Otonom Sayı 16

Page 1



Sermaye özel, toplumsal, siyasal alan sınırlarını ortadan kaldırarak hayatın her alanına sızıyor. Kendisini üretebilmek için emeğin yaratıcı gücünü ücretli emek altında sınıflaştırarak tahakküm altına alıyor. Ulus devletlerin çözülmekte, sermayenin hayatın her hücresinde kendisini üretmekte olduğu bu dönemde, toplumsal alandaki çelişkilerin siyasal alandaki temsiliyetini ifade eden siyasal demokrasi ve tartıştırdığı cumhuriyet, vatandaşlık gibi kavramlar emeğin geleceğini ifade etmiyor. 22 Temmuz seçimleri ile girilen süreç, yeni küresel egemenlik biçiminin bu topraklarda kuruluşunun önemli bir uğrağını ifade ediyor. Bu seçim, normal ve konjonktürel gerilimleri ifade etmenin çok ötesine geçen, egemen güçler arasında yüz yıldır süren tarihsel bir hesaplaşma anlamını taşıyor. Birinci cumhuriyetin çözülüşünü ve ikinci cumhuriyetin kuruluşunu işaret ediyor. Bu seçimlere ister birinci cumhuriyetçilerin ister ikinci cumhuriyetçilerin arkasına dizilerek katılanlar, siyasal demokrasi zemininde konumlanmışlardır. Birinci cumhuriyetçiler siyasal bağımsızlık temelinde hareket ederken, ikinci cumhuriyetçiler siyasal demokrasi konseptinde devletin demokratikleştirilmesinin politik gücü olarak özneleşmişlerdir. Emeğin özgürleşmesi, sınıflaştırma ilişkilerini güvence altına alan devletin herhangi bir biçimini kurucu güç olarak olumlayarak gerçekleşmeyecektir. Komünizm, sınıfsızlaşmanın politikliğidir ve bugüne içkindir. Komünizm yarınlara ertelenen bir cennet değildir. Komünizmin politikliği bugünden komünalistliktir. Devrim kavramının devrimcileştirilmesi, komünizmin devletleştirilmesi ile değil, komünalistleştirilmesi ile mümkündür. Egemenler açısından yeni bir kuruculuğa işaret eden seçimleri ve emeğin komünalist gücünün olanaklarını araştırdığımız bu sayımızla, yeniden merhaba… İletişim için: www.otonomlar.org otonom@otonomlar.org otonom@yahoogroups.com

13 16 20 22 23 24 33 34 39 40

Politik kuruculuk ve otonomi Biz güvencesizleriz Sınırda hayat Başımız sağ olsun Körotonomedya otonomist tartışma grubu Yeni zapatismo ve otonomi “ÖSS” aslında ne demek? Eğitim ve kapitalist tahakküm Verkaç Matematik Köyü fikri nasıl doğdu?

Otonom Sayı: 16, Ekim - Aralık 2007 Fiyatı: 3 YTL Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Barış Özçorlu Adres: Yeniçarşı Cad. Kalkan Apt. No: 56/6 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0 212 244 87 09 Faks: 0 212 292 23 66 Yayın Türü: Üç Aylık Yerel Süreli Yayın Baskı: Yön Matbaacılık Tel: 0 212 544 66 34 Kapak Film: Bay Grafik 0 212 213 26 51 - 213 26 93

Düşman kardeşler: devlet ve siyasal demokrasi

8

2

Birinci cumhuriyetin çözülüşü ve komünalist sol


2

Birinci cumhuriyetin çözülüşü ve komünalist sol 22 Temmuz seçimleri, birinci cumhuriyetin çözülüşünü ve ikinci cumhuriyetin kuruluşunu ifade ediyor. Bu meclis kurucu bir meclistir

Dil, tarihsel-toplumsal bir devinimi içerir ve politik mücadelenin önemli bir kurucu gücüdür. Bu bağlamda, "kavramlar" dünyası güç çatışmasının alanıdır ve sınıf mücadelesinin iktidar ilişkilerinden soyut ele alınamaz. Her sınıf, kendini olumlayan politik pratiğinin dilini söylem olarak kurar. Bu durum, varlığın eyleminde kendini ürettiği içkinliği ve öznelliğidir. Özne eyleminde, içkinliğinde ve öznelliğinde kurulur. Eylemden önce özne yoktur. Özne ne bilinç ne de yapıdır. Özne bir ilişkiselliktir, devingen ve uzamsallığı içeren bir bedendir. Kurucu olan ilişkiselliktir. İlişkisellik, dili ve politikliği içerir. İlişkisellik, politikliğin kudreti ve öznellik üretimidir. Kurucu güç olarak sermaye, bir toplumsal ilişki biçimidir. Kapitalizmin kurucu gücünü sermayenin kişilikleşmiş biçimi olan kapitalistlere indirgemek, sermaye kavramını anlamamak demektir. Burjuvazi ya da kapitalistler, uzamsal sermayenin zamansal ve mekansal biçimleridir. Kapitalistlerin ortadan kaldırıldığı ve olmadığı bir toplumsal ilişkide de sermaye işletilip çalıştırılabilir ve olumlanabilir. İşçi devleti altında kurulan devlet kapitalizmi, sermayenin toplumsal ilişki olarak üretimidir. Hangi sınıf olursa olsun, sınıfsal varlığını sınıf olarak üreten bir ilişkisellik üretiyorsa, sınıf üretme içindedir ve sermaye içidir. Kapitalizm için dil metadır. Kapitalizmin kendini olumlama politik pratiği olan sınıf üretme ilişkiselliğini işleten ve üreten her dil sermayedir. Artı-değer üretiminin, ancak sınıf üretme dili içinde yeniden üretimi mümkündür. Sermayenin dili, toplumsal ilişkileri sınıflara böler; bu sınıfların çelişkisi üzerinden çatışma ile kendisini üretir. Sermayenin politik pratiği-

nin dili bu bağlamda diyalektiktir. Sermaye, emeği ücretli emek altında sınıflaştırır. Sermaye, ücretli emek olarak kendisini olumsuzlamasıyla kendisini üretir ve olumlar. Bu bağlamda, sermaye ile ücretli emek arasındaki bu çelişki ve diyalektik alan, bir aşkınsal alan üretir: Siyasal alan… Özel, toplumsal ve kamusal alan ayrımları yaratarak hayatın kendisini politik olmaktan çıkarır ve politik olanı kamusal alana sıkıştırır. Toplumsal alandaki çelişkiler siyasal alanda çatışmaya dönüşür. Bu çatışma alanı, sınıflar arası ilişkileri sistem adına güvence altına almalıdır. Siyasal demokrasi budur. Devletin demokratikleştirilmesi bunu ifade eder. Sınıflar arası iktidar ilişkileri, bir hükümet değişikliği ilişkisidir. Bir sınıf üretme ilişkisi olarak devlet devam eder. Devlet, sınıflar arası politik diyalektiğin üretimidir. Demokrasi, bir devlet biçimidir ve sınıflar arası politik ilişkiyi düzenler. Bu alan, sermayenin üretimi ve yeniden üretimini sağlar. Ücretli emek, sermayenin yabancılaşmış biçimidir ve sistem içi bir sınıftır. Ücretli emeğin politik olarak sınıf çıkarı, devletin

demokratikleştirilmesidir. Bu siyaset, ücretli emeği sınıf olmaktan çıkarmaz; tam tersine, sınıf olarak üretimini sermaye adına devam ettirir. Bu bağlamda ücretli emek siyaseti, sermayenin yıkıcı gücü değil, sistemi reforme eden üretici gücüdür. Değer üretme ilişkisi içerisinde sermayeleşen üretken emek, siyasal alanda reformistleşir. Çoğu marksist, reformizmi sınıf siyasetinden bir sapma, reformizmin sınıfsal temelini de küçük burjuvazi olarak görür. Oysa reformizmin sınıfsal temeli, ücretli emeğin sınıf olarak kendini üretme siyasetidir. Ücretli emek, ister silahlı ister silahsız olsun, kapitalizmin reformist sınıfsal gücüdür. Bu bağlamda reformizm, bir sağ sapma değil, bir sınıf siyasetidir. Bu sınıfsal dil, "siyasal bağımsızlık", "siyasal demokrasi", "siyasal eşitlik", "siyasal özgürlük", "devletin demokratikleştirilmesi" dilidir ve politiktir. Bu dil, komünist bir dil değildir. Emeğin komünist politik dili, ücretli emeğin politik diline gömülmüştür. 22 Temmuz seçimlerine ister birinci cumhuriyetçilerin ister ikinci cumhuriyetçilerin


3

arkasına dizilerek soldan katılanlar, siyasal demokrasi zemininde konumlanmışlardır. Birinci cumhuriyetçiler siyasal bağımsızlık temelinde hareket ederken, ikinci cumhuriyetçiler siyasal demokrasi konseptinde devletin demokratikleştirilmesinin politik gücü olarak özneleşmişlerdir. Aşkınsal alanın dili ve söylemi üzerinden emek, sistemi reforme eden bir politik özne haline getirilmiştir. Emek siyaseti, sermayenin sol söylemi olan siyasal demokrasiciliğe, bir devlet biçimine ve devletin demokratikleştirilmesi siyasetinin toprağına gömülmüştür. Bu bir eleştiri değil, bir durumdur. Bu durum üzerine düşündüğümüzde, siyasal demokrasicilik temelli "sol" kavramının deformasyonu karşımıza çıkar. Hangi "Sol"!? Siyasal demokrasicilik zemininde kurulan komünistler, politik dil krizi içindedir. Bu sorunsallığın üzerine düşünmeye, 22 Temmuz seçimleri ve sermaye içi güç ilişkileri üzerine düşündükten sonra geçmek daha anlamlı ve anlaşılır olacaktır.

22 Temmuz Seçimleri ve İkinci Cumhuriyetin Kuruluşu Kurucu bir güç olan sermayenin kendi çıkarını toplum çıkarı olarak örgütlemesi politiktir ve bu politiklik, egemenlik ve iktidar sorunsalına içkindir. Sermaye açısından sınıfsal çıkarı toplum çıkarı olarak örgütlemek; emeği ücretli emek altında sınıflaştırma biyo-politik üretimini ve yeniden üretimini sürdürebilmek, güvence altına almak ve sınıfları ve sınıflar arası ilişkileri denetim ve kontrol altında işletebilmektir. Sermaye egemenliğinin kurucu gücü modernizmdir. Modernizm, tarihsel ve toplumsal olarak sermayenin sınıf çıkarlarını toplum çıkarı olarak örgütlemesinin bir egemenlik biçimidir. Emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmasının kurucu toplumsal üretim ilişkiselliğidir. Bu bağlamda, sermaye gibi ücretli emek de sınıfsal olarak modernisttir. Uluslaşma ve ulus devlet egemenlik ilişkisi, emeğin ücretli emek altında siyasal olarak çitlenmesi ve siyasal mülkiyet altına alınmasıdır. Sermaye küresel bir güç olmayı sürdürürken, ücretli emek ulusal politik bir güç olarak halklaştırılır. "Modern sanayinin ilerlemesi sermaye ile emek arasındaki sınıf antagonizmasını geliştirdiği, genişlettiği ve yoğunlaştırdığı oranda, devlet gücü de giderek daha fazla sermayenin emek üzerindeki ulusal gücü, toplumsal kölelik için örgütlenmiş kamusal bir güç, bir sınıf despotizmi makinesi olma niteliği"1 kazanmıştır. Bu devlet gücü, sermayenin emek üzerindeki ulusal gücü, kamusal gücü, sermayenin sınıf çıkarını toplum çıkarı olarak örgütleyen kurucu bir söylem üretmiştir: Cumhuriyet. Cumhuriyet,

egemenliğin kayıtsız şartsız halktan geldiğini ifade eden, laik, politik bir söylemdir. Bu söylem, tarihsel bir kurucu güce sahiptir. Fakat cumhuriyet kavramı, kapitalizmin toplumsal yapısının sınıflar gerçeğine çarparak kendisini tartıştırmıştır. Cumhuriyet kavramını tartıştıran kavram siyasal demokrasidir. Egemenliğin kayıtsız şartsız halkta olmadığını, egemenliğin bir iktidar ilişkisi olduğunu ve bu iktidarın sınıf ve sınıflar mücadelesi tarafından belirlendiği görülmüştür. Demokrasi, sınıfların özgürlüğünü içeren bir devlet biçimidir. Sınıfların özgürce kamusal alanda kendilerini ifade ettiği ve sınıflar arası iktidar ilişkilerinin hükümet değişiklikleriyle güvence altına alındığı devlet biçiminin adı demokrasidir. İster burjuva ister işçi demokrasisi diyelim, eğer bu demokrasi sınıf demokrasisi ise, devleti her zaman kurucu güç olarak görür ve burjuvadır. 19. yüzyılın başlarında başlayan Osmanlı modernleşmesi, 1908-09 burjuva devrimiyle siyasal bir biçim almıştır. Modernleşmenin ulus devlet egemenlik biçimine geçişinin kurucusu 1908-09 devrimidir. 1923 Cumhuriyeti’nin ilanı, yalnız burjuva siyasal mücadelesinin birikimine verilen bir addır. Modernleşme

Hangi sınıf olursa olsun, sınıfsal varlığını sınıf olarak üreten bir ilişkisellik üretiyorsa, sınıf üretme içindedir ve sermaye içidir

hareketinin kurucu bürokrasisi, cumhuriyetin kurucu kadrolarına dönüşmüştür. Yukarıdan aşağıya doğru kurulan bu modernleşme hareketi modern sınıf hareketleriyle gelişmediğinden, toplumsal taban bulmada her zaman sorun yaşamıştır. Abdülhamit’ten bu yana toplumsal taban bulmanın söylemi islamdır. Siyasetin toplumsal olarak örgütlenmesi dinsel cemaatlerdir. Daha sonra İttihat ve Terakki ile gelen "vatan" kavramı, ulusal bilincin oluşumuyla birlikte bir ulusal kimlik


4

Eğer bir demokrasi sınıf demokrasisi ise, devleti her zaman kurucu güç olarak görür ve burjuvadır

arayışına dönüşmüştür. İttihat ve Terakki’nin bu arayışının ürünü Türklük ve turanizmdir. ’23 bonapartizmi, bu birikim üzerine oturur. Birinci cumhuriyet iktidarının politik olarak toplumsal destek söylemi, ulus devletin kimliğini toplumsal olarak Türkleştirmektir. 22 Temmuz seçimleri de bu söylemler altında geçti. Fakat bu seçim, normal ve konjonktürel gerilimleri ifade etmenin çok ötesine geçen, egemen güçler arasında yüz yıldır süren tarihsel bir hesaplaşmadır. 1923 birinci cumhuriyeti tarihsel misyonunu tamamlıyor. Birinci cumhuriyetin iki işlevi vardı. Birincisi, emperyalist güç ilişkileri ile işbirliği içinde yukarıdan aşağıya ekonomik, toplumsal ve siyasal modernleşme sürecini tamamlamak. İkincisi, ulus devleti toplumsal olarak Türkleştirmek. Bu bağlamda birinci cumhuriyet, modernleşmeye ve ulus devletin Türkleşmesine direnen politik güçleri sopası altında işbirliği içinde tuttu; fakat devlet iktidarını paylaşmadı. Toplumsal tarih bağla-

mında, bu topraklarda iki temel politik kurum vardır: Ordu ve cemaatler. Ordu birinci cumhuriyetin, cemaatler ise ikinci cumhuriyetin temsilcileridirler. Birinci cumhuriyette cemaatler feodaliteyi temsil ederken, ikinci cumhuriyette cemaatler burjuvalaşmış aristokrasiyi temsil etmektedir. Birinci cumhuriyetçilerin görüp de kabul edemedikleri, cemaatlerdeki bu sınıfsal değişimdir. Küresel egemenliğin yeniden kuruluşu sürecinde ulus devletlerdeki çözülme, yeni güç odaklarını devlet iktidarına ortak etti. Küresel sermaye ile organik ilişki içerisinde bulunan cemaatler, küresel egemenlik adına birinci cumhuriyetin iktidarına artık ortaktır. Birinci cumhuriyet Fransız devrimine benzer: Burjuvazi feodalitenin iktidarını yıkmıştır. İkinci cumhuriyet ise İngiliz devrimine benzer: Burjuvazi ve aristokrasinin çatışkılı işbirliği. 22 Temmuz seçimleri, birinci cumhuriyetin çözülüşünü ve ikinci cumhuriyetin kuruluşunu ifade ediyor. Bu meclis kurucu bir meclistir. Birinci cumhuriyetin demokrasisinde yeri olmayan muhafazakârlar ve Kürtler, ikinci cumhuriyetin kurucu meclisinde muhafazakâr demokrat ve demokratik cumhuriyetçiler olarak yerlerini almış bulunuyorlar. Bugün için, bir durum olarak birinci cumhuriyetin çözüldüğünden, potansiyel olarak ikinci cumhuriyetin kuruluşundan bahsedebiliriz. Bu durum, ikinci cumhuriyetin kurulduğu anlamına gelmez. Sürecin çatışmalı ve sancılı geçeceği açıktır. İkinci cumhuriyetin kuruluşu, küresel güç ilişkilerine bağlı olarak üç temel adımın atılmasına bağlıdır. Birincisi, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanı seçilmesi, ikincisi sivil anayasanın meclis ve halk tarafından referandum aracılığıyla onanması, üçüncüsü PKK’nin, politik bir ihtiyaç olmaktan çıkma koşuluna bağlı olarak, silahları koşulsuz bırakması. Süreç başlamıştır. Eğer ikinci cumhuriyetin kuruluşu tıkanır ve kırılırsa, ciddi bir militarist süreç başlayacaktır. Artık geriye dönüş yoktur. İkinci cumhuriyetin kuruluş sürecinde sol nasıl konumlandı ve konumlanacak? Bu soruya, partilerin siyasal kimliklerini kısaca niteledikten sonra geçmekte yarar var. MHP faşist partidir; siyasal kimliğini korumaktadır. ANAP ve DP’nin siyasi gelecekte yerleri yok görünüyor. DTP, Kürt hareketinin ürünü olarak ikinci cumhuriyetin önemli kurucu güçlerinden biridir; geleceği ikinci cumhuriyetin kuruluşuna bağlıdır. Kürt sosyal demokrat hareketinin kuruluşudur. AKP, islamın protestanlaşmasını ifade ediyor. Pre-kapitalist toplumsal ilişkileri temsil eden cemaatlerden gelerek kapitalistleşen, şehirleşen, küresel güç ilişkilerinin

Birinci cumhuriyette cemaatler feodaliteyi temsil ederken, ikinci cumhuriyette cemaatler burjuvalaşmış aristokrasiyi temsil etmektedir

organik parçasına dönüşerek küreselleşen burjuvalaşmış aristokrasinin muhafazakâr demokrat cemaatlerini temsil ediyor. AKP, birinci cumhuriyete muhalif bir iktidardır ve bundan kazanmaktadır. CHP ise bonapartist bir devlet partisidir. Birinci cumhuriyetin iktidarında bir muhalefettir. Bundan kaybediyor. CHP siyasal tarihine baktığımızda, toplumsal tabanı olmayan bir kurucu siyasal bürokrasi hareketi olduğunu görürüz. Burjuvazinin vazgeçilmez tarihsel onurunu temsil etmektedir. Ayakta kalmasının nedeni budur. CHP, ’46 seçimleriyle birlikte misyonunu tamamladı. ’60 darbesi sonucunda CHP’nin önü açıldı. ’60 sonrasında, CHP siyasi kimlik arayışına girmiştir. ’70’lere doğru, bu arayış demokratik sol, ortanın solu adıyla kendine bir yer aradı. Bu alanın toplumsal desteği, dünyada ve Türkiye’de ciddi etkileri olan ’68 hareketinin sol rüzgârıdır. Devrimci hareket, Türkiye’de sosyal demokrasinin ciddi toplumsal-siyasal desteğini yarattı. CHP’nin sosyal demokratlaşması, sınıf tabanı olan ücretli emeğin sınıf siyasetini yakalamasıyla mümkündü. Bu yakalama, marksist hareket-


5

ten çıkacak ücretli emek siyasetiyle buluşmasına bağlıydı. Devrimci hareketin toplumsal tabanı, seçimlerde her zaman CHP’ye oy verdi. Fakat bu toplumsal destek siyasal kurumlaşmaya evrilemedi. O günün TKP’sinin UDC’si (Ulusal Demokratik Cephe) tutmadı. 12 Eylül, birinci cumhuriyetin sosyal demokrat ayağının oluşumunun önünü kesmiştir. İkinci cumhuriyetin kuruluşu, bu tarihsel buluşmanın önünü açmaktadır. Kavramlar, evrensel oldukları kadar, ülkelerin sınıf mücadelesine göre de özgünlük kazanırlar. Bizim ülkemizde "sol" kavramı, bu buluşmanın "harç"ıdır. Ne yazık ki, devrimci hareket adına bu seçimlere katılanlar, sosyal demokrat bir hareketin oluşumuna katkı sunduklarını yakında anlayacaklar. Dünün TKP’si bugünün ÖDP’si, dünün UDC’si bugünün "özgürlükçü sol"udur. Yarınları sosyal demokrasinin "sol" rüzgârı bekliyor. Kapılanların yolu açık olsun. Bu söylediklerimiz eleştiri değil, bir durumdur. Varlığın çizgisel bir özü yok! Varlık, zamanın çatışmaları içinde konumlanır ve eylemiyle tanımlanır. Komünistlerin tarihsel çıkışlarında "sol" kavramının yeri yoktur. "Sol" kavramı, bir sapma ya da radikalizm bağlamında kullanılmıştır. Komünistler, "sol" kavramını siyasal demokrasicilik bağlamında tutmaya başladıklarında deformasyonun zeminine kaymışlardır. 12 Eylül darbesi ve Sovyetler’in çözülerek çökmesi sonucu, komünistler yapısal tıkanıklık içerisine girdi ve kendisini reforme edemedi; politik dilde kriz içine girerek ortodoksluktan çıkıp muhafazakârlaştı. Bugün kendilerine "ortodoks" diyenlerin çoğu, aslında solun muhafazakârlarıdır. Sol muhafazakârlar, ideolojik bağlamda değil, parti-devlet özdeşliğine

Bugün kendilerine "ortodoks" diyenlerin çoğu, aslında solun muhafazakârlarıdır. Sol muhafazakârlar, ideolojik bağlamda değil, parti-devlet özdeşliğine oturtulmuş iktidar paradigmasının savunucularıdırlar

oturtulmuş iktidar paradigmasının savunucularıdırlar. Bu durumun tarihsel nedenleri var. İnatla, bıkmadan üzerine düşünmek ve hep birlikte bu durumdan çıkmak gerekiyor.

Devleti kurucu güç olarak görmek Kautskizmdir Marx’tan günümüze, antagonizma teorisi ciddi bir deformasyona uğrayarak karşıtına dönüşmüştür. Antagonizma, değer teorisinden koparılarak pratik politikaya indirgenmiştir. Güncelliğinde radikal görünen devrimci reformizm, antagonizmanın kurucu politikliği değildir. Bugün marksistler, kendilerinde devrim yapmak için antagonizma kavramı üzerine tarihsel olarak yeniden düşünmek zorundadırlar. Felsefenin sınıflar mücadelesinden bağımsız bir tarihi yoktur. Sermayenin kendini olumlama pratiğinin felsefesiyle, emeğin kendini olumlama politik pratiğinin felsefesi aynı değildir. Sınıflar mücadelesinin politikliğinde diyalektik, bütün sınıfların kendini olumlama pratiklerinde geçerli olan evrensel bir yasa değildir. Sermayenin kendini olumlama pratiği ile emeğin kendini olumlama pratiğinin felsefesi arasındaki antagonizmayı, Marx’a geri dönerek değer teorisi üzerinden yeniden kurmak şarttır. Emeğin kendini olumlama pratiğinde, antagonizma uzlaşmaz çatışmadır. Varlığın kudreti karşıtının yokluğuna bağlıdır. Varlığın kudreti ve devinimi karşıtların birliğine oturmaz. Sermayenin olumlama pratiği ise, ortadan kaldırılamaz çelişki üzerine oturtulur. Varlık bu çelişki üzerinden kendini olumlar ve devinir. Karşıtını üretemeyen varlığın kudreti yoktur. Varlık, olumsuzlama üreterek kendini olumlar. Bu bağlamda, sermayenin

Güncelliğinde radikal görünen devrimci reformizm, antagonizmanın tarihsel kurucu politikliği değildir

politikliğinin felsefesi aşkınsaldır. Aşkınsal felsefenin devinimi yabancılaşmadır. Çatışma yabancılaşmanın üretimidir. Her yabancılaşmış çatışma, evrensel ve bengi olan mutlağı güçlendirir. Evrensel niteliğin niceliği, belli bir olgunluğa gelir ve yeni bir çelişki üretiminin niteliğine geçer. Bu bağlamda, bir yabancılaşma olan çatışma ve devrim, evrensel ve mutlak olanın tarihinde birer reformdur. Emeğin kendini olumlama politik pratiği diyalektik değildir. Emeğin devinimi yabancılaşma değil, tam tersine özgürlük ve içkinliktir. İçkinlik, varlığın kudreti ve kurucu gücüdür. Emek, ücretli emek değildir. Emekle ücretli emek arasında antagonizma vardır. Sermaye, emeği ücretli emek altında sınıflaştırır ve kapitalist toplumsal ilişkinin üreticisi olarak özneleştirir. Ücretli emek sınıflaştırılmış bir sınıftır ve politikliği iktisadi çıkara oturur. Ücretli emeğin sermayeye karşı politikliği de diyalektiktir ve sınıfsal çıkarı sermayenin varlığını gerektirir. Bu bağlamda, bir sınıf siyaseti olma bağlamında ücretli emek sınıf


6

Proletarya diktatörlüğü, bir sınıf üretme ilişkisi olan devletin yıkıcı gücü ve tasfiyesidir, sınıflaştırmaya karşı sınıfsızlaşma politikliğinin örgütlü şiddetidir ve komünalizmin kuruculuğuna içkindir

siyaseti reformizmin siyasal varlığı sermayenin krizlerine bağlıdır. Sermaye krizlerini aşıp çözdüğünde, ücretli emek ile sermaye arasındaki çatışma söner. Bu bağlamda sermaye, modern egemenliğin kuruluş süreçlerindeki krizlerinde ücretli emek siyasetinden çok çekmiştir. Sermayenin biçimsel tahakkümünden gerçek tahakkümüne geçiş ve soyut emeğin somut emek üzerindeki tahakkümünün kuruluş süreçlerinde yaşanan sermaye krizlerinin gerçekleştiği süreçlerde, ücretli emek siyaseti sermayenin iktidarını sarsmada devrimciler için önemli işlevler görmüştür. Ücretli emek sınıf siyaseti, kendisini sınıf olarak kuran

sermayenin krizlerine bağlıdır; bu durum, diyalektiğin politik üretimidir. Bu bağlamda, ücretli emek kurucu bir güç değil, reformist bir güçtür. Komünist siyaset ise, kurucu gücü ve kurucu siyaseti gerektirir. Kurucu güç siyasetinden çıkacak kurucu antagonizma, yalnızca karşıtının krizlerine bağımlı değildir. Kurucu güç, kendini olumlama politik pratiğini sermayenin krizlerinden bağımsızlaştırabilen güçtür. Kurucu gücün kendini olumlama politik alanları, sermaye için her zaman ama her zaman bir direniştir. Bu direnişin maddi alanları, sermayenin krizlerinde yıkıcı güce dönüşür. Antagonizma, talep siyasetinin reformistliği değil, bir toplumsal ilişki olan sermaye hayatına karşı komünalist hayatın yıkıcılığıdır. Ücretli emek ile proletarya arasındaki fark nedir? Bu soru, proletarya kavramıyla ücretli emek kavramı özdeşleştirilerek unutulmuştur. Bu unutulanı hatırlamak ve düşünmek, bu soruyu yanıtlamak için yeterlidir. Marx için proletarya ücretli emek değil, emektir. Emek olarak proletarya, tarihsel olarak kendisini sınıf olarak ortadan kaldıran tek sınıftır. Proletaryanın kudreti sınıf olmak değil, sınıflaştırmaya karşı sınıfsızlaşmaktır. Sınıfsızlaşma siyaseti, proletaryanın politikliğinin içkinliği ve kurucu gücüdür. Bu bağlamda komünizm, sınıfsızlaşmanın politikliğidir ve bugüne içkindir. Komünizm yarınlara ertelenen bir cennet değildir. Komünizm apolitik bir toplum değil, devinen özgürlüktür; aşkınsal politikliğin karşısında içkinsel politikliktir. Komünizmin politikliği bugünden komünalistliktir.

