi yemek için bir şeyimiz kalmayacaktı. Eee nerede o tırmanış öncesi bol bol yiyin hikayeleri? Sonuç olarak o öğünü çay-1 paket bisküvi ile geçiştirdik. Ana yemeği ise en optimum zaman diliminde akşam üzeri 5-5 gibi yemeye karar verdik. Yiyip direkt yatacaktık. Böylece hem bugünü kurtaracaktık hem de ertesi günü. Sabahta kahvaltı yaptık mı tamamdı(mı?!).
Yemek dışındaki bir diğer sorunsal da aklimatize olma durumu idi. Fena olmayan bir tempo ile 3200 metredeki kampa çıkmıştık. Tüm günde dinlenmiştik/dinlenecektik. Normal şartlarda 4200 metredeki kampı kullansak zaten problem olmayacak. Niyetimiz buradan direkt zirveye gidip dönmek olunca ister istemez insan bi durup "Acaba?" diyor. Sonuçta 6-7 saat içerisinde 2000 metrelik irtifa kazanıp hemen ardından da 3-4 saat içerisinde yeniden 2000 metre irtifa kaybedecektik. Vücut için gerçekten oldukça yıpratıcı bir süreç. Hem hani nerede o derste anlatılan "İdeal olanı günde 400-500 metreden fazla yükseklik kazanmamak gerekir." söylemleri. NEREYE 38
Murat Eray Korkmaz
Geçen hafta Hüseyin başka bir arkadaşıyla buraya kadar gelmişti. Ehh ben de 2 ay kadar önce Macaristan'ın en yüksek zirvesine çıkmıştım; 1014 metreye! Yani buna hazırdık?! Yine de son konuşmamızda üstüne basa basa "Kampta yatmayın da bari yükselip biraz aklimatize olun." diyen Ersan Hoca'nın sözünü dinlemeye karar verdik. Bizde çayımızı içip bisküvimizi yedikten sonra (Ne oldu hani yemeği yiyip hemen yatıp enerjimizi koruyorduk?!) 3200 metredeki kamp yerinden aklimatizasyon yürüyüşüne başladık. Aklimatizasyon yürüyüşümüzü yaklaşık 3350 metre civarlarından sona erdirdik. Nitekim ikimizde aynı fikirdeydik. O kadar çıktıktan sonra daha bir daha ne diye aşağıya ineceğiz ki/ne diye inilir ki? Düşün yani. Çıkmışsın 4000 bilmem kaç metreye, aklimatize oldum dön hadi aşağıya? Üşenir insan. Dönüşte soluğu yukarıdaki kafede alıyoruz. Aklimatizasyon için yukarı doğru çıkarken önünde geçmiş, kenarda istiflenmiş kolaları görmüştük. Cayır cayır yakan güneşin altında geriye dönerken de aklımızda buz gibi kola içeriz düşüncesi vardı. Sonuçta 3300 metreyi geçmiştik, bir ödülü haketmiştik! Masumane bir şekilde tentenin altına girdik ve "Buz gibi bir kola!" diyerek niyetimizi belli ettik. Avucunuzu yalayın siz ben şimdi geliyoruma denk bir cevapla kendimizi oracıkta yere bırakıverdik.
Aslında bizimkisi aklimatizasyon tırmanışından ziyade ro
Meğer kolalar öyle buz gibi falan değilmiş. Madem buz gibi kola yok bari fıldır fıldır esen rüzgarla biraz serinleyelim diye bir süre orada oturduk. Bu esnada rehberlerden biriyle, Burhan ile tanışıp biraz sohbet ettik. Buradaki çadırların bir bölümü onların turuna aitmiş. Sohbet koyulaşınca önce çaylar geldi, bol bol içildi. Ve sonra, belli ki Allah'ın sevgili bir kuluymuşuz, yemek daveti geldi. Sabah kesilmesine tanık olduğumuz, akabinde de kavurmasının kokusu tüm kamp alanına yayılırken ağzımızın suyunu akıtan mis kokulu kuzu onların bu akşamki yemeğiymiş. Bizim kalbimiz temiz, onların da yüreği kocaman olunca akşam yemeğe davet edilmemiz kaçınılmaz olmuştu. Sabah gün içerisinde yemeksizlikten birbirimizin gözlerinin içerine bakarken burnumuza gelen koku ile mest olmuştuk. Ne şekilde o kavrulan kuzuya ulaşabiliriz diye çok iç geçirmiş, arkadan dolaşırsak belki tentenin altından bir but falan götürebilir şeklinde plan üzerinde biraz çalışmıştık. Gelen teklifi ağzımızın suyu akarak değerlendirip kabul ettik. Sonuçta ayıptır. Daveti geri çevirmek olur mu hiç?! 39 NEREYE
Aşağıda 3200 metre kamp alanları gözüküyor. Üç farklı a
ota nereden nasıl gidiyor diye görmekten ibaret oldu
ana kamp yeri mevcut. Ortadaki bizim kaldığımız yer.
Aralık // 201 3
Akşam yemek saati gelince usulca mis gibi kokan yemek çadırınına girdik. 6 kişilik yabancı bir ekibi vardı Burhan'ın. Yarın onlar da 4200 metredeki kampa çıkacaklardı. Ekiptekilerle tanıştıktan ve kısa bir sohbetten sonra beklenen an geldi. Kontrolü kaybetmeden önce çorbamızı içtik ve sonra da mis gibi kuzucuğu yedik! Et güzeldi, anlatıp da ağzınızı sulandırmayayım. Ama onu güzel kılan asıl şey etin üzerine sos niyetine dökülen sarımsaklı yoğurttu. Meğer burada eti böyle yiyorlarmış. Daha önceden hiç görmemiştim; muazzam bir lezzetmiş. Etin üzerinde ayrı güzel olan sarımsaklı yoğurt etin suyuyla da karışınca ortaya orgazmik bir lezzet çıkıyor. Zaten şeften de torpilliydik, et suyunu bol koymuştu. Et bittikten sonra sarımsaklı yoğurtlu et suyuna banarak yediğim ekmek gibisini yememişimdir herhalde. Yemeklerimizi yiyip çaylarımızı da içtikten sonra müsade isteyip çadıra döndük. Malum yarın yolumuz uzun ve şu yemek sayesinde her şey çok daha kolay olacaktı. Nitekim yarım paket makarnayla -evet giderdik elbet ama- nasıl giderdik Allah bilir? Bir önceki gece 14 saatlik enfes, kesintisiz bir uyku çekmiştik. Gün içerisinde de genelde yatar haldeydik. Hal böyle olunca "Yarın tırmanış var hadi erken yatalım." diye çadıra, tulumlara girmiş olsak da uyuyabilmek mümkün değildi. Planımız gayet basitti. Gece 3 gibi yola çıkacaktık. Muhtemelen 3 saatte 4200 metreye oradan da 5-6 saatte zirveye çıkacak ve sonra da hızlıca geri dönecektik. Hava genelde öğleden sonra 1-2 gibi bozuyor, sis dağın üzerine çöküyordu. Bu planlamaya göre hava bozmadan dönmek için gayet yeterli zamanımız vardı. Doğaçlama yapmadan, plan program çerçevesinde ne yaptık ki burada plana bağlı kalacaktık? Dön sağa, dön sola şeklinde yılan gibi saatlerce çadır içinde kıvrandık. En son artık canımıza tak etti. Gece yarısı ayaklandık. Bir bardak sıcak kahve içip (evet kahvemiz vardı!) bir şeyler atıştırıp yola çıktık. Saat 00:30'da çadırdan çıkmış gece karanlığında 4200 metre kampına çıkan rotayı takip etmeye başlamıştık. Dün aklimatizasyon için çıktığımız 3350 metre civarındaki yere ulaştığımızda saat 1'e geliyordu. Yukarı doğru baktığımızda 4200 metredeki kamp alanının yeri kafa lambalarının ışıklarıyla seçiliyordu. Burhan'la da dün konuştuğumuzda genelde turların gece saat 1'de 4200 metreden hareket ettiğini söylemişti. Kafa lambaları da bunun habercisiydi. ~ Gece tırmanış yapmak her açıdan daha keyifli/rahat geliyor bana. Öncelikle hava çok güzel oluyor. Güneşin rahatsız etkisinden kurtuluyorsunuz. Ne çok sıcak ne çok soğuk. Soğuk olsa bile zaten terleme sonucunda ısınan vücut dengeleniyor, yürürken rahat ediyorsunuz (durursanız tabi sonuçları hoş olmuyor). Ayrıca yürüyeceğiniz mesafeyi görmediğiniz için yol bitmez tükenmez görünmüyor. Dönüşte bunun NEREYE 40
