Benimle Asla Tanışamayacaksın / ÖN OKUMA

Page 1


.

.

.


Birinci Bölüm

LAZER IşINI Sevgili Münzevi Yoldaş, Adım Oliver ama benimle tanışan çoğu insan sonradan bana “Ollie” diyor. Herhalde senin bana Ollie demene gerek yok; çünkü muhtemelen benimle asla tanışamayacaksın. Hiçbir zaman senin olduğun yere gelemem; çünkü beni münzevi yapan en büyük neden, elektriğe çok kötü alerjimin olması. Bu beni bayağı kısıtlıyor ama hey, herkesin sorunları vardır, değil mi? Bence benimle hiç tanışamayacak olman çok yazık çünkü çok da sıkıcı değilim. Mesela çatallarla acayip iyi hokkabazlık yaparım. Kanji* kaligrafisinde de bayağı iyiyim ve bir parça çamı her şeye dönüştürebilirim. Eh, çamdan yapılma her şeye. Dr. Auburn-Stache** (yemin ederim bu gerçek adı), en çirkin ayak parmağımdaki distal falanksından gözlerimin üzerindeki alın kemiğine insan vücudundaki bütün kemikleri bu kadar hızlı saya-

---------------------------------------------------* (Jap.) Japoncanın yazımında, Çin karakterlerinden uyarlanmış işaretler. (e.n.) ** (Alm.) Kızıl Bıyık. (ç.n.)

5


Leah Thomas

bilmemden çok etkilendi. Başımdaki saçlardan daha çok kitap okudum ve glockenspiel’e* hâkim olmama sadece birkaç ay kaldı. (Eğer bilmiyorsan, glockenspiel’lar, ksilofonların daha havalı, metal ağabeyleri gibi.) Ne düşündüğünü tahmin ediyorum ama ormanın ortasında yaşamanın insanı glockenspiel çalmaya ne kadar heveslendirdiğine şaşarsın. Bütün bunların dışında, benimle ilgili en ilginç şey, aşk acısı çekiyor olmam. Bir kızın ismini defterlere, masalara ve ağaçlara kazıma ihtiyacı gibi şiirsel saçmalıklardan bahsetmiyorum. Ay ışığında serenatlardan da bahsetmiyorum; çünkü hırıldayan kedim bile benden daha iyi şarkı söyler. Eğer bu kızın –Liz, adı Liz– yanında bulunursam, normal şartlar altında ölebileceğimden bahsediyorum. Onu, mesela –bilmiyorum– bir atari salonuna götürürsem (Duvardan duvara elektrikli oyunlarla kaplı şu esrarengiz yerlere öyle deniyor değil mi?), neon ışıklarıyla ve hızlı simülatörlerle ve bip bip sesleriyle dolu bir bodruma girsem yere yığılırım ve yarına çıkamayacakmışım gibi nöbet geçirmeye başlarım. Zaten başımı yanlış şekilde çarparsam yarına gerçekten de çıkamayabilirim. Çoğu insanın aşk acısı derken bunu kastettiğini sanmıyorum, Münzevi Yoldaş. Bu kızı sinemaya götürseydim (Çok isterdim. Filmler nasıl şeyler?) arkamızdaki projektörün çalışması gözlerimin seğirmesine sebep olurdu. Diğer insanların ceplerindeki telefonların tiz gürültüleri, şakaklarıma zümrüt rengi buz sarkıtları saplardı. Tepedeki loş ışıklar, retinalarımda altın ve beyaz renklerde yanardı. Belki dilimi bile yutardım. Bir yerde epilepsi nöbeti geçiren insanların esasında dille----------------------------------------------------------*

(Alm.) Ksilofona benzer bir müzik aleti. (ç.n.)