Kautskizm, doğrudan demokrasiden temsili demokrasiye, toplumsal demokrasiden siyasal demokrasiye, komünden devletin demokratikleştirilmesine geçiştir. Kautskizm, komünün reddidir

Proletaryanın sınıfsızlaşma politikliğinin ücretli emeğin sınıf siyasetine indirgenmesi tarihine kısaca bakmak gerekiyor. Birincisi, 1848 yenilgisi sonucundaki özeleştiridir. Bu özeleştiri kapıyı aralamıştır. İkincisi, Paris Komünü yenilgisi sonrasındaki Alman marksizmidir. Üçüncüsü, Ekim Devrimi sonrasındaki devlet kapitalizmidir. Konumuz gereği, Alman marksizmi ve Kautsky üzerine odaklanacağız. Kautskizm, Türkiye solu açısından anlaşılamamıştır. Kautsky denince akla gelen, ultraemperyalizm tartışmalarıdır. Oysa bu tartışma, özden daha çok sonuçtur. Kautskizm, proletaryanın içkin politikliğinin aşkın politikliğe çevrilişidir. Doğrudan demokrasiden temsili demokrasiye, toplumsal demokrasiden siyasal demokrasiye, komünden devletin demokratikleştirilmesine geçiştir. Kautskizm, komünün reddidir. Ücretli emeğin sendikalizmi, temsili demokrasinin kurumları olan parti ve parlamento, proletarya için bir araç değil bir amaca dönüşür. Alman marksizminde köklü bir tartışma olan reform ve devrim tartışması, işçi sınıfının politik pratiğinin somut tartışmalarıydı. Fakat bu tartışma devrimcileştirilemeden tıkandı ve olumsuz bir sonuca kapı açtı. Reformlar için mücadele, amaç olan devrim için bir araç olarak meşrulaştırıldı. Böylece, hem devrim kavramından hem de reformlardan vazgeçilmemiş oluyordu. Oysa amaç-araç ilişkisinin bu biçimde teorileştirilmesi felsefi bir yanılsamaydı. Lenin, "Materyalizm ve Ampiryokritisizm"i yazarken, 1905 yenilgisinin devrimci politik teoriye getireceği felsefi kaymalara karşı bir duruş sergiledi. Alman marksizminin tartıştığı reform ve devrim tartışması, Paris Komünü yenilgisinin getirdiği felsefi sorunsallaştırma üzerine kurulamadı. Bu önemli bir kırılmadır. Amaç-araç ikiliği diyalektik bir yabancılaşmadır. Amaç harekete içkindir. Kurucu olan özne değil, eylem ve ilişkiselliktir. Araç, amaç için kurulan bir pragmatizm değil, amacı kuran içkinliktir. Bu bağlamda, Alman marksizminde amaç aracı kuramadı; tam tersine, araç amacı ortadan kaldırarak amacın kendisi oldu. Kautskizm, proletaryanın devrimci içkin politikliğini, ücretli emeğin reformist politikliğine gömdü. Bu saatten sonra, devlet kavramı yıkılması gereken bir olgu olmaktan çıktı ve tam tersine, devlet araçlaştırılarak amaç için sınıf siyasetinin kurucu gücü oldu. Demokrasi mücadelesi siyasal demokrasiciliğe indirgendi ve devletin demokratikleştirilmesinin derinleştirilmesine dönüştü. Oysa devlet kurucu güç olarak demokratikleştikçe, sermaye uzamsal olarak güçlendi. Lenin’in


7

Proletarya diktatörlüğü, iktidarın ele geçirilmesi değil yıkılmasıdır

Kautsky’ye karşı yazmış olduğu "Devlet ve Devrim", "Dönek Kautsky" vb. yapıtlarında yürüttüğü polemikler ve "Nisan Tezleri", devletin kurucu güç olarak görülmesine bir itirazdır. Bu itirazlarda, bürokratik ve askeri bir makine olarak devlet, kurucu güç olarak reddedildi. Unutulan komün hatırlandı. Devrimcilik üzerinden komün ve marksizm güncellendi. Lenin’in yapıtları anarşizan olarak yorumlandı. Trajik olan ise, bu eserlerin Ekim Devrimi’nden sonra gerçekleşememesiydi. Devlet kapitalizmiyle bürokratik ve askeri makine güçlendi. Proletarya diktatörlüğü adına devletin kurucu gücü rasyonelleştirildi. Adına da sosyalizm denildi. Ve Lenin, yaratmış olduğu partiye muhalif olarak öldü. Lenin’in ölümü, ikinci bir Kronştad’dır. Lenin’in ölümünden sonra, proletarya diktatörlüğü teorisi kurucu güç olarak devlet teorisine dönüştü. Proletarya diktatörlüğü bir devlet biçimi değildir. Şiddet, siyasetin yoğunlaştırılmış bir biçimidir. Proletaryanın kendini olumlama politik pratiği, sınıf olmak değil, sınıflaştırmaya karşı sınıfsızlaşmanın pratiğidir. Proletaryanın kurucu kudreti budur. Varlık kudretini eyler. Devlet bir sınıf üretme ilişkisidir. Proletarya diktatörlüğü, bir sınıf üretme ilişkisi olan devletin yıkıcı gücü ve tasfiyesidir, sınıflaştırmaya karşı sınıfsızlaşma politikliğinin örgütlü şiddetidir ve komünalizmin kuruculuğuna içkindir. Devrim, toplumsal ilişkilerin her boyutunda emeği sınıflaştıran toplumsal ilişkilerin ruhuna sinmiş olan devletin tasfiyesidir. Proletarya diktatörlüğü, iktidarın ele geçirilmesi değil yıkılmasıdır. Askeri ve bürokratik makinanın yıkılıp yerine daha yetkin

bir askeri ve bürokratik makinanın kuruluşu değildir. Bütün sorun, komünizmi kurucu bir güç olarak kuran güç organlarının ne olduğudur. Aşkınsal olan parti ve devlet mi ya da parti-devlet özdeşliği mi? Yoksa bunları başından itibaren tasfiye etmeyi hedefleyen komünalist kurucu içkin toplumsal ve politik güç organları mı? Şunu duyar gibiyim: Bunlar bildik şeyler; ama bunlar devrimden sonra gerçekleşecektir. Tarih bunu yalanladı. Komünalist kurucu güç organları devrimden sonra kurulan değil, devrimi yaratan ve devrimi yaratırken kurulan direniş organla-

Lenin, yaratmış olduğu partiye muhalif olarak öldü. Lenin’in ölümü, ikinci bir Kronştad’dır

rıdır. Ne yazık ki, Ekim Devrimi’nden sonra parti, devleti tercih ederek Sovyetleri tasfiye etti. Komünizm özgürlüktür, politik kurucu bir güçtür ve bugünün politik pratiğine içkindir. Devrim kavramının devrimcileştirilmesi, komünizmin devletleştirilmesi değil, komünalistleştirilmesidir. İkinci cumhuriyet ve AB süreci, bu topraklarda Kautskizmin kuruluş sürecidir. Devleti kurucu güç olarak gören siyasetin bir ayağı sosyal demokrasidir. Bu boşluk, devletin demokratikleştirilmesini hedefleyen devrimci hareketin içinden gelen kadrolar ile doldurulacaktır. Devleti kurucu güç olarak gören diğer ayak ise muhafazakâr sosyalistler olacaktır. Bu kesim ise, siyasal bağımsızlık siyasetiyle ulus devleti savunarak sosyal şovenizmin kurucuları olacaktır. Her iki kesimden çok uzak olan komünalist sol ise kurulacaktır. 1 Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, Hil Yayınları, s. 132.

Cengiz İNAN


8

Düşman kardeşler: devlet ve siyasal demokrasi

Önümüzde tek seçenek var. Ya ulus devleti geri istemek gibi çelişki üzerinden giderek savaşı olumlayacağız

Bir Oligarşideki Prensin kamu refahına yönelik tiranlığı, bir demokrasideki yurttaşın kayıtsızlığından daha tehlikeli olamaz. Montesquieu Yıl 1933… Berlin meydanında insanlar, kitapları elden ele birbirine geçirerek meydandaki büyük ateşi harlıyor… Yıl 1949… Alman halkı sandıklarda oy kullanıyor… Bu insanların ne kadarının aynı insanlar olduğu veya Alman cumhuriyetleri arasındaki farklılıklar bu yazının konusu değil. Ancak genelgeçer günlük yorumların ötesinde, bir devlet biçimi olarak cumhuriyet ve demokrasiyi değerlendirmemiz kaçınılmaz görünüyor. Türkiye’deki söz konusu tartışmaların son bir yıldaki seyrini, bu anlamda egemenler cephesindeki herhangi bir süreçmiş gibi değerlendirmek mümkün değildir. Klasik cumhuriyetçilik anlayışına tekabül eden birinci cumhuriyet, yurttaş kitlesinin kapsamını sınırlarken oligarşik bir yapılanma içerisindeydi. Oligarşiyi, işbirlikçi tekelci yerli sermaye, toprak burjuvazisi ve feodal kalıntılar oluşturmaktaydı. İkinci cumhuriyet ise, yurttaşlık kapsamını genişleten, kapsayıcı, ama reforme edilmiş güçler dengesini yeniden kuruyor. Temsili demokrasi kamuoyu söylemiyle yine yürürlükte; ancak bu defa egemenlik biçimi olarak demokrasi veya plütokrasinin ötesinde bir poliarşiyle karşı karşıyayız. Poliarşide, işbirlikçi sınıflardan bahsetmek abesle iştigaldir. Küresel pazarın asli kurucu unsuru olarak ortak çıkarlardan bahsedebiliriz. Oligarşiyi meydana getiren sermaye çevreleri, aileler, asker ve sivil bürokrasi küresel pazara göre kendini dönüştürmediği oranda

ya da antagonizmayı yeniden kuran komünalist demokrasi pratiğimizi olumlayacağız tasfiye olmakla karşı karşıya. Artık hiçbir güç kendisi olamaz, bir o kadar da karşıtı gibi olmak durumundadır. Ulus devletler tasfiye edilirken, paradoks gibi görünse de, milliyetçilik ve demokrasi el ele yeniden şekillendiriliyor. Şirket-devlet mantığıyla yeniden yapılanan ikinci cumhuriyet, güçler ayrılığı masalını genişleten bir yerden kuruluyor. Bir yandan sivil anayasa rüzgârları estirilirken, diğer yandan Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’ndaki değişikliklerle polis haklarının genişletildiğine tanık oluyoruz. Poliarşi, düşük yoğunluklu demokrasiyi işletip çalıştıran mekanizmalar bütünüdür. Egemenliğin çok merkezliliği anlamına gelen poliarşi, kurulan ikinci cumhuriyetin diğer adıdır diyebiliriz. Bugün, bir egemenlik biçimi olarak demokrasiden poliarşiye geçmiş bulunuyoruz. Sistem, kendi açıklarını artık ordu, parlamento gibi tek merkezden kapatamamaktadır. Poliarşi, bu anlamda İmparatorluğun kuruluşunu izleyen çok merkezli hiyerarşik piramidin işleticisidir. Yine de, söylem olarak demokrasinin daha sık kullanılması bir paradoks sayılamaz. Poliarşik iktidarların bugün yalnızca Türkiye ile sınırlı olmadığı ise çok açıktır. Örneğin 1983’te kurulan ve ABD’nin USAID gibi kurumlar aracılığıyla desteklediği Ulusal Demokrasi Fonu’nun (National Endowment for Democracy (NED))Ortadoğu çapındaki (Ürdün, Mısır, Irak vb.) icraatları dikkate değerdir.1 Bearing Point, NDI gibi kuruluşların, son on yılda Kosova, Irak ve

Afganistan gibi ülkelerde neoliberal politikalarla boy göstermesi de "demokrasi"nin kuruluşu açısından manidardır. USAID, Bearing Point serbest piyasanın aklı olmaya çalışırken, NED Ortadoğu özelinde daha çok özgür seçimlerin ve temsili demokrasinin propagandasını yapmak üzere gelir kaynakları 80 milyon dolara çıkarılmış bir STK’dır.2 Öte yandan bu kurumların, tekil ulus devletlerin çıkarlarından daha ziyade, çok uluslu emperyal yönetimler lehine faaliyet yürüttüğünü görüyoruz. Seçmenler, seçimler, temsili demokrasi, kamuoyu vb. artık bu merkezlerde belirlenip şekillendiriliyor. Demokrasi STK’lar, medya, sendikalar, cemaatler eliyle poliarşiye dönüşmüştür. Zor, çok daha çıplak, fakat bir o kadar da biyo-politiktir.

Siyasal Demokrasi ya da Düşmanını Tanımak Lenin, bir devlet biçimi olarak demokrasiyi biçimsel eşitlik olarak sistematik zor aygıtlarıyla birlikte anarken, kuşkusuz devlet ve demokrasi tartışmasının mimarisine önemli bir katkıda bulunuyordu.3 Ancak bugün halen, devlet biçimi olarak demokrasinin ötesinde bir demokrasi paradigmasının kurulmasında solun boşlukları bulunuyor. Eğer bir demokrasi kuramı inşa edeceksek, bir soy kütük çalışmasına da ihtiyacımız olacaktır ve bu konuda, Foucault’nun "Bir sorunsallaştırma her zaman için bir tür yaratımdır" sözünü rehber edinebiliriz. Bir egemenlik biçimi olarak "Halkın sesi hakkın sesidir" söylemi, her ne kadar


9

Romalılara ait olsa da, asıl olarak Fransız Devrimi’nin öncülüğünde gelişmişti. Bu tarihsel kopuş sürecini, liberalizmin temel dayanakları olan sivil toplum-devlet, politika-ekonomi, özel-kamusal ikiliklerinin evriminden ayrı düşünemeyiz. Dolayısıyla demokrasi üzerine yapacağımız her tartışma, bizi aynı zamanda devrim ve devlet tartışmasına sıçratır. Kapitalizm, ekonomik ve politik olanı birbirinden ayrıştırarak bireyleri aşkın politik alanda eşitler. Feodalizmde serf ekonomik ve politik olarak bütünüyle toprak sahibinin tahakkümü altındayken, kapitalizm altında bireyler artık ekonomik alanda ücretli işçidir, politik alanda ise yurttaş olmuştur. Vatandaşlık pratiklerinin gelişimi (oy kullanma, vergi, askerlik, okul eğitimi vb.), aynı zamanda çokluğun farklılıklarının ve güçlerinin eşitlendiği halk olma süreciyle el ele gider. Klasik sözleşmeci kurama göre, doğal durumun irrasyonel ve savaş hali olarak yadsındığı söz konusu halklaşma süreci sivil durum içerisinde öğrenilen, rasyonel bir süreçtir –ki bu aynı anlamda modernizmin medenileşme söylemine tekabül eder. Althusser demokrasinin, bu anlamda yasaların hem babası hem de çocuğu sayılan halkın ve dolayısıyla tüm yaşamın eğitiminden başka bir şey olmadığını hatırlatır.4 Böylece gerçekte eşit olmayanların eşitliği (fırsatlar eşitliği), yurttaşlık ve anayasal cumhuriyet ile güvence altına alınır. Örneğin seçimlerde, insanlar sınıfsallıklarından arındırılarak svayısal olarak tanımlanan, birbirinden farksız seçmenler olarak değerlendirilir.5 Belirli bir sınıfın üyeleri bile, öğrenilmiş yurttaşlık ölçütleri temel alınarak (gelir düzeyi, sağlık durumu, ikâmetgah, kişisel alışkanlık vb.) kategorileştirilir. Demokrasinin ölçütü, bireylerin

vatandaşlık pratiklerine katılımıyla ölçülür. Sieyes’in pasif (mülkiyet ve kişinin kendini koruma hakkı vb.) ve aktif yurttaşlık (kamu yönetiminin oluşumuna katılım) ayrımlarından bugüne kadarki tanım ve yasalardaki değişimlerle daha kapsayıcı yurttaş tanımlarına ulaşılması demokrasinin kanıtı olarak görülür. Pasif yurttaşlıktan aktif yurttaşlığa geçişte, devletle birey arasındaki tüm toplulukların tasfiyesi ve medenileşmesi esastır. Yurttaşlık eğitimi alan bireyler (ki bu kişiler bir ulusun mensubu olarak devlete bağlılığı kabul görmüş yurttaşlardır), demokrasinin teminatı olarak değerlendirilir. Aşkın demokrasinin felsefi köklerini irdelemek, kendimizi ifade etmek açısından da

Sistem, kendi açıklarını artık ordu, parlamento gibi tek merkezden kapatamamaktadır. Poliarşi, bu anlamda İmparatorluğun kuruluşunu izleyen çok merkezli hiyerarşik piramidin işleticisidir

anlamlıdır. Foucault, parrhesia kelimesinin ("hakikati söylemek konusundaki dürüstlük") soy kütüğü üzerinde dururken aslında demokrasi tartışmasına da girer. Parrhesia, belli bir tehlikeye rağmen hakikati söyleme cesaretidir. Parrhesia’nın işlevi, bir başkasına hakikati ispat etmek değil eleştiri sunmaktır ve asıl önemlisi, kanunlar karşısında tüm yurttaşların eşitliğinden ve herkese kendi fikirlerini söyleme konusunda verilen yasal haktan farklı olarak, parrhesia kurumsal terimlerle açık biçimde tanımlanmamıştır. Foucault, ısrarla demokrasi ve parrhesia arasında kaçınılmaz olarak karşıtlık bulunduğunun altını çizer: "Demokrasinin olduğu yerde, olumlu ve eleştirel anlamıyla parrhesia bulunmaz."6 Hakikati söyleyecek olan kişi, halka7 karşı koyma becerisine ve cesaretine sahip olandır. Hakikati söylemek için, efendi tarafından tanınmayı beklemek söz konusu değildir. Bu noktada, hakikati bilmek için kendini bilmenin, öz bilincin önemi ve beraberinde kendini bilmenin yolu olarak efendiyi tanımanın diyalektik işleyişini, demokrasi ve Hegelci efendiköle sorunsalı bağlamında ele alabiliriz. Diyalektik sözcüğünün kökeninde logos sözcüğünü buluruz. Logos’un başlıca iki anlamı, "söz" ya da "konuşma" ve "akıl"dır. Dialegein, söz ya da düşünce alışverişinde bulunmak, karşılıklı konuşmaktır, bu müzakerelerin sonunda mutlak hakikate ulaşılacağı varsayılır. Dolayısıyla diyalektikte ardışık ve karşılıklı çelişkilerin nihai bir çözümü esastır. Hegel geldiğimizde insan, insan olduğunun bilincine sahip olmadan önce zorunlu olarak ya köle ya da efendidir.8 Kişinin, iyi ya da kötü, güçlü ya da zayıf olsun, bir diğer kişiyi yok sayması kendisinin de tamlığa ulaşmış biri olmadığını gösterir. Köle, gücün kendisi aşkın bir güç tarafından tanınırsa kendi gücünü, kendini keşfeder. Köle veya efendi, kendi gücünü olumlamak için hasmını olumlar ve tanır. Karşıtını dikkate almasının tek nedeni, istediği şeyi onun hesaba katma-


10

sını istemesidir. Karşılıklı tanıma yoluyla, köle de efendi üzerinde denetim geliştirir.9 Halkın egemenliği (gücü), bu anlamda mutlaka anayasal güvence altındaki meclise aittir. Köle-efendi diyalektiğinin işlerlik kazandığı bu pratiğe, biz aşkın demokrasi diyoruz. Temsili demokrasi, siyasal gücün kullanılmasından ziyade bu gücün başkalarına devredilmesidir. Althusser’in deyimiyle, demokrasideki eşitlikte insanlar her şey oldukları için hiçbir şeydirler. Bu yüzden güçlerin eşitlenmesi, aslında anın rejimi olan despotizmin (yani demokrasinin) tanınmasıdır. Aşkın demokrasi pratiklerinde diyalektik olumsuzlama yani efendi ile köle arasındaki mücadelede bir antagonizmadan, farktan ziyade, hasmını bir yönüyle ortadan kaldırırken diğer yönüyle muhafaza etme (diyalektik olumsuzlama) söz konusudur. Bir başka deyişle, sivil toplum devletin, özel alan kamusal alanın güvencesindedir. Devlet ve kamusal alanın sivil toplum ve özel alana göre nesnel, tarafsız ve nötr olarak ileri sürülmesinden kaynaklı sahte ikilikler, aynı zamanda devletin ve kuruculuktan yoksun nihilist bir yaşamın kaynağıdır. Dolayısıyla, kölenin efendiyi yadsıyışı mutlak bir olumsuzlama değildir. Köle, Hegel’e göre bir yandan kendini bilip tanırken bir yandan da efendiyi gerçekleştirir. Mutsuz bilincin çelişkisinden (efendi ve köle ruhlarının birlikteliği) rasyonel bilince geçişle birlikte mutlak özgürlük elde edilir. Hegel, mutlak tinin bu sürecini efendi ve köle ayrımının sonu olarak değerlendirir. Dikkat edilirse söz konusu diyalektik işleyiş içerisinde kölenin yıkıcı yaratıcılığından eser yoktur; köle, aralıksız olarak çelişki

Aşkın demokrasi pratiklerinde diyalektik olumsuzlama yani efendi ile köle arasındaki mücadelede bir antagonizmadan, farktan ziyade, hasmını bir yönüyle ortadan kaldırırken diğer yönüyle muhafaza etme söz konusudur

ve olumsuzlama üzerinden hareket eder. Demokrasinin diyalektiğinde Foucault’nun dikkat çektiği parrhesia (hakikati söylemek), antik Yunan’ın agora’sından, monarşik yönetimdeki saraya ve daha sonra kapitalizmle meclise hapsedilir. Böylece efendi ve köle diyalektiği, nihai anlamda aralıksız tek bir istence (devlet, meclis, yasa vb.) yönelir. Hakikati söylemek artık eleştirel niteliğini kaybeder ve retoriğe, egemenin söylemiyle olan çatışkı çelişkiye dönüşür. Felsefenin kadim tartışmalarından birini oluşturan kendilik bilinci veya efendi ve kölenin kendini tanıması, demokrasinin işleyişi açısından yurttaşın kendini bilmesi veya eğitmesi, bir başka deyişle sürekli eğitime tabi olmasıyla mümkündür. Yurttaşların güçlerini kişi veya meclise devretmeleri ise, aynı zamanda direnme hakkından vazgeçmeleri anlamına gelir.10 Yurttaşların gücü devletin, eş deyişle egemenliği elinde bulunduranın gücüdür.11 Doğal durumda savaş halinde olan insanlar, kendi çıkarlarını ve haklarını korumak amacıyla, haklarını bütün değerlerden bağımsız bir güç olan devlete (sivil durum veya topluma) devrederler. Özgür insanın köleden farkı, köle diğer yurttaşlara da hizmet ederken onun sadece devlete hizmet etmesidir.12 Liberalizm, bu fark ekseninde kişiyi, kendi dışındaki gücü sınırlandıran devlet var olduğu ölçüde özgür sayar. Temsili demokrasilerde bu özgürlük, Hobbes’un olumladığı "Köleler istençlerini Efendinin istencine tabi kılmışlardır. Bundan dolayı da, Efendi yaptığı her şeyi onların rızasıyla yapmıştır ve rıza

gösteren birine de haksızlık yapılamaz."13 ilkesinden hareket eder. Hegel’de ise sivil toplum, artık efendi ve kölenin ilişkisellik ve eğitim alanıdır. Somut emeğe dayalı doğal durum, Hegel açısından vahşi bir hayvandır ve sürekli boyunduruk altına alınmalı ve terbiye edilmelidir. Hegel’e göre sivil toplum, tikel çıkarları kapitalist üretim ve mübadele yoluyla birbiriyle ilişkiye sokarak bu çıkarları evrensel olanın (siyasal toplumun-devletin) çıkarına bağlar. Somut emekten soyut emeğe geçişle, sivil toplum soyut emek üzerine inşa edilir. Emeğin bu eğitsel yönünün devletle uyumlu evrensel çıkarlara dönüşümü ise sendikalardan kapitalist toplumun diğer kurumlarına dek yayılır ve disiplinden geçirilir. Sermaye, kendi çıkarını toplum çıkarı olarak örgütler. Buradaki hegemonya ilişkisi son derece maddidir. Emek ücretli emekle, toplum oy kullanmak vb. vatandaşlık haklarıyla uzamsal bir boyunduruk altına alınır. Oysa Murray Bookchin’in de dediği gibi, "Kullanılan oylar, olayları kavrayış biçimimizin, değer yargılarımızın tam ifadesi değil, bunların önceden tanımlanmış şekillerinin bir ‘yüzdesi’dir. Oy, görüşlerin tercihlere, ideallerin zevklere indirgenmesi, genel görüşlerimizin nicelleştirilmesidir; oy, insanın istek ve inançlarını sayılara indirger."14 Denetim toplumlarında boyunduruk uzamsal değil zamansaldır ve sermayenin bu gerçek boyunduruk evresinde yurttaşların disiplini biyo-iktidarla çalışır. Bu yönetimsellik, Foucault’nun deyişiyle arzuları, bireyleri, kimlikleri üreterek aşkın alandan içkin bir nedene dönüştürür.15 Sonuç olarak temsili demokrasilerde, aralık-


11

Demokrasi, ancak efendi ve kölenin birbirini tanımasıyla mümkündür. Örneğin, 1848 sonrası tüm Avrupa’da genel oy hakkının tanınması çerçevesinde güçlerin eşitlenmesi de, bu diyalektiği işleten bir sürecin ifadesiydi

sız olarak sınıfların birbirini tanıması, sınıfların ittifakı gündemleştirilir. Demokrasi, ancak efendi ve kölenin birbirini tanımasıyla mümkündür. Örneğin, 1848 sonrası tüm Avrupa’da genel oy hakkının tanınması çerçevesinde güçlerin eşitlenmesi de, bu diyalektiği işleten bir sürecin ifadesiydi. Biçimsel tahakküm evresinde, parlamento çelişkilerin çözüm alanıydı. Evrensel oy hakkı, mülkiyet ilişkilerini ve sömürü gücünü daha önce hiç olmadığı kadar dokunulmaz kılıyordu.16 Bu dokunulmazlık parlamentolarla kutsanmıştı. Gerçek tahakküm evresinde ise, bu diyalektik çelişki doğrudan savaş alanında,

Kavramlar, değişmez gerçeklerden ziyade etkin olmak, oluşumuzun içinde hayat bulmak ve anlam kazanmak durumundadır. "Cebimizde" deyip ilerlediğimiz kavramlar artık bizi özgürleştirmiyor

sivil ve siyasal toplumun iç içe geçtiği yerde, yani belirli bir uzamın ötesinde burjuva toplumun bütününde verilmektedir. Hardt’ın, sivil toplumu veya demokrasiyi istemek mümkün değildir derken kastettiği şey budur. Biçimsel boyunduruk evresinde, sermayenin boyunduruğundaki emek, üretim süreçleri içerisinde soyutlanmalı, disipline edilmeli ve ücretli emekle evcilleştirilmeliydi. Artık sivil toplum içerisinde, Gramscici anlamda, bir mevzi savaşı vermek bile güçten ziyade yük haline geliyor.17 Disiplin toplumlarının sivil toplumu, bütün dayanaklarından (okul, aile vb.) yoksun bir hale geldi. Bütün çelişkiler, savaş üzerinden kendisini kurup işletiyor. Parlamentolar artık sirk alanıdır. Efendi ve kölenin birbirini tanıyıp olumsuzladığı yer artık parlamentolar değil. Bu olumsuzlama, biçimsel tahakküm evresinde antagonizmanın çelişkiye dönüştürülmesiyle parlamentoda çözülmüştü. Almanya’daki SDP örneği, hafızalarımızda hâlâ güncelliğini koruyor olmalı. Bugün güçler savaş alanında reforme ediliyor. Gerçek boyunduruk evresinde, toplum İmparatorluğa kendi kurbanlarını sunmakta. Efsaneye göre Moloch, insanların itaat etmesi ya da kurban edilmesiyle yatışan tiranik bir güçtü. O dönemde, Ortadoğu’da uğruna çocukların kurban edildiği tanrıydı. Bugün denetim toplumları kendi çocuklarını savaşa yolluyor. Önümüzde tek seçenek var. Ya ulus devleti geri istemek gibi çelişki üzerinden giderek savaşı olumlayacağız ya da antagonizmayı yeniden kuran komünalist demokrasi pratiğimizi olumlayacağız. Bu ise ancak Paris Komünü, Ekim Devrimi, Mahnovşçina hareketi vb. geçmiş pratiklerin esin verdiği, ancak esir etmediği bir pratikle mümkündür.

Demokrasinin Sağı ve Solu Öte yandan, devletin veya sivil toplumun nötr bir alan olarak tasavvur edilmesi sadece liberalizme özgü değildir. Bu ikiliklerin mimarisine dayanarak yapılan devrim ve demokrasi tartışmalarında üç temel eğilimle karşılaşırız. Her üç eğilimde de, varlığı özne olarak kurgulamalarından kaynaklı metafizik sorunlar vardır. Bunlardan birincisi, sivil toplumu tamamen devletten bağımsız ve özerk olarak düşünür ve sınıfsal antagonizmadan arındırılmış çelişkiler üzerinden politika üretir. Sivil toplum bileşenlerinin kimlik politikası ekseninde politik özne veya özneler olarak algılanışı, oluştan varlığa indirgenmiş sosyolojik kökenli bir politik çelişkiye yaslanır. Bu anlayış, yukarıda açıkladığımız liberal savları tekrarlayarak sivil toplum üyeleri arasında bir eşitlik olduğu varsayımını sorunsuz olarak kabul eder veya var olan eşitsizliklerin devletçe tanınmasına ve "kazanılmış hakların" genişletilmesine odaklanarak talep siyasetini teşvik eder. Bugünle


12

Devrim, ereksel nedensellikle ulaşılacak bir telosa indirgenir ve komünizm aralıksız olarak ertelenir; fakat bir yandan da devlet eliyle komünist aşamaya doğru ilerlendiği telkin edilir

bugünü kapıştırması bakımından hiçbir kuruculuğu yoktur ve demokrasiyi talep edilecek bir kavrama dönüştürür. İkinci anlayış, aslında sivil toplum-devlet ayrımlaştırmasının üzerine giderek marksist bir tavır alırken, devleti ele geçirilecek nötr bir alan olarak tasavvur eder ve komünizmi aşamalara hapseder. Devrim, ereksel nedensellikle ulaşılacak bir telosa indirgenir ve komünizm aralıksız olarak ertelenir; fakat bir yandan da devlet eliyle komünist aşamaya doğru ilerlendiği telkin edilir.18 Kapitalist demokrasiye karşı proleter demokrasi temenni ve söylem düzeyinde kalır. Bu eğilimde, varlık olarak sınıflar ve sınıf mutlak değişmez tözler olarak anlaşılır. Örneğin 19. yüzyıl ulus devlet merkezli sınıf siyasetini tanımlayan Holloway, bu siyaset anlayışı açısından sınıfın bir antagonist üretim ilişkisinden daha ziyade, aynı gelire veya benzer gelir kaynaklarına sahip bireyler toplamı olarak anlaşıldığının altını çizer.19 Bu yaklaşımda, ücretli emek siyasetinin duruşu aşama ve kazanımlar olarak değerlendirilir. Aslında sınıf ve müttefikleri, küçük burjuva gibi kazanılacak unsurlar kapitalizmle çelişki düzeyinde kapışır. Kısacası, ücretli emek siyasetini karşısına almayan her siyasal proje, sınıflar arasındaki güç ilişkilerine dayalı sınıflaşma siyasetini yeniden üretir. Kapitalist işleyiş ve toplumsal antagonizmanın özüne dokunmayan (sınıfa karşı sınıfsızlaşma) bu strateji ise, bugünün karşısına ütopyayı koyar. Üçüncü eğilim, her iki anlayışı da yadsırken gücün kendisine olumsuzluk atfeder. Kurucu gücü de köleyle birlikte olumsuzlar. Metafizik diyalektik yürürlüktedir. İktidar ve güç arasındaki ayrım silikleşir. Bugünün karşısına hiçlik konur.

