Postkolik Sayı: 77

Page 1

/postkolik

HA N Zİ O: RA 7 N 7 20 ÜCRETSİZDİR 19

www.postkolik.com

KRAL’SIZ 10 YIL

Ölümünün 10. yılında mirası ve yaşanan tartışmalar... SİNEMA

Men in Black, yepyeni bir kadroyla macerasını ilk kez Amerika dışına taşıyor. Tessa Thompson ve Chris Hemsworth’lı Men in Black: International, seriye taze kan olacak.

ANALİZ

Game of Thrones, sekiz sezon süren epik macerasını büyük tartışmalarla tamamladı. Final sezonundan tatmin olmayan azılı hayranlar için bundan sonrasını yazdık.

RÖPORTAJ

Sessizliğini sürpriz bir MFÖ yorumuyla bozan Türk rock müziğinin güçlü kadın vokallerinden Ayşe Saran, dönüşünü ve gelecek planlarını anlattı.

DİZİ

Yaşanmış hikayelerden edebiyat uyarlamalarına, polisiyeden komediye pek çok iddialı dizi, Haziran ayında ilk bölümüyle ekranlara geliyor. Dizi arayanlara duyurulur!

RÖPORTAJ

Model grubuyla tanıdığımız Fatma Turgut, ilk solo albümü “Elimde Dünya” ile hayranlarının karşısına çıktı. Uzun zamandır beklenen 10 şarkılık albümü Turgut’tan dinledik.

OYUN

Daha ilk karelerini gördüğümüz anda H.P. Lovecraft’ın kitaplarından fırladığını zannettiğimiz The Sinking City, 27 Haziran’da satışa çıkıyor.



İÇİNDEKİLER 08

16

14

30

08/ KAPAK Gondor Medya İletişim Danışmanlık Tic. Ltd. Şti adına sahibi Emrah Gürkan Yayın Yönetmeni Emrah Gürkan emrah@postkolik.com Görsel Yönetmen Emre Öztınaz Yayın Danışmanı Fırat Akyıldız Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Fatma Gürkan Katkıda Bulunanlar Erdem Tatar, Enis Hazan, Orhan Meriç, Gizem Ertürk Fotoğraf Sinan Bayar Reklam Yetkin Nural 0537 371 90 50 reklam@postkolik.com Digital Reklam duygu@postkolik.com Yönetim Yeri Nisbetiye Mah. Gazi Güçnar Sok. Uygur İş Merkezi No: 4A, D:1 Beşiktaş/İstanbul 0212 337 27 91 info@postkolik.com Baskı İstanbul Basım Promosyon Rek. Org. San. ve Tic. Ltd. Şti. Kartaltepe Mah. Belediye Cad No: 3 Daire: 11 Küçükçekmece / İstanbul 0212 603 26 20 / 21 Sertifika no: 10766 Yayın türü: Aylık, süreli, yerel Postkolik’te kullanılan tüm yazılar kaynak gösterilerek yayınlanır. Postkolik 10 bin adet basılıyor. Postkolik’in dağıtıldığı yerleri görmek için www.postkolik.com/neredeyiz adresini ziyaret edebilirsiniz. Postkolik’i e-dergi olarak www.postkolik.com adresinden okuyabilirsiniz.

38

Aramızdan ayrılışının 10. yılında, pop müziğin kralı Michael Jackson’ın muazzam kariyerine ve ‘Leaving Neverland’ belgeseli sonrasında yaşanan tartışmalara odaklanıyoruz.

14/ ANALİZ

Game of Thrones, sekiz sezon süren epik macerasını büyük tartışmalarla tamamladı. Final sezonundan tatmin olmayan azılı hayranlar için bundan sonrasını yazdık.

16/ SİNEMA

30/ RÖPORTAJ

22/ BABALAR GÜNÜ

32/ RÖPORTAJ

24/DİZİ

38/ OYUN

Men in Black, yepyeni bir kadroyla macerasını ilk kez Amerika dışına taşıyor. Tessa Thompson ve Chris Hemsworth’lı Men in Black: International, seriye taze kan olacak.

Tüm babaları saygı ve sevgiyle kucakladığımız 14 Haziran Babalar Günü için renkli bir kutlama yapmak istedik ve anime dünyasının en süper babalarını tanıttık.

Yaşanmış hikayelerden edebiyat uyarlamalarına, polisiyeden komediye pek çok iddialı dizi, Haziran ayında ilk bölümüyle ekranlara geliyor. Dizi arayanlara duyurulur! 3

Sessizliğini sürpriz bir MFÖ yorumuyla bozan Türk rock müziğinin güçlü kadın vokallerinden Ayşe Saran, dönüşünü ve gelecek planlarını anlattı.

Model grubuyla tanıdığımız Fatma Turgut, ilk solo albümü “Elimde Dünya” ile hayranlarının karşısına çıktı. Uzun zamandır beklenen 10 şarkılık albümü Turgut’tan dinledik.

Daha ilk karelerini gördüğümüz anda H.P. Lovecraft’ın kitaplarından fırladığını zannettiğimiz The Sinking City, 27 Haziran’da satışa çıkıyor.


POST OFFICE

AŞIK OLUNACAK AĞAÇ EV D

oğayla bütünleşmiş yaşam alanlarına dair özlemimizin her geçen gün daha da kabardığı günlerdeyiz. Dolayısıyla böyle bir güzelliği görür görmez, sizlerle paylaşma ihtiyacı hissettik. Meksika ormanında asılı olan bu müthiş ağaç ev, çevresindeki komşu ağaçlardan ilham alan alternatif bir yaşam alanı olarak kurgulanmış. Üç katlı ev, orman tabanına -ağaç köklerine benzer şekildedokuz kol ile bağlanmış. En alt kat, yerdeki geniş bir platformun üzerine kurulurken, dış teras kısmında mutfak, atölye, davul

stüdyosu ve bölmeli geniş bir yaşam alanı yaratılmış. Spiral şeklindeki bir merdiven, kulübeyi dışarıdan sarıyor ve üst kattaki yatak odasıyla banyoya doğru gidiyor. Kulübenin iç kısmındaki büyük pencereler sayesinde ise, kulübenin içi ve dışarıdaki müthiş manzara arasında güçlü bir bağlantı sağlanıyor. Bu camlar, aynı zamanda geceleri konutu aydınlatarak onu parlayan bir ahşap kuleye de dönüştürüyor. Doğayla iç içe olmasına rağmen modern mimarinin estetiğini her detayında yansıtan bu ağaç eve bayıldık.

EN PRATİK DAVUL SETİ

İ

lk taşınabilir ve kablosuz davulla tanışın! Fransız bir start-up şirketi tarafından tasarlanan Senspad, ultra hassas ve özelleştirilebilir sistemiyle el becerinizi, koordinasyonunuzu ve hassasiyetinizi geliştirmeyi hedefliyor. Anlatıldığına göre, duyarlılık, geri tepme, gecikme ve yumuşak dokunuş özellikleriyse neredeyse kusursuz boyuttaymış. Senspad, wireless özelliği sayesinde dijital / müzik yazılımıyla uyumlu her cihaza rahatlıkla bağlanabiliyor. Sadece 11 kg ağırlığındaki bu şahane set sayesinde artık davulunuzu sırt çantanıza sığdırabilecek ve dilediğiniz yerde prova yapabileceksiniz. Bu yenilikçi davul seti henüz piyasaya çıkmadı. Sahip olmak isteyenler, Kickstarter’dan ön sipariş verip tasarımcısını destekleyebilir ve bu projeyi gerçekleştirmesine katkıda bulanabilir. Davul çalmak için bahanelerin arkasına saklananlar bagetlerini ele alsın!

STRANGER THINGS LEGO'LANDI

S

tranger Things, günümüzün en önemli popüler kültür ikonlarından biri. Netflix'te yayınlanan ilk iki sezonuyla dünya çapında milyonlarca hayrana kavuşan Stranger Things'in üçüncü sezonu 4 Temmuz’da ekrana gelecek. Yeni sezona gün sayarken, LEGO’nun bir Stranger Things seti için Netflix ile anlaştığı haberini aldık. Stranger Things hayranları, emininiz ki bu LEGO setine bayılacak. Üstelik The Upside Down’u inşa etmek epey de eğlenceli ve kolay olacak gibi görünüyor. Modelin ayrıntılı yapım kılavuzu

sayesinde hiç zorlanmadan inşa edebileceksiniz. Stranger Things setinde gerçek dünya ile The Upside Down arasında istediğiniz zaman geçiş yapabilme imkanınınız da var. Gerçek dünyadaki Byers’ların evinde Will’in odası, oturma odası ve yemek odası bulunuyorken; The Upside Down kısmında ise tüm odaların alternatif evren versiyonu yer alıyor; hepsi daha karanlık, diziden alışık olduğunuz şekilde harap ve sarmaşık kaplı! Bu setin içinde ayrıca Eleven, Mike Wheeler, Lucas Sinclair, Dustin Henderson, Will Byers, Joyce Byers, Chief Jim Hopper ve Demogorgon’un toplam 8 adet minifügürü ve onların aksesuarları yer alıyor. Üçüncü sezonun başlamasıyla birlikte raflarda göreceğimiz 2 bin 287 parçalık bu güzelliğin fiyatı ise, 199 dolar olarak açıklandı. 4


DOĞADA YAŞAMAK BUDUR!

M

imari alanında gözlenen modern gelişmeler, kısa sürede kozmopolit hayatı da can damarlarından yakalayacak gibi duruyor. Fransız menşeli Lumicene tasarlanan Lumipod için, 183 metrekare alana sahip dairesel bir barınak da diyebiliriz. Lumipod kabinlerin çerçevesi alüminyumdan üretilmiş ve etrafa uyum sağlaması için yanık odun levhalarıyla kaplanmış. Dört vidalı kazık üzerine oturan kabin, çevreye verilecek zararı minimuma indirmek için araziye özenle yerleştirilmiş. Kabinin içi

kontrplakla kaplanmış kaplı ve son derece şık bir banyo, dolap ve bir de yatak odasına sahip. Boydan boya cam kaplama tavanı ise, misafirlerini muhteşem gökyüzü manzarasıyla baş başa bırakacak kadar iddialı. Tavandaki pencere uyku alanını üstü kapalı bir açık alana dönüştürebilmek ve vahşi doğa ile bağlantı kurmak için istenildiği zaman açılıp kapanabiliyor. Ne dersiniz bu tarz kabinler, kalabalık şehir yaşamında sıkça karşılaştığımız konut sorununa ileride çare olabilir mi?

TAHTI BU KALEME VERİN!

Ç

evrenizde bir kaleme neredeyse lüks bir otomobil kadar para dökmeye meraklı bir babayiğit varsa, 18 ayar altın kaplama bu “Game Of Thrones” kalemi mutlaka ilgisini çekecektir. “Winter is Here” sözüyle adlandırılmış bu güzellik, oldukça göz alıcı ve dikkat çekecek derecede de pahalı! Bu arzu nesnesi, 1912 yılında kurulan İtalyan Montegrappa’nın Vicenza’daki fabrikasında üretiliyor. Montegrappa, aslında daha önce de Game Of Thrones lisanslı kalemler satışa sunmuştu. Bu kalemin bu kadar özel olmasının en önemli sebebi, tahmin edeceğiniz üzere altından üretilmiş olması. Ejderha Visieron, Night King ve White Walker işlemeleriyle göz kamaştıran bu kalem, HBO’nun sanal mağazasında 57 bin 600 dolardan başlayan fiyatla satılıyor.

STAR WARS GÜZELLİĞİ

L

EGO, “4 Mayıs Star Wars Günü” şerefine “Star Wars Boost Droid Commander” setini piyasaya süreceğini duyurdu. LEGO’nun kodlamaya imkan veren özel serisinin bir parçası olarak inşa edilebilir ve programlanabilir olan R2-S2, Gonk Droid ve Mouse Droid LEGO seti, 1 Eylül’de satışa çıkacak ve fiyatı 199 dolar olacak. 1177 parçadan oluşan set, her üç droid için de yeterli parçaya sahip. Renk ve mesafe sensörlü droid’lerin, akıllı cihazlara bağlanabilmesi için Bluetooth’u bile var. IOS, Android ve Fire gibi akıllı cihazlar için üretilen LEGO Boost uygulamasıyla birlikte kullanıldığında tam potansiyelini deneyimleyebileceğiniz bu setlerin görevleri arasında; R2-D2 için rota çizme, Gonk Droid için arena eğitimi ve Fare droid için de karşılama protokolleri eğitimi bulunuyor. Uygulama, oyuncuların kendilerine verilecek özel görevlerden herhangi birinde droid'lerini kullanmalarını sağlıyor.

UNİK’TEN KİŞİYE ÖZEL TAKI

T

akıya meraklı okuyucularımızı, çok seveceklerini düşündüğümüz Unik ile tanıştıralım. Unik, her üründen sadece bir tane üreten yepyeni bir takı markası. Ana malzemesi eskitme gümüş ama onu asıl değerli kılan nokta, gümüşe montürlenen antika porselen kısmı. 50 ila 100 yıl (şimdilik!) geriye giden nadir bulunan el boyaması antika porselen tabak, fayans vb. gibi eserlerden özel bir teknikle kesilen sahnelerin (figürler, binalar, doğa manzaraları vb.) kolye ve yüzük olarak değerlendirilmesiyle ortaya çıkan Unik’e 5

bayıldık doğrusu. Unik takılarında aynı sahne hiçbir zaman iki kere tekrarlanmadığı için her ürün adı gibi gibi eşsiz, yani ünik! Markanı yaratıcısı Orhan Meriç, “Her bir ürün çok çeşitli üretim aşamalarından geçtikten sonra son haline bizzat kendim getiriyorum. Oldukça zahmetli bir kesim, temizleme, zımparalama ve temizleme işlemi söz konusu olduğu için işi şansa bırakamıyorum” diyerek yeni girişimini anlatıyor. Unik ile ilgili detaylı bilgi almak isteyenler, Instagram hesabını (@unikbymerici) takip edebilir.


POST OFFICE

AVENGERS KOLEKSİYONU

G

-Shock, Avengers: Endgame filminin muhteşem gişe başarısının rüzgarını arkasına katarak Marvel ile ortak bir projeye imza attı ve Avengers Koleksiyonu’nu piyasaya sürdü. Bu ortaklık sayesinde üç farklı (Captain America, Iron Man Spider-Man) Avengers temalı kol saati üretildi. GA-110 modeli, hem Captain America hem de Iron Man renklerini yansıtırken, Spider-Man, karakteri için daha uygun bir model olan, ince ve zarif tasarımıyla dikkat çeken DW-5600 modelinin kasası kullanılmış. Her bir kol saatinin Marvel karakterlerine uygun olarak kaplanmış bir kılıfı ve hepsinin özel bir metal saklama kutusu bulunuyor. The G-Shock x Marvel Avengers Koleksiyonu, şimdilik sadece Pekin ve Şangay’daki G-Shock mağazalarında ve G-Shock’un Çin web sitesinde satışa sunuldu. Bakalım bu şahane saatler Avrupa’da ne zaman satışa çıkacak?

SEVİMLİ BİRAHANE

H

em geri dönüşüm savunucularının hem de bira severlerin fazlasıyla hoşuna gidecek, son derece yaratıcı bir projeyi sizlere göstermek isteriz. Tokyo'da Schmatz isimli bar, fotoğraflardan da gördüğünüz üzere bir konteynerın içine inşa edilmiş. Bu şahane tasarım sayesinde konuklar, karanlık bir nakliye konteynırı yerine, sanayileşmiş dış cepheye tamamen zıt; sıcak ve davetkar bir bira satış noktasına giriyorlar. Bu barın hem duvarları hem de zemini ahşaptan inşa edilmiş. Ayrıca bar ve bar tabureleri de buna uyumlu olarak ahşapla kaplanmış. Barın arkasındaki çelik levha, endüstriyel tasarıma modern bir dokunuş katmış ve içindeki çizgiler de bu kadar küçük bir alan için gerekli olan “tek biçimliliği” korumaya yardımcı olmuş. Ek olarak, yapının tarzı, yakındaki meşhur Tokyo Dome beysbol stadyumundan ilham almış. Bu ilhamın yansımaları; bar taburelerinde, bira musluklarında ve neon tabelalarda görülebiliyor. Büyük bir maçtan önce veya sonra bir içkinin tadını çıkarmak için mükemmel bir mekana benzemiyor mu? Darısı İstanbul’un başına!

BENTLEY’DEN MÜTHİŞ KİTAP

B

u yıl 100. yaşını kutlayan Bentley Motors, lüks yayıncı Opus ile birlikte çok özel bir kitap yayımladı. Lüks İngiliz otomobil üreticisinin tarihini ele alan bu kitap, tam 800 sayfa ve açılınca eni bir metreyi buluyor! Ağırlığı 30 kilogram civarında olan bu evladiyelik kitabın üç farklı versiyonu bulunuyor. “Standart” versiyonun 500 kopyası var, Mulliner versiyonu ise 100 kopyadan oluşuyor, ek olarak 10 efsanevi Bentley modelinin 20*24 inç boyutunda devasa Polaroidleri ve 56 tane suluboya koleksiyonu ile birlikte satışa sunuluyor. 100 Carat versiyonu ise, 100 karat pırlantalarla kaplı ve dünya üzerinde sadece yedi adet kopyaya sahip. Fiyatı ise tam 254 bin dolar!

USTA DÖNERCİ’DEN İKİ YENİ LEZZET

G

eleneksel döner lezzetini, uygun fiyat ve üstün hizmet kalitesi ile sunan Usta Dönerci, döner tutkunlarını sevindirecek iki yeni lezzeti menüsüne ekledi. Türkiye’nin en büyük döner restoran zinciri Usta Dönerci, birbirinden leziz, özenle hazırlanmış ürünleriyle dikkat çekiyor. Zengin menüsüyle hem ceplere hem midelere hitap eden Usta Dönerci menüsüne eklediği iki yeni lezzeti ile döner tutkunlarını sevindirecek. Fırından yeni çıkmış taptaze ekmek içerisinde; yeşillik, domates, turşu ve özel sosları ile servis edilecek olan “Et Döner Ekmek ve Tavuk Döner Ekmek” klasik döner severlerin yeni vazgeçilmezleri olacak.

6



KAPAK KONUSU

KRAL’SIZ 10 YIL

Pop müziğin kralı Michael Jackson, 25 Haziran 2009’da hayata gözlerini yumduğunda, dünya müziği en önemli değerlerinden birini de sonsuza dek kaybetmiş oldu. Aramızdan ayrılışının 10. yılında, Jackson’ın muazzam kariyerine ve ‘Leaving Neverland’ belgeseli sonrasında yaşanan tartışmalara odaklanıyoruz.

8


Jackson 5

K

ing of Pop... Pop müziğin kralı... Bu tabir, ne abartı içeriyor ne de bir başkası tarafından sahiplenilmeye müsait. Doğuştan yetenekli yıldız Michael Jackson, milyonları eğlendirmeye ve kendine hayran bıraktırmaya adeta çocuk yaşta başladı. 25 Haziran 2009’da hayata gözlerini yumduğunda ise, yarım asırlık bir eğlence sihirbazı olarak dünyada kimsenin artık kolay kolay dolduramayacağı bir boşluğu ardında bıraktı. Michael Jackson, halen tüm zamanların en çok liste başı hit şarkılara ve albümlere imza atan erkek sanatçısı olma rekorunu elinde bulunduruyor. Michael, şöhret basamaklarını tırmanmaya kardeşleriyle kurduğu Jackson 5 adlı grupla başladı. Adeta doğuştan bir yıldız olan Jackson, grubun en küçük üyesi olmasına rağmen baş solisti ve lideriydi. Sadece müzik ve şarkı söylemekle değil, dans ve beste yapmakla da haşır neşirdi. 1970’lerin sonlarında, Michael’ın da isteğiyle, grubun adı The Jacksons olarak değişti. Bu sayede Latoya, Janet ve Rebbie adlı küçük kardeşler de abileriyle birlikte sahneye çıkabildi.

ların en sevilen müzik videolarından biri olarak anılır. Kral, sadece şarkısıyla değil; bu video klipteki Hollywood ayarındaki özel efektlerle, kostümüyle ve olağanüstü Thriller koreografisiyle dünyaya adeta bir kültür mirası bıraktı. Thriller albümü tüm zamanların en çok satılan albümü olmakla kalmadı; Beat It ve Billie Jean gibi efsane şarkıları da dilimize doladı. Thriller efsanesi, Grammy ödül töreninde de Jackson’ı tarihe altın harflerle yazdı ve geceden tamı tamına 8 adet altın gramofon heykelciğiyle döndü. Fakat tam da bu dönemde, geçirdiği talihsiz bir kazanın sonuçları Jackson’ın ölümüne dek yakasını bırakmadı. 1984 yılında Pepsi için çekilen reklam filmleri sırasında sette bulunan alev makinelerinden saçları yanan ve kafatasında 2. derece yanıklar oluşan Jackson, sayısız ameliyat geçirmek zorunda kaldı. Sancılı iyileşme döneminde

ARTIK TEK BAŞINA

Michael Jackson, sürüden ayrılmaya karar verdiğinde, takvim yaprakları 1978’i gösteriyordu. Genç sanatçının ilk solo albümü Off The Wall, hemen bir sene sonra yayımlandı. Jackson, bu albümle öyle büyük bir başarı yakaladı ki 1980 yılında düzenlenen American Music Awards’da üç ödül birden kazandı ve o tarihe dek bunu başarabilen tek erkek sanatçı olarak ödül töreninin tarihine adını kazıdı. Michael’ın tüm dünyayı kendine hayran bırakması ise, 1983’ün sonunda dünya prömiyerini yapan Thriller müzik videosu oldu. Albümüyle aynı adı taşıyan bu şarkıya çekilmiş olan 13 dakikalık klip, o güne dek müzik dünyasında eşi benzeri görülmemiş bir promosyondu. “An American Werewolf in London” filminin efsane yönetmeni John Landis’in çektiği video, halen tüm zaman9

kullandığı yüksek dozlu ağrı kesicilerin, efsane sanatçıda bağımlılık yaptığına inanılıyor. Zira ölümünde büyük rol oynayan yüksek dozlu ağrı kesici ilaç bağımlılığına işte bu dönemde kapılmıştı.

GERÇEK KRAL

Michael Jackson, Thriller’ın ardından verilen beş yıllık arada önce ABD’de ardından da dünya çapında pek çok konser verdi. Kardeşlerini de ihmal etmeyen Kral, “The Jacksons Victory Tour” adlı bir turneye de çıktı. Ardından sıkı bir beste süreci için kendi dünyasına kapanan Jackson, albümde yer alan 11 şarkının dokuzunun hem söz hem de bestesine imza attı. Thriller’dan beş yıl sonra piyasaya çıkan Bad albümü için imajını baştan sona değiştiren Michael, yeni albümünün isim parçasının video klibinin yönetmeni olarak efsane isim Martin Scorsese ile anlaştı. Taxi Driver filminin


KAPAK KONUSU

büyük hayranı olan Michael Jackson, Scorsese’ye bir müzik videosu çektirebilecek zaten tek isimdi! Bad albümü piyasaya çıktığı anda 13 ülkenin satış listelerinde zirveye, 51 ülkede de ilk 10’a yerleşti! Albümün tüm şarkılarını single olarak da yayınlayan Michael, kırılması güç rekorlara imza atmaya devam ediyordu. Amerikan Billboard 100 listesinin zirvesine aynı albümden beş şarkı sokabilen tek erkek sanatçı olarak o günlerde tarihe geçti. Bad albümü Billboard 200 listesinde toplam 38 hafta aralıksız kalarak bir rekor daha kırdı ve halen bu rekoru egale edebilen erkek solo şarkıcı çıkamadı. Bad, tüm zamanların en çok satılan albümleri arasında, hatta uzun yıllar boyunca Thriller’ın ardından ikinci sırada yer aldı. Tüm zamanların en başarılı albümlerinden biri olan Bad, aynı zamanda Michael Jackson’ın solo kariyerinin gizli mimarı olarak kabul edilen Quincy Jones’la çalıştığı son albüm olarak da kayıtlara geçti.