6


BENİMLE ASLA TANIŞAMAYACAKSIN

rini yutamayacaklarını okumuştum. Fakat dillerini ısırıyorlar, kötü bir nöbetten sonra dilimi hart diye ısırmıştım. Auburn-Stache’nin üste yedi, alta da beş dikiş atması gerekmişti. İki haftadan uzun süre boyunca kulübemizde “Ne obuyor?” ve “Ebet lüffen” gibi şeyler diyerek dolaştım, annem de bıkkın bir şekilde beni onaylamayarak başını salladı. Annem hep bıkkın. Yüzü, özellikle de gözlerinin etrafı kırışık, gülümsediğinde bile. Sanırım bu en çok benim suçum. Ona bu konuda hiçbir şey söylemem; çünkü bunu fark etmemin onu üzeceğini düşünüyorum. Sonra kendini bir-iki gün, hatta bu sefer daha da uzun süreliğine garaja kapayabilir. Annem harika biri ama son zamanlarda onunla oldukça kötü günler geçirdik, ikimizin de kış güneşinin tadını çıkaramadığı günler. Ben mum ışığında bunu yazarken, o da beni izliyor ve muhtemelen bunu okuyup okuyamayacağını merak ediyor. Annem elyazımın sarhoş bir doktorunkine benzediğini söylüyor. Bir keresinde Dr. Auburn-Stache’ye kaçak içki içmeyi (İnsanların ormanda içmesi gereken bu değil midir?) sonra da yazılarımızı karşılaştırmak için bir sone yazmayı düşünür mü diye sordum ama sadece keçisakalının altında kıkırdadı ve omzumu sıvazladı. Ama, neden bahsediyordum ben? Liz’den mi bahsediyordum? Muhtemelen evet; çünkü aşk acısı çekerken böyle oluyor. Aşk acısının ilk yan etkisi, kontrol edilemez şekilde kelime kusmak: Liz yakınımdayken, sanki başka kimse yokmuş gibi geliyor. Onunla ormanda tanıştığım gündeki gibi benimle alay edip sırıttığında belki de her şeyin yolunda olacağını, aklımı kaçırma7


Leah Thomas

yacağımı düşünüyorum. Çünkü Liz, bana kimsenin adından önce hastalığını söylememesi gerektiğini söyledi. Sana önce adımı söyledim, Münzevi Yoldaş! Ama artık Liz neredeyse hiç yok, o yüzden… Ondan bahsetmemem gerekiyorsa özür dilerim. Liz’in annesi ile babası sosyal hizmet uzmanları. Liz bazen düşüncelerim beynimden uzağa sürüklendiği ve çok fazla gevezelik ettiğim için bir tür dikkat dağınıklığı bozukluğum olduğunu düşünüyor. Bana kendinden bahset. Senin durumun nasıl? Annem, bu mektubu nereye göndermeyi planladığını söylemiyor. Tek söylediği, Auburn-Stache’nin benden birkaç yaş büyük, kendi tuhaf tıbbi sorunları olan başka bir çocuk tanıdığı. Annem bu sene başıma gelen her şeyden sonra konuşabileceğim birinin olmasının iyi olacağını düşündü. Yardıma ihtiyacım olduğunu düşünüyor ama abartıyor. Yemeyi kesmiş değilim, bazen insanın canı ton balıklı sandviç istemez. Bu hasta olduğum anlamına gelmez. En azından normalden daha hasta olduğum anlamına. Çünkü birinin elektriğe alerjisi olmasından daha da fazla hasta olunamaz. Hazır bahsetmişken sana bunu açıklamaya çalışacağım ama neden elektriğe alerjim olduğunu sorarsan tek yapabileceğim şey, omuz silkip iç çekmek. Hep böyleydim. Hayatımdaki en büyük gizem bu. Ama bu çok gizli bir laboratuvarla ilgili olabilir. Bu sadece bir teori ve sadece kolay etkilenen on yaşında bir çocukken fırtınada battaniyeden yapılma kalemim içinde Frankenstein okumamdan