Murat Eray Korkmaz Dağda kafe ancak bu kadar oluyor. 3200 metredeki ana kamp alanında, Doğubeyazıt/Eli manzaralı kafe
etkisini daha iyi anlıyorsunuz. Karanlıkta geçtiğiniz yerleri gündüz gözüyle dönerken gördüğünüzde "Buraları nasıl çıkmışız, nasıl üşenmemişiz?" diyorsunuz. ~ Biz de gecenin karanlığında ne yaptığımızı tam anlamadan tırmandık. 3 saat olarak planladığımız mesafeyi 2 saat 15 dakikada hiç bir yorgunluk belirtisi hissetmeden almıştık. 4200 metre kamp alanında kısa bir mola verip bir şeyler içip çok durmadan karanlıkta bu sefer son adım için yola çıktık. Gün ağırmaya yakın, 4600 metre civarlarında, gece 1'de 4200 metreden yola çıkan ekibi yakalamıştık. ~ Selamlaşıp, ayaküstü biraz laflama fırsatı bulduk. Defalarca farklı dağlarda gerek bağımsız gerekse de ticari turlara bağlı farklı gruplar görmüşümdür. Ama bu kadar alakasız bir grup gördüğümü bilmem. Dizleri kesik (hani şu moda olanlardan) kot pantolonlu/spor ayakkabılı sporcular, üşüyen ayakları ısınsın diye eldiveni ayağına geçirip üzerine ayakkabı giymeye çalışan sporcular... Ve hatta "Siz nereden geliyorsunuz?" sorusuna "Ya biz aslında Doğu Anadolu 41 NEREYE
Biz çadıra giderken kamptaki kalabalık da eğ ekipler yarın 4200 metredeki kamp yerine çık yatmadan önce bir araya gelip halay çektiler
ğlenmeye yeni başlıyordu. Aşağıdan gelen kıp bir gece de orada kalacaklar. Akşam r.
Aralık // 201 3 Hani bazı şeyler vardır ya. Görmeden dönme! Yapmadan dönme! Yemeden dönme! diye ifade edilir. Tam olarak işte bu sahne bu üçünü de içine alan bir şeyin ön hazırlığı. 3200 metrede kuzu çevirme/kavurma yemeden dönme!
turuna gelmiştik. Baktık böyle bir şey var e hadi gidelim diye geldik." şeklinde hikayesi olan sporculardan oluşan bir ekip. Evet. Teyzelerim gezerken bakalım şu dağın zirvesinde ne var diye gelmişler, 4600 metre civarında oturmuş üşüyen ayaklarını ısıtıyordu. Ve, yaklaşık 5 saat sonra zirveye de ulaşacaktı. Güzel bir şey mi kötü bir şey mi karar verebilmiş değilim. Mutlaka ki insanların buralara gelmesi, gelebilmesi, azmetmesi çok güzel. Pek ya işler yolunda gitmese? Sonuçta dağ burası. Kaza ihtimali düşük(müş gibi görünse de) olsa da ne olduğunu anlamadan bir fırtınanın ortasında kalabilmek, yön duygunu tamamen ortadan kaldırabilecek sisin içerisinde kalabilmek çok olası. O yüzden çok dikkatli olmak gerekiyor. ~ Çılgın sporcuların oluşturduğu ekibi geride bırakıp yolumuza devam ediyoruz. Gün yüzünü göstermeye başladığı sıralarda 4800 sırtına ulaşıyoruz. Sırta çıkmamızla beraber dingin hava da yerini rüzgara ve buz gibi bir soğuğa bırakıyor. NEREYE 42
Murat Eray Korkmaz
4800 metre civarlarında, gün ağırmaya yakın hava buz gibi. Kayaların üzeri donmuş
Tırmanışa başladığımızdan beri ilk ciddi/uzun molamızı 4900 metre civarında, buzulun başlangıcında verdik. Güneşin doğuşunu, Ağrı'nın Doğubeyazıt Ovası'ndaki silüetini seyredip soğuk bir şeyler içtik (hava çok sıcak ya!), bir şeyler atıştırdık. Sonrasında kramponları giyip yola devam ettik.
43 NEREYE
Aralık // 201 3
Meşhur Ağrı Dağı silüeti. Arkadan vuran güneş Ağrı Dağı'nın gölgesini Doğubeyazıt ovasına düşürüyor. Enfes bir manzara eşliğinde tırmanışımıza devam ediyoruz
Buzula çıktığımızda hava soğuk, hafifrüzgarlıydı. 5000 metredeki platovari düzlüğe ulaştığımızda ise hava iyice dengesizleşmişti. Güneş çıktı; biraz ısınırız herhalde derken gelip giden yoğun sis ve beraberinde esen sert rüzgarlar iyiden iyiye bizi hırpalamaya başlamıştı. Tırmanış değil de yüzün sağ tarafını haşlayan rüzgar daha çok yoruyordu.
NEREYE 44
Sabah saat 6 civ davul sesleri de dikkat etmek laz davullar 癟al覺yord
varı. Hava iyiden iyiye aydınlandı. Biz de neredeyse 4900 metreye, buzulun girişine vardık. Bu arada kafamda çalan e yavaş kayboldu. Sonuçta yüksek irtifaya çıkıyoruz. Direkt 3200 metreden de yola çıktığımızdan vücuda daha çok zım. Herhangi bir baş ağrısı, nefes darlığı hissetmesem de 4000 metreden sonra sanki bir yerlerde dum dum dum diye du. Ne zamanki 5000 metre sınırına yaklaştık sesler de azalarak kayboldu.
Murat Eray Korkmaz
Zirveye son 10 metre
Gece 00:30'da 3200 metredeki çadırımızdan yola çıktıktan 7 saat sonra, 4 Ağustos 2013 Pazar günü saat 07:30'da 5137 metrelik Ağrı Dağı'nın zirvesine ulaşmıştık.
47 NEREYE
Aralık // 201 3 2005 yılındaki kış tırmanışını da tipi altında gerçekleştirmiş, zirvede birbirimiz dışında bir şey görememiştik. Zirve sırtındaki havaya bakınca yine bir şey göremeden döneceğiz herhalde diye düşünürken şans yüzümüze güldü. Deli gibi esen rüzgar dinmese de masmavi bir gökyüzü bizi karşıladı zirvede.
En son 4600 metre civarlarında gördüğümüz ekip de biz zirvedeyken buzula yeni girmiş, 5000 metre platosuna ulaşmak üzereydi.
NEREYE 48
Murat Eray Korkmaz Arkada, Türkiye'nin 6. en yüksek zirvesi olan 3896 metrelik Küçük Ağrı Dağı Zirvesi görünüyor.
Gelen ekibin önündeki son engel, yaklaşık 150 metrelik zirve sırtı.
49 NEREYE
Aralık // 201 3 Geri dönüş için önümüzde uzun bir yol vardı. Önce 4200 metre kampına, oradan da 3200 metredeki ana kamp yerine inecektik.
Güneşle birlikte hava da ısınmaya başladı. Sabah
geçerken donmuş kayaların buzların çözülmeye başlamıştı.
