ROTASYON DERGİ EKİBİ GENEL YAYIN YÖNETMENİ ANIL GÜLER YAZI İŞLERİ SORUMLUSU ÖMER İNCE YAZI İŞLERİ HÜSNA KÖŞGER MUSTAFA ONUR GİRİŞKEN CANDAN VEZİROĞLU MELİH OĞUZKAN YAZARLAR ALİ EMRE MAZLUMOĞLU ALİ CAN AKBULUT ALPER ÜNLÜ BERK BOZ BURAK PAMUK CENGİZ UYGUR CİHAT GEMİCİ DENİZ BALCI DOĞA SAĞIROĞLU EFE CAN ERTEKİN EGE KİMYONŞEN EZGİ YAZICIOĞLU FURKAN KARASOY GÖKHAN BİLGİN OĞUZHAN ŞAKAR SERCAN YAZGAN TOLGA TEMEL TUNA MENEVŞE GRAFİK TASARIM ANIL GÜLER KAPAK BURAK PAMUK İLETİŞİM rotasyondergi@gmail.com /rotasyondergi
2 / NİSAN 2016
İÇİNDEKİLER 4. BEDENE HÜKMEDEN ZİHİN: STEVE PETERS 8. KRALİÇE’NİN ŞEHRİ VESZPREM 12. FOTASYON 16. SON KURA BÜKÜCÜ: INFANTINO 20. OBI WAN GINOBILI 26. DÜNYANIN EN ŞANSLI ADAMI: FERNANDO ALONSO 30. DELİ İBRAHİM’İN ÇIĞLIĞI 34. BİZ DE OLYMPIA ÇOCUĞU MUYUZ? 40. HAYALLER & HAYATLAR: MAURIZIO SARRI 46. SPORDAKİ KİRLİ EL, SİYASET 54. ENGELSİZ ASLANLAR 60. YALNIZCA DAHİ: MAGNUS CARLSEN 64. CENNETTE TEK POTA 66. YENİLMEDEN KAYBETMEK: 1989 SAMSUNSPOR 72. SINIRLARI ZORLAMAK: EATON AİLESİ 76. KASABIAN VS OASIS 80. ÇERNOBİL’DEN YÜKSELEN DOMİNASYON: KLITCHKO 86. MARADONA & CLAUDIA 96. BASKETBOLLA BAĞLANANA HAYATLAR 100. ERKEN VEDA: IAN THORPE 104. DOĞAN SEYFİ ATLI VE EMEKLİ 18 106. ÖZGÜR KIZ: IŞIL ALBEN 110. KASAI: 43 YAŞINDA KAYAK MÜMKÜN MÜDÜR HALA? 114. BRANDON ROY’UN DİZ ÇÖKÜŞÜ 120. PLANLI KAOS: ROGER SCHMIDT
MELANKOLİ ANIL GÜLER
Bir yazının içeriğini değiştirebilecek o kadar çok etken var ki. Kalem oynamıyor bazen, bazen sigaran bitiyor, unutmak istiyor insan her şeyi, mutlu-mutsuz her şeyi… Bazen de kalem kendi kendine dans ediyor bembeyaz gelinlik gibi kağıdın üzerinde. Bazen aman be diyor insan, bazen boğazına dayanıyor, bazen bağırmak istiyor sanki her şey çözülecekmiş gibi. Hayat kendi günahlarımızla kavrulduğumuz kazan. Yana yana büyüyoruz, acıya acıya öğreniyoruz ve bile bile öğrendiklerimizi görmezden geliyoruz. Adil değiliz taraflıyız, düşünceli değiliz benciliz, anlayışlı değiliz sabırsızız, temiz değiliz çok kirliyiz. Aynalar sadece maskelerimiz yüzümüze nasıl oturmuş, onu görebilmemiz için. Aslında kendi kendimizden tiksiniyoruz da cesaretimiz yok, inkar ediyoruz.
Bir yazının içeriğini değiştirebilecek o kadar çok etken var ki. Yazıldığı saat, hemen önce kapattığın bir televizyon programı, en son gördüğün gülen insan yüzü, kahvene attığın şeker miktarı, o gün kaç para harcadığın, okuduğun bir kitap, izlediğin bir film… Biz de yeni yeni öğreniyoruz tüm bunları. Şimdi şimdi anlıyoruz ki yıllar sonra bir kitap arasında ya da bir rafta bulunup okunduğunda, içinde yazanların bambaşka anlamlar çağrıştırmayacağı bir yazı, yazı değilmiş esasında. Satır, sütun, kelime hesabı kadar değilmiş bir yazı. Bir yazıya onlarca kitap özeti, onlarca film fragmanı sığdırılabilirmiş. Biraz daha ileri gidebilirsen bir yazıya 100 yıllık bir hayat sığdırabilirmişsin. ** Daha önceden aramızda kararlaştırmamamıza rağmen bu sayıda önümüze enteresan bir tablo çıktı.
Aslına bakarsanız sürpriz de sayılmaz. Sayfalarda ilerledikçe yazıların üzerine sinen derin melankoliyi anlayacaksınız. Nasıl olmasın ki? Ülkenin içinde bulunduğu kaotik durumun, daha öncesinde ve bu ay içerisinde yaşadığımız o korkunç olayların günlük psikolojimize yansımamasını bekleyemeyiz. Bu ruh halinde yazılan yazılar da doğal olarak bir ucundan buruk oluyor. Rotasyon Nisan sayısında hayal kırıklıkları, erken vedalar, yaşanmamışlıklar, boğazda düğümlenenler, ölümler var. Yani bu aralar hayatlarımızda ne varsa içeride de onu bulacaksınız. Bu sayıyı Ankara patlamasında hayatını kaybedenlere, yitip giden nice umutlara, sönüp giden güzel gözlere adıyoruz. Hepsi için çok üzgünüz, keşke dünya bu kadar kirlenmiş olmasaydı…
SAYI #2 / 3
4 / NİSAN 2016
BEDENE HÜKMEDEN ZİHİN ÖMER İNCE
SAYI #2 / 5
İÇİNDEKİ ŞEMPANZEYİ KONTROL EDEBİLİR MİSİN? ‘İnsanı yoran şey, önündeki dağı aşmak değildir; ayakkabısının içindeki taştır.’ Muhammed Ali’nin bu sözü insanlara hayatın her alanında ilham verebilir. Profesyonel spor da bu alanlardan birisi. Performansların insani sınırları zorladığı bir ortamda, ayakkabının içindeki küçük bir taş, kazanmak ile kaybetmek arasındaki farkı oluşturabilir. Steve Peters, sporculara ayakkabılarındaki bu ‘küçük taş’lardan kurtulmaları için yardımcı oluyor. Matematik diplomalı bir psikiyatrist olan Peters, sporcuların potansiyellerine ulaşmaları için uğraşıyor. Bisiklet, futbol ve snoo-
6 / NİSAN 2016
ker dâhil birçok alandan sporcuya destek oluyor. Kariyerini Britanya Bisiklet Takımı ile spor alanına taşıyan Peters, Britanya’nın olimpiyatlarda gösterdiği başarılı performansla dikkatleri üstüne çekti. 2008 Olimpiyatları’nda Britanya adına yarışan İskoç bisikletçi Chris Hoy, ‘Steve Peters olmadan Pekin’de 3 altın kazanamazdım’ diyerek Peters’ın isminin daha da büyümesinde etkili oldu. Aynı dönemde çalıştığı bir diğer bisikletçi olan Victoria Pendleton ise Peters’ı kariyerindeki en önemli insan olarak gösterdi. Steve Peters’ın alamet-i farikası ise kendi geliştirdiği şempanze yönetimi tekniği. Chimp Paradox isimli
kitabında anlattığı bu tekniğe göre; insan beyni üç farklı bölüm halinde çalışıyor. Birinci bölüm, Peters’ın ‘şempanze’ ismini verdiği, duygusal ve fevri davranan, hayatta kalmaya odaklanmış bölüm. İkinci bölüm, mantık ve düşünce yoluyla karar alan insan. Son olarak da, bu iki bölümün üstünde bir işletim sistemi gibi davranan ‘bilgisayar’ bölümü bulunuyor. Steve Peters, terapileri ile insanların içindeki ‘şempanze’yi kontrol altına alarak, duygularının performanslarını etkilemesini en aza indiriyor. Bisiklet, psikolojik sınırların en fazla zorlandığı sporlardan birisi belki de. Bisikletçiler, saatler süren yarışlarda fiziksel olarak büyük acı çekerler. Bununla beraber, yarış içerisindeki taktiksel mücadelelerde de duygusal olarak kendilerine hâkim olmaları gerekir. Bisiklet dünyasının önde gelen takımlarından Team Sky’ın genel menajeri Dave Brailsford, bu durumun önemini fark ederek Steve Peters ile çalışmaya başladı. Brailsford, ‘marjinal fayda felsefesi’ni takımına uyguladı. Bu felsefeye göre; bisikletçiyi daha iyi yapan her bir küçük faktörde yüzde birlik gelişme sağlanırsa, sporcunun toplamda elde edeceği kazanımlar da artacaktı. Takımındaki sporculardan beklediği yüzde birlik mental gelişme için Peters, sporculara önemli
fırsatlar sundu. Britanya Bisiklet takımıyla başlayan bu birliktelik, Brailsford’un kurduğu Team SKY takımında hâlâ devam ediyor. Dr. Peters, Wiggins ve Froom gibi bisikletçilerle beraber, SKY’ın mükemmel çalışan makinesinin çarklarından biri. Steve Peters verdiği röportajlarda, temel amacının; ‘birlikte çalıştığı sporcuyu mental olarak en ideal seviyeye getirmek’ olduğunu söylüyor. Sportif başarının ise tamamen sporcunun kendisi ile ilgili olduğunu belirtiyor. Dr. Peters böyle dile getirse de, her zaman büyük yükselişleri görmek mümkün değil. Psikoloji, asla kesin sonuçlar veren bir alan olmadı. Kullanılan yöntemlerin herkeste aynı etkiyi oluşturmasını da bekleyemezsiniz. Dr. Peters da Liverpool ile çalıştığı 2013–14 sezonunda, şampiyonluk kupasının takımın parmaklarının ucundan kayışına şahit oldu. Bu dönemde, takımın efsanelerinden Steven Gerrard ve dişlerini problemlerden uzak tutamayan Suarez ile çalıştı. 2014 yılında da İngiltere Milli takımı ile Brezilya’da gerçekleştirilen Dünya Kupası’na gitti; ama İngiltere’nin turnuvalardaki-artık alıştığımız-kötü performansı değişmedi. Peters’a büyük saygı duyan sporculardan birisi de, snooker efsanesi Ronnie O’Sullivan. Emsalsiz bir yeteneği olmasına rağmen, sorunlu bir kariyeri olan Ronnie, Peters’tan en çok yararlanan insanlardan birisiydi. Genç yaşta başarıya ulaşmasının ardından, çok sevdiği babasının cinayetten hüküm giyip hapse girmesi, Ronnie’yi çok etkilemişti. Ronnie, hayatı boyunca depresyonla savaştı. Kötü bir boşanma dönemi geçirdi ve çocukla-
rını görmek için davalarla uğraştı. Oyun içinde de kolaylıkla kendisini kaybeden bir yapısı vardı. Dr. Peters ile tanıştıktan sonra Ronnie, kariyerine verdiği uzun arayı sonlandırdı ve bu aranın sonrasında katıldığı ilk turnuva olan 2012 Dünya Snooker Şampiyona’sını kazandı. Artık çok daha kontrollü bir oyun oynuyordu ve işler kötü gittiğinde duygularına hâkim olmayı başarıyordu. Karanlık yıllardan sonra kariyerine yeniden başlamış gibiydi. Dr. Peters’ın verdiği tavsiyelerden belki de en önemlisi: hedeflerin doğru belirlenmesi. Sporun doğasında bulunan belirsizlik, geleceğe dönük planların hayata geçirilmesi sırasında şans faktörünü de beraberinde getiriyor. Her şeyi doğru yaptığınızı düşündüğünüzde yenilmeniz veya ne yaptığınızı bilmediğiniz bir anda kazanmanız
olasılıklar dâhilinde. Dr. Peters, bu sebepten ötürü, dünyanın en iyisi olmayı hedeflemenin sporcuları olumsuz etkilediğini düşünüyor. Sporcuların bu hedefler için gerekli şartların tamamını kontrolleri altına alamamaları, üzerlerinde fazladan bir baskı oluşturuyor. Bunun yerine fiziksel yeteneklerinin sınırlarına ulaşmaya odaklanmalarını istiyor. Bununla beraber, Steve Peters’ın 35 yaş üstü spor adamlarının yarıştığı World Masters Games’de 100, 200 ve 400 mt. koşu yarışlarında rekorları bulunuyor. Günümüzde sporun bütün alanlarında sınırlar zorlanırken, sporcular kendilerini diğerlerinin bir adım önüne koyacak her türlü desteği almaya çalışıyorlar. Bazı destekler kimyasal temelli ve illegal olabilirken; Steve Peters tamamen doğal ve kurallara uygun bir destek sağlamayı başarıyor.
SAYI #2 / 7
8 / NİSAN 2016
KRALİÇE’NİN ŞEHRİ ALİ CAN AKBULUT
SAYI #2 / 9
KÖSZÖNÖM Orta Avrupa’nın en büyük gölü Balaton’a kıyısı bulunan bir şehir Veszprem. Denize kıyısı olmayan Macaristan’ın coğrafi açıdan şanslı sayılabilecek birkaç şehrinden biri. Ülke tarihi açısından da anlamlı bir yeri var bu şehrin. Macar kralı Szent Istvan’ın Bavyeralı eşi Gisela’ya şehri hediye etmesinden sonra Veszprem, tarihteki yerini “Kraliçe’nin Şehri” olarak almış. Veszprem’in önemi elbette bunlarla sınırlı değil. Elde etmiş olduğu başarılarla adını Macaristan spor tarihine yazdırmış bir hentbol takımına sahip olmaları, bu şehri
10 / NİSAN 2016
önemli kılan bir diğer etken. 1977 yılında kurulan şimdiki adıyla MVM Veszprem Hentbol Kulübü, 39 yıllık tarihinde kazanmış olduğu 23 Macaristan Ligi ve 24 Macaristan Kupası şampiyonluğuyla ülkenin en başarılı erkek hentbol takımı konumunda. Macaristan Hentbol Ligi’nin lokomotifi durumunda olan MVM Veszprem, ülke sınırları dışına çıkıldığında da Avrupa’nın sayılı takımları arasında gösteriliyor. Kupa şampiyonlarının yer aldığı, eski adıyla Kupa Galipleri Kupası’nda 4 kere final oynayan takım 1992
ve 2008 yıllarında kupanın sahibi oldu.1993 yılından itibaren yeni formatıyla oynanan Avrupa’nın en önemli organizasyonu EHF Şampiyonlar Ligi’nde de 2 kere final oynama başarısı gösteren MVM Veszprem, 2015 yılındaki finalde bu kupayı en çok kazanan(9) takım olan Barcelona Hentbol’a kaybetti. 2011 yılında kurulan Güney Doğu Hentbol Birliği (SEHA) Ligi’ne de geçtiğimiz sezon katılan Kraliçe Şehri’nin takımı, final-four’a ev sahipliği yaptığı ilk sezonunda da şampiyon olmayı başardı. Üniversite maceramın son dönemi
VESZPREM* olan 2013 yılında, Erasmus programı sayesinde 6 ay kadar Veszprem’de yaşama şansım oldu. Okul hayatı boyunca 10 sene hentbol oynamış birisi için Kraliçe’nin Şehri bulunmaz bir nimet olsa gerek. Fırsat ayağıma kadar gelmişken şehrin takımının maçına gitmemek olmazdı tabi. O sezonki Macaristan Ligi’nin final serisinin ilk maçı için 5000 seyirci kapasiteli Veszprem Arena salonundaki yerimi almıştım. Nüfusun yaklaşık 61000 olduğu hentbol şehrinde, taraftarların takımlarının her maçında salonu doldurduklarını öğrendim.
