YATIK EMİNE ÖMER KAVUR “Yatık Emine benim adım; kendimi bildim bileli böyle.” 45 yıl önce çekilmiş, 100 yıl önce Refik Halit Karay tarafından Osmanlı’nın son yıllarında yazılmış, Ankara’ya yakın bir Anadolu kasabasının 2. meşrutiyet öncesi toplumsal yaşamına ait özel bir zaman kesitini anlatan hikayesinin, sanatçı Ömer Kavur’un farklı perspektifiyle bireysel ve toplumsal yaşam sınavlarına dönüşen filmin baş kahramanı söyler bu sözü; yalın, barışçıl, başı dik. Toplumsal gücü bir kader olarak kabullenişin ifadesidir. Anlatacaklarım bir film eleştirmeninin, bir sinemacının ya da bir entellektüelin değinebileceği ancak anlatısının odağına koymayacağı şeyler; tamamen kişisel algı, görüş, duygu ve yorumlar. Ömer Kavur’un R.H. Karay’ın hikayesini adeta yeniden yazdığını ve benzersiz bir sanat yapıtı yarattığını ise söylemeden geçemeyeceğim. * Düğününe bir hafta kala çeşme sahnesinde görünen masum ve güleç yüzlü, aşık köy delikanlısı, fırıncının laftan çıkmaz oğlu Ali gerdek gecesinden sonraki günlerde ‘bir şey’ olmayınca endişe, korku ve telaşa düşer. En olmadık adamdan, Rıza’dan medet umar. Yatık Emine’de ‘askerliğini’ yapmayı kabul eder. Rıza’dan Emine’nin kendisine anlayışlı davranması konusunda aracı olması için yalvarır. Rıza günü geldiğinde Emine’nin sığınağına önden girip ‘yatık’ Emine’ye yanaştığında onun öldüğünü anlar. Tam kurguları gerçekleşecekken bu hayal kırıklığı ile baş edemez. Heyecanlanır, sinirlenir. Rıza’nın kimliğini saklayacak bir örtü kalmamıştır artık. Toplum yaşamında kullandığı ‘örtüler’ işe yaramaz. “Daha yeni ölmüş...Bedeni sıcak...” diyerek üstüne atılacak olur. Ali beklenmedik bir biçimde içindeki çocuğu büyüterek Rıza’yı tutar, geri çekip odadan çıkarır: “Çıldırmışsın sen!” Böylece bu gerçek tipin neden gerdeğe giremediği de anlaşılır. Baba otoritesine, toplumsal yaşamın kurallarına, beklentilerine hep sadık kalmıştır. Gerçeğin bu kurallardan farklı bir yerde dokunduğunu anlamamıştır. Genç gelin adayı ise düğün öncesi, gelin hamamında, anasının yardımıyla, memelerini cümle aleme zevkle sergilemekten çekinmemiştir. Rıza’nın kocasıyla görüşmek için yaptığı ziyarette ise, saf kocasının yanıbaşında, Rıza’ya kahve ikram ederken, kaşla göz arasında Rıza’ya işmar etmeyi becermiştir. Ali’ye bu dünyada düşen tek rol ‘kalıp’ olmaktır; içi boş bir kalıp. O masumdur. Saygılıdır. Hayrandır. Söz dinler. Her söylenene inanır. Yüzü hep güleçtir. Belki bu yüzden masum olmayandan, yabancılaşandan korkar. Korktuğu için karısını ‘beceremez’. Oysa mutluluğun anahtarı kanlı bir çarşaftır. Sevmenin özgürlük gerektirdiği ama özgürlüğün olmadığı bir dünyada bu da onun dramıdır.