NEREYE 50
Murat Eray Korkmaz
Yaptığımız iş çok doğru bir iş değildi kabul etmek gerekir. Vay efendim "Çok zordu, biz çok süperdik, herkesin harcı değil." diyecek değilim. Pekala yapılabilir. 3200 metredeki kamp yerinden ayrılmamızın üzerinden yaklaşık 12 saat geçmişti ve biz başladığımız noktaya geri dönmüştük. 7 saat içerisinde yaklaşık 2000 metre irtifa kazanıp zirveye -5137 metreye- çıkmış, sonrasında da hiç durmadan 5 saat içerisinde 2000 metre irtifa kaybedip kampa geri dönmüştük. Bedenen gerçekten yıpratıcı olmuştu. Hareket halindeyken anlamıyordu insan. Ama ne zamanki geriye dönüp çadıra gidip şöyle bir uzanalım dedik. Ne zamanki uzandıktan yarım saat sonra kalkmaya çalıştık. İşte o zaman vücuda etkilerinin ne derece olduğunu anlayabildik. Diyebileceğimi dedim:
Dönüşle birlikte artık vücut da durup dinlenmek istiyordu. Belli ki 14 saatlik uykunun etkisi artık geçmiş vaziyetteydi.
Yapılamaz değil, yapılmamalı veya yapması tercih edilmemeli.
Tırmanış belki zorladı ama asıl yıpratan doğaçlama yaptığımız son hamlemiz oldu. Niyetimiz -ve yine aslında olması gereken de- tırmanış dönüşü bir gece daha 3200 metrede kalıp dinlenmekti. Hani sözlü olarak ifade etmesek de öyle yaparız diyorduk. Ama sonra işler yine değişti. 51 NEREYE
Sol tarafta 4200 metredeki kamp yeri görünüyor. Biz ise sağ altta nokta şeklinde görünen çadırlarla kaplı 3200 metredeki kamp yerine inecektik.
Aralık // 201 3 Ağrı Dağı'nın zirvesinden, Türkiye'nin çatısından herkese çok selamlar...
Kampa dönerken bir inelim de duruma göre olmadı Ağrı'ya da döneriz diyorduk. Kampa indik. Çadırlara girdik. Bir şeyler içtik; malum yiyecek bir şey yok. Yukarı giden ekipler dolasıyla ana kamp da iyiden iyiye boşalmıştı. Turların yerleşik çadırları ve bekçiler hariç kimse kalmamıştı. O esnada bi çadırda yemek yapıyorlardı: Menemen. Geldiğimizi görünce bizi de davet ettiler. Bir şeyler atıştırdık bu vesileyle ve biraz dinlendik. Şöyle bir uzanayım gelirim diye yattıktan yarım saat kadar sonra yemek için Hüseyin seslendi. Ve o an anladım ki hiç de iyi halim yokmuş. Her tarafım neredeyse tutulmuştu. Yarı topal vaziyette yemek çadırına gittim. Bir şeyler atıştırıp döndük. Gidelim mi? Kalalım mı? Şahsen kendimde hiç çadırı toplayalım, çantaları sırtlanalım ve o bitmeyecekmiş gibi yolu geri inelim hevesi yoktu. Yatalım dedim; yattık. Herhalde yarım saat olmadı. E hadi kalk gidelim diye yine Hüseyin'i kaldırdım. Zira ortada çok basit bir gerçek vardı:
"Burada kalıp eziyete çekmeye gerek yoktu." Yarın sabah her şey çok daha güzel olmayacaktı. Toz toprak içinde kıvranacağımıza ineriz aşağıya da güzel bir duş alıp, rahat rahat yatarız dedik. Hızlıca ayaklanıp çantaları, çadırı toplayıp yola koyulduk. 15:30 gibi çıktığımız yol yaklaşık üç, üç buçuk saat sürdü ve arabanın yanında sonlandı. Tüm tırmanıştan daha yorucusu/eziyet veren tarafı işte bu son dönüş yolu oldu. Ama bitmişti. ~ Eşyalarımızı arabaya atıp yola çıktık. İlk bulduğumuz markete dalıp bol bol ayran ve soda alıp hararet giderdik. Saat 20:15'de eve varmış, çantaları boşaltıyorduk. Ve o anda farkettik ki tırmanışta yine yemek arttırmıştık?! 1 paket çorba, yarım paket makarna ile gittiğimiz, nasıl yetecek/yetmez ki bu dediğimiz, dağda iki gece geçirip zirve tırmanışı yapıp döndüğümüz faaliyet sonucu yarım paket çorba arttırmışız? Hüseyin gereken notunu aldı, bir sonraki faaliyetin yemek listesini ona göre güncelleyeceğiniz söyledi: Nanomalist Dağcılık! Akşam 20:30'da duşumuzu almak üzere banyolara doğru gidiyorduk. Saat 20:50'yi gösterdiğinde ise buz gibi kavunları dolaptan çıkarmış, bir taraftan yerden bir taraftan da bilgisayarda "Biz bugün ne halt ettik lan?" diyerek fotoğraf/videolara bakıyorduk. NEREYE 52
D
alyan’a İstanbul’dan ister İzmir - Muğla üzerinden ister Burdur - Fethiye üzerinden karayoluyla ulaşabilirsiniz. Havayoluyla ise Dalaman Havaalanı üzerinden ulaşabilirsiniz. Biz karayolunu tercih ediyoruz. Ortaca ilçesine geldikten sonra her 1 0 dk da bir Dalyan’a giden dolmuşlara biniyoruz ve Dalyan merkez de iniyoruz.Dalyan Ortaca’ nın şirin hiç bozulmamış genelde günübirlik geziler için tercih edilirken yeni yeni keşfedilen bir beldesi. Köyceğiz Gölü’nü denize bağlayan ve antik dönemde Calbis adı verilen fiyort tipi doğal kanalın kenarında kurulmuş.1 998 yılın da Özel Çevre Koruma Bölgesi ilan edilerek koruma altına alınmış. Dalyan adını buradaki doğal kanallar ve bu kanallar üzerinde yapılan dalyan balıkçılığından almış. Şimdilerde ise kanalların etrafında çok sayıda ufak otel pansiyon ve lokanta ile tam bir tatil beldesi.
55 NEREYE
İlk günümüzde Cumartesi geldiğimiz için hemen merkezde kurulu Dalyan Pazarına uğramadan edemiyoruz. Pazar ufak ama çok renkli bir pazar ve mutlaka pazar yerinde köylü kadınların yaptığı gözlemelerden yemeden ayrılmayın. Sonrasında neler mi yapıyoruz hadi sizinle tek tek bakalım. Bir gün eğer Dalyan’a yolunuz düşerse neler yapabiliriz? diye
Sonbahar gelmiş kış yaklaşırken, içimizi ısıtan deniz, kumsal, güneş üçlüsüyle ve buna eşlik eden doğa ve tarihin iç içe olduğu Dalyan ‘a gidiyoruz bu ayN.