Kazanılan maçtan sonra düşündüğüm ilk şey: Bir gün Türkiye’de de hentbolun böyle salonlarda, böyle atmosferlerde oynanıp oynanamayacağı olmuştu. Aradan geçen yaklaşık 3 yıl içinde erkekler hentbolda ülkenin en başarılı takımı Beşiktaş Mogaz, 2014-2015 sezonunda ön elemeleri geçerek tarihinde ilk defa EHF Şampiyonlar Ligi’ne katılma başarısını gösterdi. Aynı başarıyı bu yıl direkt gruplara kalarak gösteren ekip, geçtiğimiz şubat ayında Sinan Erdem Spor Salonu’nda EHF Şampiyonlar Ligi maçında MVM Veszprem’i konuk etti. Fırsat bir kez daha ayağıma gelmişti
ve benim için değerli olan bu takımı izlemek için tribündeki yerime geçmiştim. Çekişmeli geçen maçın sonunda büyük balık küçük balığı yedi. Maç içerisinde hissedilen, salondaki soğuk ortam ve taraftar yetersizliği, 3 yıl önce düşündüklerimin de olumsuz yönde cevabı olmuştu. O günden akılda kalan en güzel görüntü, deplasmanda takımını yalnız bırakmayan Kraliçe Şehri’nin hentbol tutkunu taraftarlarıydı. *Teşekkürler Veszprem
SAYI #2 / 11
“GEORGE FOREMAN BELÇİKALIDIR!”
12 / NİSAN 2016
Maç için Zaire’ye giden Muhammed Ali Havaalanında kalabalığı görünce menajerine “Zaireliler kimlerden hoşlanmaz” diye sorar. Menajeri de “beyazlardan” der. Ali ise “Foreman’ın beyaz olduğunu söyleyemem, başka kimlerden hoşlanmazlar” diye sorar, menajeri “Belçikalılardan” der. Ali de havaalanında kalabalığa karşı bağırır: George Foreman Belçikalı’dır!!!! “Foreman’ın yenildiğini görmek Titanik’in batışına şahit olmak gibiydi.”
SAYI #2 / 13
TOTAL’DEN BİR BİR EKSİLİYORUZ... 14 NİSAN 2016 /
DOKTOR HASTALARINI SELAMLIYOR
TOTAL’DEN BİR BİR EKSİLİYORUZ... SAYI #2 15 /
16 / NİSAN 2016
SON KURA BÜKÜCÜ CENGİZ UYGUR
SAYI #2 / 17
UEFA eski başkanı Michel Platini ve FİFA eski başkanı Sepp Blatter arasında cereyan eden para alışverişinin ortaya çıkması doğal olarak futbolun zirvesini derinden sarstı. Michel Platini’nin Blatter’den aldığı para, makamını kaybetmesine neden oldu. Blatter ise 2018 ve 2022 Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak ülkelerin belirlenme sürecinde kara para aklamayla ve Dünya Kupası yayın hakkı ihalelerinde usulsüzlük yapmakla suçlandı. FİFA, işte bu skandalların gölgesinde seçime gitti. Seçime UEFA genel sekreteri unvanı ile katılan Gianni İnfantino 207 delegeden 115’inin oyunu alarak rakibi Şeyh Salman’ı geride bıraktı ve süreçten galip çıktı. İnfantino, Türkiye’de de oldukça tanınan bir isim. Özellikle kuralarda bir bölüm sonu canavarı edasıyla ortaya çıkıp, takımlarımızın karşısına son torbadaki en zor takımı çıkarmasıyla bilinen İsviçreli avukat, şike sürecinde söyledikleriyle de ülkemizde sıcak gündem olmayı
18 / NİSAN 2016
başarmıştı. Ancak İnfantino’nun vukuatları sadece bizimle sınırlı değil: Platini’nin UEFA başkanı olduğu dönemde aynı kurumun genel sekreterliğini yapan İnfantino’nun bu skandallardan haberdar olmaması pek de mümkün gözükmüyor. İsviçreli yönetici, FİFA’nın ve UEFA’nın bütün yolsuzluklarından kendini kurtarmayı başardı ancak dönemin genel sekreteri olarak bunu nasıl başarmış olduğu ayrı bir tartışma konusu. Ayrıca adaylığını açıklamak için Platini’nin cezasının kesinleşmesini beklemesi de ‘’başkanına’’ sadakatini asla kaybetmediğini gösteriyor. İnfantino’nun seçim vaatleri ise genelde Dünya Kupası’nın organizasyon kısmına ve statüsüne yönelik oldu: Kupanın tek bir ülkeye yayılmasını ‘’mantıksız’’ bulduğunu söyleyen avukat, kupaya ev sahipliği yapma onurunun ülkelerce paylaşılmasını savundu. Bu fikir, İnfantino’nun önderliğinde Euro
2020 için de uygulamaya koyuldu ve 13 ayrı ülkede düzenlenecek şekilde organize edildi. Ayrıca, Dünya Kupası’nın 32 takımdan 40 takıma çıkarılması ve Güney Amerika, Asya ve Kuzey Amerika’ya yeni kontenjanların verilmesi konusunda da kararlı olduğunu belirtti. Bu durumda Dünya Kupası coşkusunun daha fazla ülkeye yayılacağından bahsetti. Aynı İnfantino, EURO 2016 ile birlikte devreye girecek 24 takımlı Avrupa Futbol Şampiyonası statüsünün de mimarıydı. UEFA’nın buradaki amacı daha fazla para kazanmak. Bu tip organizasyonları daha fazla ülkeye açtığınız zaman, hem bilet satışlarının hem de yayın hakları ihalesinin bundan olumlu anlamda etkileneceği aşikar bir durum. Turnuvaya katılan ekstra her takım daha fazla maç, daha fazla maç ise daha fazla reklam demek. İnfantino, aynı statüyü Dünya Kupası’na da taşıyarak
daha fazla reklam almanın peşinde koşuyor. Belki ilk başta farklı ülkelerin organizasyonlara katılımı, söz gelimi Özbekistan’ın ilk kez yaşayacağı bir Dünya Kupası heyecanı veya Arnavutluk’un kıta şampiyonasına ilk kez katılması kulağa hoş geliyor olabilir ancak bunların ticari kaygı eşliğinde yapıldığını göz önünde bulundurunca, bu şirinlikler kendi nazarımda etkileyiciliğini kaybediyor. Bir diğer seçim vaadi ise, teknolojinin futboldaki kullanımına dair. İnfantino’nun seçimden önce yaptığı basın açıklamasına göre teknolojinin futboldaki yeri bundan sonra çok daha fazla olacak. 2010 Dünya Kupası’nda Lampard’ın verilmeyen golünden sonra daha da hararetlenen gol çizgisi tartışmaları sonuca ulaşmış ve önce 2014 Dünya Kupası’nda daha sonra da Premier Lig’de bu uygulamaya geçilmişti. Şimdi de video hakem tartışmaları yapılıyor ve İnfantino’nun açıklamalarına göre bu hiç de uzak bir ihtimal değil.
Biraz da İnfantino’nun zamanında ortaya çıkan ve özellikle uygulama aşamasında ciddi anlamda liderlik ettiği bir kurala bakalım. Özellikle Türk takımlarının başını bir hayli ağrıtan, gündemden asla düşmeyen Financial Fair-Play meselesinde Platini’nin en büyük yardımcısı ve fikrin uygulamaya geçişinde süreci yöneten isimlerden biriydi İnfantino. Bu fikir, her ne kadar futbolda hâkimiyet kurmak isteyen para babalarının önünü biraz kestiyse de asla tam bir çözüm olamadı. Örneğin, Paris Saint-Germain ve Manchester City gibi Arap sermayesi tarafından yönetilen kulüpler hala önemli söz sahibi ve kontrolsüz harcamalarına eskisi kadar olmasa da devam ediyorlar. UEFA’nın bu konuda verdiği para cezalarının caydırıcılığı ise pek de yüksek değil. Finansal olarak kötü yönetilen orta düzey kulüplere cezayı kesiyorlar belki ancak büyük kulüpler bu cezalardan pek de etkilenmiyor ve sağlıksız harcamaları, yükselen piyasayı oluşturan da PSG, Man. City ve Chelsea gibi ku-
lüplerin olduğu bilinen bir gerçek. Ezcümle, İnfantino’nun bu konuda da yüzeysel bir otorite oluşturduğunu söyleyebiliriz. Sonuç olarak; Avrupa ve Dünya futbolu Sepp Blatter-Michel Platini ikilisinden çok çekti. Nice rüşvet skandalları, nice hakem hataları, nice manipülasyonlar son 10 yıla damgasını vurdu. Tam da futbol bu adamlardan temizlendi, artık belki daha hakkaniyetli bir futbol dünyası buluruz derken, bu iki adamın kuklası dünya futbolunun başına getirildi. Neresinden bakarsanız bakın, aynı bokun laciverti işte…
SAYI #2 / 19
ÇÜNKÜ O, MANU GINOBILI MELİH OĞUZKAN
20 / NİSAN 2016
SAYI #2 / 21
Bir muhabir devre arası röportajında Popovich’e ilk iki çeyrekte felaket bir oyun çıkartmasına rağmen Ginobili’yi neden üçüncü çeyrekte ilk beş başlatmayı tercih ettiğini sorar ve flaş röportajlarda verdiği demeçlerle artık bir fenomen haline gelmiş Koç Pop’un verdiği yanıt yeterince ikna edicidir; “Çünkü o, Manu Ginobili.” Amerikalılar’ın spor karşılaşmalarında istatistik biliminden çok acayip şekillerde yararlandıklarına şahit olmuşsunuzdur. Bir NBA müsabakası izlerken kendinizi bir anda sol altta beliren kutucuktaki “10 Mart’ta oynanan en farklı maçlar” veyahut “NBA tarihinde 7800 sayı ve 1000 top çalma barajlarını geçen ilk 5 oyuncu” gibi listeleri incelerken ve bunların ne gibi bir önemi olduğu üzerine düşünürken bulabilirsiniz. Ancak, 17 Mart’ı 18 Mart’a bağlayan gecede oynanan ve San Antonio’nun Portland’ı 118–100 mağlup ettiği maçın ardından ortaya inanılmaz bir veri çıktı. “San Antonio vs. Everyone” başlığına sahip bu istatistik, halen NBA’de mücadele etmekte olan takımlar arasında Spurs’e karşı galibiyet sayısı yenilgiden fazla olan bir takım olmadığını söylemekteydi. San Antonio, Portland’ı yenerek namağlup bir şekilde bu sezonki 34. iç saha galibiyetini alırken, taraftarlarına girecekleri “Kim daha
22 / NİSAN 2016
iyi?” tartışmalarında coşkulu bir vaziyette kullanabilecekleri bir hediye daha armağan etti. Gregg Popovich NBA tarihinin en başarılı birkaç hocasından birisi kuşkusuz. Zira, tek bir takımla 19 sezon art arda play-off yapabilmiş bir istikrar abidesi daha bulunmamakta. Aynı zamanda, 5 şampiyonluk yüzüğü de cabası. Ona bu başarılarında eşlik etmiş ve basketbol tarihinde birlikte en çok maç kazanmış üçlü ise Tony Parker, Tim Duncan ve Manu Ginobili. Bu süreç içerisinde oyunun kilitlendiği anlarda tüm gözlerin ilk aradığı adam olmuştur Ginobili. Bununla birlikte kariyerinin ilk gününden bu yana oldukça farklı kimliklere de bürünmüştür; San Antonio Spurs’ün kimi zaman skor yükünü çeken isim, kimi zaman 6. adamı, Kinder Bologna’nın ve Arjantin Milli Takımı’nın lideri ve en değerli oyuncusu. Sıkı taraftarları için ise Obi Wan Ginobili. 2 8 Te m m u z 1 9 7 7 ’d e B a h i a Blanca’da basketbolcu bir ailenin ü ç ü nc ü e rkek çocuğu olarak dünyaya gözlerini açan Ema-
nuel Ginobili, babasının ve abilerinin tedrisatından geçerek yola koyulduğu basketbol macerasında bugün adını tarihin en “winner” oyuncuları arasına yazdırdı bile. Öyle ki, NBA, Euroleague şampiyonlukları ve olimpiyat altın madalyası bulunan yegâne iki oyuncudan birisi(Diğeri Bill Bradley). Avrupalı scoutların dikkatini çekene dek doğup büyüdüğü şehrin takımı Estudiantes Bahia Blanca’da oynayan Ginobili, şehrinin Arjantin’de basketbolun futboldan daha popüler olduğu tek yer olduğunu söyler.
“ÜST DÜZEY BİR ATLETİN GÜZELLİĞİNİ BİRİSİNE DİREKT OLARAK TASVİR ETMEK YA DA HİSSETTİRMEK NEREDEYSE İMKANSIZ.” Yolculuğuna ülkesinin ardından ilk olarak Avrupa’da devam eden Ginobili’nin İtalya’da geçirdiği dört sene içinde elde ettiği başarıları kariyeri boyunca elde edememiş birçok “yıldız” oyuncu sayabiliriz. Hatırlamak gerekirse, bir zamanların parlak takımı Kinder Bologna ile 2001 İtalya Ligi, 2001 ve 2002 İtalya Kupası ve 2001 Euroleague şampiyonlukları kazanan Arjantinli oyuncu, 2001 ve 2002 senelerinde İtalya Ligi ve 2000-2001 sezonu Euroleague finalleri MVP’si seçildi. Yine 2002 yazında düzenlenen Dünya Basketbol Şampiyonası’nda final maçında uzatmada Yugoslavya’ya kaybederek ikinci olan Arjantinli, turnuva ilk beşi içinde yer aldı. O turnuvada Arjantin, 1992 Barcelona Olimpiyatları’na Dream Team olarak anılan efsane kadrosuyla katılan ve o günden bu yana kaybetmemiş olan Amerika’yı ilk kez yenme başarısı gösteren takım oldu ve iki sene sonrasındaki 2004 Atina Olimpiyatları’nda ulaştıkları zafer için “Eğer Amerikalıysanız altın madalya zaten sizden beklenen bir başarıdır ancak Arjantinli iseniz işler öyle değildir. Arjantin ile elde ettiğim başarılar benim için hep daha özel olmuştur.” yorumunda bulundu Ginobili. Avrupa basketbolunda sansasyon yaratmış ve sonrasında NBA yo-
lunu tutmuş birçok oyuncu akabinde hüsran ve hayal kırıklığına uğraşmış vaziyette Avrupa’ya gerisin geri dönmüştür. 1999 NBA Draft’ında San Antonio tarafından 57. sıradan seçilen Ginobili ise bu kervana katılmamış, bilakis başarılarına başarı, şampiyonluklarına şampiyonluk katarak bu güne gelmiştir. NBA’e geçiş aşaması için ise “Draft edilmeyi beklemiyordum. Bir sabah uyandım ve menajerim Spurs tarafından seçildiğimi söyledi. Ona şaka yapmaması gerektiğini zira mock draftta adımın bile geçmediğini söyledim. Bu benim için büyük bir sürprizdi ve aslına bakarsanız bende ne gördüklerini anlayamamıştım.” dedi geçen hafta Adrian Wojnarowski’ye verdiği röportajda. Solak oyuncunun, rekabetçiliğinden, savunma gayretinden ve asla bencil olmayan oyun anlayışından etkilenen Pop, diğer birçok takımın ve hatta Ginobili’nin de bizzat kendinde göremediğini görmüş ve artık duymaya alıştığımız draft başarılarından birisine imza atmıştı. Ginobili’nin alametifarikası ilk etapta sahip olduğu şampiyonluk sayısı ve elde ettiği başarılar gibi gözükse de, oynadığı basketbol hakkında da bir iki kelam edip sırf başarılarına odaklı kalmamak gerekir.