REKORLARA DEVAM

90’lar, her ne kadar müziğin çehre değiştirmeye başladığı ve grunge akımının zirve yaptığı yıllar olsa da Michael Jackson, bu karmaşık dönemin hemen başında tüm zamanların en başarılı pop albümlerinden birine daha imzasını atacaktı. Michael Jackson, Quincy Jones’la yollarını ayırdıktan sonra yola tek bir prodüktör yerine farklı isimlerle devam etmek istemişti. Dangerous adlı 1991 çıkışlı albümün prodüktör listesinde Bill Bottrell, Teddy Riley, Bruce Sweiden ve elbette bizzat Michael Jackson’un adı yazılıydı. Albümde yer alan 14 şarkının 12’sinde Michael Jackson’ın imzası bulunuyordu ve ünlü sanatçı kariyerinin son parlak üretim döneminde elinden gelen her şeyi albümün notalarına döküyordu! Albüm, yayımlandığı tarihten bugüne dek yaklaşık 45 milyon satarak tüm zamanların 10

en çok satılan albümlerinden biri olma unvanını kazandı. Dangerous, aynı zamanda tuhaf bir çalınma olayıyla da gündeme oturdu. Los Angeles’ta bulunan bir depoda müzik marketlere dağıtılmak üzere bekletilen Dangerous albüm stokları, piyasaya çıkış tarihinden dört gün evvel, dört silahlı soyguncu tarafından çalınmıştı. Bu olay, korsan müzik tarihinin en tuhaf olaylarından biri olarak müzik tarihine geçmiştir. Albüm piyasaya çıktığı hafta 11 ülkede liste başı olmuş ve 21 ülkede ilk 10 listelerinde kendine yer bulmuştu. Dangerous albümünün çıkış şarkısı olan Black or White’ın 11 dakikalık video klibi, dünya çapında 27 ülkede televizyon yayınları kesilerek canlı olarak yayınlanmıştı. Türkiye, o şanslı ülkelerden biriydi! Albümün hemen hemen tüm şarkıları single olarak yayınlanmış ve bu single’lardan dördü birden Billboard listesinde zirveye yerleşince Michael Jackson, Bad albümünün başarısına yine kendisi ortak olmuştu! Jam, In the Closet, Remember the Time, Heal the World, Black or White, Who it It, Give in to Me ve Dangerous single’ları, uluslararası listeleri de ele geçirmiş ve Michael Jackson bir rekora daha imza atarak 44 hafta boyunca dünya listelerinde kalmayı başarmıştı.

GERÇEKLERİ TARİH YAZAR

Michael Jackson, kariyerinin en kallavi dönemini kapsayan bir ‘best of’ albüm için plak şirketi tarafından sıkıştırılmaktaydı. Kral, bu albümün muadillerinden çok farklı olmasını istiyordu ve istediğini fazlasıyla aldı. 1995 yılında yayımlanan bu genişletilmiş Best of projeye “HIStory: Past, Present and Future, Book I” adı verildi. İki CD’den oluşan albümün ilk yarısı bir best of albümdü ve bu CD’ye verilen isim HIStory Begins’di, ikinci CD’nin içerisindeyse, sıfır kilometre Michael Jackson şarkıları yer alıyordu. Yeni şarkıların bulunduğu CD’nin adı “HIStory Continues” olarak seçilmişti ve hepsi Michael Jackson klasikleri arasına ismini yazdıran muazzam şarkılar barındırıyordu. Scream/Childhood, You Are Not Alone, Earth Song, This Time Around, Stranger in Moscow ve The Don’t Care About Us şarkıları, bu albümün ve Michael’ın kariyerinin mihenk taşlarıydı.


Bu albüm ne yazık Michael Jackson ve medyanın arasındaki ilişkinin kopma seviyesine geldiği dönemde piyasaya çıkmıştı. Michael Jackson’a yöneltilen çocuk tacizi suçlamalarının ayyuka çıktığı bu dönemde tüm oklar Jackson’ın üzerindeydi. Jackson’a büyük zarar veren bu haberler sonrasında sanatçının bir antidepresan bağımlısı olmaya yönelimi başlamıştı. Haberler uluslararası medyaya sıçradığında Michael turnesinin bir bölümünü iptal etmiş ve bir rehabilitasyon kliniğine yatmıştı. Bu albümün dünya turnesi olan HIStory World Tour, toplamda 35 ülkede ve 58 şehirde verilen konserlerden oluşmuştu. Bu turne, maalesef Michael Jackson’ın son albüm turnesi olarak kayıtlara geçti. Turnenin ve albümün promosyon çalışmaları için Diana Walczak tarafından hazırlanan 30 adet devasa heykel, dünyanın önemli şehirlerinde görücüye çıkmıştı. 1997 yılında piyasaya çıkan “HIStory on Film, Volume II” adlı video albümünde Michael Jackson’un tüm video klipleri yanı sıra az görülmüş konser performansları ve televizyon şovlarından kesitler yer almaktaydı.

MUTSUZ SON

2001 çıkışlı Invincible, Michael Jackson’ın solo kariyerinin son stüdyo albümü olarak dikkat çekiyor. Albümün yaklaşık dört yıl süren prodüksiyon süreci, Michael Jackson’ın kariyerindeki en uzun stüdyo işlerinden biri olarak kayıtlara geçti. Hatta o dönemde Jackson’ın albümün pek çok şarkısını defalarca kaydettiği ve albümde yer alması beklenen onlarca şarkıyı da çöpe attığı konuşulmuştu. Albüm sonrası Michael Jackson’ın son bir dünya turnesi daha yapması bekleniyordu ancak turne planları kısa sürede iptal oldu. Albümün turnesiz geçiştirilmesi satış rakamlarına da negatif etki etti. Invincible’ın 30 milyon dolar harcanan kayıt süreci, bu albümü tüm zamanların en pahalı albümü yapmıştı. Ne yazık ki albümün geliri, bu masrafı karşılamaya bile yetmemişti.

ÖLÜMÜNDEN SONRA

Michael Jackson’ın ölümünden sonra, sanatçının plak firması olan Epic Records ve Sony Music, ellerinde en az 10 albüm dolduracak kadar Michael Jackson şarkısı olduğunu duyurdu. Bu şarkıların çoğu Michael Jackson’ın son anda albümlerine koymaktan vazgeçtiği şarkılardı. Bir kısmı ise, sanatçının ölümünden kısa bir süre önce kaydettiği ve single olarak yayımlanması planlanan eserlerdi. Epic Records ve Sony Music

etiketiyle sanatçının ölümünden sonra piyasaya sürülen ilk albüm “Michael” oldu. İçeriğinde 10 yeni şarkı bulunan albümün şarkılarından sekizinin beste ve sözlerinde Michael Jackson imzası vardı. Albümde yer alan sanatçılardan bazılarının bu albümün kendilerinden habersiz yapılmış olmasını söylemesi basında tepkilere yol açmıştı. Black Eyed Peas’ten tanıdığımız will.i.am ve Foo Fighters lideri Dave Grohl’un bu durumdan duydukları rahatsızlığı dile getirmeleri basında yankı bulmuştu. Tüm bu negatif gelişmelere rağmen, “Michael” adlı albüm toplam 19 ülkede platin plak kazanma başarısını göstermişti. 2014 yılında piyasaya çıkan VE LA Reid’le Timbaland’in üzerinde iki yıl boyunca çalıştığı “Xscape” albümü, hem eleştirmenlerden hem de Jackson hayranlarından büyük ilgi gördü. Toplamında sekiz yeni şarkı bulunan Xscape, üç ülkede platin plak, 14 ülkede de altın plak kazanma başarısını göstermişti.

LEAVING NEVERLAND

Michael Jackson, çocuk yaşından itibaren dünyanın göz bebeği olan; 80’lerde ve 90’lardaki müthiş solo kariyeriyle akıllara zarar başarı elde eden muhteşem bir yıldızdı. Emsali olmayan ve muhtemelen bundan sonra da hiçbir zaman yeri doldurulmayacak olan bu yıldızın marjinal yaşam öyküsü, aslında herkesçe biliniyordu. Fakat dünya prömiyerini ünlü Sundance film festivalinde yaptıktan sonra 3-4 Mart’ta HBO kanalında yayınlanan Leaving Neverland belgeseliyle birlikte bu marjinalliğin sınırlarının ulaştığı korkutucu boyut, dünyanın gözünün önüne 11

ilk kez böylesine serilmiş oldu. Michael Jackson, 1993 ve 2004 yıllarında yargılandığı pedofili davalarından şaibeli biçimde beraat etse de dedikodular hiç kesilmemişti. Michael Jackson’un iki çocukla, Neverland çiftliğinde yaşadıklarına odaklanan ve 1993 yılında açılan davalara kadar olayı götüren Leaving Neverland, o yıllarda Michael’ın kamuoyu tarafından ilahlaştırılmış olmasından aldığı güçle arzu ettiği her şeyi sınırsızca yaşadığını iddia ederek herkeste adeta soğuk duş etkisi yarattı. Belgeselin yayınlanmasının ardından ise ortalık adeta ayağa kalktı ve Jackson’a tepkiler çığ gibi büyüdü.

TEPKİ ÇOK BÜYÜK

Indianapolis şehrinde bulunan The Children’s Museum of Indianapolis adlı müze, Michael Jackson tarafından müzeye bağışlanan üç adet kişisel eşyayı Jackson Estate’e iade ederek, müzede bulunan Michael Jackson bölümünü tamamen ziyarete kapattığını açıkladı. Michael Jackson’a ait olan beyaz eldiven, Moonwalker filminde taktığı beyaz fötr şapka ve bizzat Jackson tarafından imzalanan Dangerous dünya turnesinin afişi, artık müzede sergilenmeyecek. Louis Vuitton, Şubat ayında Paris Fashion Week kapsamında düzenlenen defilede, ilhamını Michael Jackson’dan alan bir erkek giyim koleksiyonunu tanıtmıştı. Bu defileden sadece birkaç hafta sonra, Leaving Neverland belgeseli dünya prömiyerini Sundance bağımsız film festivali kapsamında gerçekleştirdi. Louis Vuitton, belgesel HBO kanalında yayınlandıktan bir hafta kadar sonra, yeni sezon erkek koleksiyonundan tüm Michael Jackson ürünlerinin üretimini durdurduğunu ve bu ürünlerin asla piyasaya sürülmeyeceğini


KAPAK KONUSU

resmi iletişim kanallarından duyurdu. Jackson’a bir darbe de tüm zamanların en ünlü animasyon dizisi olan The Simpsons’tan geldi. Michael Jackson, 1991 yılında yayımlanmış olan “Stark Raving Dad” adlı The Simpsons bölümünde bir karakteri seslendirmişti. Homer Simpson’ın bir akıl hastanesinde tanıştığı Leon Kompowsky adlı karakter, kendisinin ünlü bir pop yıldızı olduğunu zannediyordu! Kompowsky karakterini seslendiren Michael Jackson’ın yer aldığı bölüm, 21st Century Fox kanalının yöneticileri tarafından The Simpsons külliyatından çıkarıldı. Bu bölüm artık ne televizyonlarda yayınlanan tekrarlarda, ne internette yayınlanan The Simpsons sezonlarında ne de ilgili sezonun DVD ve Blu-ray kopyalarında bundan böyle yer almayacak. The Simpsons tarihinde böyle bir olay ilk kez yaşanıyor! Michael Jackson’a veto uygulayan en ilginç kurum ise, Los Angeles Lakers basketbol takımı oldu. Bilenler bilir, Los Angeles Lakers takımının sahası olan Staples Center’ın devre arası şovlarında Jackson’ın

Beat It adlı şarkısı çalınır ve şarkı süresince tribünde en iyi air-guitar performansını gösteren seyirciye Lakers forması hediye edilirdi. Yaklaşık 25 yıldır sürmekte olan bu gelenek artık Beat It olmadan devam edecek. Staples Center, Leaving Wonderland sonrasında devre arası air-guitar yarışmasını yapmayı sürdürdü ancak Beat It yerine Nirvana’dan Smells Like Teen Spirit ve Chuck Berry’den Johnny B. Goode şarkılarını kullandı. Michael Jackson şarkılarının global radyo istasyonlarındaki durumu da hiç iç açıcı değil. Dünyanın dört bir yanından çok sayıda radyo istasyonu, Jackson’ın şarkılarını çalmama kararı aldı. Örneğin BBC Radio, 23 Şubat tarihinden bu yana bir kez bile Michael Jackson şarkısı çalmadı! Aynı şekilde Yeni Zelanda menşeli MediaWorks adlı radyo kanalı bundan sonra hiçbir Michael Jackson şarkısı çalmayacağını resmi olarak duyurdu. Kanada’nın en önemli radyo istasyonlarından Cogeco Media da yayınlarında Michael Jackson şarkılarına yer vermeyeceklerini açıkladı. Tüm

bunlara ek olarak birçok insan, Jackson’ın şarkılarını cep telefonlarından sildi. Bazı yerlerde insanların Jackson’ın şarkılarını çalan mekanları terk ederek tepki gösterdikleri yönünde haberler bile geldi.

NASIL HATIRLANACAK?

Michael Jackson, dünya kolektif kültürünün DNA’sına işlenmiş bir efsane, elbette tahribi ya da tamamen yok olması imkansız; ancak bu belgesel sonrasında dünyanın Michael Jackson konusunda ikiye bölündüğü de bir gerçek. Michael Jackson’a dair tepkiler sadece hayranları ikiye bölmekle kalmadı, Michael Jackson adının ulaştığı her alanda tepkiye neden oldu. Tüm zamanların en büyük müzik yıldızı, son dönemde kemikleri sızlatan Leaving Neverland gibi belgesellerle gündemde olsa da eserle sanatçının arasında bir ayrım olduğunu da kabullenmeliyiz. Ne olursa olsun Michael Jackson şarkıları, Michael Jackson konserleri, Michael Jackson filmleri bu gezegenin ortak kültür mirası olarak var olmaya devam edecekler.

Ölümünün ardından adeta para makinesine dönen ve en çok kazanan ölü yıldız unvanını ele geçiren Michael Jackson efsanesi, Leaving Neverland sonrası ciddi bir çöküşe geçti. 12



ANALİZ

GAME OF THRONES SONRASINDA NELER OLACAK? Game of Thrones, HBO ekanlarında sekiz sezon süren epik macerasını büyük tartışmalar yaratarak tamamladı. Final sezonundan tatmin olmayan hayranlar, şimdiden boşluğa düşmüş gibiler; ancak kimse telaşlanmasın. Macera aslında şimdi başlıyor!

T

üm zamanların en çok izlenen, çılgınca takip edilen, haneler arasındaki taraftarlığı El Clasico’yu aratmayan, spoiler yüzünden kan davaları çıkan dizisi Game of Thrones, geçtiğimiz ay sona erdi. Game of Thrones, global bir fenomene dönüşmüş olsa da izleyicilerinin büyük bölümü, dizinin final sezonundan şikayetçi. Kimisi altı bölümlük kısa sezonda her şeyin jet hızıyla oluvermesine takık, kimisi sevilen karakterlerin hızlı dönüşümlerine anlam vermeye çalışıyor. Anlayacağınız, Game of Thrones tantanası daha uzun yıllar süreceğe benziyor. Biz müjdeyi vermiş olalım, Game of Thrones hayranlarını aslında harika günler bekliyor. Şimdi gelin hep birlikte Game of Thrones yetmezliğinize deva bulalım:

de cereyan eden olaylara odaklanacak dizi, “Westeros’un Kahramanların Çağı” olarak adlandırılan dönemin bitiş sürecinde başlayacak. İnsanlığın en karanlık dönemine odaklanacak olan yapım, Westeros tarihinin karanlık dehlizlerinden pek çok gizemi de gün ışığına çıkaracak. White Walker’ların kadim geçmişi de bu dizinin ana konularından biri olacak. Doğu’nun bilinmeyenlerinin üstündeki sis perdesi aralanırken, kadim Stark ailesinin kirli çamaşırları da ortaya saçılacak. Bu diziyle birlikte Game of Thrones’a dair bildiğinizi sandığınız her şeyin dengesi bozulacak ve ayaklarının altındaki halı çekilecek! Tüm haneler ayağını denk alsın! Bu işten kaçış yok. Naomi Watts

YENİ DİZİ YOLDA

“What is dead may never die.” (“Bir kez ölmüş olan bir daha ölemez.”) Greyjoy hanesinin akıllara kazınan bu sözü, gerçek olmak üzere! Nasreddin Hoca fıkrasını biraz tersine çevirmek gerekirse; kazanın öldüğüne inandınız, doğurduğuna mı inanmıyorsunuz? HBO, George R.R. Martin’in A Song of Ice and Fire evrenine o kadar da hızlı veda edeceğe benzemiyor. Game of Thrones’a bir devam dizisi gelmeyecek; ancak Westeros’ta çağlar öncesinde yaşanan olayları konu edinen yeni bir dizinin hazırlıklarına resmi olarak başlandı bile! HBO, Game of Thrones evreninde geçecek olan ve kadim yılları anlatacak dizi için yeşil ışığı çoktan yaktı. Henüz adı açıklanmayan ve Game of Thrones’un binlerce yıl öncesin14

SARIŞIN GÜZEL BAŞROLDE

Mulholland Drive, King Kong ve The Ring gibi milyonlarca sinemaseverin hayranlıkla izlediği yapımlarda rol almış sarışın güzel Naomi Watts, Hollywood ışıltısını Game of Thrones evrenine getirecek. Watts’ın rolü şimdilik sır gibi saklanırken, karakteri hakkında yapımcılar tarafından ufak bir ipucu verildi. Naomi Watts, yeni Game of Thrones dizisinde, yaşadığı dönemde el üstünde tutulan ve toplum tarafından büyük saygı gören varlıklı bir kadını oynuyor; ancak bu kadının sır gibi sakladığı karanlık gizem, ortalığı fena karıştıracak!


Dizinin oyuncu kadrosu için açıklanan diğer isimler, uzun yıllar pek çok farklı yapımda karakter rolleriyle göz dolduran oyunculardan oluşuyor. Jonathan Whitehouse (Poldark), Miranda Richardson (Harry Potter film serisi), Naomi Ackie (Star Wars: Episode IX), Denise Gough (Colette), Jamie Campbell Bower (Fantastic Beasts: The Crimes of Grindelwald), Sheila Atim (Harlots), Ivanno Jeremiah (Humans), Georgie Henley (The Chronicles of Narnia), Alex Sharp (How to Talk to Girls at Parties) ve Toby Regbo (Fantastic Beasts: The Crimes of Grindelwald) yeteneklerini Westeros ve ötesinin yeni serüveninde sergileyecekler.

USTA DA İŞİN İÇİNDE

HBO, bu yeni dizinin patronu ve senaristi olarak çok önemli bir isimle anlaştı. Hollywood’un en sevilen kadın senaristlerinden Jane Goldman, yeni Game of Thrones dizisinin kaptan kökünde oturacak isim olacak. Jane Goldman, özellikle de aksiyon dozu yüksek olan, kalabalık kadrolu ve bol aksiyonlu çizgi roman uyarlamalarında imzası bulunan bir senarist. Kick-Ass, X-Men: First Class ve Kingsman, Goldman’ın parmak izlerini taşıyan en klas filmlerden bazıları. A Song of Ice and Fire kitaplarının yazarı ve Game of Thrones’un babası George R.R. Martin de dizinin yaratım sürecine dahil olduğunu açıkladı. HBO ile beş farklı Game of Thrones dizisi için çalışmalar yapan Martin, bu beş projeden üçünün geliştirilme ve prodüksiyon hazırlığı sürecinde olduğunu müjdeledi. George R.R. Martin

DEDİKODU KAZANI

Konu yeni bir Game of Thrones dizisi, hatta potansiyel dizileri olunca, dedikoduların da ardı arkası kesilmiyor tabii. Yeni dizinin çekimlerine siz bu satırları okuduğunuz sıralarda başlanmış olacak. Dizinin adı kesin olarak açıklanmamış olsa da prodüksiyon çalışmaları Bloodmoon (“Kanlı Ay”) adı altında sürüyor. George R.R. Martin’e göre, yeni dizi, ardılı olduğu Game of Thrones’tan binlerce yıl öncesini konu edinecek. First Man ve Children of the Forest’ın arasında yapılan ateşkes antlaşmasının da dizide önemli yer tutacağı söyleniyor. Westeros tarihinde Age of Heroes adıyla anılan dönemde yaşamış iki kilit karakter var. Stark hanesinin kurucusu olan, hem Winterfell’i hem de Duvar’ı inşa eden Bran ve Casterly Rock’ı hem zekası hem de bileğinin gücüyle alan, Lannister hanesinin kurucusu Lann the Clever! Eminiz sadık Game of Thrones hayranları, bu ikilinin maceralarını izlemek için yine ekranlarının başına toplanacaktır. George R.R. Martin, şahsi blog’unda bu yeni dizinin adının The Long Night olacağını duyurmuştu; ancak sonradan HBO’nun kendisini uyararak blog yazısını sildirdiğini anlattı. HBO’nun Martin üzerindeki gücü bu denli şaşırtıcı demek ki!

GELEN GİDENİ ARATIR MI?

Game of Thrones dizisinin yaratıcıları David Benioff ve D.B. Weiss’ın HBO ile olan anlaşmaları sonlandı. Bu da demek oluyor ki yeni diziyle uzaktan yakından alakaları olmayacak. Eminiz bu haber özellikle de final sezonuna dair şikayetleri bol olan seyircileri rahatlatacaktır. Pilot bölümü de diyebileceğimiz ilk bölümünün yönetmenliği için oldukça klas bir isim seçilmiş durumda. SJ Clarkson, son yıllarda televizyonlarda pek çok yüksek profilli diziyi yönetmiş bir isim. Orange is the New Black, Vinyl, Jessica Jones ve Dexter bir çırpıda aklımıza gelen projeleri. Başarılı yönetmen, aynı zamanda dizinin yapımcıları arasına da adını yazdırmış. HBO’nun diziyi 2020 kış sezonunda yayına sokacağı konuşuluyor. Game of Thrones’un final sezonunda bölüm başına 15 milyon dolar masraf yapan HBO’nun yeni dizide de kesenin ağzını açacağı ve 10 bölümlük sezonlara dönüş yapacağı söyleniyor. Bakalım ejderhaların, Demir Taht’ın ve King’s Landing’in 15

olmadığı yılların Westeros’unda geçecek olan bu dizi, seyirci toplamak konusunda ne derece başarılı olacak?

