Postkolik Sayı: 70

Page 1

/postkolik

KA NO SI :7 M 0 20 18 ÜCRETSİZDİR

www.postkolik.com

BİR

ROCK’N’ROLL

MASALI

QUEEN DESTANI BEYAZPERDEDE DİZİ

Netflix’in sevilen dizisi Narcos, yeni sezonunda pusulasını uyuşturucu kartellerinin cirit attığı Meksika’ya doğrultuyor. Dizinin en sert sezonu geliyor, bizden uyarması!

SİNEMA

Harry Potter film serisinin öncesinde yaşananları konu edinen Fantastic Beasts’in yeni filmi Fantastic Beasts: The Crimes of Grindelwald, 16 Kasım’da vizyonda.

TARİH

Son iki yıldır Türkiye İş Bankası’nın desteğiyle Patara Antik Kenti’nde yürütülen kazı çalımalarında Likya tarihi yeniden yazılıyor! Detaylar sayfalarımızda.

TEKNOLOJİ

Video oyunları ve oyun konsolları piyasası, son dönemde 80’lerin ve 90’ların popüler konsollarının mini retro versiyonlarının dönüşüyle daha da güzelleşti.

SPOR

Snowboard, birçoğumuzun yakından tanıdığı ve bazılarımızın da severek yaptığı bir kış sporu. Peki kum üzerinde yapılan Sandboarding’i duymuş muydunuz?

OYUN

Tüm zamanların en beğenilen RPG serilerinden birinde yeni dönem başlıyor. 14 Kasım’da piyasaya çıkacak olan Fallout 76’yı tüm yenilikleriyle masaya yatırdık.


issanat_ILAN_18_GABRIELA.ai

4

23/10/2018

11:20


İÇİNDEKİLER 08

24

18

Gondor Medya İletişim Danışmanlık Tic. Ltd. Şti adına sahibi Emrah Gürkan Yayın Yönetmeni Emrah Gürkan emrah@postkolik.com Görsel Yönetmen Emre Öztınaz Yayın Danışmanı Fırat Akyıldız Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Fatma Gürkan Katkıda Bulunanlar Erdem Tatar, Enis Hazan, Orhan Meriç, Gizem Ertürk, Besray Köker Fotoğraf Sinan Bayar Reklam Yetkin Nural 0537 371 90 50 reklam@postkolik.com Digital Reklam Digital Drop 0212 272 04 08 emreturegun@digitaldrop.co Yönetim Yeri Nisbetiye Mah. Gazi Güçnar Sok. Uygur İş Merkezi No: 4A, D:1 Beşiktaş/İstanbul 0212 337 27 91 info@postkolik.com Baskı Altın Kitaplar Yayınevi Tic. A.Ş. Göztepe Mah. Kazım Karabekir Cad. No:32 Bağcılar/İstanbul 0212 446 38 88 Sertifika no: 10766 Yayın türü: Aylık, süreli, yerel Postkolik’te kullanılan tüm yazılar kaynak gösterilerek yayınlanır. Postkolik 10 bin adet basılıyor. Postkolik’in dağıtıldığı yerleri görmek için www.postkolik.com/neredeyiz adresini ziyaret edebilirsiniz. Postkolik’i e-dergi olarak www.postkolik.com adresinden okuyabilirsiniz.

22

08/ KAPAK

26/ TARİH

18/ DİZİ

30/ TEKNOLOJİ

20/ANALİZ

42/ OYUN

Freddie Mercury'nin Queen grubuyla yaşadığı maceralar sonunda beyazperdede. 2 Kasım’da vizyona giren Bohemian Rhapsody’e dair bilmek istediğiniz şey kapak haberimizde.

Netflix’in sevilen dizisi Narcos, yeni sezonunda pusulasını uyuşturucu kartellerinin cirit attığı Meksika'ya doğrultuyor. Dizinin en sert sezonu geliyor, bizden uyarması!

Televizyon dünyası yeniden altın çağını yaşamaya başladı. Bulduğu tüm kaynaklardan beslenen piyasanın yeni gözdesi ise son yılların en verimli sahası olan podcast’ler!

22/SPOR

Snowboard, birçoğumuzun yakından tanıdığı ve bazılarımızın da severek yaptığı bir kış sporu. Peki kum üzerinde yapılan Sandboarding’i duymuş muydunuz?

24/SİNEMA

Harry Potter film serisinin öncesinde yaşananları konu edinen Fantastic Beasts’in yeni filmi Fantastic Beasts: The Crimes of Grindelwald, 16 Kasım’da vizyonda. 3

Son iki yıldır Türkiye İş Bankası’nın desteğiyle Patara Antik Kenti’nde yürütülen kazı çalımalarında Likya tarihi yeniden yazılıyor! Detaylar sayfalarımızda.

Video oyunları ve oyun konsolları piyasası son dönemde 80’lerin ve 90’ların popüler konsollarının mini retro versiyonlarının dönüşüyle sarsılıyor.

Tüm zamanların en beğenilen RPG serilerinden birinde yeni dönem başlıyor. 14 Kasım’da piyasaya çıkacak olan Fallout 76’yı tüm yenilikleriyle masaya yatırdık.


POST OFFICE

DIE HARD TARİHİ TEK BİR KİTAPTA T

üm zamanların en başarılı aksiyon filmlerinden olan Die Hard, sadece vizyona girdiği dönemi değil, Hollywood aksiyonlarının günümüzdeki örneklerini bile etkileyen çok özel bir yapımdır. Die Hard efsanesi bildiğiniz gibi yıllar içerisinde beş filmlik bir seriye dönüştü. Bruce Willis’in seriyi altıncı filmle noktalayacağının haberini aldığımız şu günlerde, tanıttığımız bu kitabın önemi daha da artıyor. Insight Editions adlı yayıncı şirketin hazırlamış olduğu Die Hard: The Ultimate

Visual History, benzersiz bir görsel arşiv eşliğinde okurlarını Die Hard serisinin perde arkasına ve ötesine götürüyor. Bu yıl 30. yıl dönümünü kutlamakta olan ilk Die Hard filminin şerefine piyasaya sürülen bu kitabın içeriğinde Die Hard markasının filmlerde, çizgi romanlarda, lisanslı oyuncaklarda ve video oyunlarında devam eden eğlenceli serüvenine dair benzersiz detaylar göreceksiniz. Ayrıca her filmin hafızalara kazınan ikonik sahneleri de bu harika kitapta detaylıca ele alınmış.

EN HAVALI KAHVE MAKİNESİ

HAVALI MÜZİK KEYFİ

B

ir dönemin popüler tartışmasıdır; iyi müzik plaktan mı dinlenir yoksa dijitalden mi? Bu ikilemde kalan müzikseverler için DUO Turntable, iki dünyayı birleştiren müthiş bir ürün geliştirmiş. Bu şahane ürün, hem bluetooth'lu bir hoparlöre hem de şık tasarımlı bir pikaba sahip. DUO Turntable ile hem plak keyfi yapabilecek hem de dijital arşivinizi ya da Spotify listenizi arzu ettiğiniz biçimde yüksek ses kalitesiyle dinleyebileceksiniz. Bu arada bluetooth hoparlörün de portatif olduğunu söyleyelim. Yani plağınızı pikaba yerleştirdikten sonra, hoparlörü istediğiniz yere taşıyabilirsiniz ve müzik keyfinize kesintisiz devam edebilirsiniz. DUO Turntable’ın pil ömrü yaklaşık 10 saat; yani harika bir ev partisini sabaha eriştirecek kapasiteye sahip. Alexa ile direkt bağlantı kurabilen DUO Turntable’a sesli komut da verilebiliyor. Ürünün 75 desibellik ses basınç derecesiyse oldukça verimli bir sound elde etmenize neden olacak. Başarılı bir Kickstarter projesi olarak doğan DUO Turntable, siyah, mercan rengi ve limon yeşili renklerde satışa sunuyor.

İ

talyan tasarımcı Paolo Mastrogiuseppe, artistik yeteneklerini ve vizyonunu, mekanik mühendisliği bilgisi ile harmanlayarak bizlere inanılmaz derecede şık ve aynı zamanda fonksiyonel sanat eserleri sunmaya devam ediyor. Bu olağanüstü yetenekli adamın son projesi ise, Espresso Veloce Royale 01 adını taşıyan bu müthiş kahve makinesi. Bir espresso makinesinden ziyade adeta bir sanat eseri gibi görünen bu güzellik, ilhamını V12 motorlardan alıyor. Yarış takımlarına, otomobil tasarımı dünyasına ve motor teknisyenlerine muhteşem bir saygı duruşu olan Espresso Veloce Royale 01, kahve tutkunlarına muhtemelen gelmiş geçmiş en havalı kahve makinesini sunuyor. Bu muazzam makine, alüminyum, paslanmaz çelik ve titanyuma ek olarak 18 karat altın, pırlanta, karbon fiber ve Royal Purple sertifikalı ametist taşı gibi malzemeler kullanılarak üretilmiş. Makineyle uyumlu tasarıma sahip espresso fincanları da bizce son derece şık olmuş. Fiyatını sormaya korktuğumuz Espresso Veloce Royale 01, kesinlikle bugüne kadar gördüğümüz en havalı kahve makinesi. 4


ELEKTRİKLİ VESPA 2019’DA TÜRKİYE’DE İ talyan güzelliği Vespa, Elettrica modeliyle motosiklet dünyasına yepyeni bir soluk getirmeye hazırlanıyor. Yıllardan beri süregelen ikonik Vespa tasarımını, yenilikçi detaylarla harmanlayan Vespa Elettrica, modele özgü gövde rengi ve mavi renk detaylarıyla ön plana çıkıyor. 11 cm boyutundaki TFT gösterge tablosuyla dikkat çeken Vespa Elettrica, tamamen elektrikli olan motoruyla çevreci olduğu kadar, sürücülerine sessiz ve ekonomik bir ulaşım deneyimi sunuyor. Ayrıca yenilikçi Vespa Multimedya Platformu sayesinde motosikletle ilgili birçok veriye akıllı telefonlar üzerinden de erişim imkânı tanınıyor. Anlık 4 kWs, sürekli olarak 2 kWs güç ve 200 Nm tork üreten Vespa Elettrica, performans anlamında geleneksel içten yanmalı motora sahip motosikletleri de aratmıyor. Sadece 4 saatte tamamen şarj olabilen Elettrica, tek şarjda 100 km yol kat edebiliyor. Önümüzdeki yıl Türkiye yollarıyla buluşacak olan elektrikli Vespa’nın hibrit kardeşi Elettrica X ise 200 km menzil vaat ediyor. Bakalım, umarız bu güzelliğin fiyatı da uygun olur.

BU FİGÜR THOR KADAR GÜÇLÜ!

A

sgard’ın en güçlü kahramanına evinizin baş köşesinde yer açın! 65 santimetre boyundaki bu muazzam figür, Sideshow Collectibles’ın ürettiği özel serilerden biri. Bu heybetli figür, Thor: Breaker of Brimstone Premium Format Figure adıyla satışa sunulacak. Marvel Studios’un yapımcılığını üstlendiği Thor Ragnarok filmini izlemiş olanlarınız, Muspelheim adlı ateş diyarını yöneten Surtur’un kafasını, figürün kaidesinde zaten hemen fark etmiştir. Kusursuz detaylara sahip olan Thor’un Asgard işi zırhını hiç bu kadar başarılı yorumlanmış ve büyük ölçekte görmediğinize de bahse varız. Üstelik Thor’un çizgi romanlardaki haline bire bir uygun olan kanatlı kaskı ve birbirinden farklı pozlar verdirebildiğiniz metal eklemlerle direnci artırılmış pelerini sayesinde, bu figürün heybeti daha da artmış durumda. Thor’un bu benzersiz figüründe, ünlü kahramanın hem filmlerde hem çizgi romanlarda gördüğümüz iki epik silahı da bulunuyor. Bir elinde Mjolnir diğer elinde Stormbreaker olan Thor, eminiz figür koleksiyoncularının en değerli parçalarından biri olacak. Sadece 1500 adet üretilecek ve 685 dolar etiket fiyatıyla satışa sunulacak bu muazzam figür, önümüzdeki yaz raflarda olacak.

110 YILLIK EFSANE

D

ünyanın en önemli vintage otomobil üreticisi olarak kabul edilen Morgan Motor Company, önümüzdeki yıl 110. yılını kutlayacak ve bu kutlamalar şerefine piyasaya benzersiz araçlar sürecek. Şirketin 110. yıl serisi olarak adlandırdığı bu araçların her biri, Morgan Motor Company’e ait imza haline gelmiş tasarımları barındırırken; bir yandan da bu tasarımlara yeni seriye özel prestijli eklemeler yapılacak. Şirket, üç farklı segmette üretilecek olan özel modelleri Sport Range, Classic Range ve Metallic Range olarak isimlendirmiş. Ahşap ve deri kaplı, Moto-Lita adı verilen direksiyonların her birine ise serinin imzası olan “110 Anniversary” logosu işlenmiş. Bu logo aynı zamanda aracın çamurluk ve kaput detaylarında da kendisine yer bulmuş. Bu arada Morgan tutkunlarının hayranlık beslediği 3 Wheeler adı verilen, üç tekerlekli MMC modeli de uzun yıllar sonra bu seriye özel olarak yeniden üretilecek. Bu bebeklerden birine sahip olmak kesinlikle harika hissettirirdi!

SYNTH’LERİN ATASI GERİ DÖNDÜ

E

lektronik müziğin kulüplerde “kopma” şarkılarına dönüşmediği yıllarda bu müzik türü için en önemli ens-

trümanları üretmiş olan Moog firması, yaklaşık 30 senelik bir aranın ardından ilk kez polifonik analog bir synthesizer üretti! Klasik model Moog One’ın adeta sıfırdan yaratılmış versiyonu olan bu bebek, 6000 dolarlık fiyatıyla dudak uçuklatırken, gösterdiği performansla kulaklara adeta cenneti vadediyor. İçinde bulunan ses motorunun Moog’un bugüne dek ürettiği en kapsamlı model olduğunun özellikle altını çizelim. Şu ana kadar üretilmiş 5

synthesizer modelleri arasında bu kadar geniş spektrumlu oktav aralıklarına ve böylesi çeşitli analog filtrelere sahip bir model yok. Zamanında Jean Michelle Jarre’ın bir oda dolusu synth modeliyle yaptığı her şeyi tek başına yapabilen ve programlaması müthiş pratik olan Moog One, enstrüman fetişlerinin gözbebeği olacağa benziyor. Alan Parson’tan Chemichal Brothers’a kadar pek çok efsanenin şimdiden kullanmaya başladığı bu çılgın synth, her müzisyenin hayallerini süsleyecektir diye düşünüyoruz.


POST OFFICE

DARTH VADER’IN KALESİ EVİNİZE GELİYOR

L

EGO, bugüne dek Star Wars evreninden sayısız karakter, mekan ve uzay gemisi modeli üretti; hem de sayısız farklı ölçekte! LEGO tasarımcıları bu defa kendileri için bile bir ilk sayılacak, karanlık bir modele imza atmış. Oyuncak devi, Darth Vader’ın siyah bir piramit görünümünde olan kalesini ilk kez LEGO ve Star Wars hayranlarıyla buluşturdu. Şirket, bu modeli Star Wars hayranlarının yoğun isteği üzerine ürettiğini gizlemiyor. Star Wars fanatikleri, 2016 yılında vizyona giren Rogue One: A Star Wars Story filminde önemli bir yeri olan bu kaleyi artık LEGO koleksiyonlarına ekleyebilecekler. Yüzeyi aktif volkanlarla kaplı olan Mustafar gezegeninde bulunan eski Sith tapınağını kendisine konut olarak seçen Darth Vader’ın “emlak zevki”, bu şahane LEGO modelinin adeta her yanından fışkırıyor. 1060 parçadan oluşan bu setin içerisinde beş adet de mini figür bulunuyor. İki farklı Darth Vader, iki Royal Guard ve bir adet de Transport Pilot barındıran bu kaleyi kesinlikle istiyoruz!

PORSCHE 911'İN ÜZERİNDE ÇALIŞMAK İSTEYEN?

3

GJB17 adlı tasarım stüdyosu tarafından sınırlı sayıda üretilen Porsche 911 masalar, eminiz çalışma ortamlarının havasını kökten değiştirecek ve çalışma azmine sınıf atlatacak. Amerikan fındık ağacından üretilen ve kaput bölümü orijinal Porsche renklerinden “kutup gümüşü” tonunda boyanan bu olağanüstü masa, görenleri kıskançlıktan çatlatacak kadar güzel. Farklı otomotiv parçaları kullanarak mobilya tasarlama konusunda çığır açan 3GJB17 tasarım stüdyosunun bu en yeni modeli, Porsche tutkunlarının rüyalarını süsleyecek nitelikte. İki çekmecesi ve kaput bölümünde yer alan bir gizli göz sayesinde kullanıcısının işini kolaylaştıran pratik çözümler de sunan bu masalar, Sotheby’s üzerinden 20 bin dolardan başlayan bir fiyatla sahiplerine gidecek.

SMEG’E DISNEY DOKUNUŞU

SAATLER NASA’YA AYARLI

İ

A

talya’nın tanınmış beyaz eşya üreticisi Smeg, 70. yaşını Disney kahramanıyla süslenen bu güzellikle kutluyor. Bugüne dek Dolce & Gabbana, Mini ve Veuve Cliquot gibi markalarla işbirliğine giden Smeg, yine bu yıl 90. yaş gününü kutlayan Disney kahramanı Mickey Mouse ile harika bir işbirliğine gitmiş. Bu tesadüfi doğum günü çakışması vesilesiyle Mickey Mouse desenli Smeg buzdolaplarından sadece 90 adet üretilmiş! Smeg, Disney ortaklığında aile temasını merkezine almış. Mickey Mouse, bu tematik buzdolabında yıllardır ailece yaşanan eğlenceli anlara ve Disney markasının toplumdaki neşeli karşılığına atıfta bulunurken, Smeg de bir aileyi bir arada tutan ve birlikte paylaşılan öğünleri ve beslenmeyi temsil ediyormuş. Smeg’in en çok satılan FAB28 model buzdolabının bir benzeri olan Mickey Mouse desenli buzdolapların her biri özel olarak numaralandırılmış ve sertifikaları da buzdolabının üzerinde bulunuyor.

BD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi NASA, 29 Temmuz 1958’de dönemin ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower’ın girişimiyle kuruldu. NASA, o günden bu yana insanlığı Dünya’nın ötesine taşımayı görev bellemiş bilim insanlarına ev sahipliği yapıyor. Ünlü saat tasarımcısı Anicorn, NASA’nın 60. yılını ölümsüzleştirmek üzere bu şık saate imza atmış. NASA’yı temsil eden kırmızı, mavi ve beyaz renklerin etrafında şekillenen tasarım, gerçekten de göz kamaştırıyor. Miyota 9015 model iç içe geçen kadran tasarımını, paslanmaz çelik gövde, seramik kaplama ve safir çerçeveyle tamamlayan bu güzelliğin kayışı ise astronot kostümlerini anımsatan beyaz kumaştan yapılmış. 50 metreye kadar su geçirmeyen saatin üzerinde yer alan kodlarsa Kennedy Uzay Üssü’nün dünya haritasındaki yerini işaret ediyor. Metal plaka üzerine işlenmiş garanti belgesi ve resmi NASA armasıyla satılacak bu saatten sadece 60 adet üretilmiş.

6



KAPAK KONUSU

QUEEN DESTANI BEYAZPERDEDE Müzik dünyasının en önemli isimlerinden Freddie Mercury’nin Queen grubuyla yaşadığı maceralar sonunda beyazperdede. 2 Kasım’da vizyona giren Bohemian Rhapsody filmine dair bilmek istediğiniz her şey bu sayfalarda! Erdem Tatar

8


King Ailesi (Soldan sağa): Joe Hill, Tabitha King, Kelly Braffet, Owen King, Stephen King, Naomi King

Ö

yle bir grup düşünün ki dört üyesi de milyonlarca insanı peşinden sürükleyen hit şarkılara imza atmış olsun. Bu grup öyle büyük bir grup olsun ki cinsel yönelim eşitsizliğinin had safhada olduğu popüler müzik dünyasında stadyumları dolduracak kitleler edinsin. Yine öyle bir grup düşünün ki operayı popüler müziğin merkezine ustaca yerleştirsin ve milyonlara bu türü en popüler şarkılarıyla sevdirsin! Daha pek çok emsal olayla Queen’in efsane statüsünün hakkını veren müzik gruplarından olduğunun kanıtını sunabiliriz. Mesela Bohemian Rhapsody’e kadar müzik dünyası için niş bir konsept olan video klipleri, piyasanın normu haline tek başına getirmeyi başaran gruptur Queen. Bugün herhangi bir coğrafyada, herhangi bir şampiyonluk kazanıldığında kutlamalar aynı Queen şarkısıyla yapılır. Ayağınızı iki kez yere vurup bir kez el çırptığınızda tüm zamanların en büyük hit şarkısını tek başınıza icra edebiliyor olmanız da Queen’in dehası sayesindedir! Yaklaşık yarım asır evvel, 1970 yılında, Londra’da kurulan Queen’in başındaki tacı süsleyen dört mücevher; Freddie Mercury, Brian May, Roger Taylor ve John Deacon’un kariyeri çetrefilli bir yolculuk ertesinde nihayet beyazperdede izleyeceğimiz bir rock’n’roll destanına dönüştü. Neredeyse sekiz yıldır yapım aşaması sürmekte olan Bohemian Rhapsody’i bu ay vizyonda göreceğiz. Hikayesi en az Queen’in müzik yolculuğu kadar renkli ve inişli çıkışlı olan bu filmin perde arkasına Postkolik merceğimizi tutuyoruz.

ZORLU KRALİÇE

Bohemian Rhapsody, 2010 yılından beri çekilmeye çalışılan ve Hollywood kulislerinde “asla bitmeyecek projeler” arasında adı geçen filmlerdendi. Filmi ilk kez Queen gitaristi Brian May duyurmuştu. BBC’ye verdiği bir röportajda ünlü

prodüktör Graham King’le bir Queen filmi için çalışmaya başladıklarını söyleyen May, o yıllarda bu sürecin 8 yıllık bir maceraya dönüşeceğini tahmin bile edemiyordu. Graham King’in kariyerinde pek çok önemli film vardı ancak Brian May’i kendisiyle çalışmaya ikna eden proje Will Smith’in başrolünde kamera karşısına geçtiği Ali filmi olmuştu. O dönemde filmin senaryosunun Peter Morgan (Frost/Nixon) tarafından yazılacağı konuşulmaktaydı. Queen filminde grubun efsanevi solisti Freddie Mercury’i canlandırması için seçilen isim Sacha Baron Cohen olmuştu. Cohen’in Mercury’e olan müthiş benzerliği Queen hayranlarını heyecanlandırmıştı. Bu seçime muhalif olan isim ise, Brian May’den başkası değildi. May, öncelikle Cohen’in hiç “ciddi” bir filmde rol almamış olmasını kafaya takmıştı. May, Borat rolüyle ünlenmiş olan komedyen Cohen’in Freddie Mercury’i canlandırmasının, filme karşı önyargı oluşturacağını 9

düşünmekteydi. Üstelik Peter Morgan’ın yazmış olduğu senaryonun bir Queen filminden çok Mercury’e ağırlık veren bir yapım olması May’in projeyi sahiplenmesine olanak vermiyordu. Bunun bir ego savaşına dönüşmesi sonucunda film için tehlike çanları çalmaya başlamıştı. 2013 yılının Temmuz ayında, çekimlerin başlamasına sadece bir hafta kalmışken, Sacha Baron Cohen projeden ayrıldığını açıkladı. Cohen’in filmle alakalı iki temel sorunu vardı. Bunlardan ilki, filmin 18 yaş altı izleyiciler tarafından izlenebilmesi adına sansür yememek amacıyla, Freddie’nin hayatını tüm gerçekleriyle yansıtma imkanı bulamayacağıydı. Freddie Mercury’nin flamboyan yaşam tarzının tam merkezinde bulunan seks ve uyuşturucunun bu filmde “ima edilerek” geçiştirilmesi Cohen’i çileden çıkarmıştı. Sacha ile Bohemian Rhapsody’nin yollarını ayıran ikinci problemse, o dönemde çekilmesi planlanan senaryonun Freddie Mercury’den


KAPAK KONUSU

sonra Queen’in kariyerine de genişçe yer verecek olmasıydı. Sacha bu durumu şöyle özetliyordu: “Bohemian Rhapsody için benimle anlaştıklarında ortada henüz bitmiş bir senaryo yoktu ancak yapımcılar çok önemli bir yönetmenle anlaşıp, Freddie’nin yaşamını, ona yakışır şekilde izleyiciye yansıtacak bir film yapacaklarının sözünü vererek benden onay aldılar. Birlikte çalıştığımız iki senenin sonunda Brian May ve ekibi filmi bambaşka bir noktaya taşımıştı. Rol almak için heveslendiğim o harika rock’n’roll öyküsünden geriye sadece Queen promosyonu gibi gözüken bir film kalmıştı ve ben de bu şartlar altında bu filmde rol almak istemedim.”