8


BENİMLE ASLA TANIŞAMAYACAKSIN

ileri gelmiyor. Okuduğum süper kahramanların, Kaptan Amerika’dan Hulk’a ve Wolverine’e kadar neredeyse yarısı, yetilerini laboratuvarlarda denek oldukları için almışlar. Bence bir denek olmak, kulağa hasta olmaktan çok daha iyi geliyor, anlıyorsun değil mi? Henüz tamamlanmamış teorim şu: Belki Dr. AuburnStache, annen ve babanla gizli, sır olarak tutulan bir laboratuvarda buluşmuştur? Belki de babamın radyasyon zehirlenmesine maruz kaldığı laboratuvardır... Çünkü hipotezimi destekleyecek kanıtım var. Babam hakkında çok şey bilmiyorum. Ama bir tür doktor veya bilim insanı olduğunu biliyorum; çünkü annem dolabında onun laboratuvar önlüğünü saklıyor. Bir keresinde yedi yaşında falanken annemin anahtarlarını çalmak için gizlice bürosuna girmiştim (bazen annem bizi içeri kilitliyor ama çekirge yakalama sezonunun en verimli dönemi olduğundan dışarı çıkmayı çok istiyordum) ve annem, laboratuvar ceketini battaniye gibi üzerine örtüp uyuyordu. Bunu görünce anahtarları aramayı bıraktım. Annem bana laboratuvar hakkında haklı olup olmadığımı veya babamı anlatmıyor, sadece babamın ölmeden önce hasta olduğunu anlattı. (Radyasyon zehirlenmesi olmadığını tahmin ediyorum.) Ama ben çok iyi kışkırtırım, Münzevi Yoldaş. Yıllar içinde annemin ağzından öyküyü almak için birçok taktik denedim. Bu taktiklerin hepsi olmasa da bazıları şöyle: a. Annemin koltuğunun arkasından fırlayıp, “Babam kimmmm?” diye bağırmak. b. Annem un aramak için gelinceye kadar karanlık kilerde beklemek ve kısık bir fısıltıyla, “Laboratuvar gerçek mi?” diye inlemek.

9


Leah Thomas

c. Görebileceğin en parlak yavru köpek bakışlarıyla uzun uzun inlemek (yemin ederim bu sadece bir numara). Annem hiç sarsılmıyor. Bütün taktiklere cevabı genelde gözlerini devirmek oluyor, ama arada sırada başımı okşuyor. Ben kilerdeyken sadece kapıyı üzerime kapıyor. Yani babamın kim olduğunu bilmiyorum ama annemin onu özlediğini biliyorum. Eğer onu benim Liz’i özlediğim gibi özlüyorsa kapıları kilitlemesine şaşmamalı. Belki mektubunda bana laboratuvarlar hakkında bildiklerini anlatabilirsin; çünkü biraz önce annemi yine bu konuda rahatsız etmeye gittim. Masama geri oturmamı ve pijamalar aşkına bir kerecik olsun konuyu değiştirmememi söyledi. Bu nasıl olacak? Daha önce hiç konuda sabit kalmam gerekmemişti. İnsan hayatı boyunca çam ağaçlarıyla dolu bir ormanda yalnız kaldığında, sabit kalması için hiçbir sebep olmuyor. Etrafımda çenemi kapatmamı söyleyecek kimse yok. Yani, postacı ve birkaç kişi dışında, beni hiç kimse görmedi. Liz bana bazı insanların kulübemin şehir efsanesi olduğuna inandıklarını söyledi! Keşke şehir merkezine gidip onlara gerçeğin ne olduğunu gösterebilsem. Ama uzun yolumuzun ortasında bir elektrik hattı var ve altından sarkan turuncu elektrik akımları, asla altlarından geçmeme izin vermiyor. Bu ufak turuncu ışıklar bir keresinde beni bisikletimden çekip aldılar ve kafa üstü bir ağacın gövdesine çarptırdılar. Esasında doğrudan konuya girersek, benim hastalığım alerjiden biraz daha tuhaf. Bazen daha çok karşılıklı itilmeyi falan andırıyor, tıpkı aynı kutuplaşmadaki iki mıknatısın burun buruna koyulduğunda birbirlerini masanın öbür ucuna fırlatmaları gibi. Bu neredeyse çizgi romanlardan çıkma bir şeye benzemiyor mu? İlginç, değil mi?