KİTAPLAR NE OLACAK?

Game of Thrones kitaplarının çıkışı iyiden iyiye yılan hikayesine dönüştü. Bu dünyayı kitaplarla tanıyan hayranlar, 2011’den beri serinin devam etmesini hasretle bekliyorlar. 2011’den sonra diziyle tanışan hayranlardan büyük bölümü de kitapları okumaya başladılar ve onlar da hasretle kitapların bitmesini bekliyorlar. Özellikle de tartışmalı sezon finalinden sonra hem okuyucuların hem de izleyicilerin ortak temennisi George R.R. Martin’in işleri kitapta düzeltmesi! Peki nerede kaldı bu kitaplar? Maalesef kitapların durumu halen belli değil. The Winds of Winter, 2016 yılından beri sürekli olarak çıkışının ertelenmesiyle gündemde. Serinin finali olacak olan A Dream of Spring’in çıkışı ise ufukta bile görünmüyor! The Winds of Winter’ın 3000 sayfayı bulduğu ve belki de iki kitap olarak piyasaya sürüleceği konuşuluyor. George R.R. Martin, geçtiğimiz günlerde resmi blog’undan yaptığı açıklamada, yayıncısının kendisine Temmuz 2020’ye kadar süre verdiğini açıkladı. Martin, bu devasa eseri gelecek seneye yetiştirir mi bilinmez; ancak bizce elini çabuk tutsa hiç fena olmaz. A Dream of Spring, şimdilik adı gibi bir düş olarak kalacağa benziyor. Umarız bu düş bizi Game of Thrones finalinden daha çok mutlu eder de kabusa dönüşmez. Yine de Game of Thrones bereketinin süreceği kesin. Önümüzdeki dönemde bu evrende daha çok uzun vakit geçireceğiz.


SİNEMA

MEN IN BLACK YENİ EKİPLE DÖNÜYOR A

Men in Black, yepyeni bir kadroyla macerasını Amerika’nın dışına taşıyor. Thor: Ragnarok’ta Thor ve Valkyrie olarak omuz omuza mücadele eden Tessa Thompson ve Chris Hemsworth’ün başrollerini paylaştığı Men in Black: International, 14 Haziran’da vizyona girecek. Erdem Tatar

BD’li yazar Lowell Cunningham’ın kaleme aldığı Men in Black (Siyah Giyen Adamlar), Sandy Carruthers’ın çizimlerini yaptığı ve Aircel Comics tarafından basılan üç sayılık bilim kurgu serisi olarak ilk kez 1990 yılında çizgi roman okurlarıyla buluşmuştu. Aircel Comics, sonradan Marvel Comics tarafından satın alınınca Marvel bu seriyi yeniden bastı ve yayınlanan üç sayılık macera büyük ses getirdi. 1991 yılında yine üç sayı süren bir Men in Black serisi

Men in Black: International’ın başrollerinde Marvel Studios’un sevilen filmi Thor Ragnarok’ta da bir arada izlediğimiz Chris Hemsworth ve Tessa Thompson var.

piyasaya çıktı ve öncekinin satışlarını üçe katladı! Marvel, çizgi roman serisi sinemaya uyarlandığı zaman, bir süre daha Men in Black çizgi romanları yayınlamaya devam etti. Hatta 1997 yılında piyasaya çıkan bir dizi Men in Black çizgi romanı, filmdeki oyuncuların görünüşleri baz alınarak yeniden tasarlanmıştı. Orijinal çizgi romanların konusu film uyarlamasından biraz daha farklı olsa da filmin hayranları kısa sürede Men in Black çizgi romanlarının mevcut tüm baskılarını tüketti.

GİŞE CANAVARI

Men in Black, çizgi romanlarda dünya üzerinde gerçekleşen tüm paranormal aktiviteleri denetleyen bir gizli servis olarak hizmet veriyor. Filmler sadece uzaylılara odaklanıyor olsa da çizgi romanlarda vampirler, kurt adamlar, iblisler, mutant’lar ve pek çok farklı kültürden folklorik canavarlar da kendilerine yer buluyordu. Tıpkı filmlerde olduğu gibi çizgi romanlarda da sıradan halkın hafızaları her operasyondan sonra siliniyordu. Çizgi romanlar, Men in Black organizasyonunun aslında çok da masum olmadığı ve kuruma bağlı ajanların tüm sistemi içten çökertmeye çalışan paralel bir birim oluşturduğu maceralarıy16

la da büyük ilgi toplamıştı. Filmler, çizgi romanlara göre daha esprili ve yüzeysel konuları ele almış olsa da Men in Black markası global piyasada oldukça başarılı oldu. 1997, 2002 ve 2012 tarihli üç filmin toplam gişesi 1 milyar 655 milyon dolar gibi oldukça yüksek bir rakama ulaştı.

SİFTAH SAĞLAM OLDU

Men in Black’in beyazperde macerası, yapımcılar Walter F. Parkes ve Laurie MacDonald’ın çizgi romanların film haklarını Marvel Comics’ten satın almalarıyla başladı. İkilinin bu uyarlamayı çekmesi için seçtikleri yönetmen ise, Barry Sonenfeld’ti. Sonnenfeld, 90’ların başında yönettiği Adams Family ve Adams Family Values sayesinde yapımcıların radarına girmişti. Adams Family filmlerindeki alaycı ve kara komedi üslubunun benzerini Men in Black için de isteyen yapımcılar, Sonnenfeld’le anlaşmış; ancak yönetmenin o sıralar çekmek için anlaşma imzaladığı Get Shorty’nin çekimlerinin bitmesini beklemişlerdi. Sonnenfeld’in filmin senaryosuna eklediği en önemli şey, geneli kapalı mekanlarda geçmesi planlanan filmi New York sokaklarına taşıması olmuştu. İlk film, hem gişeyi hem de sinema eleştirmenlerinin kalple-


saldırıda yıkılan Dünya Ticaret Merkezi’nde çekilmişti. Fakat stüdyo filmi bu finalle vizyona sokmak istemediği için tüm final bölümü baştan yazılarak farklı bir konsept ve mekanda yeniden çekilmişti. İkinci film, ilk filmin aksine Will Smith’in karakteriyle Rosario Dawson’un karakterleri arasındaki aşk dinamiğine odaklanınca Men in Black hayranları bu romatizme pek iyi tepki vermemişti. Filmin yeniden kurgulanmak zorunda kalan finalinin zayıflığının da etkisiyle, Men in Black II arzu ettiği başarıyı gösteremedi. İlk filmin aksine eleştirmenler tarafından yerden yere vurulan film, 190 milyon dolara mal olmuş ancak gişede 442 milyon dolar kazanabilmişti. Filmin kötü karakterini canlandıran Lara Flynn Boyle’ın performansı o kadar başarısızdı ki 2002 yılında düzenlenen ve Hollywood’un en kötülerine verilen Altın Ahudud ödüllerinde “En Kötü Kadın Oyuncu” ödülünü kimselere kaptırmamıştı! rini ele geçirmeyi başarmıştı. 90 milyon dolarlık bütçeyle çekilen Men in Black’in global hasılatı yaklaşık 590 milyon doları bulmuştu! Filmin üç dalda Oscar’a aday gösterildiğini ve “En İyi Makyaj” dalında ödülü aldığını da not düşelim. Filmde Ajan J ve K’nın taktıkları Ray-Ban gözlükler o yılın en çok satılan gözlük modeli olmuştu. Global ölçekli Men in Black fenomeni 1997 yılında işte böyle başlamıştı.

İKİNCİ TUR

Sam Raimi’nin yönettiği Spider-Man filminin senaristi David Koepp’in kaleme aldığı ikinci Men in Black filminin senaryosu, daha sonradan Robert Gordon ve Barry Fanaro tarafından cilalanmıştı. İlk filmin yönetmeni Sonnenfeld, ikinci film için de kamera arkasına dönmüştü. Filmin çekimleri bittikten kısa bir süre sonra ABD’ye düzenlenen 11 Eylül saldırısı yüzünden Men in Black ekibi büyük darbe almıştı. Filmin sürpriz finali,

ÜÇÜNCÜ TUR

Will Smith, üçüncü filmde oynamak için tek şart olarak kendi tasarladığı zaman yolculuğu hikayesinin kullanılmasını öne sürmüştü. Zaman yolculuğu gibi hassas bir konuyu kapsayan bir senaryonun yazılması ise, üç yıldan uzun sürdü. David Koepp ve Jeff Nathanson’un ortak çalışmasıyla tamamlanan senaryo nihayet çekilebilir hale geldi ve Men in Black III, 2012 yılında tüm dünyada gösterime girdi. Üçüncü film, riskli senaryosuna rağmen ikinci filmin aksine eleştirmenlerden bolca övgü topladı. Filmde Tommy Lee Jones’un gençliğini canlandıran Josh Brolin’in gösterdiği performans gerçekten de göz kamaştırıcıydı. Filmin prodüksiyonu 215 milyon dolara mal olmuştu ancak gişede 624 milyon doların üzerinde hasılat yaparak yapımcılarına fazlasıyla para kazandırmıştı. Fakat ne yazık ki bu başarı, yeni bir Men in Black filmi için uzun yıllar beklememize engel olmadı. 17

BOZULAN İLİŞKİLER

Üçüncü filmin başarısının ardından, stüdyo dördüncü filmin çalışmaları için bastırıyordu. Hem Will Smith hem de Tommy Lee Jones, projeye dönmek için sabırsızlanmaktaydı. Fakat maalesef yönetmen Sonnenfeld ile Will Smith arasında ciddi bir tartışma yaşandı. Sonnenfeld’in bir röportajında açıkladığına göre, Will Smith oğlu Jaden Smith’in de başrol olarak filmin kadrosuna katılmasını istiyordu. Sonnenfeld, bu fikri kesinlikle reddetmiş ve stüdyoya kendilerine başka bir yönetmen bulmaları gerektiğini söylemişti. Ardından 2014 yılında oldukça tuhaf bir fikir ortaya atıldı ve Sony, iki başarılı komedi filmi serisini aynı çatı altında toplamaya karar verdi. Men in Black ve Jump Street serisinin kahramanları aynı filmde buluşarak eğlenceli bir maceraya atılacaklardı. MIB 23 adı verilen projenin yönetmenliğine, Jump Street filmlerini çeken Chris Miller & Phil Lord getirilecekti. Sonradan yönetmenin James Bobin olduğu duyuruldu ancak Will Smith’in projeden çekilmesinden sonra bu film de rafa kalktı.

YILDIZLAR GEÇİDİ

Men in Black: International’da ilk kez bir kadın bir de erkek ajandan oluşan bir takımın maceralarına odaklanacağız. Kadronun öne çıkan isimleri Chris Hemsworth ve Tessa Thompson olsa da onlara bu macerada pek çok ünlü isim eşlik edecek. Liam Neeson (Taken), Rebecca Ferguson (Mission: Impossible – Fallout), Kumail Nanjiani (Silicon Valley) ve Oscar ödüllü efsane oyuncu Emma Thompson (Saving Mr. Banks) bu macera için kamera karşısına geçecek isimler. Olaylar bu defa New York yerine, Londra’da bulunan Men in Black karargahında yaşanan gizemli olaylar etrafında şekillenecek. Men in Black: International, 14 Haziran’da vizyona girecek.


RÖPORTAJ Annabel Jones - Charlie Brooker

BLACK MIRROR ÜÇ YENİ BÖLÜMLE DÖNÜYOR Dizi dünyasının en sevilen ve her sezonu büyük merakla beklenen yapımlarından olan Black Mirror, 5 Haziran’da üç yeni bölümle Netflix ekranlarına dönüyor. Dizinin yaratıcıları Charlie Brooker ve Annabel Jones ile yeni sezonu, Miley Cyrus’u, tekno-fobiyi ve kara komedinin sınırlarını konuştuk! Erdem Tatar Black Mirror hayranları yeni sezonda Miley Cyrus’u görecekleri için oldukça heyecanlılar. Dünyaca ünlü bir pop yıldızını diziye dahil etme süreci nasıl gelişti? Annabel Jones: Yeni Black Mirror sezonu üzerinde çalışırken “Rachel, Jack and Ashley Too” adlı bölüm için kimlerle çalışmak istediğimiz sorulduğunda, Miley aklımızdaki ilk isimlerden biriydi. Hatta Netflix’e, Miley Cyrus gibi birini düşünerek yazdığımızı söylemiştik. Miley Cyrus’u bizzat dizide görebileceğimizi sanmıyorduk; ancak ne mutlu

ki bunu başardık. Sonuçtan da oldukça memnunuz. Charlie Brooker: Miley’nin menajerine senaryoyu ilk gönderdiğimiz anı hatırlıyorum. İçinde mektup olan boş bir şişeyi okyanusa bırakmak gibiydi. Miley, uluslararası bir yıldız ve aşırı yoğun bir çalışma hayatı var. Bu işe vakit ayırıp ayıramayacağı konusunda bir belirsizlik vardı. Miley cephesinden çok kısa sürede geri dönüş aldık ve Miley’nin bizle bir Skype toplantısı yapmak istediğini öğrendik. Görüştüğümüzde Miley’nin ger-

Black Mirror: Smithereens 18

çekten de aradığımız isim olduğunu hemen anladık. Karşımızda, bahsettiğimiz hayatı bizzat yaşayan ve bir şekilde halen “normal” kalmayı başarmış olan genç bir kadın vardı. Bu rol için oyuncu seçmesi yapmak zorunda kalmamış olmamıza minnettarım. Oyuncular her ne kadar başarılı olsalar da izleyiciler gerçek bir pop yıldızını ekranda görünce otomatik olarak izledikleri şeyle aralarındaki şüphe duvarını yıkacaklardır. Annabel Jones: Bu arada Miley projeye oyunculuğundan fazlasını da kattı. Senaryodaki birkaç konunun “pop star dünyasında” nasıl çalıştığına dair bizi oldukça aydınlattı. Miley’nin Black Mirror hayranı olduğunu da söylemeliyiz. Skype görüşmemizde favori bölümlerinden bile bahsetti. İçimizi rahatlatan bir başka şey de Miley’nin bu bölümde rol almayı kabul etmesinin parayla bir ilgisinin olmamasıydı. Bana inanın, Miley Cyrus’un para için bir şey yapmaya hiç ama hiç ihtiyacı yok! Kendisi gerçek bir profesyonel ve böyle bir projede onunla bir araya gelmekten mutluyuz. Yeni sezonda, sosyal medya konusuna yönetim seviyesinden birinin macerasıyla dahil olmakla kalmadınız, bunu bir de Uber üzerinden yaptınız. Pastanın kreması


da Andrew Scott oldu! Biraz da bundan bahsedelim. Annabel Jones: Aman tanrım, ne oyunculuk ama! Andrew, bu rolü kabul etmeseydi bölümü rafa kaldıracaktık. Bu rolü tamamen onu düşünerek, performanslarındaki nüansı hesaplayarak yazmıştık. Charlie Brooker: Bu bölümü yazarken, günümüzde geçen ve bilim kurgu ögeleri içermeyen bir bölüm yazmak niyetindeydik. Seyircilerimize olabildiğince klostrofobik bir deneyim sunmak istiyorduk. Hem Andrew hem de Damson Idris o kadar iyi oynadılar ki! Bu ikiliyi başka bir dizide yan yana izlemiş olsak fena kıskanırdık. Annabel Jones: İki karakter de “Smithereens” adını verdiğimiz bölüme çok farklı noktalardan başlıyor ve kısa sürede geçirdikleri dönüşümü izlemek kesinlikle çok keyifli. Yazarken o kadar eğlendik ki, süre bazında belli bir kıstasımız olduğu için bazı yerleri atmak zorunda kaldık. Hiç merak etmeyin; izlediğiniz şey, senaryonun en rafine ve güçlü hali olacak. Ancak bana sorarsanız, bu ikiliyi 24 saat izleyebilirim! “Striking Vipers”, bugüne dek çalıştığınız en “meta” bölüm olabilir. Bize biraz da bu bölümde bahseder misiniz? Charlie Brooker: Bu bölümde de yine iki müthiş oyuncuyla, hatta süper kahramanla çalıştık. Anthony Mackie, Marvel evreninde çok seviliyor. Yahya Abdul-Mateen II ise Aquaman’de göründüğü her sahnede rol çalıyordu! Ekran ışığı bu kadar yüksek iki oyuncuyla çalışabilmemiz bizim için büyük şans. Üstelik “meta” kurgu söylemine de katılıyorum; çünkü Striking Vipers aslında bambaşka bir anolojiye işaret ediyor. Annabel Jones: Açık konuşalım; bu bir porno analojisi. Pornonun zaman zaman sağlıklı bir kaçamak olmasıyla ilişkinize zarar verecek ölçüde bir bağımlılığa dönüşmesi arasında çok ince bir çizgi var ve bu çizgiyi incelemeyi seviyoruz. Baş karakterlerimiz iki lise arkadaşını canlandırıyorlar ve porno bu iki arkadaşı uzun yıllar sonra tuhaf bir “karakter sınavına” tabi tutuyor. Üstelik gerçekten de uçuk bir konseptle! Black Mirror’un bunca sezon, bunca macera sonrasında halen söyleyecek farklı bir sözü olduğunu kanıtlamak istiyoruz ve bu bölümler bize bu şansı sunuyor. Birkaç ay geri gidelim ve Bandersnatch’ten bahsedelim, sizin için nasıl bir tecrübeydi? Charlie Brooker: Aslına bakarsanız, “Bandersnatch” oldukça sofistike bir proje olarak başladı. Biraz daha geri gitmem gerekirse, Black Mirror’un yeni sezonu 6 bölüm olacaktı ve Bandersnatch o bölümlerden biriydi. Fakat Netflix, bize bu interaktif dizi teklifini getirince hayır diyemedik. Netflix, müşterilerinin seyir niteliğinde öncü açılımlar yapmak istiyor. Daha bilmediğiniz pek çok farklı fikirleri var ve önümüzdeki dönemde bu fikirleri

Black Mirror: Striking Vipers

Black Mirror: Rachel, Jack ve Ashley Too

farklı projelerde uygulamaya geçirecekler. Bandersnatch’i interaktif bir deneyim olarak kurgulamak bizi bir miktar zorladı. Bu sezonun sadece üç bölüm sürmesinin esas nedeni de Bandersnatch’e harcadığımız uzun zamandı. Ben sonuçtan memnunum, bir daha böyle bir bölüm yapar mıyız bilemiyorum; ancak Bandersnatch’i bir deneyim olarak başarılı bir ilk adım gibi görüyorum. Annabel Jones: Bandersnatch’ten çıktığımızda halimiz haraptı ve “Bir daha asla!” dediğimi hatırlıyorum. Yine de dönüp düşündüğümde aslında doğru planlamayla yola çıkılırsa oldukça eğlenceli olabilecek bir format bu interaktif seyir deneyimi. Sadece tüm konsantrasyonu o deneyime uygun bir projeye ayırmak ve birkaç sene sadece onunla çalışmak gerekli diye düşünüyorum. Bundan sonrası için bir daha asla demem; ancak bir daha olursa kesinlikle ideal bir süreçte olması ilk şartımız olur. Teknofobi terimini hayatımıza Black Mirror sokmadı ancak bu fobiyi dizinin fazlasıyla beslediğini söylemek mümkün. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Charlie Brooker: Benim için her şey bir fobi konusu olabilir. Ne zaman beni çok yakından tanımayan biriyle sohbet etmeye başlasam, diyaloğun sonunda bana paranoyak teşhisi konuluyor. Halbuki ben kendimi sebepsiz bir fobi makinesi olarak görmüyorum, sadece insanların neler yapabildiğine dair realist fikirlerim var. Annabel Jones: Charlie, sağlam bir realisttir. Üstüne bir tık da paranoyaktır! Şaka bir yana Charlie’nin korkuları daha doğruysa, insanların karanlık yönlerine dair fikirleri bu dizinin omurgasını oluşturuyor. Evet; teknoloji bir insan ürünüdür. Evet; tüm kullandığımız aygıtlar insanların daha verimli ve konforlu bir hayat sürmesi için tasarlanırlar ve yine evet; insanlar o aygıtlarla ortalığı karıştırmanın bir yolunu bulurlar. Bu kaçınılmaz. Charlie Brooker: Yine de Black Mirror paranoyak bir dizi değil. Annabel Jones: Elbette değil! Belki etrafınızdaki insanları daha dikkatli izlemeniz için ilham veriyoruzdur! 19

Charlie Brooker: Günün sonunda bu bir eğlence projesi. Bir televizyon ya da tablet ekranından size bir şeyler anlatıyoruz. Bakın, her gün kullandığınız o aygıt, bazen kötü niyetli insanların eline geçebiliyor! Annabel Jones: Tabii durumları bir miktar abartmakta beis görmüyoruz. Sonuçta görsel anlatım diliyle seyircilerimize ulaşmaya ve onlara bir deneyim sunmaya, sanatı kullanarak içlerinde bir şeyler uyandırmaya çalışıyoruz. Tabii bizi izleyenler de bunun farkındalar; ancak içten içe de biliyorlar, Black Mirror’da gördükleri şey bir gün gerçek olabilir! Her ne kadar Black Mirror dendiğinde akla ilk olarak “komedi” gelmese de dizinin damarlarında kara komedi ya da muzır hiciv aktığı da yadırganamaz. Annabel Jones: Logomuzdaki kırık camın ortasındaki gülen surat tam da bu sebeple orada. Charlie Brooker: Bana kalırsa korku, telaş, fobi ve paranoya kadar kahkaha atmak da oldukça içgüdüsel bir hareket. Black Mirror, her ne kadar bir Amerikan kanalında yayınlanıyor olsa da orijini itibariyle İngiliz bir iş ve biz İngilizler eminim dünyada sadece tiyatro ve yağmurlu havayla tanınmıyoruzdur!


ANALİZ

X-MEN’LE SON RANDEVU 20th Century Fox çatısı altında 2000 yılından beri devam eden X-Men sinema evreninin son halkası olacak olan Dark Phoenix ile buluşmamıza çok az kaldı. 7 Haziran’da vizyona girecek son X-Men filmine yakından baktık. Erdem Tatar

A

merikalı sinema eleştirmenlerin “superhero fatigue” olarak adlandırdıkları sürece giriş yaptığımız bir dönemdeyiz. “Superhero fatigue” denen meseleyi kısaca şöyle anlatabiliriz: Her yıl irili ufaklı prodüksiyonlara sahip 10 civarında süper kahraman filmi vizyona giriyor. Bu filmlerin yoğun promosyon dönemleri, göreceli sinemasal değerleri ve peşlerinden sürükledikleri izleyici kitlesinin -sosyal medya başta olmak üzere- her alanda toksik bir tavır halini alan davranışlarının genel sinema seyircisi ve bu tarz filmleri takip etmeyi sevenlerin üzerinde yarattığı bıkkınlık haline “superhero fatigue” deniliyor. Acaba bu bıkkınlık eşiğine ulaştık mı yoksa fark edemeden eşik aşıldı mı?