Komünalizm Kavramlar ve kullanımlarının arkasında koca bir tarih ve tercihler yatar. Bu anlamda kavramlar da masum değildir. Deleuze, kavramları temsillerden ziyade yaratılar olarak sunarken son derece önemli bir kopuş gerçekleştirmişti. Kavramlar, değişmez gerçeklerden ziyade etkin olmak, oluşumuzun içinde hayat bulmak ve anlam kazanmak durumundadır. Dolayısıyla, geçmiş dönemin söyleminden köklü bir kopuşu içeren İmparatorluk ve Çokluk paradigması, basitçe bir entelektüel türetmenin ötesinde, emeğin özgürleşme söyleminin yeniden kuruluşunun ihtiyaçları açısından değerlendirildiğinde anlam kazanır. Bize yöneltilen "Çokluk nerede?", "Metafiziksiniz" ve "Ütopyacısınız" eleştirilerinin arkasında çok daha ciddi bir felsefi farklılık yatar. Biz tam tersine, yukarıda da değindiğimiz, özne nosyonundan hareket eden modernist solun metafizik, ütopyacı olduğunu söylüyoruz. Emeğin kuruculuğu açısından çokluk, virtüelden aktüele daima oluş halinde politik öznellikler yaratır. Bugünü bugünle çarpıştıran "demokrasi güçleri" veya geçmiş konjonktürlere dayalı "sınıf ittifakları" veya bugünün karşısına geleceği koyan ütopya yerine, biz bir distopya öneriyoruz. Bu yüzden, felsefi düzlemde aşkın demokrasi yerine içkin demokrasi, politik düzlemde sosyalizm yerine komünalizm diyoruz. "Cebimizde" deyip ilerlediğimiz kavramlar artık bizi özgürleştirmiyor. Emeğin gücü, kendini olumlaması ve bu koşullarla buluşma yollarını aramasıdır. Politik olan, aşkın alanda değil eylem halindeki yaratıcılıktadır. Lenin’in ısrarla hatırlattığı gibi, marksizm bir eylem kılavuzudur. Komünizm ve emeğin kurucu gücü bir süreçtir, kurdu-

ğunu yıkabilme iradesidir, bugüne ve geçmişe hapsedilemez. Komünalizm, bugünden geleceği konuşabilme imkânıdır. 1 Ayrıntı için bkz. Adam Hanich, "Democracy Promotion and Neo-Liberalism in the Middle East", http://inthenameofdemocracy.org/en/node/34. 2 NED’in Türkiye’de sübvanse ettiği ikinci cumhuriyetçi kurum ve kuruluşlar için bkz. http://www.ned.org/ grants/04programs/grants-mena04.html#Turkey. Ayrıca NED’in kurucuları arasında Irak’a müdahaleyi savunan Vin Weber gibi yeni-muhafazakârların kurucu üyeleri de bulunmaktadır. 3 V. İ. Lenin, Devlet ve Devrim, çev.: S. Kaya ve İ. Yarkın, İnter Yayınları, s. 99. 4 L. Althusser, Montesquieu ‘Siyaset ve Tarih’, çev.: Alp Tümertekin, İthaki Yayınları, s. 83. 5 Bkz. John Holloway, "Devlet ve Gündelik Mücadele", Devlet Tartışmaları içerisinde, çev.: İbrahim Yıldız, Ütopya Yayınları, s. 296. 6 M. Foucault, Doğruyu Söylemek, çev.: Kerem Eksen, Ayrıntı Yayınları, s. 67. 7 Burada halk kelimesinden, bir egemenlik ilişkisini kabul etmiş ve devlet tarafından tanınmış bir kütleyi anlamak gerekiyor. 8 T. Bumin, Hegel’i Okumak, Kabalcı Yayınevi, s. 176. 9 R. Sennett, Otorite, çev.: Kamil Durand, Ayrıntı Yayınları, s. 135. 10 Hobbes, De Cive, çev.: Deniz Zarakolu, Belge Yayınları, s. 84. 11 Hobbes, a.g.e . s. 172. 12 Hobbes, a.g.e. s. 32. 13 Hobbes, a.g.e. s. 124. 14 M. Bookchin, Kentsiz Kentleşme, s. 316, çev.: Burak Özyalçın, Ayrıntı Yayınları. 15 M. Hardt, http://www.makeworlds.org/node/99. 16 E. M. Wood, Kapitalizm Demokrasiye Karşı, çev.: Şahin Artan, İletişim Yayınları, s. 265. 17 M. Hardt, http://www.makeworlds.org/node/99. 18 SSCB’de, 1930’lu yıllarda (18. Kongre) kapitalizme geri dönüşün olanaksızlığının, 21. Kongre’de (1959) komünizmin ilk aşamasının tamamlandığının, 1967’de ise ileri sosyalizmin resmen ilan edilişini hatırlayabiliriz. 19 Bkz. John Holloway, "Devlet ve Gündelik Mücadele" s. 300, Ütopya Yayınları.

Akın


13

Politik kuruculuk ve otonomi Tanrısal aşkınlıktan yeryüzüne yönelimin başlangıcı Rönesans, emeğin yaratıcı ve tayin edici güçlerinin olumlanmasını temel alan bir yaklaşımla politikayı bir eyleme, yepyeni başlangıçlar yapabilme olanağı olarak düşünebilmeyi özgürleştirmişti. Politika artık ne Antik Yunan’daki gibi ayrıcalıklı bir kesimin erdemi, ne de Ortaçağda olduğu gibi tanrısal egemenliğin bu dünyadaki hükümeti olarak görülüyordu. Rönesans’la ortaya çıkan insani maddi güçler, teolojik bir dünya tasarımının ötesinde, insanın eylemleri üstünde eyleyen bir güç olarak her türlü "aşkınlık" fikrini büyüsünden arındırmaya başarmıştı. Rönesans’ın en önemli figürlerinden Makyavel’le başlatılabilecek "politik kuruculuk" fikri, aşkınlığın karşısında politikliğin insanın eylemine içkin bir yaratıcılık ve kuruculuk olarak olumlanmasını ifade ediyordu. Modernizmin ister "birey" isterse "devlet" merkezci (karşıt gibi görünen bu iki kalkış noktası diyalektik bir bağla aynı sonuca varmaktadır) yaklaşımının, politikliği yeniden aşkınlaştırma girişimleri karşısında, politikayı içkin kuruculuk olarak savunan, Makyavel’den Spinoza’ya ve Marx’a uzanan alternatif bir çizginin izi sürülebilir.1 Politik kuruculuğa atfettiği önem dolayısıyla bizce Lenin de bu çizginin bir uğrağı olarak okunup konuşturulmayı beklemektedir.

Politik Olanın Otonomisi Rönesans’la birlikte açığa çıkan emeğin yeni yaratıcı güçleri, tanrısal egemenlikle disiplin altına alınan çatışma alanlarını özgürleştirirken bu alanları düzenleyerek denetleyebilecek yeni bir egemenlik biçimi arayışını da beraberinde getirmişti. Devlet, Rönesans’ın yarattığı altüst oluşa karşılık dünyevi bir egemenlik biçimi olarak yeniden keşfedilecekti. Teolojik temelinden arındırılmış egemenlik, toplumsal ilişkilerin maddiliğinde kendine yeni bir temel bulmakla karşı karşıyaydı. İster Hobbes’ta olduğu gibi insanın "kötü" doğasına isterse Rousseau’da olduğu gibi insanın "iyi" doğasına dayandırılsın, birlikte yaşam için toplumsal bir sözleşmenin gerekliliği, egemenliğin dünyevi temeli haline geldi. Toplumsal sözleşmenin insanlar arasında ya da insanlar ve egemen arasında yapılması, egemenliğin aşkın doğasına dokunmazken sadece bu aşkınlığın kuruluş biçiminde bir fark oluşturuyordu. Her durumda, egemenliğin aşkınlığı, politik birliğin oluşumuna Hobbes’taki gibi zoraki ya da Rousseau’daki gibi gönüllü bir rızayla katılanların kendi kaderlerini tayin hakkını bir

Modern egemenlikte politik kuruculuk, çokluğun yaratıcı ve kurucu eylemi olmaktan çıkarak egemenin egemen olma, tayin edici karar verme hakkının sabitliğiyle sınırlanmıştır

egemene devretmesini ve egemenin egemen olma hakkının da geri döndürülemezliğini dayatıyordu. Başka bir deyişle, egemenin egemen olma hakkının mutlaklığını tescil eden toplumsal sözleşme, yaşam üzerinde ortak bir karara ve yeni bir başlangıca işaret eden politik kuruculuk anının her şekilde egemene tahsis edilmesini öngörüyordu. Egemenliğin kalıcılığının, politik kuruculuğun zorun çeşitli biçimleri yoluyla tekelleştirilmesinden başka güvencesi olamazdı: "Makyavel’in de dediği gibi ‘bir birey emretmeye muktedir ise, emredilen şeyin sürekliliği, tek bir bireyin omuzlarında kalmasıyla değil, ancak ‘çok’un ilgisine mazhar olması ve bu çokla birlikte korunmasıyla mümkündür’. Politik bir biçim ancak ‘çok’un onu desteklemekle görevlendirilmesiyle ayakta kalabilir. Bu destek ise, ‘çok’un radikal biçimde yeni olan bir şeye başlangıç yapabilme, sürdürmeleri beklenen ilk başlangıçtan ve temelden kopabilme olanağından a priori olarak yoksun bırakılmasıyla mümkündür."2

Sermayenin ulusal sınırlar içinde merkezileşmesi ve yoğunlaşması ile birlikte nihai biçimini ulus devlette bulan modern egemenliğin, politik

olanın otonomisine yaptığı vurgu, siyasal birliğe katılanları egemenlikten sürekli dışlayan ve yoksunlaştıran, kuruluşundaki bu disiplinci ilkeyle birlikte düşünülmelidir. Modern egemenlikte politik kuruculuk, çokluğun yaratıcı ve kurucu eylemi olmaktan çıkarak egemenin egemen olma, tayin edici karar verme hakkının sabitliğiyle sınırlanmıştır. Politik olana atfedilen otonomi, modern egemenlik işleyişinde egemenin egemen olma hakkının önceliği ve dokunulmazlığından öte bir anlam taşımamaktadır. Modern egemenlik, egemenin politikliği tekelleştirmesi ile kalıcılığı için etkin ve yaygın bir toplumsal desteğe ihtiyaç duyması arasındaki gerilimle şekillenmiştir. Nitekim sermayenin modern egemenliğe verdiği yönle birlikte dışarıya karşı "ulusal egemenlik", içeride ise "halkın egemenliği" üzerine oturtulan burjuva siyasal demokrasisi, bu gerilime bulunmuş daha etkin ancak geçici bir çözümdür. Emeğin ulus ve halk olarak olumlanması, sermayenin modern egemenlik biçimi olarak ulus devletin dokunulmazlığının içerideki ve dışarıdaki temeli haline gelmesine hizmet etmiştir. Emek uluslaştırılarak ulusal sınırlar içinde disiplin altına alınmış ve halklaştırma yoluyla, kurulu egemenliğin, geri döndürülemezliği baki olmak üzere, yeniden üretimine temsili olarak katılımla görevlendirilmiştir. Tersten söyleyecek olursak, içerisi-dışarısı ayrımına dayalı


14

Devlet artık yalnızca kurumsal görünümler ya da hegemonya üzerinden işleyen dışsal ve otonom bir biçim olarak görülemez uluslaştırma ile politik alan-toplumsal alan ayrımına dayalı halklaştırma yoluyla emek, sermayenin egemenliğinin vesayeti altına alınmıştır. Emeğin ulus ve halk olarak olumlanması, sermayenin emek üzerindeki egemenliğinin dokunulmazlığının olumlanmasıdır.

Kriz ve Politik Kuruculuk Politik olanın otonomisi, belirlemenin ve tayin etmenin politikliğini düşünmeye elverse de modern egemenlikte, emeğin politiklikten dışlanarak egemenin eylemini bir şekilde onaylama ve böylelikle kalıcılığını yeniden üretmeyle görevlendirilmesine hizmet etmiştir. Bu açıdan politik olanın otonomisi, insanların eylemleri üstünde eyleyen bir aşkınlık olarak egemenliğin daha önce hiç görülmediği kadar etkin bir mistikleştirmesidir. Egemenliğin politikliği tekelleştirerek sınırlandıran aşkın özüne hiç dokunmadıkları düşünüldüğünde, bu otonominin zor ve baskı ya da demokratik temsil yoluyla güvence altına alınması, aynı egemenlik işleyişinin farklı devlet biçimleri altında tezahür etmesi olarak görülebilir. Nitekim Marksizm içinde devlete ilişkin "göreli özerklik" ya da "araçsalcılık" üzerinden yapılan çözümlemeler, politik olanın otonomisini baştan kabul ederek devlet biçiminin eleştirisinin ötesine geçememiştir.

Egemenliğin gelişimi ile sermayenin gelişimini birbirinden bağımsızlaştırarak okuyan "göreli özerklik" kuramı, devletin sınıfsal özünün çözümlenmesinin önünü kesmiştir. Politik olanın otonomisinin başka bir ifadesi olarak göreli özerklik, modern egemenlik işleyişinin tanımlayıcı niteliğinden ziyade değişmez bir temel olarak kabul edildiğinden, politik alan ile toplumsal alan arasındaki ayrım olduğu gibi korunmuştur. Bu boşluğu doldurmak üzere alternatif olarak gündeme getirilen "araçsalcı" yaklaşımlar ise devleti herhangi bir sermaye grubunun hükümetine indirgeyerek devletin sınıfsallığını ancak dışsal bir şekilde formüle edebilmiştir. Her iki yaklaşım da devletin sınıfsal öznellikleri kuran ve yeniden üreten bir ilişki olarak eleştirisini öteleyerek, ele geçirilebilecek ve dönüştürülebilecek "otonom" bir alan olarak devlet tahayyülünü güçlendirmiş ve devletin sınıflar mücadelesinin doğrudan hedefi haline getirilebilmesine çok az katkı sunabilmiştir. Politik olanın otonomisinin ön kabulüyle okunan Lenin de, bugüne kadar devrimci düşünce içinde, devleti ele geçirme ve onun dönüştürücü gücünden faydalanma stratejisi bağlamında konuşturulmuştur. Tersten bu okumayı temel alarak geliştirilen eleştiriler ise Lenin’in düşüncesindeki politik kuruculuğu önemsizleştirmeye ve daha kötüsü devrimci politik kuruculuktan kaçışa varmıştır. Ekim Devrimi’nin kapitalizmin tedrici dönüşümü ve devletin kuruculuğunu savunan Alman Marksizmi’ne karşı bir devrim olduğu, tarihin ereksel okumasına karşı politikliğin belirleyiciliğinin olumlanması olduğu unutulmamalıdır. Lenin’de devrimci kriz, tarihsel evrime değil politik kuruculuğa bağlanmıştır. Elbette Ekim Devrimi’nin sonraki seyri, Alman Marksizmi’nin hegemonyasının devrimci düşünce içinde yarattığı tahribatı tersten bir şekilde de olsa sınırlarına götürmüştür. Alman Marksizmi’nin politikliği tarihsel evrime tabi kılan ve toplumsal dönüşüm tamamlanmadan politik bir devrimin karşılığının olmadığını savunan pozisyonu terse çevrilmiş, toplumsal devrim politik devrimden sonra devletin kurucu ve dönüştürücü gücüne teslim edilmiştir. Öncelik ister toplumsal isterse politik devrime tanınsın, devrim kuramında toplumsal devrim ve politik devrim momentlerinin ayrıştırılması, politik olanın otonomisinin olumlanarak sermayenin aşkın egemenlik işleyişinin modern devlet biçimi altında yeniden üretilmesine götürmüştür. Politik olanın otonomisi, sermayenin emek üzerindeki tahakkümünün kurucu bir niteliği olarak sorgulanmamış ve bu niteliğin cisimleşmiş biçimi olarak devletin, emeğin kendini

Politik olanın otonomisi, insanların eylemleri üstünde eyleyen bir aşkınlık olarak egemenliğin daha önce hiç görülmediği kadar etkin bir mistikleştirmesidir

olumlamasının politikliği üzerinden bir eleştirisi yapılamamıştır. Oysa devrimcilik politik bir kuruculuk ve bunun sürekliliği ise, devrim ile –politikliği tekelleştirerek dokunulmaz kılan- devlet başından itibaren antagonist kavramlardır. Bugün devrimci bir kriz yaratabilecek politiklik üzerine düşünebilmek, bu antagonizma üzerine yeniden düşünmeyi zorunlu kılmaktadır.

Politik Olanın Otonomisinden Emeğin Otonomisine Sermayenin emeği ulus devlet egemenlik işleyişi ile tahakküm altına aldığı süreçte, politik olanın otonomisinin olumlanması üzerinden geliştirilen karşı stratejiler, bu egemenlik işleyişini yeniden üretmenin ötesine geçemedi ve ister uzlaşmacı isterse devrimci bir karşıtlık olarak egemenliğin kendini reforme etmesinin dinamiklerine dönüştüler. Bugün ise sermayenin egemenlik işleyişindeki niteliksel dönüşüm karşısında, politik olanın otonomisinde ısrar eden yaklaşımlar, emeğin karşıdan politik kuruculuğunun üretimine artık hiçbir katkı sunamıyor. Bugünkü egemenlik işleyişinin niteliksel farklılaşmasına ilişkin şu ya da bu düzeyde bir farkındalığın mevcut olduğu artık görmezden gelinemez. Ancak bizim açımızdan asıl sorun, egemenlik işleyişinin krizlerini emeğin politik kuruculuğunun bakış açısından konuşturulabilmesi sorunudur. Lenin’i güncel bir değer olarak karşımıza yeniden çıkartan günümüzün bu somut ihtiyacıdır. Dünya piyasasının işleyişindeki niteliksel farklılaşmayla birlikte "egemenliğin" ulusal karakterinin altının oyuluşu ve ulusal sınırlar içindeki temsil mekanizmalarının etkisizleşmesi karşısında, politikanın ciddi bir kriz içinde olduğu ve bir değer olarak politikanın yeniden canlandı-


15

rılması gerektiğine yapılan vurgular, bu farkındalığın bir göstergesi olarak alınmalıdır. Ancak bu farkındalık, politikliği modern egemenliğin içinden düşünmenin sınırları yüzünden yine bir tıkanmaya neden olmaktadır. Ulusal egemenliğin ve siyasal demokrasinin güçten düşmesi karşısında, ulusal egemenliğin savunusu ya da demokrasinin radikalleştirilmesi dışında bir alternatif üretilememektedir. Kapitalizmin modern döneminde egemenlik işleyişi, dışarıya karşı ulusal bağımsızlık, içeride ise siyasal demokrasi yoluyla politikanın "otonom" bir alan olarak kuruluşuna dayanıyordu. Dolayısıyla sermayenin dünya piyasasının işleyişine uygun yeni küresel egemenlik biçimiyle birlikte kaybolan ya da etkiliğini yitiren politika değil, politik olanın otonomisidir.3 Yok olan egemenlik değil egemenliğin tarihsel bir biçimidir. Artık ulusal sınırlar içindeki bütün siyasi, ekonomik ve toplumsal süreçler üzerinde egemen bir ulus devletten söz edilemeyeceği gibi bu egemenliğe -politik alan ve toplumsal alan arasındaki ayrıma dayalı olmak koşuluyla- demokratik bir biçim veren parlamentarizm de işletilememektedir. Modern egemenlikte ulus devlette tekelleşen askeri, hukuki ve ekonomik karar hakkı, ulusüstü ve ulusaltı düzeylere taşınarak yeni bir güçler hiyerarşisinin oluşumunu dayatmaktadır. Bu hiyerarşinin kuruluşunda, devletlerin toprak temeli ve sınırları korunmakla birlikte bulundukları "yerelde" küresel sermayenin çıkarlarını koruyan hükümetlere dönüşmeleri beklenmektedir. Politik olanın otonomisi, dışarıda siyasi bir zor olarak devletin meşruluk temeli ve sürekliliğinin güvencesi olmaktan çıkmıştır. Devletlerin ayakta kalabilmesi küresel egemenliğin hiyerarşisindeki yerlerine uygun pozisyon almalarıyla mümkündür. Buna direnenler, küresel egemenliğin askeri ve polisiye operasyonlarıyla disiplin altına alınmaktadır. İçeride ise parlamentarizmin kitleleri

Egemenliğin küreselleşmesinin devleti ortadan kaldırmaması gibi, politik olanın otonomisinin ortadan kalkması da politikliği ortadan kaldırmamaktadır

"temsili katılım" yoluyla özneleştiren niteliğini büyük oranda yitirmesiyle birlikte demokrasi sürekli açık vermektedir. Artık nüfus, siyasete temsil yoluyla katılan vatandaşlar olarak değil, kendi sorununu kendi çözebilmeye muktedir yarışmacı piyasa aktörleri olmak üzere "görevlendirilmektedir". Sermayenin egemenlik ilişkilerinin yeniden üretimi artık bir parlamentoya ihtiyaç duymamaktadır, bütün toplumsal alanlarda yarışmacı bir piyasanın kuruluşu ve bu piyasaya doğrudan katılımın teşviki yeterlidir. Emeği nesneleştirerek özneleştiren modern egemenliğin "ulus" ve halk" söylemi yerini, küresel egemenliğin özneleştirerek nesneleştiren "piyasa" söylemine bırakmaktadır. Bu nedenle devlet artık yalnızca kurumsal görünümler ya da hegemonya üzerinden işleyen dışsal ve otonom bir biçim olarak görülemez. Kapitalizmin egemenlik işleyişindeki niteliksel dönüşümle birlikte devlet, toplumsal ilişkilerin üretimi ve yeniden üretimine içsel olarak kurulmaktadır. Sermayenin egemenliğinin üretimi doğrudan hayatın üretimine dönüşmüştür. Egemenliğin küreselleşmesinin devleti ortadan kaldırmaması gibi, politik olanın otonomisinin ortadan kalkması da politikliği ortadan kaldırmamaktadır. Tersine emek ve sermaye arasındaki antagonizmanın bütün toplumsal ilişkilerde derinleşmesiyle birlikte politikliğin uzamı, bütün toplumsal ilişki alanlarına yaygınlaşmıştır. Emek ve sermaye arasındaki mücadele artık doğrudan hayat üzerine mücadeledir. Bu koşullar altında ne emeğin politikliği aşkın bir egemenlik alanının ele geçirilmesiyle sınırlandırılabilir ne de devletin tarihsel bir evrimle sönümlenmesi beklenebilir. Devletin demokratikleşmesi üzerinden politik olanın otonomisini geri talep eden ya da devleti ele geçirmek üzerinden politik olanın otonomisini yeniden olumlayan yaklaşımlar sermayenin egemenliğini ters kutuplardan yeniden üretmenin ötesine geçemeyecektir. Emeğin politik paradigmasında politik devrim-toplumsal devrim ikiliği ortadan kaldırılmalıdır. Emek ve sermaye arasındaki mücadele, artık sermayenin kendi egemenlik işleyişinin sınırları içinde belirlemiş olduğu aşkınlık alanında değil, hayatı üreten ve yeniden üreten bütün toplumsal ilişki alanlarında verilmelidir. Zapatistalar’ın "oyun sahasını kendimiz belirlemeliyiz" sözünden bir zor aygıtı olarak devletin varlığına kayıtsızlık değil, emeğin hayatı üretme ve yeniden üretme gücüne içkin bir politikliğin kuruluşu anlaşılmalıdır. Sermayenin emeğin yaratıcı ve üretken gücüne el koymaktan başka bir gücü yoktur. Sermayenin gücü egemen olmaktır, askerdir, polistir, devlettir. Sermaye karşısında

Sermaye karşısında emeğin gücü ise hayatı üretme ve yeniden üretmedeki otonomisidir. Söz konusu olan hayata karşı hayat mücadelesiyse, emeğin sermaye karşısındaki yıkıcılığının gücü, hayatı kuruculuğundaki içkinliğindir emeğin gücü ise hayatı üretme ve yeniden üretmedeki otonomisidir. Söz konusu olan hayata karşı hayat mücadelesiyse, emeğin sermaye karşısındaki yıkıcılığının gücü, hayatı kuruculuğundaki içkinliğindir. Emeğin toplumsallığına içkin politikliği ile sermayenin aşkın egemenliği doğrudan antagonisttir. Politik kuruculuk, sermayenin aşkın egemenliği ile emeğin otonomisi arasındaki bu çatışmayı özgürleştirebilmektir. 20. yüzyılın politik teorisinde "otonomi" egemenliğin aşkın politikliğinin olumlanmasına hizmet etti. 21. yüzyılda "otonomi" emeğin hayatı üretme ve yeniden üretme gücünün içkin politikliği olarak anılacak. 1 Negri, A. İmparatorluktaki Hareketler, çev. Kemal Atakay, Otonom Yayıncılık, 2005, s. 209. 2 Vatter, M. Althusser and Machiavelli: Politics after the Critique of Marx, multitudes.samizdat.net/article. php3?id_article=1257 3 Negri, A. İmparatorluk, çev. Abdullah Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, 2001, s. 319.

Sinem


16

Biz güvencesizleriz Kapitalizm bir sınıfsallaştırma ilişkisidir ve diyebiliriz ki, bu ilişkinin bugünkü biçimi güvencesizleştirmedir

Günümüzde emeğe uygulanan kapitalist tahakküm biçiminin doğasını açığa çıkarmak için politik açıdan önemli olan "güvencesizlik" terimi ilk olarak 1980’lerde, özellikle İtalya’daki mücadelelerde kullanılmaya başlandı (oradan İspanya ve Fransa’ya geçecektir). Kapitalist "gelişim"i sınıf mücadelesinin belirlenimlerine sadık kalarak okumakta direten perspektifler açısından güvencesizleştirme, 1960’lardan başlayarak 70’lerin sonuna kadar uzanan mücadelelerin sermaye üzerindeki tahripkâr etkilerine karşı geliştirilen ve bugün en yetkin biçimiyle uygulanmakta olan kapitalist cevaptır. Bu kavram, Türkiye’de soldan yapılan emek analizlerinde başlangıçta neredeyse sadece enformel sektördeki sosyal haklardan yoksun emek durumunu anlatmak için benimsenmişse de, bugün "güvencesizlik" durumu, artık Türkiye için de tanımlandığı haliyle, sadece kayıt dışı sektördeki (resmi düzenlemelerden kaçınan küçük işletmeler sektörü) bir uygulama olmaktan çıkarak tüm emek biçimlerine yönelik günümüz kapitalist tahakkümün kendisi haline gelmiştir. Kapitalizm bir sınıfsallaştırma ilişkisidir ve diyebiliriz ki, bu ilişkinin bugünkü biçimi güvencesizleştirmedir. Bu kavramın ilk çıkışı ve gelişimi (İtalyancası précario, İngilizcesi precarity ya da precarious), söylemeye çalıştığımız gibi sadece sigortasızlık ve kaçaklık durumunu değil; emeğin maruz bırakılmaya çalışıldığı her türlü esnek, geçici, istikrarsız, belirsiz, yoğunlaştırılmış ve tanımsızlaştırılmış çalışma ve yaşama koşullarına işaret eder. Görünüşte formel sektörde yer alan büyük işletmeler, taşeronlaştırma yoluyla emeğin bütün "yükünü" alt sözleşme yaptıkları firmalara havale ederek, emeği üretim sürecinde görünmez kılmaya çalışırlar. Böylece, emekçilere eski işyerinde yeni işçi olma paradoksu yaşatılır. Bu, güvencesizliğin en bilinen ve en acı yüzlerinden biridir.

Bu afişte, teolojik bir şefkat figürü olan Meryem Ana imgesi, duygulanımsal emeğin yeni yüzünü anlatmak için kullanılır. Kadınların geleneksel annelik rollerinde ürettikleri duygulanımsal emek, günümüz hizmet sektörüne yoğun bir biçimde dahil olmuştur. Afişteki kadının yakasındaki “Call me” (“Beni ara”) yazısı, hizmet sektöründeki güvencesiz kadın emeğinin, tıpkı bir anne gibi her daim şefkat ve bakım vermeye hazır oluşuna gönderme yapar.

Özellikle imgesel ve dilsel üretim alanında yoğunlaşan, "freelance" adı altındaki emek kiralama biçimleri, tarım alanında zaten var olan fakat kapitalist sektör çeşitliliğinin artmasıyla her alana yayılmaya başlayan mevsimlik ve geçici işçi alımları, "parti-time", çağrı üzerine ya da evden çalışma uygulamaları diğer güvencesizleştirme biçimleridir. Aslında bu "yeni" sınıfsallaştırma biçiminin yansımaları, Avrupa hükümetlerinin göçmen haklarından yapmaya başladıkları kısıntılara kadar uzanır. Göçmenlerin bulundukları ülkelerdeki emek pazarına katılımları vatandaşlık koşulundan çıkarılarak, giderek artan bir biçimde geçici oturma izni düzenlemeleriyle –o da elde edilebilirse– halledilir olmaktadır. Geçici oturma izni uygulaması, kapitalistler açısından, göçmen emeğinin toplumsal ve ekonomik maliyetini hiç üstlenmeden, bu emeği doğrudan sömürüye dahil edebilmenin mükemmel bir yoludur. Bugün "işgücünün esnek kullanımı" adı altında meşrulaştırılmaya çalışılan ve örnekleri giderek artan güvencesizlik durumunun incelenmesinde asıl önemli nokta ise, sınıf

bileşimindeki değişim üzerine yapılan vurgulardır. Sınıf bileşimi kavramlaştırması, sermayenin sınıf tahakkümünün biçimini tek başına değişmez bir biçimde belirleyemediğini –ki aslında ona sorsanız bunu tercih edecektir–, bu tahakkümü sürekli olarak işçi sınıfının isyanlarına ve direnişlerine göre "ayarlamak" zorunda olduğu ve kendi iktidar formlarını dönüştürmek durumunda kaldığı görüşünü savunan bir analize dayanır. Mario Tronti, Toni Negri, Paolo Virno ve Sergio Bologna gibi İtalyan Otonomist teorisyenlerin 70’lerin sonlarına doğru güvencesizlik durumunda asıl yakaladıkları mesele de bu olmuştur. Bu isimler, mücadelelerden edindikleri deneyimler üzerinden şu tespitte bulunurlar: Fordizmden post-Fordizme geçiş (ki güvencesizleştirme post-Fordizmin temel özelliğidir), kitlesel işçiden toplumsal işçiye geçişe tekabül eder. Otonomist teori, Fordizmden post-Fordizme geçişi, sermayenin kendi içsel krizleri üzerinden değil, 1960’ların ve 70’lerin toplumsal mücadelelerinin sermaye üzerinde yarattığı baskı üzerinden açıklar. Ve bu anlamda da "tarihin devindirici motorunun


17

sınıflar mücadelesi" olduğuna dair marksist tezi maddi bir temel üzerinden günceller. Bugün muhafazakâr marksizmin Otonomist teoride anlayamadığı nokta, sermayenin kendini olumlama pratiğine karşı emeğin kendini olumlama pratiğinin (mücadele ve karşıdan kuruculuk gücü) sürekli olarak öne çıkarılmasındaki bu ısrardır.