“Üst düzey bir atletin güzelliğini birisine direkt olarak tasvir etmek ya da hissettirmek neredeyse imkansız.” David Foster Wallace, “Kutsal Bir Deneyim Olarak Roger Federer” yazısında Federer’i izlerken yaşadığı deneyimi kelimelere dökmeye çalışır ve daha sonra ekler “Anlattıklarımın hepsi gerçek ama hiçbiri bu adamın oyununu izlerken yaşanan deneyimi, bu güzelliğe ve dehâya birinci elden şahit olmanın yaşattığı hissi açıklamıyor ya da andırmıyor.” Basketbol, tenise nazaran estetiğin ve güzel hareketlerin bir nebze daha ön plana çıktığı bir alan. Zira, her gece oynanan maçlardan sonra yapılan top 10 listeleri, poster smaçlar, acımasız bloklar ve bilek burkan crossoverlar günlerce, haftalarca hatta yıllar sonra bile çokça sohbet konusu halini alır. Ginobili’nin lugatımıza soktuğu, o çok kolay gösterdiği “eurostep” ile potaya doğru giderken savunmacıların arasından süzülüp geçtiği ve topu sol eliyle çembere bıraktığı turnikeleri, pick&roll’lerde topu rakip savunmacının bacak arasından geçirip takımın uzununu en uygun pozisyonda kolay atış şansıyla baş başa bıraktığı akıl almaz pasları, Durant, Lebron, Wade ve Garnett gibi “ağır” oyuncuların da nasibini aldığı ve az sayıda beyaz oyuncu-
SAYI #2 / 23
nun kapasitesinin yetebileceği saldırgan blokları, savunmacılarının kafalarını nefis vücut oyunlarıyla allak bullak eden ve onları başka bir oyun oynuyormuş gibi gösteren nefis fakeleri (Youtube’a “Ginobili fakes out Dante Cunningham” yazılınca en güzel örneklerinden biri görülebilen) ve o sol elini kullanarak attığı, takımını defalarca ipten almayı becerdiği o kıymetli buzzer-beaterları onunla televizyonda ilk tanıştığım zamandan bu yana deneyimlediğim Ginobili anlarından yalnızca birkaç tanesi. Şüphesiz ki, keşke hiç yaşanmasaydı diyebileceğim deneyimler de başıma geldi. Her ne kadar Ginobili vuku bulan her vahim tecrübenin onu olgunlaştırdığını ve ona çok şey öğrettiğini söylese de. Kritik
24 / NİSAN 2016
anlarda verilen hatalı kararlar bu olgunlaştıran deneyimlerin başında gelmekte olsa gerek. Lakin bazen öyle anlar oluyor ki asla aklınızdan çıkmıyor ve yıllar sonra bile o saniye yaşadığınız hayal kırıklığını aynı yoğunlukta hissedebiliyorsunuz. NBA ve San Antonio ile yaşadığım en duygu yüklü, en yoğun senelerden birisiydi 2006. Her sabah uyanınca maç sonuçlarının ve istatistiklerinin kontrol edildiği o rutin sabahlardan birisinde konferans yarı finallerinin son karşılaşması oynanmıştı Dallas ile. Maçın uzatmalarda heba olduğunu gördüğüm esnadaki hislerim hala sıcaklığını korur. Ginobili’nin uzatmada ligin en iyi serbest atıcılarından birisi olan Nowitzki’ye yaptığı o abuk sabuk faulü gördükten sonra yaşadığım hayal kı-
rıklığının ardından onunla tekrar barışmam epey uzun vakit almıştı. Bu gibi anlar tüm sporseverlerin başından geçer. Ancak esas olan, en azından biz izleyiciler için, rekabete dayalı sporlarda güzelliğe ulaşmak. Velhasıl, Ginobili bugün 38 yaşında ve NBA tarihinin maç kazanma oranı en yüksek oyuncusu. Yıllar öncesinde milli takımda oynarken ona 32 yaşında tekerli sandalyeyle oynamayı sürdüreceği bahsinde şakalar yapılırdı. O ise durumun böyle olmadığını, değişen yegane şeyin başının arkasında oluşan kel olduğu için mutlu olduğunu ve oynamaktan hala zevk aldığını belirtiyor. O, hala Manu Ginobili.
OKUMAYI SEVEN DEFANSA GELSİN! SAYI #2 / 25
26 / NİSAN 2016
YAŞAYAN EN ŞANSLI ADAM? OĞUZHAN ŞAKAR F1’de 2016 sezonu Avustralya GP ile start aldı. Geçen sezondan farklı bir sonuç çıkmadı. Mercedesler ve Vettel podyumdan yine bize el salladı. Akıllardaysa Fernando Alonso’nun Esteban Gutierrez ile yaşadığı temas sonrası yaptığı büyük kaza kaldı. Fernando, kariyerindeki en büyük kaza olduğunu dile getirdi. Jules Bianchi’nin kaybı halen çok tazeyken Fernando Alonso’nun sadece birkaç sıyrıkla bu kazaya atlatması herkesi sevindirdi. Bu olay üzerine Avustralya’da yayın yapan Herald Sun gazetesi Alonso için “Yaşayan En Şanslı Adam” manşetini attı. Peki Fernando Alonso, F1 kariyerinde bu kadar şanslı mıydı?
ondan beklenmeyen bir şey değildi aslında. Fernando alt kategorilerde hatta kartingde elde ettiği başarılarla bunun sinyallerini veriyordu. F1’e ilk girdiği sezon olan 2001’de Minardi takımında gridin en kötü aracının kokpitinde oturmasına rağmen istikrarı ve takım arkadaşlarına kurduğu üstünlükle dikkatleri üzerine çekiyordu. Sonraki yıllarını Renault’da geçirecekti. 1 yıllık test pilotluğunun ardından 2003’te oturduğu Renault koltuğunda önce pole pozisyonunu kazanan en genç sürücü, ardından da F1 tarihinin en genç yarış galibi unvanlarını ele geçirdi. İspanyol’dan beklenen artık dünya şampiyonluğuydu.
2000’li yıllar F1 için Ferrari hegemonyasında geçmekteydi. 2000– 2004 arası tam 5 yıl aralıksız Ferrari’nin kırmızı renkli otomobili kadar görkemli olan siyah atı şahlandı F1 dünyasında. 2005 yılında isyanı gençler çıkardı. Ferrari dominasyonuyla geçen yılları Kimi Raikkonen ile verdiği mücadele sonunda bitiren Fernando Alonso’ydu. Yeni bir tarih yazılmıştı, en genç dünya şampiyonu unvanını aldığında hayatından 24 yıl 58 gün geçmişti. Dünya şampiyonluğu
Fernando’nun Renault’da takım patronu olan Flavio Briatore Benetton’da da genç Michael Schumacher’e ilk şampiyonluklarını yaşatmıştı. Aynı senaryo Alonso içinde yazılmıştı. Michael Schumacher ve Ferrari 2005’te tökezlediğinde Fernando Alonso potansiyelini ortaya koymuş ve F1’in yeni şampiyonu olmuştu. 2006 geldiğinde ise bu kez F1 tarihinin en başarılı pilotuyla yani Michael Schumacher ile şampiyonluk yarışına girişti. Sezon boyunca Ferrari daha iyi araca
sahip gibi gözükse de, Japonya’da patlayan motoru yüzünden dumanlar arasında aracını kenara çeken Schumacher’in yanından geçip gidiyordu İspanyol. Artık en genç çifte dünya şampiyonuydu Alonso. Önündeki uzun kariyerinde kim bilir neler başaracaktı? F1 dünyasının yeni yıldızı artık oydu. 2007’de ani bir kararla McLaren’e transfer oldu ve McLaren’in 1999’dan bu yana süren şampiyonluk hasretini dindirmeyi hedefledi. Bundan sonra Fernando Alonso için her sene 3. şampiyonluk için yeni bir umutla başlayacak ve ardından yeni bir hayal kırıklığı ile son bulacaktı. Macaristan GP’de pole pozisyonunu almıştı ama Lewis Hamilton’u pitte engellediği için aldığı cezayla birlikte takım arkadaşıyla arası artık bir daha eskisi gibi olmayacaktı. 2000’lerin başından itibaren iyiden iyiye F1’de yer alan 1.pilot kavramı Alonso’ya McLaren’de uygulanmamıştı. Ayrıca McLaren casusluk skandalıyla tüm puanlarını kaybederken Alonso’nun bu olayla ilgili Pedro de la Rosa ile mailleri medyaya sızmıştı. Alonso olaydan sonra ceza almadı, şampiyonluk şansını sürdürdü
SAYI #2 / 27
ama unvanını son yarışta Kimi Raikkonen’e kaptırmıştı. Ceza almasa da bu olay Alonso’nun şampiyonluklarla kazandığı saygıdeğer imajını oldukça zedeledi. Fernando yuvaya dönüş yapma kararı aldı ve Renault’ya geçti. Ancak sonraki 2 yılda Alonso’nun eski Renault’sundan eser yoktu. Sadece 2 yarış kazanabildi. Ancak daha çok akıllarda Singapur GP’sini kazanmak için Renault’nun Nelson Pique Jr’a bilerek kaza yaptırdığı yarışla hatırlanacaktı. Takım arkadaşlarıyla rekabetleri, casusluk ve son skandalı derken çok iyi başlayan kariyeri duraksama dönemine girdi. 2010 yeniden diriliş için çok uygundu. Kimi Raikkonen rallide kariyerine devam kararı alınca Ferrari’de bir koltuk boşta kalmıştı ve buraya kuşkusuz en büyük adaydı Alonso. Beklenen olmuş ve her pilotun hayalini süsleyen kırmızı tulumları giymişti. F1’in en bilinen ve en çok şampiyonluk sahibi takımına gelmişti. Daha ilk yarışta 28 / NİSAN 2016
duble geldi. Alonso özlediği podyumun en üst basamağına dönüş yapmıştı. Takım arkadaşı Massa o yarışta ve Ferrari kariyerinin geri kalanında hep 2. olacaktı. 2010 Almanya GP’sinde verilen takım emri Alonso’nun 1.pilot olduğunu ve eğer Ferrari şampiyonluğu kazanacaksa onunla kazanacağını kesin bir şekilde gösteriyordu. Ancak işler sonrasında pek de iyi gitmedi, bir türlü şampiyonluk gelmedi. Ferrari yıllarında hiç şampiyonluk yaşayamasa da imajını yeniden pist üzerinde inşa etmeyi başardı. 5 yıllık Ferrari kariyerinde griddeki en iyi arabaya hiçbir zaman sahip olamadı. Ama 2010 ve 2012’de Vettel’le girdiği mücadeleden son yarışlarda yenilgiyle ayrılsa da en çok saygı duyulan pilot haline geldi. Araçtan maksimumu hatta daha fazlasını almayı başarıyor adeta ekmeğini taştan çıkarıyordu. Ancak bir türlü gelemeyen en iyi araç ve şampiyonluk, Alonso’nun Ferrari’den memnuniyetsizliğini (2014 galibiyetsiz geçince) dile
getirmesiyle birlikte ayrılık vaktini getirmişti. Yeni adres McLaren Honda’ydı. 2015 Fernando Alonso için sportif açıdan bir hayli zor geçti. Takımı en çok yarış dışında kalan, gridin en yavaş araçlarından biriydi. 2016’da ise neler olacak bekleyip göreceğiz. Fernando Alonso birkaç sene içinde yolun sonuna gelebilir. Yolun sonu nasıl gelecek bilinmez. Ancak o istikrarı, takım arkadaşlarına karşı kurduğu üstünlükleri, şampiyonlukları, yaptığı doğru-yanlış seçimleri ve karıştığı olaylarla F1 tarihindeki yerini çoktan aldı. Doğru zamanda doğru yerde olabilseydi yani “çok şanslı” bir adam olsaydı kariyeri çok daha farklı seviyede olabilir miydi? Şampiyonluk sayısı 5 belki de 6 olur muydu? Bunun yanıtını hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Ama şunu biliyoruz ki o aracına bindiğinde sonuna kadar zorlayacak ve aynasında onu gören, pistte asla rahat edemeyecek.
SAYI #2 / 29
DELİ İBRAHİM DAHA NE YAPSIN ALPER ÜNLÜ “...Bütün amacım, bütün isteğim, bu camia için, büyük Beşiktaş Kulübü’nün en güzel şeylere layık olması içindi...” Kaptan bu sözleri söylediğinde 36 yaşındaydı. Futbolu Beşiktaş’ta bırakmak istediğini her fırsatta söylemesine rağmen, bunun bir kavga sonucunda gerçekleşmesi sadece onu değil Beşiktaş camiasını da derinden üzmüştü. Hayatı boyunca kimseyle kavga etmediğinden bahsedip, sadece “o arkadaş” tan büyüklerine daha saygılı olmasını
30 / NİSAN 2016
beklediği için kendisine futbolu bıraktıran bu hadiseyi yaşadığını söyledi. O gün devre arasında yaşanan gerilimin ardından Beşiktaş, Ankaragücü maçının yanı sıra, efsane kaptanı İbrahim Üzülmez’i de kaybetti. 11 sene Beşiktaş’ta mücadele etmiş, milli takıma yükselmiş bir isim olarak aradan geçen 5 yılın ardından, kaptanın hâlâ yeri tam anlamıyla dolmuş değil. Bildiğiniz üzere çok yetenekli bir sol bek oyuncusu olmamasına karşın pro-
fesyonelliği, mücadelesi ve azmi, Beşiktaş’ın simge isimlerinden biri olmasını sağladı. İyi orta açamamasına yönelik eleştirilere: “Orta açabilsem Real Madrid’de oynuyor olurdum.” diyebilecek kadar da açık sözlüydü. İbrahim Üzülmez varlıklı bir aileden gelmiyordu, hayata tutunmak için sürekli çalışması gerekliydi. Köydeki turnuvalarda başlamıştı futbol hayatı. Takım servisi, onu maç günleri garsonluk yaptığı lokantadan alıp, maç bitiminde lo-
M N? kantaya geri bırakıyordu. Yorulmanın ne olduğunu bilmemesi o yaşlarda edindiği bir kazanım olsa gerek... Gönenspor’da profesyonelliğe adım atıp, sonrasında Karabükspor’a transfer olduğunda henüz 20 yaşındaydı. Burada işler pek de beklediği gibi gitmedi. Sürekli kiralık gönderildi ve bu kiralama sürecinin sonrasında teklifler gelmeye başladı. Bu tekliflerin ardından, Karabükspor’da oynama fırsatı buldu. 5 yıllık Karabük
SAYI #2 / 31
“3 BÜYÜKLERE ODAKLANAN ‘DOKUNULMAZ’ BASIN VE MEDYAMIZ, ANADOLU’DAN ÇIKAN BU BAŞARI HİKÂYESİNE NE YAZIK Kİ YETERİ KADAR YER VERMEMEKTE.” macerasının ardından, Gaziantepspor’da bir buçuk yılda kendini göstermeyi başardı. Trabzonspor ve Fenerbahçe’nin dikkatini çekse de İbrahim’in kararında duyguları ön plana çıktı. Beşiktaş taraftarı tarafından sıkça eleştirilmesine rağmen, taraftarlarla arasında kopmayacak bir bağ vardı. İbrahim de şarap gibi yıllandıkça kendini buluyordu. Kariyerinin son döneminde çıkardığı iyi maçlar esnasında taraftar ona: ‘Bugün ne içtin’ diye sıkça takılırdı. Bu dönemlerde yaptığı başarılı ortalarla, kişisel gelişimin yaşının olmadığını kanıtladı. Futbolu bırakanların çoğunlukla yorumcu ya da teknik direktör olduğu ülkemizde o, ikinci yolu seçti. Çaykur Rizespor’da Mustafa Denizli’nin yardımcılığını yaptıktan iki sene sonra, Elazığspor’da teknik direktörlük kariyeri başlamış oldu. PTT 1. Lig’de, takımı liderliği ele
32 / NİSAN 2016
geçirdikten sonra, şehirden takıma destek vermesini istedi. Ancak bu çağrı kayıtsız kalınca, oyuncuların da maaşlarını alamadıkları bir ortamda kalamayacağını belirtip, istifasını verdi. Yeni nesil yerli teknik adamlara yönetimlerce verilen sözlerin tutulmadığı ortamlarda, çilekeş pozisyonuna da düşmeyen Kaptan’ın yeni durağı, Cavcav’ın başkanlığını yaptığı Gençlerbirliği takımı oldu. Bu sezon, hocaları idmana dahi çıkarmadan kovarak gündem olan Gençlerbirliği’nde, genç İbrahim Hoca’nın ne yapacağı merak konusuydu. 17 maçlık ilk yarıda sadece 3 galibiyeti bulunan, tek istikrarı hoca değişimi olan kulübün ligde kalma mücadelesinde önü açık görünmüyordu. Teknik direktör değişimi ve devre arasında gelen nokta transferlerle değişen atmosferin sonucunda, ikinci yarının ilk dört maçında gelen dört galibiyet, takıma derin bir nefes aldırdı. İlerleyen haftalarda, Ankara temsilcisinin düşme korkusu yaşa-
maması da Kaptan’ın dokunuşlarından bir başkasıydı. Ankara temsilcisinin bu sezonki altıncı teknik direktörü olan Kaptan, beklentilerin fazlasını karşıladı. Takımı başarılı skorlar alsa da yine de skor yorumcularının dikkatini çekmeyi başaramamış görünüyor. Her şeyi çabuk tükettiğimiz bu günlerde, sevinçleri, hüzünleri dahi günlük yaşamamız, ağaca takılıp ormanı göremememize neden olmakta. 3 büyüklere odaklanan ‘dokunulmaz’ basın ve medyamız, Anadolu’dan çıkan bu başarı hikâyesine ne yazık ki yeteri kadar yer vermemekte. Ne yazıktır ki; insanımız yabancı isimlerin başarılı işlerine gösterdiği değeri, yerli ve milli olanlara yeteri kadar göstermiyor. Belki de, Türk futbolunda başarı sadece üç büyüklere özgü bir kavram; ya da başarının tek koşulu var: ‘Şampiyonluk’
SAYI #2 / 33
TANRILARIN TAKDİRİ MUSTAFA ONUR GİRİŞKEN
34 / NİSAN 2016
“BİZ DE OLYMPIA ÇOCUĞUYUZ, BİZ DE OLİMPİK DÖNÜŞÜME İNANIYORUZ” SAYI #2 / 35
Türkiye, 7 Eylül 2013 tarihi için çok umutluydu. 2020 Yaz Olimpiyatları’nın hangi ülkede düzenleneceği açıklanacaktı. Beşinci kez düzenlemeye aday olduğumuz olimpiyatları bu kez her şeyden çok istiyorduk. Bugüne kadar hiçbir ülkenin olimpiyatlara bu kadar fazla(beş kez) aday olup da olimpi-
36 / NİSAN 2016
yatları alamadığı görülmemişti. 19 milyar dolarlık dev bütçemizle, çok kuvvetli görünüyorduk. Tokyo ve Madrid kentleri ile yarışıyorduk ve birçok avantajımız vardı. Nitekim daha önce olimpiyatlar, Müslüman ve lâik bir ülkede yapılmamıştı. Madrid ve Tokyo büt-
çelerinin çok ama çok üstünde bir bütçeye sahipti İstanbul. Olimpiyat tanrıları da bu zenginliği görmezden gelemezdi. Zira tanrılar zenginleri hep severdi. Bardağın Dolu Tarafı(!) Olimpiyatları alırsak, yedi yıl içerisinde altyapılardan gelecek olan
zeteyi okumaktan vazgeçip iddia kuponlarından uzaklaşabilir; Elvan Abylegesse, Hamza Yerlikaya, Naim Süleymanoğlu, Mersinli Ahmet ya da Usain Bolt olmaya can atabilirdi. Hâlihazırda, TOKİ gibi çok güçlü ve mimari değerleri çok önemseyen bir yapımız da vardı. Olimpiyat Köyü’nün inşası ve tesisleşme hamleleri çabucak atılırdı. Zaten bu kuruluşumuz, İstanbul’un Ayazma Bölgesi’nde, Atatürk Olimpiyat Stadyumu yapılırken tüm maharetlerini sergilemişti. Aslında sadece Ayazma Bölgesi’nde değil; kentsel dönüşüme ihtiyaç duyulan her yerde politik ideolojinin en güzide eserlerini Hızır edasıyla gerçekleştirmişti. TOKİ’nin yakın akrabalarından Ağaların oğulları da, birtakım Ali Cengizkolinlimakdoğuşoğulları da olimpiyatların alınıp alınamayacağını büyük bir merakla bekliyordu.