UÇANA KAÇANA

Hollywood’u süper kahraman filmlerinin ayakta tuttuğu artık yadsınamaz bir gerçek. Bugün bir Titanic çekilse 2 küsur milyar dolar hasılat yapabilir mi? Bu soruya cevap vermek zor; ancak adı sanı pek duyulmamış bir süper kahramanı, bir “sinema evreni” yaratıyoruz ayağına vizyona salıp 1.5 milyar dolar “cukkalamak” fazlasıyla olası! Bu yüzden elinde bir süper kahraman markasının sinema hakkını bulundurmayı başaran her stüdyo, bu taytlı ve pelerinli heyulanın üstüne adeta yarın yokmuşçasına filmler ekliyor. Yılın ilk beş ayında beş adet çizgi roman/manga uyarlaması (Alita: Battle Angel, Captain Marvel, Shazam!,

Hellboy, Avengers: Endgame) izlediğimize inanabiliyor musunuz? Bu işin artık bir enflasyon patlamasına dönüşmesine sizce de ramak kalmadı mı? Filmlerin maddi kazançları stüdyoları ayakta tutuyor olsa da çoğunun uyarlandıkları çizgi romanların kalitesinin yanından geçmemesi bir yana, her “tutan” filmin en az üç yeni film projesine dönüşmesi de gerçekten büyük çılgınlık. Nasreddin Hoca fıkrasında olduğu gibi; kazanın doğurduğuna inandık, öleceği günü bekliyoruz!

ONUN AŞKI BANA XL

İşler her zaman böyle değildi elbette. 90’ların son çeyreğinde batmaya başlayan Marvel Comics, ayakta durabilmek için tüm kahramanlarının film haklarını elden çıkarmaya başlamıştı. Spider-Man Sony’e, Hulk Universal’a, Fantastic 4 ve X-Men 20th Century Fox’a, Blade ise New Line Cinema’ya satılmıştı. Sonradan Disney’in gücünü ardına alan Marvel Studios’un milyar dolarlık pelerini tüm diğer süper kahramanların üzerine örtülmeden evvel, senede bir ya da iki süper kahraman filmi görsek öpüp başımıza koyar haldeydik. Tüm bu hengame içerisinde 2000 yılında izlediğimiz ilk X-Men’i halen unutamıyoruz! Her ne kadar çizgi romanlardaki estetik algıya takla attırmış olsalar da ilk iki X-Men filmi hepimiz için unutulmaz deneyimlerdi. Sonradan nedense bir Dark Phoenix öyküsü çekmenin mantıklı olduğunu düşünen yapımcılar, bize tüm zamanların en kötü X-Men filmi olan The Last Stand’i izletmişlerdi. 20

X-Men Origins: Wolverine’le korkunç bir filme daha imza atan yapımcılar, tüm X-Men serisine format atıp baştan başladıkları X-Men: First Class ile takdir toplamışlardı. Arada unutmak istediğimiz The Wolverine hadisesini saymazsak, serinin yeni ikinci filmi olan X-Men: Days of Future Past’le de beklentileri fazlasıyla karşılamayı başarmışlardı. X-Men evrenini esas ayağa kaldıran film ise, ilk solo Wolverine filminde çenesi kapanan Deadpool oldu! Film, 2016 yılında gösterime girdiğinde öyle bir infial yarattı ki, “R-rated” yani kanın gövdeyi götürdüğü ve cinsel içe-


riğe sahip olan bir süper kahraman filminin de mümkün olduğunu dünya aleme gösterdi. Maalesef onu takip eden X-Men: Apocalypse o kadar kötüydü ki X-Men markası yine karavana atmıştı. 2000 yılından beri Wolverine karakterini canlandıran Hugh Jackman’ın Logan filmi, X-Men markası altında çekilmiş en iyi filmdi. Senaryosuyla Oscar’a aday olan Logan, belki de bir devam filmine kapı aralama zorunluluğu da olmadığı için, başı sonu belli olan, kurgusu kusursuz bir yapımdı. Geçtiğimiz yıl vizyona giren Deadpool 2 ise, ilk filmin başarısının gölgesinde kalarak -iyi gişe yapmış olmasına rağmen- yüksek bir tatmin sağlayamamıştı.

MİKİ FARE’NİN ZAFERİ

Ve işte geldik 19 yıllık X-Men macerasının sonuna... Dark Phoenix, bir dönemin kapısına kilidi vurmaya hazırlanıyor. Dark Phoenix, elbette sinema tarihinin son X-Men filmi olmayacak. 20th Century Fox çatısı altında çekilen X-Men filmlerinin sonuncusu olduğu ve serinin mevcut oyuncu kadrosuyla çekilecek son filmi olduğu için kendisine bu muamele yapılıyor. Bilindiği üzere Marvel Studios’un da sahibi olan Disney, Fox’un tüm sinema ve televizyon içeriğini satın aldı ve bu sayede Marvel çizgi romanlarından alışkın olduğumuz Fantastic 4 ve X-Men karakterleri de bundan böyle Marvel Studios’un çekeceği filmler listesine dahil oldular. Bu arada Dark Phoenix filmi X-Men karakterlerinin macerasını noktalayacak ancak The New Mutants adlı yeni bir mutant süper kahramanlar projesi de 2020’de vizyona girecek. Onun

X-Men serisi, bugüne dek vizyona giren 11 filmiyle dünya genelinde 5 milyar 784 milyon dolarlık gişe gerçekleştirdi.

farkını zamanı geldiğinde yine bu sayfalarda anlatırız, şimdilik kafanızı karıştırmayalım. X-Men, bugüne dek vizyona giren 11 filmiyle global gişe hasılatında 5 milyar 784 milyon dolar kazanmayı başardı. Dark Phoenix’in gişe tahminleri pek parlak gözükmese de serinin toplam gişe rakamını rahatlıkla 6 milyar doların üstüne taşımasını bekliyoruz.

SORU İŞARETLERİ

Dark Phoenix, aslına bakarsanız bizlere biraz aceleye gelmiş bir final hissiyatı veriyor. Tıpkı yıllar öncesinde X-Men: The Last Stand filminin yaptığı hataya düşüldüğünü görüyoruz. 1980 yılında Chris Claremont’un kaleme aldığı The Dark Phoenix Saga’yı konu edinen bu uyarlama, maceranın esas çıkış noktalarının anlatılmayacak olması sebebiyle “eksik” hissettirecek bir uyarlama olacağa benziyor. Çünkü gerçek bir Dark Phoenix Saga uyarlamasının en az üç film sürmesi gerektiğini düşünüyoruz! Filmin son iki senedir defalarca kez ertelenen vizyon tarihi, sürekli yapılan ek sahne çekimleri ve iki kez kurgucu değiştirmiş olması da bize pek de olumlu sinyaller vermiyor. Jean Grey karakterinin X-Men: Apocalypse filminde iki üç sahnede yaşadığı Phoenix etkisini hemen sıradaki filmde merkeze almak ve Jean Grey’in dönüşümünün ilk evrelerine dokunmamak bizce büyük handikap! Uzun yıllardır prodüktörlük yapan ancak hiç yönetmenlik deneyimi bulunmayan Simon Kinberg’ün 200 milyon dolarlık bir filmin yönetmen koltuğuna oturarak bu işe başlamış olması da maalesef projeye dair endişelerimiz arasında yer alıyor.

KARA ANKA KUŞU

X-Men: Apocalypse filminde kahramanlarımızı 80’lerde bırakmıştık. Dark Phoenix’te bu kez kahramanlarımızla tam 10 yıl sonrasında, yani 90’larda karşılaşıyoruz. X-Men, artık toplum tarafından kabul gören ulusal kahramanlar haline gelmiştir ve gezegeni riske atan en zorlu görevlerde her daim ilk müdahale ekibi olarak hizmet sunmuştur. Kozmik bir ısı dalgası bir grup astronotu ve mekiklerini tehdit etmeye başladığında X-Men’e uzay yolları görünmüştür. Ne yazık ki kurtarma operasyonu sırasında bir şeyler ters gider ve 21

astronotları kurtarmış olmalarına rağmen Jean Grey gemide mahsur kalır. Sonradan Phoenix adını verecekleri ısı dalgası mekiğe çarpar ancak Jean Grey’i öldürmek yerine ona olağanüstü seviyede telekinezi güçleri bahşeder. Zaten çok güçlü olan Jean Grey, artık kontrol edilemeyecek ölçüde güçlenmiştir ve bu güç onu karşı konulmaz bir varlık haline getirecektir. Galaksinin kadim krallıklarından birinin Jean Grey’in güçlerinin peşine düşmesiyle birlikte bu karanlık serüven başlamış olur. Dark Phoenix’in bir “veda” filmi olması nedeniyle pek de şen şakrak biteceğini öngörmüyoruz. Hatta oldukça dramatik ve izleyenleri ağlatacak bir süper kahraman filmiyle karşı karşıya kalacağımızı düşünüyoruz. X-Men, bundan sonraki sinema macerasına Marvel Studios’un kanatları altında devam edecek. Marvel’ın kalabalık sinema evreni olan MCU’ya nasıl dahil edilecekleri şimdilik muamma, oyuncu kadrosunun da tamamen değişeceği kesin. Serinin son filmini, dolayısıyla X-Men ekibini bu oyuncu kadrosuyla son kez beyazperdede izlemek için 7 Haziran’dan itibaren salonlardayız.


Maes Hughes

BABALAR GÜNÜ

ANİME DÜNYASININ HARİKA BABALARI Tüm babaları saygı ve sevgiyle kucakladığımız 16 Haziran Babalar Günü için renkli bir kutlama yapalım istedik ve anime dünyasının en favori babalarını sizlerle tanıştırmaya karar verdik. Oldukça fantastik kurgular olsalar da evlatları söz konusu olduğunda birer cengaver kesilen tüm babaları kutluyoruz! MAES HUGHES FULLMETAL ALCHEMIST: BROTHERHOOD

Maes Hughes, Fullmetal Alchemist serisinin en sevilen karakterlerinden biridir ve rakipsiz bir istihbarat polisidir. Anime dizinin “alchemist” olmayan ender karakterlerinden biri olan Hughes, kıvrak zekası ve dövüş yetenekleriyle de öne çıkmaktadır. Tüm meziyetlerinin yanında, bu karakter üç yaşında bir çocuğun isteyebileceği tüm pozitif özelliklere sahip harika bir baba figürüdür. Hughes, kızının hemen her anını fotoğraflamayı seven ve bu fotoğrafları iş arkadaşlarıyla her fırsatta paylaşmasıyla ünlenen, kıvanç dolu bir babadır. Anime yapımlarda ikincil hatta üçüncül karakterlerin bu kadar hafızaya kazınmasına alışık değiliz; ancak Maes Hughes’un kızına duyduğu benzersiz sevgiden etkilenmemek de imkansız. Tüm kız çocuklarına senin gibi bir baba diliyoruz Kumandan Hughes!

KUZEN YOSHIMURA TOKYO GHOUL

Kuzen Yoshimura ile ilk tanıştığımızda kendisinin kibarlığına ve yardımseverliğine resmen vurulmuştuk. Böyle centilmenlerin soyu tükendi zannederken bir de ne görelim! Kendisi bir ghoul’muş, yani insan eti yiyerek hayatta kalabilen bir yaşam formu! O babacan tavırların altından çıka çıka bu mu çıkacaktı yahu? Neyse ki Yoshimura, Ken Kaneki’ye adeta bir baba gibi kol kanat gerince içimiz kendisine yeniden ısınmıştı. Üstelik diğer ghoul’ların insan öldürmesini önlemek adına intihar eden insanların bedenlerini çalarak onlardan yiyecekler de üretiyordu. Okuyunca biraz mide bulandırsa da, olası cinayetlerin önüne geçiyor olması bizim için yeterliydi. Bu arada Yoshimura’nın kendi çocukları olduğunu

öğrendiğimizde şok olmuştuk; ancak esas şoku dizi boyunca çocuklarının peşine düşen “melez” avcılarına yapıklarını görünce yaşadık!

VEGETA DRAGONBALL Z

Dragonball Z sevenler, Saiyan ırkının son prensi olan Vegeta’ya aşinadırlar. Dizinin baş karakteri olan Son Goku ile giriştiği ezeli mücadelenin ardında yatan hikayesiyse, oldukça dokunaklıdır. Gençliğinde Bulma adlı bir kadına aşık olan ve o kadından bir çocuğu olan Vegeta, hayatını ejderha toplarına adayınca çocuğuyla ilgilenmeyen vasat bir babaya dönüşür. Bulma’nın ani ölümüyle dünyası sarsılan Vegeta’nın çocuğuyla geç de olsa kurduğu sıcak diyaloğu izlemek büyük keyiftir. Dragonball Z’nin fantastik maceraları süresince, çocuğunun varlığını tehdit eden bir gezegeni yok eden, kadim bir tanrıya savaş açmaktan çekinmeyen ve Son Goku ile bile barışmayı kabul eden Vegeta’yı favori anime babalarımız listesine gururla ekliyoruz. Kuzen Yoshimura

22

Vegeta


Shiro Fujimoto

Kazuto “Kirito” Kirigaya

KAZUTO “KIRITO” KIRIGAYA SWORD ART ONLINE

SHIRO FUJIMOTO BLUE EXORCIST

JOSEPH JOESTAR JOJO’S BIZARRE ADVENTURE

IGNEEL FAIRY TAIL

İnternet üzerinde sanal avatarlarla oynanan bir oyun düşünün. Oyunda ölürseniz, gerçek hayatta da ölüyorsunuz ve oyunda yaşadığınız pek çok şey gerçek hayata da yansıyor. Derken en yakın arkadaşlarınızla oyunu oynamaya başlıyorsunuz ve ilk günden hepsi ölüyor! Kafayı yememek mümkün değil derken, hayatınızın aşkıyla tanışıyor ve sanal bir bebek yapıyorsunuz. Artık sorumluluğunuz daha da fazla zira oyundaki bebeğinize bir şey olduğu takdirde gerçek hayatta da tonla yaptırımı var. Unutmadan; tüm bunları yaşarken yaşınız sadece 14! Kirito, kızını o kadar çok seviyor ki ona ne sanallığını hissettiriyor ne de başına bir şey gelmesine izin veriyor. İşte koca yürekli bir baba!

Joestar ailesinin bir üyesi olmak kesinlikle harika olurdu! Düşünsenize, aklınıza gelebilecek en cool ve güçlü karakterler en yakın akrabalarınız. Birlikte sayısız maceralar yaşıyorsunuz ve onların her daim yanınızda olduklarını biliyorsunuz. Bu kusursuz portredeki tek pürüz, belki de ölümsüz bir vampirin peşinizde olması olabilir; ancak ona da çok takılmayın! Joseph Joestar, sadece havalı ve yakışıklı bir karakter değil; aynı zamanda evlatları Josuke ve Holly için kendini tehlikenin göbeğine atmaktan çekinmeyen bir çılgın! Jojo ailesini bir arada tutan harç, elbette sevgiyle karılıyor ve tüm olağanüstü olaylara rağmen, sevgi bu karakterlerin arasındaki köprüleri kusursuz bağlıyor.

Hayatı boyunca hiç evlenmemiş olan peder Shiro Fujimoto’nun tüm düzeni iki erkek bebeği evlat edindiğinde değişir. Rin ve Tukio adlarını verdiği çocuklarıyla her daim ilgilenen peder Fujimoto, bir şeytan kovucu olmak isteyen Tukio’yu eğitirken, Rin’i de iblisler dünyasından uzak tutarak normal bir hayat yaşamasına yardımcı olmak için elinden geleni yapar. İki çocuğuyla iki farklı hayat yaşamak zorunda kalan peder Fujimoto’nun oğullarına gösterdiği sevgi, ilgi ve sabır dolu yaklaşım, gerçek hayatta pek çok babaya örnek olacak cinsten. Blue Exorcist’i izlememiş olanlarınız için sürprizleri bozmayalım; ancak eminiz bu harika anime diziyi izlediğinizde, peder Fujimoto’nun fedakarlıkları gözlerinizi dolduracak. Kotetsu Kaburagi

Hiro Mashima’nın çok satan manga serisinden uyarlanan Fairy Tail’in oldukça renkli karakterleri var. Earth-land adlı kurgu dünyada geçen bu macerada, fantastik yaratıklar ve sihir loncaları adeta iç içe var olmaktadırlar. Günlük hayatın alışıldık birer parçası olan bu loncalarda eğitim gören iki karakter; Natsu Dragneel ve Lucy Heartfilia, Fairy Tail macerasının baş karakterleridir. Natsu Dragneel, Fairy Tail dünyası için bile fazlasıyla marjinal bir karakterdir; zira babası bir ejderhadır! Igneel, var olduğu dünyanın en güçlü yaratıklarından olmasına rağmen oğlu üzerinde baskı kurmayan, onu uzaktan takip eden ve gerektiğinde nokta atışı müdahaleler yaparak başını beladan kurtaran ideal bir baba figürüdür. Boyunun apartman boyutlarında olmasına aldırmıyoruz! Igneel

KOTETSU KABURAGI TIGER & BUNNY

Alternatif bir evrende, süper güçlü insanların kol gezdiği New York’tayız! Biri Bizi Gözetliyor tarzı, King of Heroes adlı bir reality şovda yarışan süper kahramanlar, her sezonun sonunda en popüler olmak için kıyasıya mücadele veriyorlar. Programın en favori kahramanlarından olan Kotetsu Kaburagi, yeni yayın sezonu başladığında kendisini hiç iyi hissetmiyor. Güçlerini yavaş yavaş kaybettiğini öğrenen Kaburagi, bu duruma rağmen mücadelesine devam ederken kızı Kaede’nin süper güçlerinin uyanışa geçtiğini öğreniyor. Kaburagi, hem son sezonunda şöhretine yakışan bir performans göstermeye çalışırken hem de kızına hem babalık hem de koçluk yapmaya başlıyor. Fedakar babaların gönlümüzde yeri kesinlikle ayrı.

GERMAN LUIS GARO: HONOO NO KOKUIN

German Luis

Joseph Joestar

İspanya’da -engizisyon çağında- büyülü zırhlarla donanmış orduların himayesinde yaşandığını hayal edin. Zırhlarıyla çocuk yaşta tanışan ve doğuştan birer savaşçı olan bu askerlerin özgür İspanya hayallerini göğüs göğüse çarpışarak elde etme serüveninde, listemizdeki en muzip babayla tanışacağız. Oğlu Leon’un hayranlıkla takip ettiği German Luis, Kazanova ruhlu bir kadın avcısı olmasının yanı sıra ülkesinin en ünlü şövalyesidir. Leon’a annesinin yokluğunu bir kez bile hissettirmemeyi başaran ve bir gün tıpkı kendisi gibi şövalye olması için onu hazırlayan German’ın hastasıyız. Yakışıklılığı ve çapkınlığı başına birbirinden komik belalar açsa da Leon’u geleceğin en parlak savaşçısı yapabilmek adına gösterdiği özen takdire şayan.

23


DİZİ American Princess

KAÇIRMAMANIZ GEREKEN 10 YENİ YAZ DİZİSİ Yazın gelmesiyle birlikte televizyon dünyası da hareketlendi. Bu ay ekrana gelecek sıfır kilometre yapımlar, yeni dizi keşfetmeyi seven, seyir zevki yüksek seyircinin aklını çelecek kadar iddialı! AMERICAN PRINCESS

Sizin için seçtiğimiz ilk dizi, haziran ayının ruhuna uygun, son derece keyifli bir komedi olacak. Bu ilgi çekici yapımda baş karakterimiz Amanda’nın yaşadıklarına odaklanacağız. New York jet sosyetesinin tanınmış bir üyesi Amanda, şehrin şık mahallelerinden birinde yaşayan, varlıklı ve güzel bir kadındır. Hayatının aşkıyla evliliğine gün sayan Amanda’nın yaşamı, düğününe birkaç saat kala tepetaklak olur. Müstakbel eşini, nedimelerden biriyle oynaşırken yakalayan Amanda, yaşadığı devasa hayal kırıklığından sonra ortalığı birbirine katar ve düğünü iptal eder. Amanda’nın öfkesi öyle büyüktür ki iş çığrından çıkar ve basına yansır. Hem yaşadığı üzüntü hem de sosyal hayatına dönme korkusu, Amanda’yı çok tuhaf bir alternatif yaşamla tanıştırır. New York’un dışında, doğayla iç içe bir bölgede hizmet veren Renaissance Faire adlı bir işletmeye giden Amanda, burada adeta büyülenir. İşletmenin konsepti gereği, herkes Rönesans kıyafetleriyle dolaşmakta ve asla teknoloji kullanmamaktadır. Amanda’nın aradığı vaha adeta ayağına gelmiştir. Kısa süre sonra bu işletmenin bir parçası olarak kendini bulan Amanda’nın yaşadığı birbirinden komik olaylar, bu farklı konsepte sahip diziyi keyifli bir seyirliğe dönüştürecek. Dizi boyunca Amanda’nın önemsediğini düşündüğü her şeyi geride bırakmasını ve yeni bir hayata yelken açmasına tanık olacağız. American Princess’ın başrollerinde Georgia Flood (Tangle), Lucas Neff (Raising Hope), Seana Kofoed (NCIS), Rory O’Malley (Hamilton), Mary Hollis Inboden’i (The Real O’Neals)

izleyeceğiz. Dizinin yapımcılığını Weeds ve Orange is the New Black’ten tanıdığımız Jenji Kohan üstlenmiş. American Princess’in ilk bölümü 2 Haziran gecesi ekrana gelecek.

PERPETUAL GRACE, LTD

Hollywood yıldızlarıyla dolu, izleyeni ters köşe yatıran karanlık bir macera izlemek ister misiniz? Neo-noir tarzında, televizyon ekranlarında nadiren görebildiğimiz bir suç dizisiyle tanıştıracağız sizi: Perpetual Grace, LTD! Epix kanalı tarafından hazırlanan dizinin hikâyesi, iki suçlunun Amerika’da kilise işleten yaşlı bir çifti soyma teşebbüsüyle başlıyor ve yaşlı adamın göründüğünden çok daha tehlikeli biri çıkmasıyla çok daha karmaşık bir hâl alıyor. Böyle iddialı bir projenin elbette oldukça iddialı bir oyuncu kadrosu da var. House of Cards, Westworld ve Black Mirror gibi yapımlardan aşina olduğumuz Jimmi Simpson, dizinin genç dolandırıcısı rolüyle öne çıkıyor. Kariyerinde Oscar, Grammy, BAFTA, Altın Küre ve SAG de dahil olmak üzere kazanmadık ödül bırakmayan efsane oyuncu Ben Kingsley ise, dizinin sürprizlerle dolu rahip karakteri olarak karşımıza çıkacak. Animal Kingdom ve Silver Linings Playbook filmleriyle iki kez Oscar adayı olan, Avustralyalı yıldız oyuncu Jacki Weaver, dizinin önemli rollerinden birini canlandırıyor. Hollywood’un en sevilen Latin kökenli aktörlerinden Luis Guzmán da dizinin yıldızlarla dolu kadrosunun en önemli isimlerinden biri. Son olarak Mindhunter dizisinde izlediğimiz ve bu dizide gösterdiği olağanüstü performansla Quentin Tarantino’nun dikkatini çeken ve usta yönet24

menin bu yaz sezonunda izleyeceğimiz Once Upon a Time in Hollywood filminin de kadrosuna dahil olan Damon Harriman, Perpetual Grace, LTD’de de izleyenleri kendine hayran bırakacak. Dizinin yapımcı kadrosuna baktığımızda, sadece televizyon dünyasının değil, Hollywood’un da önemli isimlerini görüyoruz. Steven Conrad (Wonder), Todd Black (The Equalizer 2) ve Steve Tisch (Forrest Gump) üçlüsü, bu iddialı yapımı destekleyen isimler olarak dikkat çekiyor. İlk sezonu 10 bölüm sürecek Perpetual Grace, LTD, 2 Haziran’da başlıyor.