10


BENİMLE ASLA TANIŞAMAYACAKSIN

Annem kendimi doğru düzgün ifade edemediğimi söylüyor. Laboratuvar gömleğiyle ilgili yazdıklarıma kaşlarını çattı ama üzerini çizmedi, sonra da mıknatısların birbirini itmesi kısmını okudu ve bana hastalığımın birçok kişi için bir insanın dili gibi olduğunu söyledi. Hastalığımı yutup sindirmenin zor olduğunu. Epilepsi, temel olarak insanın beynindeki elektriğin bir şekilde dengesiz olduğu anlamına geliyor. Dünyada birçok insanda bu sorun var ama çoğu bu yüzden münzevi olmak zorunda kalmıyor. Epilepsi hastası olmak, bazen nöbet geçirmek demek oluyor, yani şey, titreme krizleri gibi. Şöyle düşünüyorum: Başım bir şeye sıkışıyor, sonra bütün vücudum da sıkışıyor, sanki kekelemek gibi ama sadece kelimelerim değil, bütün vücudum kekeliyor. Baştan aşağı kekeliyorum. Sonrasında ne yapmaya veya söylemeye çalıştığımı hatırlamıyorum. Geriye tek kalan zonklayan şakaklar, şişmiş bir dil, kaybedilen zamanla bir daha asla kıpırdamak istemeyeceğim kadar ağır bir kemik yorgunluğu oluyor. Epilepsi hakkında tonlarca broşür okudum. Annemin klinikten getirdiği broşürleri beraber okuruz. Bazı insanların kötü bir baş yaralanmasından sonra epilepsi hastası olduğunu okudum, mesela araba kazası gibi. Bazıları bir hastalığın veya uyuşturucunun yan etkisi olarak nöbet geçiriyormuş. Bazı insanlarsa sadece çok şanssızmış. Mesela ben. Altı yaşında falanken, auraları da broşürlerden öğrenmiştim. “‘Nöbet geçirmeden önce çoğu insan nöbetin an meselesi olduğunu hisseder. Bu hisse aura denir.’ An meselesi, çok yakında demek. Başını kaldır, Ollie. Bu önemli.” “Dışarı çıkamaz mıyım?”

11


Leah Thomas

“Önce ödev. ‘Aura sırasında epilepsi hastaları ağır duyu uyumsuzluğu yaşayabilir.’” “Bütün bunlar gerçek kelimeler mi?” “Bu, çoğu insanın duyularının nöbet geçirmeden önce bozulduğu anlamına geliyor, Ollie. Ayrıca ağızlarına biber tadı gelebilir…” “Dondurma tadı gelmesini tercih ederim.” “… ya da sülfür kokusu alabilirler. Ya da belki dünyayı farklı görmeye başlarlar. Bence bu sonuncusunu biliyorsun.” Bahçede dışarıda mıydık yoksa içeride, mutfak penceresinin önünde mi? Hatırlayamıyorum. Ama annemin elimi sıktığını, benim de gözlerimi yumduğumu hatırlıyorum. Kesinlikle bazı şeyleri farklı görüyorum, Münzevi Yoldaş. Elektrikli olan her şeye baktığımda dağınık renkler görüyorum. Sanki gözlerim bir spektrumda elektrik akımlarını ölçüyor gibi. Eğer rengârenk elektrik dalgalarından gözlerinin kamaşması bir auraysa, o zaman benim auram sonsuz olmalı. Asla bitmiyor. Ölümsüz. Drakul-aura. Annem yine konudan çıkmak üzere olduğumu ve yine odaklanmam gerektiğini söylüyor. Yemin ederim son zamanlarda sürekli şöyle diyor: Ollie, surat asmayı kes! Ollie, ton balıklı sandviçlerini ye! Odaklan! İnsanlar sana hiç odaklanmanı söylüyorlar mı? Bu ne demek ki? Annem veya Auburn-Stache ne zaman, “Odaklan, Ollie!” dese, düşüncelerimi lazer şeklinde bir ışına dönüştürmeye çalışıyorum. Lazer ışınlarını en sevdiğim bilimkurgu romanlarımın kapaklarında görmüştüm, hatta birkaç lazer ışını resmi de yaptım. Genelde elektriğe baktığımda auramın bana gösterdiği şeyi çiziyorum: safran renginde kesici ışınlı telsizler