İlk günümüzde otele yerleştikten sonra soluğu hemen İztuzu Plajı’nda alıyoruz. İztuzu plajına Dalyan merkezden 1 5 dk da bir kalkan dolmuşlarla 1 0 km lik bir yolculukla ulaşılıyor. Kumsalın bir tarafında Dalyan Ağzı Günübirlik Sosyal Tesisleri, diğer tarafında İztuzu Plajı Tesisleri yer alıyor. Biz İztuzu Plajına geliyoruz
dolmuşla. Kumsal yaklaşık 7 km lik bir kumsal ve dev kaplumbağalar Carettta Caretta larla ünlü sahilin bir kısmı şeritle çevrili ve onlara ayrılmış vaziyette ayrıca burada birde nesillerini incelemek çoğaltmak amaçlı koruma evi mevcut. Buraya gelen herkes doğaya ve kaplumbağalara saygılıN. NEREYE 56
Deniz Berk Bulak
Boydan boya uzanan sahil oldukça sakin ve kafa dinlemek hafif esen rüzgar da yürüyüş yapmak için ideal tesisler insanların her türlü ihtiyacını karşılamakta. Akşama kadar vaktimizi burada dinlenerek geçiriyoruz hem yol yorgunluğunu üzerimizden atıyor hem de ertesi gün için enerji topluyoruz. Güneşi sahilde batırdıktan sonra otelimize dönüyoruz. Ertesi gün sabah erkenden yola koyuluyoruz. Tekneler arka arkaya Dalyan Deltası’ndan hareket ediyor. Gerçekten görülmeye değer bir görüntü. Bir süre sonra motorlarımız Deltanın içinde duruyor.Hedefte Caretta Carettaları fotoğraflamak var. 4 – 5 tekne birleşip bir yuvarlak yapıyor ve delta ya balıklar atılıyor. Misafirlerimiz buna alışık bizleri geri çevirmiyor ve hemen su yüzüne çıkıyorlar ve makinalarımız bu anı kaçırmıyor. Deltanın ve Dalyanın bir başka meşhur canlısı daha var o da mavi yengeç o da bir süre sonra canlı olarak teknemize konuk oluyor ve fotoğrafladıktan sonra onu da doğal ortamına bırakıyoruz. Durağımız dün bahsettiğim İztuzu sahilinin diğer tarafı olan Dalyan Ağzı Tesisleri teknelerimiz burada delta’nın ağzında yüzme molası veriyor. Yüzdükçe karnımız acıkıyor. Teknemize atlıyor ve deltanın kenarında kurulu restaurantlar dan birinde yemek molası veriyoruz. Yemekler gerçekten burada çok lezzetli ve porsiyonlar karnımızı gerçekten doyurucak büyüklükte. Sonrasında teknemize binerek Dalyan merkeze doğru geri dönüp buradan Köyceğiz Gölü’ne açılıyoruz. Köyceğiz Gölü sazlıklarla ve bunların arasında yaşayan türlü türlü kuşlarla dolu motorumuzu bir yerde gene durduruyor ve akıntıya kendimizi bırakıp kuş seslerini dinliyoruz. Sonrasında karşı kıyıda kendimizi Köyceğiz Gölünün temiz tatlı sularına birakıyoruz. Karşı kıyıdan Köyceğiz’in evleri görülmekte. Dalyan dan Köyceğiz’e dolmuş tekneler her sabah 9 – 1 0 gibi kalkmakta ve 2 – 3 gibi geri dönmekte. 57 NEREYE
Aralık // 201 3
Bir sonraki durağımız Sultaniye Kaplıcaları; burası Köyceğiz Gölü’nün güneyinde Ölemez Dağının eteklerinde. Kaplıcanın Kaunos’lular tarafından bundan ikibin yıl önce açıldığı belirlenmektedir. Çevredeki hastane kalıntıları da bunu doğruluyor. Ancak bu kalıntılardan çok azı günümüzde görülebilmektedir. Burada Roma ve Bizans dönemlerinde ünlü bir hastane bulunduğunu ve kapısında "Buraya ölüm giremez" diye levha asıldığını biliyoruz. Tarihi kaynaklar, eteğinden kaplıca suları fışkıran Ölemez Dağı'nın adının da bu hastane levhasından kaynaklandığını yazmaktadır.
Ancak, bu hastanenin kalıntıları yavaş yavaş yok olmaktadır. Bir bölümü ise şimdiki kaplıcanın hemen önünde, Köyceğiz Gölü'nün sularının altındadır. Çevrede tekerlekli sandalye veya sedyeyle getirilen hastaların 21 kürlük bir tedaviden sonra yürüyerek gittiklerine dair çok sayıda öykü dinleyeceksiniz. Bunlara inanıp inanmamayı size bırakıyoruz ama kesin olan bir şeyi belirtiyoruz: Sultaniye KaplıcasıTürkiye’nin en yüksek radyoaktivitesi olan kaplıcasıdır. (98.3) 39 Derece
Köyceğiz NEREYE 58
Deniz Berk Bulak
sıcaklıktaki su kalsiyum klorür, kalsiyum sülfat, kalsiyum sülfür ve radon içermektedir. Romatizma, siyatik yanında cilt ve kadın hastalıklarına da iyi gelmektedir. Ama asıl önemlisi radyoaktivite yüksekliği yoluyla rehabilite edici özelliğinin varlığıdır. Burada güzel birşekilde karşılanıyorsunuz. Tesise giriş 4 TL. İçeride önce üzerinize hortumla su tutuyorlar. Sonrasında çamur banyosuna giriyorsunuz. Çamur banyosundan çıktıktan sonra üzerinize tekrar su tutuyorlar çamurlarınız bir nebze üzerinizden gidiyor. Sonrasında duş alıp geldiğinizde Aynı işlem yenileniyor; üzerinize tutulan sudan sonra kendinizi yaklaşık on metrekarelik ve 1 70 cm derinliğideki kükürt kokan şifalı suya bırakıyorsunuz. Su gerçekten biraz kötü kokuyor ama çamur mu kükürtlü havuzmu derseniz ben kükürtlü havuz derim. Çıkınca tekrar üzerinizdeki koku gitsin diye su tutuyorlar ve duşalıyorsunuz. Bu işlemler yaklaşık 1 saat sürüyor bir sonraki durağımız Kaunos Kaunos Dalyan Deltasının karşı tarafına kurulmuş oldukça büyük bir şehir müze kartınız yoksa giriş 8TL.
59 NEREYE
Aralık // 201 3
Engebeli bir araziye kurulu antik kentte, görülebilecek başlıca yapılar şunlardır: Akropol (kale ve surlar), şehir surları, tiyatro, kilise, hamam, depo, çeşme, agora, stoa ve kent içi yolları, tapınaklar ve kutsal alan, liman ve mezarlık. Bunun yanı sıra günümüze ulaşamayan askeri liman, tersaneler, spor merkezi, konutlar gibi yapılar ile henüz çıkartılmamış toprak altındaki eserler de düşünüldüğünde, antik kentin ne derece büyük ve önemli bir yerleşim alanı olduğun anlaşılır. Kendi adına para bastıran Kaunos'un bir dönem bağımsız devlet olduğu, çevresindeki Pisilis (Sarıgerme'de), Sultaniye (Köyceğiz Gölü kenarında) ve çevredeki pek çok küçük antik kentin kendisine bağlı olduğu biliniyor. Kaunos'ta şimdiye kadarki kazılarda mimari eserlerin dışında çok sayıda heykel, heykel kaideleri, sikke, amfora, alınlık (diadem), süs eşyaları, vazolar, kandiller, figürler, çanak ve çömlek bulunmuştur.
Yaklaşık 1 ,5 saatlik hızlı bir turun ardından teknemize dönüyoruz. Artık hava kararmak üzere oldukça da yorgunuz .Son durağımız Dalyan'ın tam karşısında bulunan kaya mezarları Kaunos'luların (Kbid'lerin) muhteşem eserleri olan kaya mezarları Dalyan'ın "Türkiye Tanıtım filmlerinde de sık sık görüldüğü üzere" en önemli simgelerinden birisidir. Teknemizle buraya yaklaşıp burayıda fotoğrafladıktan sonra batan güneşle beraber Dalyan’a dönüyoruz. Dalyan da ufak esnaf lokantaları ve her bütçeye hitap eden restaurantlar bulunmakta. Biz bunlardan birini tercih ediyoruz. Sonrasında gecenin ışıklarıyla Dalyan'ın çarşısını dolaşmaya başlıyoruz. Dalyan gece hayatı olan bir turizm beldesi değil ufak tefek pub lar;canlı müzik yapan barlar var .Gelen turistler ağırlıklı olarak İngilizler ve yaş ortalamaları oldukça yüksek o yüzden gecede oldukça sakin geçmekte.