* Arzuhalci Deli İsmail ise çevresiyle neredeyse ilişiğini kesmiş, ama çevresini değiştirmemiş, inatla namuslu, gereğinde öfkeli, yalnız bir adamdır. Yatık Emine’ye karşılık beklemeden yardım eder. Hikayesini öğrenince, peşin istemiş olduğu, 10 kuruşu pul, 15 kuruşu emek payı olan parayı almaz: “Ben bugünler için varım!” İstidasını eline verir. O da kendi çabalarıyla bulamadığı iş için kaymakama gider. İkinci karşılaşmaları ekmek tayının verilmemesi üzerine Emine’nin şikayeti ile olur. Öfke içinde Emine’yi fırıncıya götürür. Deli İsmail fırıncıyla tartışırkren Emine ekmeği kapıp kaçar. Deli İsmail Emine’yi yakalayan fırıncıların saldırısına karşı koyar ama nereye kadar? Yere düşen ekmek yerde kalır. Server’in sürüldüğü, komutanın uzak karakolları teftiş etmeye gittiği, Emine’nin tamamen yalnızlaştığı o son hesaplaşma anına kadar İsmail’i tam tanıyamayız. Emine’nin açlığa dayanamayıp tekrar çarşıya gelmesi, uzaktan bakarak Deli İsmail’in kendisini görmesini beklemesi, sonunda İsmail’in komşudan kendi dükkanına geçerken onu görmesi... Bir anlık tereddütten sonra dükkanına girer ve kapıyı kapatır. Emine vakur sessizliği ve onuru ile sırtınıdönüp, açlığa, soğuğa, yalnızlığa, kaderine geri döner. Eve dönüş uzun sürer. Acelesi yoktur Emine’nin. Server’in büyük desteği ve kendi çabaları ve umutlarıyla yıkıntıdan yuvaya dönüştürdüğü evine döner. Kilidi olmayan evi, ilçenin ‘cilve kapmak’ isteyen kadınları tarafından talan edilmiş, herşey dağıtılmış, camları kırılmıştır. Emine ‘yuvasının’ nefrete bulanması karşısında ilk kez ‘isyan’ eder. İlk kez yıkıcı bir davranış sergiler ve terekte kalan üç beş kap kacağı yere fırlatır. Bu bir kaç saniye bile sürmez. Yorgun bir sükunetle, kaderini kabullenerek yere, ölüme yatar. * Server, sürgün, hastanede karşılaşır Yatık Emine’yle. Hastaneye kaymakamın özel kalemi Tahir Efendinin uzun sürmüş sürüngen hayatının ırgalandığı, Emine’nin kısa misafirlik döneminde ‘şeytana’ uyar. Minareye kılıf uyduramayacak durumda olmasına rağmen, eşi ve misafiri kadınlar tarafından basılan taciz vakasının şahitleri Tahir Efendiyi salıp Emine’yi linç ederek kovarlar. Devir Osmanlı’nın yıkılış devridir. Küçük kasaba toplumu haremlik-selamlıktır. Durumları iyice olan kadınlar da erkekler de dedikoduyla vakit geçirirler; kadınlar erkekleri idare etmek için, erkekler otoriteyi idare etmek için. Günaha ve sevaba topluca koşarlar. Sevap daha çok sünnet-i müvekkeledir. Günah ise farz! Kadınların günahkar erkeği koruyup Yatık Emine’yi, ayrık otunu, linç etmeleri eşyanın tabiatı gereğidir. Başkasının şehadeti ve onayı olmadan yaşayamayan, insanın gücü oranında itibar gördüğü ama hiç değeri olmadığı bir toplumda kaçınılmazdır bu durum. Emine, kaymakam-komutan-er zincirinde hastaneye yerleştirilir. Server hemen sıcak çorba götürür Emine’ye. Konuşur. Yakınlık gösterir. Yardım eder. Güven verir. Saygı ve cömertlikle başlar insani ilişki; aşağılamayla, küçümsemeyle değil. İnsanın güvenini artıran, dünyaya açan, ona değer verilmesidir. / Server’in Emine’ye maddi ve manevi desteği Emine’yi ayağa kaldırır. Kendine, hayata güveni gözlerinde parıldar. Eşit, saygılı, yaralı, candan iki yürek bir araya gelir. İkisi de bedeller ödemiş, ikisi de başka bedeller ödemeye hazırlamışlardır kendilerini. -Kendi günahlarının bedelinden kurtulmak için ittifak yapmış örgütlü ya da örgütsüz topluluklar, kitleler oldukça özgür, bağımsız insanların onların günahlarını üstlenmeleri beklenir. Üstlenmeyenlere bu bedel zorla ya hemen, ya zamanla ama mutlaka ödetilir. Bir zaman sonra Server Emine’nin sürgün edildiği kırdaki yıkıntı eve sepet içinde yiyecek götürürken çarşıdan geçmektedir. Kahveden inen Rıza yolunu keser. “Sepette