DERTLER BİTMEDİ

Sacha Baron Cohen şokunu atlatan yapımcı ekip, bu defa Freddie Mercury için İngiliz tiyatro ve sinema sanatçısı Ben Whisaw’la (Cloud Atlas) anlaştı. Aynı dönemde yönetmen Dexter Fletcher (Eddie the Eagle) da projeye dahil edildi. Yaklaşık bir yıl süresince elden geçirilen senaryo bir türlü hayata geçirilemeyince önce Whishaw ardından da yönetmen Fletcher projeden ayrıldılar. Takvimler 2016 yılını gösterene kadar Bohemian Rhapsody’nin beli bir türlü doğrulamadı desek yeridir. Yapımcılar, 2016 yılında son bir kez daha “ya tamam ya devam” diyerek ellerini taşın altına soktular ve son yıllarda İngiltere sinemasının şahlanmasında payı bulunan ünlü romancı ve senarist Anthony McCarten’la anlaşabilmek için kesenin ağzını iyice açtılar. McCarten, The Theory of Everything ve Darkest Hour gibi filmlere yazdığı iddialı senaryolarla Oscar adayı olmayı başarmış önemli bir isimdi. İngiltere’nin iki ulusal kahramanı olan bilim adamı Stephen Hawking ve siyasetçi Winston Churchill’in hayatını sinemaya uyarlayan usta kalem, İngiltere’nin kalbinden çıkan en önemli rock yıldızlarından birinin hayatını sinemaya aktarmak için de en doğru isimlerden biri olarak görülüyordu. McCarten, kendisinden önce yazılan

tüm senaryoları çöpe atarak altı aylık yoğun bir çalışma ertesinde Bohemian Rhapsody’nin senaryosunu sıfırdan kaleme aldı. Senaryo o kadar beğenildi ki bir ay içerisinde X-Men film serisinde yönettiği filmlerle ünlenen Bryan Singer, Bohemian Rhapsody’nin başına geçti. Hayali kahramanları sinemaya yansıtan Singer için ilk kez gerçek bir kahramanın biyografik öyküsünü sinemaya uyarlama fırsatı doğmuştu. Doğru senaryo ve doğru yönetmen birleşince nihayet kamera önüne odaklanmanın zamanı gelmişti ancak Freddie Mercury gibi muazzam bir karakteri kamera önünde taşıyacak yetenekte ve fiziki yeterlilikte bir isim bulmak kolay olmayacaktı. Bu ağır görevi yüklenecek isim açıklandığında ise herkes çok ama çok şaşıracaktı.

FREDDIE OLMAK

Bohemian Rhapsody’nin ve Queen’in kalbindeki isim, tahmin edebileceğiniz gibi Freddie Mercury olacak. Tüm zamanların

10

en önemli seslerinden ve rock yıldızlarından biri olan Mercury’nin nevi şahsına münhasır fiziğini ve flamboyan tavırlarını hakkıyla taşıyabilecek oyuncu sayısı pek az. Bohemian Rhapsody yapımcıları bu az sayıdaki isim arasından favorilerini seçmek için yaklaşık iki sene uğraş verdikten sonra Rami Malek isminde karar kıldılar. Son yıllarda televizyon camiasına Mr. Robot dizisindeki başrol performansıyla damga vuran Malek, Emmy ödüllü bir aktör. Freddie’nin kariyerinin farklı dönemlerinde giydiği kostümleri ve saç kesimlerini bire bir kullanacak olan filmin fragmanlarına bakınca bile Malek’in bu yükün altından kalkabildiğini görmek güzel. Malek, filmde Freddie’yi sadece görsel olarak canlandırmıyor; onun sesinden duymaya alışkın olduğumuz şarkılardan bazılarına da bizzat sesiyle hayat veriyor. Bohemian Rhapsody’nin stüdyo performansı bölümlerinde ve özellikle de şarkıların beste provalarında bol bol Rami Malek dinleyeceğiz. Malek, bu perfor-


manslar için Queen gitaristi Brian May’le bizzat çalıştı. Malek’in vokal kayıtları da Londra’da bulunan ve The Beatles ve Queen’le özdeşleşmiş olan efsanevi Abbey Road stüdyolarında gerçekleştirildi. Malek’e ek olarak -özellikle de filmde bol bol göreceğimiz Queen’in canlı performanslarında- Freddie’nin orijinal vokal kayıtları ve bir ses dublörünün seslendirdiği ekstra vokal miksleri kullanıldı. Sadece filmi izlemek için değil, bu performansları dinleyerek kulaklarımızın pasını silmek için de bu filmi merakla bekliyoruz.

TANIDIK SİMALAR

Bohemian Rhapsody’nin kadrosunda pek çok önemli oyuncu rol alıyor. Freddie Mercury’nin can dostu olarak tanınan ve bir dönem sevgili olduğu dedikoduları da çıkan Mary Austin’i geçtiğimiz yıl çok ses getiren Murder on the Orient Express’te de rol almış olan Lucy Boynton canlandırıyor. Queen grubunun efsanevi gitaristi Brian May’in gençliğine adeta ikizi gibi benzeyen Gwilym Lee’yi Jamestown dizisinden hatırlayanlarınız olacaktır. X-Men: Apocalypse filminde yakışıklılığıyla göz dolduran genç oyuncu Ben Hardy ise Queen davulcusu Roger Taylor’ı canlandıracak. Queen’in bas gitaristi John Deacon rolünde, ilk Jurassic Park filmindeki sevimli çocuk karakterlerden birini canlandıran Joseph Mazzello’yu uzun yıllar sonra yeniden beyazperdede göreceğiz. Queen’in kariyerinin zirve noktasını temsil eden Live Aid konserini organize eden ünlü İngiliz müzisyen Bob Geldof’u ise Dermot Murphy canlandırıyor. Filmde irili ufaklı önemli rollerde daha pek çok tanıdık simayla karşılaşacağız. Queen grubunun menajeri rolünde Aiden Gillen (Game of Thrones), Freedie Mercury’nin menajeri rolünde Allen Leech (Downton Abbey), Queen’in plak firmasının sahibi rolünde Mike Myers (Austin Powers) ve Freddie Mercury’nin erkek arkadaşı Jim Hutton rolünde Aaron McCusker (Shameless) kamera karşısına geçerek hünerlerini sergileyen diğer önemli isimler.

TIPA TIP AYNISI!

Yapımı yılan hikayesine dönen Bohemian Rhapsody’nin çekimleri 2017 yılının Eylül

ayında, Londra’da, oldukça sakin başlamıştı. Tabii kimse o sıralar bu durumun fırtınadan önceki sessizlik olduğunun farkında değildi. Filmin ilk çekilen sahnesi, oldukça zahmetli bir hazırlık sürecinin ardından hazır hale gelen ve Queen’in 1985 yılında sahne aldığı Wembley Stadyumu’nda düzenlenen Live Aid konseriydi. Queen’in kariyerinin zirve noktalarından biri olarak kabul edilen bu konserin aslına uygun gözükebilmesi için 1985 yılında Wembley’e kurulmuş olan sahnenin bire bir ölçeklerde aynısı, Hempstead kentinin yakınında bulunan Bovingdon Airfield adlı havaalanına kurulmuştu. 1985’te Live Aid konseri sırasında Wembley’de 72 bin biletli seyirci vardı. Elbette o kadar insanı bir araya toplayıp film çekmek olanaksız olduğu için yapımcılar stadyumu tamamen bilgisayar efektleriyle oluşturmak zorunda kaldılar ancak filmi Venedik Film Festivali’nde izleyenlere göre bu sahnede kendimizi kesinlikle o stadyumun içinde hissedecekmişiz! Queen’in en önemli anına tanıklık edecek olmak bile Bohemian Rhapsody’e bilet almamızı garantilemeye yetiyor. Yapımcılar, dünyanın en büyük Queen hayranlarından olan ve arşivinde Queen’e ait 30 bin parça koleksiyon ürünü bulunan efsane arşivci Greg Brooks’u da filmin prodüksiyonuna dahil etmişler. Filmde gördüğümüz kostümlerden tutun da plaklara ve hatta konser afişlerine kadar pek çok detay, Brooks’un arşivinden yararlanılarak orijinaline bire bir sadık kalınarak üretilmiş. Malek, çekimler başlamadan aylar öncesinde bir beden dili ve bir konuşma koçuyla çalışmaya başlamış. Yaklaşık 180 saatlik arşiv görüntüleri izleyen beden dili koçu, Malek’i adeta Freddie’ye dönüştürmüş. Freddie Mercury’nin özellikle de sahnedeyken yaptığı pek çok refleksif hareketi günler süren çalışmalar ertesinde ezberleyen Malek, ardından konuşma koçuyla çalışmalara başlamış. Freddie Mercury’nin meşhur tavşan dişlerini, takma diş takarak canlandıran Malek, yine günler süren çalışmalarla Freddie gibi hızlı, kesintisiz ve sevimli bir aksanla konuşmayı çözmüş. Malek, oyunculuk kariyerinde ilk kez bu filmde takma dişlerle oyunculuk yapmış. 11

O SES KİM?

Önceki bölümlerde belirttiğimiz gibi Rami Malek, Bohemian Rhapsody filminde kendi sesiyle şarkı söylüyor. Yine de Malek gerçek bir müzisyen değil; o yüzden Malek’in vokal performanslarını filmde Queen’in stüdyosunda geçen prova sahnelerinde duyacağız. Malek’in özellikle de konser sahnelerinde zorlanmaması ve oyunculuğundan feragat edilmemesi için yapımcılar konser kayıtlarında Freddie Mercury’nin kendi sesinin yanı sıra, sesi Mercury’e tıpa tıp benzeyen bir vokal dublöründen yardım almışlar. Her yıl dünyayı turlayan ve Queen şarkılarından oluşan müzikal bir gösteri sunan Queen Extravaganza Tour’un solistlerinden olan Marc Martel, Bohemian Rhapsody’deki konser sahnelerinde söylenen şarkıların vokal kayıtlarını aslına kusursuz benzerlikte bir başarıyla kaydetmiş. Kanadalı müzisyeni YouTube’da arattığınızda kulaklarınıza inanamayacaksınız. Gözlerinizi kapattığınızda Freddie’nin adeta cennetten inip mikrofonun başına geçtiğini zannedeceksiniz. Bu olağanüstü yeteneğin Bohemian Rhapsody’de sesiyle de olsa yer almış olması hem çok özel hem de filmden alacağımız müzikal zevke fazlasıyla pozitif katkıda bulunacağı aşikâr.

YÖNETMEN KRİZİ

Filmin çekimleri sürerken -özellikle de İngiliz tabloit basınından- çok sayıda set dedikodusu manşetlere sızmıştı. Dedikodular genel olarak sette yaşanan disiplinsizlikleri, Rami Malek’in bu durumdan duyduğu endişeyi ve Bryan Singer’ın sette çıkardığı kavgalarla alakalıydı. Özellikle de Singer’ın set saatlerine uymadığı ve Malek’le yaşadığı didişmelerin bardağı taşırdığı konuşuluyordu. Çekimlere verilen Şükran Günü tatili ise büyük bir skandalla sonuçlanacaktı. Bryan Singer, Londra’ya dönmemişti. Tüm ekip işin başında hazır beklerken Singer kendisine açılan telefonlara bile cevap vermiyordu! Çekimlerin bitmesine iki hafta kala sırra kadem basan Singer, herkesi adeta ters köşeye yatırarak afallatmıştı.


KAPAK KONUSU

Bu süreçte filmin görüntü yönetmeni olan Newton Thomas Sigel’ın yönetmen koltuğuna oturacağı dedikoduları da ayyuka çıkmıştı. Singer’ın bir hafta süren sessizliğinin ertesinde, yönetmenin basın danışmanları, Singer’ın hasta annesini ziyaret etmekte olduğuna dair bir basın açıklaması yayınladılar. Bu açıklama kimseye inandırıcı gelmedi ve 4 Aralık 2017’de Bryan Singer, Bohemian Rhapsody’den kovuldu. Yapım ekibi yaklaşan Noel tatilinden önce çekimleri tamamlama niyetindeydi ve İngiliz yönetmen Dexter Fletcher’a yönetmen koltuğunu devrettiler. Fletcher, Bohemian Rhapsody filmi için adı geçen ilk yönetmenlerdendi, filmin sonuna

yetişmiş de olsa bu yapımda yer almayı başarmıştı. Yaklaşık üç haftalık sürede Fletcher ve ekibin geri kalanı Bohemian Rhapsody’nin tüm eksik bölümlerinin çekimleri tamamlandı. Brian May, bu süreci şu sözlerle anlatıyor: “Bohemian Rhapsody filminin setine gittiğimde herkes şaşkın ve sinirliydi. Kimse Bryan’ın yaptığına bir anlam veremiyordu ancak bu tuhaf olay adeta herkesi daha disiplinli çalışmak için kamçılamıştı. Ne derler bilirsiniz: Her şerde bir hayır vardır! Kadim dostum Dexter Fletcher kibarlık edip teklifimizi kabul etti ve gemiyi karaya oturmaktan kurtardı!” Bohemian Rhapsody’nin yürekleri ağızlara getiren yolculuğu nihayet büyük bir felakete dönüşmeden sona erdi. Bu arada filmin künyesine bakacak olursanız Bryan Singer’ın halen yönetmen olarak orada durduğunu göreceksiniz. Bunun yegane sebebi, Directors Guild of America sendikasının yapımcı firmalara dayattığı kurallardır. Singer filmden kovulmuş olsa da Bohemian Rhapsody’nin çekimlerinin yüzde 70’ini gerçekleştirdiği için bu filmin yönetmeni resmi olarak kendisi sayılacak. Singer’ın hem işleri yüzüne gözüne bulaştırıp hem de yoğurdun kaymağını yemesi adaletsiz gibi görünse de bu olay medeni ülkelerde sendikacılığın gelişmişliğine dair önemli bir açılım yapmış oldu.

ROCK ÖLÜMSÜZDÜR

Aslına bakarsanız Bohemian Rhapsody’nin perde arkasında yaşanan olaylar, bir rock grubunun stadyum konserinin kulisinde yaşanan çılgınlıkları aratmıyor. Kaos, kavgalar, ayrılıklar, son anda verilen kararlar, kadroya katılan yeni 12

yüzler ve daha nice dramatik olay... Bunlar rock’n’roll ruhunun hammadesidir ve böyle bir filme de zaten böyle kamera arkası mevzuları yaşamak yakışır! Eminiz Freddie Mercury’nin ruhu, Bohemian Rhapsody filminin kamera arkası kaosunda yaşananlara kahkahalarla gülmüştür, hatta cennette bir piyano falan bulabildiyse bu filme dair bir iki şarkı bile bestelemiş olabilir. Tabii son olarak Bohemian Rhapsody’nin soundtrack albümünden de bahsetmemiz lazım. Queen’in tarihinde ilk kez, 1985 Live Aid konserinin tamamı bu muhteşem derleme albümde yer alacak ve grubun fanatik hayranlarının 33 yıldır arşivine katmak istediği bu kayıtlar nihayet resmi olarak grubun külliyatına eklenecek. Albümde daha önce hiçbir yerde yayımlanmamış farklı Queen klasiklerinin de canlı kayıtları bulunuyor. Keep Yourself Alive, Fat Bottomed Girls, Now I’m Here ve Love of My Life şarkılarının Londra, Paris, Rio ve New York gibi önemli şehirlerde yapılmış canlı konser kayıtları da bu albümde yer alacak. Toplam 22 şarkıdan oluşan Bohemian Rhapsody Motion Picture Soundtrack albümü her Queen hayranının arşivine lazım. Bu arada albümün sınırlı sayıda Mor ve sarı plaklara basılı versiyonları da piyasaya sürülecek. Bugüne dek ünlü bir müzisyenin hayatını konu edinen filmler arasında Eminem’in kariyer başlangıcını anlatan 8 Mile filmi en yüksek gişe hasılatına ulaşmış olan yapım olarak dikkat çekiyor. Gişede 243 milyon dolar hasılat elde eden 8 Mile’ın bu unvanı Bohemian Rhapsody’e devretmesi kuvvetle muhtemel. Queen’in ve Freddie Mercury’nin macerasını izlemeye hazırsanız Bohemian Rhapsody tüm dünyayla aynı anda 2 Kasım’da ülkemizde vizyonda!



ÖĞRETMENLER GÜNÜ

POPÜLER KÜLTÜRÜN FENOMEN ÖĞRETMENLERİ 24 Kasım Öğretmenler Günü yaklaşırken Postkolik ekibi olarak popüler kültür dünyasından favori öğretmenlerimizi seçtik. Bu vesileyle tüm öğretmenlerimizin bu özel gününü kutlarız. MAHMUT HOCA (HABABAM SINIFI)

“Okuldan kaçıyormuşsunuz, kaçırtmam. Ön bahçede top oynuyormuşsunuz, oynatmam. Sigara içerken görmeyeyim, canınızı yakarım. Kopyaya gelince, ne kendi dersimde çektiririm ne de bir başka öğretmenin dersinde!” İşte bu kurallarla girmişti Mahmut Hoca hayatımıza. Kültür hafızamızın en berrak anılarından olan Hababam Sınıfı’nın müdür yardımcısı, nam-ı diğer Kel Mahmut, eğitimin ve eğitimcinin ne olduğunu bize belki de en iyi öğreten öğretmenimizdi. Yeri geldiğinde haylaz öğrencilerini tüm okulun önünde tek ayak üstünde cezaya çeker, yeri geldiğinde “Tembel çocuk, hatalı çocuk, suçlu çocuk yoktur. Hatalı ve suçlu ana baba vardır! O yüzden de bu karneleri çocuklarınıza değil, gerçek sahibi olan sizlere vermeyi uygun buldum.” diyerek sorumsuz velilere haddini bildirirdi. Gerçek bir eğitimcinin asla şaşmaması gereken adalet terazisinin nasıl dengede durması gerektiğini hepimize Mahmut Hoca öğretmişti. Mahmut Hoca’ya hayat veren efsane oyuncu Münir Özkul’u saygı ve rahmetle anarken, Mahmut Hoca’nın benzersiz vecizesiyle kendisine selam duralım: “Okul sadece dört yanı duvarla çevrili, tepesinde dam olan yer değildir. Okul, her yerdir!”

LOUANNE JOHNSON (DANGEROUS MINDS)

LouAnne Johnson

Dangerous Minds filmi belki ilk anda tanıdık gelmeyebilir; ancak size Coolio’nun efsane şarkısı Gangsta’s Paradise desek eminiz hangi filmden bahsettiğimizi bazılarınız hemen anlayacaktır. Michelle Pfeiffer, bu filmde karşımıza eski ordu mensubu ve idealist öğretmen LouAnne Johnson rolüyle çıkmıştı. Yaşadığı şehrin en belalı lisesine atanan ve öğrencilerinin büyük bölümü çete mensubu olan bu idealist öğretmen, kısa sürede gençlere kendisinin ne kadar çetin ceviz olduğunu ispatlamış ve saygılarını kazanmıştı. Zaten bir deri ceket ve birkaç karate numarasının dize getiremeyeceği çocuk yoktur, sizce de öyle değil mi? Sinema tarihinin en havalı öğretmenlerinden biri olan LouAnne Johnson’un hikayesine dair en ilgi çekici noktaysa, filmde izlediğimiz hemen hemen her olayın gerçekten yaşanmış olması. Film, LouAnne Johnson’un My Posse Don’t Do My Homework adlı hatıratından uyarlanmış. Zaten Dangerous Minds’ı bu gözle seyredince filmin puanı direkt olarak artıyor. Eğer bu 90’lar klasiğini daha önce izlemediyseniz bu vesileyle size önermiş olalım. Mahmut Hoca

MR. KEATING (DEAD POETS SOCIETY)

Ülkemizde Ölü Ozanlar Derneği olarak bilinen bu muhteşem filmde Robin Williams’ın kariyerinin en önemli performanslarından birini seyretmek, gerçek anlamda paha biçilmez bir deneyimdi. John Keating, tüm öğrenciler için ideal bir öğretmen portresi çiziyor ve kendisiyle karşılaştırdığımız hemen hemen tüm öğretmenleri birer ezber makinesi olarak görmemizi sağlıyordu. Elbette hepimizin Mr. Keating gibi idealist öğretmenleri olmuştur ancak keşke en kutsal mesleklerden biri olarak kabul edilen bu şahane mesleği icra eden tüm öğretmenler, müfredat zorunluluklarıyla ellerini kollarını bağlanmaktansa, Mr. Keating gibi öğrencilerin ufkunu açabilen yöntemler geliştirebilseler. İdeal bir öğretmenin, sınıfındaki öğrencilere not dikte ettirip, sınav yapıp sonra da maaşını alıp hayatına devam etmekten fazlasını yapabileceğine bizi Mr. Keating inandırmıştı. Yıllar sonra bile, Dead Poets Society’i her izlediğimizde içimiz belki de bu yüzden burkulur. Zamansızca hayata veda eden efsane aktör Robin Williams’ın bir komedyenden çok daha fazlası olduğuna şahit olmak isteyenler, bu 1989 yapımı müthiş filmi sakın kaçırmasın!

Mr. Keating 14


Mr. Miyagi

MR. MIYAGI (KARATE KID)

“Cilala, parlat! Cilala, parlat!.” Bu komutu ne zaman duysak tüylerimiz diken diken olur, tek ayağımızı dizden bükerek yavaşça kaldırır ve ellerimizi kartal gibi açarak Karate Kid pozumuzu veririz! Sadece sinema tarihinin değil, popüler kültür tarihinin en şahsına münhasır hocası Mr. Miyagi bu listede olmasaydı, inanın bu liste de olmazdı! Karate Kid’de ilk karşılaştığımızda ton ton bir apartman görevlisi olarak karşımıza çıkan, sonradan Daniel’ın çöpe attığı bisikletini onardığında hünerli ellerine hayran kaldığımız Miyagi amcanın, cadılar bayramı gecesinde Daniel’a saldıran Cobra Kai dövüş okulunun serseri öğrencilerini bir güzel patakladığı sahne yıllardır hafızalarımıza kazılıdır! Mr. Miyagi, Daniel’a en başta karate öğretmek yerine angarya işler yaptırırken aslında genç talebesine sabırlı olmayı ve sebat etmeyi öğretmektedir. Sonrasında chopstick’lerle sinek yakalamaktan, karatenin inceliklerine kadar pek çok şeyi Daniel’a öğreten ve hepimizin kalbini kazanan Mr. Miyagi, hocaların hocası statüsünü bileğinin hakkıyla ve ton tonluğuyla kazanmıştır.

DEWEY FINN (SCHOOL OF ROCK)

Okullar açılınca neşe dolmayan öğrencilerin mektebine hoş geldiniz! Bu okulda kalem, kitap, silgi ve defter yok! Onların yerlerine pena, baget, flying-V kasa gitarlar ve çift “cross” davullar var! Müfredattan matematiği, coğrafyayı, tarihi çıkarın! Bu okulun müfredatında Deep Purple, Led Zeppelin ve Ramones var! Bu okulun duvarlarında rock’n’roll

Severus Snape

ve heavy metal marşları çınlıyor ve tüm bunların tek bir sorumlusu var: Dewey Finn! Jack Black’in tüm sevimliliğiyle arz-ı endam ettiği ve bacak kadar çocukların Immigrant Song çaldığı bu çılgın filmde tüm zamanların en rock sever öğretmeniyle tanışmak üzeresiniz. Eski grubundan kovulan, kız arkadaşından ayar yiyen ve ev sahibinin kapıya koymak için gün saydığı Dewey Finn, ev arkadaşına gelen geçici öğretmenlik teklifinin üzerine atlar ve olanlar olur! Tamamı okulun en “inek” öğrencilerinden oluşan ancak her birinin birer yetenek bombası olan müzik sınıfını Battle of the Bands yarışmasına çıkaran Dewey hoca, bu çocukların ufkunu açacaktır. En azından öğrencilerine iyi müzik dinlemeyi öğrettiği için bile kendisine favori öğretmenlerimiz arasında yer vermeyi uygun buluyoruz.