12


BENİMLE ASLA TANIŞAMAYACAKSIN

ve farlardan yayılan güneş ışıkları. Beni yere yıkmadan önce, elektriğe bakmak çok hoş olabiliyor. Annemle Auburn-Stache’in beni hâlâ plastik kıyafetlere sarıp hastanelere götürdükleri zamanlarda, gördüğüm bütün emar makineleri, başımı zonklatan altın ışık huzmeleriyle kaplıydı. X ışınları ise koyu kırmızı helezonlar yayıyor. Floresan ampuller elişi simleri gibi aşağı süzülen gümüş bir toz akıtıyorlar. Peki ya elektrik prizleri? Mavi-beyaz konfeti dalgaları saçıyorlar. Kullanılan piller, bitmek üzere olduklarında griye dönen ufak parlak bronz büklümler gibi. Bütün makineler kendi özel renkli enerjisini yayıyor ve hepsi nöbetlerimi tetikliyor: elektrikli olan her şey. Buna inanmanın zor geldiğini biliyorum. Ama benim için çok gerçek. Sıkılmamın ama sıkıcı olmamamın sebebi bu. Burada kendi başıma sıkışıp kalmamın sebebi bu. En azından Liz gelirken normalmişim gibi davranıyordum, tıpkı onun gibi. Onun okulla ilgili şeyler anlatmasını dinliyordum ve neredeyse onunla beraber okula gidebilecek, onunla beraber derste mesajlaşabilecek, bilgisayarda kompozisyon yazabilecek, sonra da eve dönüp kendimi televizyonun önüne atabilecek ve mikrodalgadan yemek yiyebilecek bir çocukmuşum gibi hissediyordum. (Bunlar kulağa büyüleyici geliyor, Münzevi Yoldaş.) Ama hiç doğrudan televizyona bakmadım, bu muhtemelen tonik klonik bir nöbet geçirmeme sebep olur. Televizyonlar doğal olmayan ışıklar ve doğal renkler saçıyorlar, pis bir gürültüyle dolular. Bana televizyonların herkes için böyle olduğunu söylendi. Buna inandığımdan emin değilim. (Bence çizgi filmlere bayılırdım.) Bir de motorlu araçlar! Motorları görmem zor çünkü etraflarındaki kirli enerji zifiri karanlık. Sana annemin kamyonunun