Kitlesel İşçiden Toplumsal İşçiye Modern dönemin üretim yeri fabrika, sınıf bileşimi ise kitlesel işçidir. Bu dönem, sermayenin emeği biçimsel tabi kılma hareketine tekabül eder. Bu dönemde sermaye, henüz kapitalizm dışında olan alanları içerme çabasıyla emeğin bedenini fabrika alanında disiplin altına alırken, dünya çapındaki yayılımını da emperyalizm üzerinden gerçekleştirir. Bu aşamada fabrika mekânı üzerinden, üretken emek (sermayeye dönüştürülebilir emek) ile üretken olmayan emek arasında bir ayrım söz konusudur. Emek, kitlesel olarak, üretken işgücü adı altında aynı mekânda toplanarak, kapitalist değer üretiminin öznesi haline getirilir. Emeğin kapitalist artı-değer üretimindeki üretkenliğinin artırılmasının tekniği, Fordist üretim bantları ve Taylorist hareket ekonomisi hesaplarıdır. Bu dönemde kapitalizmin, emeğin bedeni üzerindeki tahakkümü disiplinci bir biçimde kurulur. Emek, kitlesel bir biçimde, merkezi bir üretim alanında disiplin altına alınır. Fordizmden farklı olarak, içinde bulunduğumuz post-Fordist dönemde ise üretim merkezsizleştirilmiş ve modern dönemde fabrikada disiplin altına alınan emek, doğrudan küresel pazarın denetimi altına sokulmaya başlanmıştır. Kapitalizmin disiplinci iş ve egemenlik rejimine karşı girişilen ve 68’le simgeleşen büyük çaplı direnişlerin bu değişimdeki belirleyici etkisini görmek önemlidir. 68 momenti, Fordist üretim rejimindeki bir kırılmayı temsil eder. İşte, tam zamanında ("just-in-time") esnek üretim denen Toyotist tarzın emek üzerindeki tahakkümde yaygın yöntem haline gelişi, bu kırılmaya karşı kapitalist cephe tarafından geliştirilmiş bir mekanizmadır. Deyim yerindeyse, fabrikadan kaçan emeğin peşinden sermaye de fabrikadan çıkar ve tüm toplumsal mekâna yayılma eğilimine girer. Fordizmden Toyotizme geçiş, sermayenin emeği kendine gerçek tabi kılışının teknik örgütlenişinin bir sonucudur. Toyotizmle birlikte üretim ve dolaşım alanlarının tam senkronizasyonunu hedefleyen sermaye, "işgücünün esnek kullanımı" ile de yeniden üretim ile üretim alanları arasındaki ayrımı kendi lehine bir biçimde aşındırır. Mariarosa Dalla Costa ve Selma James,

Almanya’da 2006 yılında kullanılan EuroMayDay afişi. Sloganı: “Dünya çapında toplumsal hak için, kendi kaderini tayin etme ve hareketin küresel özgürlüğü için EuroMayDay”.

70’li yıllara ait çalışmalarında,1 ev içi kadın emeğinin nasıl da kapitalist değer üretimine eklemlendiğini göstermişlerdi. Antikapitalist kadın hareketinin, yeniden üretim alanı ile üretim alanı arasındaki doğrudan ilişkiye dair uzun zamandır vurguladığı boyutlar, kapitalizmin mevcut aşamasında göz ardı edilemeyecek bir duruma ulaşmıştır. Bugün kapitalizm, sadece fabrika işçisini değil tüm toplumu işe sürerek, tahakkümünü tüm yaşam üzerin-

Muhafazakâr marksizmin Otonomist teoride anlayamadığı nokta, sermayenin kendini olumlama pratiğine karşı emeğin kendini olumlama pratiğinin sürekli olarak öne çıkarılmasıdır

de kurmaktadır. Bu tam tahakküm, gerçek tahakküm döneminde, yeniden üretim, üretim ve dolaşım alanları iç içe geçmiş, toplumsal elbirliğinin ortak zamanı kapitalist tahakkümün ve sömürünün nesnesi haline getirilmiştir. Dolayısıyla sadece fabrika işçisi değil, bu toplumsal elbirliğine katılan herkes, sadece fabrika mesaisi sırasında değil, tüm yaşam süresince kapitalizmin tehdidi altındadır. Bu anlamda, tüm toplum bir fabrika haline getirilmiştir ve de toplumsal işçi, bu yeni üretici gücün adıdır: Toplumsal işçi, değer üretiminin devam edebilmesi için gerekli olan toplumsal elbirliğini üreten güçtür. Güvencesizliğin bugünkü sınıfsallaştırma ilişkisinin biçimi haline gelmesi, sınıf bileşimindeki bu dönüşümle yakından ilişkilidir. Bir sınıfsallaştırma ilişkisi olan kapitalizm, emeğin tüm yaratıcı gücünü, onun ilişki üreten, yaşam üreten gücünü ondan alarak, emeği işgücüne, ücretli emeğe çevirir. Üretim tarzı kapitalist bir biçimde örgütlenmeye devam ettiği sürece de, tüm emek biçimleri bu ücretlendirerek sınıfsallaştırma tehdidinin altındadır. Dolayısıyla, kapitalist işin örgütlenme tarzındaki dönüşüm sonucunda, güvencesizlik durumu tüm toplumsal emeği tanımlar hale gelmiştir. Güvencesizlik, sadece fabrikadaki emeğin maruz bırakıldığı bir durum değil, duygulanımsal, dilsel ve imgesel üretim yapan emek biçimleri başta olmak üzere, toplumsal elbirliğine katılan tüm emek biçimleri


18

2007 EuroMayDay afişi. Sloganı: “Avrupa’da güvencesizliğin tam kalbine”.

için geçerlidir. Dolayısıyla güvencesizlik durumunu, bugün sadece vasıfsız olarak görülen ya da kaçak çalıştırılan işçilerin ekonomik ve sosyal haklardan yoksun kalışı olarak değil de –ki bunlar asla reddedilemez– toplumsal elbirliğine katılan tüm kesimlerin yaşam koşullarının belirsizleştirilmesi olarak görmek, bu güvencesizleştirmeye karşı sadece talep siyasetiyle yetinmeyip karşıdan bir kuruculuğu üstelenebilmek için temel bir önem taşır.

"Güvencesizliği" Politik Olarak Okumak Bugün dünyanın birçok yerindeki emek hareketlerinde, sınıf bileşimleri geleneksel işçi sınıfından farklı olan ve kendilerini güvencesizler olarak tanımlayan farklı mücadele deneyimlerinin açığa çıktığına tanık olmaktayız. İtalya’da 70’lerden beri varlığını devam ettiren toplum merkezleri, güvencesizlik terimini politik çıkışlarının temel unsuru haline getirmiştir. Buralarda bir yandan devlet ve pazar denetimi dışında yaşam olanakları yaratılmaya çalışılırken, bir yandan da özellikle öğrencileri, kadınları ve göçmenleri bünyesine alan politik stratejiler geliştirilmektedir. Fransa’da da özellikle işsizlerden ve geçici işçilerden oluşan yeni güvencesizler kolektifi, farklı eylem tarzları geliştirerek ve kendi kurdukları açık üniversiteyle kuramsal araştırmalar yaparak mücadelede ve politik öznellikte geleneksel söylemleri aşan bir kuruculuk sergiler. 2005’ten beri Avrupa’nın farklı ülkelerindeki güvencesizler hareketleri, eşgüdüm halinde alternatif 1 Mayıs kutlamaları gerçekleştirirler. Buradaki amaç,

Avrupa’da giderek resmileşen 1 Mayısları yeniden emek hareketinin kılmaktır. İlk defa 2001 yılında Milano’da EuroMayDay adıyla gerçekleşen bu alternatif 1 Mayıs kutlamaları/eylemleri, Avrupa’daki diğer şehirlere de yayılmış ve ilk defa 2006 yılında, Toyotizmin anavatanı olan Tokyo’da da gerçekleştirilmiştir. Batı Avrupa’daki ülkelerin dışında, neoliberalizmin çelişkilerinin kendisini en çok hissettirdiği yerlerden biri olan Arjantin’deki işsiz işçiler hareketi de ("Piquetero" hareketi), özellikle 2000’li tarihlerle birlikte adını duyurur olmuştur. Bu hareket, sonrasında, alternatif kolektif projeler denemeyi yeğleyen taraf ile hükümetten istihdam programları talep edip geleneksel sendikal pozisyonu devam ettiren taraf arasında cereyan eden bölünmeler ve iç tartışmalar yaşasa da, güncel emek hareketindeki değişim sinyalleri açısından önemli bir referans sayılmalıdır. Bahsettiğimiz bu kolektif örgütlenme tarzlarında, emek hareketinin önünün yeniden açılması açısından umut verici olan şey, bu örgütlenmelerin "adil gelir" ve "sosyal güvence" taleplerini aşan bir biçimde, karşıdan kuruculuk denemelerine girmiş olmalarıdır. Bu örgütlenmelerin ortak özelliği, kendi sorunları üzerinde doğrudan özne olan kolektifliklerin temsiliyet ilişkilerine, öncü mercilere başvurmadan doğrudan kendi deneyimleri üzerinden içkin bir politik eylem alanı oluşturmalarıdır. Bu politik alan içerisinde, köken (ırk) ve toplumsal cinsiyet belirlenimlerinin güvencesizleştirmede oynadığı çifte roller yadsınmadan açığa çıkarılır ve farklı emek biçimleri arasında hiyerarşisiz bir mücadele ortaklığı yaratılır. Diğer yandan güvencesizlik teriminin Türkiye’deki algılanışına baktığımızda ise, emek cephesindeki hâkim algılayışın henüz ekonomik alanda kaldığını görmekteyiz. Elbette ki, yukarıda adını andığımız ülkelerde de güvencesizlik sorununu talep siyasetine sıkıştıran pozisyonlar vardır. Fakat bunlar giderek güç kaybetmekte ve yerlerini karar alma mekanizmalarında ve oluşum bileşenlerinin kapsayıcılığında otonom olan örgütlenmelere bırakmaktadır. En azından şunu söyleyebiliriz ki, buralardaki emek hareketlerinde mevcut eğilim bu yöndedir. Bizim için bugün asıl önemli soru şu olmalıdır: Güvencesizliği politik olarak nasıl konuşturabiliriz? Bu perspektiften bakıldığında, güvencesiz olarak adlandırılan emek katmanlarını sanayi proletaryasının öncülüğüne havale eden yaklaşımların emek hareketi için bir ön açıcılığı kalmamıştır. Bugün güvencesizler, günümüz proletaryasının en çıplak ve en hakiki bedenidir. Sorun proletaryanın öncülüğü meselesi

Güvencesizlik durumu, bugün tüm toplumsal emeği tanımlar hale gelmiştir

değil, tüm emek katmanlarının proleterleştiği bir çağda, ortak politik hattın nasıl kurulacağı sorusudur. Ya da daha kötüsü, güvencesizliği muğlak bir kategori olarak yaftalayıp bu tür terimlerin sermaye ile emek arasındaki temel çelişkiyi üretim tarzı dışına kaydırdığını söyleyenler, söylemlerinin görünüşteki radikalliğine rağmen, aslında reformizme düşmektedirler. Güvencesizlik, bizzat günümüz üretim ilişkilerinin yarattığı çelişkilerden doğan bir tespittir. Güvencesizlik, bir üretim kavramıdır. Günümüzün üretim tarzının sınıflaştırma eğilimi, tüm emek güçlerini güvencesizleştirerek toplumsal artıya el koymaktır. Dolayısıyla, güvencesizlik kavramına burun kıvıran bakış açılarında tutulmaya çalışılan emek kavramı aslında ücretli emektir. Oysa sermaye ile ücretli emek arasında antagonist bir ilişki yoktur. Ücretli emek, sermaye üreten emektir ve dolayısıyla ücretli emeği yücelten söylemler ancak sermayeyi reforme eden sınıf ilişkilerini devam ettirir. Sermaye ile emek arasındaki gerçek antagonizma ise artık her yerdedir. Bu antagonizmayı biz bugün ticarileştirilen okullarda, büro ya da atölye haline getirilen evlerde, sadece yaptığımız iş değil ruh halimiz üzerinden de –ey çalışan, birinci vazifen güler yüzlü hizmet vermektir!– performans denetimlerine tabi tutulduğumuz işyerlerinde, kafa kağıdı alabilmek için girdiğimiz göçmen kuyruklarında, tohum gibi kimsenin tekelinde olmayan doğa ürünlerinin bile patentlendiği ve şirket mülkiyeti altına girdiği tarımda –yani sofralarımızda–, her yerde, yaşamın her alanında Arjantin’deki İşsiz İşçiler hareketinin bir eyleminden.


19

Esnek üretimle birlikte çalışma saatlerinin yoğunlaştırılmasına karşı tepkilerin özellikle Latin Amerika’da hâkim olan Katolik imgelerin tersyüz edilmesiyle ifade edilmesine bir örnek de “San Precario” (“Güvencesizlik Azizi”)’dir. Katolik inanca göre kutsal olan Pazar günlerinin de iş günlerine dahil oluşu, San Precario figürüyle ironik bir biçimde anlatılır. San Precario’nun haleleri olarak da, özellikle ev, ulaşım ve iletişim alanlarındaki duygulanımsal ve maddi olmayan emek biçimleri simgeleştirilir. San Precario, afişlerde kullanıldığı gibi, performatif geçen birçok eyleme –süpermarket baskınları, ana haber bülteni baskınları, yol kapatmalar vb.– de maket olarak katılır.

yaşamaktayız. Sermayenin şiddeti artık her yerde hüküm sürmektedir. Bu şiddete karşı, sermaye ile emek arasındaki gerçek antagonizmayı bizzat gündelik yaşamda açığa çıkarabilmek için, güvencesizlik, önemli bir politik kavramlaştırmadır. Burada üretim kavramı reddedilmemekte, bilakis öne çıkarılmaktadır. Üretim zamanının esnekleştirilmesi, üretim alanlarının merkezsizleştirilmesi ve tüm toplumsal ilişkilerin kapitalizme dahil edilmesi sonucunda, gündelik yaşam ile üretim alanı arasında bir fark kalmamıştır. Örneğin öğrenci-öğretmen, doktor-hasta, anne-çocukbaba arasındaki bir zamanlar kutsal görünen ve paranın saltanatından azade sayılan ilişkiler bile, eğitimin ve sağlığın ticarileştirilmesi yoluyla ve de en vahimi yılların birikimiyle elde edilen müşterek toplumsal bilgileri bir meta haline getirip ücretlendirerek satan aile danışmanlığı türünden yeni sektörlerin açılmasıyla, doğrudan küresel pazara dahil edilmektedir. Bunlar uzun zamandır aşina olduğumuz, herkesçe bilinen şeylerdir. Fakat bir yandan bunları gözlemleyip bir yandan da sermayeye karşı yürütülen mücadelede hâlâ sanayi sektörünü gözeten bir öncülük tarifine girişmek, en hafifinden anlaşılır şey değildir. Sermayenin önümüze koyduğu barikatlar karşısında nerede kendimizi değerli kılamadığımızı, onursuzlaştırıldığımızı hissediyorsak, orası direnişin merkezidir. Mülkiyet ilişkilerinin karşısında kendini güçsüz hisseden herkes, doğ-

rudan antikapitalist mücadelenin öznesidir. Emeğin siyaseti, politik içkinliğini toplumsallığının gücünden alır. Üretim alanının, politik alanın ve toplumsal alanın iç içeliği, aslında en çok emek cephesinin kendi gücünün kuruluşu için elzemdir. Güvencesizlerin, tam da gündelik yaşamın kılcal damarlarından yükselerek gelen seslerinin günümüzün politik hattındaki kuruculuğunda taşıdığı "öncü" rol de buradan kaynaklanır. Güvencesizlerin deneyimleri, bize toplumsal olanın politik olduğunu gösterir. Emek siyaseti, güç dengeleri gözetilerek yapılan pazarlık ilişkilerini reddeden bir karşıdan kuruculuğu üstlenebildiğinde, güvencesizlerin sahip olduğu, her türlü temsiliyet ilişkisini aşan gücü de görülebilir olacaktır. "Adil gelir" ve "sosyal güvence" gibi devletin hamiliğini kabul eden ekonomist taleplerle değil, kapitalist pazar ve devlet kontrolü dışında bir yaşam tasavvurunun ortak denemelerine girerek, bugünden komünalist bir kuruculuğu üstlendiğimizde, güvencesizleştirmeye karşı emeğin toplumsallığından gelen gücüyle direndiğimizde, politik hedef olarak önümüze istihdam programlarını değil sınıflaştırma ilişkilerinin reddini koyduğumuzda, sermayenin el koyduğu emeğin gücü, yeniden bizim olacaktır.

Güvencesizlik, bizzat günümüz üretim ilişkilerinin yarattığı

1 Mariarosa Dalla Costa ve Selma James, The Power of Women and the Subversion of the Community (Bristol: Falling Wall Press, 1972).

çelişkilerden doğan bir tespittir. Güvencesizlik, bir üretim kavramıdır

Novamed grevini bir yıldır sürdüren kadınlar, sermayenin biyoiktidarına karşı bir direniş sürdürmektedirler. Sermaye, yaşamlarımız ve bedenlerimiz üzerinde hak talep eder. Bu yüzden sadece ne zaman çalışacağımızı değil, ne zaman uyuyacağımızı, ne zaman sevişeceğimizi, ne zaman eğleneceğimizi belirlemeye kalkışır. Sermayenin iktidarı yaşam üzerindedir, yani biyo-iktidardır. Bu anlamda Novamed direnişi, bir hayata karşı hayat direnişidir.

Eylemcan


20

Sınırda hayat Henüz Festus Okey’in ölümü üzerine söylenecekler bitmemişken, Kumkapı Yabancılar Misafirhanesi’nde kilit altında "misafir" edilen Darius Witek 18 Eylül günü intihar etti

Görülmeyenler ya da görülmek istenmeyenler, ancak görünür olmak için, daha da önemlisi hayatta kalmak için sürekli mücadele veren göçmenler, bu senenin Ağustos ve Eylül ayında gerçekleşen iki olayın "haber niteliği"nden olsa gerek, değişik şekillerde de olsa Türkiye’de pek çok insanın gündemine girmeyi başardı. Bu olaylardan ilki 20 Ağustos’da gerçekleşti. Mülteci olmak için başvuru yapmış ve yanıt bekleyen 20 yaşındaki Nijeryalı Festus Okey, şüpheli görülerek bir arkadaşıyla birlikte gözaltına alındı ve Beyoğlu karakolunda öldürüldü. Olaydan sonra arkadaşı serbest bırakıldı (herhangi bir nedenle savcılığa bile sevk edilmeden) ve Festus Okey’in hangi nedenle şüpheli görüldüğü ve gözaltına alındığı konusunda bir açıklık hala yok. Henüz Festus Okey’in ölümü üzerine söylenecekler bitmemişken, bir suça karıştığı iddia edilerek polis tarafından gözaltına alınan ancak savcılık tarafından suçlu bulunmayarak serbest bırakılan, buna rağmen Kumkapı Yabancılar Misafirhanesi’nde kilit altında "misafir" edilen 39 yaşındaki Polonyalı Darius Witek 18 Eylül günü intihar etti. Geçmişe dönerek bu olayları çoğaltmamız mümkün. Bu olaylardan en çarpıcı olanlarından biri, 2001 yılının Temmuz ayında gerçekleştirilen "temizlik" operasyonuydu. İstanbul çapında yalnızca renklerine bakılarak 200’ün üzerinde göçmen gözaltına alınmış ve günlerce işkence gördükten sonra Türkiye’ye Yunanistan’dan kaçak olarak girdiklerine dair kendilerine zorla

imzalatılan belgelerle İpsala’ya bırakılmış, burada da işkence görmüş, tecavüze uğramışlardı. Dahası Yunanistan’ın da kendilerini sınırlarından içeri sokmaması nedeni ile iki sınır kapısı arasında günlerce sıkışıp kalmış, sınırlardaki güvenlik görevlilerinin ölüm tehditleriyle günlerce sınır kapılarına yaklaşamadan ölümü beklemişlerdi. Yine 2006 yılının Kasım ayında Papa 16. Benedict’in Türkiye’yi ziyaretinden önce polis, Sultanahmet bölgesinde yaşayan pek çok göçmeni yalnızca renklerine bakarak toplamış, uzun bir süre gözaltında tutmuş ve bu esnada gece-gündüz vardiyalı olmak üzere sokakları temizletmiş, bariyerleri toplatmıştı. Dediğim gibi, olayları çoğaltmak mümkün. Bu yazıyı okuduğunuz şu anda bile emniyet görev başında, "kaçakların", "yasadışı olanların", "suçluların", hatta "delilerin" 1 peşinde. Kimbilir hangi misafirhane’de hangi göçmenin aklından intihar etmek geçiyor. Veya hangi göçmen sebepsiz yere gözaltına alınıyor, işkence görüyor, hatta çalışma izni olmadığı halde gözaltında çalışmaya zorlanıyor.

Ev Sahibi mi? Sınırların gitgite daha da anlamsızlaştığı, dikenli tellerin ayırmaya çalıştığı toprakların birbiriyle kucaklaşma arzusunun gitgide daha da büyüdüğü bu zamanda Türkiye, dünyanın pek çok yerinden, özellikle Asya ve Afrika kıtalarındaki ülkelerden gelen, çoğu Türkiye’de kalmak üzere değil Avrupa’ya geçmek için yola çıkmış göç-

menlere "misafirhane"lerinde ve "sığınma kampları"nda "ev sahipliği" yapıyor. Türkiye, Cenevre Konvansiyonu’nun hazırlayıcılarından ve dolayısıyla imzacılarından biri ve buna göre de sınırlarına girmiş göçmenlere sığınmacı statüsü vermek ve başvuru yaparlarsa da mülteci olma hakkı tanımak zorunda. Ancak koyduğu coğrafi şerh dolayısıyla yalnızca Avrupa’dan gelen göçmenlere bu hakları tanıyor. İşin trajikomik tarafı, Türkiye’ye Avrupa üzerinden gelip mülteci statüsüne ihtiyaç duyanlar oldukça az sayıda, hatta şu anda Türkiye’nin sınırları içerisinde kendisine mülteci statüsü verilmiş tek bir kişi var. Asya ve Afrika kıtalarından gelen göçmenler mülteci olmak için yalnızca Birleşmiş Milletler’e başvurabiliyorlar ve yanıtlarını alana dek de sığınmacı olarak bu sınırlar içindeki göçmen kamplarına, yani misafirhanelere yerleştiriliyor, daha doğrusu hapsediliyorlar. Eğer kendilerine mülteci statüsü verilirse de bir üçüncü ülkeye gönderiliyorlar. Tabi bu arada misafirhanelerde-


21

ki kötü koşullara ve işkencelere dayanırlarsa, durduk yere gözaltına alınıp öldürülme riskini her gün taşıyabilirlerse veya hiçbir gerekçe gösterilmeden sınırdışı edilmezlerse. Şu anda Türkiye sınırları içinde binlerce göçmen var. Kimisi sığıma başvurusunda bulunmuş, kimisi ne tür "hakları" olduğundan bile habersiz, kimisi mülteci olduğu halde mülteci hakkı verilmemiş. Gündelik yaşamda hiçbir güvenceleri yok. İsteseler de istemeseler de bu sistemin "kaçak"ları, "suçlu"ları oldukları için her gün, her an sınırdışı edilme korkusu içinde yaşıyorlar. Pek çoğu da daha sınırdan içeri adımlarını atar atmaz kovuluyorlar. Özellikle, Irak savaşından kaçan mültecilerin, sığınma başvurusu yapmak isteseler dahi Habur sınır kapısına konuvermeleri veya "iyi" ihtimalle bu bölgedeki göçmen kamplarında aylarca hapsedilmeleri, artık sıradan bir olay halini almış durumda. Bir de tüm bu olaylarlara, insan kaçakçılığı piyasasının yıllık "cirosunu", her yıl insan tacirlerinin elinde sadece Akdeniz ve Ege sularında boğulan veya konteynırlarda havasızlıktan ölen binlerce göçmeni eklemeliyiz. Peki kapitalizmin bu "suçlu"larının suçu, sermayenin göçmenlerle alıp veremediği ne?

Sınırdaki Emek Bugün kapitalizm, etkili ve verimli sınır politikalarının işletilmesine ve sınırları aşan,

Göçmen hareketleri aynı zamanda ciddi bir emek hareketidir ve sermaye tarafından sınırlanmalı, çitlenmeli, en önemlisi ölçülmeli ve kontrol altında tutulmalıdır

bozan göçmen hareketlerinin denetim altına alınmasına ihtiyaç duyuyor. Göçmen hareketleri aynı zamanda ciddi bir emek hareketidir ve sermaye tarafından sınırlanmalı, çitlenmeli, en önemlisi ölçülmeli ve kontrol altında tutulmalıdır. Türkiye’nin sınır politikalarını ve göçmenlere yaklaşımını çokça eleştiren Avrupa Birliği’nde de benzer uygulamalar vardır, belki daha "hukuki" ama sonuçları itibariyle kesinlikle farksız. Göçmen hareketleri, yaklaşık on yıldır Avrupa’da ciddi krizler yaratmaktadır. Fransa’da, İtalya’da ve daha pek çok yerde gerçekleşen olayları ve göçmen eylemlerini rahatlıkla hatırlayabiliriz. Ancak göçmen hareketlerinin sistem içinde yarattığı kriz, yalnızca bu eylemlerin sonuçlarından ibaret değildir. Asıl mesele sermaye için emek piyasasının ciddi bir bileşenini oluşturan göçmenlerin sınıflaştırma ilişkileri içinde nasıl konumlandırılacağı ve sınırlandırılacağıdır. Bugün dünyanın her yerinde, göçmenlerin koşullarını düzenleyen yasalar ve uygulamalar mevcut ve bunlar sayesinde sermaye, emek piyasasının düzenlenmesine doğrudan müdahale edebiliyor. Örneğin İtalya’daki Bossi-Fini yasası, oturma iznini düzenli bir iş anlaşmasına sahip olmaya bağlıyor. Yani düzenli bir iş anlaşaması olmayanlar "yasadışı" oluyorlar, yıllardır İtalya’da yaşıyor olsalar bile. Amerika’nın, sınırları içerisinde bulunan göçmenleri, ülkede bulunma ve çalışma süreleri açısından sınıflandıran ve geçtiğimiz yıl ciddi protestolara sebep olan yasası da benzer özellikler taşıyor. Yine bugünlerde, Amerika’daki yeşil kart uygulaması gibi Avrupa Birliği içinde mavi kart uygulamasına geçileceğinden söz ediliyor. Gerekçe ise AB’nin, ABD ve Kanada gibi ülkelerle daha iyi rekabet edebilmesi için, kontrollü ve iyi yönetilmiş bir nitelikli göçmen alımına ihtiyacı bulunması. Bu uygulama ile, nitelikli işçiler Birlik içine girebilecek ve oturma hakkı ile birlikte çalışma "hakkı" da kazanabilecekler. Birlik bu uygulamasından söz ederken göçmenleri tehdit olarak değil zenginlik kaynağı olarak görmeliyiz diye eklemeyi de unutmuyor. Oysa ki Frontex’e, yani dış sınırlarda güvenlikten sorumlu AB kurumuna bağlı olarak ortaya çıkarılan 500’den fazla hızlı operasyon timleri ile göçmenlerin avlanmasının sebebi, sınırların "tehdit" edilmesiydi. Bu timler, Afrika sahillerinde ve gerekli görülen diğer bölgelerde sürekli devriye grubu olarak çalışıp "kaçak" göçmenleri, yani suçluları, gerçekte ise niteliksiz emeği sınırlarına girmeden engelliyorlar. Türkiye’nin Cenevre Konvansiyonu’na koyduğu şerh de benzer bir niyeti barındırıyor.

Dünyanın dört bir yanında göçmenler, botlarla, teknelerle, kamyonların kasalarında, yürüyerek sınırları aşarken, vardıkları yerlerde egemenliğin sınır ve vatandaşlık tanımlarını aşındırıyorlar Umuda Yolculuk Sermaye, göçmenleri hangi sınıflaştırma ilişkisi içinde sisteme entegre edeceğini düşünedursun, emek, dört bir yandan kuşatılmaya, güvencesizleştirilmeye ve sınıf haline getirilerek tahakküm altına alınmaya direnmeye devam ediyor. Dünyanın dört bir yanında göçmenler, her gün ve gece botlarla, teknelerle, kamyonların kasalarında, yürüyerek sınırları aşarken, yeni bir hayat umuduyla yolculuk yaparken ve vardıkları yerlerde egemenliğin sınır ve vatandaşlık tanımlarını aşındırırken, sistemin "kaçakları", "yasadışıları", "suçluları", "delileri" olmaya devam ediyorlar. Sınırlar, sınıflar, uluslar ile tanımlanamayan, kapatılamayan, sınıflaştırılamayan özneler, sermaye için ölçülemez bir tehditler. Ve dünyanın yerlileri hayatlarına sahip çıkarak başka bir hayatın umudunu taşıyorlar umuda yolculuklarında. 1 İspanya İçişleri Bakanlığı, ülkeye kaçak yollarla giren göçmenlere, sınır dışı edilmeleri sırasında deli gömleği ve kask giydirilmesini içeren bir düzenleme hazırlıyor. Bu yeni düzenlemenin sebebi ise Osamuyia Aikpitanhi isimli Nijeryalı bir göçmenin, sınır dışı edilirken polise "direnmesi" sonucu uçağa elleri kelepçelenerek ve ağzına tıkaç takılarak bindirilmesi üzerine uçakta boğularak ölmesi.

Pisi


22

Ulus Baker’i kaybettik. Ölüm bedene erken geldi, hazırlıksız yakalandık. Ölüme kızgın, Ulus Baker’e kırgınız: Yapılacak çok ama çok işimiz vardı daha!.. Devrimci hareketin krizini sahiplenerek aşabilecek devrimci arzunun kahkahasına sahiptik. Devrimci arzunun ufkunda aynı kavşaktan geçecektik. Farklı zamanlarda, farklı tercihlerle bu kavşağa doğru yürüyüşe başladık. Biz, "Akademi"yi reddettik ve terk ettik. Siyasal mücadeleyi örgütsel sorumlulukla üstlenmeyi tercih ettik. Üstlenilmesi meşakkatli zorluklara yelken açtık. Bu zorluklara çarparken Ulus hocayı hep düşledik. Biz her zaman onu hissettik ve sevdik. Zorluklar, kırgınlıklarımıza içkin neşemizdi; zorlukların üstesinden gelmesini bildik. Devrimci hareketin bir parçası olarak öğrenmemiz gereken çok ama çok şey var. Öğrenmemiz gereken şeyler için dersimize çalışarak yüzümüzü Ulus hocanın birikimine döndük. Kırgınız, bir yüz görmedik. Olsun! Devrimci çabanın ve sabrın yüzümüz olduğunu öğrendik. Kırgınlık bir dokunuştur; hiç küskün olmadık. Ölüm vakitsiz ve erken geldi. Kızgınız; ölüm, bir dokunuş olan kırgınlığımızı yüreğimizden aldı. Başımız sağ olsun!