SEVERUS SNAPE (HARRY POTTER)

Hogwarts’ta birbirinden önemli ve değerli pek çok öğretmen var. O yüzden sihir dünyasının efsanevi mektebinden tek bir hoca seçmek çok zor. Herkesin aklına gelen ilk isim Albus Dumbledore olsa da biz tercihimizi Profesör Severus Snape’ten yana kullanmayı tercih ettik. Bu gotik görünümlü, gardrobunda siyahtan başka renk bulunmayan, lepiska saçlı, ürkütücü adamı nasıl mı seçtik? Harry Potter kitaplarını ya da filmlerini izleyenler bu sorunun cevabını gayet iyi biliyorlar. Sürprizi bozmamak adına Harry Potter ve arkadaşlarının belalısı olan bu Slytherin sınıfından mezun profesöre dair bildiklerimizi kendimize saklıyoruz! Bize sorarsanız bu ürkütücü karakterin macera-

Dewey Finn

sını bizzat deneyimlemeniz şart. Kendisi, Hogwarts duvarlarının ardında öğrencilerine sihir dünyasını dar etse ve iksirlerin tüm korkunç sırlarına vakıf olsa da tahmin edemeyeceğiniz ölçüde dokunaklı bir hikayeye sahip. Belki de onu bu kadar özel yapan şey, herkesten sakladığı sırlarıdır! Adı anılmayan Voldemort’la şüpheli bir ilişkisi de bulunan Severus Snape’i filmlerde canlandıran usta oyuncu Alan Rickman’ı da bu vesileyle anmış olalım.

YODA (STAR WARS)

“Olmaz eğitim yalnızca okulda!” Eğer çok, çok uzak bir galakside olsaydık, eminiz Yoda usta bize eğitimin ne demek olduğunu bize bu sözlerle anlatırdı! Birileri galaksinin ücra bir köşesinde, kanında anormal oranda midi-chlorian’la doğmuşsa, bunu bize ilk müjdeleyecek kişi Yoda usta olurdu. Bazen force’a gelecek olan dengeyi, bazen de force’ta yaşanan “rahatsız” dalgalanmayı kulağımıza fısıldardı. Qui Gon’dan Obi’ye, Anakin’den Luke’a kadar tüm jedi (ve Sith) ustalarının saygıda kusur etmediği Yoda, galaksinin gördüğü en bilge savaşçıydı. Tüm zamanların en sevilen kurgu karakterlerinden biri olan Yoda için tıpkı Mahmut Hoca örneğinde olduğu gibi okulun yeri kavramı yoktu! Yeri gelir Jedi Akademisi’nin son teknoloji yerleşkesinde, yeri gelir Dagoba bataklıklarında ders vermekten çekinmezdi. Bilginin esas güç olduğunu her seferinde nasihat eden, karanlık tarafın karşısında aydınlığın en büyük kozu olan Yoda, fiziken aramızda olmasa da ruhen halen eski öğrencisi Luke’a ayar verebildiğini hepimize göstermişti! Force’un müfredatını gerekirse tersten yazacak olan Yoda ustamız karşısında saygıyla eğiliyor, yeşil ve buruşuk ellerinden hürmetle öpüyoruz.

Yoda 15


ÖĞRETMENLER GÜNÜ

Gandalf

GANDALF (LORD OF THE RINGS)

Sadece Orta Dünya’da değil, tüm alemlerde sözünü dinlemekten çekinmeyeceğimiz tek cübbeli hoca Gandalf’tır! Dosta güven, düşmana korku saçan bu kadim büyücünün çıktığı her macerada bizi kendisine daha da hayran bırakmasına artık alıştık. Yeri gelir gri Gandalf olur, Balrog’a kafa tutar. Yeri gelir Ak Gandalf olur, Gölgeyele’nin sırtında dört nala savaşın böğrüne koşar! Hikmetinden sual olunmayan, sözünün eri olan bu çılgın büyücü size “Beşinci günün şafağında doğuya bakın!” derse, sözünün arkasında durur ve siz, umutlarınız paçalarınızdan akmış halde gözleriniz dolmuşken Rohan süvarileriyle ortalığı birbirine katardı! Ağzından eksik olmayan piposunun dumanıyla bugünün Pixar işi animasyonlarına takla attıracak numaralar çeken bilge Gandalf, hayatına dokunduğu hemen herkesi bambaşka insanlara dönüştürürdü. Gandalf gibi bilge bir hocayı bir kez tanıyınca etkisinden kurtulmak mümkün olmazdı! “Geçemezsin!” dediği zaman karşısında değil Balrog, babası olsa tanımayacak olan bu benzersiz büyücünün size ne zaman bir ders vereceğini asla bilemezdiniz! Zifiri karanlık uçurumlara düşerken; “Kaçın, sizi ahmaklar!” diye bağırdığında aslında hayatınızın dersini aldığınızı bilemezdiniz. Orta Dünya seninle gurur duyuyor Gandalf hoca!

SPLINTER (TEENAGE MUTANT NINJA TURTLES)

Hocalar ve öğretmenler ne kadar özelse, ustaların da eğitim hayatında önemli bir yeri vardır. Onlar bir işin erbabı olmaktan öte, ustası olduğu meşgaleyi bir sonraki jenerasyona aktarma kabiliyeti olan özel yeteneklerdir. Belki de sırf bu yüzden ninja ustası Hamato Yoshi’nin evcil faresi Splinter, sahibinin antrenmanlarını seyrederek ninjutsu hakkında bilmesi gereken her şeyi öğrenmiştir. Ustasını öldüren Oroku Saki’nin yüzünü parçalayan yetenekli fare, firar eder etmez kendini New York’un kanalizasyonlarında bulur. Bu kanalizasyonlarda hayatta kalma mücadelesi verirken karşısına dört adet kaplumbağa ve “ooze” adı verilen bir madde çıkınca hayatı değişir. Yavru kaplumbağaları bu yapışkan maddeden kurtararak boğulmalarına engel olan Splinter’ın üstüne “ooze” bulaşınca yavru kaplumbağalarla birlikte mutasyon geçirerek insani vasıflara sahip bir melez yaratığa dönüşür. Kaplumbağaları yanına alıp onları kendi evlatları gibi yetiştiren ve çocuk yaşta dördünü birden birer ninja olarak eğiten Splinter usta, kanalizasyonda bulduğu bir Rönesans tarihi kitabından etkilenerek dört kaplumbağaya da dönemin ünlü sanatçılarının isimlerini verir. Shredder lakabını alan Oroku Saki, New York’un altını üstüne getirmeye başlayınca

Splinter

Splinter ve Ninja Kaplumbağalar bu suç makinesine karşı şehri savunmaya ant içerler. Splinter ustanın ezelden beri hayranıyız.

PROFESÖR X (X-MEN)

Çizgi roman aleminde hocaların hocası dendiğinde akıllara gelen ilk isimlerin başında Profesör Charles Xavier gelir. Telekinezi güçleri benzersiz ölçüde gelişmiş olan Xavier, sadece kendi gücüne yoğunlaşmakla kalmaz. Mutant’ların toplumdan itilmesine ve hatta öldürülmeye başlamasına tahammül edemez ve X-Mansion olarak da bilinen, Xavier’s Academy for Gifted Youngsters (Xavier’in Yetenekli Gençler Akademisi) adlı okulu kurar. Amacı, toplumun dışladığı süper güçlere sahip gençleri bir çatı altında toplayarak onlara hem güçlerini etkin bir biçimde kullanmayı öğretmek hem de bu güçleri kötüye kullanmalarının önüne geçmeyi hedefler. Okulun ilk öğrencilerinden X-Men adını verdiği süper güçlere sahip mutant ekibini kurar ve Magneto başta olmak üzere, özel güçlerini kötüye kullanan herkesle savaşmaya ant içer. Birbirinden renkli maceraların merkezinde karşımıza çıkan Profesör X karakteri sinema uyarlamalarında da Sir Patrick Stewart ve James McAvoy gibi üst düzey yetenekli oyuncular tarafından canlandırılmıştır. Tüm zamanların en etkileyici ve güçlü çizgi roman karakterlerinden biri olmasının yanı sıra eğitimci yönünün her zaman öne çıkarıldığı bu karakter, dünya çapında milyonlarca hayran tarafından adeta kendi öğretmenleriymiş gibi sevilir ve saygı görür. Profesör X

16


DİZİ

İSKAMBİLDEN EVE YIKIM KARARI Netflix’in en prestijli yapımı House of Cards, yaşanan Kevin Spacey depremi ertesinde kepenkleri kapatıyor. 2 Kasım’da yayınlanan altıncı sezon, gerçek anlamda bir jübile olacak. Erdem Tatar

N

etflix’in DVD ile film kiralayan bir şirketten çevrimiçi yayın yapan bir kültür-sanat platformuna evrimi uzun yıllar içinde gerçekleşti. Stream servisinin ayakları yere basar basmaz, kanal yöneticileri bir sonraki adım için hızlıca harekete geçti. Netflix, artık sadece farklı kanalların yapımlarının yayınlandığı melez bir habitat değil; kendi yapımlarına imza atan, cesur bir üretici marka olacaktı. 2010’ların henüz ilk yarısı noktalanmamışken atılan bu devasa adımı ilk başlarda kimse ne kadar ciddiye alması gerektiğini anlamamıştı. Fakat kısa süre sonra başarılı projeler hak ettikleri saygıyı görmeye başladılar. Hatta Netflix’in ardından HULU, HBO GO ve Amazon Prime Video gibi çevrimiçi stream’den izleme servislerinin önü de açılmış oldu. House of Cards ise Netflix’in ilk büyük bütçeli orijinal yapımıydı ve elde ettiği başarı kısa süre sonra Emmy ve Altın Küre ödülleriyle taçlandırılacaktı.

BÜYÜK SKANDAL

Politika içerikli dizileri sevenler, kapalı kapılar arkasında yaşanan entrika ve skandal sarmallarına alışıktır. Geçtiğimiz sezon sonunda her şey sütliman ilerlerken patlak veren ve hemen hemen tüm Hollywood’da dengelerin değişmesine neden olan Me Too gerçeği, şöhretinin zirvesindeki sanatçı ve yapımcıları adeta sektörden tecrit etti! House of Cards yıldızı Kevin Spacey, yıllar önce reşit olmamış bir gençle yaşadığı zoraki ilişki ertesinde kara listeye alınan ilk isimlerden biri oldu. Taciz skandalının ardından uzun yıllar boyunca gizlediği eşcinsel yönelimini de kamuoyuyla paylaşmak zorunda kalan Spacey’nin yaşadığı sürecin ardından Netflix, House of Cards’ın fişini çekti. Fakat kanal dizinin hayranlarını ortada bırakmamak adına bir final sezonuyla tüm mevzuları toparlamaya karar verdi.

Sonuçta belki dizinin omurgasını tek başına yüklenen Kevin Spacey gitmişti ama onun yerine gelecek sıkı bir ekiple bu hasar minimumda atlatılabilirdi.

KADROYA DOPİNG

Kevin Spacey’nin yokluğunda yaşanan büyük depremi sadece kamera arkasında atlatmak yeterli olmazdı. Netflix, bu beklenmedik şoku fırsata çevirerek House of Cards’a erken final yaptırdı ancak Robin Wright’ı da kamera önünde tek başına bırakmadı. House of Cards’ın final sezonu için müthiş bir oyuncu kadrosunu bir araya getiren Netflix yöneticileri, kendi markalarına sonuna dek sahip çıkacaklarının mesajını da böylelikle tüm sektöre vermiş oldu. House of Cards’ın yeni sezonu tam anlamıyla yıldızlar geçidi gibi bir kadroya sahip! Diane Lane (Man of Steel) ve Greg Kinnear’la (As Good As It Gets) beraber final sezonunda Cody Fern (American Horror Story: Apocalypse), Emmy adayı Michael Kelly (Tom Clancy’s Jack Ryan), Jayne Atkinson (Castle Rock), Oscar adayı Patricia Clarkson (Sharp Objects), Emmy adayı Constance Zimmer (UnReal), Derek Cecil (Banshee), Campbell Scott (Dietland) ve Boris McGiver (Boardwalk Empire) kamera karşısına geçti. House of Cards’ın son sezonunun akıllara kazınacak bir deneyim olması için var güçleriyle çalışan ekibin bu zorlu süreçten alınlarının akıyla çıkacağından adımız gibi eminiz.

EVE VEDA

Bir önceki sezon, dizinin meşhur dördüncü duvar kıran sahnelerinden biriyle bitmişti. Dizinin ilk bölümünden beri Frank Underwood’un zimmetinde olan “duvarın” kontrolü başkanlıkla birlikte Claire’e devrolmuştu. Claire, sezonu noktalayan o bir saniyelik boşlukta “Sıra bende!” diyerek herkesi heyecana sürüklemişti. Sıra şimdi gerçekten de kendisinde... Frank Underwood, 17

senaryo gereği hayatını kaybedecek ve Claire, Amerika’nın yarattığı oligarklara karşı Beyaz Saray’da dengeleri sağlamak için elinden geleni yapacak. Yeni sezonun ikinci fragmanda gördüğümüz kan donduran sahnede Claire, Frank’in mezar taşının başında şunları söylüyordu; “Sana şu kadarını söyleyeyim Frances, ben öldüğüm zaman evimin arka bahçesine gömülmeyeceğim. İnsanlar mezarımın başına anmaya geldikleri zaman bana ulaşmak için sırada bekleyecekler.” Hafızası iyi olanlar bu sözlerin çok benzerini Frank’in babasının mezarı başında söylediğini anımsayacaktır. Bu kibir dolu sözler Frank için sonun başlangıcı olmuştu. Sizce Claire’in Oval Ofis’teki ömrü uzun olacak mı? House of Cards final sezonuyla 2 Kasım tarihinden itibaren Netflix ekranlarında bu sorunun cevabını verecek.


DİZİ

NARCOS, EN SERT SEZONUYLA DÖNÜYOR Netflix, uyuşturucu kartellerini konu alan ve dünya çapında fenomen haline gelen dizisi Narcos’un yeni sezonunda pusulasını uyuşturucu kartellerinin cirit attığı Meksika’ya doğrultuyor. Dizinin en sert sezonu geliyor, bizden uyarması! Erdem Tatar

1

6 Kasım’da tüm bölümleri yayınlanacak Narcos: Mexico, uyuşturucuya karşı günümüzde verilen mücadelenin kökenlerini gözler önüne sermeye hazırlanıyor. Ölümle her an burun buruna yaşanan bu dünyanın kökenine inmek içinse Kolombiya’dan ve hatta Escobar’dan çok öncesine, Meksika’nın kartel organizasyonlarının merkezine gitmemiz gerekiyor! Meksika’da 60’larda ve 70’lerde palazlanan uyuşturucu ticareti, sanılanın aksine örgütlü bir organizasyona dayanmıyordu. Meksikalılar, ürettikleri uyuşturucunun ABD’de milyon dolarlara varan değeri olduğunu fark ettiğinden beri hemen herkes kendi çapının el verdiği ölçüde uyuşturucu üretiyor ve sınır ötesine satıyordu. Bu çok başlılık hem organize üretim mantığına tersti hem de organize bir dağıtım şebekesi mevcut olmadığı için Meksikalı üreticiler milyar dolarlarla oynamak varken birkaç milyon dolarla yetiniyordu. İşte tam da bu noktada yani 80’lerin hemen başında, Meksika’nın ilk

devasa ölçeğe sahip uyuşturucu karteli olan Guadalajara Cartel palazlanmaya başladı!

GUADALAJARA KARTELİ

Guadalajara Cartel’in uyuşturucu trafiğine getirdiği dirlik ve düzen, kısa sürede Meksika’da yeni baronların ve hatta yeni kartellerin türemesine neden olmuştu. Guadalajara Cartel’in başına geçen Félix Gallardo eski bir federal polisti ve daha önce kartel dünyasının görmediği özelliklere sahip bir liderdi. Zeki, ağzı laf yapan ve acıma duygusu nedir bilmeyen Félix Gallardo, kısa sürede Meksika’daki pek çok kartelin kendisine boyun eğmesini sağlamış, boyun eğmeyenlerin de omuzlarının üstünde baş bırakmayarak tüm rakiplerini sindirmiş bir suç makinesine dönüşmüştü. İşte tam bu noktada, mevzuya Kiki Camarena dahil olacak. ABD’nin narkotik suçlarla mücadele birimi olan DEA organizasyonuna bağlı olarak çalışan Camarena, kısa sürede Guadalajara Cartel ve Félix Gallardo ile yakın ilişkiler kuracak. Kiki’nin adını bir yerlerden hatırladınız mı? Narcos’un ilk sezonunu izlemiş olan dikkatli okurlarımız için Kiki Camarena elbette tanıdık bir isim. Anımsayamayanların ise hafızalarını tazeleyelim: Daha henüz Narcos’un ilk sezonunun başında, ABD’li DEA ajanı Stephen Murphy, eşi ve kedisiyle Kolombiya’ya gelir. Geldikten kısa bir süre sonra Murphy’nin kedisi evlerinde öldürülmüş olarak bulunur. Murphy panik içinde emniyete gittiğinde, birlikte çalıştığı ajan Javier Peña, Murphy’i sakinleştirir ve hiçbir kartel üyesinin bir DEA ajanını öldüremeyeceğini söyler. Murphy ikna olmayınca da bir zamanlar öldürülen DEA ajanı Kiki Camarena’nın öyküsünü anlatır. İşte, Narcos: Mexico, Javier Peña’nın o bölümde iki dakikada anlattığı öykünün detaylarına odaklanan zımba gibi bir sezon vadediyor izleyicilere!

TANIDIK YÜZLER

Narcos: Mexico’da iki kilit karakteri son dönemde Hollywood’da adlarından sıkça söz ettiren iki yetenekli aktör canlandırıyor. Kiki 18

Camarena rolünde Ant-Man and the Wasp filminden tanıdığımız sempatik aktör Michael Peña’yı izleyeceğiz. Félix Gallardo rolündeyse yakışıklı aktör Diego Luna karşımıza çıkacak. Kendisinin kariyeri Rogue One: A Star Wars Story filminde rol aldığından beri yükselişte. İki başarılı aktörün de bu zorlu rollerin hakkını vereceğine eminiz ve onları izlemek için sabırsızlanıyoruz.

ZORLU ÇEKİMLER

Meksika, kelimenin tam anlamıyla ölümün kol gezdiği bir coğrafya ve Narcos ekibi de bu tehlikeli coğrafyaya bir kurban verdi. 15 Eylül 2017 tarihinde, Meksika’da yapılacak olan Narcos dizisinin çekimleri için mekân seçmekle görevlendirilen Carlos Muñoz Portal, Temascalapa kasabasında ölü bulundu. Bölgenin ıssız ve güvenliksiz olması, üstelik aynı bölgede çok fazla çete üyesinin faal durumda olması sebebiyle Carlos Muñoz Portal’ın faili meçhul bir cinayete kurban gitmiş olabileceği açıklandı. Bugün halen cinayetin failleri tespit edilmiş değil. Narcos: Mexico ekibi bu talihsiz olayın ertesinde çekimlerin büyük bir bölümünü şehir merkezlerinde gerçekleştirdi ve çekimlerin yapıldığı setler gün boyunca polis kontrolünde kaldı. Narcos: Mexico, dizinin üçüncü sezonda düşen izlenme oranlarının da toparlanmasına vesile olması amacıyla oldukça titiz çalışılmış bir süreç ertesinde çekildi. Bu müthiş macerayı 16 Kasım tarihinden itibaren Netflix ekranlarında seyredebilirsiniz.



ANALİZ

YAPIMCILARIN SON GÖZDESİ: PODCAST’LER P

Televizyon dünyası yeniden altın çağını yaşamaya başladı. Bulduğu bütün kaynaklardan beslenen piyasanın yeni gözdesi ise, son yılların en verimli sahası olan podcast’ler!

odcast’ler gün geçtikçe popülerliğini artırıyor. Mobil cihazların hızlı gelişimi ve internetin yaygınlaşması, podcast’lerin popülerliğini yıllar içinde hızla arttırdı. Aslına bakarsanız halihazırda ABD ve Kanada’da uçmuş durumdalar ancak ülkemizde bile podcast dinleyiciliği yavaş fakat gözle görülen bir ivme kazanıyor. Radyo programı formatının belli bir yayın saatine, reklama ve araya giren şarkılara değil de safkan muhabbete bağlandığı bu yayınlar, iTunes, Apple Music ve Spotify’ın da desteklemesiyle milyonlara ulaşıyor. Yapılan araştırmalara göre, şu an 100’ün üzerinde dilde 550 bin aktif podcast var. Bu da toplamda 18.5 milyon bölüm anlamına geliyor! ABD nüfusunun yüzde 26’sı (73 milyon) düzenli olarak podcast dinlediğini söylerken, dinleyicilerinin bir hafta içinde dinlediği ortalama yayın sayısı ise yedi!

ÖNCE YAYINEVLERİ

Kendi içlerinde -popülerlik yarışı konusunda- çok sağlam çekişme yaşayan podcast’ler,

2010’ların başında ilk kez yayınevlerinin dikkatini çekti. Özellikle de tarih, yaşanmış suç vakaları ve politika içerikli podcast’lerin yayıncılarıyla anlaşan yayınevleri, kısa sürede bu podcast yayıncılarına birbiri ardına kitaplar yayınlatmaya başladılar. Evinde, ufacık odasında belki de en iptidai şartlarda podcast programlar hazırlayan içerik üreticileri, kısa sürede bestseller listelerini şenlendiren yazarlara dönüştüler. Kitabı olmayanlar bile milyonlarca dinleyiciye ulaşarak oldukça sağlam gelir elde etmeye başlayınca işler ister istemez farklı merceklerin radarına da girdi. Özellikle 2015’ten sonra müthiş bir ivme yakalayan podcast yayınlarında yepyeni bir atılım gerçekleştiren kurgu podcast’ler, direkt olarak yapımcıların ilgisini çekmeyi başardı. Bu kurgu podcast’lerin tıpkı bir kitabevinde bulunan kitapların içeriği kadar zengin bir yelpazesi vardı. Kimi dinleyicilerine macera hikayeleri anlatıyor, kimi şehir efsanelerini kurguluyor, kimileri de fantastik kısa öyküler paylaşıyordu. Artık 20

büyük kitlelere ulaşmak için markalardan ziyade işinizi iyi yapmanıza ihtiyaç vardı ve podcast’ler bu ihtiyaca en net cevap veren yayın türü haline gelmişti. Milyonların sadece dinleyici olarak takip etmeyi seçtiği herhangi bir şeyin bir görsel medya yapımcısının elinde altın yumurtlayan tavuğa dönüşeceğini görebilmek için alim olmaya gerek yok. Televizyon yapımcıları keşfettikleri podcast’leri birer birer ekrana transfer etmeye başladılar. Şimdi merceğimizi gelişen podcast piyasasına ve oradan görsel medya dünyasına yapılan transferlere çevirelim:

DİZİLER GELMEYE BAŞLADI

Podcast’ler artık sadece kulağa hitap etmiyorlar. Televizyon kanalları ve yayın simsarları -özellikle de son birkaç yılda- bu yayın formatına içerik üreten önemli isimleri kendi taraflarına çekmeyi başardılar. Pod Save America, Homecoming, Dirty John, 2 Dope Queens, StartUp ve Lore gibi podcast’ler kısa süre içerisinde yüksek meblağlı anlaşmalar yaparak farklı bir medya koluna yatay geçişin ilk adımını attılar. Son yıllarda Amerikan kültüründen taşıp global kültür camiasına böylesine sirayet


eden başka bir format olmadı. ABD’nin önde gelen medya kuruluşlarından Gimlet Media’ya bağlı olan Gimlet Pictures’ın CEO’su Chrsi Giliberti’ye göre, podcast’lerin uyarlamaya elverişli pek çok artı yönü bulunuyor. Giliberti, şu sıralar StartUp ve Homecoming podcast’lerinin prodüksiyonuyla bizzat ilgileniyor. Giliberti’ye göre, özellikle de kurgu içerik üreten podcast’lerin en büyük artısı aşırı iyi yazılmış karakterlere sahip olmaları. Bu durum biraz da eşyanın tabiatından kaynaklanmakta zira Giliberti’ye göre, görsel içeriğe sahip olmayan Podcast’leri dinlenir kılan en önemli şey mükemmele yakın kurguyla yazılıyor olmaları. Giliberti, Breaking Bad dizisini işaret ederek; bu fenomen yapımın en güçlü yanının kurgusu ve diyalogları olduğunun altını çiziyor. Deneyimli CEO’ya göre, aynı beceriyi pek çok kurgu bazlı podcast’te yakalamak mümkün. Gimlet’in ilk büyük bütçeli projesi, Disney’in sahibi olduğu ABC kanalına satılan Alex, Inc. adlı sitcom olmuş. Alex, Inc. bilindiği üzere StartUp adlı podcast’in serbest uyarlaması. Dizinin yapımcılığını Gimlet’le ortaklaşa Sony Pictures üstlenmiş ve dizinin başrolünde Scrubs dizisinin sempatik oyuncusu Zach Braff oynamayı kabul etmiş. Giliberti’ye göre oyuncular başarılı olacaklarını hissettikleri projelerin kökenini sorgulamıyorlar. Braff, ilk toplantıda bir podcast’in dizi olabileceğine ihtimal vermemiş ancak sonradan senaryoyu okuduğunda yapımcılarla tereddütsüz el sıkışmış. Giliberti’ye göre herkes “sıradaki büyük şey” kavramının peşine düşmüş durumda. Bu sebeple eskiden bir edebiyat klasiğini bile Hollywood yıldızlarına zor kabul ettirirken, şimdilerde Wisconsin’de bir bodrum katında kaydedilen bir podcast’i kabul ettirmek sadece bir ya da iki toplantıya bakıyor! Hollywood’un son yıllarda star statüsündeki pek çok oyuncusunu televizyon kanallarına kaptırdığını düşünürsek, o kapalı habitatın kurallarının da bugüne dek hiç olmadığı kadar esnekleştiğini görebiliriz. Son dönemin adından en çok söz ettirmesi beklenen podcast uyarlaması ise, Universal Cable Productions’ın yapımını üstlendiği ve Amazon Prime’da 2 Kasım’da başlayan Homecoming olacak. Bu dizinin en ağır kozu elbette Oscar ödüllü Julia Roberts ve Sissy Spacek gibi oyunculardan kurulu kadrosu. Dizinin uygulayıcı yapımcılarından olan Dawn Olmstead’e göre podcast’ler, çekilme-

miş senaryolar çöplüğüne dönen kanallara derin nefes aldırdı. Hatta HBO gibi bazı kanalların yakında podcast kanalları açacağı ve çekilmesi için kendilerine teklif edilen senaryoları birer kurgusal podcast programına dönüştürüp dinleyicilerden ilgi görüp görmeyeceklerini test edecekleri konuşuluyor. Warner’a bağlı olan HBO’nun bu atağı, podcast’ların televizyon sonrasında sinemaya da transfer olabilme ihtimalini güçlendirdiği yönünde yorumlanıyor.