NEREYE 60
Deniz Berk Bulak Dalyan’da esnaf çok güleryüzlü ufak biryer olduğu için ikinci gün çarşıda herkes sizi tanıyor ve dostluklar kuruluyor.Dalyan'ın bir diğer simgesi de el işçiliği sandaletler. Dalyan' da çeşit çeşit model el emeği göz nuru sandalet yapan ustalar var. Ertesi gün kendimizi dağlara vuruyoruz. Jeep lere atlayarak kendimizi Dalyan'ın eteklerinde buluyoruz. İlk durağımız Dalyan'a 5 km uzaklıktaki Okçular Köyündeki Ley Ley restaurant. Burası yazın bunaltıcı sıcağında çok güzel bir mekan. Burası Leylek lerin göç yolu üzerinde yaklaşık 1 0 yıl önce dümdüz bir araziyken bir girişimci tarafından alınarak yeşillendirilmiş ve leyleklerin konaklamaya gelip çiftleştiği bir yer olmuş aynı zaman da yapay bir göl etrafında yeşillikler altında bir restaurant olmuş. Aynı zaman da bir çiftlik havasında devekuşları ördekler tam kafa dinlemelik üstelik her akşam özel servisle Dalyan dan ücretsiz alınıp tekrar geri bırakılıyorsunuz ulaşım sorununuda böylece çözmüşler üstelik çok hesaplı. Burada yaklaşık 1 saatlik mola verip sonra dağlara doğru tırmanmaya başlıyoruz derelerin içinden jeeplerle geçiyoruz. Oldukça adrenalin dolu bir yolculuk öndeki jeep in çıkardığı tozla sapsarı olmakta cabası ve buradan Yuvarlak Çay a geçiyoruz. Çayın suyu buz gibi çayın kaynağına doğru su içinden 1 km lik bir yolculuk yapıyoruz ama ayaklarımız donuyor. Dönüşte ufak bir tırmanıştan sonra Çayın kenarında bulunan restaurantlardan birinde yemek molası veriyoruz. Restaurant aynı zamanda çayın üzerine kurulu üzerimiz sapsarı tozdan ve kendimizi çayın buz gibi sularına atıyoruz çay diyoruz ama orta kısmı oldukça derin ve suyun içinde durmak yüzmek pek mümkün değil en fazla 2 3 dk. Dayanamıyoruz ve hemen çıkıyoruz. Üzerine gelen yemekler gene muhteşem. Buradan sonra uzun bir yolculukla ormanın içinde gezdikten sonra İztuzu plajının üzerinde bulunan Radar Üssü denilen tepeye çıkıyoruz oldukça dik ve zahmetli bir yol .Ama manzara muhteşem,bütün Dalyan Deltası hatta az ilerideki Köyceğiz gözler önünde. Manzaranın tadını çıkarıyoruz.Zira artık ayrılık vaktiN Önümüzdeki ay başka bir coğrafya da görüşmek üzereN.. 61 NEREYE
ERKMEN SENAN SON SERGİ DAVETİYE AÇILIŞ: 5 ARALIK 2013 PERŞEMBE günü gerçekleştirildi. Bu yıl kaybettiğimiz Erkmen Senan’ın tüm sanat yaşamına ışık tutan 100’ü aşkın eserinin bir araya geldiği retrospektif nitelikli sergi 5 Aralık 2013 - 4 Ocak 2014 tarihleri arasında Karşı Sanat Çalışmaları ve VERSUS Galerileri’nde açıldı. “SON SERGİ” Sanatçının aramızdan ayrılışının ardından gerçekleştirilen ilk sergi olma niteliğini taşıyor. Kendisini “Tarihsel Coğrafya ve Anadolu Arkeolojisiyle” ilgili bir ressam ve “Eski Çağ Araştırmacısı” olarak tanımlayan Erkmen Senan’ın farklı dönemlerine ait yapıtlarından oluşan bu seçkide ¬sanatçının desenlerinden yağlıboyalarına, akrilik çalışmalarından PVC ve mineral sıva gibi çeşitli malzemeler üzerine uygulamalarına dek çeşitli örneklere yer veriliyor. Erkmen Senan, Anadolu Uygarlıkları ile ilgili sadece okuyarak değil gezerek de sonuçlara varan bir ressamdı. Sanatçı, geçmişe saplanıp kalmayarak günümüzle bağlantı kurduğu işlerinde toplumsal ve siyasal yaşama, arkeolojik değerlerin yok edilişine, kültürel yabancılaşmaya dikkat çeken kendine has bir içerik ve görsel dil oluşturdu. Ören yerleri, definecilik, çevre, hayvanlar, doğa tahribatı, kazı emekçileri, arkeologlar ve bürokratik duyarsızlık Erkmen Senan’ın yapıtlarında yer bulurken; resimleri izleyenleri insanlığın ortak değerlerini sorgulamayla başbaşa bırakıyor. 5 Aralık 2013 - 4 Ocak 2014 tarihleri arasında Karşı Sanat Çalışmaları ve VERSUS Galerileri’nde açıktır. VERSUS & KARŞI SANAT Gazeteci Erol Dernek Sokak, No 11/3-4 Hanif Han, TR-34420 Beyoğlu / İstanbul NEREYE 62
F
loransa turu için saat 7:30'da buluştuk ve Floransa'ya doğru yola koyulduk. Günübirlik Floransa turu 1 45 Euro. Yaklaşık 3 saat kadar sürüyor yolculuk. 3 günlük İtalya tatilinde 3 şehir gezince o kadar çok yoruldum ki bütün otobüs yolculuklarında uyudum. Bütün gün gezip bir de her sabah 6:30'da uyanmak beni fazla yoruyor. Yaşlandım mı ne :/ Otobüs yolculuğunda uyandığım anlarda dışarıya baktığımda harika çimenlik bahçeler ve nehirler gördüm. Rehberimiz bizim belediyelerin kalıp halinde satın alıp yol kenarlarına dizdiği çimenlerin İtalya'nın bu bölgelerinden satın alındığından bahsetti. Yol kenarında akıp giden sakin nehirler ve çimenler çok büyüleyici görünüyor. (Elektrik telleri hariç)
Ö
ncelikle belirtmeliyim ki Floransa yürüyerek gezilebilecek küçük ve düzenli bir şehir. Tur otobüsümüz Floransa'ya vardığında ilk olarak yürüyerek Piazza della Signoria'ya geldik. Floransa'nın ortasındaki bu meydanın en önemli özelliği Rönesans heykelleriyle donanmış olması. Meşhur Davut heykeli de bu meydanda yer alıyor. Daha önceleri heykelin orjinali buradaymış fakat insanların el sürüp heykeli yıpratmaya başlayınca orjinali Accademia Gallery'e taşınmış. Meydandan fotoğraflar böyle...
Bu meydan açıkhava müzesi gibi gerçekten ve eğitmen olsanız öğrencilerinizle gelip Rönesansı tümüyle anlatabileceğiniz kadar zengin...
Piazza della Signoria da bolca gezinip heykelleri inceledikten sonra Arno nehri üstündeki eski köprü Ponte Vecchio'ya geçtik. Floransa da bulunan 6 köprüden en eski ve en ünlüsü bu köprü. Medici sarayı ile Uffizi'yi birbirine bağlıyor.
Arno nehiri boyunca yaptığımız yarım saatlik bir geziden şehrin göbeğinde bulunan Floransa Katedral'ine (Duomo di Firenze) geçtik. Gotik tarzda yapılmış katedralin dışı pembe, yeşil ve beyaz mermerlerle işli. Girişindeki büyük saat dikkat çekici ve hala çalışıyor. Katedrale giriş tabiki ücretsiz, fakat omuzlarınız ve bacaklarınız kapalı olmalı, aksi halde içeri alınmazsınız. Katedralin çevresinde örtünebileceğiniz fular tarzı örtüler mevcut. Yaklaşık 8 Euroya satın alabilirsiniz.
Katedralin içindeki freskleri de incelemenizi tavsiye ediyorum. Biz katedrali de gezdikten sonra zorunlu öğle yemeği aramızı verdik. Klasik öğle yemeğimiz olan pizzalarımızı yedikten sonra tur 2,5 saat boş zaman bıraktı bize. O süre içinde rahat rahat gezebileceğimiz, sıra beklemeyeceğiz bir yer seçmek zorundaydık. Gönül isterdik Uffizi'yi gezelim, fakat süre kısıtlı olunca biz eski saray'ı Palazzo Vecchio'yu seçtik.