Başımız sağ olsun… Sonra bu ölümün ardından yazılanlar, çizilenler, anmalar, anılar geldi. Belki de herkes kendi üzerine konuştu bu yazılarda, kendini anlattı. Herkes yaşadıklarına içkin konuşur. Biz, Ulus Baker’e ne tırnakları, ne de tek camlı gözlüğüne tanık olacak kadar yakın olduk. Biz, Ulus hocayı çevirileriyle, yazdıklarıyla tanıdık ve düşledik. Bizim yakınlığımız düşlemekti, düşlediklerimizin gerçekleşeceği hayatı özlemekti. Bizim için, Ulus Baker düşlerin özlemiydi. Bizim düşümüz, Deleuze’ü, Spinoza’yı sermayenin sponsorluğunda ve bankaların kültür merkezlerinde tanıtma ayıbından, utancından kurtarmak, fabrikalarda, mahallelerde, sokaklarda yaşatmak ve bu topraklarda politik bir harekete dönüştürmekti. Bizim düşümüz, Ulus hocayla 1 Mayıs’ta devrimci arzunun kahkahasının adımlarını birlikte atmaktı. Bizim düşümüz, Marx’ı muhafazakârlıktan kurtarıp devrimci içkin güce yeniden kavuşturmaktı. Bizim düşümüz, devrim kavramını yeniden devrimcileştirmekti. Biz, Ulus hocayla düşlerimiz üzerinden özlemle konuşuruz. Biz, Ulus hocayı yoldaş bildik. Ulus hocanın bir yazısında vurguladığı gibi, bir düşüncenin üretkenliğini açığa çıkaran, "sorun" ile "sorgulama" arasındaki farktır. Her sorunsallaştırma bir önemsemedir. Biz, onun kolektif bir deneyim adına dillendirdiklerini önemsedik. Türkiye’de "Otonomist Marksizm konusunda bir tartışma açma gerekliliği" tespitini, "Otonominin, eleştirinin ötesine geçebilecek öznellik üretme biçimi olarak kavranması" yönünde yaptığı vurguyu, otonominin Türkiye’deki genel solun çıkışsızlıkları karşısında önemli bir açılım olabileceğine dair söylediklerini önemsedik. Bu sözleri, bir öznenin ağzından çıkan laflar olarak

değil, çoğul bedenlerin ortak arzusu olarak anladık, düşledik ve özledik. Otonomist Marksizm’in birikimlerini Türkiye devrimci hareketinde tartıştırmanın entelektüel dünyanın içinde kalarak yapılamayacağını, bunu başarmanın ancak politik ve örgütsel sorumluluğu almaktan geçeceğini çok iyi biliyorduk. Biz, bu ifadelerden üzerimize düşenin bu olması gerektiğini anladık. Evet, Türkiye’de Otonomist Marksist birikimi tartışmak ve tartıştırmak gerekiyor. Antikapitalist ve karşıdan kurucu komünist proje, bugün ancak bu paradigmanın yol açıcılığı üzerinden güncellenebilir. Fakat bu, akademisyenler arası mesleki reflekslerin geliştirilmesi bağlamında bir oyun değildir. Bu deneyim, proletaryanın politik bedellerin içinden gelen birikimidir. Bu coğrafyada ve bu topraklarda Otonomist Marksist birikimi tartışmak ve tartıştırmak, politikliğin toplumsallığı üzerinden özgürleştirilebilirse bizim açımızdan anlamlı olabilir. Bu Leninistliği, Otonomist Marksist gelenek her zaman önemsemiştir. Ulus Baker ve Körotonomedya kolektifinin, şimdiye kadar Spinoza ve Deleuze’ün düşüncelerinin, Otonomist Marksist perspektifin Türkiye’de tanınmasındaki katkıları bakidir. Devrimci şükranlarımızı bir borç biliriz. İleride böyle bir tarih yazımı yapıldığında, onun ismi anılmadan geçilmeyecektir. Bu noktada, anısı karşısında saygıyla eğiliyoruz. Yapacak daha çok işimiz var. Otonomist Marksist bir hareketin bu topraklarda nasıl kurulabileceği üzerine düşünmeye devam ediyoruz. Bu, geride kalan bizlerin sorumluluğudur. Ve bu, politik bir sorumluluktur, ancak örgütsel olarak üstlenilebilir.


Körotonomedya Otonomist Tartışma Grubu Kapitalizm pratikte gerçekleşmiş idealizmdir (Marx). Diyebiliriz ki, günümüzün ultra-kapitalist dünyası bu formülü doğrulamakta artık en uç noktaya varmıştır. Saf paranın "değer yasası" artık causa sui, kendinin nedeni haline dönüşen global bir tezgah olarak günümüzün ve geleceğin kapitalizminin biçimini oluşturmaya devam ediyor. Üretken emek ile artık doğrudan karşılaşma ihtiyacı bile duymayan saf kapitalizm, artık "kendi değerini kendi artıran" bu sihirli kudret üzerinde kendini gizlediği binayı inşa etmektedir. Evrensel proleterleşme yeni aksiyomlara ve formüllere kavuşmaktadır –göçmen emeği, sanayi konsantrasyonunun yerini tüketim biçimleriyle uzlaşmış global piyasa mekanizmalarının aldığı ileri kapitalist ülkeler, sanayi merkezlerinin eski üçüncü dünyaya kaydırılması, üretimsiz ürün gibi tuhaf bir yenilik… Bunların hepsinin karşısında evrensel bir yoksullaşma, dışlanma sürecinin (Afrika’da olduğu gibi) işlerlik kazanması. Bunun yanında, Samir Amin’in vurguladığı gibi, ileri kapitalist denen ülkelerde, demokrasinin artık kanıksandığı bir dünyada, ileride ne türden patlayışlara gebe olduğu tahmin bile edilemeyecek "içkin" yoksullaşma –Birinci Dünya’nın içine yerleşen Üçüncü Dünya… Kapitalizm, maddi olarak, bir aktarım mekanizması olarak tanımlanmıştı; yalnızca meta dolaşımının değil, artık-değerin de aktarılması. Maddi aktarım işlevi hâlâ geçerli

ve yapıları kolayca çözümlenebiliyor. Uzak Doğu’da patlak veren bir kriz, domino taşlarının yıkılışı gibi, önce Rusya’ya, sonra kim bilir nereye aktarılacak. Bu süreçlerin en şanssızlarının borsa brokerları ya da iflas etmiş irili ufaklı o kadar şirket olduğunu düşünecek kadar insafsız değilsek, "Otonomist Marksizm" konusunda bir tartışma açma konusunda gösterdiğimiz gayret ve çalışmanın boşa gitmeyeceğine inancımız da o kadar büyüyor. Bir aktarım ve aşındırma mekanizması olarak kapitalizmin eleştirisi mutlak çıkış noktamızdır ve bu tartışma grubunun varlık nedenini oluşturur. Bu eleştiri, ultra-kapitalist koşulların ideolojik-söylemsel ve yaptırımcı önkoşullarını rahatlatmak görevini üstlenen neoliberalizme yönlenecek önce. Ardından, yeni direnç biçimlerinin yaratılmasının önünde engel oluşturan klasik "sol" anlayışları, güçsüz fikriyatı hedef alacak. Eleştirinin ötesine geçebilmenin son derece gerekli olduğu bir andayız. Otonomi, bu çabayı ve ona tekabül edebilecek öznelliği üretme biçimi olarak kavranmalı. Kapitalizm kendi doğasını değiştirmeden, bizim için "ikinci doğalar" yaratmaktan geri kalmıyor. Emek-sermaye çelişkisinin bağrından fışkıran emek-emek ve sermaye-sermaye çelişkilerini de çözümlemek zorundayız. Sonuçta, dünyanın genel portresi, son derece karmaşık bir yapının varlığına ve gittikçe içinden çıkılamaz bir "kaos" politikası olarak kapitalist ökümene delalet ediyor.

Eleştirinin ötesine geçebilmenin son derece gerekli olduğu bir andayız. Otonomi, bu çabayı ve ona tekabül edebilecek öznelliği üretme biçimi olarak kavranmalı

Otonomi, politik alanla epeydir aşınmış bir bağın yeniden üretilmesidir. Kendi kendini işleyen bir yoldur ve nereye varacağı henüz belli değildir. Mücadelenin teorik ve pratik olduğu kadar "deneyci" de olması gerektiğini düşünüyoruz. Verilmiş öznelliklerimizi gözlerden kaybederek yeni öznellikler ve direniş biçimleri icat etmek, belki de sonsuzca tekrarlanacak, çoğu zaman başarısız bireysel ve kolektif deneyin yapılmasına bağlıdır. Sizi, düşüncenin ve her türden beşeri faaliyetin bireysel ve kolektif öznelerini katılmaya davet ettiğimiz Otonomi Tartışma Platformu bu türden deneylerin değerlendirilmesine ve tartışılmasına yönelik olacak. Siyasetten ekonomiye, sanattan kültürel yaşama kadar, disiplinler arası bir platform niteliğine, katkılarınızla kısa bir zamanda erişeceği konusunda umutluyuz. Otonomist Tartışma Grubu adına Ulus S. Baker


24

Yeni zapatismo ve otonomi Önce günümüzle başlayıp bir süreliğine geçmişe gittikten sonra, günümüze geri dönüp söz konusu geçmişin ışığında günümüzü yeniden incelemek istiyorum. Bugün, yeni Zapatismo, otonominin olanaklı olup olmadığı sorusunu değerlendirmeye yönelik her türlü çabanın odak noktası olmalıdır. Zapatista hareketi, hareketin ortadan kaldırılmasına dönük iki ciddi askeri girişime (Ocak 1994, Şubat 1995) ve devletin yıllar süren (ve kanlı paramiliter şiddeti de içeren) isyan karşıtı operasyonlarına rağmen ayakta kalmayı başarmakla kalmamış, kendi toplulukları içerisinde eksiksiz bir dizi yenilikçi yeniden yapılanmayı da başarıyla gerçekleştirmiştir. Yalnız Oaxaca ya da Meksika’nın geri kalanında değil dünyanın başka yerlerinde de, kimisi yeni ortaya çıkmış, kimisi gelişmekte olan, kimisi yalpalayan, kimisi de yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olan pek çok otonom hareket ve proje Zapatistalar’ın başardıklarından ilham almıştır. Zapatistalar’ınkiler de dâhil olmak üzere tüm bu hareket ve projelerin en yaygın ve ciddi zayıflıklarından biri, birbirlerinden ve öteki mücadelelerden yalıtılmaları olmuştur. Bu yalıtılmışlığın kırılması, başka yerlerdeki girişimlerle bağlantılar kurulması ile dayanışma ve karşılıklı yardım ağlarının yaratılmasını gerektirir. EZLN ilk kez Ocak 1994’te ormanlardan çıkagelip şehirleri istila ettiğinde, az sayıda ve yalıtılmış durumdaydı. Ordunun (15.000 asker, zırhlı araç ve bombardıman uçağı ile) ağır karşı saldırısı, EZLN’nin ortadan kaldırılma tehlikesini de beraberinde getirmişti. Hayatta kalmalarını mümkün kılan tek şey, hükümetten askeri değil politik bir çözüm bekleyen yüz binlerin hareketlenmesi oldu. Hükümetin politik müzakerelerde bulunuyormuş gibi görünmesinin, yalnızca isyan karşıtı baskı stratejisini maskeleyen bir halkla ilişkiler manevrası olduğu zamanla açığa çıktı ve Zapatistalar’ın yaşamaya devam etmelerine ve kendi toplulukları içerisinde birtakım reformları tartışıp hayata geçirebilmelerine destek olan da, yine insanların Meksika’nın her yerinde ve dünya çapında hareketlenmeleri oldu. Bu hareketlenme yeterli değildi –Zapatistalar’ın kendi girişimlerini bütünledi ama bu girişimlerin yerini almadı– ama daha da acımasız ve kanlı bir baskının önlenmesi için gerekli olduğu da görüldü. O nedenle, Zapatistalar’ın yalıtılmışlıklarını nasıl kırabildikleri, nasıl ağlar oluşturup bunları nasıl koruyabildikleri, Zapatista deneyiminden ders

Zapatistalar’ın yalıtılmışlıklarını nasıl kırabildikleri, nasıl ağlar oluşturup bunları nasıl koruyabildikleri, Zapatista deneyiminden ders çıkarmaya yönelik her türlü çabada kilit noktayı oluşturmak zorundadır çıkarmaya yönelik her türlü çabada kilit noktayı oluşturmak zorundadır. Geçenlerde, Guiomar Rovira, gazeteciler ve başkaları tarafından, internetin de dâhil olduğu farklı kitle iletişim araçları yoluyla bilginin hızla yayılmasının, Zapatistalar’ın yaşamaya ve özörgütlenmeye dönük otonom yaklaşımları ayrıntılandırmaya devam etmesine yardımcı olan dayanışma ve desteğin harekete geçmesinde nasıl da merkezi bir rol oynadığını inceledi. Yalnızca bilginin değil taktik ve stratejiye dair tartışmaların da aynı ağlara yayılmasının, dayanışma çabalarını ve desteğin harekete geçmesini yaygınlaştırdığını biliyoruz: Meksika hükümetine karşı dünya çapında düzenlenen gösterilerden, isyankâr topluluklara uluslararası gözlemciler ile maddi yardımların gelmesine kadar. Dahası, bu ağların, 1996 baharı ve yazında yapılan Neoliberalizme Karşı ve İnsanlık İçin Kıtasal ve Kıtalararası Buluşmalar ile 1997’de İspanya’da yapılan İkinci Kıtalararası Buluşma’nın örgütlenmesini kolaylaştırmakla kalmayıp, Halkların Küresel Eylemi ve 1998’de Cenova’da Dünya Ticaret Örgütü’ne (DTÖ) karşı düzenlenen ilk Küresel Eylem Günleri’nin oluşumuna öncülük ettiğini de biliyoruz. Bu başlangıçlar, sırasıyla 1999’da Seattle Mücadelesi ile Indymedia’nın doğmasına ve sonrasında da, örneğin Davos, Prag ve Cenova gibi yerlerde DTÖ, IMF, Dünya Bankası ve G8’e karşı pek çok gösteri düzenlenmesine, dünyanın kapitalist ve neoliberal yeniden örgütlenişi ile mücadele eden küresel bir harekete yol açtı. Bu gelişmeler azımsanamayacak bir öneme

sahiptir. Böyle bir şeyi tarihte hiç yaşamadık. Bugüne kadar, kapitalizme karşı bu kadar yoğunluklu ve birbiriyle bu kadar bağlantılı bir muhalefet hiç olmadı. Kapitalizme her zaman direnilmiş ve muhalefet edilmiştir; ancak şimdiye kadar, son on yılda edinilen yöntemlerle, bu kadar çok direniş ve muhalefet anı birbirine hiç bağlanmadı. Bu gelişmelerde –Meksika’nın tek ve küçük bir bölgesindeki yerli mücadelesinin ateşinden doğan– yeni Zapatismo’nun rolü ne olmuştur? Bu, yalnızca Zapatistalar’ın verdiği mücadelenin haklılığı ya da yiğitliği ile açıklanamaz; örneğin, Chiapas’tan itibaren Guatemala sınırı boyunca var olan çok daha geniş mücadeleler de dâhil olmak üzere, başka pek çok haklı ve yiğit mücadele vardır. Bu, yalnızca bilginin, hatta tartışmaların dolaşımı ile de açıklanamaz; NAFTA’ya ve dünya ölçeğinde Birinci Körfez Savaşı’na muhalefet edilirken de bu tür şeyler gerçekleşmiştir. Yeni olan, önceki durumlarda eksik olan tek şey, açıkça Zapatista mesajının dünya çapındaki yansıma ve yankılanma biçimiydi. Önceki durumda adaletsiz olaylardan ve yiğit başkaldırılardan haberdar olmak yalnızca sempati uyandırırken, bu durumda eylemi ateşliyordu. Fakat, Zapatistalar’ın mesajı neden böylesi bir yankı buldu? Bu, yalnızca sözcüleri Subcomandante Marcos’un entelektüel, edebi ve retorik yeteneklerinden kaynaklanmıyordu – bu yeteneklerin kesinlikle yardımı olmuş olsa da. Bana öyle görünüyor ki, bu yankının asıl sebebi, mesajın önceki mesajlarda olmayan biçimlerde ortak somut


25

kaygılara sesleniyor oluşuydu. Daha önceki pek çok mücadelenin yardım çığlığı genelde çok az eylemi ateşlerken, bu sefer anlatılan hikâye görmezden gelinemeyecek kadar tanıdık geldi. Zapatistalar, uzun yerli mücadeleleri tarihi içerisinde herhangi bir uğrak da olabilirdi; fakat onlar, artık yalnızca yerel baskıya karşı değil, dünya çapında yaygınlaşan ve tümüyle tanıdık hale gelen politikalara karşı mücadele veriyorlardı. Artık, kapitalist politikaları hayata geçirenler burada bir tür, orada başka bir tür strateji uygulamıyor ve böylelikle, burada mücadele verenler orada mücadele verenlerle özdeşleşmede zorluk yaşamıyordu. 20. yüzyıl sona ererken, her yerde insanlara karşı benzer stratejiler kullanılıyordu ve Zapatistalar, ortaya çıkan bu homojenliğin farkına vararak bundan başkalarının anlayabileceği biçimlerde bahsetti.

Emperyalist ve Sömürgeci Hiyerarşiden 2. Dünya Savaşı Sonrası Döneme Öncesinde, çok uzun bir zaman böyle bir homojenlik yaşanmadı. Sömürgelerde yaşayan insanlara sömürgeci ülkelerde yaşayanlardan oldukça farklı davranıldığı emperyal imparatorluklar zamanında, bu apaçık bir durumdu. Her iki tarafta da insanların çoğu elbette sömürülüyordu; ancak sömürü biçimleri, üretkenlik düzeyleri, ücret ve gelir hiyerarşileri oldukça farklıydı. Emperyal hiyerarşiler, son derece üretken bir imalat sanayisi ve daha yüksek ücretleri kendi ülkelerinde, daha az üretken bir tarım ve madencilik ile daha düşük ücretleri ise sömürgelerde yoğunlaştırma eğilimindeydi. Irkçılık, ataerkillik ve etnik ayrımcılık genelde hiyerarşiyi dayatmak ve ülke dışındaki sömürge çoğunlukları en altta

Kapitalizme her zaman direnilmiş ve muhalefet edilmiştir; ancak şimdiye kadar, son on yılda edinilen yöntemlerle, bu kadar çok direniş ve muhalefet anı birbirine hiç bağlanmadı

tutmak için gereken acımasızlığı rasyonalize ediyordu. Sömürgeleştirme vasıtasıyla elde edilen toplam yüksek üretkenlik düzeyi, "ana" ülkedeki yüksek ücretlerin ödenebilmesini ve emperyal bir ücret ve gelir hiyerarşisinin bir bütün olarak kurulabilmesini olanaklı kılıyordu. "Bağımlılık" teorisyenleri, bu yapıyı yoksul bir "çevre"yi sömüren zengin bir "merkez" olarak iki parçaya ayırma eğilimindeydi; fakat aslında insanlar her düzeyde sömürülüyordu; yalnızca kimileri daha yüksek ücret ve daha yüksek yaşam standardına sahipken kimileri de kendilerininkinin düştüğünü görüyordu. Bununla birlikte, sömürgeciliğin büyük oranda sona erişinden sonra bile, 2. Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda ulusal bağımsızlık mücadeleleri meyve verip biçimsel sömürge İktidarlar kovulduğunda, mevcut uluslararası hiyerarşi ve sermaye tarafından "Birinci" ya da sanayileşmiş dünyada uygulanan politikalar ile yeni "Üçüncü" ya da "azgelişmiş" eski sömürge dünya için uygun görülen politikalar arasındaki köklü farklılıklar devam etti. Bir yandan, sanayi işçilerinin 1920 ve 1930’larda patlayan yeni dalga mücadelelerine uyarlanarak Büyük Bunalım’a getirilen Keynesçi çözüm; toplu sözleşme, artan ücretler, sosyal yardım ve (yüksek ücretleri ödemek için üretkenliği artırma amaçlı) teknolojik değişim için verilen devlet desteği etrafında, Birinci Dünya ülkelerindeki kapitalist gelişimi yeniden biçimlendirdi. Bu alanlarda, kimileri için artan ücretler ve diğerleri için yapılan sosyal yardım harcamaları, "makroekonomi"nin gözünden, kapitalist yatırımı teşvik ederek büyümeyi körükleyecek, "toplam talep"teki merkezi pozitif unsurlar olarak görüldü.

20. yüzyıl sona ererken, her yerde insanlara karşı benzer stratejiler kullanılıyordu ve Zapatistalar, ortaya çıkan bu homojenliğin farkına vararak bundan başkalarının anlayabileceği biçimlerde bahsetti

Kuşkusuz, ücretlilerin gelirinin ücretli olmayanlara yapılan sosyal güvenlik ödemelerini genellikle aştığı ve kapitalistin sıklıkla yeni emek kaynaklarına (örneğin, yakın dönemin ABD’deki kırsal-kentsel siyah göçmenleri ile Meksikalı emeği, İngiltere’deki Batı Hindistanlı ya da Güney Asyalı göçmenleri, Fransa’daki Kuzey ya da Batı Afrikalı göçmenleri) başvurması yoluyla ücret artışının sınırlandığı yerel hiyerarşiler de vardı. Öte yandan, "Üçüncü Dünya" ülkelerindeki politikaları hayata geçirenler, çoğu zaman hâlâ sıfır toplamlı oyunlar, "kalkınma ekonomileri" ve "büyüme modelleri" üzerinden akıl yürütüyordu –ve değeri sabit ücretli işçilerden alıp fiyatları artmakta olan malların sahiplerine yeniden dağıtmak amacıyla, emek üzerindeki baskıcı uygulamalar, sosyal yardımın sağlanmaması ve kasıtlı enflasyon gibi mekanizmalar yoluyla, yatırım yaratmak için ücretleri mümkün olduğunca azaltıp sömürüyü, tasarrufları ve kârları mümkün olduğunca artırmaya çalışıyordu. Siyaset biliminin "modernleşme" teorileri ve eski sömürgeci komuta yapılarının yerini yeni ve "modern", örneğin yeni sömürgeci yapıların alması için tasarlanan yaygın bir kurumlar, seçkinler ve ulus inşası, söz konusu ekonomi politikalarını tamamlamaktaydı. Benzeri bir durum, Rusya’da devam eden sanayileşmenin öteki "sosyalist" cumhuriyetlerdeki işçilerin daha yoğun sömürülmesiyle kolaylaştığı Sovyet egemenliği altında bulunan "İkinci Dünya" ülkeleri içerisinde ve imalat sanayisinin gelişimini finanse etmek için gereken artıyı yaratmaları amacıyla köylülerin baskı altına alındığı Çin’de de söz konusuydu. Sömürge döneminden sömürge sonrası döneme uluslararası kapitalist hiyerarşinin yeni-


26

den örgütlenmesi, hem eski örgütlenmeye karşı verilen mücadelelere bir yanıt hem de yenileriyle başa çıkma çabasıydı. İngiltere Asya kıtasının güneyi ya da Nijerya gibi yerlerden, Fransa da Vietnam ve Cezayir gibi yerlerden çıkmış (aslında, atılmış) olabilirdi; ancak buralarda mücadeleler devam etti (bazen, ABD kuvvetlerinin Japonların yerini aldığı Kore’de ya da Fransızların yerini aldığı Vietnam’da olduğu gibi oldukça açık biçimde). Çok sayıda "sömürgecilik-sonrası" ("post-kolonyal") çalışmanın gösterdiği gibi, biçimsel sömürgeciliğin sona ermesi, hiçbir surette sömürge tipi toplumsal ilişkilerin ya da bunlara karşı gelişen mücadelelerin de sona erdiği anlamına gelmedi. Sonuç olarak sömürü, yabancılaşma ve baskıya karşı verilen mücadeleler, Birinci, İkinci ve Üçüncü Dünya ülkeleri içerisinde ve arasında –farkındalık ve duygudaşlık yoluyla ama aynı zamanda çokuluslu yatırım ve ticaret aracılığıyla– katlanarak bir dereceye kadar yayıldı. Kapitalistler, her zaman kârlılığı yüksek bölgelere yatırım yaparken kârlılığı düşük bölgelerden çekilme eğilimindedir. Yani, zayıf işçileri sömürmek için güçlü olanlardan kaçınırlar ya da güçlü olanlara taviz verebilmek için zayıf olanları sömürürler. Yatırım biçimlerinde ortaya çıkan değişimler, üretim ve ticaret biçimlerinde ve böylelikle mücadele biçimlerinde de değişikliklerin ortaya çıkmasını sağlar. Örneğin, Güney Afrika’ya Batı’nın yaptığı yaptırım, bu ülkedeki ırk ayrımcılığına karşı verilen mücadelenin uluslararasılaşmasına yol açmıştır. Öte yandan, yabancı yardımlar, ister Batılı ister Doğulu iktidarlar tarafından yapılsın, hem yerel mücadelelere karşı koymak hem de onları desteklemek amacıyla,

Çok sayıda "sömürgeciliksonrası" ("post-kolonyal") çalışmanın gösterdiği gibi, biçimsel sömürgeciliğin sona ermesi, hiçbir surette sömürge tipi toplumsal ilişkilerin ya da bunlara karşı gelişen mücadelelerin de sona erdiği anlamına gelmedi

daha yüksek ücret alan işçilerle yarıştırabilmesine engel oldu. Çin-Sovyet eksenindeki İkinci Dünya ülkelerinde ise, polis devletinin baskısı karşısındaki örtülü direnişin gücü, devletin sömürü planlamalarının altını oydu. Hayal gücü ve yaratıcılığın devleti terk etmesi, hem kırda hem de kentte, devletin kendi politik sorunları karşısında Keynesçi tarzda tavizlerle teknolojik çözüm arayışına girebilmesini baltaladı. 1960’ların sonları ile 1970’lerin başlarında, mücadelenin neden olduğu kriz, kapitalist dünyanın her yerine, Batı’ya ve Doğu’ya yıldırım hızıyla yayıldı.

çatışmanın yoğun olduğu bölgelere akma eğilimindeydi; ancak kendi ülkeleri ile dışarıdaki mücadeleler arasında başka bir bağ yaratıldı. Örneğin, ABD’nin Güney Vietnam hükümetine yaptığı –askeri ve ekonomik– yardımlar, tüm Kuzey Amerika ve ötesinde yoğun bir savaş karşıtı mücadeleye yol açtı. Çatışma ayrıca, kırdan kente ve bir ülkeden diğerine (ve genelde yine tersine), mücadele içindekilerin hareketi boyunca yayıldı. O nedenle, bir yandan Amerikalı, İngiliz, Fransız (hatta Sovyet) planlamacılar sıklıkla (yerel ücretlerin artışını sınırlamak için) ucuz yabancı emek ithal ederken, öte yandan, gelen çokuluslu işçiler (sermayenin kurallarını otonom biçimde sıklıkla ihlal ederek) mücadele deneyimlerini yanlarında getirmekle –etnik karşılıklı yardım toplulukları oluşturarak– kalmayıp yerel emek ve yeni üretim ilişkileri ile etkileşim içerisinde (evlerine sıklıkla geri götürdükleri) yeni mücadele biçimlerini öğrendiler.

2. Dünya Savaşı Sonrası Küresel Kapitalist Hiyerarşinin Krizi Bu çelişkilerin çoğu, bir süre –neredeyse çeyrek yüzyıl boyunca– yönetilebildi; ancak sonunda 2. Dünya Savaşı sonrası düzeni parçaladı. Ücretlendirilmeyenlerin Birinci Dünya ülkelerindeki mücadeleleri, ücretlilerin mücadelelerine destek oldu ve uluslararası gelir hiyerarşisinin en üst kısmının dayandığı, ücret ile üretkenliğin artışı arasındaki ilişkiyi kopardı. Üçüncü Dünya ülkelerinde, ücretli olmayan köylülerle ücretli sanayi işçilerinin verdiği mücadeleler, çokuluslu şirketlerin onları Birinci Dünya ülkelerindeki

Karşı Saldırı ve Neoliberalizmin Yükselişi Kapitalist yanıt, belli bir amaç için yapılan ve kararsız bir dizi hareketten oluşuyordu: Bretton Woods ve sabit döviz kurlarından vazgeçilmesi, reel ücretlere karşı gıda ve enerjide enflasyondan faydalanılması, (bugünkü terörizm korkusundan faydalanma çabalarının belirtisi olan) sınırlı nükleer savaş korkusu, göçmen işçilere yönelik sıkı önlemler, faiz oranları ve borç hizmeti taleplerindeki çarpıcı artışlar ve son olarak, 1980’lerin başındaki düşük ticaret ve yüksek işsizlik ile birlikte küresel bunalım. Birinci Dünya ülkelerinde, Keynesçi makroekonominin yerini önce monetarizm (enflasyona ve enflasyonun ardından ücretlere yapılan sıkı para saldırısı) sonra da arz yanlı ekonomi (işçi sendikalarına, yüksek ücretlere, her türlü sosyal yardım ödemesine ve sosyal güvenlik gibi yetkilere doğrudan saldırı ile serbestleştirme ve özelleştirme) aldı. Bu kaymalar, tümüyle gelir akışını ücretlerden kârlara, tüketimden yatırıma kaydırmak için –başka bir deyişle, güç dengesini yeniden sermayeye doğru kaydırmak için– tasarlandı. Aynı zamanda, ataerkil otoriteyi yeniden kurmak, kadın ve çocukları

Kapitalistler, teori ve politikalarını genelleştirirken, Zapatistalar’ın "Tek Bir Hayır!"ının dünya çapında yankı bulması ve insanları pek çok farklı "Evet!!" ile harekete geçirmesi olanağını da kendileri yarattılar


27

disiplin altına almak amacıyla muhafazakâr bir "toplumsal gündem" takip edilerek kürtaj hakkı ortadan kaldırıldı, okullarda standartlaşmış testler yapılması dayatıldı ve mali öğrenci yardımları burslardan kredilere kaydırıldı. Üçüncü Dünya ülkeleri ile Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyet İmparatorluğu’nun parçalanması ve Çin’deki demokrasi yanlısı hareketin ezilmesinden sonra İkinci Dünya ülkelerinde, ağır borç krizleri, zorunlu tasarruf uygulamaları ve –ücret ve sosyal yardımlarda büyük kesintiler yapmak ve kârları artırmak için tümüyle özel işletmelere satılan– devlete ait firmaların yaygın olarak özelleştirilmesi ile ticaret ve sermaye akışlarının çokuluslu şirketlerin düzenlenmemiş kararlarına (örneğin, Avrupa Birliği ya da Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması gibi bölgesel düzenlemelerde ya da küresel olarak DTÖ’de kurumsallaşan "serbest ticaret" kuralları) açılması biçiminde kapitalist girişimlerde bulunuldu. Tüm bunlar, 19. yüzyıl piyasaya tapma ideolojisinin cilalanmasıyla rasyonalize edildi. Latin Amerika’da, bu politikaların ve ideolojinin bileşimine çok geçmeden uygun bir ad bulundu: Neoliberalizm. Bu politikalar Kuzey’den Güney’e ve Doğu’dan Batı’ya gittikçe daha fazla uygulama alanı bulurken, sanayileşmiş ülkelerde uygulanan teori ve politikalar ile

sözde azgelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde uygulananlar arasındaki farklar da ortadan kalktı. İlk defa 1980’lerdeki borç krizi sırasında Latin Amerika’da yüzsüzce, 1990’larda da Doğu Avrupa, Rusya ve birçok eski sosyalist cumhuriyette daha da alçakça ve son olarak yine aynı dönemde sanayileşmiş ülkeler içerisinde parça parça ve değişen oranlarda uygulandıktan sonra, –hâlâ ağır bir ücretli ve ücretli olmayan, zengin ve yoksul, az kirli ve çok kirli vb. hiyerarşisinin olduğu, ancak çok

1980’lerin başında, Birinci Dünya ülkelerinde, Keynesçi makroekonominin yerini önce monetarizmin sonra da arz yanlı ekonominin alması, tümüyle gelir akışını ücretlerden kârlara, tüketimden yatırıma kaydırmak için tasarlandı

daha homojenleşmiş birtakım teori, strateji ve politikalarla şekillenmekte olan– yeni bir kapitalist dünya düzeni ustalıkla hayata geçirilmiş oldu.