Tales of the City

TALES OF THE CITY

Ünlü yazar Armisted Maupin’in aynı adlı bestseller roman dizisinden uyarlanan Tales of the City, Netflix’in yaz sezonundaki en iddialı yapımlardan biri. Bu dizi, Maupin’in romanlarında geçen bazı olayların devamı niteliğinde de sürprizler içerdiğinden, oldukça serbest bir uyarlama izleyeceğimizden eminiz. Mary Ann, uzun yıllar sonra kızı Shawna ve eski kocası Brian’la bir araya gelir. 20 sene evvel, ailesi yerine kariyerini seçerek New York’a taşınan Mary Ann için doğup büyüdüğü San Francisco’ya dönme vakti gelmiştir. San Francisco, ABD’nin eşcinsel vatandaşlara eşitlik hareketini başlatan şehirdir ve Mary Ann, bu renkli şehrin renkli kültürüne yeniden adapte olarak gökkuşağı renginde yaşamlara dokunacaktır. Cinsel kimlikler üzerinden özgürlük ve aşkı yeninden tanımlamayı hedefleyen bu iddialı dizi, Netflix’in bu alandaki söz sahibi yapımlardan biri olacağa benziyor. Laura Linney (Ozark), Olympia Dukakis (Moonstruck), Barbara Garrick (The Devil You Know), Ellen Page (The Umbrella Academy) ve Paul Gross (Eastwick), Tales of The City’nin başrollerinde izleyeceğimiz isimler... Netflix, Tales of the City’nin tıpkı kitaplarda olduğu gibi LGBTİ kültürünü hiç tanımayanlara içtenlikle tanıtmayı hedefliyor. Bizce bu tarz yapımlara yabancı olan seyirciler bile dizi yayınlandığında en az bir bölüm şans vermeliler. Tales of the City, tüm bölümleriyle 2 Haziran’da Netflix’te olacak.

TOO OLD TO DIE YOUNG

Dürüst olmak gerekirse, 40 yıl düşünsek birilerinin Nicolas Winding Refn’e bir dizi yazdırıp çektireceği aklımıza gelmezdi. Yanlış anlaşılmasın, Danimarkalı yönetmenin büyük

hayranıyız! Nasıl olmayalım? Pusher, Bronson, Valhalla Rising, Drive, Only God Forgives ve The Neon Demon gibi olağanüstü filmler çekmiş bir yönetmenin karşısında saygı duruşuna geçer, düğmelerimizi ilikleriz. Bununla birlikte, Refn’in sinema anlayışının konvansiyonel sinema normlarına uymadığı da bir gerçek. Hele bir de iş Amerikan bir televizyon dizisi çekmeye gelince mevzu nereye gider hiç bilmiyoruz. Tek bildiğimiz; Too Old to Die Young’u izlemek için gün saydığımız! Nicolas Winding Refn, dizinin öyküsünü, altı Eisner ödüllü, efsane çizgi roman yazarı Ed Brubaker’la birlikte kaleme almış. Buradan anlaşılıyor ki sınır tanımayan bir öykü ve yapısı gereği sınırlara düşman olan bir sinematik dil bizleri bekliyor. Biraz da dizinin konusundan bahsedelim: Martin, ortağı görev başında vurularak öldürülen bir polis memurudur. İntikam duygusuyla yanıp tutuşan Martin, zanlıyı adalete teslim etmektense suçun azmettiricilerinin peşine kendi yöntemleriyle düşmeye karar verir. Bu uğurda çıkacağı yolculukta; Los Angeles yeraltı dünyasının işçi sınıfından gelme suikastçılarıyla, Yakuza askerleriyle, Meksika’dan gelen kartel tetikçileriyle, Rus mafyasıyla ve zevk için insan öldüren ve henüz reşit bile olmayan sapıklarla yolu kesişecektir. Whiplash filminde ortaya koyduğu olağanüstü performansla dünyaca üne kavuşan başarılı oyuncu Miles Teller’ın başrolünde yer aldığı dizinin yapımcılığını Amazon Studios üstlenmiş. Too Old to Die Young, 14 Haziran’da seyircisiyle buluşacak.

CITY ON A HILL

Amerikalılar, suça bulaşmış polis hikayeleri çekmeyi seviyor. Üstelik bu tarz dizileri gerçekten de iyi kotarıyorlar. City on a Hill, bu

Too Old to Die Young

City on a Hill

25

yaz sezonunun en iddialı polisiyesi olacak gibi duruyor. Dizinin yaratıcısı olan Chuck MacLean, ABD’nin en sevilen suç romanları yazarlarından biri. MacLean’in televizyon dünyasına yapacağı ilk iş olan City on a Hill’in yapımcı kadrosunda ise resmen yıldız yağmuru var! Oscar ödüllü aktör kankalar Ben Affleck ve Matt Damon, OZ dizisinin Emmy ödüllü yaratıcısı Tom Fontana, Pearl Street Films stüdyosunun sahibi Jennifer Todd, Walk the Line ve Logan gibi muhteşem filmlerin yönetmeni James Mangold, Rain Man filminin Oscar ödüllü senarist ve yönetmeni Barry Levinson ve Homeland dizisinin yaratıcılarından olan Michael Cuesta, City on a Hill dizisi için güçlerini birleştirmişler. Böyle inanılmaz bir yapımcı ortaklığını genelde Hollywood filmlerinde görmeye alışığız. Bu yüzden uzun zaman sonra ilk kez böylesine iddialı bir polisiye izleyeceğimiz için de mutluyuz. 90’lı yılların Boston şehri, yerel kolluk kuvvetlerinin göz yumduğu şiddetli suçlarla dolu, yozlaşmanın ve ırkçılığın norm haline geldiği bir yerdi. Ancak daha sonra her şey aniden değişti. Dizi, “Boston Mucizesi” olarak adlandırılan olayın perde arkasını, kurgusal bir şekilde izleyenlerine aktaracak. Bu arada dizinin kamera arkası kadar kamera önü de sağlam isimleri ekrana taşıyacak. City on a Hill’in başrolünde, Footloose, JFK, A Few Good Man, Apollo 13, Mystic River ve Sleepers gibi olağanüstü filmlerden tanıdığımız efsane aktör Kevin Bacon var. Aldis Hodge (Straight Outta Compton), Rory Culkin (Lords of Chaos), Jill Hennessy (Law & Order) ve Kevin Dunn (True Detective) dizinin önemli rollerinde izleyeceğimiz diğer isimler. Boston şehrinin suçla çalkalandığı en belalı dönemini anlatacak olan City on a Hill’ın ilk bölümü 16 Haziran’da yayınlanacak.


DİZİ Euphoria

EUPHORIA

Euphoria, büyük sükse yapan dizilerin kanalı HBO’nun en yeni projesi. What Just Happened, Another Happy Day, The Wizard of Lies ve geçtiğimiz yıl ülkemizde vizyona giremese de yurt dışında kült mertebesine ulaşan Assassination Nation gibi filmlerin usta yönetmeni Sam Levinson’un hem yazıp hem de yönettiği Euphoria, yaz sezonunun en çarpıcı yapımlarından biri olacağa benziyor. Dizinin yapımcıları arasında tüm zamanların en çok satan hip hop sanatçılarından Drake’in yer alması da oldukça dikkat çekici bir detay. Euphoria, Zendaya (Spider-Man: Homecoming), Storm Reid (A Wrinkle in Time), Maude Apatow (This is 40), Algee Smith (Detroit), Eric Dane (The Last Ship), Jacob Elordi (The Kissing Booth), Barbie Ferreira (Divorce), Sydney Sweeney (The Handmaid’s Tale) ve Austin Abrams’ın (The Walking Dead) başı çektiği gencecik bir oyuncu kadrosuna sahip. Bu genç kadronun hakkını verecek bir konuya da sahip olan Euphoria’da Amerika’nın sıradan liselerinden birine konuk olacağız. Günümüz gençliğinin uyuşturucu, cinsellik, kimlik bunalımı, sosyal medya travmaları ve popülerlik gibi kavramlara karşın verdiği var oluş mücadelesini

izleyeceğimiz yapımda sınır ya da sansür yok! HBO yöneticileri, Euphoria’nın gerçekleri tüm çıplaklığıyla gözler önüne seren bir sosyal sorumluluk projesi olduğunu bile savunuyorlar. Euphoria, ilhamını aynı adlı bir İsrail dizisinden almış olsa da o dizinin geçemediği mesafeleri fersahlarca aşacaklarından şüphemiz yok. Euphoria’nın ilk bölümü 16 Haziran’da yayımlanacak.

GRAND HOTEL

Miami Beach’in son büyük aile işletmesinde konaklamaya hazır mısınız? Santiago ve Gigi Mendoza çiftinin sahibi olduğu Grand Hotel’de hep birlikte macera, dram ve skandallarla örülü bir serüvene çıkacağız. Mendoza ailesinin her metrekaresini ezbere bildiği bu otelde; ünlü iş adamları, uyuşturucu baronları, dünya starları ve mirasyediler konaklayacak. En ufak bir hatanın otele faturası ağır olacak ve Mendoza familyası, otellerinin başına hiçbir şey gelmesin diye ellerinden geleni ardlarına koymayacak! Grand Hotel’in başrolünde Latin kökenli iki efsane oyuncu var. Latin televizyon ve sinema dünyasının en sevilen oyuncu ailesi olan Bichir’ın en önemli üyelerinden Demián Bichir’i Quentin Tarantino’nun The

Grand Hotel

26

Hateful Eight adlı filminden hatırlarsınız. Grand Hotel’in güzeller güzeli sahibesi rolünde izleyeceğimiz Latin afet Roselyn Sánchez’i ise, Without a Trace, Rush Hour 2, Boat Trip ve The Game Plan gibi Hollywood yapımlarından tanıyoruz. Bu arada dizinin yardımcı oyuncu kadrosu da bir hayli iddialı isimlerden oluşuyor. Denyse Tontz (All My Children), Bryan Craig (General Hospital), Wendy Raquel Robinson (The Steve Harvey Show), Lincoln Younes (Home and Away), Shalim Ortiz (CSI: Miami), Anne Winters (13 Reasons Why), Chris Warren (High School Musical) bu renkli dizi için kamera karşısına geçecek olan isimler. Dizinin yapımcı koltuğunda oturan en önemli isim ise, Desperate Housewives dizisindeki rolüyle akılları alan, güzeller güzeli Eva Longoria! ABC Studios tarafından çekilen ve Disney’in sahibi olduğu ABC kanalında yayınlanacak olan Grand Hotel, 17 Haziran gecesi yayınlanacak ilk bölümüyle seyirciyle buluşacak.

REEF BREAK

Cat Chambers’la tanışın! Eski bir hırsız olan Chambers, artık sektör değiştiriyor. Suça bulaştığı hayatını temizlemek için Pasifik’te cenneti andıran bir adaya yerleşen Cat Chambers’ı geçmişi elbette rahat bırakmayacak. FBI ajanı olan eski kocası, hapisten çıkan eski patronu ve özel dedektiflik yapan aşığının başına açacağı belalar, Cat Chambers’ı her bölümde bir hayli zorlayacak. Dizinin fragmanını izler izlemez, Survivor adasını andıran atmosferine, oldukça seksi oyunculardan oluşan kadrosuna ve aksiyon dozuna vurulduk! Reef Break, izleyicilere Pasifik havası aldırırken bol gerilimli bir kedi - fare oyunu izletecek. Dizinin hem başrolü, hem senaristi hem de yapımcısı olan Poppy Montgomery, kendi imzasını taşıyan polisiye dram projesine fazlasıyla güveniyor. Poppy Montgommery’nin kariyerine baktığımızda, bu projenin altından kalkabileceğine inancımız tam. Bugüne dek; Silk stalkings, Party of Five, NYPD Blue, Glory Days, Without a Trace, Murder in the Hamptons ve Unforgettable gibi pek çok başarılı işte kamera karşısına geçmiş olan Montgomery’nin kariyerinin dönüm noktası olarak adlandırdığı Reef Break


Reef Break

bakalım seyirciden hak ettiği ilgiyi görebilecek mi? Disney Media’nın sahibi olduğu ABC Studios tarafından Fransız M6 kanalıyla ortaklaşa çekilen Reef Break, bugüne dek sadece Fransa’da yayınlandı ancak o kadar büyük ilgi gördü ki ABC, diziyi başka bir Amerikan kanalına pazarlamak yerine bizzat yayınlamaya karar verdi. İlk bölümü 20 Haziran’da ekrana gelecek Reef Break’in ilk sezonu 13 bölümden oluşuyor.

MR. IGLESIAS

Bugüne kadar stand-up dünyasından televizyon ya da sinema dünyasına pek çok renkli sima transfer olmuştur. Hollywood’un hiç de yabancısı olmayan, Latin kökenli komedyen Gabriel Iglesias, yaz ekranlarına kahkahayı getirmeye hazırlanıyor. Mr. Iglesias, mezun olduğu liseye öğretmen olarak dönen, iyi kalpli ve esprili Gabriel’ın hayatına odaklanan bir aile komedisi. Okulun en belalı öğrencilerinin sınıfına verilen Iglesias hoca, hem öğrencilerini doğru yola sevk ederek okullarını bitirmelerine yardımcı olmak hem de bu genç öğrencilerinin potansiyellerini ortaya çıkarmak için azami çaba sarf edecek. Bu arada Gabriel Iglesias’ın dizinin sadece başrolünde yer almadığının, aynı zamanda senaryoda da parmağının olduğunun altını çizelim. Mr. Iglesias, tam bir yaz dizisi! Eğlence dozunun yüksek olmasını beklediğimiz bu iddialı dizinin yardımcı oyuncu kadrosunda da bir hayli renkli sima-

lar kamera karşısına geçmiş. Jacob Vargas (Sons of Anarchy), Maggie Geha (Gotham), Cree Cicchino (Game Shakers), Richard Grant (Smallville) ve Sherri Shepherd (Less Than Perfect) gibi isimler, bu merakla beklenen komedi dizisinin renkli kadrosunu oluşturuyorlar. Dizinin yapımcı koltuğunda Fox Sports’un eski sunucularından olan ve The Hammer, Only a Game ve Jim Rome is Burning gibi programlarda senarist ve yapımcı olarak görev alan Kevin Hench oturuyor. Mr. Iglesias, Hench’in ilk komedi projesi olarak dikkat çekiyor. Dünyanın dört bir yanında milyonlarca hayranı bulunan ve pek çok stand-up gösterisini Netflix’ten izleyebileceğiniz Gabriel Iglesias’ın başrolünde yer aldığı Mr. Iglesias, 21 Haziran’da başlıyor.

THE LOUDEST VOICE

Haziran ayının en önemli dizilerinden biri olarak gördüğümüz The Loudest Voice, ABD yakın tarihinin en önemli medya ve siyaset figürlerinden olan Roger Ailes’ın hayat öyküsüne odaklanıyor. Fox News’un eski başkanı olan ve ABD’deki Cumhuriyetçi Parti’nin en cevval müttefiklerinden biri olarak tanınan Ailes’ın, Donald Trump’un ABD başkanı seçilmesindeki rolü de dizide işlenecek. Toplam 8 bölüm sürecek olan dizi, Gabriel Sherman’ın “The Loudest Voice in the Room” adlı biyografi kitabından uyarlanarak hayata geçirilmiş. Dizinin oyuncu kadrosu inanılmaz başarılı isimle-

rin bir araya gelmesiyle kurulmuş. Oscar ödüllü aktör Russell Crowe’u gördüğünüzde tanıyamayacağınıza bahse varız! Kariyerinde iki Oscar adaylığı bulunan ve Mulholland Drive, 21 Grams ve The Ring gibi önemli filmlerden tanıdığımız Naomi Watts da dizinin kadrosunun en önemli isimlerinden. Genellikle komedi işlerinden tanıdığımız ve Family Guy adlı animasyon diziyle dünyaca üne kavuşan Seth MacFarlane’ı bu dizi sayesinde daha önce izlediğimiz rollerinden alışkın olmadığımız çok farklı bir karakterle izleyeceğiz. Kariyerinde BAFTA ve Altın Küre adaylıkları bulunan güzeller güzeli İngiliz oyuncu Sienna Miller’ı da uzun zaman sonra bu proje sayesinde televizyon ekranlarında göreceğiz. The Tudors ve Peaky Blinders’taki şahane performansı ve güzelliğiyle dikkat çeken Annabelle Wallis de dizinin önemli oyuncularından. The Loudest Voice’un yapımcıları arasında genellikle korku filmleriyle nam salmış olan Blumhouse Studios’un CEO’su Jason Blum’ı da görmek bir hayli ilgimizi çekti. Yıldızlarla dolu kadrosuyla dikkat çeken The Loudest Voice, 30 Haziran’da izleyicisiyle buluşacak.

The Loudest Voice

Mr. Iglesias 27


SİNEMA

KORKUNÇ BEBEK GERİ DÖNDÜ

James Wan’ın yarattığı Conjuring sinema evrenine yepyeni bir film daha ekleniyor. 28 Haziran’da vizyona girecek “Annabelle Comes Home”, bu korkunç bebeğin etrafında şekillenen üçüncü uzun metraj yapım olacak. Çığlık atmaya hazır mısınız? Erdem Tatar

J

ames Wan, Saw filmiyle Hollywood’a bir daldı, pir daldı! İlk Saw filminden sonra seriye sadece yapımcı olarak dahil olan ve filmlerin gişelerinden milyon dolarları cukkalayan Wan, bir iki başarısız film denemesinden sonra, Insidious’la turnayı gözünden vurmuş ve üç kuruşa çektiği filmlerle milyon dolarlarına milyon dolarlar eklemişti. Fast & Furious 7 ve Aquaman gibi olağanüstü gişe başarısına ulaşan filmler sayesinde, James Wan bugün Hollywood’un en önem verdiği yönetmenlerden biri. Tabii Wan’ın bir de kendi sinema evreni var! Şu ortak evren işini bir Marvel’ın bir de James Wan’ın tutturabildiğine inanabiliyor musunuz? Evet, Conjuring evreninden bahsediyoruz.

1.6 MİLYAR DOLARLIK GİŞE

James Wan, yeni başladığı her projede -tutması halinde- peşi sıra gelecek potansiyel devam filmler silsilesi kurgulamayı seviyor. Conjuring için en az iki devam filminin senaryosunu daha cebinde tutan Wan, serinin ilk filmiyle öyle bir başarı yakaladı ki iş devam filmlerini aşıp sinema evreni yaratmaya kadar geldi. The Conjuring (2013), Annabelle (2014), The Conjuring 2 (2016), Annabelle: Creation (2017) ,The Nun

(2018) ve The Curse of La Llorona (2019) adlı filmler, şimdiye dek bu sinema evreninde izlediğimiz yapımlar oldu. Siz bu satırları okurken Conjuring 3, The Nun 2 ve serinin yeni korkunç karakteri olacak olan The Crooked Man’in prodüksiyonlarına da start verilmiş olacak. Şu ana kadar gişede 1.6 milyar dolarlık hasılat yapmayı başaran bu olağanüstü başarılı filmlerin en yenisi olacak olan Annabelle Comes Home, haziran sıcağında çığlık attırmaya geliyor.

BEBEK DEYİP GEÇME

Annabelle ile ilk Conjuring filminde tanışmıştık, ancak film o kadar olağanüstü bir hasılat yapmıştı ki yapımcılar fırsatı kaçırmayıp korkunç bir sinema evrenine dümen kırmaya karar verdiklerinde, akıllarına gelen ilk karakter Annabelle olmuştu. James Wan, tıpkı Saw ve Insidious serilerinde yaptığı gibi bu seride de yönetmen koltuğunu genç yeteneklere bırakıyor. Annabelle Comes Home’a ilham veren hikayede yine kendi imzası var; ancak uzun yıllardır çektiği tüm korku filmlerinde Wan’a senaryo yazan Gary Dauberman, bu kez kariyerinin ilk uzun metrajlı filminin yönetmen koltuğuna bir James Wan projesiyle oturuyor. Dauberman, bugüne dek Annabelle, Annabelle: Creation, Stephen King’s IT ve The Nun gibi yapımlara yazdığı senaryolarla tanınıyor.

TANIDIK SİMALAR

Conjuring filmlerinde, paranormal vakaları çözmeye çalışan Ed ve Lorraine Warren çiftini çok seviyoruz. İkinci Conjuring filminden beri bu evrenin filmlerinde göremediğimiz bu güzel çifti, Annabelle Comes Home’da bol bol izleyeceğiz. Hatta sırf bu yüzden Annabelle Comes Home’a, Conjuring 2.5 bile diyebili28

riz. Şimdi biraz da filmin konusuna değinelim: Warren çifti, Annabelle’in evlerindeki paranormal vakalar mahzeninde güvende olacağını düşünerek, lanetli bebeği eve getirirler. İşinin ehli bir rahip tarafından kutsanmayı bekleyen Annabelle’i ele geçiren ruh beklenmedik bir biçimde uyanır ve Warren’ların kızıyla, kızın dadısına musallat olur! Warren çiftinin kızı rolünde son olarak Captain Marvel’da izlediğimiz genç yetenek Mckenna Grace’i seyredeceğiz. Conjuring sinema evreni gaz kesmeden devam ediyor. Aslında James Wan tarzı “jumpscare” (yüksek desibelli ses efektleriyle ani korkutma tekniği) sahnelerini bol bol göreceğimize emin olduğumuz yeni bir yapıma daha ihtiyacımız olup olmadığı tartışılır. Bağımsız korku sinemasının altın yıllarını yaşadığı şu dönemde Conjuring evreninin öcülerinden biz pek çekinmiyoruz; ancak çekinenler varsa eminiz Annabelle Comes Home’da bayağı iyi vakit geçirecektir. Annabelle Comes Home, ülkemizde 28 Haziran’dan itibaren izlenebilir.