çok başarılı sporcularımızın gelişimlerine hız verebilirdik. Yıllardır veriyorduk zaten. Kesinlikle doping yapmalarını da engelleyip, her branşta şampiyon adayları yetiştirebilirdik. Bizim ülkemizde doping yapıldığı hiç görülmüş mü? Ülkemizin güzide gençleri; Fanatik, Fotomaç, üç harfli malûm ga-
2012 yılında Avrupa Spor Başkenti olan İstanbul, olimpiyatlara da tam teşekkül hazırdı. 3. Köprü ve tüp geçit projeleri, Almanlar’ı kıskandıracak-İstanbul Otogar projemizden sonra-3.havalimanı denemelerimiz de elimizdeki diğer kozlardı. Projelerin, İstanbul’da ulaşım sorununu çözeceğine şüphemiz yoktu. Ulaşım sorunu bir yana; bürokratlar ve bizzat o dönemin başbakanı, spor kültürü açısından ülkenin gelişmesini çok ama çok istiyordu. Medya, parlamento ve iş adamları el ele vermişti ve her şey Türkiye’den yana görünüyordu. Çok değil; Olimpiyatların hangi ülkede düzenleneceğinin açıklanmasından sadece birkaç ay önce, 2013 Haziran sonunda Mersin’de düzenlenen 17. Akdeniz(Vayt Siğ) Oyunları’nda da, Türkiye’nin organizasyon yeteneği sınanmıştı. Sonuç itibariyle elde edilen 47’si altın, toplam 128 madalya ile İtalya’nın ardından oyunları ikinci sı-
rada bitiren Türkiye-doping krizi görmezden gelinirse-çok başarılı olmuştu. Takdir-i IOC Fakat olimpiyat tanrıları-herhalde-Müslüman değildi. Ya da karanlıkta güneş gözlüğü takıyorlardı. O dönem gerçekleşen Gezi Parkı eylemcilerinden de çok hoşlanmamış olacaklar-herhalde-ki, olimpiyatları 2020 yılında Tokyo’nun düzenlemesini uygun gördüler. Belki de başka sebepleri vardı. Dönemin başbakanı, olimpiyatların hangi ülkede düzenleneceğinin öncesinde her ne kadar Tokyo’nun adaylıktan çekilmesinin çok anlamlı olabileceğini dile getirse de, Japonlar-niyetleri bilinmez-Olimpiyatları bir kez daha tatmak istediklerini söyleyeceklerdi. Belki de tsunami felaketi sonrasında Fukuşima’daki nükleer felaketi örtbas etmek istiyorlardı; kim bilir? Olimpiyatları gerçekleştirmeye gönülden inanmış olan dönemin başbakanı ve O’nu çok seven gazetecilerden biri, olimpiyatların alınamaması üzerine; ülke spor kamuoyunu, yöneticileri ya da tanrıları suçlamak yerine, suçlayacak başka birilerini seçti. Yazar, 8 Eylül 2013 tarihli ‘Geziciler Olimpiyat Halkasını Burunlarına Taksın’ isimli yazısında, Gezi Parkı eylemlerine katılanlara ithafen: “Ülkesini rezil etmeye çalışan bir de üzerine mağlubiyeti için darbe secdesine yatan adamlar mı ararsın! Yazıklar olsun sizin gibi vandallık halkasını doğuştan boynuna geçirmişlere!”diyecekti. “Bana göre kaybeden olimpiyat oldu, biz kaybetmedik.” diyen dönemin başbakanı ise Uluslararası Olimpiyat Komitesi(IOC)’ne-ya da tanrılara-ne kadar büyük bir şansı kaçırdığını hatırlatıyordu.
SAYI #2 / 37
Hâlbuki 2013 yılında, FIFA 20 Yaş Altı Dünya Kupası’nda sporu ve futbolu ne kadar çok sevdiğimizi dünyaya göstermiştik! Turnuvalar tarihinin en düşük seyirci ortalamasına sahip olsak da, bu bir gösterge değildi! Dünya, bizim spor aşkımızdan emin olmalıydı. Biz Olimpiyatları aldığımızda, spor aşkımızı yedi düvele bir kez daha ilan edebilirdik. Daha önce etmemiş miydik? Tanrılar; Avrupa Spor Başkenti olan İstanbul’u, Akdeniz Oyunları’na ev sahipliği yapan Mersin’i, 20 Yaş Altı Dünya Kupası organizasyonuna ev sahipliği yapan tüm Türkiye’yi görmemiş miydi? Biz de Olympia çocuğuyduk, biz de rantsal dönüşüme; pardon ‘olimpik dönüşüme’ inanıyorduk; niye bizi seçmemişlerdi? Olimpiyatın Getir-me-dikleri Aslında tanrılar bize bir iyilik yapmış olabilir miydi? Çünkü aslında, olimpiyatlar ile birlikte; deprem bahanesi soslu, inşaat projeleriyle yandaş iş adamlarının cebini doldurma amaçlı kentsel dönüşümler daha da artacaktı. TOKİ’nin Zeus’a eşdeğer tanrısallığı daha da kuvvetlenecek ve emlâk
balonu iyice şişecekti. Kent içindeki ve hatta banliyölerdeki kiralar daha da artacaktı. İşçi sınıfı ve alt gelir grubundan insanların yer değiştirmeleri meşrulaşacak ve pek tabii banliyöler soylulaştırılacaktı. Güvenlik önlemleri bahanesiyle zaten yaşanılamayacak durumda olan İstanbul, iyice ablukaya alınacaktı; muhalif sesler iyice bastırılacaktı. Haydarpaşa’ya yapılacak portatif stadyumun 20 bin kişilik bölümü Haydarpaşa’da kalacaktı; ancak 50 bin kişilik bölümünün ne yapılacağı bilinemeyecekti. Spor kültürü yine futbol ve iddia ile sınırlı kalacaktı; olimpiyatlar için hesaplanan maliyetlerin çok üstüne çıkılacaktı ve bu ek harcamalar vergiler ile halktan alınacaktı. Tuhaf olan başka bir şey, adaylık kitabının içindeki İstanbul ile ilgili ulaşım projelerinin uygulanageldiğini görmekti. Yapılmasına zaten karar verilmiş olan projeler, olimpiyatlar adı altında daha meşru bir zemine indirgenecekti ve inşaat projelerinin yapım hızını katmerlendirecekti. ‘Ecdad torunları’ kentin can damarları olan Kuzey Ormanları’nın talanını da kamuoyunda kabul edilir bir çerçeveye yerleştirmeye niyetlenecekti.
Türkiye olimpiyatları çok istiyordu, ama istemesinin sebebi görüldüğü üzere bambaşkaydı. Spor kültürü yaratma çabasıyla, ‘İnşaat ya Zeus!’ çabası karşı karşıyaydı. Ağır basan zihniyet ise daha çok, beton makinelerinden çıkan sesten zevk aldığını belirtenlerin zihniyetiydi. Şerden Korunma Chicago’da olimpiyat yapılmasını istemeyen Sosyal Konutları Korumak için Chicago Koalisyonu’ndan Willie J.R. Fleming ve arkadaşları da, geçmişten beri süregelen Olimpiyat sömürüsünün ve bu sömürünün yarattığı rantların farkındaydı. Onlar yayınladıkları bildiri ve örgütledikleri kentlilerle, Chicago’nun 2016 Olimpiyatları’nı almasını engelleyen bir oluşumdu ve: “Yöneticilerimizin zaman, enerji ve kaynaklarını, kentlilerin gerçek ihtiyaçları ve sorunları için, konut ve diğer hayati hizmetler için harcamalarına ihtiyaç duyuyoruz. Sadece özel girişimcileri zengin eden Olimpiyatlara yatırım yapacaklarına, geleceğimize, çocuklarımızın güvenli ve iyi bir yaşama kavuşmalarına yatırım yapsınlar.”diyorlardı. Tanıl Bora’nın Radikal’de yazdığı “Bize göre bir şey değil” başlıklı yazısının altına ise, ‘makul’ mahlaslı anonim yazar, durumu özetlercesine şunları yazmıştı: “Vatandaşını sopalarla linç eden, kurşunla öldüren polis kisvesindeki tetikçilerin sırtını sıvazlayarak “polise direniş gösteren 3-5 kişi öldü” diyerek hem insani zayıflığını hem de yağmacı “muhafazakâr” siyasi emellerini insan hayatı üzerinde tuttuğunu ifşa eden bir başbakanın, siyasi aklın bulunduğu bir ortamda Olimpiyatlar iyice bu atmosfere hizmet için kullanılacaktır. Umarım Olimpiyatları Tokyo alır.” Tanrılar-şimdilik-bizi olimpiyatların şerrinden korumuştu.
38 / NİSAN 2016
Ayazma... SAYI #2 / 39
MAURIZIO SARRI DÜZENE ÖVGÜ CİHAT GEMİCİ
40 / NİSAN 2016
SAYI #2 / 41
“Yaşanılanlar, görülenler ve öğrenilenler ne kadar acı olursa olsun, macera insanoğlu için büyük bir nimetti. Çünkü dünyadaki en büyük mutluluk, bu dünyanın şahidi olmaktı.” İhsan Oktay Anar, Puslu Kıtalar Atlası’nda varoluşu anlatırken hayal kurmanın, maceranın ehemmiyetini böyle dile getirmiştir. İnsanların hayalleri günden güne değişebilir, değerini kaybedilir, nadir de olsa bazen de gerçekleşebilir. Kendi hayalinin bir başkası tarafından gerçekleştirildiğini görmek insana ne hissettirir? Unutulmuş, hasıraltı edilmiş, gerçek dışı bulun-
SİN YOR 33
muş bir rüyanın başkası tarafından gerçekleştirildiğini görmek insana keder mi verir yoksa mutluluk mu verir?
Maurizio Sarri eski bir bankacı, iyi bir teknik direktör olmasının yanı sıra aynı zamanda hayallerimi de gerçekleştiren adamdır. Ben Uzun İhsan gibi yatağımda Derby County’nin menajeri olma düşleri kurarken, Sarri şu sıralar İtalya’nın güneyinde Bünyamin gibi kaleler fethediyor, Arap İhsan gibi kıtalar keşfediyor… İtalyan Hoca’nın hayatında ilk keşfettiği yer Napoli oldu. Burada ai-
levi sebepler nedeniyle pek fazla ikamet edemedi. Fabrika işçisi olan babası, Maurizio 3 yaşındayken ailesini Toscana’ya taşıdı. Geride küçük Maurizio’nun kalbini unutmuş olacaklar ki Bay Sarri, hayatı boyunca hep Napoli taraftarı oldu. Floransa yakınlarında Figline Valdarno isimli bir yerde yaşıtları Juventus, Milan, İnter gibi büyük takımları ya da kasabaya en yakın takım olan Fiorentina’yı desteklerken, o hep Napoli aşığıydı. Birileri neden gök mavileri tutuyorsun diye soracak olursa da; “Doğum yerim Napoli. Onları tutmamdan daha doğal ne olabilir ki?” diye cevap verdi. Maurizio Sarri için diğerleri yıldızsa, Napoli gökyüzüydü. Kısa bir amatör futbolculuk kariyerinden sonra aynı anda hem ekonomi okuyup hem de bir bankada çalışmaya, kalan zamanında ise Toscana’nın alt liglerinde antrenörlük yapmaya başlamıştı. Benim teknik direktörlük hayalimin başladığı 2000/01 yılında Sarri, 6. Lig takımı AC Sansovino’dan ilk ciddi teknik direktörlük teklifini aldı. Tek şartı vardı; şampiyon olamaması halinde antrenörlüğü temelli bırakacaktı.
42 / NİSAN 2016
“BENİM GÖZÜMDE MAURİZİO SARRİ’NİN ÖYKÜSÜ, GARANTİCİ YAŞAMLARA BİR BAŞKALDIRI, HAYATLARINDA YENİLİK İÇİN İŞARET BEKLEYENLERE İLHAM KAYNAĞI, UÇUK HAYALLERİ OLANLARA ÇILGIN BİR ÖRNEK.”