Zapatismo Neoliberalizme Karşı Bu daha homojenleşmiş teori ve politikaların varlığı ile Zapatistalar’ın bunları açık bir şekilde kavramış olması, onların Meksika’daki neoliberalizm karşıtı söylemlerinin dünyanın başka yerlerinde benzeri politikalara karşı mücadele verenlerde yankı bulmasını sağladı. 1996 baharında yapılan Neoliberalizme Karşı ve İnsanlık İçin Kıtasal Buluşma’daki tartışmalarla, neoliberalizmin İngiltere’deki yüzünün Thatcherizm olduğu, ABD’de ise Reaganomi kisvesi altında ortaya çıktığı gibi durumlar açık bir şekilde ortaya kondu. Kapitalistler, teori ve politikalarını genelleştirirken, Zapatistalar’ın "Tek Bir Hayır!"ının dünya çapında yankı bulması ve insanları pek çok farklı "Evet!!" ile harekete geçirmesi olanağını da kendileri yarattılar. Küresel sermaye, mücadelelerimizi ezmek ya da bağımlı kılmak için Dördüncü Dünya Savaşı’nı başlattı; bu savaşı kazanmak ve kendimizi ilk ve son defa özgürleştirmek bizim elimizde. Kimileri, bu yeni durumu bildik, ama –geçmiş başarısızlıklar nedeniyle– bayat ve çekiciliği kalmamış teorik ve politik paradigmalarla karşılıyor. Farklı muhalif akımları sentezleyecek


28

Öteki Kampanya, Chiapas’tan kuzey sınırına kadar Meksika’yı dolaşırken, etkin biçimde yeni tartışma, dinleme ve konuşma, deneyim alışverişi ile geçmiş, bugün ve olası gelecekler üzerine düşünme alanları yarattı "işçi sınıfı partisi" ile, Ortodoks Marksistler buna bir örnektir. Yalnızca o kutsal "devleti parçalamak" sözünü –tahminen hem ulusal hem de ulusüstü düzeyde– tekrarlayıp duran anarşistler de bir başka örneği oluşturur. Bu yeni kapitalist homojenliğe dair yeni tek teorileştirme, daha yenilikçi bir örgütlenme yaklaşımını temellendirmeye çalışmış olan, Michael Hardt ve Antonio Negri’nin emperyalizm sonrası "İmparatorluk" kavramıdır –pek çok farklı mücadele türünün değişen biçim ve yoğunlukları karşısında sermayenin kendisini yeniden örgütlemek amacıyla serbestçe hareket edebildiği bir dünyanın sürdürülmesine, ulus devletin çokuluslu şirketlerce bağımlı kılınmasına tekabül eden, egemenlik biçimindeki değişim. Onlar ve başkaları, muhalefet ve olumlamanın bu çeşitliliğini, "Tek Bir Hayır, Pek Çok Evet!!"in bu bileşimini, Spinoza’nın kurucu, dünyayı yeniden düzenleyen "çokluk"u açısından kavramaya çalıştılar. Ne yazık ki, örgütsel önermeleri en iyi olasılıkla ikircimli ve muğlaktır. Ancak hangi teorik yaklaşımı kullanmaya karar verirseniz verin, temel nokta, örgütlenme için iki şeyi esas kabul etmektir: birincisi, ortak bir düşmanın varlığı ve dolayısıyla ortak bir düşmana işaret edebilmek; ikincisi ise, farklı otonom projelerin, farklı patikalardan geleceği kurarken aynı zamanda söz konusu ortak düşmana karşı verdikleri mücadele içerisinde birbirlerini bütünleyebilme olanağı. Daha önceleri, çeşitli araç ve yöntemlere sahip olduğu göz önüne alındığında, düşmanın ortak olması bu kadar belirgin bir durum değildi. Bugün, gittikçe daha çok insan kapi-

talizmin o yegâne neoliberal yüzünün farkına varabiliyor. Politik örgütlenme, kuşkusuz niteliklerini kabaca tanımlamaya devam etmelidir; böylelikle, sonunda herkes onun farkına varabilecektir. Ancak, sermayenin kendisi ve Zapatistalar’ın hayat dolu sözlerine şükürler olsun ki, bu işin kolay kısmı.

Altıncı, Öteki Kampanya ve Yeni Bir Politika Arayışı Geriye zor kısım kalıyor: farklı otonom mücadeleler arasındaki bütünlüğü sağlayacak yolların hayal edilmesi ve kurulması, örneğin, kendi hareketimizin hareket politikaları. Otonom yaşam biçimleri için verdiğimiz mücadeleler, sermayenin dünyamıza dayattığı uluslararası gelir ve güç hiyerarşisindeki belli yerlerde, belli ilişkisellikler içerisinde ve belli noktalarda her zaman inceden inceye işlenmektedir. Verdiğimiz mücadeleler, birbirlerini kendiliklerinden bütünlemezler; doğrusu, genelde birbirleriyle çelişik ya da ilgisizdirler ve o nedenle birbirlerinden yalıtılmışlardır. Pek çok farklı mücadeleden temsilcilerin ortak düşman karşısındaki ortak eylemi, buna oldukça kısmi de olsa bir çözüm oldu. Bu DTÖ, IMF, Dünya Bankası ve G8’e karşı on binlerce protestocuyu sokaklara dökmüş olan uluslararası hareketlilikler üzerinden bir yaklaşımı içeriyordu. Farklı mücadelelerden temsilciler, neoliberal kapitalizmin bu kurumları karşısında kelimenin gerçek anlamıyla omuz omuza durdular. Bu tür çabalar, işleyişin ne derece sekteye uğratıldığı ile söz konusu protestolar öncesi ve sırasında gerçekleşen kaçınılmaz,

gayri resmi ağların oluşturulması konularında kısmen başarılı bulundu. Bu bir araya gelişler, kısa bir süre için bile olsa yalıtılmışlığın üstesinden gelerek, mücadele veren başka insanlara karşı aşırı bir bağlılık duygusunu katılımcılara vermekle kalmayıp, ağlar aracılığıyla da gelecekteki ortak eylemler için zemin hazırladı. Yalnızca bu nedenlerle bile, söz konusu hareketlilikler başarılı olmuştur. Öte yandan, bu tür hareketliliklere katılım hem düzensiz hem de pahalıdır (hem parasal hem de insani açıdan) ve örgütlenme amacıyla önceden kurulan iletişimler ile sonrasında yapılan değerlendirme amaçlı tartışmalara rağmen, kapitalist planlamayı sekteye uğratmak ve neoliberal stratejileri bozmak açısından gerçek kazanımlar asgari düzeyde kalmıştır. Şu ana kadar bu tür ortak mücadele biçimlerinin doruk noktasına ulaştığı yer, 2001 yazında G8 ve neoliberal politikalarının 300.000’i aşkın insan tarafından protesto edildiği, İtalya’nın Cenova şehri oldu. Yaygın biçimde devam eden direnişe ve katlanarak artan otonom girişimlere rağmen, son beş yıl içerisinde bu tür büyük çaplı bir toplantı gerçekleşmedi. Alternatif ilerleme yollarının yeniden değerlendirilip araştırıldığı kaçınılmaz bir dönemden geçmekteyiz. Peki sırada ne var? Ya da Çernişevski ve Lenin’in klasik formülasyonuyla bundan sonra "Ne yapmalı?". Bu, 2005 yazında Zapatistalar’ın Lacandona Ormanından 6. Deklarasyon’u ile ortaya atılan ve hepimizin yanıt araması gereken bir soru. "Yürürken sorma" geleneklerine özgü bir biçimde, Zapatistalar bu


29

soruya nihai bir yanıt vermediler, yalnızca yanıtı (ya da birbirini bütünleyen bir yığın yanıtı) ararken atılacak bir adım önerdiler. Tartışma alanlarının değişmesini (resmi seçim gösterilerinin uzağında) önerdiler ve ardından, önce Meksika’da mücadele veren farklı insanlarla bir dizi toplantı sonra da "Öteki Kampanya"ları aracılığıyla bu değişimin örgütlenmesine giriştiler. Öteki Kampanya, Chiapas’tan "öteki taraf"tan olanlarla karşılaşılan kuzey sınırına kadar Meksika’yı dolaşırken, etkin biçimde yeni tartışma, dinleme ve konuşma, deneyim alışverişi ile geçmiş, bugün ve olası gelecekler üzerine düşünme alanları yarattı. Zapatista buluşmalarına özgü bir biçimde, bu düzinelerce toplantıda örgütleyiciler tarafından hiçbir birleştirilmiş program önerilmedi ya da katılımcılar tarafından bu tür bir program benimsenmedi. Ancak tüm süreç, sahtekârlıklar ve AMLO (Andrés Manuel López Obrador – PRD lideri, ç.n.) ile PRD (Partido de la Revolución Democrática – Demokratik Devrim Partisi, ç.n.)’nin sonrasındaki çekişmeleri ile geçen resmi başkanlık seçimlerinden daha az gösterişli olmasına rağmen, çok daha çarpıcı bir politik eylemlilik oluşturdu. Ne halkın deneyim ve fikirleri tartışıp paylaştığı, ülke çapındaki böylesi bir kampanyanın bir başka örneğini daha biliyorum ne de, ne yazık ki, Zapatistalar dışında, hem böylesi bir kampanyanın gerçekleştirilmesi için çağrı yapma gücüne sahip olan hem de bunun gerçekleştirilmesiyle ilgilenen bir başka grup. Öteki Kampanya’nın, ister seçimler öncesinde PRD’nin desteklenmesi ister seçim sonrasında PANcı–PRIcıların (Partido Acción Nacional – Ulusal Hareket Partisi ile Partido Revolucionario Institucional – Kurumsal Devrimci Parti, ç.n.) sahtekârlıklarının protesto edilmesi sırasında olsun, seçim are-

Gerçekten yeni dünyalar kurmayı öneriyorsak, yalnızca politika yapmanın başka yollarından değil, tüm toplumun yeniden örgütlenmesinden bahsediyoruz

Sermayenin seçim deli gömleğinin dışında ve ona karşı savaşma yollarını bulmak için, Zapatistalar’ın yapmakta olduğu gibi, çok farklı türde tartışmaların yürütüleceği yeni alanlar yaratmamız gerekiyor

nasına çekilmeyi eleştirerek reddetmesi, çok tartışmalı bir durumdu ve kendilerini bu alanda mücadele etmeye adamış büyük bir çoğunluğu öfkelendirdi. Ancak seçimlerden itibaren, devletin Atenco’daki alçakça şiddetinden Oaxaca’daki halk ayaklanmasına ve bu eyaletteki baskılara kadar, olaylar gözler önüne serildiğinden, PRD de dâhil olmak üzere, profesyonel politik partiler tabandan gelen mücadelelerin yarattığı baskının ya çok gerisinde kaldıkça ya da bu baskıya dâhil oldukça, söz konusu partilerin iflası açığa çıkmaya devam etmektedir. Öteki Kampanya’nın Birinci Aşaması, artık sona eriyor ve yeni bir aşama başlıyor. Bu aşama, 2007 yazında Chiapas’ta yapılacak –ve tahminimce, Zapatistalar’ın, Meksika’daki deneyimlerini ve yaptıkları pek çok tartışmadan çıkardıkları dersleri dünyanın her yerinden gelen yoldaşlarla paylaşacakları– yeni bir Kıtalararası Buluşma’yı kapsıyor. Zapatistalar’ın örgütledikleri şeyin, şu veya bu biçimde dünyanın her yerinde yinelenmesine ihtiyaç var. Bizlerin de aynı tür tartışmalara girmeye, deneyimleri paylaşmaya, geçmiş çabaların başarı ve sınırları ile bundan sonra ne yapılması gerektiğine dair fikirleri değerlendirmeye ihtiyacımız var. "Bundan sonra ne yapmalı?" sorusunun da basit bir yanıtı yok. Çünkü gerçekten yeni dünyalar kurmayı öneriyorsak, yalnızca politika yapmanın başka yollarından değil, tüm toplumun yeniden örgütlenmesinden bahsediyoruz. Küresel tartışmalar yapma ve bütünleyici stratejiler arama olanağı, kapitalist küreselleşmenin bir işlevi olabilir; ancak bu aynı zamanda, yaşamın her yönüyle yeniden örgütlenmesine dair

alternatif otonom projeleri tartışma, karşılaştırma ve bunlardan bir şeyler öğrenme olanağı anlamına gelir; örneğin, yiyecek yetiştirme ve tüketim, dokuma ve elbise yapma yolları; barınma ve istediğimiz ürünleri imal etme yöntemleri; sağlığımızın, bedenlerimizin ve bedenlerimizin karşılıklı ilişkilerinin bakımına dair yöntemler; bilgisayar yapma ve kullanma yolları; oyun oynama yolları; aile içi ilişkilerimiz; öğrenme yolları; toprağa, okyanuslara, atmosfere ve bizlere verilen zararı giderme yolları gibi. Tüm bunlara yönelik çok sayıda ilginç, alternatif yaklaşım zaten var. Zapatista ve başka yerli topluluklarında olduğu gibi, bunların çoğunu eşzamanlı olarak değiştirmeye dönük eşgüdümlü çabalar da zaten


30

Öteki

Kimileri, bu yeni durumu bildik, ama –geçmiş başarısızlıklar nedeniyle– bayat ve çekiciliği

Zapatistalar, devletin saldırıları

kalmamış teorik ve politik

karşısında Öteki Kampanya’yı

paradigmalarla karşılıyor

askıya alma kararı verdi. Konuyla ilgili olarak 22 Eylül

var. İyi Hükümet Konseyleri ya da APPO’lar (Asamblea Popular de los Pueblos de Oaxaca – Oaxaca Halk Meclisi, ç.n.) gibi yenilikler, taklit edilecek modeller değil, toplumsal, ekonomik ve politik ilişkilerin somut olarak yeniden kurulmasına dair küçük çaplı örneklerdir. Yerel durumlar, hem sermaye devreleri hem de bizim çabalarımızla zaten önemli oranda birbirine bağlanmış durumdadır. Bu bağlardan bazıları kırılabilir ve kırılmalıdır. Örneğin Meksika’nın, tortillaları için ABD hükümetince sübvanse edilmiş ve Iowa’da yetişen mısıra ihtiyacı yoktur. Bazıları da yeniden şekillendirilmelidir; örneğin, "serbest" ticaretten, sömürücü aracıları dışarıda bırakarak kâr yerine toplulukların ihtiyaçlarını karşılamak için düzenlenen, adil ticarete kayılması. Böylesi yeniden şekillendirmeleri zorlayacak güce erişmek için, bölgesel ve uluslararası bağlarımızı yeniden düzenleyecek yollar bulmamız gerekiyor ve bunun için de, tam da Öteki Kampanya ile örgütlenen türden, ama küresel düzeyde tartışmalara ihtiyacımız var. Kısaca, bir Küresel Öteki Kampanya’ya ihtiyacımız var. Politik enerjimizi –Meksika’daki pek çok insanın 2006 yılında yaptığı gibi ve ABD’deki pek çok insanın da 2006 yılındaki ara seçimlerde yaptığı ve 2008 yılındaki başkanlık seçimlerine giden uzun süreçte profesyonel politikacılar tarafından yapmaya zorlandığı gibi– resmi seçim politikalarına harcamak yerine, sermayenin bizleri içine hapsetmeye çalıştığı seçim deli gömleğinin dışında ve

ona karşı savaşma yollarını bulmak için, Zapatistalar’ın yapmakta olduğu gibi, çok farklı türde tartışmaların yürütüleceği yeni alanlar yaratmamız gerekiyor. ABD’de yaşayan bizler açısından bakıldığında, ABD’nin bugünkü durumu ile Meksika’nın yakın geçmişi arasında rahatsız edecek kadar yakın benzerlikler var. Mevcut baskıcı rejimler –Meksika’da önce PRI rejimleri sonra da PAN rejimi ile ABD’de Gerorge W. Bush yönetimi– muhalif politikacılara (Meksika’da PRD ile ABD’de Demokratlar), seçilirlerse o kadar baskıcı olmayacakları, hatta şanslı olduğumuz ve koşullar izin verdiği takdirde, baskıyı az da olsa düşürerek verilen hizmetleri geliştirebilecekleri umuduyla, bizleri onları desteklemeye korkuyla ikna etme gücünü verir. Ancak kazansalar bile, gelişme olasılılığının çok düşük olduğu ve sahip olduğumuz tüm enerji ve umudu, bizi gerçek demokrasinin neye benzediğini hayal etmekten ve kendi hayatlarımız üzerinde otonom bir denetim kurmaya yönelik yaklaşımlar geliştirmekten uzun süredir uzaklaştırmış olan sözde demokratik politik yapılara gerisin geriye akıtmayı zaman içerisinde başardıkları, geçmiş deneyimlerle sabittir. Zapatista topluluklarında bulunan binlerce insan, bir şekilde kendilerini bu oyalama ve yanılsamalardan özgürleştirip enerji ve umutlarını daha verimli biçimlerde kullanabildi; bizim yapmamız gerekense, onların başardıklarından bir şeyler öğrenip benzerlerini bizim nasıl gerçekleştirebileceğimizi bulmak.

Harry Cleaver Çev.: Uzun

2007 tarihli EZLN bildirisini yayınlıyoruz Devrimci Gizli Yerli Komitesi – Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu Genel Komutanlık Bildirisi Meksika 22 Eylül 2007 Meksika Halkına: Altıncı Deklarasyon ve Öteki Kampanya taraftarlarına: Erkek ve Kız Kardeşler: Erkek ve Kadın Yoldaşlar: EZLN, düşüncelerimizi ve vardığımız kararları aşağıda size iletiyor.

I. Düşünceler Chiapas Şu anda, Chiapas eyalet hükümeti ve (sırasıyla PRD-PRI ve PAN’dan oluşan) federal hükümet, Zapatista topluluklarına karşı bir saldırı yürütüyor. "Resmi tahliyeler", paramiliter saldırılar, yetkililer tarafından desteklenen işgaller, zulüm ve tehditler bir kez daha yerli topluluklarının, yerli kimliğini kaybetmeden kendi kaderlerini oluşturmaya ve yaşam koşullarını iyileştirmeye girişmiş Zapatistalar’ın hayatının bir parçası haline geldi. PRI’nin, Absalon Castellanos ve "Croquetas" Albores Guillen’nin en kötü zamanlarında olduğu gibi, Chiapas’taki PRD hükümeti, kodamanları beslerken ve onlara kâr sağlarken, yoksullara ve muhtaçlara saldırıyor. Chiapas’taki Juan Sabines hükümeti de, bütün sağcı hükümetler gibi, baskıya ve mülksüzleştirmeye devam ediyor; ama bu sefer solcuların bayrağı altında ve ülkemizin iki "başkanlığının", (PAN’dan) Felipe Calderon’un ve (PRD’den ve özellikle kişisel olarak) Andres Manuel Lopez Obrador’un çifte desteğiyle. Öteki durumlardan farklı olarak bu saldırılar, önceden protesto edenlerin ve adalet isteyenlerin yükselen sesleri yerine sessizlikle karşı-


31

Kampanya askıya alındı! landı. Bugün sessiz kalanlar, belki de böylece AMLO’nun1 Juan Sabines’e2 desteğini ve onun belediye ve yerel kongre seçimlerinde PRD’nin adaylarını destekleme çağrısını alkışladıklarını bize hatırlatmıyor. Bu şekilde, son üç yıldır söylediklerimiz doğrulandı: orada, yukarıda ne ilke ne de inanç söz konusu, yalnızca hırs ve kazanç var. Ve söylediğimiz bir başka şey daha doğrulandı: kurumsal sol utanmaz bir sağdan, sağın kuklasından başka bir şey değil. Aynı suç, farklı bir hükme yol açıyor: eğer baskı PAN tarafından uygulanıyorsa, harekete geçilmeli ve faşizm engellenmelidir; eğer PRD tarafından uygulanıyorsa, hafızalar silinmeli, susulmalı, saçma sapan hokkabazlıklar yapılmalı ya da alkışlanmalıdır. Chiapas’taki hükümet politikalarında gerçek bir gerileme var. Bu sefer itikat sahibi sağın değil, "modern" ve "meşru" solun damgasını taşıyor. Biz, yapmak zorunda olduğumuz şeyi yapacağız: direneceğiz. Bunu tek başımıza yapıp yapmamamız fark etmez. Bu ilk defa olmayacak; kafelerde süs haline gelmeden önce de aslında tek başınaydık.

Meksika Üzerine düşünülecek, görüş belirtilecek ve konum alınacak birçok mesele var. Bu başka bir zamanda, başka bir şekilde olacak. Şimdilik söylemek istediğimiz şey, ülkemizdeki belirleyici öğenin, yasama gücünün medyaya karşısındaki sözde "yeni bağımsızlık"ı olmadığıdır. Bunun ötesinde, politika bir simülasyon sanatıdır, ve organize suçun (yani hükümetin) gündemi, politikacıların açıklamalarında görünmez. Şimdi söylemek istediğimiz şey, Zapatistalar olarak giriştiğimiz, sivil ve barışçı olan ikili bir çabayla ilgili: Amerika Yerli Halklarının Buluşması ve Öteki Kampanya. İlki daha önce örneği bulunmayan bir etkinlik. Ulusal ve uluslararası resmi çevrelerin dışında, Amerika kıtasının kendi halklarının temsilcileri ve delegeleri birbirleriyle doğrudan tanışmak, birbirlerini dinlemek ve görmek ve böylece birbirlerine saygı duymaya başlamak için bir araya gelecek. Buluşmanın Meksika’nın Sonora eyaletinde, işgal altındaki Yaqui bölgesinde yapılacak olması, kendimizi görünür kılma ve yukarıdakilerin esirgediği sesi ve kulağı kendimize geri verme mücadelemizi simgeliyor. Ekim ayının 11, 12, 13 ve 14’ünde, Meksika, Sonora, Vicam’da, kahverengi kanlarına Zapatistalar’ın rengini kattığımız Yerli Halklar olarak temsil edileceğiz.

Öteki Kampanya’ya gelirsek, o aşağıdan ve soldan ulusal bir hareket kurmaya çalışan tek ciddi çabayı temsil ediyor. Daha önce bu çabayı eleştirenlerin, şimdi politik sınıftan, dinlemenin ve aşağıdan örgütlenmenin öneminden bahsederken aynı kelimeleri kullanması dikkate değer. Artık bizim yoldaşımız olanlara bağlılığımızın bir işareti olarak, onların bizi daha iyi tanıyabilmesi için kendi bölgelerimizde düzenlediğimiz buluşmalara ek olarak, onları daha iyi tanımak için, mücadele ettikleri yerlere EZLN’den düzenli olarak bir ya da birden çok delege gönderiyoruz. Böylece, bütün ülke çapında ilk yolculuğumuzu yaptık ve şimdi ulusal mücadele planının ana hatlarını, Öteki Kampanya’yı şekillendiren herkesin duygu ve düşünceleriyle oluştururken Meksika’nın kuzeyine ikinci bir ziyaret gerçekleştirdik. Daha önce de olduğu gibi, ülkemizin diğer bölgelerini ziyaret etmek için kendi bölgemizi terk ettiğimizde, EZLN mevcut siyasi-askeri örgütlenmelere seslenerek, onlardan, sivil ve barışçıl görevleri sırasında delegelerimizin hayatlarını ve özgürlüklerini tehlikeye atacak eylemlerde bulunmamalarını talep etti. Her seferinde, devrimci örgütlerin yakın ilgisi ve saygısıyla bazen de, politik inisiyatifimize karşı hissedilen duygudaşlıkla karşılaştık. Biçim, yapı, yöntem, analiz ve tarih konularındaki farklılıklarımızı sürdürsek de, bu örgütleri tanıyor ve onlara saygı duyuyoruz. Bizimki gibi onların var oluş ve direnişleri de, halkımızın ağır yaşam koşulları ve politik katılım ve mücadele alanlarının eksikliğinden kaynaklanıyor. Şu anda, bu devrimci örgütlerden biri, Devrimci Halk Ordusu (EPR), mücadele veren iki yoldaşlarının canlı olarak geri verilmesi için politikaskeri bir kampanya yürütüyor. Kaybedilen kişilerin bulunması talebi, meşru olmakla kalmayıp, aynı zamanda asker üniformasına tapan Felipe Calderon Hinojosa’nın bugün için yeniden düzenlediği kirli savaşın teşhiridir. Zapatistalar olarak Devrimci Halk Ordusu’ndan, var olduğu ya da etkili olduğu bölgelerde delegasyonumuzun yolculuk etmesine izin vermesini, ateşkes ilan etmesini ve kaybolan yoldaşlarının bulunmasına yönelik adil ve meşru mücadeleyi askıya almasını isteyemeyeceğimizi düşünüyoruz. Diğer taraftan, resmi baskı politikasını yürütmekle görevli olanların endişeli aptallığı, EPR’nin son eylemleriyle daha vahim bir hal aldı. Eğer Devrimci Halk Ordusu’nun önderliği, delegasyonumuzun görevini yapması için bütün iyi niyetiyle ateşkes ilan ederse, Felipe Calderon’un

askeri hükümeti bir saldırıda bulunabilir ve daha sonra, var olmayan çatışmaları bahane ederek bu saldırının sorumluluğunu EPR’ye yıkabilir. Kısa süre önce, bir hükümet yetkilisi, EPR tarafından açığa çıkarılan kayıpların devlet tarafından değil, başka bir devrimci örgüt tarafından gerçekleştirildiğini iddia etti. Ama çok iyi bilindiği gibi, o insanları alıkoyan ve hâlâ saklayan devlettir ve bu yüzden onları canlı olarak geri vermesi gereken de yine devlettir.

II. Kararlar Yoldaşlar: Elimizden geldiğince birleştirmeye çalıştığımız bu nedenlerden dolayı, aşağıdaki kararlara vardık: İlk olarak, EZLN’nin Altıncı Komisyonu, Öteki Kampanya’nın ikinci aşaması dahilinde, 2007’nin Ekim, Kasım ve Aralık aylarında ülkenin merkez ve güney bölgeleri ve eyaletlerine yapılacağını duyurmuş olduğu yolculuğu askıya alacaktır. Bunun yerine, Zapatista Toplulukları’nın savunması için sivil ve barışçıl eylemler gerçekleştirecektir. İkinci olarak, EZLN, düzenleme komitesinin parçası olarak, Amerika Yerli Halklarının Buluşması’na katılma taahhüdüne bağlı kalacaktır. Zapatista önderliğinin bir delegasyonu, bu amaçla, kıtamızın kendi halklarının gelecekteki mücadelesi için kılavuz olacak bu önemli toplantıya katılmak için, 11, 12, 13 ve 14 Ekim’de Meksika, Sonora, Vicam’daki Yaqui Kabilesi bölgesine hareket edecektir.

Atenco için Özgürlük ve Adalet! Oaxaca için Özgürlük ve Adalet! Devrimci Gizli Yerli Komitesi – Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu Genel Komutanlığı adına EZLN Altıncı Komisyonu Güneydoğu Meksika Dağları’ndan İsyancı Komutan Yardımcısı Marcos Meksika, Eylül 2007 1 Merkez solda yer alan "Demokratik Devrim Partisi"nin (PRD) 2006 seçimlerindeki başkan adayı Andrés Manuel López Obrador (ç.n.). 2 PRD’nin desteklediği Chiapas valisi (ç.n.).