MÜZİK Haziran 2019

E

ED SHEERAN’DAN BOL KONUKLU ALBÜM

d Sheeran, pop müzik piyasasının zirvesine baktığımızda görebildiğimiz birkaç isimden biridir. 2004 yılından beri aktif müzik yaşantısına devam eden Sheeran, solo kariyerinden önce dünyanın en ünlü isimlerine verdiği bestelerle ses getirmiş bir isimdi. One Direction’dan Taylor Swift’e, aklınıza gelen hemen her pop yıldızı mutlaka bir Ed Sheeran şarkısı söylemiştir. Brit Awards’dan Grammy’e kadar kazanmadık ödül bırakmayan Ed Sheeran’ın kısacık kariyerine rağmen kazandığı başarının emsali yok. Sadece sekiz sene içinde yayımladığı üç albüm, dünya çapında 150 milyon sattı. Albümleri İngiltere müzik listeleri tarihinde kırılmadık rekor bırakmadı. The Bastard Executioner ve Game of Thrones gibi projelerde oyunculuk bile yapan Ed Sheeran’ın yeni albüm haberi tüm dünyayı bir kez daha sallamaya yetti. Sheeran, geçtiğimiz ay Justin Bieber’la düet yaptığı “I Don’t Care” adlı şarkıyı sessiz sedasız piyasaya çıkardı. Spotify’da ilk gün global dinleme sonuçlarında yaklaşık 11 milyon kez dinlenen şarkı, benzersiz bir infial yarattı ve bu şarkıya kadar rekoru elinde bulunduran Mariah Carrey şarkısı “All I Want for Christmas is You”yu da tahtından indirdi. Şarkı, dünya single listelerinde de kısa sürede büyük çıkış yakaladı. İngiltere, Avustralya, Kanada ve Almanya başta olmak üzere 21 ülkenin single satışlar listesine tepeden giriş yapan “I Don’t Care”, ABD’de listeye iki numaradan girerek şaşkınlık yaratsa da emsali az görünür bir global başarıya imza attı.

Şarkının çıkışından kısa bir süre sonra, Ed Sheeran yeni albüm müjdesini de verdi. Haziran ayında dünya turnesi başlayacak olan albümün adı “No. 6 Collaborations Project” olarak duyuruldu. Bundan önceki ilk beş Collaborations Project kayıtları birkaç şarkılık EP’ler olarak yayımlanmıştı; ancak bu defa Sheeran bir albüm dolusu şarkıyla karşımıza çıkacak. Albümde toplam 15 şarkı olacak ve şarkıların tamamında Ed Sheeran’a en az bir ünlü konuk solist eşlik edecek. Hatta bazı şarkılarda iki konuk birden olacak. Albümdeki konuklar şimdilik sır gibi saklanırken, biz birkaç

tanesini daha sizlerle paylaşmakta sakınca görmüyoruz. “Cross Me” adlı şarkıda Sheeran’a Chance the Rapper ve PnB Rock eşlik edecekler. “Remember the Name” adlı şarkıda Sheeran’a efsane bir isim; PJ Harvey eşlik edecek. Son dönemin ilgi çeken seslerinden Jade Bird ise “I Don’t Want Your Money” adlı şarkıda Sheeran’a konuk olacak. Geri kalan şarkılar ve konuk isimler konusunda biz de sizler kadar meraktayız. No. 6 Collaborations Project, 12 Temmuz’dan itibaren piyasada olacak. Ed Sheeran’ın hit şarkılarla damga vuracağı yaz aylarına hazır mısınız?

ELTON SİNEMADA B ohemian Rhapsody’nin yokluğu bünyemize yeni yeni sirayet etmişken, bomba gibi bir müzik filmiyle daha karşı karşıyayız. Tüm zamanların en flamboyan sanatçılarından Elton John’un hayatına odaklanan bu iddialı filmin adı Rocketman! Filmin yönetmen koltuğunda, Sunshine on Leith ve Eddie the Eagle gibi filmleri çekmiş olan deneyimli sinemacı Dexter Fletcher oturuyor. Fletcher, aynı za-

Elton John ve Teron Egerton 29

manda Bohemian Rhapsody filminin çekimleri sırasında kovulan yönetmen Bryan Singer’ın yerine projeye dahil olarak filmin çekimlerini tamamlayan isim. Filmde Elton John’u, ünlü yıldızın gençliğine şaşırtıcı derecede benzeyen Teron Egerton canlandırıyor. Egerton, aynı zamanda filmde söylenen şarkıların tamamını bizzat seslendirmiş! Bu renkli yapımın kadrosunda Jamie Bell (King Kong), Richard Madden (Game of Thrones) ve Bryce Dallas Howard (Jurassic World) gibi önemli isimler yer alıyor. Rocketman’de Elton John’un Royal Academy of Music’te ortalığı birbirine katan öğrencilik yıllarını izleyerek başlayacağımız maceramız, ünlü sanatçının müzik yaşamının en parlak yıllarında partnerlik yaptığı Bernie Taupin’le tanışmasıyla sona erecek. Müzikal keyfin doruğuna çıkacağımız bu renkli seyirliği merakla bekliyoruz. Rocketman, ülkemizde 14 Haziran’da vizyona girecek.


RÖPORTAJ

AYŞE SARAN SAHALARA DÖNDÜ Türk rock müziğinin güçlü kadın vokallerinden biri olan Ayşe Saran, sahnelerin tozunu attırıp iki tane de gümbür gümbür albüm yaptıktan sonra, bir anda nadasa çekilmişti. Sessizliğini sürpriz bir MFÖ yorumuyla bozan Ayşe Saran’la gidişini, dönüşünü ve gelecek planlarını konuştuk. Erdem Tatar

Geri dönüşünün fitilini Mazhar Alanson’la yaptığın bir telefon görüşmesi ateşlemiş, bize biraz bu olayı anlatır mısın? Aynen öyle oldu. Mazhar Abi ile ilk albüm zamanlarımdan tanışıyoruz. Zaman zaman haberleşirdik ama bu sefer daha farklı oldu. Arayıp sessizliğin çok uzadığını ve benim için vaktin geldiğini söyledi. ‘Üretmeye başlaman lazım, zaman geçiyor’ dedi, ben de kendisine üretim konusunda tıkandığımdan bahsettim. Bunun üzerine ‘bizim bir şarkımıza MFÖ’ye yakışır bir cover yapmakla başlasana’ teklifinde bulundu. Hatta ‘yapsan yapsan bunu sen yaparsın’ dedi. Tabii bu müthiş değerli bir teklif tahmin edersin ki. Zaten ‘Bazen’ şarkısını da kendi önerdi, şarkıyı Özgen Akçetin düzenledi ve çok kısa bir zaman içerisinde tam istediğim sound’la yeniden yorumladık. Müzikal yolculuğunda son dönemde Özgen Akçetin’in adı öne çıkıyor. Bu ortaklık nasıl başladı ve nerelere gider? Özgen, müzikal geçmişi çok dolu, oldukça yetenekli bir müzisyen. Yıllarca Sezen Aksu ile çalışmış; Sertab Erener, Yalın ve Ceza gibi isimlerin şarkılarına ve albümlerine önemli katkılarda bulunmuş biri. Tüm bunların yanı sıra zamanında Ambulans adında bir de grubu varmış. Pasaj müzik etiketiyle bir albüm de yayınlamışlar, rock sound’lu çok güzel bir albüm. İkimizin dinlediği müzikler çok farklı değil, üretim anlamında da kafalarımız çok uyuştu, bu da çok değerli bir durum. Açıkçası ‘Bazen’ düzenlemesinden oldukça etkilendim. Şim-

di yeni şarkımız için çalışıyoruz. Daha gitar ağırlıklı bir şarkı dinleyeceksiniz, Özgen’in bestesi olacak ve sözleri beraber yazıyoruz. İki cayır cayır albümden sonra verdiğin beş yıllık arada neler düşündün ve yaptın? Şu ana kadar çok severek yazdığım ve söylediğim, içinde nefis şarkıların olduğu iki tane albüm yaptım. ‘Rüyadan Kaçış’ ve ‘Kavga Başladı’ albümleri, bildiğimiz Türkçe rock sound’una göre epeyce sert albümlerdi. Açıkçası çok yakın bir zamana kadar bir şey yapmama fikrine sabitlenmiştim. Yanlış anlaşılmasın, küskün olduğumdan falan da değil. Müzik, hayatımın her yerinde var ve her şeyden önce mesleğim. Seslendirme ya da jingle’lar için zaten neredeyse her gün stüdyodayım. Bu işe bu kadar emek vermiş biri olarak, bu genç yaşımda ‘ben artık bir şey üretmeyeceğim’ deme raddesine gelmek için çok erken olduğunu düşünüyorum. Cover’ını dinledik ve çok sevdik. Yeni besteler de dinleyecek miyiz senden yakınlarda? Çok teşekkür ederim, ne mutlu bunu senden duymak. Öncelikle yeni bir grup kurdum; davulda Ozan Oğuz, bas gitarda Baran Bekiroğlu, gitarda Özgen Akçetin var. Ozan Oğuz ile zaten ikinci albümüm zamanında sahnede beraberdik; inanılmaz yetenekli bir müzisyen, tuşesiyle, müziğe katkısıyla ve sakinliğiyle bambaşka bir yerde benim için. Baran Bekiroğlu ise, zaten yıllardır sah30

nelerde olan biri, özellikle provalarımızda şunu çok net hissediyorum ki müzikten ve enstrümanından çok keyif alıyor. Müziğe katkısı çok, sadece eşlik etmiyor yani. Özgen Akçetin, zaten o kadar sık ve farklı müzikler dinleyen bir müzisyen ki, canlı için hazırladığımız cover’ları bambaşka bir yere götürebiliyor. İşte benim de en büyük dileğim buydu, grupça müzik içerisinde bir olabilmek. Provaya sıkıla sıkıla gelen müzisyenlerle o iş zevkli olmuyor. Esas olan, müziğimi grubumla birlikte geliştirmek. Grup, müziğin çok önemli bir parçası olmalı ve o zaman zenginleşiyor işte. Yeni şarkıyı grubumla birlikte kaydedeceğiz. Hepsinin fikri hem benim için hem de şarkının düzenlemesini yapan Özgen Akçetin için son derece kıymetli. İki üç ay aralıklarla hem klip hem şarkı yayınlamayı düşünüyoruz. İkinci şarkı da yakında bitmek üzere, zamanlaması ile ilgili sosyal medyadan paylaşım yapacağım.


RÖPORTAJ

MATMAZEL’DEN İKİNCİ ALBÜM GELDİ Ülkemiz canlı müzik sahnesinin en çalışkan gruplarından biri olan Matmazel, şu sıralar ikinci stüdyo albümleri “Artık Susmalıyız” ile gündemde. Erhan Ünal, Orçun Oktaygil ve Bülent Şenkul’dan kurulu grup, 10 şarkıdan oluşan yeni albümlerini Postkolik’e anlattı. Erdem Tatar 15 yıllık bir geçmişe sahip olmak, özellikle de ülkemiz şartlarında, müzik yapan her gruba nasip olmaz. Bunu nasıl başardınız? Bülent: 90’lar ve 2000’li yılların ortaları, İstanbul gece hayatının en ışıltılı dönemleriydi. Temelleri İzmit’te atılmış olan Matmazel, Orçun Oktaygil (davul) ve Erhan Ünal (vokal) tarafından kuruldu. Tanışıklığımız, o yılların müzisyenlere artık bir lütfu olarak andığımız barların, mekanların ve sahnelerin yollarımızı kesiştirmesiyle oldu. Aynı yerlerde farklı gruplarla çalan, birbirini dinlemeye giden ve birlikte eğlenen kişiler oluşumuz, bizi bir araya getiren ana fikirdi. Bir şeyin devamının geleceğini hissettiren bir his vardır ya, hissettiğimiz o bizim.. Hiçbir sahne, hiçbir konser, hiç bir zorlu şart ya da yorgunluk, içten gelen bu sesi susturamadı. Sorunuzu tekrar düşündüğümde, bunun bir başarıdan çok, doğal olarak gelişen bir süreç olduğunu fark ediyorum. 15 yıla sadece iki albüm ve single kayıtlar sığdırdınız. Sahnede bu kadar aktif çalışmak, bir noktada üretimin önüne geçti mi? Orçun: Evet, bu söylediğinizin de etkisi olabilir; ancak bence asıl önemli etken, gündüzleri başka işlerde çalışıyor olmamız ve bunun enerjimizi bölmesi... Erhan: Bu durumun üretimi değil, üretimin paylaşma sürecini yavaşlattığını düşünüyorum. Çünkü bir noktada sürekli konser veriyor olmak insanı hem müzikal açıdan tatmin eden, hem de fiziksel olarak yoran bir şey.

Bu ikisi bir araya gelince şarkıları toparlamak, kaydetmek ve paylaşmak için zaman ayırmak zorlaşıyor. Hele ki gündüzleri zaten böyle bir vaktiniz de yoksa. Bülent: Aslında besteler her zaman vardı. Fakat düzenleme, kanalize olma aşaması ve tüm diğer şartların olgunlaşması ciddi vakit alıyor. Sahnede uzun soluklu bir süreç, hayatınızın normali haline geliyor. Kısacası üretimde değil, paylaşıma giden yolda biraz zaman kaybetmiş olabiliriz. “Artık Susmalıyız”, 15 yıllık bir grubun tarihinin neresinde duruyor, size neler ifade ediyor? Bülent: “Artık Susmalıyız” ile ilgili okuduğumuz birkaç yorumdan aklımda en çok kalanı, sevgili Güven Erkin Erkal’ın ‘Grup, artık olgunluk eserlerini veriyor ...’ demesiydi. İlk albüme göre biraz daha içine kapanık ve hüzünlü bir portre çiziyor. Aslında bu bir susma çağrısı değil; aksine içten gelen bir anlaşılma arzusu. Bize hissettirdiği en güçlü şey ise, yepyeni bir müzik yolculuğuna ne kadar çok hazır olduğumuz. Düzenlenmeyi bekleyen çok sayıda bestemiz var. Kendinizi bir çarkın ‘olmazsa olmazı’ hissettiğiniz; birlikte ürettiğiniz her iş, ait olduğunuz şeye bağlılığınızı arttırır. Bizim hissettiğimiz bir diğer önemli şey de bu. Beste ve kayıt sürecinden bahseder misiniz? Bülent: Besteler aslında uzun zamandır elimizdeydi. Son 2-3 senede eklediklerimiz arasından seçtiğimiz dokuz tanesini kaydederken, klavyelerde Berk Bekar ve klarnette Coşkun 31

Ekşi bas gitarda Merttuğ Çayıroğlu ve Anıl Çifter, kayıt, miks ve mastering aşamalarında Arıkan Sırakaya ve Meriç Memikoğlu; Vazgeçtim’in geri vokallerinde Pelin Özülkü ve aynı şarkıya ait keman kayıtlarında Yalçın Derin bize eşlik ettiler. Bir seneye yayılan bir düzenleme ve kayıt sürecini yaşadık. Albüm kaydedilirken, aynı anda iki tane tekliye klip çektik ve yayınladık. Bunlar, “Antik Acılar” ve “Müsterih” oldu. Şu an için son klibimiz ise, “Vazgeçtim”e çekildi. Çoğunlukla iş çıkışı haftanın birkaç günü ve sabahın ilk ışıklarına kadar bir aradaydık. Güzel bir motivasyon. Erhan: Albüm için Bülent ile yazdığımız pek çok şarkı vardı. Bu sürece girmeye karar verdiğimizde Bülent coştu ve birkaç beste daha yaptı. O besteler o kadar hoşumuza gitti ve ruh hallerimize uydu ki albümü bu duygu çevresinde oluşturmaya karar verdik. Bu noktada bir bütünlük olması adına şarkıların bir çoğunu -şimdilik- eledik ve bu 10 şarkılık albümü ortaya çıkardık.


RÖPORTAJ

FATMA TURGUT İLK ALBÜMÜNÜ ANLATTI

Model grubuyla tanıdığımız Fatma Turgut, müzik yolculuğunda bir süredir tek başına yürüyor bildiğiniz gibi. Canlı performanslarıyla ve yakın geçmişte yayınladığı teklilerle hak ettiği ilgiyi gören Turgut, kariyerinin ilk solo albümü “Elimde Dünya” ile 2019’a damga vurmaya hazırlanıyor. Erdem Tatar Kariyerinin ilk solo albümünnü çıkarmış olmak sana neler hissettirdi? Yalnızlığın da büyük bir güç olduğunu gördüm. Harika insanların bir araya gelip, iyi niyet ve mutluluktan başka bir şey düşünmeden, canla başla çalışarak yeteneklerini ortaya koyduğu bir şey ürettik. “Elimde Dünya” albümün Fatma Turgut’u ne kadar yansıttığını düşünüyorsun? Yüzde yüz! Her zerresinde etkim olan ve gurur duyduğum bir albüm oldu. Albümün çıkışını birkaç kez ertelemek zorunda kaldık. Zorlu bir süreç geçirdim ve hayatımın en büyük sınavlarından birini verdiğimi düşünüyorum. Albüm yayınlanmadan kısa bir süre önce hem plak şirketimi hem de menajerimi değiştirdim. Albümün tüm mix ve mastering aşamalarını da Babajim’de çok titiz çalışarak hallettik. Bu işin dışarıdan görünmeyen pek çok parametresi var. Aslında albümü Mart ayında çıkarmayı hedeflemiştim, ancak doğru zaman şimdiymiş. Neyse ki her saniyesiyle içine sinen bir albüm oldu. İyi ki aceleye gelmemiş ve tam zamanında çıkmış. Albüm öncesinde profesyonel yaşamında köklü değişikliklere gittin, biraz bundan bahsedelim mi? Kendimi hafiflemiş hissediyorum. Artık kendi

güvenli alanımın kontrolünü elime aldığımı hissediyorum. Eski plak şirketimle çok uzun yıllar çalıştık. Solo kariyerime dair şahsi beklentilerim vardı ve yapmak istediğim tarz belliydi. Hayatımda belli değişikliklere gitmek mecburiyetinde kaldım ve şu an Avrupa Müzik’le çalışıyor olmaktan çok memnunum. Beni anlıyorlar ve el üstünde tutuyorlar. Her konuda, her detayla ilgililer ve beni önemsediklerini her fırsatta hissettiriyorlar. Can Bonomo, albümündeki en kilit isimlerden. Senin için harika şarkılar yazmış, üstelik o da Avrupa Müzik kadrosunda bulunan sanatçılardan. Şirket değiştirirken sana tavsiyeleri oldu mu? Şirket değiştireceğimi öğrendiğinde bana Avrupa Müzik’i ilk öneren Can oldu. Hatta şirkete görüşmeye gideceğimi söylediğimde, zaten haberinin olduğunu, Avrupa Müzik’in yeni transferler yapmadan önce kadrosundaki sanatçılardan da görüş aldığını anlattı. Bu durum daha önce şahit olmadığım, oldukça demokratik bir uygulamaydı. Şirketle her koşulda anlaşmış olmak kadar Can’ın da benle aynı şirkette olması çok iyi hissettiriyor. Doğru insanların aynı çatı altında bir araya gelmesi hep pozitif sonuçlar doğurur inancındayım. 32

Hazır Can Bonomo’yu anmışken, biraz da “Elimde Dünya” albümüne yaptığı katkılardan bahsedelim. Albüm üzerinde yaklaşık bir buçuk senedir çalışıyorum. Albüme adını veren “Elimde Dünya”, Can’ın bana gönderdiği ilk şarkıydı. Şarkının sözlerini alıcı kulağıyla dinlerseniz, o süreçte yaşanan her şeyin özeti gibi olduğunu anlayabilirsiniz. Can, hem Model’den ayrıldığım süreci hem de devamını çok iyi biliyor. O zorlu dönemlerde hep yanımdaydı. Çok yakın dostum olduğu ve beni çok


iyi tanıdığı için böyle sözler yazıp, böyle şarkılar yaptı. Can, çok zeki bir adam ve benim hissettiklerimi büyük başarıyla kaleme dökebildiğini düşünüyorum. “Elimde Dünya” albümünde üç farklı prodüktörle çalıştın. Biraz bu isimlerden ve onlarla yaşadığın süreçte edindiğin deneyimlerden bahseder misin? Yaptığım müziğe ülkemizdeki en uygun prodüktörlerden biri Tarkan Gözübüyük’tü. Tarkan’ın çalışma şekli oldukça farklı. Eğer Tarkan’dan ne beklediğini yeterince net anlatırsan, kendini ve istediklerini iyi ifade edersen, sana beklediğin neticeyi tam istediğin gibi sunuyor. Tarkan’la ilk görüşmemizi ağustos ayında gerçekleştirdik, ekim ayında stüdyo sürecimiz başladı ve şimdi albümü dinlediğimde iyi ki onunla çalışmışım diyorum. Ozan Tügen, dünyanın en komik, en keyifli, en uyumlu ve çalışması en zevkli insanlarından! Onunla stüdyoda geçirdiğimiz vakitler hem çok eğlenceli hem de çok verimliydi. Cihan Barış da çok yetenekli, yıllarca Amerika’da yaşamış, bu işin eğitimini almış, kulağına çok güvendiğim bir prodüktör. Albümün bütün mix’lerinde de kendisinin imzası var. Şarkılarımı ona gözüm kapalı emanet ettim ve iyi ki de bu üç harika müzik adamıyla çalıştım diyorum. Albüm, Fatma Turgut’un zamanında Model’e neler kattığını, dinleyenin net olarak kavrayacağı pek çok numara barındırıyor. Fatma Turgut’un “parmak izini” oluşturman yıllar aldı. Bu yolculuğu, seni sen yapan detayları paylaşır mısın? Aslında çok basit bir cevabım var. Biz şarkı söyleyen insanlar, derdimizi şarkılarla anlatmaya çalışıyoruz. Her şarkı bir şey anlatıyor ve senin de onu performansınla dinleyene aktarman lazım. İnsanlar samimiyetsizliği çok kolay anlıyor ve sevmiyor. Ben söylediğim şarkıları layıkıyla söyleyebilmekle mükellefim. Bugüne dek hep

şarkıların benden yapmamı istediği şeyi yerine getirebilmeye uğraştım. Başta da dediğim gibi; aslında bu kadar basit. 2010’larda çıkış yapan ve bu 10 yıla damga vurabilen tek yerli grup Model oldu. Şimdi sen 2010’ları ilk solo albümünle kapattın ve 2020 ufukta göründü. 2020’ler senin yılların olacak mı? Bunun negatif anlaşılmasını istemem ancak soruna samimiyetle yanıt vermem gerekirse; evet, aynen öyle olacak! Bunu çok içimden gelerek söylüyorum. Geçen süre zarfında ne yapabildiğimi gördüm, ederimi öğrendim ve farkındalığım yükseldi. Olabildiğini gördüm ve hemen bunun üstüne neler koyabilirim diye düşünmeye bile başladım. İyi ki Elimde Dünya’yı yapmışım, iyi ki böyle bir albüm oldu. Tekli şarkılar yerine neden bir albüm yapma kararı aldın? Yaptığım bir deli işi! Bir albüme aylarca kapanmak ne demek? Yaparsın bir tekli geçersin, değil mi? Tamam, arada öyle çalışmalarım da oldu; ancak amacım farklıydı. Kendimi ifade edebileceğim ve “iyi” olduğuna emin olduğum bir şeyi sunmaya ihtiyacım vardı. Maalesef öyle bir çağdayız ki kimsenin bir albümün mesaisine yatıracak zamanı da yok. Ben, albümü kıymetli buluyorum. Özellikle de bir sanatçının kendini tanıtabilmesi adına albümleri olması gerektiğine inanıyorum. Beni tanımaların ve anlamalarını albümlerim mümkün kılabilir. Fatma Turgut kim mi? Elimde Dünya. Hikayenin başı, ortası, sonu albümümün şarkılarında. 33

Fatma Turgut’un kariyer macerasında bu albümün yeri ve gelecek için işaret ettiği nokta sence ne? “Elimde Dünya”, Fatma Turgut’un 75 yaşına girdiğinde “Bu benim ilk albümüm!” diyerek gururla bahsedeceği güçte bir albüm oldu. Aynı zamanda Fatma Turgut’un ne yapmak istediğini de gösteriyor. Bu albüm bana mutlaka başka kapılar açacaktır, o kapılardan geçmek için de disiplinle çalışmam gerekecektir. “Elimde Dünya”, Fatma Turgut’un “kim” olduğunu net olarak ifade eden bir albüm oldu. Bunu bir dinlesinler; Fatma Turgut’un yeteneği nedir, bu kadın neye hizmet ediyor, neler yapmış, neler yapabilir? Tüm bu soruları ve alacakları cevapları kendileri deneyimlesinler istiyorum. Neredeyse 10 yıla varan bir müzik geçmişi, aynı zamanda bu süre zarfında kazanılmış bir kitle anlamına geliyor. Son olarak biraz da hayranlarınla olan ilişkinden bahseder misin? Bana sahip çıkan, beni dinleyen ve destekleyen kemik bir kitlem var. Bu desteklerinin en önemli sebebinin de benim onlara karşı ne kadar dürüst olduğumu özümsemiş olmalarına bağlıyorum. Pek çoğuyla Model döneminde tanıştık elbette, yine de benim Model sonrasında yaptığım işleri de aynı tutkuyla sahiplendiler. Onlara karşı duruşumu, kimliğimi ve tavrımı hiç bozmadım, değiştirmedim. Onlar da bunu gördüler, beni anladılar ve dinlediler. Onların desteği olmasa belki Model’den sonrası için kafamda soru işaretleri ya da kaygılar oluşurdu; ancak beni yalnız bırakmadılar ve endişelenmeme fırsat vermediler.