NE VAR NE YOK

Şimdi de hem Podcast’ten televizyona uyarlanan ve kendine kitle edinmeyi başaran yapımlara hem de umut vadeden yeni uyarlamalara kısaca bakalım: Dope Queens, HBO’nun uyarlama haklarını satın aldığı ilk podcast yayınıydı ve kanal harcadığı paranın karşılığını almışa benziyor. 2 Dope Queens, HBO’nun reality şov ve drama melezi olarak dikkat çekiyor. Podcast’i kaydeden Jessica Williams ve Phoebe Robinson, bizzat HBO yayınında da başroldeler. Eğer New York’ta orta sınıf yaşamın iki bekar kadın için neye benzediğini merak ediyorsanız muhakkak 2 Dope Queens’i radarınıza almalısınız. Podcast piyasasında korku içeriği üretebi-

21

len hemen herkes turnayı gözünden vurmaya herkesten daha yakın! Aaron Mahnke’nin şehir efsanelerine ve folklorik öykülere dayanan antoloji podcast yayını Lore, aynı adla Amazon Prime tarafından satın alınarak dizileştirilmişti. Sonuç oldukça başarılı olunca ikinci sezon onayı da kısa sürede geldi. Lore’un 2. sezonunun tüm bölümleri 19 Ekim’de yayınlandı ve yine oldukça fazla ilgi görmeyi başardı. İki sezonda toplam 12 bölüm olduğunu düşünürsek eğer Lore’u ilk kez duyduysanız bile hemen izlenecekler listenize alın ve iki sezona birden dalın, nasılsa bir hafta sonunda bitirirsiniz. Podcast camiasından henüz bir süper kahraman çıkmamış olsa da çok özel yeteneklere sahip olan ve toplu bir terapi seansına katılan gençleri konu edinen The Bright Sessions, bir X-Men hikayesine en yakın olan uyarlama olarak dikkat çekiyor. HULU’da yayınlanacak olan dizi uyarlamasının başında Grey’s Anatomy dizisinin yapımcı ve senaristi Gabrielle Stanton olacak, ortaya ilginç bir sonuç çıkacağından eminiz. Amerika’nın başarılı kanallarından FX de bu podcast uyarlama modasına dahil oldu ve Marc Smerling & Zac Stuart Pontier ikilisinin hazırlayıp sunduğu Crimetime adlı podcast’in dizi haklarını satın aldı. Rhode Island’da yaşanan gerçek suç ve politik yolsuzluklara mercek tutan bu podcast’i gelecek sene aynı adla dizi olarak izleyeceğiz.

TÜKENMİŞLİK SENDROMU

Son yıllarda hemen herkes en azından bir sinema muhabbetinde “Hollywood tükendi.” sözünü kullanmıştır. Haklılık payı kadar haksızlık payı da mevcut olan bir cümle bu. Sonuç olarak Hollywood dediğimiz “fabrika”, para kazanmazsa kepenklerini kapatmak üzerine dönen bir varoluşa sahip. Hollywood’un para kazanması da astronomik maliyetlere mâl olan yapımlara dayandığından kimse risk almak istemiyor. Öte yandan bağımsız Amerikan sineması, ABD televizyonları ve Netflix tipi çevrimiçi yayın yapan oluşumlar sayesinde ana akımda sıfırlanan hayal gücü ve yaratıcılık adeta yeniden yeşillenmiş durumda. Yaratıcılıkla çarkları yağlanan bu makinenin, podcast gibi bir akımı keşfetmesi mükemmel! Bugün ABD’de yarım milyonun üzerinde farklı podcast var. Böyle bir hazinden bize keyifle izleyecek çok ürün çıkar!


SPOR

KUMDA SÖRF YAPILIR MI DEMEYİN Snowboard, birçoğumuzun yakından tanıdığı ve bazılarımızın severek yaptığı bir kış sporu. Peki kum üzerinde yapılan sandboarding’i daha önce duymuş muydunuz? Popülaritesi her geçen gün artan kum sörfünü Postkolik merceğine aldık.

Her insan ölmeden önce mutlaka çölü görmelidir! Orada kilometrelerce boşlukta, kum, kaktüs ve mavi gökten başka bir şey yoktur. Orada sessizliği bulursun.” Edward Norton’ın başrolünde olduğu 25. Saat filminin en can alıcı sahnesinde çöl işte böyle anlatılır. Evet, dendiği gibi çöl huzuru bulmanıza yardımcı olabilir; ama bir o kadar da adrenalin ayarlarınızla da oynayabilir. Nasıl mı? Son yıllarda giderek reytingi artan, extreme sporlarının sıcak ortamlısı kum sörfü (sandboard) ile. Biraz snowboard, biraz sörf tadındaki bu sporda, karlı dağlar yerine kum tepelerinden aşağıya salınıyor, dalgalar yerine kum fırtınalarıyla dans ediyorsunuz.

tiliyor. Formika zemin üzerine sıkıştırılmış özel ahşap kaplamasıyla hazırlanan bu board’lar, sahip olunabilecek en sağlam ve uzun ömürlü spor malzemelerinden biri. Ayrıca yeni başlayan kum sörfçüleri için ayak sabitleme bağları olsa da bu sporda ustalaştıktan sonra dilerseniz bu bağlardan kurtulabiliyorsunuz. Kum yüzeydeki kayganlığı artırmak isteyen sporcular, board’larını düzenli olarak cilalıyorlar ve bu sayede kesintisiz bir sörf deneyimi yaşayabiliyorlar. Kum sörfünden en çok keyfi almanız için belirleyici olan faktörler ise, kum tepelerinin eğimi ve kumun iklimsel şartlara bağlı olan kalitesi... Tabii ki ekipmanlar da kaliteli kum sörfü için oldukça önemli

GEÇMİŞİ MISIR’A DAYANIYOR

Kökeni ta eski Mısır dönemlerine kadar uzanan bu spor, 60’lı yıllarda yeniden canlansa da snowboard’un gölgesinde kalmaktan bir türlü kurtulamadı. Fakat özellikle son 10 yılda peş peşe açılan yeni merkezlerle bu sporun kaderi değişti ve maceraseverlerin yeni gözdelerinden biri haline gelmeyi başardı. İlk bakışta snowboard’a benzeyen bu sporda, bembeyaz kar tepeleri yerine kum tepelerinde hoplayıp zıplıyorsunuz. Bunun için evvela kum tepelerine tırmanıyorsunuz ya da bir arazi aracı yardımıyla çıkıyorsunuz; ardından da kendinizi kumların sonsuzluğuna bırakıyorsunuz. Üstelik sandboard için doğru mevsimi kollamanıza da gerek yok, bu sporu yılın 365 günü istediğiniz gibi yapabilme özgürlüğüne sahipsiniz. Tabii ekipmanda bazı temel farklılıklar olduğunu belirtelim. Kum board’ları çok daha sert ve dayanıklı malzemeden üre22

etkenler. Pek çok farklı ölçüde board olsa da en yaygın kullanılanların boyutları bir buçuk ya da iki metre civarında olanlar. En çok kullanılan modelleri kare kuyruk, çift uç ve kum yutan kuyruklular olarak adlandırılıyor. Kum sörflerinin üzerinde bulunan farklı bağlantılar sayesinde her seviyeden sporcu bu eğlenceli sporu düşme ya da sakatlanma korkusu yaşamadan yapabiliyor.

NERELERDE YAPILIYOR?

Dünyanın ilk lisanslı kum sörfü parkı ABD’nin Oregon eyalet merkezindeki Lane County’de yer alan The Sand Masters Park’tır. Bu parkta birbirinden farklı parkurlar ve rampalar kum sörfü meraklılarının hizmetine sunulmuş durumda. Fakat


olmak iyi bir fikir olmayabilir. Her şeye rağmen, Cerro Negro, hayatınızın macerasını yaşamak için harika bir seçenek.

Kuzey Amerika: ABD, sandboard’un popülerliğinin artmasına ön ayak olan merkezleriyle meraklısına her türlü hizmeti sunuyor. Oregon Eyaleti’ndeki “The Sand Master Park”, usta sandboarder’lardan tutun da, ‘Ben de bir denesem mi’ diyenlere kadar herkes için uygun bir alternatif. 2000 yılında açılan bu bir hayli büyük park, her yıl 25 bin kişiyi ağırlıyor. Parkı ziyaret edenler, Pasifik Okyanusu kıyısında bu sporu öğrenebiliyor, aynı zamanda çöl araçlarıyla kum tepeleri arasında turlayabiliyorlar.

popülerliği her geçen gün artan sandboard için, dünyanın dört bir yanında gidilebilecek birçok nokta söz konusu. Şimdi gelin bu merkezlere bir göz atalım:

Orta Doğu: Kuşkusuz listenin en başındaki yer, alabildiğine geniş alanlara yayılmış, şaşırtıcı güzellikteki çölleriyle, Orta Doğu. Özellikle kum sörfünün doğduğu topraklar olarak kabul edilen Mısır’daki The Great Sea of Sand, sandboard tutkunlarının mabedi olmuş durumda. Eğimleri 70 dereceleri bulan, yükseklikleri yer yer 150 metrelere varan kum tepeleriyle ünlü bu bölge, profesyonellerin tercih ettiği bir durak. Bu lokasyonu tercih eden sporcuların kayak yapılacak alana rehberler eşliğinde yolculuk yapmaları gerekiyor. Orta Doğu’da kum sörfü yapılabilecek bir diğer önemli durak da Dubai. Buradaki ünlü Big Red tepesi, kent merkezine yarım saat mesafede bulunan, 90 metre yükseklikteki kum tepeleriyle, nam salmış geniş bir çöl alanı. Farklı bölgelerinde her seviyedeki sandboarder’lar için uygun koşullara sahip Dubai, aynı zamanda her yıl Ocak ayında, uluslararası bir şampiyona olan ‘Hugo International Sanboarding Championships’e de ev sahipliği yapıyor. Afrika: Sandboard tutkunlarının bir diğer uğrak yeri de, engin çöller barındıran Afrika kıtası. Anakaranın Cape Town ve Johannesburg şehirlerinde, bir takım etkileyici sandboard merkezleri bulunsa da, bu bölgenin asıl yıldızı, Namibya’daki Namib Çölü. Namibya’nın büyüleyici kum tepelerinin, okyanus sularıyla buluştuğu yerleri Sossusvlei ve Swakopmund’da sporcular, “Tanrım neler yaratmışsın” diye düşünerek, yüksekliği 250 metreye varan tepelerden kayarken, akıl almaz hızlara ulaşabiliyorlar. Anlayacağınız Namibya, amatörlere göre bir yer değil!

önemli kayak durağı olan Duna Grande de, dünyanın en geniş alana yayılan kum tepesi olmasıyla, sandboard düşkünlerinin gözde merkezlerinden biri olmuş durumda. Güney Amerika’nın kum sörfüyle ünlü bir diğer ülkesi ise Şili… Burada bulunan Cerro Iman tepesi, dünyanın dört bir yanından sporcuların buluştuğu, her yıl düzenlenen sandboard yarışlarına ev sahipliği yapıyor.

Orta Amerika: Orta Amerika’nın sandboard durağı, karnınızda heyecan kelebekleri uçmasına neden olacak cinsten bir yer. Çünkü buradaki kayak alanı, bir çöl ya da bir kumsal değil, volkanik bir dağ! Nikaragua’da bulunan Cerro Negro Volkanı, yüzeyi taş ve kayalıklar yerine, volkanik kum ile kaplı olduğundan, sandboard için oldukça elverişli bir alternatif. Yaklaşık 400 metre yüksekliğindeki, hala aktif olan bu volkanın tepesine, ortalama bir saatlik bir yürüyüşle ulaşılıyor. Yakıcı güneşin altında yapılan bu yolculuk sonunda yukarıya varanlar, bir hayli ter atmış oluyorlar. Ama zirvede onları bekleyen, Pasifik Okyanus’u ile dağların buluştuğu panoramik manzara, tüm bu yorgunluğu unutturuyor. Bölgede sorunsuz bir sandboard keyfi yaşamak isteyenlerin, tehlikeli arazide bağımsız hareket etmek yerine, tur gruplarına dâhil olmaları tavsiye ediliyor. Malum, her an patlayabilme potansiyeli olan bir volkanda tek başınıza

Güney Amerika: Dünyanın en büyük yağmur ormanlarıyla, dünyanın en kurak topraklarını bir arada barındıran bu coğrafya, sınırlarda yaşamayı hayat felsefesi edinen sandboardcular için biçilmiş kaftan. Özellikle Peru’da bulunan Cerro Blanco tepesi, 2078 metre yüksekliği ile yeryüzünün en büyük kum tepesi. Burayı tercih eden profesyoneller, müthiş hızlara ulaşarak, yer çekimine meydan okuyor ve adrenalinin keyfini çıkarıyor. Peru’nun bir diğer 23

Avustralya: Devasa kum tepelerinin, kıtanın büyüleyici atmosferiyle buluştuğunu fark eden sandboard meraklıları, son yıllarda bu sporu Kuzey ve Güney Avustralya’da bir hayli popüler hale getirmişler. Şimdi board’unu kapan, bölgenin “The Bowl” gibi ünlü tepelerinden kendini bırakarak, enfes okyanus manzarasıyla hayatın tadını çıkarıyor. Kıtadaki en ilgi çeken sandboard alanlarından biri de kuşkusuz Kanguru Adası. Bu durağı etkileyici kılansa, sporcular adanın tepelerinde kayak yaptığı sırada, sahilde kanguruların dolanıyor olması. Avrupa: “Avrupa’da çöl sporu mu?” dediğinizi duyar gibiyiz. Evet, hem de en afillisinden! Almanya’da bulunan Monte Kaolino, 2007 yılından beri Sandboard Dünya Şampiyonası’na da ev sahipliği yapan, bu sporun en iyilerinin bir araya geldiği bir tesis. Alanda bulunan 110 metre yüksekliğindeki kum tepesi, aslında doğal bir oluşum değil. Eski bir maden ocağının çalışmaları sonucu açığa çıkan kuvartz kumunun birikmesiyle oluşmuş ve zamanla sandboard için uygun olma potansiyeli fark edilip birçok hizmet sunan bir merkeze dönüştürülmüş. Monte Kaolino’nun bir güzelliği de, kum tepeleri üzerinde ilerleyen bir asansör sisteminin olması. Genelde sandboard yapanların en büyük sorunu, çöl şartlarının herhangi bir teleferik sistemi kurulmasına elverişli olmaması nedeniyle, sporcuların boardlarını her seferinde zirveye taşımak zorunda kalmaları. Bu sorunun da aşıldığı Kaolino, kayak yanında yüzme havuzları, kamp yapılan orman arazisiyle de Avrupa’yı sandboard için önemli bir durak haline getirmiş.


SİNEMA

POTTER EVRENİNDE PARİS ROMANTİZMİ

Harry Potter film serisinin öncesinde yaşananları konu edinen Fantastic Beasts film serisinin yeni filmi Fantastic Beasts: The Crimes of Grindelwald, tüm dünyayla aynı anda 16 Kasım’da vizyonda olacak. Filme dair bilmek istediğiniz her şey ise bu sayfalarda.

J

.K. Rowling’in yarattığı Harry Potter evreninin kaymağı yemekle tükenecek gibi değil! Eskiden Potterverse olarak anılan sinema evreni, yeni adı Wizarding World’ü kısa sürede benimsedi. Biz bu evrenin sinema filmleriyle sınırlı kalmayacağından eminiz. Neyse biz konumuza dönelim. Newt Scamander’in Harry Potter tarihinin tozlu sayfalarında başlayan macerası, yeni filmle birlikte Albus Dumbledore - Gellert Grindelwald mücadelesinin merkezine doğru tam gaz yol almaya başlayacak. Bugüne dek adını hep duyduğumuz ama yüzünü hiç görmediğimiz sihirli karakterler ve varlığından hiç haberimizin olmadığı fantastik canavarlar tanışmak için bizleri bekliyorlar. Müthiş hikayesi ve renkli karakterlerinden aldığı destekle görsel bir şölen sunacak olan Fantastic Beasts: The Crimes of Grindelwald’la buluşmaya sadece günler kaldı. Büyünün ve fantezinin merkezine doğru çıkacağınız bu müthiş yolculuğa sizi hazırlamaya bu sayfalardan başlıyoruz!

BÜYÜK DÜELLO

Fantastic Beasts serisi, ilk zamanlar Newt Scamander’in maceraları gibi başlamış olsa da ilk filmin finaliyle birlikte işlerin çok daha karanlık bir noktaya gideceği belli olmuştu. Fantastic Beasts serisinde Harry Potter serisinde adını çok duyduğumuz ve J.K. Rowling’in kurduğu

evrenin en önemli karakterlerinden olan Gellert Grindelwald’la Albus Dumbledore’un mücadelesinin en çetin yıllarına şahit olacağız. Fantastic Beasts serisi toplam beş filmden oluşacak ve 19 yıllık bir süreçte büyü dünyasında yaşanan efsanevi olaylara odaklanacak. Yani Fantastic Beasts and Where to Find Them filmiyle 1926’da başlayan maceramız, beşinci filmin sonunda 1945 yılında sona ermiş olacak. Tabii hepimizin en çok merak ettiği konu; Dumbledore ve Grindelwald düellosunun sonunda Harry Potter evreninin en kıymetli asalarından biri olan Mürver Asa’nın el değiştirme hikayesi! Bu asa, uzun vadede Potter evreninin kaderini kökten değiştirecek. Gişe sineması dendiğinde akla ilk gelen Hollywood yıldızlarından olan Johnny Depp’in böylesi önemli bir karaktere hayat vermesi kesinlikle büyük sükse yapacak bir atılım. Depp’in başrolünde olduğu Pirates of the Caribbean serisinin 4 milyar doları aşan gişe başarısında direkt pay sahibi olduğunu düşünürsek, Potter evrenine transferiyle Fantastic Beasts filmlerini de milyar dolarlık filmler sınıfına sokacak olması şaşırtıcı olmaz. Yeni Fantastic Beasts filmine dair bizi en çok heyecanlandıran konulardan biri de “genç” Dumbledore’u görmek olacak. Hogwarts’ın efsane müdürünün gençliğini yakışıklı İngiliz aktör Jude Law canlandıracak. Harry Potter 24

kitaplarından bilindiği üzere Grindelwald ve Dumbledore çocuklukları birlikte geçmiş iki kadim dost. Bu iki müthiş karakterin karşılıklı düellosunun gelişimini izlemek, Harry Potter evreninde görülebilecek en heyecanlı sahnelere şahit olacağımızı garantiliyor.

GLOBAL MACERA

Hatırlarsanız ilk Fantastic Beasts filmi bizleri Harry Potter evreninde ilk kez New York’a götürmüştü! Bu filmde ise romantik başkent Paris’in sokaklarında büyülü maceralara dalacağız. Hem Harry Potter hem de Fantastic Beasts serilerinin filmlerinde yönetmen olarak çalışan David Yates’e göre artık J.K. Rowling’in büyülü dünyasının maceraları global ölçekte yaşanan serüvenlere dönüşecek ve her yeni film dünyanın bir başka önemli şehrinde cereyan eden olayları işleyecek. Bu sayede biz de her yeni Fantastic Beasts filminde yepyeni şehirlere, yepyeni coğrafyalara ve elbette bunlara bağlı olarak yepyeni karakterlere merhaba diyeceğiz. David Yates özellikle de serinin devam filmlerinden birinin Uzak Doğu’da geçebileceğini duyurmasının ardından ekstra heyecanlandık. Düşünsenize; Çin Seddi üzerinde düello yapan büyücüler ya da Tokyo’nun geleneksel yapılarının ve kiraz çiçeklerinin arasında havalarda uçuşan büyüler! Sizce de enfes olmaz mıydı? Bu arada J.K. Rowling’in bizzat Afrika’da faaliyet


gösteren bir büyücülük okulunun varlığından da bahsettiğinin altını çizelim. Özellikle de Marvel’ın gişede milyar doları aşan müthiş filmi Black Panther’in başarısını da hesaba katarsak, Harry Potter evreninden de bir “Wakanda Forever!” açılımı gelmesi ihtimali hiç de ütopik sayılmaz. Tabii Grindelwald’un esas faaliyetlerini sürdürdüğü ünlü büyücülük okulu Durmstrang’ı da unutmamalı. İskandinavya’nın buzlu ikliminin ardında gizlenen bu kadim büyü yuvası, eminiz ilerleyen filmlerden birinde kahramanlarımızın yolunu Kuzey Avrupa’ya düşürecek! Yates, bu büyülü macerayı global ölçekte bir epik olarak adlandırırken şaka yapmıyor.

de yarattı. Bilindiği gibi Harry Potter evreninde yer alan karakterlerin büyük çoğunluğunu İngiliz oyuncular canlandırıyor. Potter evreninin en şeytani karakterinin kölesi olan, doğuştan lanetli bir karakteri canlandırması için Asyalı bir oyuncunun seçilmesi büyük tepki çekti. Bu tartışma o kadar büyüdü ki Harry Potter’ın yaratıcısı Rowling, bizzat Twitter üzerinden herkesi sakinleştirmek zorunda kaldı. Başarılı yazara göre seyirciler filmi izlediklerinde bu seçimin mantığını kavrayacak ve panik yapmayı bırakacaklar. Tabii bu kararın ne kadar isabetli olup, olmadığını film vizyona girdiğinde göreceğiz.