Aynı dönemde Fiorentina, Nuno Gomes’li, Rui Costa’lı, Toldo’lu kadrosuyla Serie A’da boy gösteriyordu. 10 yaşında Bayrampaşa’daki evinde Fiorentina maçlarını bekleyen çocuğun görmeyi beklediği isim ise bu futbolculardan hiçbirisi değildi. O, sevdiği takımı Avrupa Şampiyonu yapan eski hocasını merak ediyordu; Sinyor Terim’i. Teknik direktörlük hayalleri de onunla başlamıştı. Teknik direktör olmak futbolcu olamayanların ya da futbolu bırakanların işi gibi gözükse de benim gibi bu işi küçüklükten beri isteyen insanlar olduğuna da inanıyorum. Bu insanlar mahalle maçında ya da halı sahada, birisi yerini kaybetse taktiğin bozulduğunu düşünen, saha dizilişini ciddiye alan akıl hastalarıdır. Halı sahada 3’lü savunmanın önüne trequartista koyan, mahalle maçında 2’li stoperin arkasına sweeper monte edip catenaccio yapıyoruz diyen Helenio Herrera’dır bunlar. Bunlardan birisi de benim … Sarri nihai olarak teknik direktör olmaya karar verdikten 14 sene sonra, İtalya’nın en üst ligi Serie A’da Empoli’yi çalıştırma fırsatı buldu. 30 yaşında antrenörlüğe
sıfırdan başlayan birisi için hiç de fena değildi. Ben hala, o nihai kararı verecek ne fırsatı ne de cesareti kendimde bulabilmiş değilim. Serie A’da en az maaş alan hoca olması onu rahatsız edip etmediği sorulduğunda: “Eskiden işten sonra bedava yaptığım bir şey için şimdi bana para ödüyorlar şaka mı yapıyorsunuz rahatsız falan değilim hatta şanslıyım” dedi. Sarri hayali uğruna zamanını ve parasını harcamaktan hiç çekinmedi, ben ise çoğu zaman çekindim. Kahramanımız Empoli’den önce basamakları birer birer çıktı. Toscana’da yerel takım Sansovino’yu 3 yıl içinde Serie C2’ye çıkarınca dikkatleri üzerine çekti. Bu başarısını takiben 2003’te Sangiovannese’yi çalıştırmaya başladı. 2004’te takımını Serie C1’e çıkarmayı başardı. Ben o sıralar daha çok Serie A ile ilgileniyordum. Geçmişteki Ronaldo etkisinden olsa gerek Football Manager’de İnter’i çalıştırıyordum. Ne gerçekte İnter ne de oyunda ben; hiç başarılı olamadık. Devir o zamanlar Milan’ın devriydi. Benim idolüm Terim’i kovan, İnter’in ezeli rakibi olan Milan’ın. Şampiyonlar Ligi’ni 2003’te kazandılar 2005’te final oynadılar. O gün hariç bir daha Liverpool’u hiç tutmadım…
Sarri, 2005 yılında Serie B ekibi Pescara’nın teklifini kabul ederek kademe atladı. 2012/13 sezonuna kadar aralarında Verona, Perugia, Arezzo, Sorrento gibi takımların bulunduğu Serie B ve Serie C takımlarını çalıştırdı. Ben ne mi yaptım? Bir işin ucundan tutayım diye oturdum sınavlara çalıştım. Bu arada da kafamda hep taktikler, dizilişler… KPSS denilen illet! Sınavda dahi soru kitapçığına hayalimdeki 11’i yazmaktan çekinmedim. İtalyan Hoca, 2012/13 sezonunda Empoli’nin başına geçti. Empoli ile ilk sezonunda felaket bir başlangıç yaptı. 7 hafta sonunda galibiyet yüzü görmeyen takım; 5 mağlubiyet 2 de beraberlik almıştı. Medya hiç vakit kaybetmeden Sarri’yi topun ağzına koydu. Ama ne olduysa bu kriz anından sonra oldu ve Empoli’nin çıkışı başladı. Kötü başladıkları sezonu 4. Bitirerek play-off oynadılar. Finalde Livorno ile ilk maçta 1–1 berabere kaldılar fakat ikinci maçta deplasmanda 1-0’lık skorla yenilerek Seria A hayallerini bir sene ertelediler. Sarri 2. sezonunda işi şansa bırakmadı. Israrla denediği baklava düzeni artık işe yarıyordu. 2005, Ancelotti’nin Milan’ı ve 2000, FaSAYI #2 / 43
tih Terim’in Galatasaray’ından hatırlayacağımız bu sistem Empoli ve Sarri’nin alâmetifarikası olmuş ve başarıyı beraberinde getirmişti. Harika geçen sezonun ardından bir zamanlar üstüne para verip takım çalıştıran adam, mütevazı Empoli’si ile ligi 2. sırada bitirerek Serie A’da boy gösterme şansını yakaladı. Yükseliş devrinin göze çarpan isimleri Valdifiori, Hysaj ve Saponara oldular. Özellikle Valdifiori, Sarri’nin sahadaki aklıydı. Genç adam, defansın önünde, Pirlo tarzında ama daha kesici bir rol alarak
44 / NİSAN 2016
Empoli’nin çift yönlü oyununun mimarı oldu. Seria A’da bahisler Empoli’nin tanınmamış gençler ve pili bitik yaşlılar ile geldiği gibi geri döneceği üzerine yoğunlaştı. Ama bahisçiler belli ki işkolik Sinyor 33 ile henüz tanışmamışlardı. Sarri’ye bu lakap Sansovino günlerinden miras kalmıştı. Kendisinin anlattığına göre duran toplar için tam 33 tane set hazırlıyor ve antrenmanda çalıştırıyordu fakat ne yazık ki maçta sadece 4-5 tanesini kullanabiliyor-
lardı. Empoli sanılanın aksine lige tutunmayı başardı. Ligi 15. sırada bitirerek ilk sezonlarında hedeflerine ulaştılar. Sarri ise bu sezonun ardından hedeflerine ulaşmakla kalmayıp gökyüzüne kadar çıktı. 7’sinde de 70’inde de diğerleri yıldızsa Napoli gökyüzüydü onun için. Çocukluk aşkı ile 56 yaşında tekrar karşılaştı. Sarri hiç tereddüt etmeden güneyli aşkına koştu. Bir çocukken ayrıldığı Napoli’sine bir yetişkin olarak geri döndü. Hem Napoli hem de o
çılgın bir tempo kazandılar. Underdog’un kralı Sarri, artık zırhını kuşanmış ve devler arenasında Kuzey’e kafa tutuyordu. Juve zaferinden sonra Milan’a 4 attılar. 2014 Dünya Kupası’nın şanssız forveti Higuain, Napoli’nin prensi olmuştu. Takımın liderinin en güzel çağlardaki gibi yine Arjantinli olması taraftarları ayrıca mest ediyordu. Maradona’ya şahitlik eden San Paolo tribünleri “El Pipita” nın her golünden sonra çılgınlar gibi heceleye heceleye Hİ-GU-AİN diye bağırmaya bayılıyordu. Anons sırasında Sarri’nin yüzündeki gülümsemeye de ben bayılıyordum. 28. hafta itibariyle Napoli, lider Juventus’un 3 puan gerisinde 2. sırada bulunuyor. Üstüne para verip antrenörlük yapan adam şimdi koca bir kente yıllar sonra şampiyonluk hayalleri kurduruyor. Antrenmanda sigara içmesi, 5’e 2 sırasında espressosunu yudumlaması insanlara sempatik gelebilir. Ya da aynı insanlar Mancini ile olan diyaloğu nedeniyle Sarri’den nefret edebilirler. Benim Sarri ile olan olayım ise; bu adamın hedefleri doğrultusunda elinde olanlardan, sevdiklerinden, alışkanlıklarından vazgeçebilmesiyle alakalı.
artık çok değişmişti ama Sarri, Napoli’sini hala küçük Maurizio gibi seviyordu. Güneye giderken yanında evlatları Valdifiori ve Hysaj’ı da götürdü. Belli ki geçmişini de unutmayacaktı. Sarri devlerin arasında da taktiğinden vazgeçmedi. 4-3-1-2 taktiğini oynatmaya devam etti. Valdifiori’sini yine oyunun merkezine koydu. Fakat sezon başlangıcı kötü oldu. Takım istediği oyunu bir türlü oynayamıyor, başarısız sonuçlar ardı ardına geliyordu. Artık Na-
poli’deydi ve kötü gidişata daha fazla tahammül edilemeyeceğinin o da farkındaydı. Çok sevdiği 4-3-1-2’sinden ve biricik Valdifiorisi’nden vazgeçti. Başarı için değişimi göze aldı, hem de en sevdiklerinden vazgeçerek… Jorginho’yu orta sahaya monte ettikten sonra takım sistemi de değişti. Napoli artık 4-2-3-1 ve 4-3-3’ün farklı şablonlarında oynamaya başlamıştı. 6. haftada Juventus galibiyetiyle
Benim gözümde Maurizio Sarri’nin öyküsü, garantici yaşamlara bir başkaldırı, hayatlarında yenilik için işaret bekleyenlere ilham kaynağı, uçuk hayalleri olanlara çılgın bir örnek. Bana gelirsek, Sarri ile kesiştiğimiz yıldan beri “Simurg’u göremesem de küçük bir serçeyi görmek, kaf dağına gidemesem de dünyanın kendisini görmek için çabalıyorum.” Sade yaşamıma rağmen yine de Sarri ile olan bağımız müstesna. Kendisi benim her daim Bünyamin’im olarak kalacak. O yaşayacak ben yazacağım.
SAYI #2 / 45
SA
46 / NİSAN 2016
Ş I M Ş : I U P S A U Y C A N R U O Y P O S A M T E N S U U A L Ğ Y AV Sİ AZLUMO M E MR
E İ L A
SAYI #2 / 47
li gerilimin patlama noktası, için binlerce insanın bir alanda bir araya geldiği bir futbol maçı olmuştu. Yani kapıdan içeri girdiğimizde arka planda hemen her alanda karşımıza çıkacak olan Craig McGill’in ifadesiyle spora iri yarı bir savunma oyuncusu gibi yapışmış olan siyaseti buluyoruz.
Çok fazla bilinmese de, Türkiye’nin futbol tarihinde Heysel’den çok önce benzer bir facia 1967 yılında Kayserispor-Sivasspor maçında yaşanmıştı. Bu iki takımın ilk karşılaşmasında Sivasspor taraftarları komşuya giderken epey heyecanlıydı. Ama ev sahibi takımın taraftarları futbol tarihimizin karanlık dehlizlerinde asla unutulmayacak bir karşılama hazırlamışlardı. O anları anlatmak için sözü Zeki Coşkun’a bırakalım: “Azınlıktılar, silahsızdılar. Dara düşenler tel örgüleri, demir parmaklıkları atlayıp oyun alanına kaçmaya çalışıyordu. Orada polis coplarıyla karşılaşıyorlardı. Tribündeki kavga oyun alanına sıçradı. Cehennemden kurtulmaya çalışanlar çıkış kapılarına akın etti. Kaçanla kovalayan karışmıştı. Kiminin göğsü daraldı, orada yığıldı kaldı. Kiminin kaburgaları çatırdadı, “Oy anam” dedi kaldı. Çiğnendiler, ezildiler. Öldüler. Gerilimi, hırsı haftalar öncesinden, kaynakları yıllar öncesinden başlayıp futbol alanında bir saat bile 48 / NİSAN 2016
sürmeyen Kayseri-Sivas maçı resmi kayıtlara göre 17 Eylül 1967’de kırk ölü, üç yüz yaralıyla yarıda kaldı.” Böylesi bir faciayı sadece holiganizm ya da futbolun “doğasındaki şiddet” olarak okuyanlar çoğunlukta olabilir. Ancak bu düşünmekten bile aciz insanların yüzeysel yorumlarından öteye geçmez. Okurken insanın içini parçalayan bu hadisenin arka planına Zeki Çoşkun’un “kaynakları yıllar öncesinden başlayıp” diyerek açık bıraktığı kapıdan girelim: İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar kendi sermaye birikimini korumacı sanayi politikaları üzerine kuran genç Cumhuriyet, bu yönde çok yol kat edemeyip bir de savaş sonrası Avrupa’ya, kıtanın tarım deposu olacak biçimde eklenince, Anadolu’daki kentler arasında sanayileşmeye başlama aşamasında bölgesel rekabet oluşmuştu. Bu ekonomik-siyasal rekabet çekişmesinin ticaretçileriyle, genç iş insanlarıyla en önde gidenleriydi Kayseri ve Sivas. Bu uzun süre-
Modern sporun doğuşundaki momentum noktası Aslına bakılırsa aydınlanmacılığın ilkel ampirik metodunda kalmış ve onu son zamanlarda bir güzel metafizik sosla bulamış bir eğitim sistemine sahip olduğumuz için iki farklı olgunun birbiriyle olan ilişkisini göremiyoruz. Aslında ta Hegel’den beri olguların ya da olguya bağlı süreçlerin birbirinin bir parçası olduğu, düşünce alanında epey bir yol kat etti. Şimdi bunu konumuza uyarlarsak spor ve siyasetin de iki farklı olgu olarak birbirine bağlı olduğunu söylememiz gerekir. Bir adım daha atarak şunu da diyebiliriz: Spora dair gelişen hemen her süreç siyaseti, siyasete dair gelişen hemen her süreç de sporu etkiler.
Bugün geçmişte kimsenin tahmin edemediği boyutlara ulaşmış olan modern sporun doğuşunu keşfetmek istersek karşımıza açık bir şekilde kentleşme çıkar. Zaten kentler olmadan sporun kitleselleşme ihtimalini konuşamazdık. Dünyada ilk kentlerin nasıl ortaya çıktığına bakarsak da belki de dünya tarihinin en acımasız süreçlerinden biri olan “çitleme” hareketlerini (sermaye sahiplerince, köylülerin şehirlere iş gücü olarak zorla göç ettirilmesini) görürüz. O dönemki yığınsal kente göçüş ve geniş çaplı işçileşmenin ilk yıllarında yine de sporun gelişmediğini söyleyebiliriz. Burada spora özellikle de futbola dair bilinen bir yanlışı ortaya serebiliriz: Futbol işçi sınıfının sporu olarak başladı! Bu önerme yanlış çünkü bahsetti-
ğimiz dönemdeki işçi sınıfı günde18 saat çalışıyordu ve futbola ayıracak hiç zamanları yoktu. Çocukların bile top oynaması mümkün değildi çünkü onlar da “küçük elleri ve bedenleri dar madenlerde, küçük makinelerde iş yapar” diye 3-4 yaşından sonra ya madenlerin karanlık koridorlarında ya da yemek molasının bile yasak olduğu fabrikalarda büyürlerdi. Ancak ne zaman işçi sınıfı, tarihinin ilk örgütlülük deneyiminin ardından çalışma saatleri dışında kendi zamanını kazanmaya başladı işte o zaman kitlesel olarak futbola yüzünü dönebildi. Ve futbol o zaman futbol olmaya başladı. Yani bugün az çok futbolu seven herkes aslında kendini o dönemki işçi sınıfının mücadelesine borçlu hissetmeli. İşte sporun “modernizasyonu” di-
ğer birçok şey gibi tam da böyle bir siyasal sürecin içerisinde gelişti. Bir başka deyişle bu ontolojik konumlanış bugünkü siyaset-spor ayrı şeyler fikrinin aslında tam anlamıyla baş aşağı durduğunu gösteriyor. Tarihi spor anlarının ve dönüşümlerin perde arkası Sporun aslında toplumun diğer her parçası gibi kendi doğal yapısı gereği siyasetle iç içe olduğu, tarihin bazı önemli anlarında ya da belli süreçlerinde daha net görülebilir. Örneğin olimpiyatların başlangıcından bugüne geldiği noktaya bir bakış atalım: Pierre de Coubertin birçok ülkeyi olimpiyat düzenleme fikrine ortak ettikten sonra antik olimpiyatlardan sonra ilk olimpiyat şampiyonu olacak olan James Connolly, oyunlara katılmak için
SAYI #2 / 49
yola çıkmak ister. Ancak okulu Harvard Üniversitesi ona 8 haftalık izin vermeyi reddedince onun da okulu bırakması gerekir. Kendi olanaklarını kullanarak olimpiyat oyunlarına ulaşmak isteyen Connolly günler süren deniz ve demir yolculuğuna çıkar. Napoli’de cüzdanını çaldırır. Son trene son anda yetişir. Yarışlardan sonra “O terene binemeseydim, burada olamazdım” der. İlk maratonu kazanan Spyridon Luis ise diğer Yunan sporcular başarı elde edemeyince ulusal kahraman olur. Kral yarışlar sonunda kendisine dileğini so-
50 / NİSAN 2016
runca da mesleğinin çoban olması nedeniyle “katır” ister. Bir de Koç Mehmet vardır Edirne’den oyunları duyunca Yunanistan’a giden ancak Osmanlı komitede yer almayınca boynu bükük dönen…
yük spor organizasyonuna… Yani toplumun tüketim alışkanlığının doğrudan bir parçası olarak sporu yönetenlerin elinde bu tüketimin dünya çapında “para basan” unsuru olan organizasyonel biçimine.