Eski Saray dediğimiz bu bina günümüzde hala Belediye binası olarak kullanılıyor. Aaaah ah diyeceğim burada siz ne demek istediğimi anladınız :) Nerede bizim Belediye Sarayları(!) nerede Palazzo Vecchio. Neyse efendim bu eski saray bir dönem Rönesans'ın doğuşunda etkili olmuş, meşhur Medici ailesine de ev sahipliği yapmış. Floransa'nın İtalya'nın başkenti olduğu dönemlerde ise Dış işleri Bakanlığı olarak kullanılmış bina. Giriş ücretli ve 8 Euro. İçeri girer girmez sizi bu şirin havuz karşılıyor.
İçeride bir çok sanatçının bir sürü eseri var, gerçekten anlatmakla bitmez. 2 saatte de gezilecek bir yer değil aslında bir tam gününüzü buraya ayırsanız yeridir...
O kadar çok eser var ki Eski Sarayda, anlatmak imkansız, en iyisi ilk fırsatta gidip görmeniz :) Eski Saray'ın dışarıya açılan pencerelerinden birinden Floransa böyle görünüyor.
İlk fırsatta bir kere daha gidip, daha uzun zaman geçirmek istediğim bir şehir oldu Floransa. Her köşesi sanat bu şehrin. Buraya bir daha geleceğim düşüncesiyle şehirden ayrıldık. Bir gün sonra öğlen saatlerinde uçağımız vardı ama her fırsatı değerlendiren biz sabahtan Kolezyum'a gitmeye karar verdik. Yarım günlük roma gezimize bir sonraki yazıda yer vereceğim. Merak edenlere duyurulur :)
Özel Röportaj
İ
nsanlık tarihinde ne kadar geriye gidebiliriz, bizden önce yaşayanlara ilişkin hangi verilere ne şekilde ulaşabiliriz, gibi sorular Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri, Arkeoloji, Antropoloji gibi disiplinlerin kuşkusuz en heyecan verici ve en çok cevap aranan soruları arasındadır. İnsanlık tarihini araştırmak geçmiş toplulukların dillerini, kültürlerini ve tarihsel süreçlerini de beraberinde getirir. Zaman tünelinde geriye gittikçe Eskiçağ Uygarlıklarının pek çoğuna uzaklaşmaya başlarız. Aradaki bu mesafeyi kapatabilmek ve tarihteki uygarlıkları anlamak bu tarihi süreçte geriye giderek onlardan kalanlardan bilgi edinmekle mümkündür. Eskiçağ Tarihinde geriye gittikçe bilgi kaynağımız azalır. Azalan bu kaynakların yarattığı gizem ve merak bizi daha fazla sorgulamaya ve cevap aramaya iter. İşte tam da bu noktada Eskiçağ Tarihine, Eskiçağdaki uygarlıkların dillerine ve kültürlerine en iyi şekilde hâkim olabilmek, nedensellikle çalışan zihnimizin mantığına doğru yol gösteren pusulamız olacaktır. Bugün hümanist ve çağdaş bir birey olarak ileri görüşlü düşünebilmek için, size uzak bir zaman dilimine ait olup kültürel açıdan farklılık arz etse de insani güdüler ve temel ihtiyaçlar açısından oldukça yakın toplumların incelenmesi pek çok şey öğretir. Onların toplumsal, ekonomik, siyasal ve kültürel özelliklerinin araştırılması bu bakımdan çok büyük bir öneme sahiptir. Antik dönemin son derece önemli bir kısmını kapsayan Eski Yunan ve Latin kültürünün incelenmesiyle hayat bulan Hümanizm hareketleri, daha sonra 19. Yy ’da Eski Ortadoğu’nun tarihini de kapsayarak gelişmiş ve bu zamana kadar dinamik bir biçimde süregelmiştir. Klasik Filoloji, , Eskiçağ Tarihi ve Arkeoloji ile bu alanda oldukça yoğun bir bilgi birikimi sağlanmıştır. Bunun yanı sıra akla şu sorunun gelmesi de kaçınılmazdır. Tarihte yolculuk yapmaya devam edersek Eski Çağ’a dair bilgileri ilk olarak nerelerden 81 NEREYE
Aral覺k // 201 3
NEREYE 82
Özel Röportaj
elde ediyoruz? Biz yazının bulunmasıyla çok önemli bir gelişme kaydedildiğini biliyoruz. Yazı bu doğrultuda tarih yazımı için oldukça önemlidir, hatta zaruridir. Tarih sürecindeki bilinmezlikler söz konusu olduğunda yazı bizi dipsiz kuyudan çıkarabilecek çok önemli bir araçtır. Sayısız antik edebi metin bize çok büyük bir bilgi deryası sunar. Ülkemizin 3000 yıl öncesine kadar giden ve sayıları yüzbinleri bulan, birincil elden bize ulaşan yazıtların arşivlenip deşifre edilmesine ve yayınlanıp tanınmasına tarihi aydınlatmasına hizmet eden epigrafi bilimi de sahip olduğumuz son derece büyük bir güçtür. Örneğin; bugün Avrupa’nın önde gelen ülkelerinde Klasik Filoloji, Eskiçağ Tarihi ve Klasik Arkeoloji sahalarındaki bilgi birikimi ve bilimsel sonuçlar en üst seviyeye ulaşmışsa bunda disiplinler arası uyumun, edebi metinlerin yanı sıra özellikle Epigrafi, Papiroloji ve Nümizmatik gibi temel Eskiçağ disiplinlerinin etkin kullanımının büyük rolü vardır. Disiplinler arası etkileşimin Eskiçağ dünyası için bugün ortaya koyduğu verim inkar edilemez bir gerçek olarak biliniyor olduğuna göre ;
83 NEREYE
P. ÖZTÜRK: Arkeoloji, Epigrafi, Eskiçağ Tarihi ve diğer önemli bilim dalları arasındaki bu bağı daha da güçlendirmek için neler yapılabilir?
F. ONUR: Neler yapabileceğimizi anlamak, sorunların ya da eksiklerin nerede olduğunu iyi kavramaktan geçiyor. Türkiye’de pek çok alanda olduğu gibi, Eskiçağ bilimleri arasındaki ilişki de başta yükseköğretim yetkilileri olmak üzere maalesef anlaşılamamış. Bu da muhtemelen yine Eskiçağ bilimleri disiplinlerinde yetişen ve üst kurumlarda yer alan öğretim üyelerinin hepsinin bu işi yeteri kadar kavramamasından ya da objektif olarak değerlendirmemesinden kaynaklanıyor. Bunların da pek çok nedeni var tabi ki, en azından benim gözlemlediğim kadarıyla Türk bilim adamları içerisinde son zamanlarda öne çıkan çekişmeler bu bağın kurulmasında ya da güçlenmesinde büyük bir sorun olarak duruyor. Bana göre Eskiçağ alanındaki bilim adamlarımızın her birinin kendi ekiplerini kurarak birer “krallık” görüntüsüne kavuştuğu ve diğer “krallık”ları da haliyle rakip gördüğü algısına neden olan tutumlardan kaçınmak çok önemli. Bu sadece yurtiçinde değil, yurtdışında da bu şekilde algılanıyor. Bunun bir şekilde onlara getirileri de oluyor tabi. Bu maalesef ilkel bir görüntü, olgunlaşmamız gerektiği kesin fakat ne kadar zamana ihtiyacımız olduğu da ancak yeni nesil öğretim üyelerine ve öğrencilerimize bağlı. Maalesef bazı çekişmeler yeni nesle de sirayet etmiş durumda, genç nesil arasında nedenini bile bilmediği bir çekişmeyi kırmaya çekinen kimselerin sayısı da az değil. Bununla birlikte bu disiplinler arasındaki ilişkiyi seviyeli, kaliteli, meyve verici bir şekle dönüştürme arzusu ve çabasında olan hocalarımız da var. Fakat bunun için henüz yeteri kadar serbest bir alan oluşmadı. Sadece Eskiçağ bilimlerini bir arada tutabilecek üst bir kurum yok, üniversitelerde ortak mekânlar kurulu değil, en azından bizim üniversitede böyle bir ortam oluşmadı. Size işin böyle olduğunu söylemek ilk olarak olayın bu kısmını anlatmak beni üzüyor, ama maalesef göz ardı edilebilecek bir şey değil, yeni neslin çok dikkatli olması gereken bir şey. İlk kırmanız gereken şeylerden birinin bu olduğunu düşünüyorum. Zira sözünü ettiğiniz bilimler birbirine muhtaçtır, kopuk ilişkilerle yapılan çalışmalar her zaman eksik kalıyor. Bu uçurumu yok edebilirseniz zaten gerisinin çorap söküğü gibi geleceğinden şüphem yok.