NAGINI ŞOKU

Yeni Fantastic Beasts filmi münasebetiyle yeni karakterler, yeni diyarlar dedik de peki sevdiklerimiz ne alemde? İlk Fantastic Beasts filminin utangaç yakışıklısı Newt Scamander, bu filmde hiç de arka plana itilmemiş; aksine, kendisiyle alakalı pek çok önemli bilgiyi bu film sayesinde edineceğiz. İlk olarak bu filmle birlikte Newt ve Tina’nın yakınlaşması artık yepyeni bir boyut kazanmış durumda. J.K. Rowling’in 2001 yılında kaleme aldığı Fantastic Beasts and Where to Find Them adlı kitapta da belirtildiği gibi, Newt ve Porpentina Scamander çifti emekliliklerini Dorset’teki evlerinde huzur içinde geçirecekler. Scamander çiftinin evliliğe bir adım daha yaklaşmasını izlemek keyifli olacak ancak bu mevzunun öyle sıfır problemle vuku bulacağını da sakın düşünmeyin. Yeni Fantastic Beasts filmiyle birlikte Newt’un hem ailesine hem de geçmişine dair pek çok gizem ortaya dökülecek. İsterseniz konuya ilk olarak Leta Lestrange’dan girelim: Zoe Kravitz tarafından canlandırılacak olan bu gizemli kadın, Newt’un geçmişi-

Harry Potter evreninin en kilit karakterlerinden biri de hiç şüphesiz, korkunç yılan Nagini! Filmin fragmanlarından önce açıklanan kadroda Claudia Kim’in adını görmek bizi fazlasıyla heyecanlandırmıştı. Fakat Netflix’in sevilen tarihi dizisi Marco Polo’da gösterdiği başarılı performansla ünlenen Claudia Kim’in Potter evrenine transferi pek çok soru işaretini de beraberinde getirdi. Bunlardan en önemlisi güzel yıldızın hangi rolle bu evrene dahil olacağıydı. Fragmanlarda Claudia Kim’i Nagini rolünde gördüğümüzde gözlerimize inanamadık! Voldemort’un evcil yılanı Nagini’nin kimliği artık açığa çıkmıştı. Nagini, Maledictus adı verilen bir ırka mensup ve doğuştan kanında mevcut bulunan bir lanet yüzünden bir hayvana dönüşebiliyor. Maledictus’ların tamamının cinsiyeti kadın ve bu lanet, anneden kıza taşınabilen ve asla bozulamayan bir durum. Belki bu filmde değil ancak Fantastic Beasts serisinin gelecek filmlerinde Voldemort’un Nagini ile buluşmasını da göreceğiz ve sırf o sahnelerin nasıl olacağını düşünürken bile heyecandan yerimizde duramıyoruz. Bu arada Nagini karakteri için yapılan oyuncu seçimi sosyal medyada kısa bir deprem etkisi

SCAMANDER BİRADERLER

25

nin gölgede kalan parçalarından. Newt’la bir dönem çok samimi bir ilişki içerisinde olduğuna dair dedikodular Hogwarts’ın koridorlarından Paris sokaklarına kadar sızmış durumda. Bununla beraber Leta Lestrange şu anda Newt’u geride bırakmış ve hayatına bambaşka bir yön vererek nişanlanmış. Tabii nişanlısı Newt’un erkek kardeşi olunca tahmin edersiniz işler daha da sarpa sarıyor. İngiliz tiyatro oyuncusu Callum Turner tarafından canlandırılacak olan Theseus Scamander ise, ağabeyi Newt’un adeta zıt kutbu! Newt ne kadar kendi iç dünyasında yaşayan, utangaç ve sakin bir insansa Theseus da aynı ölçüde dışa dönük, konuşkan ve lider ruhlu bir yapıya sahip. Üstelik büyü aleminde hatırı sayılır bir şöhrete de sahip bu genç ve yakışıklı adam! Fragmanlarda sırt sırta dövüştüklerini görmesek iki dünya bir araya gelse anlaşamazlar derdik ancak belli ki Scamander biraderler, Fantastic Beasts’in kalabalık kadrosunun en renkli ortaklığına imza atacaklar. Bir yanda Newt, bir yanda Leta ve diğer yanda Theseus! Bu tuhaf aşk üçgeninden büyük sürprizler bekliyoruz.


TARİH

PATARA KAZILARI 30. YILINI KUTLUYOR

Bu yıl Patara Antik Kenti’ndeki kazı çalışmalarının 30. yılı kutlanıyor. Son iki yıldır Türkiye İş Bankası’nın desteğiyle Prof. Dr. Havva İşkan liderliğinde yürütülen kazı çalışmalarında Likya tarihi yeniden yazılıyor!

T

arih boyunca sayısız medeniyete ev sahipliği yapan Anadolu, arkeolojik açıdan dünyanın en zengin topraklarının başında geliyor. Dört bir tarafında müthiş hazineler barındıran bu bereketli topraklar, maalesef uzun yıllar hak ettiği değeri göremedi. Fakat gerek arkeoloji bilincinin artması gerekse özel sektör kuruluşlarının bu alana destek vermeye başlaması, bu tablonun son yıllarda ciddi şekilde değişmesini sağlıyor. Şimdi sizleri özel sektör-üniversite işbirliklerinin en dikkat çeken örneklerinden birine götürmek istiyoruz. Türkiye’nin zengin arkeolojik varlığının gün yüzüne çıkarılması ve korunması amacıyla uzun soluklu projelere katkı sunan Türkiye İş Bankası, iştiraklerinden Şişe ve Cam Fabrikaları A.Ş. ve Türkiye

Sınai Kalkınma Bankası ile birlikte iki yıldır Patara Antik Kenti’nde yapılan kazı çalışmalarına destek veriyor. Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Klasik Arkeoloji Bölümü öğretim üyelerinden Prof. Dr. Havva İşkan Işık liderliğinde sürdürülen çalışmalar, sadece Anadolu topraklarının medeniyet tarihine ışık tutmakla kalmıyor, dünya kültür mirasına da çok önemli katkılar sağlıyor. 2012’den bu yana dünyanın önde gelen açık hava müzelerinden biri olan Zeugma Antik Kenti’nde yürütülen Muzalar (Esin Perileri) Evi’nin kazı çalışmalarının da sponsorluğunu üstlenen İş Bankası, ülkemizin kültürel zenginliklerinin korunması ve gelecek kuşaklara aktarılması konusundaki değerli desteğini önümüzdeki yıllarda da sürdürecek.

TARİH YENİDEN YAZILIYOR

Antalya’nın Kaş ilçesinin Kalkan beldesi yakınlarında bulunan Likya Birliği ve Eyaleti’nin başkenti Patara, günümüze oldukça iyi biçimde ulaşan tiyatro, meclis, tapınak, horrea (depo yapıları), stadyum, hamam ve kiliseleri ile görkemli bir örenyeri resmi sergiliyor. Burası, “Deniz Feneri” ve “Yol Kılavuz Anıtı” gibi benzersiz anıt eserlerin yanı sıra, 1905 yılına ait ilk Osmanlı Telsiz Telgraf İstasyonu’nun da bulunduğu bir külliyeye de ev sahipliği yapıyor. Yaşam izlerinin milattan 4 bin yıl önce başlayıp, milattan sonra 14. yüzyıla kadar kesintisiz olarak sürdüğü Patara’da kazı çalışmalarının 30. yılını kutluyor. 30 yıl aslında uzun gibi görünse de, arkeolojik bir kazı için oldukça kısa bir süre. Kafanızda resmin daha iyi canlanabilmesi için, Pompei’nin 1748’den, Efes’in 1863’den, Hattuşa’nın 1906’dan, Bergama’nın ise 1878’den bu yana kazıldığını söyleyelim. Yani daha kazacak çok ama çok yer var! Prof. Dr. Havva İşkan liderliğinde yürütülen kazı çalışmalarında şu sıralar kentin kamu 26

yapıları ve mezarlıkları üzerine yoğunlaşılmış durumda. İşkan’ın verdiği bilgiye göre, bu yapılar arasında tiyatro, meclis binası, Liman Hamamı, Tepecik yerleşimi, Yol Anıtı, Liman Caddesi, bazilika, Mezar Kilisesi, kent kapısı, Suriçi Kilisesi ve deniz feneri bulunuyor. Ayrıca Tepecik Nekropolü, Markia anıt mezarı, 52 ve 53 numaralı anıt mezarlar ve çok sayıda yeraltı oygu mezarları olmak üzere mezarlık alanlarında çalışmalar sürüyor. Prof. Dr. Havva İşkan, Patara kazılarında elde edilen sonuçlar ve yapılan yayınlarla Likya tarihinin yeniden yazıldığını söylüyor. Patara’nın ulusal ve uluslararası bilim camiasında pozitif tanınırlığı yüksek bir kazı olduğunu söyleyen İşkan, “Patara Kazıları, ayrıca çalışma yöntemleri, yayın ilkeleri ve kültür varlıklarını koruma mücadelesi ile de model oldu” yorumunda bulunuyor. Peki kazı çalışmalarında bundan sonrası için planlar neler, şimdi biraz da ona değinelim. Arkeologlarla birlikte epigrafi, nümizmatik, jeoarkeoloji, jeofizik, antropoloji, restorasyon, mimarlık ya da su yapıları mühendisliği gibi farklı bilim dallarından 50 kişilik ekibin yer aldığı kazı çalışmalarında bu sezon Bazilika kazısının bitirilmesi planlanıyor. Nero Hamamı ve çevresindeki surlar ile yanlarındaki Merkez Hamamı kazıları, önümüzdeki beş yıl içinde Liman Caddesi ile birleştirilecek. Tepecik Akropolisi ise daha uzun yıllar çalışılacak bir alan olacak; zira tümüyle açılması hedefleniyor. Bir de kent kapısı ile Liman Hamamı arasında kalan alanda çalışmalar yapılacak. Bu kazılarla birlikte koruma ve restorasyon projeleri de eş zamanlı yürüyecek tabii ki. Tiyatro, Küçük Hamam ve Korint Tapınağı’nın kazıları restorasyon başlangıcında yapılacak. Bu arada Liman Hamamı ve deniz fenerinde restorasyon projelerinin de bitmek üzere olduğunu söyleyelim.



TEKNOLOJİ

GELECEĞİN HASTANESİYLE TANIŞIN Londra’da hizmet veren Great Osmond Street Hospital, yeni geliştirilen DRIVE adlı teknoloji sayesinde adeta bilim kurgu filmleriyle yarışan bir hizmet sağlıyor.

G

elecekte geçen filmleri ya da dizileri izlediğinizde aklınızdan sizin de o teknolojilere sahip olma isteği geçmiyor mu? Mesela Altered Carbon’un organ ve beden değişimi üzerinden insanlığı ölümsüzlüğe yaklaştırdığı senaryo kulağa hiçte fena gelmiyor. Blade Runner 2049’daki replicant adlı android’lerin tehlikeli işlere sürüklenip insanlara daha steril yaşam koşulları sunması hastalık riskimizi adeta sıfırlamıyor mu? Prometheus filmindeki adeta her eve sığabilecek olan ve her türlü ameliyatı yapabilen kabin gerçekten de hayatımızı değiştirmez miydi? İnanın bunlar asla bilim kurgunun fantezileri olarak kalmayacak. Star Trek nasıl 50 sene önce cep telefonunu müjdelediyse bu tarz teknolojiler ya da muadilleri de bir noktada hayatın akışına kazandırılacaklar. Hatta Londra’da faaliyet gösteren çocuk hastalıkları hastanesi Great Osmond Street Hospital, “geleceğin hastanesi” olmanın ilk adımını attı!

DRIVE DA NE?

Teknolojinin en yeni nimetlerinden biri olarak lanse edilen DRIVE kod adlı ünite, şimdilik dünyada bu alanda kullanılan tek mekatronik örnek. University College London, Great Osmond Street Hospital ve mekatronik camiasının önde gelen isimlerinin ortak çalışmalarıyla tasarlanan bu ünite, hem fiziksel bir yapıya hem de benzersiz bir yapay zeka işlem hacmine sahip. DRIVE’ın tasarımı, doktor-hasta ilişkisinin en verimli düzeyde ilerleyebilecek versiyonuna olanak sağlama amacıyla yapılmış. DRIVE, hastane bünyesinde hizmet veren pek çok farklı yapay zeka tabanlı işletim biriminin kontrol ve veri kaydını sağlıyor. Project Fizzyo kod adıyla ilk kez bu hastanede denenen bir işlemi yöneten DRIVE, çocuklarda var olan solunum yetmezliği şikayetlerinin gelecekte yol açabileceği kompli-

kasyonları hastaların vücuduna yerleştirilen nano-teknolojik makineler sayesinde takip altına alıyor. Bu makineler mikroskobik boyutlarda oldukları için hastanın gündelik yaşamına olumsuz bir etkisi bulunmuyor. DRIVE, hastayı merkeze alan ve doktorla arasındaki iletişimi, hastanın şikayetinden en kısa sürede kurtulabilmesini hedefleyen bir biçimde düzenlemeye de önayak oluyor. Hastanın tüm biyolojik geçmişi, gelişmiş yapay zeka destekli taramaların ardından direkt olarak hekime yönlendiriliyor ve bu sayede hekim, hastadan eksik bilgi alma riskine girmeden, uygulanabilecek en doğru tedavinin yöntemini saptıyor. Sonrasında mikronluk ölçekteki ameliyatlar bile robotlar tarafından hekimlerin gözetiminde uygulanıyor ve hasta en kısa sürede rehabilite edilerek hastaneden uğurlanıyor.

MAKİNELERİN YÜKSELİŞİ

Bu hastanede kan vermek, tansiyon ölçtürmek, serum, lokal ve genel anestezi gibi pek çok şeyi DRIVE’ın yönettiği robotlar hallediyor. Hasta kaydınızdaki değerler her yeni eklenen veriyle karşılaştırılıyor, iyiye ya da kötüye gidiş gözlemlenirse dosyanıza not düşülüyor ve bu bilgiler yalnızca hastanenin kendi arşivine değil, direkt olarak sağlık bakanlığına da gönderiliyor. Böylece tedavinize başka bir hastanede devam etmek isterseniz şahsi verileriniz en güncel haliyle hekiminize ulaştırılmış oluyor. Tıpkı yazının başında bahsettiğimiz gibi, filmlerde ve dizilerde gördüğümüz ultra teknolojik sağlık servisleri artık hayal değil. Üstelik İngiltere gibi halkına sağlık hizmetlerini tamamen ücretsiz olarak sunan devletler şimdiden bu değişimin külfetiyle başa çıkabilmek adına dünyaca ünlü markalarla masaya oturarak bu hizmetleri en kısa zamanda ülke çapında yürürlüğe sokmayı amaçlıyorlar. Peki diğer ülkeler ne yapar? 28

Sağlık sektöründe çağ değiştirecek bu devinimi nasıl karşılar? Sağlık hizmetleri daha da astronomik rakamlara mı yükselir? Tüm bu soruların cevaplarını zaman gösterecek ancak teknoloji adeta ışık hızıyla gelişmeye ve yaygınlaşmaya devam ediyor. Bir noktada bu tip sağlık hizmetleri erişebileceğimiz mesafelere yaklaştığında bunlardan mahrum kalmak istemeyiz! İnsan hayatını makineye teslim etmek pek çokları için büyük tabu. Ancak kabul etmeliyiz ki tabuları yıkmadıkça, yeni nesillerin daha sağlıklı olmalarının önüne dikilmiş engellerden farkımız kalmayacak. Cebimizdeki teknolojinin hayatımızı nasıl değiştirdiği ortada. Umarız sağlık sektörünün kaderini değiştirecek bu teknolojiler de kısa sürede hayatımıza entegre olur ve daha sağlıklı bireyler olarak yaşama devam edebiliriz.



TEKNOLOJİ C64 Mini

EVLERDE RETRO OYUN KONSOLU DEVRİ Çocukluğu 90’lı yıllarda geçenler için bugün retro olarak tabir edilen ev tipi oyun konsollarının yeri çok ayrıdır. Video oyunları ve oyun konsolları piyasası, son dönemde işte bu retro cihazların dönüşüyle gündemde.

SUPER NINTENDO CLASSIC MINI Nintendo’nun retro oyun konsolları piyasasına ilk girişi NES Classic Mini ile oldu. Bu mini retro konsolun yakaladığı başarı, hem Nintendo’nun hem de oyun dünyasının efsane konsolu Super Nintendo’nun çıkışına ön ayak oldu. Nintendo firması yine müthiş bir iş çıkarmayı başarmıştı. Hem SNES’in (Super Nintendo Entertainment System) mükemmel bir kopyasına imza atarak tasarımdan ödün vermemiş hem de muazzam bir oyun kütüphanesi sunarak oyunseverlere arzu ettikleri klasikleri oynama şansını vermişti. NES Mini konsolunda yaşanan bazı ufak tefek sıkıntılar düzeltilmiş olsa da bu problemlerin birkaçı halen mevcuttu; ancak konsolun içinde yüklü olan 21 oyun bu sıkıntıları unutturacak kadar iddialı bir seçki sunuyordu. Aslına bakarsanız Nintendo’nun ve SNES konsolunun milyonlarca satış yapmasını sağlayan üç önemli demirbaşın bu konsolda yer alıyor olması bile oyunseverlere bu konsolu aldırmak için yeterliydi. Zelda: A Link to the Past, Super Punch Out ve Super Mario World’ü tekrar orijinal platformunda oynama keyfinin verdiği mutluluk tarif edilmesi güç cinstendi. SNES Classic Mini’nin yeni nesil televizyonlara uyumlu HDMI çıkışı bu klasik oyunlara müthiş bir görsellik katsa da Nintendo her oyuna retro etkisini köküne

dek hissettiren bir opsiyonla adeta tüplü televizyonlarda oyun oynuyormuş hissini veren görüntü filtresi de kattı. Bu filtre sayesinde istediğiniz an 1080p’nin jilet gibi görüntüsüne geçiş yapıp istediğiniz an çocukluğunuzda odanıza konan 36

30

ekranın dünyasına geri dönebiliyorsunuz. Aslında bu konsolun yegane eksiği oyun kumandalarının kablolu oluşu ve bu kabloların gerçekten de kısa olması. Bunu da düzeltmiş olsalar bizce tüm zamanların en iyi retro konsoluna imza atacaklarmış.


ATARI FLASHBACK 8 GOLD DELUXE

Ev tipi oyun konsolu üreten ilk şirket olması nedeniyle oyun konsolları hatta video oyunlar dendiğinde akla ilk gelen markanın Atari olması elbette sürpriz değil. O yüzden bu şirkete ait olan retro konsola da piyasanın en iyilerinden biri olmak yakışır! AtGames’in Atari ile ortaklaşa geliştirdiği bu konsolda 130’dan fazla retro oyun bulunuyor. Sırf bu sebeple bile piyasadaki rakiplerine fark atan Atari’nin oyunları, yeni oyunlar dünyasında büyümüş çocuklara fazla “basit” gelebilir; ancak kıymetini bilenler için bu oyunların her biri hazine değerindedir. Adventure, Yar’s Revenge, Swordquest ve Pitfall gibi onlarca zamansız klasiğin bir arada olduğu bu retro konsol, gerçek anlamda her eve lazım bir ürün. İçinden hem joystick hem de paddle tipi kumandalar çıkan bu konsolda ne mutlu ki kumandalarla kablo sorunu yaşamayacaksınız; zira dört kumandanın dördü de kablosuz teknolojiye sahip ve şarjları neredeyse bir hafta kadar gidiyor. 720p HDMI görüntü kapasitesine sahip olan bu konsolda, o yılların Atari’lerinde olmayan oyunu durdurma, kaldığını yeri kaydetme ve yandığınız noktayı geri alma gibi seçenekler de bulunuyor. Düşünsenize belki de çocukluğunuzda o hiç bitiremediğiniz Atari klasiklerini bu sayede bitirebileceksiniz. Çocukluğunda evinin bir köşesinde bulunan ve yıllar içerisinde tozlanan Atari 2600 nostaljisini yaşamak, daha da önemlisi genç jenerasyonlara yaşatmak isteyenlere bu konsolu şiddetle öneriyoruz.

SEGA MEGADRIVE CLASSIC CONSOLE

Tüm zamanların en önemli oyun konsollarından bazılarına imza atan SEGA’ya ait bir ürünün bu listede yer almaması elbette düşünülemezdi. Bildiğiniz gibi SEGA konsol üretimini 2000’lerde durdurdu ve artık sadece oyun üretiyor. Bu oyunlar başka platformlarda çalışıyor olsalar da özellikle çocukluğu 90’lara denk gelen jenerasyon için SEGA’nın yeri herkesten ayrıdır. İçerisinde 81 oyun yüklü olarak satılan bu konsolun arşivinde yok yok! Tüm Sonic serisi, Mortal Kombat 1-2-3, Altered Beast, Streets of Rage, Virtua Fighter ve Golden Axe... Bu oyunların tümü SEGA klasiği değil, içlerinde zamanında “atari” salonlarını da sallayan, marka olmuş oyunlar da var. Üstelik oynayabilecekleriniz sadece bu 81 oyunla da sınırlı değil. İçerisindeki SD karta

internette bulunan SEGA kütüphanesinden istediğiniz oyunu indirebiliyorsunuz. Hatta atmadığınız ve bir yerlerde sakladığınız Mega Drive oyunlarınız varsa, takın kartuş yuvasına; bu retro sistem onları da sorunsuz oynatıyor. Daha ne olsun? Bu arada oyun pad’leri de kablosuz ancak wireless menzili biraz kısa o yüzden salonun öbür ucundan oynamaya kalkmazsanız iyi edersiniz. 81’i içinde, sınırsız oyun seçeneğine sahip bu konsol, gerçek SEGA hayranlarına keyif dolu saatler, günler ve hatta haftalar yaşatacak.

C64 MINI

80’ler denildiğinde akla gelen ilk konsol markası elbette efsane Commodore 64’tür! Bu muazzam bilgisayar belki salt bir oyun konsolundan çok farklıdır; ancak oyun dünyasına yaptığı katkı, efsane oyun firmalarının kurulmasına ve oyun geliştiricilerin sektörel anlamda isim yapmasına fırsat vermiştir. Kısacası Commodore 64, “oyunları” bir sonraki seviyeye taşıyan markadır. 1982 yılında ilk kez piyasaya çıkan Commodore 64, 35 yılı aşkın bir süreden sonra yeniden retro hayranlarıyla buluşuyor. İçerisinde toplam 64 adet oyunla yüklü gelecek olan C64 Mini, Epyx, Gremlin Graphics, Hewson ve Bitmap Brothers gibi efsanevi oyun firmalarının arvişlerinden oyunlar içerecek. California Games, Speedball 2: Brutal Deluxe, Paradroid ve Impossible Mission gibi kült klasiklerin tamamını ve çok daha fazlasını bu muazzam mini bilgisayarda oynayabileceksiniz. Spor oyunları, platform aksiyon oyunları, puzzle oyunları ve daha pek çok klasikleşmiş oyun türünün ilk örnekleri C64 Mini’de sizleri bekliyor. Bu arada C64 Mini sadece oyun oynatmıyor. Önceden de belirttiğimiz gibi, Commodore 64 bir bilgisayar ve bu mini modeli de tam fonksiyonlu olarak çalışıyor. BASIC dilinde program yazabildiğiniz hatta bu programa diline hakimiyetiniz ölçeğinde kendi oyunlarınızı yaratabileceğiniz enfes bir cihazla karşı karşıyasınız. Tüm zamanların en etkileyici bilgisayarlarından birini, evinize yeniden buyur etmeye hazır mısınız?

PLAYSTATION CLASSIC

PlayStation, konsol dünyasında aynı marka adı altında konsollar üreterek zirvede yer almayı 31

başaran yegane isim. Bunda Sony’nin sürdürülebilir teknoloji ve ekonomi planının da payı büyük elbette. Konsollarını sürekli yenileyen, güncelleyen ve yüksek ölçekli teknolojik üretimini de bu konsolun etrafına habitat oluşturacak şekilde kurgulayan Sony, bugün halen konsol dünyasının zirvesinde. Hem yaşı yetmeyen oyunseverler hem de bu muazzam klasikle çocukluğunda tanışma şansı yakalamış olan yüksek rütbeli gamer’lar için bulunmaz bir nimet olan PlayStation Classic, tanıttığımız konsollar arasında piyasada bulunmayan yegane ürün. Dünya çapında satışı 3 Aralık’ta başlayacak olan ve 100 dolar civarı bir ücretle satılması beklenen bu retro konsolun içerisinde 20 oyun bulunuyor. Sony, bu oyun listesinin tamamını henüz açıklamamış olsa da içerikte yer alması kesinleşen oyunlar iştahımızı kabartmaya yetti! Final Fantasy VII, Jumping Flash, Ridge Racer Type 4, Tekken 3 ve Wild Arms şimdiden konsolda yer alacağı kesinleşen oyunlardan birkaçı. PlayStation’ın bu klasik modeli dünyada 100 milyon adet üretilip satılan ilk oyun konsolu olma özelliğini taşıyor. Oyunseverlere eşzamanlı üretilen 3D görsellerle oyun oynama fırsatını sunan ilk konsol olma özelliğini de taşıyan PlayStation Classic, gaming dünyasında, oyunun kurallarını değiştiren ilk konsoldu. Orijinal boyutundan yüzde 45 daha küçük ebata sahip olan bu mini retro model, gittiğiniz her yere sizle gelebilecek ölçüde. Sadece Final Fantasy VII’yi o anılarımızdaki haliyle oynamak için bile bu paraya kıyabiliriz!