O zamanki amatör ruhun şekillendirdiği olimpiyat oyunlarından şimdiki kesin sınırları olan, paranın ve yayın gelirlerinin, dopingin ve yolsuzluğun ön planda olduğu olimpiyatlara. Daha kavramsal ifadesiyle, Andreas Klose’nin dediği gibi “alt kültürel katılımdan kitlesel bir medya eğlencesine dönüşen bü-
Bugün muazzam büyüklükte ekonomi yaratabilen Tour de France’in başlangıcında da bu anlardan birine rastlarız. Fransa Turu Tarihi kitabının yazarı Jean François Mignot, turun başlangıcının siyaset momentumuna nasıl oturduğunu gözler önüne sermiş. O dönemde Fransa’yı ortadan ikiye bölen Drey-
ki de hala politik olarak durduğun tarafı belli edecek tartışmalardan biri olan Dreyfus Olayı gibi siyasal bir olay bisikletin en büyük spor organizasyonunun başlamasına vesile olmuş.
fus Olayı turun da başlamasında önemli bir rol oynamıştı. O günlerde en çok satan spor gazetesi olan Le Velo’nun baş editörü, cesaretlice Dreyfus’un yanında yer alınca, gazetenin en önemli reklam verenlerinden Kont Dion, Dreyfus karşıtı milliyetçi iş adamlarıyla rakip bir gazete çıkarılmasına katkı sağlar. Bu yeni gazetenin adı L’Auto Velo olur. Daha sonra isim hakkı davasını kaybederek L’Auto olan gazete, tirajlarını arttırmak için Fransa’yı turlayacak bir bisiklet yarışını örgütler. Bu yarış zamanla bugünkü haline evrilir. Bugün Fransa’da bel-
Bunların yanında Bizans Döneminde tarihi İstanbul Hipodromu’nda patlak veren Nika ayaklanmasından Stade de France’in yanında patlayan bombaya kadar uzunca bir tarihte çeşitli siyasal gerilimlerin spor organizasyonlarına yansımalarının sayısız örneği mevcut. Bunların en meşhurlarından biri belki de 1956 Melburn Olimpiyatları’ndaki Macaristan ve SSCB su topu maçıdır. Olimpiyatlar öncesi Macaristan’da yaşanan hükümet aleyhtarı ayaklanmaya SSCB sert tepki verip Budapeşte’yi bombalayınca iki takım arasındaki su topu yarı finali yoğun bir siyasi atmosfer altında geçer. Maçın son anlarında Macarların efsane oyuncusu Ervin Zador’un (daha sonra ABD’ye göç edip Mark Spitz’in koçu olur) SSCB’li rakibinden yumruk yiyince kaşı açılır ve bir anda perde arkasındaki siyasi gerilim kanayarak havuzu kırmızıya boyar. Bu nedenle bu karşılaşma “Sudaki kan” olarak adlandırılır (Bu olayın arkasındaki siyasi tabloyu Quentin Tarantino and Lucy Liu birlikte yaptığı Freedom’s Fury belgeselinde daha geniş çapta görmek mümkün). Olimpiyatların belli bir dönemden sonra atletler arası rekabetten, ülkeler arası güç ispatına doğru yönelmesi yukarıdaki gibi sayısız örnek yaratmıştır. Bu durumu 1968’deki 200 metre erkekler madalya kürsüsünde unutulmaz protestoyu gerçekleştirenlerden biri olan John Carlos şöyle özetler: “Neden ülkenizin eşofmanlarını giymek zorundasınız ki? Neden ulusal marşları çalıyorlar? Neden Rusları yenmemiz gerekiyor? İnsa-
nın insana karşı yarıştığı olimpiyat idealizmine ne oldu?” Aslında John Carlos bu soruların cevabını çok iyi biliyordu: Siyaset! Apartheid rejimine rağmen Güney Afrika’nın olimpiyatlara alınmasını protesto etmek amacıyla yapılan o eylemin kahramanlarından biri de üçüncü olan Avustralyalı Peter Norman’dır. Neticede yapılan eyleme destek verdiği için ülkesine döndüğünde dışlanır ve atletizm kariyeri biter. Irkçı ayrımcılık diğer güzel olan her şey gibi onu da yutar. Peter Norman’dan bahsederken olimpiyat tarihinde ona çok benzer bir kaderi yaşayan ama pek bilinmeyen başka bir kahraman da vardır: Luz Long. Alman seyircisinin ve 3. Reich Hükümeti’nin hiç hoş karşılamadığı Jesse Owens, uzun atlamada rakibi olan Alman Luz Long tarafından oldukça samimi karşılanır ve Long, yarışma bittikten sonra soyunma odasına kadar onunla kol kola yürür . Sonrada akıbetine dair bir bilgi olmasa da Owens, Long hakkında şöyle der: “Sahip olduğum tüm kupaları ve madalyaları eritseniz de o anda Luz Long’a karşı hissettiğim 24 ayar dostluğun kaplaması bile olamazlar.” “We are politics!” Kadınların spor alanına katılımı ve elde ettiği her başarı, sporun erkek egemen biçimde örgütlenmesi nedeniyle politik tartışmaları beraberinde getirmiştir. Coubertin kadınları “zarif ve güzel ama güç ve rekabet ruhundan yoksun” olarak gördüğü için onlara ilk olimpiyatlarda yer vermemişti. Takip eden yıllarda kadınların hep güzel fizikli kalması ve evde olması gerektiği fikri uzun süre tartışılmıştı. Ancak kadınların örgütlenmesi ve dünyanın birçok yerinde eşitlik eylemleri yapması sporu da etkiledi ve kadınlar spor müsabakalarına katılmaya başladı. Yine de buna
SAYI #2 / 51
“SPORA DAİR GELİŞEN HEMEN HER SÜREÇ SİYASETİ, SİYASETE DAİR GELİŞEN HEMEN HER SÜREÇ DE SPORU ETKİLER.” dair tartışmalar günümüzde hala devam ediyor. Daha çok yakın bir dönemde İndian Wells eski direktörü Raymond Moore kadınları aşağılamaya yönelik ipe sapa gelmez açıklamalar yaptı. Asıl üzücü olanı ise tenis tarihinin en unutulmazlarından biri olma yolunda ilerleyen Novak Djokovic’in (her ne kadar sonradan özür dilese de) de benzer açıklamaları oldu. Oysa buna dair en önemli politik kırılma noktalarından biri Bobby Riggs ile Billie Jean King arasında oynanan maçta yaşanmıştı. Kendini amaçsızca kadınların erkeklerden zayıf olduğu kampanyasının başrol oyuncusu yapan Bobby Riggs’i setlerde 3-0’la deviren King, hem o maçta hem de o maçtan sonra yaptığı mücadelelerle spor ve kadınlar üzerindeki algının kırılmasında ciddi bir rol oynamıştır. Fazla mı politika yaptığı eleştirilerine cevabı ise bu yazının başından beri anlatmaya çalıştığı fikri üç kelimeyle özetleyen bir hal almıştır: “We are politics!” Bu noktada Kathrine Switzer’den bahsetmeden olmaz. Kendini maratonda görünce sinirden deliye dönen erkeklerin acımasız tacizlerine rağmen yaptığı eşitliğe koşusu, kadınların her alanda görünürlüğünü arttırmak adına tarihin en büyük politik eylemlerinden biridir. Kendi tarihinde sporun geleceği Spor tarihinde siyasi makamların spora dolaysız müdahalesini de defalarca görmek mümkün. Bunlardan en meşhuru hiç kuşku yok 52 / NİSAN 2016
ki nam-ı diğer Demir Leydi Margaret Thatcher’ın İngiliz futboluna indirdiği demir yumruk olmuştur. Tam bir işçi sınıfı düşmanı olan, iktidarda olduğu yıllarda sendikalarla adeta savaş yürüten hatta dünya tarihinin en acayip ifadelerinden biri olarak “toplum yoktur” diyen Thatcher, 1989 yılında görevli polislerin kusuru neticesinde gelişen Hillsborough faciasından sonra şiddetle taraftarları suçlamış ve hatta futbolu yasaklamak istemiştir. Bunu başaramayınca da tıpkı ülkenin genel siyasi politikaları gibi savcı Taylor’ın raporunu kullanarak futbolu da neoliberal politikalara kanalize etmiş ve Premier Lig’in kurulmasına giden yolu açarak futbolun İngiltere’deki yapılanmasını tamamen değiştirmiştir. Bir diğer örnek ise 2013 yılında Mısır’da Hüsnü Mübarek’in devrilmesinden sonra El Ehli ve El Mısri takımları arasında oynanan ve tam bir katliama dönüşen futbol maçıydı. Polis ve ordu birlikleri maçı provoke ederek onlarca El Ehli taraftarının ölümüne sebebiyet vermişti. Neden mi? Nedeni çok açık. Çünkü çatışma pratiği yüksek olan El Ehli taraftarı, Mübarek’in devrilmeden önce örgütlediği paramiliter Baltacılar timlerine karşı halkı kendini koruyabilmesi için Tahrir Meydanı’nda eğitmişti. Belki de bu sayede Mısır Halkı Baltacılara karşı meydanı korumayı başarabilmişti. Ordu ve polis ise ders vermek için yine o akla ilk gelen yeri, futbol sahasını seçmişti. Siyasetin sporu doğrudan etkiledi-
ğine yönelik en önemli kanıtlardan biri ise geçtiğimiz günlerde oynanması gereken Galatasaray-Fenerbahçe derbisinin ertelenmesiyle yaşandı. Ne yazık ki bir süredir bombalı saldırıların hedefinde olan Türkiye’de politikacıların yaptığı yanlışların etkisini spor üzerinde de görmek mümkün oldu ve maç oynatılmadı. Zira bu olay kesin biçimde gösterdi ki sporun işleyişi ülkenin siyasal güvenliğine göbekten bağlı ve siyasal güvenliğin olmadığı bir ortamda sporun böylesi geniş çapta icra edilmesi mümkün dahi değil. Yazıyı bir sonuca bağlarken bir kez daha söylemekte fayda var ki sporun tarihi yukarıda verilen örneklerden binlercesini barındırır. Gerek bu spesifik örnekler gerekse de sporun doğuşundan bu yana geldiği bugüne dair olan sürecin toplamı bize spor ve siyaset olgularını birbirinden farklı düşünme fırsatı vermiyor. Zaten hemen hemen savaşsız yıl geçirmemiş insanlık tarihinde şehirlerinde ve köylerinde her gün bombalar patlayan neslin kahraman olabilecek sporcuları hiç doğmamışken bazen spora dair düşünmenin kendisi bile en politik faaliyetlerden biri haline geliyor. Bütün bu anlatılanların ardından artık şunu diyebiliriz: Spor yaşanılan bütün bu işleyişin, oluş öykülerinin ve olacakların tarihidir. Hepsini içinde barındırır ve hepsinin de birer parçasıdır. Ve sporun geleceği bu parçaların silinmeyen izleri içerisinden çıkacaktır.
SAYI #2 / 53
ÜTOPY GÜZE
54 / NİSAN 2016
YALAR LDİR FURKAN KARASOY
SAYI #2 / 55
“...Ütopyamıza giden yolda her zaman çevremizi saran engeller olacak. Bu engeller el ele tutuşacak; bizi sıkıştırmak, bize aman vermemek isteyecek... Bana kalırsa; bizlere düşen, yolumuza set çeken bu engellere durmak nedir bilmeden omuz atmak, nefesimiz yettiğince zorlamak. Belki ütopyamıza ulaşmamız zor, ancak bu omuz darbeleri bizi bir adım da olsa ileriye götürmenin tek yolu. Ve o bir adım, yerimizde saymaya devam ettikçe asla atılmayacak...” Türkiye’nin yetiştirdiği çok önemli bir yazar, bir konuşmasında böyle anlatmıştı ütopyaları ve onlara giden zorlu yolları... Türkiye şartlarına alışmış çoğu bireyde görüldüğü gibi, sizin de lugatınızda ekol kelimesi kendine yer bulamamış olabilir. Zaten gerek de yoktur çoğunlukla; çocukluğumuzdan bu yana bize öğretilen, yerel ve anlık başarıların kâfi olduğudur, dahasını istemeyiz. Doğal olarak spor da ülkedeki tüm diğer konu başlıklarıyla aynı kaderi paylaşır, kafalarımıza işlenmiş sınırların içerisinde dolaşır durur. Ya da biz öyle biliriz... Bir gün çürümeye yüz tutmuş spor dünyamızda bir adam çıktı ve bugüne dek kabullendiğimiz tüm kalıpları yerle bir etmekten söz etti. Karşısındakiler ona deli gözüyle bakıyorlardı belki, ama o kendinden son derece emindi. Rasyonel konuşuyordu, hamasete tövbeliydi... Önemli olan, dönemin başkanı Özhan Canaydın’la frekansı tutmuştu, bunun sonucunda kararın alınması gecikmedi; Galatasaray’da tekerlekli sandalye basketbol takımı kuruluyordu. 56 / NİSAN 2016
İşte sınırlara inanmayan adam Sedat İncesu ve Engelsiz Aslanlar’ın hikâyesi böyle başladı. Koşan basketbolu oynarken geçirdiği sakatlığın ardından aktif spor hayatının sonlandığını düşünen ancak bir arkadaşının önerisiyle tekerlekli sandalye basketboluyla tanışan İncesu, bu spora başladığı andan itibaren tutkuyla bağlanmıştı. Yıllar içinde görev tanımı değişti ve oyunculuktan antrenörlüğe geçiş yaptı ama içindeki ateş hep kor kaldı. 2005 yılında Galatasaray’da göreve
başlarken, çıtayı en yükseğe koymaktan imtina etmemişti. Derken yolculuk başladı, ilk sezonun sonunda takım Süper Lig biletini alıp hedeflediği yoldaki ilk sınavını kazasız atlattı. Artık asıl maceranın zamanı gelmişti, Engelsiz Aslanlar da kemerlerini bağladı ve gaza bastı. Süper Lig’de de ilk sezonda şampiyonluk geldi. Bu performans kimileri için yeterliydi belki ama Sedat İncesu, o ‘kimilerinden’ değildi. Koç, kendinden emin bir şekilde Avrupa’da başarı
Hedeflerin sınırı yoktu, başarıların da... Engelsiz Aslanlar yılmadan çalıştı, her geçen gün biraz daha inandı. İşte bu büyük azim, tarih sayfalarına büyük harflerle notunu düştü: Ligde gelen ikinci şampiyonluk, Şampiyonlar Ligi Kupası ve Kıtalararası Kupa. Çıtayı geçmişlerdi ama Engelsiz Aslanlar her seneye bir öncekinde yaptıklarını hatırlamıyorcasına başlıyor, kaybolmayan hırs ve isteğiyle kükremeye devam ediyordu. Yıllar içinde Engelsiz Aslanlar çokça kazandı, bazen de kaybetti. Önemli olan ise onlar her zaman oradaydı; kupa ellerinde yükselse de, hüzünlü bir bakışla soyunma odasına dönseler de. İşte bu kararlılık, takımın kurulmasının ardından geçen on sezonda; biri Birinci Lig’de olmak üzere on lig şampiyonluğu, beş IWBF Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu, dört Kitakyushu Kıtalararası Kupa zaferi ve bir de Chieti Turnuvası şampiyonluğu başarılarını getiren faktör oldu.
sözü verirken; bir yandan takımın tabir-i caizse beynini yıkıyor, ülkenin ölümcül hastalıklarından “öğrenilmiş çaresizliği” yok etmek için mesai harcıyordu. Dışarıdan bakıldığında kolay görünebilecek bu sürecin ne kadar zahmetli ve hassas olduğu; kimi oyunculardaki psikolojik travmaların tedavisi, sıfırdan kurulan bir takımı başarıya götürecek kimyanın yakalanması gibi başlıklar da göz önüne alındığında daha rahat anlaşılıyordu. Bu zorlu süreç ilk meyvesini, tak-
vimler 2007 yılının Ekim ayını gösterirken verdi. Engelsiz Aslanlar, İtalyan Olimpiyat Komitesi’nin düzenlediği ve bu sezon da kendilerinin davet edildiği Chieti Turnuvası’nda üç İtalyan ekibini geçip kupaya uzandı. İtalya’dan gelen bu kupa uluslararası başarıların habercisi gibiydi. Evet, bundan önce de Türk takımları çeşitli branşlarda Avrupa’da kupalar kazanmıştı ama Engelsiz Aslanlar’ı diğerlerinden ayıran şey basitti: bu takımda kupa değil ekol hedefleniyordu.