ne var? Emine’ye mi gidiyorsun?”..Sepetin örtüsünü açar- küfreder ve tokadı basar. Yiyecekler yere dağılır. Server kımıldamaz. Kaşları çatılır. Rıza devam eder. Server uyarır. Sabırla aşağılanmayı kabullenme arasındaki gerilim sonunda patlar. Rıza’yı yerlerde hak ettiği şekilde sürünürken görmek yüreğimizi soğutur. Server’in yüreğine çöken büyük umutsuzluğu görmeyiz. Taş ocağı sürgünüdür bunun bedeli; filizlenme zamanında insanlık umutlarına kıran girmesidir. Yatık Emine’nin sırtlanlara yem yapılmasıdır. * Kasabada hiç kimse tınmaz, komutandan başka. Osmanlı’nın genç ‘komutanı’ baştan beri seçimini devletten ve asker kişiliğinden yana yapmıştır. İstanbul’daki annesine yazdığı mektubu şu sözlerle bitirir. “Taş gibi, kaskatı olmak zorundayım çünkü burada şevkat bile güçsüzlük sayılıyor.” Yatık Emine’yi gördüğünde genç yüreği duygusal bir dalgalanma yaşamış olsa da, Emine, Kaymakam’ın emriyle kasabanın dışındaki yıkıntıda oturmaya mecbur edildiğinde, kirasını ödeyerek, ekmek tayınını Emine’ye tahsis ettirerek duygularını terbiye etmiştir. Bu tercih kritik bir insani hatanın yatağını oluşturur. Server’le komutanın 2. sürgün emri vesilesiyle karşılaşması önemlidir. Server, tek endişesi olan Emine’nin yaşam hakkının korunması konusunu ancak odadan çıkmak üzereyken geri dönerek sorabilir. Komutanın cevabı onu rahatlatır. İki insan ortak mayalarını görürler fakat yapacak bir şey yoktur. Onlar dost olamaz! Server taş ocağına, komutan uzak karakolları teftişe gider. Emine’nin kanatları kırılır. Yatık Emine ölmeden önceki son günlerinde kırık cama yapışmış dünyaya bakmaktadır. Belki de bir şey bekliyordur. Gözleri hala umutludur. Derken komutan ve atlı müfrezesi tepede görünür. Yüzü az da olsa aydınlanır. Yerinden hiç kımıldamadan izler, bekler. Komutan bakmaz o tarafa. Yavaş yavaş geçer. Gider. Gereğinde kaymakama, başhekime, eşrafa açık tavır alan, ikramları, teklifleri reddeden komutan, içinde yaşadığı üniformanın ve kendini korumaya çalıştığı dışarıdaki toplumun baskısına dayanamayarak başını kaldıramaz. Sakatlanmış geleceğine doğru yavaş yavaş atını sürer. Komutan bu iç parçalayıcı hatayı kaderine kendi yazmıştır. * Yatık Emine hiç kimsenin kalbini kırmadan, iç bütünlüğüne sadık, küslük bilmeden, kimsenin yaşam alanına tecavüz etmeden, isyan, itiraz etmeden, kendi gerçeğine sahip, intikam duygusunu bilmeyi reddederek aramızdan çekilir. Bir daha kimse onun hakkında konuşmaz; sanki hiç olmamış gibi...taa ki hayatın değerini insanda araştıran, gören, gördüğünü başkalarına da göstermek isteyen, bunu başaran bir sinema yönetmeni, Ömer Kavur, çıkana kadar. Soru şudur: Yüz on yıl öncesiyle karşılaştırıldığında bugün aynı topraklarda daha insani bir toplumsal düzen kurulabilmiş midir? Ömer Haluk Yılmaz 2 Mart, 2019 - Narlıdere