Çev.: Garaali


32

Zapatistaların Dünya Halklarıyla Üçüncü Buluşması: "Kumandan Ramona ve Zapatista Kadınları" Meksikalı ve dünyalı erkek ve kadın yoldaşlar. Hepinize iyi akşamlar. Zapatistaların Dünya Halklarıyla İkinci Buluşması sayesinde enerji dolmakla birlikte sorumluluklarımız da arttı ve bu bizi fazlasıyla endişelendiriyor. Bu bizi düşünmeye itiyor. Bu buluşmada söylemek istediğimiz ne çok şey vardı; ancak bizlerin, Zapatista topluluklarının yaptıklarını paylaşmak için çok az zaman bulabiliyoruz ve bizler için, özellikle biz Zapatista kadınları için geride paylaşacak çok şey kalıyor. O nedenle, önden şunu söylemek isteriz ki, sizler buraya gelip de duyduklarınızı kendi topluluklarınızdaki erkek ve kadın yoldaşlarımıza anlatmaya giderken ve böylelikle burada bulunmayanlar da olanlardan haberdar olurken, bizler de bu sözleri hakkıyla koruyacağız. Ancak aynı zamanda, biz Zapatista kadınlarından, Zapatistaların Dünya Halklarıyla Üçüncü Buluşması’na çağrımızı ve, özellikle Zapatista topluluklarındaki biz Zapatista kadınlarının Meksikalı ve dünyalı kadın yoldaşlarla bir araya gelmesi için, temel ve özgün konunun Zapatista Kadınları olacağını içeren mesajı da almanızın daha iyi olacağını düşünüyoruz. Bizler, biz Zapatista kadınları, Meksikalı ve

dünyalı kadın yoldaşlarla konuşacağız ve sizler de, Zapatista kadınları olarak doğrudan kadınlarla nasıl örgütlendiğimiz konusunda sorular sorabileceksiniz. Lojistik sorunlarda erkek Zapatista yoldaşlarımızdan yardım isteyeceğiz. Meksikalı ve dünyalı erkek yoldaşlar da bizi dinlemeye gelebilir; ancak erkek Zapatista yoldaşlarımız gibi, onlar da sessiz katılımcılar olarak kalacaklar. Bu Üçüncü Buluşma, özellikle Zapatista kadınlarının buluşması olacağından, Kumandan Ramona’ya ithaf edilecek ve onun adını alacaktır. O nedenle buluşmanın adı şöyle olacaktır: Zapatistaların Dünya Halklarıyla Üçüncü Buluşması: Kumandan Ramona ve Zapatista Kadınları. Bu mesajı diğer kadın yoldaşlara iletin. Böylece onlar da hazırlansınlar. Aynı zamanda kocalarına gidip, kapitalizm ve neoliberalizme karşı nasıl savaşılacağına dair örgütlenmek üzere Zapatista kadınları ile bir araya gelmek için yola çıkarken, kocalarının birkaç günlüğüne eve, çocuklara ve hayvanlara göz kulak olmak zorunda kalacağını söylesinler. Zapatista kadınlarının bu Üçüncü Buluşması’nın 2007 Aralık’ının son günlerinde gerçekleşmesini

Durito’yla Söyleşiler: Neoliberalizm ve Zapatistaların Öyküleri Subcomandante Marcos / İngilizceden çeviren: Şule Erdal Dünyanın Yerlileri dizisi, 416 sayfa Bu kitap, 1 Ocak 1994’te kapitalist küreselleşmeye karşı, Meksika’nın en ezilmiş ve yoksul kesimi olan yerlilerin hakları için Chiapas’ta ayaklanarak tüm dünyada merak ve umut uyandıran Zapatistaların onur mücadelesi tarihinde keyifli ve öğretici bir gezintiye davettir. İtaat ederek yönetme ilkesine bağlı Zapatist harekette asıl komutan yerli halkın kendisi olduğu için “Subcomandante” (Altkomutan) unvanını alan Marcos’un, hayali kahraman “Don Kişotvari böcek, gezgin şövalye Lacandona’lı Don Durito” ile sohbetlerine dayalı öyküler, Zapatistaların neoliberalizm eleştirileri ile politika yapma biçimlerindeki radikal kopuşa dair bir dizi ipucu vermekte. Ocak 1994-Kasım 2002 tarihleri arasındaki bu 44 öykü, Texas’taki Acción Zapatista Kolektifi’nin Meksika tarihi ve kültürüne yabancı olanlar için özenli bir dipnot çalışması ile derledikleri İngilizce baskıdan dilimize kazandırılmıştır. Diğer Zapatista öyküleri kitaplarından farklı olarak her bir öykünün ortaya çıktığı Zapatista bildirisi ile beraber yer alması, söz konusu öykülerin, hareketin tarihsel bağlamına oturtularak politik açılımlarının kavranılmasını sağlamakta. Oaxaca’dan Gustavo Esteva’nın Türkçe baskıya önsözüyle, dünyadaki tüm ezilenlerin onur mücadelesine bir katkı olması dileğiyle…

planlıyoruz. La Garrucha "caracol"u İyi Hükümet Konseyi’ndeki kadın ve erkek yoldaşlarla ve "caracol"un merkezi olan La Garrucha topluluğuyla, Üçüncü Buluşma’mızı orada yapmamıza izin verip veremeyeceklerini görüşüyoruz. Kesinleşen bilgileri daha sonra açıklayacağız. Sizden, Zezta Internazional ve Enlace Zapatista internet sayfalarımızı, Öteki Kampanya’nın Altıncı Komisyon’unun Galaksilerarası Komisyon’unu takip etmenizi istiyoruz. Planladığımız günler: 28 Aralık günü La Garrucha "caracol"una geliş ve kayıt, 29, 30, 31 Aralık: Zapatista kadınlarının, dünyanın diğer yerlerinden gelen kadınların sorularına da yer verilecek olan genel atölyeleri, 1 Ocak: Bu onurlu topraklardaki isyanın başlangıcının 14. yıldönümü kutlamaları. Erkek ve kadın yoldaşlar, bu bizim davetimizdir. Burada, her zaman olduğu gibi kapılarımız açık bekliyor olacağız.

Çev.: Pisi


33

"ÖSS" aslında ne demek? Ben 17 Haziran 2007’de, Kartal’da bir ilköğretim okulunda üçüncü defa ÖSS’ye girdim. Yanımdaki kimlik, sınava giriş belgesi, silgiler, kalemler, saat, su ve çikolatalı keklerle orman manzaralı bir sınıfta, ÖSYM’nin meşhur soru kitapçığındaki hayati (!) önem taşıyan soruları çözdüm. Lisansta ikinci senemdi; başka bir bölümde coşkuyla ve tutkuyla okumak, öğrenmek için üç sene sonra tekrar yaklaşık üç buçuk saatlik sınavı korkmadan, panik yapmadan, zamanı iyi kullanarak, şıkları doğru işaretleyerek geçirmem gerekiyordu. En önemlisi de korkmamam gerekiyordu. Sınavdan bir gece önce uyuyamamaktan, sınav sabahı hasta olmaktan, sınava girilecek yere giderken bir aksilikle karşılaşmaktan, bir belgeyi unutmaktan KORKMAK. Bir şekilde sınava alınmamaktan, soruların çok zor olmasından, sınavda heyecanlanmaktan, cevapları işaretlerken hata yapmaktan KORKMAK. Kardeşinden, kuzeninden, sevgilinden, sıra arkadaşından, komşunun çocuğundan, bilmem kimin hangi tanıdığından daha düşük puan almaktan, puan sıralamasında değersiz bir "sayı" olmaktan, çok "tutulan" bölümlere yetecek puanı alamamaktan KORKMAK. Annenin, babanın yüzünü kara çıkarmaktan, dershanelere, özel derslere, kitaplara harcanan paraların karşılığını verememekten KORKMAK. Mezun olunca iş bulamamaktan, garantileri olan, önemsenen ve özenilen bir hayatı yaşayamamaktan KORKMAK. Bu korkularla ders çalışmak, bu korkularla dershanelere gitmek, bu korkularla deneme sınavlarına girmek. Kendini güvenceye almak için daha, daha çok soru çözmek, net hesabı yapmak. Küçük bir şehirde, adı pek duyulmamış bir bölümde okumayı istemeye cesaret edememek. Alınan puandan daha düşük bölümleri tercih edememek. Büyüklerin kârlarını hesapladıkları o şaşaalı iş dünyasına girmeyi reddedememek. ÖSS, kapitalizmin öğrencileri korkuyla yola getiren yüzüdür. "Senin bölümünde okuyanlar iş bulabiliyor mu?" ya da "Mezun olunca iyi para kazanabilecek misin?" gibi sorular, "Düşlerin nedir çocuğum?" sorusundan önce gelir ve daha çok sorulur. Genelde düşler sınava girilen yerin kapısında bırakılır ve sonrasında genel olarak kabul görmüş şekilde davranılır: Tercihler yüksek puandan

Öfkeleri, umutları ve isyanlarıyla özgürleşen çocuklar için ÖSS, kapitalizmin sağ sol çakıp sekize katladıkları halidir düşük puana göre yapılır, bölümler değil de puanlar sıralanır. ÖSS, düşlerin üstüne barkod yapıştırıp, onları fiyatlarına göre sıraya koyar. Bazen de düşlerini sınav kapısında bırakmayan çocukların hikâyeleri anlatılır. Düşünün elinden inatla tutan, sınavdan sonra da bırakmayan. "Annem, babam ne der?", "Bu kadar yıldan sonra tekrar başlanır mı?" , "Yaşıtlarım yakında mezun olacak." gibi kaygılarla kendilerini tutsaklaştırmayan, önlerine sürülen onlarca korkunun üstüne basıp uzun uzun yol alan çocukların hikâyeleri. Korkmadan test kitapları alan, korkmadan konulara çalışan, korkmadan okulu bırakanlar. Heyecanlanarak okula gitmek, coşarak ders dinlemek, tutkuyla öğrenmek isteyen çocuklar. Paketlenip, bir market rafında alıcının beğenisine sunulmuş bir hayat yaşamaya isyan edenler. Öğrendiklerini, okuyup yazdıklarını meta niyetine kullanmayı öfkeyle reddeden çocuklar. Öfkeleri, umutları ve isyanlarıyla özgürleşen çocuklar için ÖSS, kapitalizmin sağ sol çakıp sekize katladıkları halidir. Ben bu sene de Haziran ayının ikinci pazar sabahı, İstanbul’daki okullardan birinin bahçesinde olacağım. İstediğim bölümde okuyabilmek umuduyla. Buradan, kapitalizm karşısında hayatını savunan, özgürce hayal edip eyleyen çocuklara Aziz Nesin’in güzelim şiiriyle selam ederim.

Nihan

Çocuklarıma diyelim ıslık çalacaksın ıslık sen ıslık çalınca ne ıslık çalıyor diye şaşacak herkes kimse çalamamalı senin gibi güzel örneğin kıyıya çarpan dalgaları sayacaksın senden önce kimse saymamış olmalı senin saydığın gibi doğru ve güzel hem dalgaları hem saymasını severek de ki sinek avlıyorsun sinek en usta sinek avcısı olmalısın dünya sinek avcıları örgütünde yerin başta örgüt yoksa seninle başlamalı diyelim zindana düştün bir ip al görmediğin yıldızları diz ipe bir bir sonra yıldızlardan kolyeyi düşlemindeki sevgilinin boynuna geçir say ki hiçbir işin yok da düşünüyorsun düşün düşünebildiğince üç boyutlu amma da düşünüyor diye şaşsın dünya sanki senden önce düşünen hiç olmamış dalga mı geçiyor düşler mi kuruyorsun öyle sonsuz sınırsız düşler kur ki çocuğum düşlerini som somut görüp şaşsınlar böyle bir dalgacı daha dünyaya gelmedi desinler dünyada yapılmamış işler çoktur çocuğum derlerse ki bu işler bişeye yaramaz de ki bütün işe yarayanlar işe yaramaz sanılanlardan çıkar


34

Eğitim ve kapitalist tahakküm 1980’lerden bu yana, küresel serbest piyasa ekseninde yürütülen yeni sermaye birikim sürecinde, hayatın tüm alanlarının piyasa ilişkilerine tabi kılınmasına tanık olduk. İnsan etkinliğinin hiçbir türü bu tabiyetten kaçamadı. Emeğin ulusal devletin sınırları içinde tahakküm altına alınmasının iktidar işleyişi olan emperyalizm döneminde ulusal refah ve/veya kalkınma eksenli politikalar, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik gibi alanları yine o dönemin sermaye birikim sürecinin niteliği itibariyle devlet eliyle örgütledi. Bu alanlar, "emek gücü"nün yeniden üretimini sağlayan alanlar olarak yapılandırıldı. Söz konusu dönemde, sermaye tarafından güvence altına alınamayan bu alanlar, devlet tarafından güvence altına alındı. Kısacası, toplumsal hayatın yeniden üretimi, modern devletin modern kurumları, okullar, hastaneler vb. ile örgütlendi. Metalaşan emeğin, bir "vatandaş" ve bir "birey" olarak, her şeyin ötesinde "üretken emek gücü" olarak yeniden üretiminin güvencesi bu alanlar oldu. Sınıflar arası sözleşme hukukuna dayalı bu iktidar işleyişinde, eğitim, sağlık ve sosyal güvence, "vatandaş"ın, yani "metalaşmış emek gücü"nün "hakkı" olarak görüldü. Bir ülkenin "vatandaşı" olan herkes, bunlardan yararlanma "hakkına" sahipti. Eğitim, sağlık ve sosyal güvence hizmetlerine erişim, sözleşmeye dayalı "hukuki eşitlik" çerçevesinde yürütülüyordu. Söz konusu alanların bu dönemde devlet eliyle yürütülmesi, dönemin sermaye birikim sürecinin ihtiyaçlarına ve modern toplumsal işleyişin gereklerine denk düşüyordu. Emeğin ulusal sınırlar içinde ücretli emek biçiminde tahakküm altına alınması ve "emek gücü"nün yeniden üretimi, modern eğitim ve sağlık kurumlarıyla toplumsal yaşamın modernizasyonunu ve nüfusun "ehlileştirilmesini" sağlayarak gerçekleşti. Günümüzde ise, bu alanların artık sadece devlet eliyle değil, doğrudan sermaye grupları tarafından üstlenildiğini görüyoruz. 1980’lerden sonra bu alanların özel sermaye grupları tarafından üstlenilmesi, devletin bu alanlardan çekilmesi ve bu alanların "özelleştirilmesi" olarak algılandı. Mesele, sadece bir devir işlemi, yani devletten sermayeye geçiş söz konusuymuş gibi anlaşıldı. Oysa durum çok daha karmaşıktı ve toplumsal ilişkilerin "metalaşması"ndan ve yeni sermaye birikim sürecinin değer yaratma biçiminden söz etmeden anlaşılamaz-

Artı-değerin genişleyerek yeniden üretimi, ancak yaşamın tüm alanlarının metalaştırılması ve değişim değerine dayalı piyasa ilişkilerine içerilmesi ile mümkün olabilirdi

dı. Sorun, ulusal refah ve/veya kalkınma eksenli politikalar ekseninde örgütlenen sermaye birikim sürecinin tıkanması ve yeni bir sermaye birikim sürecine geçilmesiydi. Bu yeni sermaye birikim sürecinin temel niteliği, tüm dünyada emeğin gerçek tahakküm altına alınmasının tamamlanmış olmasıydı. Artı-değerin genişleyerek yeniden üretimi, ancak yaşamın tüm alanlarının metalaştırılması ve değişim değerine dayalı piyasa ilişkilerine içerilmesi ile mümkün olabilirdi. İşte eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik alanları da, söz konusu yeni sermaye birikim sürecinin ihtiyaçlarına göre metalaştırıldı ve piyasa ilişkilerine çekildi. Bu alanlardaki faaliyetlerin, ister devlet eliyle ister sermaye grupları tarafından yürütülsün, artı-değer ve sömürü ilişkilerini yeniden üreten ve güvence altına alan bir işleyişle yürütüldüğünü unutmamak gerekiyor. Yani devlet bu faaliyetleri kamu yararına göre, sermaye de kâr için yapıyor gibi bir durum yok. Bu yüzden üzerinde düşünmemiz gereken, devlet mi sermaye mi sorusu değil, kurulan ve işletilen toplumsallığın niteliğidir. Ve biliyoruz ki bu toplumsallık, emek sömürüsüne ve artı-değer üretimine dayalı kapitalist sınıfsal ilişkilerin yeniden üretimini güvence altına alan bir "meta" ve "piyasa" toplumsallığıdır. Bu toplumsallıkta insana yer yoktur ve olanaklar sadece

maddi zenginlikle konuşturulur. İhtiyaçlar kâra, haklar sözleşmeye, talepler uzlaşmaya ve emek ücrete tabidir.

Bir Özneleştirme Süreci Olarak Eğitim Her iktidar kendi bilgisini üretir ve bu bilgi çatışmanın ürünüdür. Modern iktidar da kendi bilgisini üretmiştir ve modern eğitim kurumları bu iktidar bilgisinin üretilmesinde temel bir işlev üstlenmiştir. Ekonomik anlamda "iş gücü/emek gücü", devletin karşısında "vatandaş/birey" olarak konumlandırılan nüfusun biyo-politik yeniden üretiminin sağlanması, modern eğitim kurumları sayesindedir. Bu kurumların tarihi sanayileşme süreci ile başlar. Gelişmiş kapitalist ülkelerde modern okullaşma sürecinin başlaması, tam da emeğin maddi üretim araçlarından koparılıp, emek gücü olarak

İhtiyaçlar kâra, haklar sözleşmeye, talepler uzlaşmaya ve emek ücrete tabidir


35

İşte modern okulların başlangıcı burasıdır. Anne babalar fabrikalara kapatılırken, çocuklar da ortalıkta dolaşmasınlar diye okullara tıkılmışlardır

sanayileşen bölgelerde yoğunlaştığı döneme denk düşer. Sanayileşmenin ve kentleşmenin yoğunlaştığı yerlerde toplanan nüfus, sadece emek gücü olarak tahakküm altına alınmakla kalmamış, aynı zamanda bu nüfusun toplumsal yaşamının düzenlenmesi zorunluluğu da ortaya çıkmıştır. Geleneksel kültürden, dayanışma biçimlerinden ve toplumsallıktan koparılıp salt emek güçlerini satarak yaşamaya zorlanan insanlar, kapitalist üretim ilişkilerinin değişim değeri ve kâr üretimine dayalı toplumsallığında rekabetçi bireyciliğe terk edilmiştir. Kentlerdeki nüfus yoğunlaşması, kentsel altyapı sorunlarından tutun da, anne babalar fabrikalarda çalışırken çocukların sokaklarda başıboş dolaşmasına kadar (eğer çocuklar da fabrikalarda çalıştırılmıyorsa) pek çok "sorunu" ortaya çıkarmıştır. İşte modern okulların başlangıcı burasıdır. Anne babalar fabrikalara kapatılırken, çocuklar da ortalıkta dolaşmasınlar diye okullara tıkılmışlardır. Modern yaşamın iktidar teknikleri karmaşıklaştıkça, okullar da giderek yaygınlaşmış, modern toplumsal işleyişin ve emek gücünün sermayeye tabi kılınmasının ve yeniden üretiminin güvencesi olarak işlevlendirilmiştir. Modern yaşamın ve sermayenin kurduğu toplumsallığın ihtiyacı, modern üretim süreçlerine uyum sağlayabilecek, belli iş ve teknik becerilere sahip, asgari temel bilgileri (basit matematik hesaplar ve okumayazma) olan nitelikte emek gücüdür. İşte

modern ulusal devletler, bu dönemde ulusal eğitim sistemlerini oluşturmuş ve yaygınkitlesel-zorunlu eğitim kurumlarını yapılandırmıştır. Tekil sermayelerin bu alanı üstlenmeleri mümkün olmadığı için, devlet, merkezi siyasal iktidar olarak toplumsal yaşamın düzenlenmesini, denetlenmesini ve planlanmasını üstlenmiştir. Bir yandan sermaye iş sözleşmesi ile emek gücünü tahakküm altına alırken ve emeği mülksüzleştirirken, diğer yandan devlet toplumsal sözleşmeye dayalı hukuk ve kurumlarla nüfusu tahakküm altına almıştır. Bu anlamıyla eğitim alanı, salt emek gücünün üretim kapasitesinin nitelikleştirilmesi olarak değil, sınıflaştırmaya dayalı kapitalist toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi zemininde algılanmalıdır. Devlet eliyle yürütüldüğü bu dönemde eğitim sermayeden bağımsızmış gibi algılanmıştır ve bunun nedeni, devlete devredilen siyasal erkin temsiliyet mekanizmaları içinde eğitimin bir "vatandaşlık hakkı" olarak tanınmış olmasıdır. Bu yüzden devletin demokratikleştirilmesi ekseninde, "herkese eşit eğitim hakkı" üzerinden bir talep siyaseti izlenebilmiştir. Buradaki "eşitlik" ilkesi, aslında devletin bütün sınıfsal güçlere eşit mesafede işletilmesi gerektiğini önvarsayar, ama hiçbir zaman bu ilke işletilemez; çünkü devlet, aslen sınıf ilişkilerinin eşitsizliğini sürekli yeniden üreterek iktidarını işletir. Yaşamın bütünün fabrikalaştırıldığı günümüzde ise, artık eğitimde "eşitlik" veya "hak" ilkelerinden söz etmek, hele de bunlar üzerinden bir talep siyaseti izlemek ne mümkündür ne de bunun maddi koşulları vardır. İdealize edilmiş bir "eşitlik" ilkesinin yalanı ortadadır ve umutla bu ilkenin peşinden koşanların siyaseti de artık bir karabasandır. Dolayısıyla, eğitim alanının metalaşmasının ve piyasa ilişkilerine tabi kılınmasının "nasıl"ını anlamak ve talep siyasetine oturmayan, kurucu bir özgürleşme siyasetinin olanaklarını oluşturmak durumundayız.

Eğitimin Metalaşması Eğitimin metalaşması ve piyasa ilişkilerine içerilmesi, eğitimin doğrudan kâr üreten bir faaliyet alanı olarak örgütlenmesi ile gerçekleştirilmekte. Meta sözcüğü değil belki ama piyasa sözcüğü o kadar hayatımızın içinde ki, artık olan bitenlere piyasa sözcüğünü kullanmadan bakamıyoruz. Sanki insanlardan bağımsız, ilahi bir güç olarak piyasa her şeyi düzenliyor, hatta bir insan gibi beklentileri var, kızıyor, seviniyor ve karar alıyor. Artık her şeyin piyasası var, hatta eğitim ve sağlığın bile. Peki eğitim piyasası nasıl kuruluyor? Elbette "gizli el" tarafından değil, bizatihi insanlar tarafından kuruluyor. Bu kuruluşta üç temel dinamiği anlamadan eğitimin piyasalaşmasını da anlayamayız. Öncelikle, eğitim alanındaki emeğin özneleşme süreçlerinde yaşanan dönüşümü, bu anlamıyla eğitim emekçilerinin kendi emeklerini nasıl anlamlandırdıklarını, nasıl bu emeği sürekli meta olarak satmaya zorlandıklarını ve bunun artık neredeyse kaçınılmaz bir hal aldığını, emeklerini değerli kılabilecekleri maddi

Yaşamın bütünün fabrikalaştırıldığı günümüzde ise, artık eğitimde "eşitlik" veya "hak" ilkelerinden söz etmek, hele de bunlar üzerinden bir talep siyaseti izlemek ne mümkündür ne de bunun maddi koşulları vardır


36

Üretici güçlerin gelişmesi ve sermaye birikiminin gerçekleştirilmesi, ancak üretken bir emek gücünün varlığı ile mümkündür ve bu üretkenlik de ancak emek gücünün eğitimle nitelikli hale getirilmesi ile sağlanır

olanaklardan nasıl koparıldıklarını; ikinci olarak, emek gücünün tahakküm altına alınmasının biyo-politik bir mekanizması olarak eğitimdeki dönüşümü; üçüncü olarak da, eğitim kurumlarının artık ulusal değil küresel sermayeyle eklemlenme pratiklerini kavramak gerekiyor.

Eğitim Emekçilerinin Piyasa İçinde Özneleşmesi Modern ulusal devletin iktidarının kuruluşunda, modernleşme, sanayileşme ve refah/kalkınma projelerinde eğitim ve eğitim kadroları kurucu güç olarak konumlandı. Kapitalizmin tüm tarihi boyunca, eğitim politikaları ve uygulamaları her zaman, istihdam, işsizlik, emek gücünün üretkenliği ve ücret ile ilişkilendirildi. Bu, eğitimin her zaman kapitalizmin değer yaratma ilişkisine tabi olduğu anlamına gelir. Üretici güçlerin gelişmesi ve sermaye birikiminin gerçekleştirilmesi, ancak üretken bir emek gücünün varlığı ile mümkündür ve bu üretkenlik de ancak emek gücünün eğitimle nitelikli hale getirilmesi ile sağlanır. Bu anlamıyla eğitim, ulusal ekonomilere dayalı sermaye birikim sürecinin örgütlenmesinde ve ulusal devletin siyasal meşruiyetinin kurulmasında her

Eğitim emekçileri, günümüzde maddi olmayan emeğin en geniş kesimlerinden birini oluştururlar. Metalaşmış ilişkiler içinde özneleşirler ve sermayenin değer yaratma ve sınıflaştırma ilişkisine doğrudan eklemlenirler

zaman başat bir rol üstlenmiştir. Söz konusu dönemde, eğitim emekçileri devlet görevlisi statüsünde, "toplumsal sözleşme"ye dayalı ücretlendirme biçimi ile hiyerarşik modern eğitim sistemleri içinde özneleştirilmiş ve devlet dolayımı ile sermaye tarafından ücretli emek olarak içerilmişlerdir. Ama o dönemde eğitim hâlâ doğrudan piyasa ilişkilerinin içine çekilmediği için, eğitim alanındaki emek gücü de sermaye ile doğrudan bağlantı kurmak durumunda kalmamış, eğitim emekçiliği "kamu hizmeti" olarak algılanmıştır. Oysa, toplumsal yaşamın düzenlenmesi ve planlanması yoluyla gerçekleştirilen sermaye birikim sürecinin tıkanmasıyla birlikte, ilk adım, devlet eliyle yürütülen kamusal hizmetlerin kısılması ve kamu maliyetlerinin azaltılması oldu. Bu durum, eğitim emekçilerinin yeni bir ücret mekanizması ile ücretlendirilmesini, kadrolu eğitimcilerin sayısının azaltılmasını, sözleşmeli eleman alımlarının artırılmasını, toplam kalite, norm kadro ve performans kriterleri gibi esnek üretim tekniklerinin eğitim alanında uygulanmasını gündeme getirdi. Eğitim politikalarında piyasanın ihtiyaçlarına göre yapılan (çoğu kez açıkça dil-

lendirilen) düzenlemeler, devlet okullarının yanında artık sayamayacağımız kadar çok özel okulun kurulmasına ve işletilmesine meşruiyet sağladı. Eğitim alanı yavaş yavaş piyasalaşırken, eğitimciler de artık tek işveren olarak bildikleri devletten başka işverenlerle de tanıştı. Yani eğitim alanında çalışanların "emek piyasası" da genişledi. Örneğin, bizim ülkemizde Köy Enstitülü bir öğretmenin para karşılığı özel ders vermeyi veya özel bir okulda çalışmayı aklına getirebileceğini düşünebilir miyiz? Elbette hayır; çünkü o dönemde eğitime atfedilen anlam "toplumsal ilerleme" fikri etrafında kuruluydu ve bir öğretmen de yaptığı işi buradan anlamlı kılıyordu. Ama günümüzde, eğitim piyasasında emeğini satmayacak ya da daha doğrusu bunu yadırgayacak eğitimciler herhalde pek azdır. Eğitim emekçileri, günümüzde maddi olmayan emeğin en geniş kesimlerinden birini oluştururlar. Metalaşmış ilişkiler içinde özneleşirler ve sermayenin değer yaratma ve sınıflaştırma ilişkisine doğrudan eklemlenirler. Meta üretmezler; ama emekleri artık tamamıyla metalaşmıştır. Malzemesi "insan"dır; ama bu "insan", kapitalist değer üretiminin sınıflaştırmaya dayalı sömürü


37

ilişkilerinin içinde, salt "emek gücü" olarak tanımlanan, "emek piyasası"nın rekabetçi yapısı içinde kendine bir yer bulmanın ve sürekli "kendini yenilemenin" olanaklarını arayan, bu yüzden "okul öncesi"nden başlayıp "yaşam boyu" eğitimin peşinden koşan ve buna umut bağlayan "insan"dır. Hayalleri kapitalizmin ürettiği arzularla yoğrulmuş, "yüksek bir yaşam kalitesi", "iyi bir kariyer", "güzel bir aile" elde etme beklentisi ile sınırlanmış, özgürlüğü "tüketim" ile özdeş, "orta sınıf ideolojisi"nin çamuruna bulanmış insandır. "Satıcıdır", "prezantabldır", okuldan itibaren "rekabetçidir", "mülkiyetçiliği sınır tanımazdır" ve "bencilliği" doruktadır. Metalaşan eğitimciler, "metalaşan emek gücü" üretirler.

Emek Gücünün Tahakküm Altına Alınması ve Eğitim Eğitimin "kamusal bir faaliyet" olarak algılandığı dönemde, standart bir eğitim sürecinden geçip standart bir üretim süreci içinde "emek gücü" olarak üretime katılmak, yani iş hayatına başlamak yeterliydi. Zorunlu-örgün eğitim, ulusal ekonominin ihtiyacı olan standart iş becerilerine sahip "emek gücü"nün yeniden üretimini sağlıyordu. Emek gücü, eğitim düzeyine göre, Fordist üretim süreçlerinin hiyerarşisi içinde kendine bir yer bulabiliyordu. Eğitim piyasaya içerilmediği için, "arz-talep", "satıcı-müşteri" vb. piyasa kavramları yoktu. Ama eğitimin "piyasa faaliyeti"ne dönüşmesi ile birlikte, eğitim sadece yaşamın belli bir dönemine, yani emek gücü olarak üretime girmeden önceki döneme özgü bir etkinlik olmaktan çıktı. Bunun en temel nedenlerinden biri, artık tüm yaşamın işe dönüşmüş ve tüm etkinliklerin kapitalist değer yaratımına içerilmiş olmasıdır. Kapitalist iş zamanı dışında bir zaman yok. Artık eğitim de kapitalist işin doğrudan parçası haline geldi. Okul bitse bile eğitim bitmez ve siz iş dışı zamanlarınızı ya çalıştığınız şirketin düzenlediği akşam

Zorunlu-örgün eğitim, ulusal ekonominin ihtiyacı olan standart iş becerilerine sahip "emek gücü"nün yeniden üretimini sağlıyordu

veya hafta sonu eğitimlerinde geçirirsiniz ya da kendiniz para ödeyerek eğitim hizmeti satın alırsınız. Ülkemizde henüz uygulanmamakla birlikte, işsizlik dönemlerinde bile, iş bulma kurumlarının yönlendirdiği belli eğitim programlarına katılma zorunluluğu vardır. Tüm bunlar aslında, toplu sözleşme hukukunun yerini "bireysel sözleşme"ye bıraktığı esnek üretim süreçlerinde emeğin tahakküm altına alınmasının teknikleri olarak işletilir. Emek gücü, kendi iş güvencesinden kendi sorumludur ve bu, mutlak itaati, sürekli kendini geliştirmeyi, esnek çalışma koşullarının gönüllü kabulünü gerektirir. Böylece, eğitim alanında muazzam bir piyasa yaratılır. "Emek gücü" kendini "satmak" için, önce satacağı nitelikleri "satın almak" zorundadır. Eğitim, sermaye açısından emek gücünün "değişim değeri"ni, emek açısından da kendi "kullanım değeri"ni belirleyen en önemli değişken olarak ücret politikalarının içine çekilmiş durumdadır. Eğitim ihtiyacının "bireyselleştirilmesi" ve eğitim düzeyinin ücret politikalarına dahil edilmesi, eğitim piyasasının yaygınlaşmasını ve derinleşmesini sağlıyor. Hem standart okul eğitimi veren kurumlar hem de "yaşam boyu eğitim" kurumları "bireysel eğitim", "kişiye özel eğitim", "iş bulma garantisi", "güvenli bir gelecek" ve "kişisel gelişim" vaatleriyle "talep" yaratarak "müşteri" avına çıkıyor. Eğitimin her aşamasında, eğitim hizmeti "satın alma gücü" farklılaşan kesimlere göre eğitim kurumları da farklılaşıyor. Böylece, farklılaşan ihtiyaçlara yanıt veren, eğitim hizmetine erişimde "eşitlik ilkesi"ni

"satın alma gücü"ne indirgeyen bir eğitim piyasası kuruluyor. Eğitim, parası olanlar için mülklüleşme olanağı haline gelirken, yoksullar için mülksüzleşmeye dönüşüyor. Emeğin ücretli emek altında sınıflaştırılmasına dayalı kapitalist ilişkiler, hayatın içinden buralarda örülüyor.