TEKNOLOJİ

HUAWEI MATE 20 ILE ÜST DÜZEY TELEFON KEYFİ Akıllı telefon pazarının popülerliği her geçen gün artan markası Huawei, uzun süredir beklenen Mate 20 serisini Londra’da tanıttı. Şirketin yeni amiral gemi modelleri olan Mate 20 ve Mate 20 Pro, üstün özellikleriyle dikkat çekiyor.

1

987’de 35 bin dolarlık bir sermayeyle kurulan Huawei, ilk 3G cep telefonu olan The U626’yı 2004’te satışa çıkarmıştı. 14 sene içerisinde şirketin yakaladığı ivme gerçekten de muazzam. Günümüzde 180 bin çalışanıyla 92 milyar dolarlık bir büyüklüğe erişen Huawei, dünyanın en önemli teknoloji şirketlerinden birine dönüşmüş durumda. Almanya, İsveç, ABD, Fransa, İtalya, Rusya, Hindistan ve Çin de dahil olmak üzere birçok ülkede 15 farklı Ar-Ge merkezi bulunan Huawei, cirosunun yüzde 15’ini bu merkezlere ayırıyor ve bu rakam 14 milyar dolar gibi müthiş bir paraya tekabül ediyor. Çinli dev, bunca Ar-Ge merkezinin hakkını verecek ürünler ve teknolojiler çıkarmaya da ara vermeden devam ediyor. Tıpkı son dönemin en yenilikçi akıllı telefon modellerinden Huawei Mate 20 serisinde olduğu gibi... Dünyanın ilk 7nm yapay zekâ destekli yonga setine sahip Kirin 980’le birlikte gelen yeni Mate 20 serisi, geçtiğimiz ay Londra’da oldukça geniş bir katılımla tanıtıldı. 6.53 inç’lik dev bir ekranla gelen ve 2244x1080 piksel ekran çözünürlük sunan Mate 20, pazardaki tüm modellere meydan okuyacak özelliklere sahip. Son dönemin en yenilikçi akıllı telefon modellerinden Huawei Mate 20, sıra dışı özellikleriyle dikkat çekiyor:

YÜKSEK PERFORMANS

7nm değerindeki Kirin 980 yonga seti, basit tabiriyle tırnak büyüklüğünde 6,9 milyar transistörü barındırıyor. Yeni Huawei Mate 20 serisi, 10nm yonga setlerine kıyasla 1,6 kat transistörle, AI yonga seti yüzde 20 geliştirilmiş performans ve yüzde 40 verimlilik sağlıyor. Kirin 980, Cortex-A76 tabanlı çekirdek yapısı ile yüzde 75 daha güçlü ve yüzde 58 daha verimli ilk yonga seti olma özelliğine sahip. Kirin 980, yonga seti, iki büyük Cortex-A76 tabanlı çekirdek, iki orta boyutlu Cortex-A76 tabanlı çekirdek ve dört küçük Cortex-A55 çekirdekten oluşan, üç katmanlı yenilikçi bir mimari ile tasarlandı. Bu eşsiz mimari, geniş bir işlem yelpazesinde dahi eş zamanlı olarak olağanüstü bir performans ve verimliliğe imza atıyor.

MÜTHİŞ KAMERA SİSTEMİ

Huawie Mate 20 serisi piyasadaki en iyi akıllı telefon kamera sistemine sahip. Ultra geniş açı lens desteğiyle gelen üçlü Leica kamera, kullanıcılara geniş bir perspektiften çekim seçeneği sunuyor ve sinematik sonuçlara imza atmalarını sağlıyor. Mate 20 serisinin yeni kamera sistemi, objektiften 2,5 cm uzaklığa kadar nesnelerin net görüntülerinin çekilmesine imkân veren makro özelliği ile de bir ilke imza atıyor. Cihazın ultra geniş açılı ve makro desteği sunan lens yapısı, Mate 20 serisini aynı zamanda çok yönlü bir kamera haline getiriyor. Seri, yapay zekâ destekli kamera moduna da sahip. Kullanıcılar bu modu kullanarak, çektikleri video içeriklerinin tonunu, doygunluğunu ve parlaklığını otomatik olarak ayarlayabiliyor. Cihaz ayrıca hazır modlara da sahip. Mate 20 serisi, görseldeki insan unsurlarını ayırarak ve etrafındaki renklerin canlılığını artırarak, kişileri daha çarpıcı bir şekilde vurgulayabiliyor.

ŞARJ ARTIK SORUN DEĞİL

Tamamen verimlilik odaklı olarak tasarlanan Huawie Mate 20 Serisi, gün boyunca kullanıcılarını yalnız bırakmayacak pil gücüyle de dikkat çekiyor. Huawie Mate 20, 4000mAh batarya ile gelirken, Huawie Mate 20 Pro 4200mAh Huawie Mate 20 X ise 5000mAh gücündeki bataryası ile öne çıkıyor. Huawie SuperCharge özelliği, 40W’a kadar yüksek hızda şarj desteği sunuyor. Örneğin Huawie Mate 20 Pro, 40W HUAWEI SuperCharge adaptörüne takıldığında, 30 dakikalık bir şarj esnasında yüzde 70’lik pil dolum oranına ulaşıyor. Huawie Mate 20 Pro, Huawie Kablosuz Hızlı Şarj ürünü ile 15W gücünde kablosuz şarjı da destekliyor. 30 dakikalık bir kablosuz şarjla batarya yaklaşık yüzde 30 oranında dolum gerçekleştirebiliyor. Bir başka çığır açan teknoloji ise Huawie Mate 20 Pro’nun Kablosuz Ters Yönlü Şarj Ünitesi. Cihazın güçlü batarya kapasitesinin gerektiği durumlarda, diğer destekleyen cihazlarla da paylaşılmasına olanak tanıyan bu teknoloji, Mate 20 Pro’nun hayatı kolaylaştıran bir diğer özelliği. 32

3D MODELLEME

Mate 20 serisinde şimdi burada tümünü yazamayacağımız kadar devrimsel özellik bulunuyor. Örneğin anlık 3 boyutlu modelleme ve hızlı video montaj imkanı bunlardan biri. Ön kameradaki üç boyutlu kamerayı kullanarak telefon gerçek hayattaki objeleri tarayıp eğlenceli emojiler ve videolar yaratılmasını sağlıyor. Ayrıca telefon bu taramayı animasyonlu emojiye çevirebiliyor gerçek hayattaki oyuncak bir pandayı danseden bir pandaya dönüştürebiliyor. Seride hafıza kartı tarafında da önemli bir değişiklik göze çarpıyor. microSD’yi desteklemeyen Mate 20 serisi, nanoSD kartları destekliyor. Böylelikle Huawei, telefonlarda yeni bir akımı da başlatmış oluyor. Ekran üstünden parmak izi okuyucu özelliğine sahip Mate 20, hızlı yüz tanıma özelliğiyle de dikkat çekiyor. Mate 20 kutudan EMUI 9 arayüzüyle ve Android 9 Pie işletim sistemiyle geliyor. EMUI 9 ile birlikte uygulama açılış hızı yüzde 51, tepki süresi ise yüzde 47 arttırılmış. Suya ve toza karşı dayanıklılık için günümüzde birçok akıllı telefonda yer alan IP68’in aksine, Mate 20 modeli IP53 sertifikası ile geliyor. Cihazın batarya kapasitesi ise 4000 mAh ile dikkat çekiyor. Bu ay Türkiye’de satışına başlanacak Mate 20 modeli Avrupa’da 799 Euro, Mate 20 Pro 1.049 Euro ve Mate 20 X de 899 Euro’dan satılacak. Huawei bu üç model dışında limitli özel üretilmiş Porsche Design Mate 20 RS serisi telefonu ve Huawei Watch GT akıllı telefonu da tanıttı.


MÜZİK Kasım 2018

S

SUPER BOWL’A RIHANNA VETOSU

uper Bowl’un devre arasında sahne alacak sanatçı aranıyor! Son iki yıla damga vuran milli marş protestoları ertesinde işler iyiden iyiye sarpa sarmış durumda. Konuyu daha iyi anlatabilmek için isterseniz önce 2016 yılına, yani protestoların başlangıcına dönelim. Colin Kaepernick, Amerikan futbol ligi olan NFL’in önemli oyuncularından biriydi; ancak tüm dünyanın adını öğrenmesi 2016’da başlattığı protesto hareketi sonrasında gerçekleşmişti. Kaepernick, maç öncesinde Amerikan milli marşı okunurken ayağa kalkmadan diz çökmeye devam ettiğinde adeta bir infial yaratmıştı. Bu protestonun nedeni ise ABD özelinde yaşanan toplumsal bir yaraydı. Kaepernick, ülkedeki polislerin siyahilere yaptığı insanlık dışı uygulamalardan dolayı milli marş protestosuna devam edeceğini açıkladı. Kaepernick’in protestosunun bir diğer sebebiyse, Afrika kökenli Amerikan vatandaşlarının ölümüne sebebiyet veren polislerin hiç ceza almadan kurtulmalarıydı.

M

Kaepernick’in protestosu hem NFL’de hem de saha dışında büyük yankı buldu. Başkan Trump bile konuya dahil olup bu sporcuyla alakalı kınama tweet’leri attı. 2017 yılındaysa Kaepernick takımında kızağa çekildi ve o günden bugüne oynatılmıyor. Ayrıca NFL de federasyon bazında kendisine dava açtı! İşte bu dava ertesinde özellikle de siyahi sanatçıların Super Bowl’dan gelecek tekliflere ne cevap verecekleri merak ediliyordu. Bilindiği gibi Super Bowl her sene dünya televizyonlarının en çok izlenen spor yayını oluyor ve bu maçların devre aralarında sahneye çıkan sanatçı ve gruplar sene boyunca adlarından söz ettiriyorlar. Bugüne dek Michael Jackson, Rolling Stones, Bruce Springsteen, Prince, Lady Gaga, Beyoncé, Red Hot Chili Peppers, Bruno Mars ve Katy Perry gibi onlarca sanatçı ve müzik grubunun sahne aldığı bu organizasyon, 2019 yılındaki maç için sahneye çıkaracak isim bulmakta zorlanıyor! Yaklaşık bir senedir Rihanna ile görüşen NFL

yetkilileri seksi yıldızdan veto yedi. Super Bowl, şimdilik Maroon 5 ile anlaşmış durumda ancak bu seçime de tepkiler çığ gibi büyüyor. Atlanta’da düzenlenecek olan Super Bowl’un tamamen “beyaz” bir müzik grubuyla anlaşma aşamasında olması tüm sanat camiasından tepki gördü. Atlanta’nın siyahi nüfusu herkesin malumu, buradan son yıllarda çıkan dünyaca ünlü siyahi sanatçılardan hiçbirine teklif bile götürülmemesi özellikle de sosyal medyada büyük tepki çekti. Hatta Atlanta menşeli sanatçılar Outkast, Gucci Mane, Ludacris, Soulja Boy, Cee Lo Green, Jeezy, Lil’ Jon, Jermaine Dupri de Super Bowl günü halka açık, ücretsiz bir konser düzenleyeceklerini açıkladılar! Maçın boykot edilmesinin bile gündemde olduğu şu noktada teklif yapılan tek siyahi sanatçı olan Rihanna’nın da bu teklifi geri çevirmesiyle birlikte NFL’in krizi yönetememesi popüler müzik camiasının gündeminde zirveye yerleşti. Bakalım önümüzdeki üç ay içerisinde neler yaşanacak?

SESİ YENİDEN KEŞFEDİN

üzik sizin için bir yaşam biçimi ve evinizin atmosferinin vazgeçilmez bir parçasıysa, Bose Home Speaker 500’le tanışmanızın vakti geldi demektir. İyi müziği, iyi sesle dinlemenin verdiği hazzı pek az şey sunabilir bir müziksevere. Bose, tam zamanlı çalışan bir medya merkeziyle, duyabileceğiniz en kristal berraklıkta müziği aynı hoparlörde buluşturmuş. Bose Home Speaker 500, size pek çok surround özellikli

hoparlörün bile yaşatamadığı “duvardan duvara ses” kalitesini tek başına yaşatma iddiasında. Akıllı telefonunuza indireceğiniz Bose uygulamasıyla Bose Home Speaker 500’ü keyfinize en uygun müzik deneyimini sunması için programlayabileceksiniz. İçerisine dahil olan Amazon Alexa sayesinde ise “sözünüz” Bose Home Speaker 500 için “emir” değerinde olacak! Partinin ortasında sürpriz bir şarkı çalmaya karar verdiğinizde, müzik ne kadar yüksek sesle çalınıyorsa çalınsın, hiç fark etmeyecek! Bose Home Speaker 500, kasasında bulunan dahili sekiz adet mikrofondan komutlarınızı dinliyor olacak. İster dokunarak, ister uygulamanızla isterseniz de sesinizle size arzu ettiğiniz dinleme keyfini yaşatacak olan Bose Home Speaker 500, wi-fi ve bluetooth bağlantıları sayesinde bugüne dek bir hoparlörden aldığınız keyfin çıtasını arşa taşıyor. Spotify, Amazon Music, Pandora, Deezer... Siz nereden müzik dinlemek istiyorsanız Bose Home Speaker 500 size oradan sevdiğiniz şarwww.modern.com.tr/bose 33

kıları çalacak. Akıllı hoparlör konusunda bir devrim yaratan Bose Home Speaker 500’ü Bose Türkiye’nin web sitesinden daha detaylı inceleyebilirsiniz.


RÖPORTAJ

MELİS GÜVEN TEKLİLERİNİ ANLATTI Müzik piyasasında alternatif sesler gün geçtikçe daha sık karşımıza çıkıyor. Yıl içinde yayınladığı iki tekli ile adından söz ettiren Melis Güven, Postkolik’in sorularını cevapladı. Erdem Tatar “Hiç Olmuşsun” ve ardından gelen “Zaman”, oldukça sevilen şarkılar oldu. Senin bu şarkılara aldığın tepkiler ne yönde? Oldukça iyi eleştiriler aldığımı söyleyebilirim. Her iki parçadan da beni şaşırtan ve mutlu eden tepkiler alıyorum. Herkese bambaşka duygular yaşatıyor olmak çok güzel bir his. Tanımadığım insanların hayatlarına birkaç dakikalığına dahil olup onlarla duygu alışverişinde bulunmak gerçekten paha biçilemez.

kodu ortaya çıkıyor. Müzik ve renklerin uyumu benim için önemli.

tempoyu hatta dili belirleyici oluyor. Şarkıyı bunların üzerine inşa ediyoruz.

İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı’ndan mezunsun. Okullu bir sanatçı olmanın avantajları sence neler? Açıkçası okullu olmanın sektörde çok avantajı olduğunu düşünmüyorum. Ancak iyi nota okumak ve müzik disiplini almak tabi ki uygulamada daha efektif olmama yardımcı oluyor.

Kliplerin de oldukça estetik ve şarkıların kimliğiyle iç içe geçen kalitede. Video kliplerinde dikkat ettiğin unsurlar neler? Öncelikle klip çekilecek olan parçanın hissettirdiği duyguları çıkarıyorum. Sonrasında bu mood’u görselleştirmeye çalışıyorum. Böyle yaklaşınca da her parçanın kendine has renk

Bir de The Outsider adlı kaydın var. Seni ilk kez bu röportajla tanıyacak okurlarımız için The Outsider’ı anlatır mısın? Eren Erdol ile seneler önce ortak bir arkadaşımız vasıtasıyla tanıştık. Tanışmamızdan çok kısa bir süre sonra Eren, The Outsider’ın altyapısını paylaştı ve dinledikten birkaç saat sonra sonra da şarkı sözleri ortaya çıkmıştı. Bu parçayı, bir nevi Eren ile tanışma ve kendi içimde yeni bir kapı açmam olarak nitelendirebilirim. Eren ile büyümeyi seviyorum. Sürekli üretim halindeyiz ve durmadan yeni şarkı yapıyoruz. Şu an önceliğimiz Türkçe sözlü yeni şarkılar ama arada tabi ki bu şekilde çalışmalar gelecek.

Modaya bakış açın ve şarkılarının defilelerde kullanılması konusunda düşüncelerin nedir? Modayı yakından takip ediyorum. Dolayısıyla kıyafetleri, saç stilini ve makyajı özenle seçiyorum. Genel anlamda müzik, sahne ve kıyafetin birbiriyle uyum içinde olması gerektiğine inanıyorum. Tıpkı müzik gibi modayı da bir ”ifade şekli” olarak görüyorum. Dolayısıyla müzik ve moda bir araya gelince doğru bir kolektif ilişki ortaya çıkıyor. Elbette bu ilişkinin samimi olması, hitap edilen kitleler ile doğru diyalog kurabilmek açısından da son derece önemli.

Şarkılarında Eren Erdol’un dokunuşlarının da payı oldukça büyük, birlikte çalışmak nasıl bir deneyim? Yaklaşık yedi senedir etle tırnak gibiyiz. Eren’in müziğini okumayı çok seviyorum. Gerçekten okumaktan söz ediyorum, kitap gibi düşünün. Saniyeler ilerledikçe akışına kapılıp kendimi parçanın içinde buluyorum. Birbirimizi çok iyi tanıdığımız için güzel bir ortaklık oluşturduk. Her gün üzerine koyarak, deneyerek ve öğrenerek üretmeye devam ediyoruz. Sanırım bizim için bir çalışmanın hissiyatı; sound’u, 34

Şarkılarının söz ve besteleri sana ait, şarkı yazma disiplinin nasıl? Önce sözler mi, yoksa müzik mi? Şimdiye kadar önce müzik sonra sözler şeklinde ilerledim. Kendi kendime mırıldanıp, enstrüman çalarak kendi kendime kaydettiğim ama henüz profesyonel olarak kaydetmediğim parçalarım da var. Belki bir gün onları da sadece benim olmaktan çıkarıp, herkesle paylaşırım. Söz yazarken hissettiklerimi dile getiriyorum. Benim için anılar, okuduklarım ve yaşanmışlıklar çok önemli. Kafamda dolanan ve rüyalarımda şekle bürünen duyguları kağıda döküyorum. Aslında benim için her şarkım bir hikaye. Her ne kadar devir single devri olsa da bir albüm projen var mı? Yoksa kış sezonunda teklilerle mi devam edeceksin? Bir süre daha peş peşe yayımlayacağım tekliler olacak. Çok geçmeden de ilk albümümü çıkarmayı düşünüyorum.


RÖPORTAJ

GENÇ OSMAN YAVAŞ’TAN İKİNCİ SOLO ALBÜM Mavi Sakal grubunun solistliğini üstlendiği dönemde özellikle İki Yol şarkısıyla hafızalarımızda yer edinen Genç Osman Yavaş, ilk solo albümü Gökyüzü Masmavi’nin devamı olarak tanımladığı ikinci solo albümü Sensizlik Anlatılmaz’ı Postkolik’e anlattı. Gizem Ertürk

2012’de yayınladığın Gökyüzü Masmavi albümünden bu yana nelerle uğraştın? Zaman çabuk geçiyor. Galiba yaratma sürecindeyken dalıp gidiyorum, sonra bir ara kafamı kaldırıp uzaktan bakınca ortada bir sürü fikir olduğunu ama çoğunu yarım bıraktığımı görüyorum. Sonra tıpkı bir odayı toplar gibi tamamlanmaya değer olan işlerim hangisi, karar verip seçtiklerimi tamamlıyorum. Bu illa müzik olmak zorunda değil. Yeğenlerim son üç - dört yılda şimdiye kadar altı tane çocuk kitabı yazmama vesile oldular. Bunlar sayesinde memleketin birçok yerine gidip çocuklarla feci eğlenceli etkinlikler yapabildim. Gitarımı da yanıma alıp onlara da şarkı söyleterek onlara da müzik aşılamış oluyorum. Yani bu geçen altı senede bir nevi yine sahnedeydim ama bunun mutluluğu hiçbir şekilde kıyaslanmaz. Yeni albümün yapım aşaması nasıldı? Sensizlik Anlatılmaz, yine belli bir döneme ait duygularımı ve hikayelerimi barındırıyor. Acele etmeden, sindire sindire hazırladım bütün şarkıları ve aranjmanlarını. Sonra zamanı gelince ve kendimi hazır hissedince de kayıtları menajerime verdim ve gerisini o getirdi. Sonunda yepyeni ama aynı zamanda da ilk albümün devamı sayılabilecek bu albümle dönmüş oldum. Dinleyiciye ne anlatmak iistedin? Güzel ama cevaplaması bir o kadar da zor bir soru. Galiba bu albüm özünde ilk albümümden çok farklı değil. Hatta albümün ismini taşıyan Sensizlik Anlatılmaz, aslında Gökyüzü Masmavi’nin ikinci bölümü... Biraz iç hesaplaşma, biraz kendi zayıf yanlarını ve yanlışlarını görmeye çalışmak, kaotik bir duruma tarafsız yaklaşmak... Ama hep bir umutla, onu kaybetmeden... Nihayetinde her şey için başkalarını suçlamak çok kolay, kendi içine dönüp hataları kabullenmek çok başka, çok farklı bir durum. Artık yirmili yaşlarımdaki fevrilikten de

geriye pek bir şey kalmadı. Yaşın getirdiği bir sakinlik, bir dinginlik var ve yaşadığım her şeyde bunun keyfini çıkarıyorum. Bu durum birçok şeyi özümsememi sağlıyor. Aynı hazzı da elimden geldiğince şarkılara yansıtmaya çalışıyorum. Bu albümde daha fazla ferahlık ve daha az melankoli olmasının sebepleri neler? Bunlar hep insanın içinden geçtiği dönemlerin sonucudur. : ) Galiba son zamanlarda çok fazla dibe vurmadım ve bunun da keyfi bambaşka. Aslında her ikisinin de tadı ayrı. Hepsi besleyici ve şarkı yazma sürecine yardımcı oluyor... Ama peşinen söylemem gerek: Bu albümde de melankoli dozu yine az buz değil. Galiba mutlu bir hikaye anlatırken bile farkında olmadan melankoli baharatına uzanıveriyorum tadı yoğunlaşsın diye... Ama sonuçta benim gibi Yeşilçam filmlerini seven birinin öyle mutluluktan uçuşan şarkılar yazması imkansız. Evet, melankoliyi seviyorum, dönem dönem değiştirdiğim tek şey, ihtiva ettiği orandır. Özdemir Erdoğan’ın Gurbet şarkısını cover’lama fikri nasıl doğdu? Aslında kendiliğinden gelişen bir durumdu. 17 yaşıma kadar İsviçre’de yaşayıp buraya gelince, ardında sevdiklerini, aileni bırakınca insanda bir haller oluyor, yüreğin burkuluyor. Sonra da kazara ya da güzel bir tesadüf sonucu ‘Gurbet’ gibi bir şarkıya rastlayınca olanlar oluyor. Haliyle Gurbet, benim için çok çok özel bir şarkı, cover’lamak gibi bakmadım bile, konserlerde bir başıma çalıyordum şarkıyı... Sonra sonra neden albüme de koymayayım dedim ve oturup grup aranjmanını yaptım. İşin zor kısmına gelecek olursak: Özdemir Erdoğan’ın kapısını çaldıktan sonraki birkaç dakika boyunca düzgün tek cümle bile kuramadım heyecandan. Bildiğiniz ‘hebele hübele’ şeklindeydi ağzımdan çıkanlar ve kendimi çok 35

aptal hissettim. Yine de bir süre buna engel bile olamadım ama bir şekilde bu çocuksu heyecanımı seviyorum. O olmasa, müzik yapmanın da bir anlamı olmazdı. Jehan Barburl ile gerçekleştirdiğin Nefes Al gerçekten çok güzel bir düet olmuş. Bazen karşınızdakiyle tartışır ve birden farklı kelimelerle de olsa aynı şeyleri söylediğinizi fark edersiniz ya... İşte ‘Nefes Al’ bu durumu anlatıyor. Derin bir nefes alıp durmak ve karşındaki ne diyor, dinlemek... Haliyle şarkı yazıldığı andan itibaren bir düetti, bir tek ¨Bunu kim söylemeli¨ sorusu kalıyordu. Kısa birkaç cümlede kendi rengini bu kadar iyi yansıtabilecek, kendine has sesi olanların sayısı çok az, haliyle de Jehan’da karar kılmam çok uzun sürmedi. Kayıtlar bitince bunun çok doğru bir karar olduğunu gördüm. Bütün bunlar bir yana, onca konser arasında vakit ayırıp gelip söylemesi, ifade etmesi zor bir mutluluk. Aylin Aslım’da da, Jehan’da da ne kadar doğru karar verdiğimi görüyorum bugün.