MÜZİK

TEMMUZ AYI İKİ FESTİVALLE ŞENLENECEK Müzikseverleri önümüzdeki ay iki müthiş müzik ziyafeti bekliyor. 19-21 Temmuz’da Ayazma Koyu’nda ‘Kendine Has’ desteğiyle gerçekleşecek Bozcaada Caz Festivali’nde doğayla iç içe harika bir deneyim yaşarken üç yıl aradan sonra Birlikte Güzel desteğiyle 20 Temmuz’da sahalara dönecek olan One Love Festival 15’de ise müziğe adeta doyacaksınız. BİRLİKTE GÜZEL SUNAR ONE LOVE FESTİVAL 15

Bu sene müzikseverleri en çok heyecanlandıran gelişmelerden biri, kuşkusuz One Love Festival’in üç yıl aranın ardından sahalara dönüşü oldu. İlki 2001 yılında gerçekleştirilen, müzikseverlere şehir hayatında festival özgürlüğünü, aşkı, müziği, umudu ve birlikteliği yaşatmayı hedefleyen One Love Festival, bu yıl Türkiye’den ve dünyadan pek çok tanınmış ve gelecek vadeden ismi ağırlayacak.

2 MEKAN 5 SAHNE

Pozitif organizasyonuyla 20 Temmuz’da İstanbul Parkorman’da başlayacak ve iki ayrı mekanda beş farklı sahnede gerçekleşecek olan One Love Festival’in Birlikte Güzel Sahnesi’nde önemli isimler seyircinin karşına çıkacak. Fransız müzik prodüktörü ve yönetmen Guillaume ve Jonathan Alric ikilisinin dans müziği projesi The Blaze, festivalin ağır topu olarak dikkat çekiyor. Coachella, Primavera Sound, Parklife ve

Pitchfork Paris gibi dünyanın en çok takip edilen festivallerinde sahne alan ikili, geçtiğimiz Eylül ayında yayımladıkları “DanceHall” albümüyle kısa sürede elektronik müzik camiasına kendini ispat etti. Ana sahnede izleyeceğimiz bir başka isim ise İngiltere çıkışlı electro-pop üçlüsü Years & Years olacak. 2015 yılında yayımladığı “Communion” albümüyle dikkatleri üzerine çeken grup, geçtiğimiz yıl yayınladığı “Palo Santo” albümüyle bu başarının tesadüf olmadığını gösterdi. Grubun solisti Olly Alexander popülaritesini her geçen arttırırken, özellikle “All for You”, “Karma” ve “If You’re Over Me” gibi yeni şarkıları hayranlar tarafından fazlasıyla sevildi. Eminiz bu şarkıları One Love Festival 15’de de dinlemek harika olacak.

ROMANTİK PRENS

Nicole Kidman, Reese Witherspoon, Shailene Woodley, Alexander Skarsgard, Adam Scott, Laura Dern ve Zoe Kracitz’den oluşan kadrosuyla adeta gövde gösterisi yapan ve kazandığı 8 Emmy ödülüyle HBO’nun en prestijli projelerinden birine dönüşen Big Little Lies dizisini izlemiş miydiniz? Eğer izlediyseniz, en az dizi kadar sevilen açılış şarkısı Cold Little Heart’ı zaten biliyorsunuzdur. İşte o şarkıyı seslendiren Londra çıkışlı soul ve blues şarkı yazarı Michael Kiwanuka da One Love Festival 15’de sahne alacak isimlerden biri olacak. Klasik soul geleneğine bağlı ama sound bakımından daha geniş

The Blaze 34


KENDİNE HAS DESTEĞİYLE BOZCAADA CAZ FESTİVALİ

Michael Kiwanuka meşrepli şarkılar icra eden bu romantik sese, kesinlikle hayran kalacaksınız! Daha önce dinlemediyseniz, Cold Little Heart şarkısına mutlaka şans verin. One Love Festival’in Birlikte Güzel Sahnesi’nde izleyeceğimiz bir başka isim ise, Amsterdam çıkışlı afrobeat grubu Jungle by Night olacak. Yayımladıkları tüm kayıtları büyük ilgiyle karşılanan Jungle by Night, dördüncü albümünü 2018’in Kasım ayında piyasaya sürmüştü. Grubun son albümüyle birlikte gittiği sound değişikliği de oldukça ilgi gördü. Grubun yeni şarkılarında dans ritmlerinin öne çıktığı dikkat çekiyor. Bu yüzden grubun performansı sırasında bolca dans etmeye hazır olun! Yılın en enerjik canlı performanslarından birine imza atacak olan Jungle by Night, kesinlikle festivalinin öne çıkan isimlerinden biri olacak. Bu sahnede izleyeceğimiz son isim ise, Türkçe rap müziğin önemli isimlerinden Kamufle olacak. Sevilen ses, canlı orkestrası ve konuklarının eşlik edeceği “Kamufle & Brothers” projesi ile hayranlarının karşısına çıkacak.

BAŞKA KİMLER VAR?

Festivalin diğer sahnesi “Kendine Has Sahnesi”nde ise; ilk kez birlikte performans sergileyecek Türkçe hip-hop, trap ve urban müziğin önemli ismi Ezhel ve son albümleri Fırtınayt ile elektronik müziğe adım atan Büyük Ev Ablukada; indie pop ve elektro-pop tarzındaki albümleriyle tanınan Danimarkalı müzisyen, besteci, söz yazarı ve dansçı Oh Land; albümleriyle uluslararası başarı kazanan şarkıcı, söz yazarı, yapımcı ve işitselgörsel kavramcı Gaye Su Akyol; İstanbul’un

alternatif müzik sahnesinde yeni albümüyle yükselişte olan Gözyaşı Çetesi; İngiltere müzik sahnesinde dikkatleri hızla üstüne çeken müzisyen ve şarkı yazarı Skinny Pelembe ve yaptıkları müziği “ruh pop” olarak tanımlayan İstanbullu alternatif müzik grubu Ati ve Aşk Üçgeni müzikseverlerle buluşacak. Parkorman’da programlaması Red Bull tarafından yapılan sahnede ise; Kerem Akdağ ve Ece Özel gibi uluslararası başarı sağlamış Türk DJ ve prodüktörlerin yanı sıra, Amsterdam müzik sahnesinin son yıllarda en çok dikkat çeken yeteneklerinden biri olan DJ ve prodüktör Max Abysmal; Hollanda’nın ünlü ve çok sevilen dans festivali Dekmantel’in kurucusu olan DJ ikilisi Dekmantel Soundsystem; dans ve elektronik müzik dendiğinde uluslararası festivallerin aranan isimleri arasında yer alan Palms Trax; One Love Festival 15 katılımcılarına unutulmaz anlar yaşatacak. Parkorman’da yer alacak olan Audioban Music Embassy Sahnesi’nde ise Ankara çıkışlı, müziğini downtempo temeller üzerine electronica, chill-out ve ambient türlerinden beslenerek inşa eden Ikaru; elektronik ritimler, uçuşan melodiler ve uzaktan geliyormuş gibi duyulan derin vokaller ile deneyselliğin çorak topraklarından, melankolinin derin sularına kadar geniş bir coğrafyada gezinen Hedonutopia; tek kişilik bir proje olarak başlayıp üç kişilik bir gruba evrilen elektronik, synth pop/synthwave grubu Mind Shifter; incelikli söz yazımıyla anlattığı hikayeleri fısıltılardan gümbürtülere uzanan geniş bir ses coğrafyasında sunan In Hoodies ve 2015’te Ankara’da kurulan rock’n roll grubu Al’York müzikseverlerle olacak.

Bozcaada Caz Festivali

Bozcaada, kuşkusuz son yılların en popüler destinasyonların başında geliyor. Ege Denizi’nin Gökçeada’dan sonra ikinci en büyük, Türkiye’nin ise üçüncü büyük adası olan Bozcaada, bu sene üçüncü kez Kendine Has bir festivale de imza atacak. Caz festivalleri fikrine açık havada bir caz festivali deneyimi tasarlayarak yeni bir bakış açısı getiren ve 2017’de ilki düzenlenen Bozcaada Caz Festivali, geçtiğimiz yıl 27-29 Temmuz tarihlerinde gerçekleşti ve adaya yine bambaşka bir hava getirdi. Geçtiğimiz sene festivale ilgi öylesine büyüktü ki; Bozcaada tarihinin en kalabalık hafta sonlarından biri gördü. Otellerde yer bulmak neredeyse imkansızdı ve uzun feribot kuyruklarıyla Bozcaada adeta uzun bayram tatillerini aratmayan bir yoğunluk yaşadı. Festivalin tüm biletleri tükendiği için, festival için Bozcaada’ya gelen fakat festivale giremeyen pek çok kişi de oldu. Farklı jenerasyonlardan müzisyenleri adaya gelen dinleyiciyle buluşturan Bozcaada Caz Festivali; bu sene de funk, pop, etnik, balkan, füzyon ve özgür caz gibi türleri içeren geniş bir programla müzikseverlere Kendine Has harika bir festival deneyimi yaşatacak. Ayazma Koyu’ndaki Tarihi Manastır’ın doğayla iç içe bahçesinde bu yıl 19-20-21 Temmuz tarihleri arasında gerçekleşecek Bozcaada Caz Festivali’nin 2019 kadrosu da oldukça iddialı! Bozcaada Caz Festivali 2019 programında; Londra’dan çıkan en heyecan verici yeteneklerden biri olarak görülen davulcu ‘Yussef Dayes’, müziğin en saf halini icra etmeyi hedefleyen isimleri bir araya getiren ‘Erkan Oğur Anatolian Blues Project’, caz ve hiphop’ı kendine özgü tarzda harmanlayan Berlin’in dinamik ismi ‘Bobby Rausch ft. Giw’, Türk müziğinin fark yaratan isimlerinden Birsen Tezer, Tuluğ Tırpan, Eylem Pelit ve Volkan Öktem’in projesi ‘Pow Trio’ ve çok daha fazla ismi ağırlayacak. Üç gün sürecek festival boyunca katılımcılar, ana sahnede nefes kesici manzaranın eşliğinde iyi müziğe doymanın dışında, keyifli ve bilgilendirici etkinliklere de imza atacaklar. Bozcaada’nın farklı noktalarındaki sürpriz konserler, gastronomi etkinlikleri, çocuk atölyeleri, beden odaklı atölyeleri, Bozcaada keşif rotaları ve tadım etkinlikleri gibi müzik dışı disiplinlerden oluşan programı ve sosyal içerikli projeleriyle Bozcaada Caz Festivali, bu yıl da enerjisini tüm Bozcaada’ya yayacak.

Bozcaada Caz Festivali 35


RÖPORTAJ

8 YIL SONRA DÖRT X DÖRT Vokalde Deniz Tuzcuoğlu, gitarda Alp Tiner, basgitarda Burhan Azemi ve davulda Burak Tozkoparan’dan oluşan Dört x Dört, sekiz yıllık aranın ardından üçüncü albümlerini müzikseverlerle buluşturdu. Biz de bu vesileyle grup üyeleriyle “Belki” albümünü konuştuk. Yeni bir albüm için niçin sekiz yıl beklediniz? Deniz Tuzcuoğlu: Bu sekiz yıl içinde elbette boş durmadık. Bir iki solo proje yaptım ve bu projeler için uygun ortam ve imkan yaratmaya çalıştım, çalıştık. Bu süre zarfında biraz kafa karışıklığı yaşamadığımı söylersem yalan olur. Aslında cebimizde her zaman projeler vardı, sadece üretmek ile ilgili dertlerim ya da ürettiğim şeylerle barışmak gibi bir sorunum vardı. Bu durum, 2017’de Belki” albümün hazırlıklarına başlamamızla son buldu. Burhan Azemi: Aslında ikinci albümden bu yana geçen sürede grup bir dönüşüm de yaşadı. Bu süre zarfında hem müzikal detaylar hem genel sound açısından taşlar yerine oturduğunu düşünüyorum. Ben ve Burak gruba katıldığımızdan beri çok aktif bir sahne temposu içindeyiz. Yeni besteler üzerinde zaten yıllardır konuşup kritik yapıyorduk. Hatta dönem dönem birbirimize kayıtlar da yolladık. Doğru zamanı beklemiş olacağız ki tamamlanması biraz zaman aldı.

Bu süre zarfında müziğe bakışınızda ya da dinlediğiniz müziklerde ciddi değişiklikler oldu mu? D.T: Kendi içimde muhafazakar bir insan olduğum için köklü değişiklikler olmadı; fakat şu da bir gerçek ki hiç bir zaman yaşadığım coğrafyanın müzikal kültüründen uzak olmadım. Bir Müslüm Gürses ya da Orhan Gencebay’ı objektif olarak değerlendirip zevk alıp kayıt edebilirken; Leonard Cohen ya da Robert Johnson’dan da aynı tadı almışımdır; ya da Manowar veya Bruce Springsteen’den. Bunun karşılığını da hep müziğime yansıttığımı düşünüyorum. B.A: Ciddi değişiklikler oldu diyemem ama tabii ki müzik dağarcığımıza her geçen gün yeni bir şeyler ekleniyor. Zaten birkaçı hariç tüm müzik türlerini dinlemekten çok keyif alıyorum. Albümün kayıt sürecinden söz eder misiniz? D.T: Alp Tiner ve Taha Gürbüz, albümün gerçek anlamda dominolarıydı. Aranjeleri grupça yapsak da Taha’nın “Anlatamam” şarkının vokaline kadar yaptığı prodüksiyon ve Alp’in kayıtlarda gösterdiği özen, bu albümün çıtasını cidden yükseltti. Bunun yanı sıra, Burak ve Burhan’ın hiç düşünmediğimiz noktalarda yaptığı dokunuşları albümün ince ince işlenmesine olanak tanıdı. B.A: Albümün kayıt süreci biraz uzun sürdüğünden anlatmak da uzun sürecektir; ancak genel olarak çok keyifli geçtiğini belirtmeliyim. Kayıtlarda birkaç farklı stüdyo kullandığımız için çok yerleşik bir düzenimiz yoktu. Yoğun, bol koşturmalı ve çok keyifliydi diyebiliriz. Bu arada grupta bir takım değişiklikler de oldu. Burak ve Burhan ile aranızdaki uyum nasıl? D.T: Perfect Match! İstediğimiz rock n roll sound’u için daha iyisi olamazdı diye düşünüyorum. 36

Albümde tamamen akustik ve canlı kaydedilen iki parçanız var. Bu şarkıları albüme bu şekilde koyma istediğiniz neydi? D.T: Sadece “Belki, Sanki, Bazen” şarkımız akustik ve tek mikrofonla canlı kaydedildi. Şarkının hikayesi itibariyle böyle olması gerektiğini düşündük. Hatta ben bir şeyler ekleme düşüncesindeyken, Alp şarkının bu halde olması konusunda gayet net olunca ben de direnmedim. Diğer akustik parça, ilk albümümüzde yer alan “Yalan” parçamız. O şarkıya ilgi çok fazlaydı, biz de daha tatlı naif bir hale getirip, seyircilerimizden gelen isteğe uyduk. Albümde dikkat çeken şarkılardan biri de “Anlatamam” remix’i. Taha Gürbüz’ün parçaya yaklaşımıyla ilgili neler söylersiniz? D.T: Harika fikir ve harika uygulama. Evet, şarkının orijinal versiyonun da aranjesini Taha yaptı; ama bu versiyonda tamamen serbestti. Diğeri ne kadar da olsa bir Dört X Dört hissiyatına sahip olmalıydı. İlk kez albümümüzde elektronik alt yapılı bir şarkı oldu, bence albümün tansiyonu açısından çok heyecan verici. İlk klip hangi parçaya gelecek? D.T: Anket yapıyoruz ama “Anlatamam” olacak gibi duruyor. B.A: İlk klip kısa bir süre içinde “Anlatamam” şarkımıza gelecek gibi görünüyor. Çevremiz ve dinleyicimizin talepleri bu yönde, ancak elbette diğer şarkılar için de güzel fikirlerimiz var. Günümüzde İstanbul’da yaşamaya dair düşünceleriniz neler? D.T: Ben Anadolu yakasında yaşıyorum ve bunun neredeyse tek sebebi İzmir’e yakın olması :)


www.postkolik.com Popüler kültür bilgi deposu!

/postkolik


OYUN

CTHULHU RUHU BU OYUNDA!

Yılın en önemli, en ses getiren, ya da en popüler oyunlarını unutun! Size 2019’un en gizemli, en korkunç ve en tekinsiz oyununu tanıtmak istiyoruz! Daha ilk karelerini gördüğümüz anda H.P. Lovecraft’ın kitaplarından fırladığını zannettiğimiz The Sinking City, 27 Haziran’da satışa çıkıyor.

E

ğer Amerikalı yazar H.P. Lovecraft’ın dünyasına aşina değilseniz, size bu olağanüstü adamın öykülerinde kurduğu evrenden kısaca bahsetmek isteriz. 1937 yılında kaybettiğimiz Lovecraft, gizemi ve mitolojiyi öykülerinin merkezinde kullanmayı seven yazarlardan biri. Kadim tanrıların dünyada ve kozmosun derinliklerinde saklandığını anlatan öykülerinin her satırı, ensenizdeki tüyleri diken diken yapmayı başaracak kadar özeldir. Peki biz bir oyun tanıtımında neden mi edebiyattan bahsediyoruz? Çünkü The Sinking City, H.P. Lovecraft öykülerinin yaşattığı ne varsa, o maceraların tekinsiz korkusunu parmaklarımızın ucuna kadar getiren bir oyun deneyimi sunacak da ondan!

OAKMONT BATIYOR

The Sinking City, aksiyon, macera, gizem ve korkuyu kendi özgün dünyasında har-

manlayan bir TPS (third-person shooter). Oyunumuz, tıpkı H.P. Lovecraft’ın öykülerinde olduğu gibi 1920’lerin başında, Massachusetts eyaletinde bulunan hayali şehir Oakmont’ta geçiyor. Sıradan bir Amerikan şehri olan bu kent, bir süredir bambaşka şehirlerden gelen ziyaretçilerin akınına uğramaktadır. Ziyaretçiler rüyalarında sürekli bu şehri gördüklerini iddia eder ve şehirde açıklanamayan paranormal olaylar yaşanmaya başlar. Bunlardan en tuhafı da şehrin, kaynağı açıklanamayan bir biçimde sular altına gömülmeye başlamasıdır. Eski bir asker olan ve ordudan ayrıldığından beri özel dedektiflik yapan kahramanımız Charles W. Reed, elindeki davayı araştırmak için Oakmont’a geldiğinde kıyamet çoktan kopmaya başlamıştır. Oyun boyunca Reed’i kontrol edeceksiniz ve bu tekinsiz serüvene balıklama dalacaksınız.

AKLINIZA SAHİP ÇIKIN

The Sinking City’de Oakmont şehrinde arzu ettiğiniz gibi özgürce dolaşabileceksiniz. Elinizdeki dava ve ona bağlı olan diğer davaları çözmeniz ise, tamamen delil toplama ve mantık yürütme yeteneğinizle doğru orantılı işleyecek. Oakmont şehri, yedi bölgeye bölünmüş olacak ve bölgeler arasında yer alan kısımlar su baskınlarına maruz kaldığı için ulaşımı sandallarla gerçekleştireceksiniz. Bu arada karakterimiz yüzme biliyor olsa da yapımcılar suda fazla vakit geçirmenizi pek tavsiye etmiyorlar! Oyunda cephane oldukça az bulunacak. Üstelik bir de “akıl sağlığı ölçer” olacak ve eğer uzun süre size verilen olayları çözmeyip yaratıklarla savaşırsanız aklınızı kaçıracaksınız! Yani oyunda “ölmekten” ziyade “delirmek” de ayrı bir kötü son olarak oyunculara sunu38

luyor. The Sinking City, alışılagelmiş oyunlardan çok daha farklı bir deneyim sunacak.

ÜÇ FARKLI SEÇENEK

The Sinking City, üç farklı edisyonla oyunseverlerin karşısına çıkacak. İlk edisyon, oyunun standart dijital versiyonu olacak. Bu arada oyun bir yıl boyunca Steam’de satılmayacak ve PC’de bu oyunu deneyimlemek isteyenler Epic Store üzerinden oyunu satın alabilecek. Oyunun standart versiyonu, konsollarda ve PC’de dijital olarak çıkacak. Day One adlı fiziksel kopya edisyonu sınırlı sayıda üretilecek ve oyunda kullanılacak bonus ekipmanlara ek olarak bir de oyun haritasının fiziksel basılı versiyonu kutuda yer alacak. Oyunun bir diğer versiyonu olan Necronomicon Pack de tıpkı standart versiyonda olduğu gibi sadece sınırlı sayıda piyasaya sürülecek ve içerisinde ek olarak üç farklı yan görev senaryosuna sahip olacak.

DELİLİĞİN DEHLİZLERİNDE

Bugüne dek Cthulhu evreninde geçen pek çok oyun oynadık. Bunların bazıları lisanslı olarak üretilen ve H.P. Lovecraft hikayelerini bire bir kullanan oyunlardı, bazıları da sadece bu öykülerdeki atmosferden ilham alarak yepyeni şeyler ortaya sunan yapımlardı. Fragmanları ve ekran görüntülerinden gördüğümüz kadarıyla The Sinking City’nin, Lovecraft’ın evrenini ve üslubunu iyi yansıtan bir oyun olmasını umuyoruz. Özellikle de çok ilginç bulduğumuz “akıl sağlığı” mekaniği eğer hakkı verilmişse, oyuna seviye atlatan bir ekleme olacaktır diye düşünüyoruz. The Sinking City, oyun piyasasının bir hayli durgun olduğu günlerde (27 Haziran) piyasaya çıkacak ve belki de bu sayede potansiyelinden çok daha fazla oyunsevere ulaşabilecek.