13


Leah Thomas

ne renk olduğunu söyleyemem, penceremin önünde durup uzaklaşmasını her izlediğimde, kamyon yoğun ve mat bir bulutla kaplıydı. En sevdiklerim, insanların kendilerini adeta yapıştırdıkları, Liz’in bana eskiden gösterdiği bütün o elektrikli şeyler: telefonlar, müzik oynatıcıları, dizüstü bilgisayarlar. Açıldıklarında, renkleri kullanıcıların teninden sekiyor. Telefonlar bastırıldıkları yüze bir süreliğine ışıltılı yeşil bir parıltı veriyor. Kulaklıklar, kulakları nane rengi gibi bir tabakayla kaplıyor. Ama en güzeli dizüstü bilgisayarlar. Klavyedeki parmakları, camdan uzun kılıçlar gibi ışıklar takip ediyor. Şikâyet edip etmediğimi merak ediyor olabilirsin. Ben de çok emin değilim. Annem elektrikli şeyleri görüş şeklimin kulağa çok güzel geldiğini söylüyor. Ama gökkuşağı renginde patlamaların bir sürü beyin hücremi yakmaya değip değmediğinden emin değilim. Yerde salya akıtıp sarsıntılarla titremem pek güzel değil. Lazer ışınlarıyla ilgili ne diyordum? Hayatımı elimden geldiğince dosdoğru bir şekilde sana lazer ışını gibi aktarmaya çalışacağım. O yüzden bu mektuplar benim otobiyografim olacak. İstemezsen okumak zorunda değilsin ama sen de bana kendi öykünü yazabilirsen sevinirim. Buralarda içinde boğulacak yeterince sıkıntı var. Lütfen bana insanların bir inç suda da boğulabileceklerini söyleme. Bunu biliyorum. Metaforik konuşuyorum! Sadece çok sıkıcı olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Özellikle de artık Liz’in bir daha beni hiç görmeye gelmeyeceği ihtimali varken.

14


BENİMLE ASLA TANIŞAMAYACAKSIN

Bunu sana sonra anlatacağım çünkü annem iyi otobiyografilerin sıralı olduğunu, hayata benzediklerini söylüyor. Yani, sana çocuk olmayı anlatmadan önce, bebek olmayı anlatmam gerektiğini. Bu iyi. Dışarıda, tozlu yolda bekleyip Liz’in gülümseyerek bisikletle gelmeyişinin nasıl hissettireceğini düşünmek istemiyorum. Hatta kaşlarını çatarak bisikletle gelmeyişinin. Benim aynı çamlara, aynı ağaç kütüklerine bakışımın, hava kararıncaya kadar da aynı boşluğu ve reçine kokusunu içime çekişimin nasıl hissettireceğini... Önce senin var olduğundan emin olmak istiyorum. Senden haber almayı sabırsızlıkla bekliyorum, Münzevi Yoldaş! Yaptıklarının yarısını bile yapmış olduğumdan şüpheliyim. İnternet’e girebilme şansı için bütün glockespiel becerimi verirdim. Okul otobüsüne binebilmek veya klimayı hissedebilmek için. Sen de elektriğe aşırı duyarlı mısın? Annem iki tarafı da dolu on beş sayfanın herkesi korkutmaya yeteceğini söylüyor o yüzden on ikide duracağım. Bana yaz. Burası sıkıcı. Bundan bahsetmiş miydim? -Ollie Ollie UpandFree* Not: Otobiyografimi okumayı istemen için sana bir tanıtım cümlesi: Bir keresinde ölmüştüm.

------------------------------------------------------------* Elma dersem çık, armut dersem çıkma! (ç.n.)

15



İkinci Bölüm

KALP PİLİ Oliver, Öncelikle, babam yazının berbat olduğunu doğruladı. En azından kelimeleri doğru yazabiliyorsun. Kendi dilinde seni geçmek istemezdim. Bu senin için çok utanç verici olurdu. İnsanların genç olmanın, güzel konuşamama anlamına geldiğine karar vermesinden bıktım. Ama benimle okula giden aptallar dedikoduyla o kadar meşgul ki dille ilgilenmiyorlar. Benim standartlarıma uymalarını beklemiyorum ama insanın kendisini eğitmesi için Wunderkid* olması gerekmiyor. Benim yaşımdaki diğer insanlardan nefret ediyorum. Jugendlichen.** Çürüsünler. Japonlardan bahsetmişsin. Ama glockenspiel bir Alman müzik aletidir. Auf Deutsch*** konuşup yazamıyor musun? Bunu bildiğine şüpheliyim ama gloc-

----------------------------------------------------* (Alm.) Harika çocuk. Bir yetişkin uzman seviyesindeki 10 yaşın altındaki çocuklar.(ç.n.) ** (Alm.) Ergenler. (ç.n.) *** (Alm.) Almanca. (ç.n.)