SANAT

YEDİ AYLIK SANAT MARATONU BAŞLIYOR İ

İş Sanat Konser Salonu’nda yeni sezon başlıyor! 8 Kasım akşamı sanatseverlere 19’uncu kez “Merhaba!” diyecek olan İş Sanat, klasik müzikten caza, dünya müziğinden dans gösterilerine, yerli projelerden şiire pek çok etkinliği İstanbullularla buluşturacak.

ş Sanat, sanatseverlerin büyük bir heyecanla beklediği yeni sezonunda yine dünya sahnelerinin önemli isimlerini ve ülkemizden sevilen sanatçıların özgün projelerini İstanbullularla buluşturacak. 8 Kasım’da başlayacak ve Mayıs sonuna dek sürecek bu yedi aylık sanat maratonunda; klasik müzik, caz ve dünya müziğinin en seçkin örnekleri sahnelenecek. Şimdi kemerlerimizi bağlayalım ve İş Sanat’ın 19. sezon programına yakından bakalım:

KLASİKTE MÜTHİŞ İSİMLER

Şurası bir gerçek ki İş Sanat’ın klasik müzik konserlerinin izleyicilerin gönüllerinde ayrı bir yeri oluyor. Yeni sezon, 8 Kasım’da Şef Natalie Murray Beale yönetimindeki Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ve İş Sanat’ın Parlayan Yıldızlar serisindeki genç sanatçılar Emir Kemancı’nın (viyola) ve Gamze Erengönül’ün (keman) vereceği açılış konseri ile başlayacak. Kasım ayından Mayıs ayına kadar birçok etkinlik olacağından liste bir hayli uzun. O yüzden bazılarını yazalım: Klasik müziğin genç yıldızları arasında yer alan ödüllü Fransız piyanist Lucas Debargue, ilham verici yorumlarıyla tanınan ve dünyanın en iyi oda toplulukları arasında gösterilen Basel Oda Orkestrası eşliğinde 20 Kasım, Salı akşamı W. A. Mozart’tan F. Poulenc’e uzanan geniş bir repertuvarla dinleyicilerin karşısında olacak. Eleştirmenlerin günümüzün en The Tiger Lillies

seçkin kemancılarından olduğu konusunda fikir birliğine vardığı, bugün kariyerinin zirvesinde olan Renaud Capuçon, uluslararası platformda önemli topluluklar arasında yer alan ve 30’uncu yılını kutlayan oda orkestrası Wiener Concert-Verein ile 14 Aralık, Cuma akşamı konser verecek. Konserin şefliğini Philippe Morard üstleniyor. Grammy ödüllerine aday gösterilen ilk mandolin sanatçısı olan Avi Avital, 9 Ocak, Çarşamba akşamı klasik ve erken dönem klasiklerine yepyeni yorumlar katan Cappella Gabetta ile müzikal bir ziyafet sunacak. Topluluğun şefliğini ise yetenekli kemancı Andres Gabetta üstleniyor. Günümüzün önemli opera salonları ve şeflerinin vazgeçemediği solistler arasında yer alan, Washington Post’un “gerçek bir diva” olarak söz ettiği mezzo-soprano Magdalena Kožená İstanbul’da. Sanatçıya 9 Şubat, Cumartesi akşamı yenilikçi ve yaratıcı yaklaşımıyla müzik dünyasında farklı bir yere sahip olan The Orchestra of the Age of Enlightenment eşlik edecek. Bu özel akşamda orkestrayı İtalyan Giovanni Antonini yönetecek.

ARTURO SANDOVAL İŞ SANAT’TA

Bu sezonun programında caz tutkunlarını heyecanlandıracak birçok konser de olacak. Klasik pop, caz ve blues’u bir potada eriterek ortaya çıkardığı kendine has stiliyle Sarah McKenzie, 4 Aralık, Salı akşamı kış ortasında İstanbullu müzikseverlerle tanışacak. Mckenzie, piyanist ve şarkıcı kimliğiyle Blossom Dearie, Diana Krall gibi caz dünyasının güçlü kadın müzisyenlerine benzetiliyor. Sezonun dikkat çeken caz konseriyse efsane isim Arturo Sandoval’la gerçekleşecek. Özgürlük Madalyası ile onurlandırılan, Grammy ve Emmy ödüllü Arturo Sandoval, 27 Şubat, Çarşamba akşamı İş Sanat’ta olacak. Dünyanın dört bir yanından müziğin en iyi örneklerini İş Sanat sahnesinde izlemeye bu sezon da devam edeceksiniz. Günümüz elektronik müziğini, geleneksel flamenko müziği ile birleştirerek kendine has bir müzikal dil yaratan Ariadna Castellanos, 25 Ocak, Cuma akşamı İş Sanat’ta 36

olacak. Dark kabarenin karanlık salonlarını punk müzik ile harmanlayan The Tiger Lillies’in sıra dışı performansı 19 Şubat, Salı İş Sanat sahnesinde izlenebilecek. Cirque du Soleil’in baş solisti, muhteşem ses Francesca Gagnon da sezonun iddialı isimlerinden. Gagnon, Cirque du Soleil’in müziklerini besteleyen Rene Duperé ile 11 Nisan, Perşembe akşamı seyircilerin ruhuna dokunacak bir konserle karşınızda olacak. Geceye Türk yaylı dörtlüsü Semplice Quartet eşlik edecek.

DİKKAT ÇEKEN PROJELER

Her sezon yerli konserler kapsamında İş Sanat’a özel projeler üretiliyor. Halikarnas Balıkçısı’nın Mavi Sürgün kitabından esinlenen piyanist ve besteci Sabri Tuluğ Tırpan, kitapla aynı adı taşıyan eserinin prömiyerini 15 Mart, Cuma akşamı İş Sanat sahnesinde yapacak. Tırpan’a anlatımıyla Yetkin Dikinciler eşlik edecek. “Doğunun Batısı, Batının Doğusu” projesi ile yer alacak olan yetenekli topluluk Tanini Trio’ya 17 Nisan, Çarşamba akşamı tecrübeli klasik Türk müziği yorumcusu Melihat Gülses ile kemençeci Derya Türkan eşlik edecek. Şiir ve hikâye tutkunlarının yıllardır büyük bir ilgiyle takip ettiği, müzikle edebiyatın iç içe geçtiği dinleti serisi 19. sezonda da sürecek. Müziklerini besteci ve orkestra şefi Serdar Yalçın’ın müzik direktörlüğünü yaptığı, Atilla Birkiye’nin hazırladığı, Mehmet Birkiye sahneye uyguladığı Nâzım Hikmet, Orhan Veli, Sait Faik Abasıyanık ve Sabahattin Ali’nin yapıtları, usta oyuncular tarafından seslendirilecek. Genç izleyicilerin dinletilere gösterdiği yoğun ilgiden dolayı geçen sezon olduğu gibi bu yıl da öğrenciler için öğlen matineleri düzenlenecek. Önemli misyonlarından birini geleceğin sanatseverlerini yetiştirmek olarak belirleyen İş Sanat, 19. sezonunda da çocukları harika projelerle buluşturmaya devam edecek. Orman Lokantası bunlardan biri. Yekta Kopan’ın yazdığı ve Serdar Biliş’in yönetmenliğini üstlendiği, Sevinç Erbulak’ın anlatıcı olarak sesiyle hayat verdiği Orman Lokantası’nı ufak kardeşiniz varsa kaçırmayın.



POPÜLER KÜLTÜR Marilyn Monroe

HOLLYWOOD’UN CEP YAKAN KIYAFETLERİ Unutulmaz filmlerin ikonik kıyafetleri açık artırmaların her zaman gözdelerinden olmuştur. Efsane isimler tarafından giyilen bu giysiler, dudak uçuklatan rakamlara alıcı bulabiliyor. İşte bu işin en uç örnekleri: REKOR EFSANE ŞARIŞINDA

Tüm zamanların en seksi sarışını Marilyn Monroe, dünya sinema ve popüler kültür tarihine bembeyaz elbisesinin eteklerini havalandırarak verdiği pozla kazınmış ve ölümsüz olmuştur. Efsane statüsündeki bu poz, Seven Year Itch adlı filmin en esprili sahnelerinden birine aittir. Filmin çekimleri sırasında bu sahnenin vakti geldiğinde oldukça komik bir anekdot yaşanmıştır. Dünya sinemasının yeri doldurulmaz yönetmenlerinden Billy Wilder’ın çektiği filmdeki malum sahnenin seti aslında bir sokağın ortasına kurulmuştur. Monroe’nun müthiş kostümü ve seksi tavırları halktan öylesine büyük bir ilgi görür ki yaşanan arbedede çekimi gerçekleştiren kamera yere düşer ve binlerce dolarlık zarar ortaya çıkar. Wilder, filmini gerçek mekanlarda çekmeyi kafasına koymuş olsa da bu olay sonrasında pes eder ve Monroe’nun tarihe geçen sahnesi kapalı bir stüdyo ortamında çekilir. Bu sahnede Marilyn tarafından giyilen beyaz elbise yıllar sonra yapılan bir açık artırmada tamı tamına 4.6 milyon dolara alıcı bulur. Bu rakam, bugüne dek bir açık artırmada en yüksek bedele satılmış kostüm olarak tarihteki yerini alır.

zamansız klasiklerin dönemidir. O yılların filmleri sadece Hollywood tarafından değil, dünyanın sinemayla özdeşleşen pek çok ülkesi tarafından ısıtılıp ısıtılıp yeniden vizyona sokulur. Tabii taklitlerin asıllarını yaşattığını düşünürsek bu klasiklere ait her detayın ikon seviyesinde anılıyor olması bizi şaşırtmıyor. Hele ki bu ikonluk mertebesi Oscar’la taçlandırılmışsa, adeta tescillenmiş olarak kabul görüyor. Audrey Hepburn’ün Audrey Hepburn

kariyerinin önemli zirvelerinden biri olarak kabul edilen My Fair Lady tamı tamına sekiz adet Oscar kazanma başarısını göstermiş bir sinema şaheseridir. Filmin kostüm tasarımcısı Cecil Beaton’a Oscar kazandıran meşhur elbise, Hepburn’ün filmde yer alan at yarışı sahnesinde giydiği olağanüstü detaylarla süslenmiş elbisedir. Ascot tarzı olan bu şahane elbise, geçtiğimiz yıllarda bir açık artırmada 3.7 milyon dolara kendine alıcı buldu. Bir servet değerinde olan bu elbisenin tek bir eşinin bile bulunmaması onu daha da cazip ve kıymetli kılıyor!

MÜTHİŞ KLİP, EFSANE CEKET

Michael Jackson, her daim çağının çok ötesinde vizyona sahip olan bir sanatçıydı. Daha MTV yeni yeni palazlanırken ve video klip mantığı insanların aklında henüz tam olarak oturmamışken, Jackson kimselerin hayal bile edemediği bir şeye imza attı. Michael, 1981 yılında vizyona giren An American Werewolf in London filmini izlediğinde adeta şoka uğramıştı. Bu filmdeki kurt adam sahneleriyle, yeni albümü için üzerinde çalıştığı bir şarkıyı birleştirmeye niyetliydi. Bizzat filmin yönetmeni John Landis’e ulaşan Michael, Thriller şarkısının klibi için ünlü yönetmenle anlaştı. Bir film prodüksiyonunu aratmayan video klip halen dünya müzik tarihinin en önemli görsel ve işitsel buluşmalarından biri olarak kabul edilmektedir.

LEYDİLERİN EN GÜZELİ

Hollywood’un özellikle de 2. Dünya Savaşı ertesinde yaşamaya başladığı altın çağ, 38


John Wayne

Michael Jackson

Klibin çekimlerinden sonra Michael giydiği kırmızı ceketi, kostüm tasarımcıları Dennis Thompkins ve Michael Bush için imzalar. Üzerinden yıllar geçer ve Michael talihsiz bir biçimde hayata gözlerini yumar. Ünlü yıldızın sahibi olduğu ve nesli tükenmekte olan Bengal kaplanlarına bakıcılık yapan Shambala Preserve adlı bakım merkezinin yararına bu ceket satışa çıkar ve 1.8 milyon dolara kendisine alıcı bulur.

ASFALT YAKAN YAKIŞIKLI

Tüm zamanların en yakışıklı aktörlerini sayacak olursak Steve McQueen’in adını o kabarık listenin zirve noktasında görürüz. Amerikan sinema tarihinin en sükse yapan yapımlarından bazılarına başrol olarak adını yazdıran bu müthiş oyuncunun belki de akıllara kazınan en etkileyici rolü, 1971 tarihli Le Mans filminde gösterdiği performanstır. McQueen, bu filmde Fransa’nın Le Mans kentinde düzenlenen ve pilot dayanıklılığı ölçme konusunda dünyanın en zorlu yarışı olarak kabul edilen 24 saatlik Le Mans grand-prix’inde yarışan yakışıklı bir sürücüyü canlandırmaktadır. Aynı yarışa bir sene önce katılmış ve yaptığı kazayla takım arkadaşının ölümüne sebep olan bir yarışçıyı canlandıran McQueen’in oyunculuğu ve etkileyici yakışıklılığı kadar film boyunca giydiği tulum da Hollywood tarihinin ikon mertebesindeki kostümler arasında yerini almıştır. Tulumun tasarımı bugün halen vintage yarışçı kostümleri üreten ve merkezi Indianapolis’te bulunan Hinchman markası tarafından yapılmıştır. Üzerinde, 1971 yılında Porsche takımının tulumda da yer alan Gulf, Heuer ve Firestone marka armalarının yanı sıra bir adet de Amerikan bayrağı işlenmiştir. Bu beyaz tulum açık artırmada 984 bin dolara alıcı buldu.

PABUÇ PAHALI

En değerli kostümlerin klasik filmlere ait olması tesadüf değil. Tasarlandıkları dönemleri de göz önüne aldığımızda bu kostümlerin her birinden el emeği ve detay fışkırıyor! Wizard of Oz, tüm zamanların en sevilen klasik Hollywood yapımlarından biri ve küçük, büyük herkesin sevdiği karakterlerinin yanı sıra masalsı dünyasıyla da yaklaşık 80 yıldır dünyanın en çok izlenen filmlerinden. Judy Garland’ın canlandırdığı sevimli Dorothy’nin film boyunca yaşadığı fantastik maceralar kadar ayaklarındaki kırmızı pabuçlar da milyonların dikkatini ilk görüşte çekmiştir. Bu şahane ayakkabı, o yılların en büyük film stüdyosu olan Metro Goldwyn Mayer’in baş kostüm tasarımcısı Gilbert Adrian tarafından bizzat elde işlenerek o görkemli haline kavuşmuştu. Toplam 2300 adet kırmızı parlak taşın tek tek ayakkabılara işlenmesi sonucunda ortaya çıkan sinema tarihinin belki de bu en ünlü ayakkabıları, topuklarını birbirine vurarak eve gitmeyi dileyen Dorothy’e finalde “Ev gibisi yok!” dedirtmeyi başarmıştır! 2011 yılında bir açık artırmada satışa çıkarılan bu ayakkabılar için 612 bin dolar ödendi.

KOVBOYLARIN ATASI

Kovboy filmleri pek çok kişi için ikiye ayrılır; John Wayne’in başrolde oynadıkları ve oynamadıkları! Tüm zamanların en ünlü aktörlerinden olan John Wayne’in tüm dünyaya western adı verilen kovboy filmlerini sevdiren isim oldu-

ğunu hemen hemen tüm sinemaseverler bilir. True Grit, Wayne’in filmleri arasında en ünlü olanıdır; zira John Wayne, kariyerindeki tek Oscar ödülünü bu filmde gösterdiği üstün performans sonrasında kazanmıştır. Film, Wayne’in orta yaş döneminde çekilmiştir ve Wayne’in film boyunca giydiği kostüm, bambaşka filmlerde ve bambaşka karakterlerde defalarca kez taklit edilmiştir. Wayne’in bu filmde taktığı şapka, kör olan tek gözünü örten bant ve film boyunca giydiği kıyafetler üç ayrı alıcı tarafından paylaşılmıştır. 1979 yılında, John Wayne’in vefatının ardından satışa çıkan kostümler, hararetli bir açık artırma seansı sonrasında sahiplerine ulaşmıştır. Wayne’in filmde taktığı şapka 119 bin 500 dolara, göz bandı 47 bin 800 dolara, kostümün geri kalanıysa toplam 167 bin 300 dolara alıcı bulmuştur. Anlayacağınız John Wayne efsanesi kostümlerinde bile yaşıyor.

SARI FIRTINA

Bruce Lee’nin çekimleri sırasında hayatını kaybettiği Game of Death filminde giydiği sarı eşofman takımı bilmeyeniniz yoktur. Genç yaşta ölen efsane aktörün hayranları tarafından tüm zamanların en önemli film kostümleri arasında kabul edilen bu eşofman takım, bugün bile Bruce Lee’nin adı geçtiğinde akla ilk gelen kostümlerdendir. Bu kostüm dövüş sinemasıyla özdeşleşince, ünlü yönetmen Quentin Tarantino da Kill Bill filmlerinin ilkinde bu eşofman takımının bir benzerini Beatrix Kiddo karakterine giydirmiştir. Hatta o dönemde filmin sponsorlarından olan Asics, bu eşofmanları tamamlayacak sarı zemin üstüne siyah desenlere sahip bir ayakkabı modeli bile üretmişti. Bruce Lee’nin bizzat yazıp yönettiği Game of Death filmi için uzun saatler süren kostüm provaları sonrasında bu renklere sahip olan bir eşofman takımında karar kılmış olması kostümü daha da özel kılıyor. Lee’nin ölümünden sonra stüdyo tarafından satışa çıkarılan bu ikonik takım, 110 bin dolara satıldı. Bruce Lee’yi özledikçe aklımıza bu kostüm geliyor. Bruce Lee

Steve McQueen 39


EDEBİYAT

KOLEKSİYONCULARI PEŞİNDE KOŞTURAN KING ESERLERİ Korku edebiyatının tartışmasız kralı Stephen King, tüm zamanların en sevilen ve en çok okunan yazarlarından biri. Bu çapta bir yazar olunca, haliyle koleksiyoncuları peşinden koşturan birçok da Stephen King eseri oluyor. Sizin için en önemlilerini listeledik.

4

0 yılı aşkın kariyerinde neredeyse 400 milyon kitap satışına imza atan Stephen King, 200’ün üzerine kısa hikaye ve 56 roman ile en üretken yazarlardan biri olarak varlığını sürdürüyor. Etrafınızda gerçekten de tüm Stephen King kitaplarını okumayı başarmış bir tanıdığınız var mı? Neyse ki konumuz en çok okuyan King hayranı olmak ya da en çok okunan King kitapları değil! Konumuz, daha “tuzlu” bir mevzu. Zira sizler için Stephen King’in en nadir bulunan eserlerini listeliyoruz. Bu eserlerden birine ya da tamamına sahip olmak isteyenin cüzdan kalınlığı en az IT romanı kadar olmalı!

FIRESTARTER

King koleksiyoncuları için en kutsal parçalardan biri olan Firestarter’in bu çok nadir bulunan asbest kaplı baskısına, internette denk gelmeniz mümkün. Bu baskı, 1980 yılında Phantasia Press isimli bir yayınevi tarafından Stephen King’in en sevilen romanlarından olan Firestarter’ın ilk basımı için hazırlanmış. Hatta duyduğumuza göre, kopyalardan 25 tanesi Stephen King tarafından özel olarak imzalanmış! Bu özel baskının imzalı hali içinse 24 bin doları gözden çıkarmak gerekiyor.

THE PLANT

The Plant, aslında 1982-85 yılları arasında Stephen King tarafından basılmış; ancak tamamlanmamış bir roman serisi. Bu seri, piya-

saya sürülmek için yazılmamış; zira King’in yakın dostlarına yılbaşı tebrik kartı şeklinde yolladığı kısa hikâyelerden oluşuyor. The Plant, kitap şeklinde raflarda yerini almadı ancak King’in 80’lerde çalıştığı yayınevi Philtrum Press tarafından bu hikâyeler koleksiyon amaçlı üç tefrika halinde basıldı. Bu orijinal baskılar şimdilerde koleksiyoncuların gözdesi olmuş durumda. 14 bin dolar öderim diyenler bu setin sahibi olabilir.

THE STAND

1990 yılında Doubleplay, The Stand’in sansürlenen kapaklı özel baskısını piyasaya çıkardı. Tam ismi “The Stand: The Complete & Uncut Edition” olan bu şahane seriden sadece 1250 adet basılmış ve 52 tanesi de Stephen King tarafından imzalanmış. Bu baskının belli sayıdaki kopyası siyah renkli ahşap bir kutuyla satıldığı için “tabut sürümü” olarak da biliniyor. İyi koşullarda bir kopya bulacak kadar şanslıysanız, fiyatının 13 bin dolara kadar çıktığını söyleyelim.

THE GUNSLINGER

Stephen King’in meşhur The Dark Tower serisinin ilk romanını yazması 12 seneden uzun sürmüş. Kitap, ilk kez Donald M. Grant Publishers tarafından, 1982 yılında, yalnızca 10 bin adet basılmış. Tahmin edeceğiniz üzere bu baskı hızla tükenmiş. Pet Semetary romanı piyasaya çıktığında iç kapaktaki listede “önceki eserler” başlığı altında The Dark Tower ismini gören yazarın sıkı hayranları yayınevi Doubleday’i bu kitabı nasıl 40

bulacaklarına dair soru yağmuruna tutmuş. Bu ani talep karşısında The Dark Tower serisinin ilk romanı The Gunslinger tekrar basılmış ve tahmin edeceğiniz üzere popülerliği artmış. Bu ilk baskı hala çok rağbet görüyor, ancak iyi koşuldaki bir kopyasını bulmak çok zor, bulanların da yaklaşık 10 bin doları gözden çıkarması gerekiyor.

THE TALISMAN

Havaya saçacak birkaç bin dolarınız varsa, sadece 1200 adet basılıp King tarafından imzalanmış olan bu bez ciltli güzelliği satın alabilirsiniz! The Talisman’ın tüm limitli sayıda basılan sürümleri pahalı, kabul ediyoruz ama özellikle de Cloth-bound adı verilen bu sürüm, tüm King hayranlarının rüyalarına giriyor.

CREEPSHOW

Bu nadir eser bir roman değil; ancak kendisi inanılmaz bir parça ve şanslı kişinin satın alması da mümkün! Stephen King tarafından imzalı, filmin orijinal afişinin de bulunduğu özel dosyasının içinde saklanan bu çekim senaryosu, şu sıralar internette açık artırmada ve açılış teklifi 2 bin dolardan başlıyor.



OYUN

FALLOUT 76 İLE NÜKLEER SAVAŞ Tüm zamanların en beğenilen RPG serilerinden birinde yeni dönem başlıyor. 14 Kasım’da piyasaya çıkacak olan Fallout 76’yı tüm yenilikleriyle masaya yatırıyoruz. Erdem Tatar

F

allout serisinden herhangi bir oyun oynamadıysanız dert etmeyin. Bu oyun, en eski Fallout gediklileri için bile benzersiz ve yeni bir deneyim sunmak için hazırlandı. 14 Kasım’da piyasaya çıkacak olan Fallout 76, tıpkı World of Warcraft gibi çoklu oyuncu desteği içeren yepyeni bir içeriğe sahip olacak. Fallout 76, tüm serinin öncesinde yer alan bir zaman diliminde geçeceği için serinin hikayesine dair bir şey bilmenize de gerek yok.