AJANDA Haziran 2019

FRANZ FERDINAND 12 YIL SONRA İSTANBUL’DA R

ock ve dans müziğini harmanladıkları enerjik sound’ları ile tanınan Franz Ferdinand, 19 Haziran’da Zorlu PSM’de İstanbullu hayranlarıyla buluşacak. Ülkemizdeki son konserini 2007’deki Rock`n Coke’ta gerçekleştiren; adını, öldürülmesi ile Birinci Dünya Savaşı’nı alevlendiren Avusturya-Macaristan arşidükü Franz Ferdinand’dan alan Glasgow’lu grup, 2000’lerin ve 2010’ların sound’unu arty rock, dans müziği, dub ve daha pek çok türü harmanlayarak tanımladı dersek abartmış olmayız. Solist/gitarist Alex Kapranos ve basçı Bob Hardy 2001’in sonlarına doğru birlikte müzik yapmaya başladı ve kısa süre içinde multi-enstrümantelist Nick McCarthy’nin de katılımıyla Franz Ferdinand grubunun dörtte üçü bir araya gelmiş oldu. Ardından Paul Thomson’ın da gruba girmesiyle efsaneleşen kadroları kuruldu. 2002 yazına geldiklerinde, halihazırda bir EP’ye yetecek kadar parça kaydetmiş olan grubun ağızdan ağıza hızla yayılan namı kendilerini Domino Records’a kadar taşıdı. Şubat 2004’te ilk albümlerini yayınlayan Franz Ferdinand’ın parçaları listeleri alt üst ederken, topluluk aynı sene gerçekleşen Mercury Ödülleri’nde Streets, Basement Jaxx ve Keane gibi sanatçıları geride bırakarak Mercury Ödülü’ne layık görüldü. Grup, yapımcı Rich

Costey ile birlikte daha eklektik bir sound sunan ikinci albümleri You Could Have It So Much Better’ı 2005 yılında yayınladı. Bu albümleri ile de En İyi Alternatif Albüm adaylığı kazanan Franz Ferdinand, “Do You Want To” ile En İyi Rock Performansı kategorisinde Grammy adaylığını kucakladı. İlerleyen yıllarda, üretimlerine çağdaş müzik sahnesinin en popüler isimlerinden bazılarıyla -Erol Alkan, Joe Goddard, Todd Terje, Alexis Taylor bu isimlerden sadece birkaçıyaptıkları başarılı işbirlikleri ve Lucid Dreams

ve Ulysses gibi efsaneleşmiş parçalar ile devam eden Franz Ferdinand, son albümleri “Always Ascending”i Şubat 2018’de piyasaya sürdü. Always Ascending, grubun ham estetiğini deneysel bir elektronikle birleştirmesiyle öne çıkıyor. Phoenix ve Justice ile yaptığı dans ve rock-melding çalışmaları ile tanınan Philippe Zdar’ın yapımcılığında grup, efsane parçalarının dans müziğine göz kırpan yorumları ile o sevdiğimiz Franz Ferdinand sound’unu çoğaltmaya devam ediyor.

KÜÇÜKÇİFTLİK PARK’TA KUZEY AVRUPA ESİNTİSİ K uzey Avrupa’nın en köklü kültürel geleneklerinden olan ve yazın gelişini sembolize eden Midsommar Yaz Dönümü festival konsepti, Türkiye’de ilk kez About Nights sunumu ile 22 Haziran Cumartesi günü KüçükÇiftlik Park’ta gerçekleşecek. Doğanın en cömert, güneşin en parlak olduğu günde gerçekleşecek olan Midsommar Festival’de; geniş müzik yelpazesinden oluşturulacak sanatçı programı ve Kuzey Avrupa esintilerinin hissedileceği aktivite ve atölyeler katılımcıları karşılayacak. Sosyal39

leşmenin, sanatın ve eğlencenin bir arada olduğu bu çok özel İsveç geleneğinde; doğa ve sevgi ön plana çıkacak. Büyüleyici ve kalıpların dışında bir melodik performansa sahip olan Jan Blomquist + Band, hem şarkıcı hem de yapımcı kimliğiyle dikkat çeken Köln çıkışlı Roosevelt ve geçtiğimiz ay yayınlanan yeni single’ı Frozen to Death’le yakında piyasada olacak üçüncü albüm Soldiers of Love’ı müjdeleyen İsviçreli elektro pop grubu Kadebostany, bu tek günlük festivalin ağır topları olarak dikkat çekiyor.


AJANDA Ascraeus

CHILL-OUT FESTİVAL 15-16 HAZİRAN’DA

DOROCK XL’DE SERT GECE!

T

ürkiye’nin en köklü müzik festivallerinden biri olan Chill-Out Festival, İstanbul’daki 14. buluşması için katılımcılarını 15-16 Haziran’da Garden Fiesta’da yaratılacak ayrıcalıklı atmosferine bekliyor. Festival standartlarını her yıl daha ileri taşımayı ve birçok yerli ve yabancı örneğe ilham olmayı sürdüren, Lounge FM’in gelecek zamanlara ışık tutan rafine müzik seçkisini, doğanın özneleştiği eşsiz bir atmosferde nitelikli etkinlik içeriği ile hayata geçiren Chill-Out Festival İstanbul için yerinizi bir an önce ayırtın… Chill-Out’un bu seneki kadrosu elektronik müzik tutkunlarını fazlasıyla memnun edecek kadar da iddialı. Black Motion, BLOND:ISH, Coss, David August, Dengue Dengue Dengue, Desert Dwellers, Hraach, Kermesse [live], Nicola Cruz [live], Nicola Noir, O/Y [live], Pantha Du Prince presents Conference of Trees [live], Rafaele Castiglione, Rapossa [live], Sander [live], Sébastien Léger, Silky Raven [live] umami [live] ve Uone gibi isimlerin sahne almasıyla gerçekleşecek bu elektronik müzik şölenini, müzik tutkunları kaçırmasın. Bu arada her yıl üç ayrı şehre uzanan Chill-Out Festival, bu yıl 19-20 Temmuz’daki Bodrum buluşmasının yanı sıra 30 Ağustos’ta Çeşme’de gerçekleşecek.

H

eavy Metal dolu bir geceye hazır olanlar, 16 Haziran akşamı Dorock XL’de gerçekleşecek Cryptic Act One’da yerini alsın. 1993 yılında kurulan ülkemizin önde gelen thrash metal gruplarından Ascraeus, melodik death metal temsilcisi Soul Sacrifice, tarzlarının başarılı temsilcileri olan Furtherial ve Vortex Of Clutter bu özel gecede bir araya geliyor. Gecenin açılışını, yeni EP çalışması yürüten Crushem yaparken, gecenin ağır topu ise Ascraeus olacak. Dare To Live isimli ilk albümlerini 1994 yılında çıkaran Ascraeus, ikinci albümü Red’i 1997’de ve üçüncü albümü Disgust’ı da 1999 yılında piyasaya sürmüştü. Uzun süredir kayıtlarına ara veren grup, 20 yıl sonra yepyeni iki parçasının kayıtlarını tamamlamak üzere. İlk üç albümden de en çok bilinen parçalarını yeniden kaydedip bir EP ile piyasaya sunmaya hazırlanan Ascraeus, yeni parçalarının son halini de ilk kez İstanbul’da çalacak. Gecenin sürpriziyse, Ascraeus konserinin canlı video kaydı olacak. Bu amaçla tüm metalseverler 16 Haziran’da Dorock XL’a kafa sallamaya gitsin!

THE 1975 İLE INDIE ŞÖLENİ

B

KM, geçtiğimiz yıl Imagine Dragons, Liam Gallagher, Joe Satriani ve daha birçok dünyaca ünlü sanatçı ile başlattığı tek günlük şehir festivalleri serisine bu yıl da; Coachella, Rock Werchter, SummerWell ve Reading gibi birçok festivalde headliner olan The 1975 ile devam ediyor. The 1975, grup üyeleri Matthew Healy, Adam Hann, Ross MacDonald ve George Daniel 2002 yılında Wilmslow Lisesi’nde öğrenciyken bir araya gelmesiyle kuruldu. İlk solo albümlerini 2013 yılında “The 1975” ismiyle çıkartan İngiliz indie rock müzik topluluğu, kısa zamanda ve özellikle gençlerin dikkatini çekerek dünya müzik listelerinde zirveyi zorlayan isimler arasında yer aldı. Son olarak A Brief Inquiry into Online Relationships’le BRIT Ödülleri’nden “En İyi Grup” ve “En İyi Albüm” ödülüyle dönen The 1975, Notes on a Conditional Form isimli yeni bir albüm yayınlamaya hazırlanıyor. 16 Haziran’da KüçükÇiftlik Park’ta gerçekleşecek bu tek günlük şehir festivalinde, The 1975 öncesinde; Poor Misguided Fool, Four to the Floor, All This Life gibi hitleriyle gönüllere taht kuran alernatf müzik grubu Starsailor da Türkiye’deki hayranlarıyla buluşacak.

THE IDEAL CRASH 20. YILINI KUTLUYOR!

B

elçika’nın alternatif müzik sahnesine armağan ettiği önemli isimlerden dEUS, The Ideal Crash albümünün 20. yıl şerefine düzenlediği Avrupa turnesinin İstanbul ayağında, 13 Haziran akşamı Zorlu PSM Studio’da olacak. Büyük bir uluslararası plak şirketiyle anlaşma imzalayan ilk Belçika merkezli indie, doğaçlama Avant-grunge grubu olan dEUS, 1991’de Anvers’te kuruldu. Kariyerine yalnızca bir cover grubu olarak başlayan dEUS, kısa sürede folktan punk’a, cazdan progresif rock’a birçok tarzdan etkiler taşıyan uçarı, düzensiz canlı gösterilerde yeni malzemeler sergilemeye başladılar. Piyasaya sürülen yedi albüm, sekizinci albüm için devam eden stüdyo çalışmaları ve rolünü iyice benimseyen yeni gitarist Bruno de Groote’la birlikte dEUS’un içten temsilcisi Tom Barman’a göre bu, motoru yeniden çalıştırmak, lanet makineyi yeniden yola çıkarmak için mükemmel bir zaman! “Kutlamamız ve tura çıkarmamız gereken bir albüm varsa o da budur. Bizim için çok önemli bir albüm 20 yaşında ve yeni şarkılar için standartları yükseltecek.” şeklinde konuşan Barman, tüm hayranlarını bu özel konsere bekliyor. 40


SERGİ

NÂZIM’A DOĞRU BİR YOLCULUK

İş Sanat Kibele Galerisi, Türk şiirinin dev ismi Nâzım Hikmet adına bugüne kadar gerçekleşmiş en kapsamlı sergiye imza attı. 22 Haziran’a kadar ziyaret edilebilecek “Nâzım’a Yolculuk” sergisinde, büyük şairin hayatıyla ilgili pek çok yeni detayı ilk kez görme fırsatınız olacak.

Ş

iire ve özellikle de Türk şiirin dev ismi Nâzım Hikmet’e ilginiz varsa, 2 Mayıs’ta kapılarını ziyaretçilerine açan “Nâzım’a Yolculuk” sergisini ne yapıp edip görün. Küratörlüğünü Prof. Dr. Haluk Oral’ın yaptığı sergi, gelmiş geçmiş en büyük Türk şairlerinden biri olarak kabul edilen Nâzım Hikmet’in hayatıyla ilgili daha önce görmediğiniz pek çok belge ve materyali içeriyor. Şairin Selanik’ten Moskova’ya kadar uzanan büyük yolculuğuna eşlik etme çabası olan sergi, doğrudan ya da dolaylı olarak Nâzım Hikmet ile alakalı 1000 kadar belge ve materyali ilk kez bir araya getiriyor. Prof. Dr. Haluk Oral ile 22 Haziran’a kadar ziyaret edilebilecek bu çok özel sergiyi konuştuk.

den başlayıp Nâzım’ın tüm önemli aile bireylerini tek tek ele alıyor. Nâzım’ın sanata ve şiire ilgisi aileden geliyor ve ailesinden şiire ciddi şekilde ilgi duyanlar var. Örneğin Nâzım’ın anneannesinin babası Müşir Mehmet Ali Paşa’nın 1878’de Almanya’da Berlin Kongresi’nde Osmanlı heyetinde bulunurken bir Alman gazetesinde yayımlanan şiiri, Alman besteci Reinhold Stöckhardt tarafından bestelenmiş. Türkiye’de hiç icra edilmeyen bu bestenin notaları da bu sergide yer alıyor. Ailesini tanımadan ve hangi koşullarda büyüyüp yaşadığını görmeden Nâzım’ı anlamak kolay değil.

“Nâzım’a Yolculuk” sergisini diğer Nâzım Hikmet sergilerinden ayıran özellik nedir? “Nâzım’a Yolculuk”, bugüne kadar gerçekleşen hiçbir Nâzım Hikmet sergisine benzemiyor. 30 yıldır Nâzım Hikmet’e ait belgeler topluyorum. Ziyaretçiler, birçoğu ilk kez gün yüzüne çıkmış 1000’e yakın belge, mektup, kitap ve görsel materyalle bu büyük şairi adeta yeniden tanıma fırsatı bulacak. Sergide Nâzım’ın yaşamı bir yolculuk gibi kurgulandı. Doğumundan 1951’de Moskova’ya gidişine kadarki tüm süreç, farklı belge ve objelerle ele alınıyor. Ben, uzun yıllardır imza koleksiyonculuğu yapıyorum ve imzalı belgeleri ışık görmemesi için özel olarak muhafaza ediyorum. Sadece ve sadece bu sergi için elimdeki tüm bu orijinal belgeleri ilk kez dışarı çıkardım.

Sergiye gelenler, Nâzım Hikmet’e ait neler görecek? Sergide birbirinden değerli çok sayıda belge ve doküman var. Nâzım’ın Heybeliada Bahriye Mektebi öğrenciliği sırasında yazdığı mektup ve fotoğraflardan Kuvayı Milliye Destanı’nın İnkilâp yayınlarına basılması için kendi el daktilosunda yazıp verdiği nüshasına, Rusya’ya ikinci gidişinde evlendiği Lena ile birlikte İstanbul’dakilere eski harflerle yazdığı mektuplardan Dünya Barış Konseyi tarafından Nâzım Hikmet’e layık görülen ve 22 Kasım 1950’de onun adına Pablo Neruda’nın aldığı barış ödülüne kadar aklınıza gelebilecek pek çok özel belge sergide yer alıyor. Nâzım Hikmet’in Mustafa Kemal ile tanışması ve birlikte çektirdiği fotoğraf da serginin bence en dikkat çeken şeylerinden biri.

Sergide belki de en geniş bölüm Nâzım Hikmet’in ailesi için ayrılmış. Bu konuya niçin böylesine dikkat çekmek istediniz? Bunun iki temel sebebi var. Birincisi, Nâzım’ın ailesiyle ilgili fazlasıyla bilgi kirliliği var. Hatta bazı kaynaklar, onu kötülemek için kökü dışarıda biri olarak bile gösteriyor. Diğeri ise, Nâzım’ın Nâzım olmasında aile bireylerinin derin etkisi... Bu yüzden sergi, büyük dedelerin-

Peki bunca belge ve doküman arasında sizi en çok heyecanlandıranlar hangileri? Açıkçası bu sergide beni fazlasıyla heyecanlandıran pek çok belge ve obje var. Fakat herhalde “Dört Nala Gelip Uzak Asya’dan” diye başlayan meşhur “Davet” 41

şiirinin orijinal Osmanlıca el yazması, bence bu serginin en değerli parçalarından biri. Sergide Nâzım Hikmet’in birinci baskı kitapları da var; çoğu imzalı… Kendi el yazısından şiirler var, babasının kız kardeşine yazdığı ya da Nâzım’ın annesine, annesinin Nâzım’a yazdığı mektuplar var. Sadece benim değil, Piraye Koleksiyonu’ndan da çokça değerli parça var; Nâzım Hikmet’in hapishanede yaptığı tablolar, kutular; annesinin resimlerinden de örnekler var. Sergiyle eş zamanlı olarak İş Kültür Yayınları’ndan “Nâzım Hikmet’in Yolculuğu” adıyla kitabınız çıktı. Son olarak biraz bu kitaptan bahseder misiniz? “Nâzım Hikmet’in Yolculuğu” kitabını, “Nâzım’a Yolculuk” sergisinin daha genişletişmiş hali gibi düşünebilirsiniz. Kitaptaki her şey sergide yok. Sergideki bazı şeyler de kitapta yok. Kitap, Nâzım Hikmet’in doğumundan çok daha önceki bir dönemden, 1840’lı yıllardan, ailesiyle başlıyor. Sonrasında da Nâzım Hikmet’in yurtdışına gidene kadar yani 1951’e kadarki dönemi işliyor. Yurtdışına gittikten sonraki döneme ait sadece bir iki olaydan bahsediyorum.

Küratörlüğünü Prof. Dr. Haluk Oral’ın (sağda), tasarımını Emre Senan’ın ve proje koordinatörlüğünü Rûken Kızıler’in üstlendiği sergi, 22 Haziran’a kadar ziyaret edilebilir.


VİZYON

5 HAZİRAN

7 HAZİRAN

EVCİL HAYVANLARIN GİZLİ YAŞAMI 2

X-MEN: DARK PHOENIX

Yönetmen: Chris Renaud, Jonathan Del Val Seslendirenler: Patton Oswalt, Eric Stonestreet, Kevin Hart Tür: Animasyon, Komedi Süre: 86 dak.

Yönetmen: Simon Kinberg Oyuncular: Sophie Turner, James McAvoy, Michael Fassbender Tür: Macera Süre: 104 dak.

Siz her gün işe, okula ya da arkadaşlarınızla buluşmaya giderken; evcil hayvanlarınız ne yapıyor sanıyorsunuz? Bu soruya, The Secret Life of Pets 2016’daki macerasıyla harika bir cevap vermişti. Başta Despicable Me serisi olmak üzere birçok keyifli animasyona imza atan Illumination ekibinin Universal Pictures’ın birlikte ekrana taşıdığı The Secret Life of Pets, 875 milyon dolar gişe başarısı göstererek, Illumination Entertainment tarihinin en başarılı filmi olmuştu. Evcil Hayranların Gizli Yaşamı filminin devam halkasında macera kaldığı yerden devam edecek. Yönetmen koltuğunda ilk filmin de yönetmenlerinden olan Chris Renaud oturuyor.

Aynı Avengers: Endgame’in Avengers serisinin son filmi olması gibi, Dark Phoenix de X-Men serisinin son filmi olacak. Dark Phoenix, Simon Kinberg tarafından yazıldı ve yönetildi. Bir görev sırasında gizemli bir güce maruz kalarak ölümden dönen Jean Grey, yani Phoenix (Sophie Turner) bu olayın hemen ardından çok daha büyük bir güce sahip olacak. Ancak bu gücün kontrolü de aynı şekilde zordur. Phoenix kontrolden çıkıp etrafındakilere zarar vermeye başladıkça, X-Men ekibinin diğer üyeleri hem arkadaşlarını kurtarmak, hem de onun gücünü kötü amaçlar için kullanmak isteyenleri engellemek için mücadele verecektir.

14 HAZİRAN

14 HAZİRAN

ROCKETMAN

A DOG’S JOURNEY

Yönetmen: Dexter Fletcher Oyuncular: Taron Egerton, Jamie Bell, Richard Madden Tür: Biyografik, Müzikal Süre: 121 dak.

Yönetmen: Gail Mancuso Oyuncular: Dennis Quaid, Marg Helgenberger, Henry Lau Tür: Aile Süre: 108 dak.

Rolling Stone tarafından gelmiş geçmiş en iyi 100 sanatçı arasında 49. sırada gösterilen ve 450 milyon albüm satışıyla yaşayan efsane olan Elton John’un hayatını anlatacağı Rocketman, kaçmaz! Yönetmenliğini Dexter Fletcher’ın üstlendiği film, Sir Elton John’un 1972’de piyasaya çıkan popüler şarkısı ile aynı ismi taşıyor. Elton John’un çocukluğundan yaşayan bir efsaneye dönüşünü anlatacak olan filmin başrolünde Kingsman serisiyle tanınan genç oyuncu Taron Egerton var. Filmde Bernie Taupin’i BAFTA ödüllü Jamie Bell canlandırırken, Elton John’un sevgilisi ve menajeri John Reid rolünde ise Richard Madden canlandırıyor.

Yaşamlarının kıymetini sadık bir köpek sayesinde anlayan farklı insanların öyküsünü anlatan A Dog’s Purpose, 2017’de vizyona girmiş ve gönülleri adeta fethetmişti. Universal Pictures, 2017’de iyi bir gişe başarısı elde eden A Dog’s Purpose filminin şimdi de devamını yayınlıyor. Yeni devam filminde ilk filmde olduğu gibi Dennis Quaid başrolde olacak ve Josh Gad de seslendirme görevini üstlenecek. Ünlü yazar W. Bruce Cameron’un aynı adlı romanından uyarlanacak olan A Dog’s Journey’de, sevimli köpek kahramanımızla birlikte yepyeni bir serüvene çıkacağız. Ayın dikkat çeken filmlerinden.

14 HAZİRAN

28 HAZİRAN

MEN IN BLACK 4

ANNEBELLE COMES HOME

Yönetmen: F. Gary Gray Oyuncular: Chris Hemsworth, Tessa Thompson, Liam Neeson Tür: Bilimkurgu Süre: 118 dak.

Yönetmen: Gary Dauberman Oyuncular: Mckenna Grace, Madison Iseman, Katie Sarife Tür: Korku Süre: 95 dak.

Siyah Giyen Adamlar, bu kez yeni karakterler ve yeni bir seri ile beyaz perdeye dönüyor. Yeni Men in Black filminde Will Smith ve Tommy Lee Jones yer almayacak. Chris Hemsworth (Ajan H) ve Tessa Thompson (Ajan M), uzaylılarla mücadele eden ikili olacak. Daha önceki Men in Black filmleri Amerika’da geçerken, bu yeni daha uluslararası hikayelere odaklanacak. Siyah Giyen Adamlar: Global Tehdit, dünyayı kötülüklerden arındırmaya çalışan ekibin, karşılarına çıkan en büyük tehdit olan köstebeği ortaya çıkarmak için kurdukları takımla birlikte verdikleri mücadeleyi konu ediyor. 42

2014’te vizyona giren Annabelle’in spin-off filmi, 257 milyon dolarlık gişe hasılatına karşın birçok kişi için maalesef ciddi bir hayal kırıklığıydı ancak Annabelle’in gerçek yaratılış öyküsünü izlediğimiz ve 300 milyon doların üzerinde gişe gerçekleştiren 2017 yapımı Annabelle: Creation, ilk filme göre çok daha başarılı bulunmuştu. Serinin üçüncü filminde yönetmen koltuğuna It, The Nun ve Annabelle gibi önemli korku filmlerinin senaryolarına imza atan Gary Dauberman otururken, filmde Warren ailesi ve şeytani güçler tarafından ele geçirilen bebek Annabelle arasındaki mücadeleyi izleyeceğiz.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.