Türkiye artık bir spor branşında yerini perçinlemişti ve bunu alışageldiğimiz tesadüfi yollarla değil, bilimsel ve sistematik çalışmaların ışığında başarmıştı. 2005’te bir rüya gören Sedat İncesu, büyük başarılardan öte büyük hayallerin bile tabu olduğu ülkesine sistemin ve azmin yapabildiklerini kanıtlamıştı. Sedat İncesu’nun bu meydan okuması Galatasaray’la sınırlı değildi. Kulüp görevinin yanında Milli Takım’ı da çalıştıran İncesu’nun yönetiminde Türkiye; Avrupa ve Dünya Şampiyonaları’ndan madalyalar getirmeye başladı. NereSAYI #2 / 57
“...BU PERFORMANS KİMİLERİ İÇİN YETERLİYDİ BELKİ AMA SEDAT İNCESU, O ‘KİMİLERİNDEN’ DEĞİLDİ.” sinden bakarsanız bakın rüya gibi bir senaryo değil mi? Gerçek maalesef ki farklıydı, her zaman farklı olmuştu. Bu ekip ülkenin gerçeklerinden çok uzaklara yol almayı başarsa da, ülkenin standartlarından şaşmaya niyeti yoktu. Türkiye’nin en büyük gazetelerinden birinde spor müdürü unvanıyla görev alan bir şahıs, Engelsiz Aslanlar’ın alışkanlık haline getirdiği Şampiyonlar Ligi zaferinin üstüne “Elbette tebrik ederim ancak bu iş biraz da para işi. Bütçeniz iyi oldu mu, kupalar zaten kendiliğinden geliyor” açıklamasını yapmaktan kendini alamıyor, bu coğrafyanın dünyada zirveye oynayacağı ender branşlardan biri olan “meyve veren ağacı taşlama”da altın madalyaya çok da yorulmadan uzanıyordu. Tamam; basının bu ekibin, bu insanların hakkını hiçbir zaman teslim etmeyeceği belliydi. Ülkedeki sporseverler arasında çok ama çok küçük bir kesim dışında bu başarılarla ilgilenen de pek yoktu, ona da eyvallah. Ama işin en acısı, bu insanların yaptıklarıyla koltuklarındaki yerlerini sağlamlaştıran insanlar da ilgisiz kalmanın ötesine geçmiş, artık takıma köstek olmaya başlamıştı. İşte bu can acıtan sıkıntıların en büyüğü “kutsal görev” bilinen Milli Takım’da yaşanıyordu. Takım, bazı kamplarda fizyoterapist ve sağlık görevlisi olmadan çalışmaya zorlanıyor, ayrıca oyuncuların tekerlekli sandalyeleri ile ilgili masrafları
58 / NİSAN 2016
karşılanmıyordu. 12 Cesur Adam bu olanlara boyun eğmiyor, yola devam ediyordu. Ancak bir gün tüyler ürperten bir skandal patlak verdi... Federasyon Genel Sekreteri, oyunculara ‘cinsel içerikli’ şakalar yapıp, “sağlam kadınlarla evlenmemeleri” adına nasihatler vermeye başladı. Hayallerinde sınır tanımayan adam Sedat İncesu, artık tahammülünün bir sınırı olduğunu keşfediyordu. Onun için sonun başlangıcı gelmişti, sürdürdüğü bu kavgada daha fazla direnemedi ve Milli Takım kariyeri hazin bir şekilde sonlandı. Bu sırada Galatasaray’daki iklimin de dört dörtlük olduğu söylenemezdi. Kulüp yönetimi başarısız manevralarının bedelini Engelsiz Aslanlar’a ödetiyor ve oyunculara vadedilen primler ödenmiyor, ekip her gün biraz daha yalnızlaştırılıyordu. Kim bilir, belki de bir yıldırma politikasıydı bu... Kadro yavaş yavaş erimeye başlamıştı, Engelsiz Aslanlar artık kan kaybediyordu. Tüm bu yaşananlar yetmezmiş gibi Galatasaray – Beşiktaş arasındaki ezeli rekabetin karanlık yüzü tekerlekli sandalye basketbolunu da etkisi altına aldı. Çok şükür bu branşın da ötekilerden eksiği kalmamıştı; nur topu gibi tribün kavgalarımız, türlü türlü milliyetçi şovlarımız da vardı artık. Beşiktaş Başkanı Fikret Orman’ın “Tekerlekli sandalye basketbolu sosyal sorumluluk projesidir, para harcanacaksa bu ülkenin çocuklarına
harcansın. Başarı için bu ülkenin parası yurt dışına gidiyor” çıkışı, Beşiktaş – Galatasaray maçında Türk pasaportu da bulunan iki Polonyalı oyuncu Mateusz Filipski (Mete Sarı) ve Piotr Luszynski’nin (Mehmet Türk) tribünlerde manidar bir biçimde Türk bayrakları ile karşılanması ve Sedat İncesu’nun “vatan haini” söylemlerinin hedefini bulmasıyla sonuçlandı. Evet, her şey bir rüya ile başlamıştı... Onlarca kupaya, tarifi mümkün olmayan bunca güzel anıya rağmen, elde kalan yalnızca o bildik acı tabloydu... Gerek kulüp, gerekse federasyon seviyesinde ayyuka çıkmış arsızlıklar, üzerine kulüpçülük sosu gezdirilmiş sıcacık milliyetçilik... Türkiye nihayet sporunun bu arındırılmış bölgesini de talan etmeyi başarmıştı. Aslanlar belki hikayenin sonuna geliyor, belki de uğruna yıllarını heba ettikleri o ‘ekol’ bu ülkede asla kurulmayacak... Ama onlar hala pes etmiş değil: öyle ki geçtiğimiz günlerde 8 kişilik kadroyla gidebildikleri İtalya’dan Şampiyonlar Ligi biletini çıkarmayı başardılar. Bu ülke onları sindirmek için topuyla tüfeğiyle saldırırken, onlar her zamankinden daha da sıkı kenetlenip, tüm bu yaşananlara en güzel cevabı vermek için çalışıyorlar. Bahanelere, engellere sığınmadan; ütopyaları uğruna, o “bir adım” uğruna omuz atıyorlar... Gelecek başarı onların vedası anlamına gelse bile...
KEŞKE DÜNYA BU KADAR KİRLENMİŞ OLMASAYDI SAYI #2 / 59
60 / NİSAN 2016
YALNIZCA BİR DAHİ: MAGNUS CARLSEN EGE KİMYONŞEN
58, 57, 56… Etraflarında çember oluşturmuş topluluk için herhangi bir geri sayımdı belki de, ancak akan saniyeler Magnus için bambaşka şeyler ifade ediyordu şüphesiz. Oyun tahtası ile saat arasında turlayan heyecanlı gözleri ciddi bir problemin dışavurumuydu: Kontrolü tamamen kaybetmişti. Mesele yalnızca kalenin bulunduğu konum değildi. Son kalan piyonunu nasıl koruması gerektiği de aklındaki en büyük soru işareti olamazdı. Kaybediyordu işte. Saniyeler akıyordu; rakibi Levon Aronian’ın yüzündeki gülümseme daha da belirginleşirken Magnus, kendisini basın odasında büyük bir gerginlikle takip eden babası ve antrenörünün gözleri önünde kaybediyordu. Ve önemli olan buydu.
çirmesi gereken bu çocuğun Tri- ediyorlardı. Birkaç hafta sonra, bepoli’de Dünya Şampiyonası’nda işi nim yenmekte zorlandığım rakipneydi? leri yenmeye başlamıştı bile.”
Cevap: Magnus Carlsen yalnızca çok özel bir çocuktu. Stefan Zweig’ın Czentovic’i gibi ebeveynsiz geçen sorunlu bir çocukluğun yarattığı dramatik bir hikayeye sahip değil belki ancak onun Grandmaster (Satranç Büyükustası) ve Dünya Şampiyonu olmaya giden yoldaki maceraları da oldukça ilginç. İki yaşındayken 50 parçalı yapbozlar ile ilgilenmeye başlayan küçük Magnus, dört yaşına geldiğinde çok daha büyük yaştaki çocuklar için üretilen Lego oyuncakları rahatlıkla kurabiliyordu. Yaşıtlarından ileri olan zekasını ve hafızasını doğal olarak ailesi de fark etti ve babası ona 5 yaşında satranç oynamayı öğretti. Başlangıçta satranç ile pek 3, 2, 1… fazla ilgilenmedi, yapmayı en sevdiği şey futbol oynamaktı. Fakat Büyük bir hayalkırıklığıyla gözlebabasının da teşvikiyle satranca rini kapattı ve arkasına yaslandı. gitgide bağlandı ve hızla gelişim Salonu terk etmeden önce, masakaydetti. Babası o dönemi şöyle anyı çevreleyen topluluğun önünde latıyor: bir süre öylece durdu. Daha sonra bu an için: “Yalnızca bir oyun“9 yaşında beni ilk yendiğinde, zadan sonra gece uyuyamadım, o da ten onun müthiş bir yeteneğe sahip Aronian’a karşı olandı.” şeklinde olduğunu biliyordum. O dönem konuşacaktı. Henüz 13 yaşındaydı; Oslo Satranç Kulübü’nde birçok Baerum’da kız kardeşleriyle oyun turnuvada oynadık. Haftalık blitz oynaması, arkadaşlarıyla vakit ge(hızlı satranç) turnuvaları organize
Norveçli Büyükusta Simen Agdestein’ın, Magnus’taki cevheri keşfedip onunla çalışmaya başlaması da tam olarak bu döneme denk geliyor. Agdestein’ın önemi, Magnus’un satranç dünyasının kapılarını önce yavaş yavaş aralayıp, sonra kırarcasına açacağı kariyerinin ilk beş senesinde, bir nevi onun büyük çıkışında yanında olan isim olmasında yatıyor. 2004 yılında, yani Agdestein ile çalışmaya başladıktan yaklaşık 5 sene sonra İzlanda’nın başkenti Reykjavik’te düzenlenen bir hızlı satranç turnuvasına katılan Magnus; bu turnuvayla birlikte satrancın yaşayan efsaneleriyle maç yapma fırsatına erişecek ve henüz 13 yaşında olmasına rağmen ne kadar büyük olduğunu herkese kanıtlayacaktı. Önce eski dünya şampiyonu Anatoly Karpov’u yenen Magnus, sonrasında o dönemki Dünya Şampiyonu Garry Kasparov ile berabere kalarak satranç oynamayı bilen herkesin hayallerini kurduğu başarıya 13 yaşında ulaşmış oluyordu. Daha sonrası ise, aynı sene Grandmaster ünvanını alması, 2013 yılında o dönemki şampiyon Viswanathan Anand’ı yenerek yeni ve tarihteki en genç SAYI #2 / 61
“ANATOLY KARPOV’U YENEN MAGNUS, SONRASINDA O DÖNEMKİ DÜNYA ŞAMPİYONU GARRY KASPAROV İLE BERABERE KALARAK SATRANÇ OYNAMAYI BİLEN HERKESİN HAYALLERİNİ KURDUĞU BAŞARIYA 13 YAŞINDA ULAŞMIŞ OLUYORDU.” Dünya Şampiyonu olması gibi onun için beklenmedik olmayan başarılar zinciri. 2004 yılında Reykjavik’te Kasparov ile bir anısı, şampiyonluğa giden yolda özgüvenin ve oturmuş karaktere sahip olmanın, aslında yetenek kadar önemli olduğunu anlamak için örnek teşkil eden cinste. Aralarında oynanacak ilk maçtan önce Kasparov ile organizatörler arasında bir iletişim kopukluğu yaşanıyor. Maçın 18.00’da başlaması gerekirken Kasparov 19.00’da salona varıyor ve 13 yaşındaki rakibi Magnus’a “Geciktiğim için özür dilerim, ancak problem bende değil onlarda.” şeklinde bir açıklama yapıyor. Berabere biten maçın sonrasında Magnus Carlsen’in olay ile ilgili açıklamaları ise hayli ilginç: -Aslında saati 18.00’de başlatmalıydık, bu onun ukalalığına iyi bir ders olurdu. -Peki Kasparov’un sana söylediklerinden sonra ona ne cevap verdin? -Hiçbir şey demedim, bence cevap verilemeyecek kadar aptalcaydı. Olağanüstü yetenekleri, küçük yaşına rağmen sahip olduğu büyük özgüveni ve karakteri Magnus’un asla tökezlemediği anlamına gelmez. Başlangıçtaki Levon Aronian bahsi de bunun en büyük göstergesi. Kariyerinin henüz başındaki 62 / NİSAN 2016
bu ilk büyük yenilgisinin önemi, aslında maçın sonucunda değil, Magnus’un kaybetme kavramına gösterdiği reaksiyonda yatıyor. Her sporcu için şampiyonluk yolu fedakârlıklarla, sıkıntılarla belki de acılarla doludur. Çocuk olmak, sizi yürüdüğünüz yoldaki çakıl taşlarından korumaz. Büyük şampiyon Garry Kasparov’un dediği gibi: “Kaybedilen maçlardan sonra tabii ki kendinize gelmeniz gerekir, ancak aynı zamanda kendinizi cezalandırmalısınız. ‘Neyse, bu maçı kaybettim, başka bir tanesini kazanırım sorun değil’ demeyi de seçebilirsiniz ancak 1 numara olmak için gereken reçete bu değildir.” Siyah ile beyazın amansız mücadelesi Magnus Carlsen’den yüzyıllar önce başlamıştı ve ondan yüzyıllar sonra da devam edecek. O ise görünüşte şansa asla yer olmayan bu oyunda bize bambaşka bir şey gösterdi: Dahi olmak, satrançta sahip olunabilecek en büyük şanstır. Ayrıcalıklı bir aileye veya çarpıcı bir hikayeye sahip olmanız gerekmez, hangi zaman diliminde yaşadığınızın ve bulunduğunuz noktaya nasıl ve hangi şartlarda geldiğinizin de pek önemi yoktur. Bazen, sebebi olmaksızın doğa insanlığa hediyesini bahşeder. Bazen Leonardo Da Vinci’sinizdir, bazen Wolfgang Amadeus Mozart, bazen ise Magnus Carlsen.
SAYI #2 / 63
TEK POTA SERCAN YAZGAN
Matematik dersinde sonsuza kadar zıplayan bir basketbol topuyla ilgili sorular görmüştü Dorukhan. “Olur mu lan öyle şey?” deyip, üzerinde durmadı. Üzerinde durduğu asıl konu basketbol oyununun kendisiydi. Öyle bir durdu ki üzerinde, oynadığı takımın kaptanı bile oldu. “Olur mu lan öyle şey?” dedi yine. Oluyordu aslında. Olurdu yani. Bir bomba patladı. Ta burada, buramızda. Bize ne oldu? Bize hiçbir şey olmadı. Ölenler ölüp giderken, yaşayabiliyor olduğumuzdan utanç duymak dışında hiçbir şey olmadı bize. Dorukhan ne düşünüyordu o bomba patlamadan hemen önce? Takı64 / NİSAN 2016
mının puan cetvelindeki yerini mi? Yoksa basketbol geleceğini mi? Ya da basketbolundan çalan sınavlarını mı? Âşıktı belki. Sevdiği kızı düşünüyordu kor gibi. Belki de takımın bitirimlerinden birinin gönderdiği mesajı okumuş, gülmüş, telefonunu cebine sokuyordu. O gülümseme suratındayken mi gümbürdedi Kızılay? Silindi mi o kavruk gülümseme? Yoksa bu şakacıktan feleğe gülerek mi gitti yerküreden? Ne oldu Dorukhan gidince? Başın sağ olsun diyenler. Rahmet dileyenler. Kazadır, kaderdir deyip geçiştirenler. Çalışkan çocuktu, yakışıklı çocuktu bile diyenler oldu. Sanki tembel ve çirkin olsa ölmeyi hak edermiş gibi. Aynı gün yitip
giden Ozancan için ne dedilerse aynısını dediler. Ondan beş ay önce yok ettikleri, Ozancan’ın arkadaşı Ali Deniz için dediklerini de dediler harfiyen. Ama hep bir şeyler söylediler. Sürekli konuşup, kendi sesleriyle yok saymaya çalıştılar Orta Çağ Avrupası’ndan kalmış bir heykel gibi apaçık ortada duran bunca acıyı. Şimdi bir yerlerde sonsuza kadar zıplayan bir basketbol topu var. O topu zıplatan sınırsız gücün Dorukhan’ın ellerinden geldiğini hayal edeceğim daima. Hatta Ozancan’la tek pota maçlar yapacaklardır. “Olur mu lan öyle şey?” Olsun artık. O kadarı da olsun artık!