17


Leah Thomas

kenspiel hip hop müziğinde nadiren kullanılmıştır. Kulakların Public Enemy’yi duyma şerefine nail olmadığı için onlara acıyorum. İkincisi, haklısın. Tanışamayacağız. Bunun dikbaşlı kişiliğinle çok az ilgisi var. Ben elektrikle çalışıyorum. Benimle karşı karşıya gelsen yere yığılırdın. Şüphesiz o hiperaktif aklın şimdiden saçma sapan düşüncelere varıyordur: “Aman Tanrım, o bir android mi? Doktorumun eski arkadaşlarından birinin oğlu nasıl bir canavar? Elektrikle çalışıyorsa nedir? Damarlarında yıldırımlar gezinen tekrar canlanmış bir ceset mi? Ah yaşasın!” Sakin ol. Bu bilimkurgu değil. Bu eğlenceli değil. Son beş senedir kalbim sadece sol alt odacığına elektrikle nabız veren ufak bir cihazın yardımıyla atmaya devam ediyor. Eğer seninle karşı karşıya gelirsek kaburgamdaki elektrik nöbetlerini tetiklerdi. Seni bundan kurtarmak için kalp pilimi kapasaydım, kan akışım zayıflardı. Şoka girerdim, hatta kalbim durabilirdi. Ölümüme neden olabilirsin. Dipnotundaki tanıtım cümlesi beni etkilemeyi başaramadı. Ben de ölmüştüm, Oliver UpandFree. (Bunu yazarken ahmak gibi hissediyorum. Sana Oliver diyeceğim.) Ölmek eğlenceli bir deneyim değildi. Ölümden elektrikle çalışan bir kalple uyandığımı söylemem yeterli. Kesinlikle seninle asla tanışamayacağız. Fakat yine de mektuplarımıza devam etmeye hastalıklı bir ilgi duyuyorum. Babam dün akşam bana yazdıklarını okurken bir kere gülmüş olabilirim. Sadece sınıf arkadaşla18


BENİMLE ASLA TANIŞAMAYACAKSIN

rımdan bıkmak yerine telefonlardan, araçlardan ve hoparlörden bıkmış olsaydım belki ben de saçma sapan konuşmaya başlardım. Tabii bu seni mazur göstermiyor. HER ŞEYİ gördüğümü sanıyordum. Ama annen haklı. Dünya görüşün olağanüstü. Kulak parçalayıcı coşkun da. O yüzden anneni garajda saklandığı için suçlamıyorum. Seninle hayatımın detaylarını paylaşmak istediğime emin değilim. Sana güvenmiyorum, Oliver. Aklıma gelen bütün düşünceleri kâğıda aktarmak konusunda rahat değilim. Senin gibi insanlar kelimelerin ne kadar güçlü olduğunu fark etmiyor. Kelimeleri anlamak imkânsız. Kelimeler birçok farklı yöne çekilebilir. Bazılarımız kelimelere daha dikkatli yaklaşıyoruz. “Gizli laboratuvarlar” hakkındaki sorularına gelince de, bu konuyla senin kadar ilgilenmiyorum. Bildiğin bir şeylerden bahset. Eğer sıkılmak istemiyorsan, beni de sıkma. Benim deneyimlerime göre laboratuvarlar hakkında ilgi çekici hiçbir şey yok. Bana hayatından daha fazla bahset. Mecbursan. Ayrıca. Benim konuşmamam daha eğlenceli. Moritz Faber Not: Evet. Bir insan bir inç suda boğulabilir. Ama Almanya’da buna iki buçuk santim suda deriz. Metrik sistemin her şeyi daha üstün.

19


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.