Aralık // 201 3 P. ÖZTÜRK: Büyük bir bölümü Anadolu kökenli kültür birikimine dayanan Batı medeniyetinin özünü oluşturan Eski Yunan ve Roma Uygarlıklarının kavranıp özümsenmesini sağlayarak, özellikle klasik batı dillerine dayanan eğitim formasyonu da sunan, ayrıca insanın düşünsel ve toplumsal gelişimindeki önemini ve değerini tanıtmayı amaçlayan Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri bölümlerinin Eskiçağ Bilimlerine katkıları ne yöndedir?
F. ONUR: Normal koşullarda zaten Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri üst adı altındaki çalışmalar tüm Eskiçağ çalışmalarının temelini oluşturur. Bu yapı içerisinde bizler Klasik dünyayı çalışanlarız. Klasik filolojinin kapsadığı pek çok alan ve disiplin de bulunmakta. Filolojik çalışmalar 100.000 üzerinde metni okuyarak Eskiçağ bilim dünyasına yapılabilecek en büyük katkıyı, en sağlam temeli sağlamışlardır. Bununla birlikte oldukça önem arz eden epigrafik belgeler de hızla okunmaya devam etmektedir. Bunların sağladığı bilgi ve temel inanılmaz boyuttadır ve gün geçtikçe bu
bu işin önemi fazlasıyla fark edilmektedir. Tabi ki filologlar ya da epigrafistler gözle görünür bir katkı sağlamıyormuş gibi algılanabilir, zira ellerinde bir tiyatro, hamam ya da meclis binaları gibi yapılar bulunmamakta. Ülkemizdeki itibar anlayışı biraz bu yönde ilerledi. Çok okuyan ve felsefeyi, tarihi, coğrafyayı ve kültürü ikincil bir kazanım olarak görmeyen, doğru bilginin peşinde koşmayı hedef edinmiş bir nesli bekliyoruz. Avrupa’da bunlar iyi bilindiğinden dil ve belge çalışanlar oldukça saygı ve itibar görmekteler. Ülkemizde bu ne zaman yakalanır, bunu tam göremiyorum. P. ÖZTÜRK: Bildiğimiz üzere yakın zaman da Akdeniz Üniversitesi Klasik Diller Ve Anadolu Medeniyetleri Topluluğunun İstanbul Üniversitesi Klasik Filoloji Topluluğu ile birlikte düzenlemiş olduğu Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Öğrenci Sempozyumu gerçekleştirildi, edebiyattan felsefeye, felsefeden tarihe ve hukuka kadar çok çeşitli konular ele alındı, size göre bu sempozyumun bize kazandırdığı önemli hususlar neler oldu?
NEREYE 84
Özel Röportaj
F. ONUR: Bu sempozyum ülkemizde klasik dillerle bağlantılı çalışmalar yapan bölümlerin öğrencilerini bir araya getirdi. Böyle bir şeye uzun süredir ihtiyaç duyulduğu kesin, zira iyi bir sinerji oluşturuyor. Biz akademik camia olarak bunun benzerini geçen sene düzenlediğimiz II. Tük – Yunan Epigrafi Sempozyumu’nda da yaşamıştık. Gerçi o daha büyük ve uluslararası bir sempozyumdu. Oraya da yine aynı bölümlerin elemanları gelmişlerdi ve bu tip organizasyonların önemi fark edilmişti. Bu yapılan bir öğrenci sempozyumuydu, fakat hiçbir şekilde hafife alınmaması gereken bir şey. Sempozyum görevlileri büyük bir titizlikle, yeni başlamalarına rağmen neredeyse profesyonel bir organizasyon yapmışlar. Bunu hocalar olarak fazlasıyla takdir ettik ve geleceğe yönelik umutlarımızı artırdı. Öğrencilerin bu tip platformlara ihtiyacı var, kendilerini gösterebilecekleri ortamların yaratılması gerekiyor. Ben bu sempozyumu, eksikleri olsa dahi, çok başarılı buldum ve daha akademik ve profesyonel düzeye hatta ileride uluslararası bir organizasyona dönüşmesini yürekten diliyorum. Bu da tabi belli prensipler ve genel kuralların iyi uygulanışı ile mümkün. Böylelikle sempozyum çok daha itibarlı bir hale dönüşecek ve başarılı öğrencilerin katılabileceği ve kendilerini gösterebileceği daha ciddi bir ortama dönüşebilecektir. Bu sadece öğrenciler açısından değil, geleceği görmek isteyen bu alanda çalışan akademi adaylarını tanımak isteyen bölüm elemanları açısından da daha fazlaca önem arz edecektir. P. ÖZTÜRK: İçinde Bulunduğumuz yüzyılın edebiyatını felsefesini, tarihini ya da dilini iyi anlamak ve ifade etmek, bizi modern ve çağdaş bir seviyeye taşıması için önemlidir ancak takdir edersiniz ki öncelikle bu yüzyılı temellendiren eskiçağın iyi öğrenilmesi ve öğretilmesi gerekir. Bu konuda geniş bir kitleye hitap edebilmek ise oldukça önemli. Toplulukların sempozyumların ya da diğer organizasyonların daha geniş bir kitleye hitap edebilmesi için nasıl bir yol izlenmeli?
85 NEREYE
F. ONUR: Bunun maalesef doğrudan ve kolay bir yolu yok. Çünkü bizim çalıştığımız dönem ve uygarlıkların toplumsal kabulünü sağlamak zor bir iş. Kültür politikasında doğru yerini bulamamış. Sencer Şahin hocamızın yıllardır ısrarla üzerinde durduğu kimlik sorunları da bu durumun yansımaları. Bu tip sorunlara doğrudan müdahale etme şansımız pek olmasa da, bir şekilde buna etki edebileceğimizi düşünüyorum. Öncelikle bu alanlardaki ivme bu konuda hedefi ve vizyonu olan enerjik bir akademisyen ve öğrenci kitlesi yetiştirmeye bağlı. Çünkü işin daha geniş kitlelere yayılmasını öncelikle bu kimseler sağlayacaktır. Bunun için bölümlerin tanıtımlarının çok daha iyi yapılması gerekiyor. Belli bir kamuoyu yaratılması lazım, insanlarda merak uyandırmak gerekiyor. Bu yönde malzemeler elimizde fazlasıyla var ve gelecek vadetmekte. O kadar çok yazılı malzeme var ki çok fazla bilgi içeriyor, tamamen bir hazine. Bunların sunumunun iyi hazırlanması lazım. Böylelikle hem öğrenci kalitesini artırmak, hem de genel bir merak ve ilgi
Aralık // 201 3
uyandırmak gayet mümkün. Türkiye’de bu alanda (yazılı eser) çalışanlar kendilerini atıl hissetmekteler, bunda da çok haksız sayılmazlar. Çünkü çoğu çevrelerde ikincil bir pozisyonda algılanıyorlar, hâlbuki ideal durum hiç de böyle değil. P. ÖZTÜRK: Bu alanda sözlü faaliyetlerin yanı sıra yazılı faaliyetlerde son zamanlarda ciddi bir şekilde ilerleme kat ediyor. Akron üst başlığı altında ulusal bir kitap dizisi ve Gephyra adlı uluslararası bir dergi çıkarıyorsunuz. Bu kitap dizisi ve uluslararası dergi yazılı kaynaklara iyi birer örnek teşkil ediyor. Peki, bu yayınlarla hem yerel kitle içerisinde hem de uluslararası platformlarda ne amaçlar hedefleniyor?