Küresel Eğitim Ulusal eğitim sistemleri her zaman uluslararası kurumlarla (Birleşmiş Milletler, OECD, Dünya Bankası, vb.) ilişkili olmasına rağmen, küresel serbest piyasa ekseninde yürütülen yeni sermaye birikim sürecinde, bu ilişkinin çok daha derin ve doğrudan kurulduğuna tanık oluyoruz. Ülkelerin küresel üretim hiyerarşisi içindeki konumlarına göre yapılandırılan ulusal eğitim sistemleri, aslen ulusal ekonominin ve ulusal siyasal egemenliğin yeniden üretimine uygun biçimde yapılandırılmaktaydı; çünkü emek gücü ulusal sınırlar içinde tahakküm altına

Eğitim ihtiyacının "bireyselleştirilmesi" ve eğitim düzeyinin ücret politikalarına dahil edilmesi, eğitim piyasasının yaygınlaşmasını ve derinleşmesini sağlıyor


38

Küresel sermayenin ihtiyacı çok dilli, teknolojik iş süreçlerine hakim, çok kültürlü, adaptasyon becerileri gelişmiş bir emek gücü

alınıyordu. Günümüzde emek, tüm dünyada sermayenin gerçek tahakkümüne girmiş durumdadır ve her yerdedir. Artık eğitim sistemleri, ulusal devletlerin yeni küresel egemenlik işleyişine eklemlenmelerini sağlayacak politikalarla örgütleniyor. Küresel sermayenin ihtiyacı çok dilli, teknolojik iş süreçlerine hakim, çok kültürlü, adaptasyon becerileri gelişmiş bir emek gücü. Sermayenin doğrudan yatırım yaptığı ve işlettiği eğitim kurumları, özellikle üniversiteler ve araştırma geliştirme merkezleri, dünyanın her yerine dağılmış durumda. Uluslararası kurumlar, bölgesel ve kıtasal eğitim projeleri ile, küresel sermayenin işleyişine uyumlu küresel bir "emek gücü" yaratıyor. Enformasyon ve bilişim sektöründeki gelişmelerle birlikte, sermayenin tüm dünyaya yayılan küresel üretim ağlarının işleyişini, sermaye kadar akışkan ve hızlı bir emek gücü sağlıyor. Ulusal devletlerin küresel sermayenin hiyerarşisi içinde reka-

Eğitim alanının metalaşması ve piyasa ilişkilerine tabi kılınması, sermaye tarafından, eğitime duyulan farklı ihtiyaçların çeşitliliği ve bu çeşitliliğin içinden "seçme özgürlüğü" olarak lanse edildi

bet edebilirliği, "genel zekâ"yı yakalayan bir "emek gücü"nün yeniden üretiminden geçiyor ve eğitim, buna göre şekilleniyor ve şekillendiriyor. Eğitimin küresel ölçekte piyasalaştırılması, aynı zamanda eğitimin sektörleşmesi ve diğer piyasalarla doğrudan ilişkilenmesini beraberinde getiriyor. Bu, bilgi üretiminin ve yayılımının da piyasa ilişkilerine tabi kılınması demek. Emeğin üretkenliği ve yaratıcılığı, eğitimle yoğrularak sermayeye tabi kılınır.

Bir Özgürleşme Pratiği Olarak Eğitim… Eğitim alanının metalaşması ve piyasa ilişkilerine tabi kılınması, sermaye tarafından, eğitime duyulan farklı ihtiyaçların çeşitliliği ve bu çeşitliliğin içinden "seçme özgürlüğü" olarak lanse edildi. Bu "seçme özgürlüğü"nün aslında işleyiş olarak aynı şeyin çeşitlemeleri arasında seçim yapma olduğu, yani değişim değeri ilişkisinin toplumsallığını kurduğu gizlendi. İşte, bir yandan "kamusal eşitlik" talebine dayalı demokratikleşme siyasetinin maddi gerçekliğini yitirmesi, diğer yandan piyasa "özgürlüğü"nün aslında sadece değer yaratma ilişkisine tabi olması nedeniyle, kapitalist değer üretiminin ve sınıflaştırma ilişkisinin dışında ve ona karşı kendi gücünü olumlayan bir toplumsal kuruculuğun deneyimine girmemiz gerekiyor. Nasıl ki sermayenin kendini olumlama pratikleri yaşamın en küçük hücresinde bile kendini yeniden üretiyorsa, emeğin komünalist kuruculuğu da yaşamın her bir hücresinde insan pratiğinin özgürleşmesini kurmak durumunda. Bu anlamıyla, piyasalaşan kapitalist eğitim pratiklerinin reformistleştirilmesine oturan bir siyaseti değil, eğitimin, emeğin özgür-

leşme pratiği ile kendi emeğini değerli kılmasının toplumsal olanaklarını kurduğu bir siyaseti deneyimlemek gerekiyor. Biliyoruz ki, sermaye emek olmadan hiçbir şeydir, ama emek sermaye olmadan her şeydir. İşi değil kapitalist toplumsallığı üreten, işi, eğitimi değil kapitalist yeniden üretimi sağlayan eğitimi reddediyoruz. Hayata karşı hayat kurmak, bugünümüzü sermayeye teslim etmeden ve özgürleşme umutlarımızı geleceğe havale etmeden, şimdinin içinde komünalist bir toplumsallığın kurucu gücü olmaktan geçiyor.

Müno


39

Verkaç

1

Futbol, okul müdürlerinin sabah içtimalarındaki deyişiyle ayaktopu, hakemsiz, sınırsız, sebepsiz, zaman baskıları olmadan oynanan, kökenleri milattan önce 3000’lere, Çin’e dayanan bir oyundur. Bütün oyunlar gibi futbol da yaratıcılık, yani emek ister ve çeşit çeşit duygu üretir. Mesela bir gol, aynı anda bazılarında sevinç bazılarında ise üzüntü üretebilmektedir. "Sermaye, emeği ücretli emek altında sınıflaştırma ilişkisidir. Sermaye, emeği ve onun ürünlerini yönetme gücüdür."2 Futbol oyununun yaratıcılığı da, sermaye açısından ölçülebilir bir biçime sokulmalıdır. Bu doğrultuda, oyuna evrensel kurallar getirilerek oyun işe, yani bir gösteriye dönüştürülmelidir. Yukarıda kendimce iki cümleyle kısaca analiz etmeye çalıştığım sermayenin doğal eğilimi ne yazık ki gerçekleşti. Oynayanların olan oyun, izleyeni oynayanından kat be kat fazla olan bir şova dönüştü. Sermaye, 19. yüzyılın ortalarından itibaren futbolu bir sanayi haline getirdi. Oyun olmaktan çıkarılıp gösterileştirilen futbol, sermayeye içkin olarak sadece hıza, tekniğe, taktiğe, güce dayalı hale getirilip idealize edilmekte ve birbirinin türevi şovlara dönüştürülmektedir. Bu piyasada, topçuların hayal güçleri ve deli cesaretleri doğal olarak yok sayılmaktadır. "Futbolun öyküsü, zevkten zorunluluğa uzanan hüzünlü bir öyküdür." Eduardo Galeano’nun bu cümlesi, herhalde acı bir gerçekliği özetlemeye yeter de artar. Çivisi çıkarılmaya devam eden futbola karşı oyunun ruhunu korumaya çalışan, "Futbol A.Ş."ye isyan edip futbolun zevkiyle futbol tutkunlarına bir an olsun can veren birçok futbol sevdalısı bulunmakta. Bu deli aşıklar, yani oynadıkları deli dolu oyunla çim sahalarda bizleri mest edenler, yazdıklarıyla bu top oyunun bize gerçek yüzünü gösterenler ve şu anda sokak aralarında ya da kumsallarda hâlâ bu topun peşinde koşturanlar futbol meşalesini taşımaktalar. Kapitalizmin futbolu nasıl bir fabrikaya dönüştürdüğü üzerine dertle kitap yazanlara, filmler çekenlere bir sokak futbolcusu olarak oyunumu ve onun içerisinde kendimi tanımamda attıkları pastan ötürü teşekkürler. Birazcık uzayan girizgâhtan sonra, takımın stoperi (halk arasında kazma diye tabir edilen savunma oyuncusu) olarak, futbol üzerine bizim ceza sahasından görülenleri aktarmaya çalışacağım. Aslen küçükken birçokları gibi ben de hücumda oynayıp gol atmak isterdim. Ama neylersiniz ki, mahalle birazcık hiyerarşik bir yapı ve yine mahalle deyimiyle her babayiğit santrafor (hücum oyuncusu) olarak oynayamaz.

Peki Santrafor Kimdir? Santrafor, genelde mahallenin en kaba kuvvetlisi, korkumuzdan yüzüne karşı dillendiremeyip arkasından "artist" tabir ettiğimiz kişilik, oyunu kendi kurallarına göre oynatan canlı bir kurumdur. Ayrıca ayağı topa vuran her mahalleli çocuk, takıma girebilmek için santraforla iyi geçinmelidir. O, kaleden ileriye kadar gösterilen nice emeği hiçe sayıp kendi ayağından filelerle kucaklaşan golün emeğini mülkiyeti altına alarak takım arkadaşlarını ötekileştirmeye çalışandır. Aranızdaki maçlarda topu üzerinize abanarak uyguladığı meşru şiddetiyle, mahalledeki kutsal mertebesini kendince idame ettirendir. Kısacası santrafor, kapitalizmin mahalle takımındaki işgalci gücüdür. Tabii ki bu santrafor tarifini bizim Rize’deki ’80 gençliği için yaptığımı ve oyunu mahallesinde hakkıyla oynayan santrafor tanımından uzak tuttuğumu belirtmek isterim.

Aslen küçükken birçokları gibi ben de hücumda oynayıp gol atmak isterdim. Ama neylersiniz ki, mahalle birazcık hiyerarşik bir yapı ve yine mahalle deyimiyle her babayiğit santrafor (hücum oyuncusu)

Canım Her Şey mi Santrafor Olmak? Santrafor olmak imkânsızdı. Zaten bana da tersti. Savunmada oynamak insanın futbolunu epeyce geliştiriyordu. Ayrıca rakibin kapitalist işgalcisi santrafora karşı yapılan savunmanın antikapitalist bir mücadele olduğunun şimdilerde fark etmekteyim.

olarak oynayamaz

Saha Dışı Takım Atölyesi, Eğitim Çalışması, Maç Takibi Maçların televizyon, radyo ve statlardan takip edilmesi, takımın oyunu üzerinde olumlu etkilerde bulunurdu. Televizyon yayını olan maçlar, annelerimizin başı bizim gürültümüz ve yaramazlıklarımızla şişeceğinden, sayısı ikiyi üçü geçmeyen gruplar halinde izlenirdi. Maç sonrası bütün takım toplanır, kritik yapılır ve maça geçilirdi. Bu maçta her atılan gol, verilen şık pas ve tutulan top, yapan kişi tarafından izlenen maçın yıldızlarıyla anılırdı. Mesela ben kendimi, geride dörtlü de oynadığımdan, önceleri Beşiktaşlı Gökhan’la sonraları da bizim Galatasaraylı Popescu’yla birlikte anardım. Topu ne zaman ileriye yollasam ya da birini kessem, bu iki isimden birinin adını söylerdim. Toplu olarak basılan birkaç ağacın meyvelerini yiyerek gerçekleşen radyo atölyesi oldukça eğlencelidir. Anadolu’nun dört bir köşesindeki maçlardan üçer beşer dakikalık bağlantılarla dinlenen liglerde, şimdilerde bilgisayarların yaptığı puan durumu karatahtada gol gol değiştirilir. Maça gitmek, radyo ve televizyondan maç

takip etmenin dışında başlı başına bir ritüeldir. Öncelikle mahallede toplaşılır, stada gidilir, biletimiz yoktur. Maça girme operasyonu yeni başlamaktadır. Herkes dağılır, kendisini maça sokacak bir amca bulur ve içeri girer. Unutmayın, stattaki buluşma noktası skorbordun altı. Maç boyunca tezahürat ve ilk küfür. Maç bitti. İstikamet bir gün o yeşil sahada olmak, boy göstermek için, tekrar mahalledeki top sahasına maç yapmaya gitmek. Herhalde toparlama vakti geldi. Bu top oyununun tanımına, onu bazılarının nasıl bozduğuna değinmeye, bunlara bizim mahalledeki futbol takımını da eklemeye çalıştım. Yazı okunurken bir iki an yüzlerde tebessüm olmuşsa ne mutlu bana, hedefime ulaştım ve verkaç yaptım. 1 Verkaç: Duvar pası olarak da bilinen verkaç, sahada sıkışılan bir anda topu başka bir takım arkadaşınıza verip boş bir alanda topla buluşmayı sağlayan temel hücum atak taktiğidir. 2 Marx ve Komünalist Otonomi, der.: Cengiz Baysoy, s. 21.

Lazuri


40

Matematik Köyü fikri nasıl doğdu? Ali Nesin ve Sevan Nişanyan’ın binbir güçlüğe rağmen kurmaya çalıştığı matematik köyü, geçtiğimiz yaz jandarmalar, savcılık ve orman yetkililerince basıldı ve mühürlendi. Matematik Köyü fikrinin doğuşunu ve hayallerini Ali Nesin’in kaleminden yayınlıyoruz

Gözaltına alınan karatahtalardan birisi!

Yaşarken, Aziz Nesin’in en büyük korkusu Nesin Vakfı’nın kendisinden sonraki akıbetiydi. Ardından iki önemli eser bırakacağının bilincindeydi: Yazdığı kitaplar ve kurduğu Vakıf. Yazdıkları konusunda yapılacak fazla bir şey yoktu; nihai biçimlerini alıp kitap haline gelmişler, yüzbinler satmış, yüzbinler tarafından okunmuş, oyunları defalarca sahnelenmiş, ödüller kazanmış... Sadece basın, yayın, dağıtım ve pazarlama işleri vardı ki bunları da ortalama ticari zekâsı olan herhangi biri yapabilirdi. Ama Vakıf henüz bitmemiş ve hiçbir zaman da bitmeyecek, yaşayan, dolayısıyla sürekli olarak çağına ayak uydurması gereken bir organizmaydı; kitapları gibi nihai biçimini almamıştı ve hiçbir zaman da alamazdı. Bu konuda hiçbir korkusunun olmaması gerektiğini söylerdim kendisine. Ölümünden sonra yurtdışından dönüp Nesin Vakfı’nın yaşaması için çalışacağıma dair söz verdim kaç kez. İstemezdi. "Sen bilim adamısın, senin işin orada, dünyanın merkezi sevsek de sevmesek de Amerika’dır" derdi. Burada iş bulamayacağımı, bulsam da beni "eşek tepmişe" benzeteceklerini söylerdi. Tartışmaya girmez, "ben yapacağımı bilirim" anlamına başımı sallardım. Gel zaman git zaman, Vakf’ın yaşaması için benim Türkiye’ye dönmemden başka çare

olmadığını anladı. "Arada bir Türkiye’ye gelirsin"le başlayan süreç, vasiyetine bir "Nesin Matematik Enstitüsü" eklemesine kadar gelişti. Enstitü’nün Vakf’a 1 km uzaklıktaki 36 dönümlük arazimize kurulmasını istiyordu. Böylece hem matematikten kopmayacak hem de Vakıf’la ilgilenebilecektim, hem Vakf’ı emin ellere bırakacak hem de vicdanı sızlamayacaktı. Sorun çözmede üstüne yoktu bilindiği gibi. Kaçınılmaz gün geldi çattı. Söz verdiğim gibi arkama bile bakmadan Türkiye’ye döndüm. Öngörüsü nerdeyse gerçekleşiyordu, az kaldı iş bulamayacaktım. Neyse ki Türkiye’nin değişmekte olan koşulları son anda imdadıma yetişti. Enstitü vasiyetini ciddiye almam, üzerinde düşünmem söz konusu bile olamazdı. Önce Vakıf yaşamalıydı. Enstitü arazisine önce ilköğretim okulu kurmak istedik. Buna gücümüzün yetmeyeceğini kısa sürede anladık. Başaracağımızdan emin olmadığımız bir işe girişemezdik, buna hakkımız yoktu. O araziye çiftlik kurduk. Nesin Vakfı çocukları, bugün, çiftliğimizin organik ürünleriyle olabilecek en sağlıklı ve ucuz biçimde beslenmektedirler. Bu anlattığım, hikâyenin bir yüzü. Diğer yüzünü de anlatayım. 1995 yaz sonunda Türkiye’ye döndüm. İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Matematik Bölümü’nü kurmam istendi. Her-

kese her zaman nasip olmaz böyle bir şans. "Yıldızını parladığı anda kapacaksın" demişti bana bir gün yaşlı ve sefil denecek derecede beş parasız bir heykeltıraş. "Hayatta ikinci kez parlamaz yıldızın..." diye de devam etmişti hüzünlü hüzünlü. O heykeltıraşın pişmanlığını yaşamamak için, olabilecek en üst seviyede bir matematik bölümü kurmayı hedefledim. Geri kalmış ülke demeden, "günümüzün somut koşulları" özrüne sığınmadan, nerdeyse gerçekleri bile yadsıyarak, çıtayı inatla olması gerektiği yerde tutacaktım. Çıtanın yüksekliğini de ben değil, çağımız belirliyordu. Yılda en az on olağanüstü öğrenci yetiştiririm diye umuyordum. Henüz 40’ımdan gün almamıştım. 30 yıl daha çalışsam, 300 öğrenci yetiştirirdim ki bu da Türkiye’yi birkaç yüzyıl idare eder diye düşünüyordum... Bayağı parlak bir yıldızdı. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Evet, düzeyi yüksek tuttum, çıtayı bulunması gerektiği yerden milim oynatmadım, evet, çok emek verdim, ama gel gelelim öğrencilerin nefesleri yetmiyordu, zayıf kalıyorlardı, uzun soluklu bir yarışa dayanamıyorlardı. Mezun sayımız hiçbir yıl 4’ü aşmadı. Nasıl bir doktorun hastalarından, bir siyasetçinin halkından yakınmaya hakkı yoksa, bir eğitimcinin de öğrencilerinden yakınmaya hakkı yoktur. Değil mi ki eğitimciliğe soyunmuşsun, eğiteceksin. Bunun aması fakatı yoktur ve olamaz.


41

Yılda en az on olağanüstü öğrenci yetiştiririm diye umuyordum. Henüz 40’ımdan gün almamıştım. 30 yıl daha çalışsam, 300 öğrenci yetiştirirdim ki bu da Türkiye’yi birkaç yüzyıl idare eder diye düşünüyordum... Bayağı parlak bir yıldızdı Öğrenciler kış boyunca yeterince çalışmadıkları gibi üç aylık yaz tatilinde de kitabın yanına uğramıyorlar, ellerine kalem kâğıt almıyorlardı. Ne yapılması gerektiği belliydi. 1998 yazında 7 haftalık bir yaz okulu düzenledim. Okulun desteğiyle Antalya’da bir pansiyon kiraladık. Muhteşemdi. Sonraki yıl Bodrum, ardından iki kez Gümüşlük, daha sonra Şirince, Şarköy, Amasra, Bozcaada ve Çanakkale. Son üç yaz okulunu Türk Matematik Derneği çatısı altında yapıp tüm Türkiye’ye açtım. 70–80 kadar öğrenci katılıyordu. 45 gün süren yaz okulları için TÜBİTAK’tan, TMD’den ve üniversitelerden parasal destek alıyor, öğrencilere para ödetmemeye çalışıyordum. Yaz okullarında diploma, sertifika, berat gibi herhangi bir belge vermiyorduk. Ders geçme filan da yoktu. Hocalara para da ödenmiyordu. Yaz okullarının yegâne amacı matematiği paylaşmaktı. Çok verimli ve eğlenceli geçiyordu. Öğrenciler matematiği ve matematikçi olmayı asıl yaz okullarında öğreniyorlardı. Birlikte yaşamak onları büyütüyordu da.

Öte yandan sorunlar da yok değildi. En büyük sorunumuz susmak bilmeyen müzikti. Sabah kahvaltısından gece yarısına kadar... Sürekli eğlenmek zorunda bırakılıyorduk, ders yaparken bile. Oysa biz, tempo tutarak ya da göbek atarak değil, düşünerek eğlenmek istiyorduk. Çirkinlik, bayağılık, küstahlık, pislik, kavga ve gürültü... Rahatsız edici bakışlar, okey ve tavla şakırtıları, çıtlayan çekirdekler, patlayan sakızlar... Hele televizyonun histerik reklamları... Çığlık atasım gelirdi... Özgür de değildik, istediğimiz zaman, istediğimiz yerde, istediğimiz gibi çalışamıyorduk. Çay ve kahveden tutun da güneşlenmeye kadar hep başkalarının emrindeydik. Alabildiğine özgür olacağımız bir yerimiz olsa... Kimse kimseye karışmasa... İstediğimiz zaman (örneğin sabah akşam) matematik yapabilsek... Sadece müzik dinlemek istediğimiz zaman müzik dinleyebilsek. Sessizlik hüküm sürse, daha fazla işimize yoğunlaşabilsek... Yaz okullarında harcadığımız paraya da üzülüyordum. Kalacak yeri, sabah kahvaltısı ve akşam yemeği dahil, aşağı yukarı günde 15 YTL’ ye çıkarmaya çalışıyordum. Öğrenci ve gün sayısıyla çarpınca az buz para etmiyor. Ek giderleri de eklersek 70 milyarı buluyordu yaz okulu harcamamız. Bu para tekrar topluma geri dönse fena mı olurdu? Kendimize ait bir yerimiz olsa daha fazla gence daha iyi ve daha ucuza hizmet vermez miyiz? Her seviyede ve her yaşta matematikçi, öğrenci, eğitmen, araştırmacı, meraklı amatör aynı anda ve aynı mekânda matematik yapsa... Bilen bilmeyene anlatsa... Ne kadar olağanüstü bir şey olur. Böylece Aziz Nesin’in enstitü vasiyetini de bir anlamda yerine getirmiş oluruz. İşte bu hayallerden doğdu Matematik Köyü fikri. Dostum Sevan Nişanyan’la yıllardan beri işte böyle bir projenin planlarını yapardık. Gerçekleşeceğine pek inanmadan belki. Hayali

bile güzeldi. Biz o zamanlar "medrese" derdik aramızda. Eğer masa başında saatlerce Matematik Köyü hayali kurmadınızsa tavsiye ederim, kendinizden geçeceksiniz. Çardaklar olacak örneğin, her birinin altında bir karatahta, bir tomar kâğıt ve birkaç kalem. Ağaçlardan gökyüzünün görünmediği koyu yeşil sığınaklar. Şezlonglar, hamaklar, küçük, orta ve büyük boy havuzlar, çeşmeler, ateş yakılacak alanlar... Kütüphane elbette. Bir de matematiksel oyun salonu. Geometrik heykeller. Piyano ve bilardo odaları. Şömineler, fırınlar. Hamam da gerekiyor, hamamsız olmaz, Arşimet örneği var önümüzde. Her şey taş ve çamurdan olacak, betonsuz. Ortak avlulu üçer evlik birimler... Bu üçer evlik birimlerin ortak alanı... Patronsuz, şefsiz, otoritesiz... Okeysiz, tavlasız, piştisiz... Müziksiz, radyosuz, televizyonsuz... İzmaritsiz yollar... Burjuva ve lümpensiz... Bundan iki üç yıl kadar önce Nesin Vakfı için Şirince’den 10 dönümlük bir arazi almıştım üç otuz paraya. Gün gelir, değerlenir diye. O gün gecikmedi. Bir akşam Sevan aradı. İnşaata başlıyoruz diye... İnşaat mı, ne inşaatı? Ne inşaatı olacak, Matematik Köyü inşaatı elbette... Ama para yok! Hele bir başlayalım, Allah rızkını verir... Kahkahalar... İşte böyle... Ali Nesin

Her şey taş ve çamurdan olacak, betonsuz. Ortak avlulu üçer evlik birimler... Bu üçer evlik birimlerin ortak alanı... Patronsuz, şefsiz, otoritesiz... Okeysiz, tavlasız, piştisiz... Müziksiz, radyosuz, televizyonsuz... İzmaritsiz yollar... Burjuva ve lümpensiz...


ROTC’YE KAYDOLUN ORDUYA SUBAY OLUN

New York Eyalet Üniversitesi öğrenci gazetesi “Pipe Dream”in 20 Mart 2007 tarihli sayısında yer alan Amerikan Ordusu “reklam”ını yorumsuz yayınlıyoruz...

ADRENALİN YÜKSELTİR. SİZİNKİNİ VE CV’NİZİ OKUYAN HERHANGİ BİRİNİNKİNİ

ROTC (Ordu Yedek Subay Yetiştirme Bölümü) Lider Yetiştirme Kursu, ABD ordusunun bir lideri, bir subay olarak kariyerinize bir başlangıç olacak 4 haftalık maaşlı bir yaz eğitim kampıdır.


Marx ve Komünalist Otonomi Derleyen: Cengiz Baysoy, 330 sayfa Kapitalist egemenliğin yeniden kuruluşuna karşı yeni bir devrimci hareketin karşıdan kuruluşu gerekiyor. Bütün ezberler bozulacak. Politik felsefe, politik teori, politik pratik ve örgütlenme konularındaki ezberler çözülecek, bu bir durum olarak görülüyor. Marx ve Komünalist Otonomi işte böyle bir sürecin bedenleşmesidir. Otonom dergisinin çeşitli sayılarında yayımlanmış olan bu yazılar salt bir derlemenin ötesinde, kolektif bir devinimin yansıması olan öznelliklerimizin de bir ürünüdür. Sermayenin postmodernleştiği bir dönemde komünist olmaktaki ısrarımız, ne aşkın bir inancın sürdürülmesi ne de arkaik bir söylemin tutulmasıdır. Bu bağlamda, Marx ve Komünalist Otonomi içinden geçtiğimiz bir dönemin ifadesi olduğu kadar geleceğimizin de habercisidir...

İmparatorluk ve Bağımsız Öğrenci Hareketi Derleyen: Cengiz Baysoy, 92 sayfa Genel anlamda solun bir tıkanıklık içerisinde bulunduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Üniversite ve öğrenci muhalefeti de bu tıkanıklığın krizini yaşamaktadır. Soruna ne ekonomik-demokratik mücadelenin bir başka deyişle Sendikal hareketin krizi, nede akademik-demokratik mücadelede üniversite ve öğrenci hareketin krizi olarak bakılarak alan daraltılamaz; sorun bütünsel ve yapısaldır. Öğrenci hareketinin sorunlarına buradan baktığımızda, konuşmak için, solun yapısal tıkanıklığını daha bütünlükçü bir yerden okuma gereği karşımıza çıkmaktadır. Bu bağlamda, bu kitapçık, üniversite ve öğrenci hareketinin yeniden yapılanması ihtiyacının bir gereği olarak daha bütünlükçü bir yerden bakan çalışmanın bir ürünüdür.


Küreselleşme Çağında Para ve Sınıf Mücadelesi

! yeni

Werner Bonefeld - John Holloway

Politik ekonomi dizisi - İngilizceden çevirenler: Münevver Çelik, A. Rıza Güngen, A. Serkan Mercan, Cumhur Atay - 288 sayfa Werner Bonefeld ve John Holloway’in bu kitabı, küresel serbest piyasa ekonomisinin kuruluş sürecinin içinde para politikalarını ve ulusalararası kurumlar aracılığı ile düzenlenen borçlanma sistemini ele alıyor. Keynezciliğin çöküşünden ve Altın Standart’ının terkedilmesinden sonra yaşanan yeni sermaye birikim sürecinde borçlanmaya dayalı artı-değer üretme pratiklerini inceliyor. Kitabın temel vurgusu,1970’lerde girdiği krizden serbest para politikaları ve borçlanma yoluyla çıkmaya çalışan sermayenin, aslında bu yolla daha da batağa saplanacağı yönünde. Çünkü yazarlara göre, kriz aslında sermayenin yeniden üretiminin güvence altına alınamaması ile ilgili ve bu da sermayenin emeği kendisine tabi kılmakta yaşadığı güçlükten kaynaklanıyor. Yani sermaye bugünkü krizini çözmek için, serbest para politikaları ve borçlanma yoluyla emeğin gelecekte yaratacağı artı-değere el koymaya çalışıyor. Kitabın yazarları bu perspektiften yola çıkarak, yeni sermaye birikim süreci içindeki sınıflaştırma pratiklerini anlamaya ve emeğin isyanlarının sermayeyi krize sokma olanaklarını araştırmaya yöneliyor. Bu anlamıyla kitap, sermayenin krizlerini sınıf mücadelesi ile ilişkilendirerek, sermayenin nesnel gelişme yasalarının dışına çıkarıp, öznellik zemininde ele aldığı için, emek cephesinin özgürleşme pratiğinde sermayeden bağımsız kuruculuğun olanakları üzerine düşünmenin önünü açıyor.

Kadınlar Ülkesi Charlotte P. Gilman

Edebiyat dizisi - İngilizceden çeviren: Seher Özbay - 236 sayfa Ütopyalar her zaman eleştiri ve özlemlerin bir arada kaleme alındığı politik-edebi metinler olma özelliği taşıdı. Charlotte Perkins Gilman’ın Kadınlar Ülkesi adlı ütopya denemesi ise iki bakımdan farklılık gösteriyor. Kadınlar Ülkesi’nin birinci özelliği, birçok klasikleşmiş erkek ütopyasında (Platon’un Devlet, Thomas More’un Ütopya’sı vb.) yok sayılan veya satır aralarında yer verilen kadınlara yönelik cinsiyet ayrımcılığına dikkat çekilmesidir. İkinci özelliği, kadınları ele alan edebi denemeler içerisinde ilk defa feminist öğelerin ütopya tarzıyla açık ve bilinçli bir şekilde işlenmesidir. Bu anlamda Kadınlar Ülkesi’nin kadınları, sınıflı-erkek egemen toplumun kadın kalıpları, tanımları ve davranışlarına uymayanların anlatısıdır. Birinci dalga feminist akımın önde gelen kalemlerinden Charlotte P. Gilman, bu ütopyasıyla 20. yüzyılın temel çelişkileri olan ulusalcılık, yurttaşlık ve kadın hareketi içerisindeki eşitlik ve özgürlük gerilimini de gözler önüne seriyor. Ataerkil toplumların mizahi bir dille eleştirildiği Kadınlar Ülkesi rekabet, cinsiyet ayrımcılığı, cinsiyet temelli işbölümü, yoksulluk, savaş ve dışarıda bekleyen düşmanlar gibi kavram ve yaşantıların bilinmediği, duyulmadığı, yaşanmadığı bir ülkedir. Esin verici olması dileğiyle...

conatus 7

ulusalcılık ve ırkçılık

ekim

de

Demokrasi ve Ulus Devlet R. Rocker Hegemonyanın Kökleri: Sınıf Uzlaşması ve Ulus-Halkın Ortaya Çıkışı L. M. Pozo Irkçılık, Milliyetçilik ve Biyopolitika M. Kelly Es gibt keinen Staat in Europa: Günümüz Avrupa’sında Irkçılık ve Siyaset É. Balibar Egemenliğin İnatçı Sebatı A. Burke Şarkiyatçılık ve Dünya Tarihi E. Burke III Sykes-Picot Anlaşması 15-16 Mayıs 1916 Geniş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesinde İlerleme ve Ortak Bir Gelecek için Ortaklık 9 Haziran 2004 Savaşın Yeniden Yapılandırılması Yardımcı Komutan Marcos Sınırlar, Vatandaşlık, Savaş, Sınıf Mezzadra ve Balibar ile Tartışma Kaçış Hakkı S. Mezzadra Junius Broşürü – Yedinci Bölüm R. Luxemburg Programımızda Ulusal Sorun V. I. Lenin

çıkı

yor

!




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.