YALNIZ DEĞİLSİNİZ

Vault 76’ya hoş geldiniz! Burası, nükleer savaş öncesi insanların sığındığı barınaklardan biri. Nükleer savaş tüm dünyayı perişan etmiş ve dünya Wasteland’e dönüşmüş durumda. Aradan geçen 25 yılda radyasyon seviyesi düşünce, Vault 76’nın sakinleri de medeniyeti yeniden kurmak için sığınakları terk etmeye başlıyor. Sığınaktan dışarı attığınız ilk adımla birlikte Fallout 76 dünyasında istediğinizi yapmakta özgürsünüz! Fallout 76, serinin tarihinde ilk kez çoklu oyunculu deneyimine odaklanıyor ve milyonlarca Fallout hayranını, birbirleriyle kaynaştır-

mayı hedefliyor. Fallout, serinin ilk günlerinden beri her daim tek kişilik bir macera olarak varlığını sürdürdüğünden Fallout 76 tam anlamıyla bir yeni dönem habercisi olarak da kabul ediliyor. Yeni Fallout oyununda yalnız olmadığınız gibi dörder kişiden oluşan mini çeteler de kurabileceksiniz! Oyun, yeni Fallout oyuncuları için oldukça taze bir deneyim sunacak ancak özellikle de Fallout 3’ten beri seriyi takip eden oyunseverlerin V.A.T.S. adı verilen nişan alma sisteminin yeni haliyle nasıl başa çıkacakları merak konusu. Serinin diğer oyunlarında V.A.T.S. sistemine geçtiğiniz anda oyunun hızı yavaşlıyor ve rakibinizin istediğiniz noktasına nişan alabiliyordunuz. Fallout 76’da zaman yavaşlaması ortadan kalkıyor ve V.A.T.S. sistemi tarihinde ilk kez eşzamanlı bir deneyim haline geliyor. Bu şartlar altında oyuncuların bu sistemi pek sık kullanmayacağını tahmin etmek zor değil! Fallout 4’ü oynayanlar oyunun devasa dünyasını iyi hatırlarlar. Oyuna 100 saate yakın gömüldüğümüz halde haritada halen ayak basmadığımız yerler kaldığını görmüştük. Fallout 76’nın oyun haritası, Fallout 4’ün tam dört katı büyüklükte olacak! Yani içinde kaybolmamız fazlasıyla muhtemel. Oyun, ABD’nin Batı Virginia bölgesinde yer alan Appalachia bölgesinde geçecek. Daha önceki oyunlarda olduğu gibi Fallout 76’da da Batı Virginia eyaletinin simge yapıları aynen oyuna aktarılacak. Üstelik bölgenin şehir efsanelerinden etkilenilerek iki devasa mutant düşman da oyun dünyasında avlanmak için sizleri bekliyor olacak. Mothman ve Flatwoods canavarlarıyla karşılaştığınızda bu satırları anımsayacağınıza eminiz.

NİŞAN AL!

Fallout, her zaman olduğu gibi karakterinizi arzu ettiğiniz şekilde geliştirebilmek adına size pek çok opsiyon 42

da sunuyor. SPECIAL adı verilen bu sistemde oyunda topladığınız deneyim puanlarının karşılığı olarak karakterinize belli özellikler ekleyeceksiniz ve bu sayede tamamen sizin oyun deneyiminize özgü avantajlarla donatılmış bir kahramanınız olacak. Öte yandan Fallout 76’da etrafta gördüğünüz karakterlerin hiçbiri bilgisayar kontrolünde olmayacak. Fallout 76’da yaratıklar ve mutasyon geçirmiş karakterler haricinde gördüğünüz herkes gerçek bir oyuncu tarafından yönetilen gerçek karakterler olacaklar. Tıpkı Fallout 4’te olduğu gibi Fallout 76’da da kendi barınağınızı inşa edebileceksiniz. Bu barınak tamamen sizin profilinize kayıtlı olacak ve oyundan çıktığınız anda kaybolup, yeniden oyuna döndüğünüzde sizle birlikte haritadaki yerini alacak. Bu arada Fallout serisinin adını aldığı nükleer patlamaların artık sizin kontrolünüzde olduğunu biliyor muydunuz? Elbette oyun keyfinize göre atom bombaları fırlatmanıza izin vermiyor ancak oyunun dünyasında gizlenmiş olan nükleer bomba kodlarını bulabilirseniz, yakınınızdaki bir bölgeye nükleer bomba atabileceksiniz! Bunu yaptığınızda o bölgedeki tüm yerleşim birimleri yıkılacak ve radyasyonun etkisiyle hem mutasyon geçiren yeni canlılar hem de daha önce giremediğiniz yeni mekanlar açığa çıkacak. O sebeple elinizi korkak alıştırmayın!


M

DANS TUTKUNLARI MIX FESTİVAL’İ KAÇIRMASIN

IX Festival, 16-17 Kasım’da, üçüncü kez farklı müzik türlerinin en sevilen isimlerini Zorlu PSM çatısında buluşturuyor. Zorlu PSM’nin iki gün boyunca aralıksız olarak dans pistine dönüşeceği festival, performansların yanı sıra gerçekleşecek yan etkinliklerle katılımcılara her yönüyle dopdolu bir festival sunacak. İlk akşamında dansın son zamanlarda en çok konuşulan elektronik müzik ikilisi Polo & Pan’in sahne alacağı festivalde, ikinci akşam pistin ritmi karanlık pop’un elektronik ve güzel yüzü Aurora’ya emanet olacak. Paris’in hip-hop ve old-school disco kulüplerinden Le Baron’un dikkat çeken ikilisi Polo & Pan, yeteneği kendisini aşan Norveç’li müzisyen Aurora, Türkiye’de gerçekleşmiş birçok festivalde setleriyle katılımcıları dans pistinde soluksuz bırakan Mabbas, multi

enstrümantalist kimliğini büyülü bir sesle dinleyicilere sunan Sophie Hunger, Glasgow çıkışlı eğlenceli post punk grubu Undo, techno’nun Fransa’daki dinamik temsilcileri Losless, R&B ve elektronik harmanı müziklerini Londra’dan dünyaya taşıyan Tender, elektronik müzik prodüktörü Emancipator’ın canlı performanslarıyla sahnede olduğu grubu Emancipator Ensemble, 70’lerin Türkçe şarkılarına getirdikleri sıra dışı yorumla eşsiz disco ritmler yaratan Hey! Douglas, ünü dünyaya yayılmış Türkiye’nin en başarılı psychedelic müzik gruplarından BaBa Zula, Türkçe funk ve psychedelic şarkıları dans pistine uyarlayan oluşum Turkish Edits, deep tech ve etnik elektronik müziğin birlikteliğini dansla sunan

Monality, mix’leriyle ünü ülke sınırlarını aşan Barış K, iki gün boyunca doyumsuz bir müzik maratonu yaşatmaya hazırlanan MIX Festival’in dikkat çeken isimleri arasında. Aurora

ALTIN GÜN İKİ GÜN ÜST ÜSTE SALON’DA 2 015’in Aralık ayında Jacco Gardner’ın Salon konseri için İstanbul’a gelen basçı Jasper Verhulst, burada 70’lerin Anadolu rock’ıyla tanıştı. Selda Bağcan, Barış Manço ve Erkin Koray’ın saykedelik işlerinin büyülediği Verhulst, Hollanda’ya döndüğünde yanına gitarist Ben Rider ve baterist Nic Mauskovic’i aldı. Bu müziğe yeniden hayat verebilmek için Türk müzisyenler arayıp Facebook üzerinden saz, vokal ve klavyeden sorumlu olacak Erdinç Yıldız Ecevit ile vokallerden sorumlu olacak Merve Daşdemir’le tanıştılar. Perküsyoncu 43

Gino Groeneveld’in de katılmasıyla grup son halini aldı. İstanbul’a ilk kez geçtiğimiz Ekim ayında gelen grup, burada doğal olarak karşılaştıkları yoğun aşkın ardından saykedelik tanrılarının yürü ya kulum demesiyle 2018’i şehir şehir, festival festival gezerek geçirdi. Le Guess Who, Beaches Brew, Lowlands, Best Kept Secret, Montreal Caz Festivali, Paléo gibi festivaller ve Paradiso, Gretchen gibi büyük mekânların ardından bir de canlı performans jürisi KEXP’den geçer not alan grup, köklerine kavuşmak için bu kez ilk defa 23-24 Kasım’da Salon’da sahne alacak.


YENİ ALBÜM PEŞİNDE KOŞANLARA AUDIOBAN’DAN 4 ÖNERİ Birlikte Güzel işbirliği ile kurulan, sanatçıları ve müzik sahnesinin farklı alanlarında çalışan isimleri çeşitli mekanlarda kurguladığı etkinliklerde dinleyiciyle ve birbirleriyle buluşturan müzik platformu Audioban, müzikseverlere bu ay dört yeni albüm öneriyor.

MAN IN THE TUB WAKING UP Burak Ulugüney ve Murat Demirer’in iki yıl önce hayat verdiği Man in The Tube, ilk albümü Waking Up’ı 12 Ekim’de yayımladı. 10 şarkının yer aldığı albümün hazırlık süreci -özellikle ilk sene- haftanın belli günleri, iş çıkışında ev buluşmalarında yapılan çalışmalarla sınırlı kalmış. Burak ve Murat, birbirlerini tanıyıp ne istediklerini ve ortak paydada nereye yönelmek istediklerini keşfettikten sonra çalıştıkları işlerden ayrılmış ve tamamen müziğe odaklanmış. Bu sayede artık gündüzleri de beste çalışmalarına zaman ayırabilir hale gelmişler ve son bir senede de hızlıca düzenleme, kayıt ve mix sürecine girip Waking Up albümünü tamamlamışlar. Burak’a göre Murat’ın güncel akımlar hakkındaki bilgisi ve algısı ile kendisinin geçmişe yönelik müzik zevkinin ve algısının verimli bir şekilde birleşmesi bu albümün normlarını ortaya koymuş. Murat ise albümle ilgili olarak “Ciddi emek harcadık ama dönüp sonuca baktığımızda çektiğimiz zahmetlere değdiğini söyleyebilirim. Duygusal yönelimlerimizi, melodik deneyimlerimizi, atmosferik ve elektronik aramalarımızı istediğimiz dengede yansıtabildiğimiz bir proje

oldu. Bizim için aslında bir taraftan da tamamıyla deneme / yanılma ve öğrenme süreciydi” açıklamasında bulunuyor. Waking Up albümünde dikkat çeken unsurlardan biri de karanlık ve derin atmosferik olguların üzerine oturtulan yapısıyla Burak’ın melodik ve duygusal solo öğelerini kullanarak genel tabloyu oluşturmaya çalışması olmuş. İkilinin yeni şeyler deneyip alışılagelmiş şarkı dizilimlerinden çıkartmaya çalıştıkları trafik denemeleri, uzun sürece yayılmış progressive oluşumlar içeren parçalara neden olmuş. Man in the Tub’ı bundan sonra yoğun bir süreç bekliyor. Hem yerli sahnede, hem de yurt dışındaki etkinliklerde yer almak için görüşmeler yapan ikili, üzerinde çalıştığı birkaç beste ve bir cover fikriyle de eş zamanlı olarak uğraşıyor. Birkaç ay içinde single ya da EP olarak bu parçaları da yayınlama hedefindeler.

KAOSMOS & BARIŞ ERGÜN DISCREPANCY Atmosferi yoğun temalarla, donuk synth’lerin kolajından oluşan özel bir melez türe imza atan KAOSMOS, 2013’te Filiz Sert tarafından kuruldu. Şu ana kadar dört albüm yayınlayan ve alternatif sahnelerde birçok performans gerçekleştiren KAOSMOS, son çalışmasını ise Barış Ergün ile birlikte gerçekleştirdi. İlk elektro-akustik albümü Modern Paralysis’ı Shalgam Records aracılığıyla Mart ayında yayınlayan ve hemen ardından Buried An Artificial Part of Myself adlı teklisini Temmuz ayında çıkaran Ergün’ün KAOSMOS ile birlikte 18 Ekim’de yayımladığı dört şarkılık albümün adı ise Discrepancy. Filiz’in ve Barış’ın tanışıklığı aslında çok da eskilere gitmiyor. Sosyal medyada Barış’ın müziklerine denk geldiği bir gün, çalışmalarının epey etkisinde kaldığını hatırlayan

Filiz, “Neden ikimizin de yer aldığı bir albüm yapmayalım” diye düşündüğünü söylüyor. Tanıştıktan sonra böyle bir albüm yapma fikrinin güzel olabileceği konusunda hemfikir olan ikili, hemen işe koyulmuş. Barış, Discrepancy albümünü, birbirinden çok farklı elektronik ve ambient tarzlarının birleşimi olarak nitelendiriyor. “Ben melodi ve armoni unsurunu, ses tasarım ögeleriyle birleştirip bir duygu durumu anlatmaya çalışırken, Filiz inanılmaz ambiyanslar yarattı ve aynı duygu aktarımını katmanlı yapılar arasından gerçekleştirdi” diyen Barış, bu tarz bir üretimi ilk defa başka müzisyenlerle gerçekleştiriyor olmanın kendisi için ayrıca eşsiz bir deneyim olduğunu da özellikle söylüyor. Filiz ise albümlerini iki farklı yapıdaki deniz sularının aynı noktada kesişmesi ve aynı gezegen üzerinde denk

Man in the Tub 44

gelmesi şeklinde tasvir ediyor. Filiz’e göre albümün içindeki şarkılar yer yer birbirinden de beslenen çok farklı yapıda üretimler olmuş. Zaten en başından beri kendisini en çok heyecanlandıran da bu nokta olmuş. Şu sıralar Filiz’in gündeminde İtalya’da yaşayan Dark Ambient ikilisi sanatçılarla bir split albüm yapmak var. Ayrıca Amerikalı bir yönetmenin kısa filmi için müzikler de hazırlıyor. Barış’ın gündeminde ise, yer aldığı iki projenin albüm ve konserlerine yönelik çalışmalar ve prodüktörlük yaptığı ekiplerin tekli ve albüm çalışmaları var. Barış, ayrıca ikinci solo albüm projesine de yoğunlaşmış durumda.


BATU AKDENIZ HAYAT BÖYLE Türkiye rock müzik sahnesinin yetenekli isimlerinden Batu Akdeniz’in ilk Tükçe albümü yayımlandı. 25 yaşından beri profesyonel olarak şarkı söylüyor. 11 yaşına kadar Ankara Çoksesli Müzik Derneği’nde solist olan ve koronun en ufağı olarak Türkiye’nin çeşitli yerlerinde konserler veren Batu, 14’ünde gitara başlamış ve müziğe olan asıl tutkusunu bu dönemde keşfetmiş. 20 yaşında Ankara’daki müzisyen arkadaşlarıyla birlikte Heavy Sky’ı kuran Batu, 2016’da ‘Dreamer’ ismindeki sözü ve müziği kendisine ait, tamamı İngilizce

rock parçalarından oluşan ilk albümü de çıkartmış. Hatta albüm İngiltere’de iki farklı radyoda haftanın albümü bile seçilmiş. Batu Karadeniz’in 5 Ekim’de yayımladığı Hayat Böyle albümü ise, sanatçının ilk Türkçe sözlü çalışması olarak dikkat çekiyor. İçinde beş parça olan albüm, 1.5 yıllık bir süreç içinde tamamlanmış. Parçalar önce akustik gitarla bestelenmiş ardından da bir ev stüdyosunda kaydedilmiş. Albüme başlamadan hemen önce ruhsal ve duygusal olarak aynı şekilde hissetmediğini düşünen ve hayatımda ilk defa Türkçe parçalar yazmaya başlayan Batu, “Her parça hayatımın son döneminde yaşadığım ve hissettiğim hikayeleri anlatıyor. “Hayat böyle” yaşadığım iyi ve kötü olaylardan sonra çokça kullandığım bir laftır. Bu tabirin hepimizin hayatı için çok kapsayıcı olduğunu düşündüm ve ilk albümüme de adını verdim.” diyor. İçinde hem çok gitar, hem de çok synth olduğu için müziğini “elektriklenmiş rock’n’roll” olarak adlandıran genç müzisyen, olabildiğince çok konser verip, yeni insanlara ulaşmayı istediğini söylüyor. Ayrıca birikmiş onlarca bestesini de en kısa zamanda kaydetmeyi istediğini dile getiriyor.

BARIŞ DEMIREL FAIL PLAY Müziğini “Caz, hiphop, ambient, Türk müziği gibi tarzlardan ilham alan trompet odaklı rock müziği” olarak tanımlayan Barış Demirel, ikinci albümü Fail Play’i 12 Ekim’de yayımladı. 2008 sonunda trompete merak salan ve 2011’de Göstembil Project adı altında performanslara başlayan genç müzisyen, aynı yıl Roxy Müzik Günleri’nde birincilik ödülü alarak adını ilk kez duyurdu. 2012’de O.Y.D.H.O.G.Y. adında bir EP, 2015’te ise ilk albümü T.E.A.R.’ı yayınlayan müzisyen, şimdi de yeni albümü ‘Fail Play’ ile karşımızda. Barış, Fail Play için üç arkadaşıyla beraber (gitarda Efe Demiral, bas gitarda

Tolga Tohumcu, davul ve perküsyonda Tibet Akarca) 2016 Mayıs’ında başlayıp yazın sonuna kadar sürdürdükleri bir prova dönemi geçirdiklerini, Aralık 2016’da Hayyam Stüdyoları’nda başladıkları kayıtları 2017’nin yazında tamamladıklarını söylüyor. Albümde kayıt ve mix Sinan Sakızlı (Hayyam Studyoları) tarafından yapılırken, mastering’ler ise Josko Joketovic‘e (Orange-Box-Studios) emanet edilmiş. Yaptıkları müziğe ¨trompet odaklı rock müziği¨ diyen Barış, yeni albümü hazırlarken

Batu Akdeniz

45

bu coğrafyadaki geleneksel seslerden ve caz, hiphop, progresif müzik gibi türlerden ilham aldıklarını dile getiriyor. Barış Demirel, hem yurtiçinde hem yurtdışında verebildikleri kadar kadar çok konser vermek istediklerini söylüyor. Fail-Play’in hem rock, hem caz, hem indie hem de world music festivallerinde çalabilecekleri bir albüm olduğunu düşünen Demirel, albümün üzerinden çok zaman geçmeden, belki de birkaç ay içinde bir EP için yeniden çalışmalara başlayacaklarını söylüyor.


2 KASIM

2 KASIM

CLIMAX

SUSPIRIA

Yönetmen: Gaspar Noé Oyuncular: Sofia Boutella, Romain Guillermic, Souheila Yacoub Tür: Dram, Gerilim Süre: 95 dk.

Yönetmen: Luca Guadagnino Oyuncular: Dakota Johnson, Tilda Swinton, Mia Goth Tür: Korku Süre: 152 dk.

Üç yıl önce Cannes Film Festivali’nde Love ile izleyiciyi şoke eden ve yılın en tartışmalı filmlerinden birine imza atan Gaspar Noe, yine yaptı yapacağını. Irriversible, Love, Enter the Void gibi izleyicinin sinir sistemiyle dans etmeyi seven Gaspar, yeni filmi Climax’ı da devasa bir dans pistinin etrafına kurmuş. Climax, Fransa’daki köhne bir dans kulübünde geçen uzun bir geceyi ele alacak. 20 kişilik bir dans grubunun üç gün süren disiplinli antrenman programını kendi aralarında bir partiyle kutlamalarıyla başlayacak olan film, belli ki çok acayip noktalara gidecek.

Tüm zamanların en başarılı korku filmlerinden Suspiria, nihayet yeniden çevrimiyle huzurlarınızda. Call Me By Your Name’in yönetmeni Luca Guadagnino tarafından çekilen Suspiria’nın kadrosu da oldukça iddialı. Tilda Swinton (Doctor Strange), Dakota Johnson (Fifty Shades of Grey), Chloë Grace Moretz (Kick-Ass), Mia Goth (A Cure for Wellness) ve orijinal filmin başrol oyuncusu Jessica Harper, yeni Suspiria filminde kamera karşısına geçen isimler! 1977 tarihli ilk Suspiria filminin yönetmeni Dario Argento’nun da bu yeni yorumu oldukça beğendiği konuşuluyor. Filmin müziklerinde efsane grup Radiohead’in lideri Thom Yorke’un imzası var.

15 KASIM

16 KASIM

WHITNEY

DUL KADINLAR

Yönetmen: Kevin Macdonald Tür: Belgesel Yapım: İngiltere, ABD Süre: 120 dk.

Yönetmen: Steve McQueen (II) Oyuncular: Viola Davis, Michelle Rodriguez, Elizabeth Debicki Tür: Gerilim, Dram Süre: 128 dk.

Whitney belgeseli dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapmıştı. Oscar adayı yönetmen Kevin Macdonald tarafından çekilen bu belgesel, efsane sanatçının hayatının tüm detaylarına odaklanıyor. Albüm satışları 200 milyonu aşan, ABD tarihinde çok satan albümler listelerine yedi tane bir numaralı single sokmayı başaran ilk sanatçı olan Whitney Houston, benzersiz sesi kadar hareketli özel yaşamıyla da gündemden hiç düşmeyen yıldızlardandı. Henüz 48 yaşındayken trajik bir biçimde hayata gözlerini yuman efsane sesin yaşamının en önemli detayları ve bilinmeyenleri bu belgeselde gün ışığına çıkacak.

12 Years a Slave’in Oscar ödüllü yönetmeni Steve McQueen ve Gone Girl ile satış rekorları kıran senarist/yazar Gillian Flynn güçlerini Widows (Dul Kadınlar) için birleştirdiler. Şikago’da yaşamak dışında görünürde hiçbir ortak noktası olmayan 4 kadını hayat bir araya getirir. Eşlerinin gerçekleştirdikleri soygun sırasında ölmesiyle dul ve bulaştıkları yasadışı işleri nedeniyle yüklü bir borç altında kalan Veronica , Alice, Linda ve Belle kendilerinin ve ailelerinin kaderlerini kontrol edebilmek için eşlerinin başladığı işi bitirmeye karar verirler. Steve McQueen’in yönettiği film, ayın iddialı filmlerinden.

23 KASIM

30 KASIM

THE GRINCH

ÖRÜMCEK AĞINDAKİ KIZ

Yönetmen: Yarrow Cheney, Scott Mosier Oyuncular: Benedict Cumberbatch Tür: Animasyon Süre: 90 dk.

Yönetmen: Fede Alvarez Oyuncular: Claire Foy, Sverrir Gudnason, Sylvia Hoeks Tür: Gerilim, Dram Ülke: ABD

Universal Pictures ve Illumination Entertainment işbirliğiyle yapımı tamamlanan The Grinch animasyon filmi ayın dikkat çeken filmlerinden biri. 2000 yılında Ron Howard’ın yönettiği ve Jim Carrey’nin başrolü oynadığı Grinch filminin devamının geleceği yıllardır konuşulurdu ancak o proje birkaç sene önce kesin olarak rafa kalkınca yapımcılar kolları sıvayıp bir animasyon film için çalışmalara başladılar. Who-ville şehrinin Noel coşkusu tüm neşesini kaçırınca yeşil canavar Grinch, kasaba halkını rahatsız etmeyi kafasına koyar! Bakalım Who-ville’in iyimserliği mi kazanacak yoksa Grinch mi galip gelecek?

250 milyon dolar gişe hasılatı elde eden 2011 yapımı Ejderha Dövmeli Kız’ın devam filmi olan The Girl in the Spider’s Web, ayın merak edilen yapımlarından. 2004’te aramızdan ayrılan İsveçli gazeteci ve yazar Stieg Larsson’ın yarattığı Millennium serisinden beyaz perdeye uyarlanan filmi Uruguaylı yönetmeni Fede Alvarez yönetiyor. Hatırlanacağı üzere serinin ilk filmini David Fincher yönetmişti. Öncekine göre tamamen yeni bir oyuncu kadrosu ile öne çıkan filmde, hacker Lisbeth Salander’ı The Crown dizisi ile tanınan Claire Foy, gazeteci Mikael Blomkvist’i ise Norveçli oyuncu Sverrir Gudnason canlandırıyor. 46


0 7 M İ R İ D İN

E D N İ R E L N Ü R Ü S İ TEN

%

N A R A ’E V

I! L R I N I S A L R A L K O T S

online alışveriş spx.com.tr



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.