F. ONUR: Sözünü ettiğiniz iki yayın bizim bölümün bilimsel hizmet anlayışıyla çıkardığı çok önemli iki platformdur. Her iki yayın da Akdeniz Üniversitesi’nin
Akdeniz Dillerini ve Kültürlerini Araştırma Merkezi’nin yayın organlarıdır. Akron misyonumuzun ulusal bir penceresi iken, Gephyra uluslararası platforma açılan bir penceredir. Her ikisi de oldukça başarılı bir şekilde yürümekte. Akron yayın dizisini çıkarmak bölümümüz öğretim üyelerinden Prof. Dr. N. Eda Akyürek’in fikriydi. İstanbul Üniversitesi’nde Prof. Dr. A. Vedat Çelgin hocamızın katkısıyla güç kazanan bu kitap dizisinin temel hedefi bir önceki sorunuza verdiğim cevaptaki amaçlarla örtüşmektedir. Akron’daki yazılar aslen ülkemiz insanına hitap ederek onları belli bir bilgi kapasitesine ve entelektüel seviyeye çıkarabilmeyi hedefler, bu nedenle de Türkçe’dir ve yazı vermek isteyen herkese başvuru açıktır. Bu yazılara ihtiyacı olanlar aslen yine bizim alanlarda çalışıp da yeteri kadar bilgi sahibi olamayan, fakat her koşulda bunu arzulayan bir kesime de hizmet eder. Bunlar arasında ilgili devlet kurumları, örn; Müzeler, koruma kurulları vs., bünyesinde çalışanlar da bulunmaktadır. Ayrıca Eskiçağ öğrencilerine ana dilde bilgi sağlamak ve alanla doğrudan ilişkili çalışanların, örn. turizm rehberleri, ya da amatör ilgililerin de kullanabileceği bir kaynak oluşturmak da Akron’un hedefleri arasında yer alır. Gephyra ise uluslararası bir yayın olup, katı bilimsel kıstaslar çerçevesinde, dünyanın her yerinden gelen makale başvurularıyla gittikçe zenginleşen ve yurt dışında gün geçtikte talebi artan bir durumdadır. Bu iki yayın, mensubu olduğum bölümün himayesinde çıkarılsa da, aslen Türkiye’deki Eskiçağ çalışmalarının hem halkımıza hem de bilimsel sorumlulukla tüm dünyaya açılmasına hizmet eden iki araçtır. P. ÖZTÜRK: Diğer önemli bir bilim dalı ise Arkeoloji… Bölge de yer alan antik yerleşimlerin kazılması, araştırılması, belgelenmesi, arşivlenmesi ve en iyi şekilde yorumlanması doğrultusunda, ülkemizin çağdaş uygarlık düzeyinin üzerine çıkmasına katkıda bulunmayı amaçları arasında tutan Arkeoloji disiplini ile ilgili kavram hiç kuşkusuz Eskiçağ Tarihi ve günümüz için büyük bir önem arz etmektedir. Arkeoloji ile Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri arasında sahip olduğu ortak noktaları dolayısıyla doğrudan bir bağ bulunduğu ortadadır. Bu konudaki fikirlerinizi öğrenebilir miyiz?
NEREYE 86
Özel Röportaj
F. ONUR: Sizin de bildiğiniz gibi, ben lisansımı 1995-1999 yılları arasında Akdeniz Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nde yaptım. Bu süreçte pek çok ders aldım tabi ki. Ayrıca öğrenciliğim boyunca 3 yaz Patara’da bir yaz da Sagalossos’ta kazılara katıldım. Dolu dolu bir 4 yıl geçti anlayacağınız. Yüksek Lisans’tan itibaren ise, Eski Yunanca ve epigrafiye yönelerek Eskiçağ Dilleri ve Kültürleri Bölümü’nde devam ettim. Dolayısıyla her iki alanda da tecrübelerim ve ne şekilde çalıştıklarına dair fikirlerim var. Türkiye’de epey bir kazı var, bu kazılardan bazıları da üniversitemiz Arkeoloji bölümü öğretim üyeleri tarafından yürütülmekte. Her sene gerek arkeolojik gerekse epigrafik pek çok yeni malzeme geliyor, bunların değerlendirilmesi de kısa sürede yapılabilecek işler değil, zira her birinin izlenmesi gereken metodolojisi ve belirli kıstaslara göre değerlendirme süreci mevcut. Kazılarda çıkan yazılı malzemeler yurt dışından ya da yurt içinden epigrafi uzmanları tarafından incelenerek yorumlanıyor. Bu yazılı malzemeler kazılan kentin tarihi, sosyal, dini ve siyasi yapısı hakkında çok fazla bilgi veriyorlar. Dolayısıyla bu yazılı malzemenin değerlendirilmesi hayati bir önem taşıyor. Kazıya yön verebildikleri gibi, Arkeologların da düşünme ve yorumlamalarına doğrudan etki yapıyorlar. Zira bunun böyle olması çok doğal ve şaşırtıcı bir şey değil. Yazılı belgelerin de doğru anlaşılması için arkeolojik bir çevre ve malzeme değerlendirmesi şart, aksi takdirde bulunduğu mekandan bağımsız bir sonuç tatmin edici bir yorumu getirmiyor. Bu bağlamda bu ikisinin koordine çalışması hem zorunluluktan hem de iyi meyve verici oluşundan bir gereklilik arz eder. Fakat maalesef bu konuda da biraz geri kaldığımızı ve tam profesyonel davranamadığımızı itiraf etmek durumundayım. Bu konuya ilişkin bazı düşüncelerimi ilk sorunuzda da vermiştim. Onların dışında diyebileceğim şeyse, kişisel başarı yerine ulusal ve uluslararası alanlardaki bilimsel duruşumuzun ön plana alınarak davranılması. Çünkü bu durumda belki kişi kazanıyordur, fakat kaybeden Türk Eskiçağ bilimi, dolayısıyla Türkiye’deki bilimsel çalışmalar en nihayetinde de bilimin kendi olacaktır. Son bahsini ettiğim değerler, kişinin kazanımına kurban edilecek şeyler değil. Bilimsel yapıdan taviz 87 NEREYE
verilememeli. Örneğin, sırf kişisel nedenlerle diğer önemli yazılara atıfta bulunmamak ya da kaynakçada göstermemek gibi bilimselliğin dışında kalan tuhaf bir tutumu bir değermiş gibi göstermemek gerekir. Bundan başka pek çok örnek var ama bu örneği bilimsel çerçevenin ne kadar dibe vurabildiğinin anlaşılması açısından verdim. Bu yüzden daha büyük ortak bir hedef herkesin daha ahenkli ve daha verimli çalışmasını sağlayacaktır. Bu anlamda umutlu olduğumu da eklemek isterim, zira yeni nesil Eskiçağ bilimcileri ve öğrencilerimiz gelecek vadetmektedirler. Eskiçağ dünyasının ve bu dünyayı bize öğreten bilimlerin önemine yaptığımız yolculukta bize eşlik eden Sayın Yrd. Doç Dr. Fatih Onur’a aktarmış olduğu değerli fikirleri için teşekkür ederiz. Ortak bir payda da yer alan bilim dallarının, birbirleriyle etkileşim halinde, geleceğin ve bugünün rehberi, bilim dünyasındaki hareketliliğin ise sürekli olması dileğiyle.. Röportaj
Pınar Öztürk
https://www.facebook.com/nereyedergisi
https://twitter.com/Nereyedergisi