SAYI #2 / 65
66 / NİSAN 2016
YENİLMEDEN KAYBEDENLER EFE CAN ERTEKİN
SAYI #2 / 67
Her şey 20 Şubat 1984 günü Hasbi Menteşoğlu’nun başkan seçilmesiyle başladı. Samsunspor, 198283 sezonunda, 20 yaşındaki Tanju Çolak’ın 16 golüne rağmen 1.Lig’de tutunamamış, 2.Lig’in yolunu tutmuştu. Ertesi sezon yeniden yükselmek için mücadele veren takım, o zamanlar, üç grupta oynanan 2.Lig’in A Grubu’nu 3. tamamlamış ve hayallerini gelecek sezona ertelemişti. Fethi Demircan’ın yönetiminde 2.Lig C Grubu’nu sadece 2 mağlubiyet alarak lider tamamlayan ve şampiyonluğa ulaşarak 1.Lig’e geri dönen Samsunspor için 1984-85 sezonu, altın çağın başlangıcı olmuştu. Santrfor bölgesinde ülkenin en kaliteli golcüsü Tanju’ya sahip Samsunspor, savunma bölgesini sağlamlaştırmak amacıyla Zonguldakspor’dan Muzaffer Badalıoğlu’nu transfer etti. Kırmızı-beyazlılar, Muzaffer sayesinde defansta kusursuza yakın bir uyum yakala-
68 / NİSAN 2016
dı. 25 yaşındaki stoper de, büyük takımları reddederek geldiği Samsun’da halinden çok memnundu. Sert oyun stiliyle tanınan Badalıoğlu, “Kasap” lakabıyla anılırdı. Hatta Milliyet gazetesine verdiği bir röportajda “kasap” lakabı hakkındaki düşüncesini; “Abi insanın adı çıkacağına canı çıksın.” şeklinde belirtmişti. Gerek stoper olmasıyla, gerek efendi kişiliğiyle ve maalesef hayat hikâyesiyle, bana Andres Escobar’la arasında bir bağ kurdurduğunu söylemeliyim.
eklediğimizde lige daha yeni çıkan Samsunspor, sezonu Fenerbahçe ve Trabzonspor gibi şampiyonluk yaşamış takımların önünde, 3.sırada bitiriyordu. Tanju da Samsunspor’un 1.Lig’deki ilk gol kralı olarak tarihe geçerken Avrupa’da bronz ayakkabı ödülünü de kazanmıştı.
O sezona geri dönecek olursak, -sonraki yıllarda takımın kaptanı olacak- Emin Kar ve Muzaffer’in kaliteli savunma performansına, gelecek yıllarda milli takıma kadar yükselecek, kaleci Fatih Uraz’ın da katılmasıyla o bölgede kimyayı yakalamayı başarmıştı Samsunspor. Rıfat Benli ve Savaş Demiral da orta sahada dikkat çeken oyuncular olmuşlardı. Tanju’nun 33 golünü de bu uzayıp giden listeye
1986-87 sezonu, kulüp tarihinin en iyi sezonu olarak kayıtlara geçecekti. Ligde uzunca bir süre liderlik koltuğunu kimseye kaptırmayan Samsunspor, ikinci yarıda peş peşe aldığı Eskişehir ve Trabzon mağlubiyetlerinin ardından şampiyonluk yarışı içinde olduğu Galatasaray’a da 4-1 mağlup olunca peri masalını devam ettiremedi. Ligi yine 3.sırada tamamlayıp, Türkiye Kupası’nda da yarı final oynayarak
Bu sezondan akıllara kazınan karşılaşmaysa şüphesiz ki Samsunspor’un Fenerbahçe karşısında aldığı 4-0’lık galibiyet olmuştu.
büyük bir başarıya imza attılar. Öte yandan, Tanju Çolak rakip fileleri 25 kez havalandırarak tekrar gol kralı olma sevinci yaşıyordu. Zaten sezon sonunda da bronz ayakkabısını altına dönüştüreceği Galatasaray’ın yolunu tutuyordu. Savunmanın değerli parçalarından Muzaffer için de Fenerbahçe devreye girmişti, ancak transfer gerçekleşmemişti. Samsunspor’un 2 sezonluk yükseliş döneminden çıkartılan çok enteresan bir istatistik var. Kırmızı-beyazlılar, bu dönemde Fenerbahçe’yle 4’ü lig, 2’si Türkiye Kupası olmak üzere 6 maç oynamış ve bu karşılaşmaların hiçbirini kaybetmeden –yalnızca kupadaki bir maç berabere sonuçlanmış- rakibine mutlak üstünlük kurmayı başarmıştı. Özellikle ligde Fenerbahçe’yi iki sezon üst üste 4-0 mağlup etmeleri üzerine Samsun halkının, dolmuş ve minibüslerde “Arkayı Fenerleyelim!” esprisi yaptıkları büyüklerimiz tarafından çokça dile getirilir. Karadeniz ekibi, 1987-88 sezonunun başında, Tanju’nun gidişinden boşalan forvet mevkiini doldurmak amacıyla Kıbrıslı Mete Adanır’ı renklerine bağlamıştı. Geride kalan yılların aksine bu sezona, kötü bir başlangıç yapan Samsunspor, teknik direktörlüğe Şükrü Esat Goran’ın gelmesiyle çok geçmeden toparlanmaya başladı. İç sahada Eskişehir ve Rize’yi yenip, Zonguldak deplasmanından da galibiyetle dönüyorlardı. Geçtiğimiz yılın şampiyonu Galatasaray’la oynadıkları karşılaşma ise nefesleri kesmişti. Dakikalar 82’yi gösterdiğinde Samsun 19 Mayıs Stadı’nı sevince boğan isim Mete Adanır
SAYI #2 / 69
oluyordu. Mete golüyle kendini hem Samsunspor taraftarına hem de Türk futbol izleyicisine tanıtmış oluyordu. Maç sonunda büyük üstad Ercan Taner’le yaptığı röportajı da internetten kısa bir arama sonucu bulmanız mümkün. Düzgün diksiyonuyla diğer futbolculardan farklı olduğunu belli eden Mete, Kıbrıslı futbolcuların ligimizdeki ilk temsilcilerinden biriydi. Türkiye Kupası finalinde kupayı Sakaryaspor’a kaybeden ve ligi 4.sırada tamamlayan Samsunspor, ülkeye büyük takım olmadan da istikrar sağlanabileceğini kanıtlamaya devam ediyordu. Bunun yanı sıra Kırmızı-beyazlıların 4
70 / NİSAN 2016
büyüklerden daha küçük bir ekonomik yapısı yoktu. Başkan Hasbi Menteşoğlu’nun yönetimiyle Samsunspor, hem sahadaki oyun açısından hem de ekonomik açıdan büyüklerle rahatlıkla mücadele edebilecek konuma gelmişti. O zamanları yaşayan herkes o takımın efsane olarak anılacağını biliyordu. 1988-89 sezonu da geçen sene gibi iyi başlamamıştı, devre arasından 2 maç önce Şükrü Esat Goran’la ayrılan yollar, kulübün sembol isimlerinden Nuri Asan’la birleştiriliyordu. Nuri Hoca, futbolculuk yıllarında Galatasaray’la şampiyonluk sevinci yaşamış ve Ankaragücü’nde oynamış olmasına rağ-
men hayali bir gün memleketinin takımı Samsunspor’un formasını giymekti. Öyle ki 29 yaşında halen büyük takımlarda forma giyebilecek konumdayken, 2.Lig’deki Samsunspor’a transfer olup, hayalini gerçekleştirdi. Üstüne üstlük gittiği sezon Kırımızı-beyazlılarla şampiyonluk sevinci yaşayıp 1.Lig’e yükselen ilk Karadeniz ekibi olarak Samsunspor’la tarih yazdı. Nuri Asan’ın Samsunspor için hissettikleri ne bir kupa ne de tonlarca parayla ölçülebilecek bir şeydi. Yürekten ve koşulsuz bir sevgiyle bağlıydı memleketinin takımına, öyle ki takımı da onu unutulmaz kılmak ve onurlandırmak adına kulübün tesislerine adını verecekti.
Nuri Asan yönetiminde, ilk yarının son maçında Sakarya deplasmanından galibiyetle döndüler. İkinci devrenin ilk maçı Malatyaspor deplasmanıydı. Malatyaspor, geçtiğimiz sezonu üçüncü tamamlamış, tıpkı Samsunspor gibi dikkatleri üzerine çekmiş bir takımdı. 20 Ocak 1989, karlı ve karanlık bir gündü. Bu parıltılı dönemin son günüydü, fakat bundan kimsenin haberi yoktu. Samsunsporlu futbolcuları taşıyan otobüs, Havza yolunda bir kamyonla çarpıştı. Kaza sonucu teknik direktör Nuri Asan, Muzaffer Badalıoğlu, Mete Adanır ve şoför Asım Özkan olay yerinde hayata gözlerini yumdular. Takıma
o sezon katılan Yugoslav Zoran Tomic, kazadan sonra 6 ay komada kalmış, fakat tüm uğraşlara rağmen vefat etmişti. Kaptan Emin Kar ve Erol Dinler’in futbol hayatlarıysa sona ermişti. Kazadan kalıcı bir hasar almadan kurtulan Fatih Uraz, Yüksel Öğüten, Kasım Çıkla ve Uğur Terzi ise futbola devam etmelerine karşın hiçbir zaman eski performanslarına ulaşamadılar. O sezonun ikinci yarısında hiçbir maça çıkamayan Samsunspor, tüm karşılaşmalarda 3-0 hükmen mağlup sayılmasına rağmen, federasyon tarafından oluşturulan bir statüyle ligden düşmedi. Yazının başından beri kuruluş renklerine vurgu yaptığım kırmızı-beyazın yanına bu olaydan sonra siyah da eklendi. Kırmızı-beyaz-siyahlılar, sonraki sezon 2.Lig’e düşmenin önüne geçemedi, bunun ardından 3 sezon bir düşüp bir çıktılar. Bundan 4-5 sezon öncesine kadar şampiyonluk yarışı veren ekip, “asansör takıma” dönüşmüştü. (Şu anki Süper Lig ile 1.Lig arasında en çok gidip gelen takımın da 14 kez ile Samsunspor olduğunu belirtelim.) 1993-94 sezonundan, 2005-06’ya kadar Süper Lig’de mücadele etme başarısı gösterseler de şehre futbolu sevdiren takım hiçbir zaman unutulmadı. Elim kazadan tekerlekli sandalyeye mahkûm olarak kurtulan kaptan Emin Kar’ın futbol yaşantısı sona erse de içindeki Samsunspor aşkı tükenmemişti. Samsun 19 Mayıs Stadı’ndaki her karşılaşmayı saha kenarındaki arabasının içinden takip eden Kar, 2012’de zor günler geçiren Samsunspor için elini taşın altına koydu ve kulüp başkanı oldu. O efsane kadronun kaptanı,
2012’den 2014’e kadar başkanlık görevini sürdürdü. Yazının başında her şey Hasbi Menteşoğlu’nun başkanlığıyla başladı demiştim. Bu kelimeleri sayısal dayanaklarla açıklamak zihinlerimizi biraz daha berraklaştıracaktır. Zira, 20 Şubat 1984-23 Nisan 1989, yani Menteşoğlu’nun başkanlık yaptığı dönemde Samsunspor, toplamda oynadığı 172 maçta, 93 galibiyet, 48 beraberlik ve 31 mağlubiyet aldı, rakip fileleri 261 kez havalandırırken, kalesinde 125 gol gördü. Ligde her zaman zirveye oynadı. Diğer taraftan, Menteşoğlu ve takımının kaderi de paralel seyretmişti. Başkanlığı bıraktıktan sonra 1990 yılında, 100’den fazla işletmesine devlet tarafından el konulan Menteşoğlu’nun işleri de, tıpkı Samsunspor gibi, bir girdabın içinde boğulup gitmiştir. Tüm ülkenin, özellikle Samsun halkının asla unutamadığı bu kara gün 19 Ocak 2014’te Samsunspor’un Tavşanlı Linyit’i Samsun 19 Mayıs Stadı’nda ağırladığı maç öncesinde, sahnelenen enfes bir koreografiyle beynimize kazındı. Görsel şovun yanı sıra arka planda çalan Seha Okuş’un sesinden “Hasretinle Yandı Gönlüm” parçası da insanın tüylerini diken diken ediyordu. Onları herkesten farklı kılan bir başka sebep de yenilmeden kaybetmiş olmalarıydı. Şehrin ve takımın parlak günleri, hiç kimsenin öngöremeyeceği kadar acıklı bir finalle 20 Ocak 1989 günü sona ermişti.
SAYI #2 / 71
BİR, AZ OLUR TUNA MENEVŞE
72 / NİSAN 2016
SAYI #2 / 73
Yazıya, bir kişiden daha fazlası diyerek başlasak doğru olur. Dayanıklılık, güç, hız gibi spor için gereken bütün bileşenleri içeren bir branşı yapmasının yanında; kendisi gibi profesyonel sporcu olup hem de aynı spor branşının benzerinde yarışan bir eşe sahip olmak... Zor bir hayat olsa gerek. Kimden mi bahsediyorum? Dekatlonda dünya rekortmeni Amerikalı Ashton Eaton’dan. Her ne kadar sporun milleti olmasa da ‘Amerikalı’ kelimesini belirtmemin nedeni bu tür başarılı sporcuların çoğunlukla o ülkenin spor geleneğinden çıkmasıdır, maalesef biz o geleneğe bir hayli uzağız. Eaton, ülkemizde bir spor markası olarak bilinse de, aslında antik olimpiyatlarda bulunan pentatlonun geliştirilmiş hali olan ve bu branşta başarılı olanların geleneksel olarak “dünyanın en büyük sporcusu” olarak adlandırıldığı dekatlonu tekrar gündeme getirdi. Amerikalı sporcu başarıları sayesinde son dönemde yaşanan doping skandalları ve Iaaf ’deki yolsuzluk iddialarına rağmen, atletizme olan ilgiyi ve desteği ayakta tutanlardan birisi oldu. Bu etkileyicilik tabii ki profesyonel sporun bir parçası haline gelen sponsorların da ilgisini çekiyor. Ashton da bundan yararlandı ve güçlü bir markayla sözleşme imzalayarak bu pastadan bir pay aldı. Öyle ki, bir diğer sponsoru da bir yarışma sonrası başını yaralamasının ardından, bir sonraki yarış için özel başlık tasarlamıştı. Bu yazının yazıldığı hafta; Ashton’ın eşi Brianne Theisen Eaton, Portland’ta yapılan Dünya Salon Atletizm Şampiyonası’nda pentatlonda son yarışa geride girip, dünyada bu yılın en iyi derecesini yaparak şampiyon oldu. Eaton ailesinin
74 / NİSAN 2016
en mutlu olduğu hafta bu hafta olabilir çünkü eşinden bir gün sonra Ashton da, doğduğu şehirde yapılan bu şampiyonada, heptatlonda dünya rekoru beklentisiyle izlendi ve dünya rekorunu kıramayıp, -bu nedenle kendi seyircisini biraz da hayal kırıklığına uğratarak- eşi gibi sadece yılın en iyi derecesiyle yetinerek altını aldı. Sadece bir önceki cümlede geçen “hayal kırıklığı” kelimesi bile bu atletin ne kadar etkili bir sporcu olduğunu gösteriyor. Ashton, gelecek sporculara sadece dereceleriyle değil merak tutkusuyla da ilham veriyor. Hayatını atletizm dışında tanımlayan diğer şeyin “merak” olduğunu ifade ediyor. İfade edilen merak duygusu tarih boyunca, insanı ve insanlığı geliştirip önce insanı fikirler üretmeye, sonra bu fikirleri gerçekleştirmeye itti. Bu duygunun Eaton’da küçük yaşlarda başlaması onun için ileride artı nokta olacak. Ama bütün dünyada olduğu gibi, zaman yetersizliği ve dünyanın birçok yerinde olan tartışmalı eğitim sistemleri nedeniyle liseye geldiğinde artık soru sormayı kesmek zorunda kalmış. Eaton’a göre kendisi için en iyi tutumun bu durumun nasıl inşa edildiğini anlamak ve ona karşı davranmak olduğunu fark etmesi, dönüm noktası olmuş. Merakı kendisine atletizmde de yardımcı olmuş. Teknik konularda detaylara bakarak kendi durumu hakkında bilgi edinebilen ve bu konunun bir atlet için ne kadar önemli olduğunu anlayabilecek kapasitede olması bugünlere gelmesinin bir tesadüf olmadığını gösteriyor. Günümüzde Ashton Eaton’dan beklenen derecelerini ve rekorlarını geliştirmesi. Ama asıl olarak istenilmesi gereken, merakını devam ettirip insanlık için değerli olan sporu ileri taşıması.
SAYI #2 / 75
76 / NİSAN 2016
SAYI #2 / 77
T
E
Sevdiğimiz şeyleri seven insanları görmek bizi mutlu eder, o insanlara karşı bir yakınlık hissederiz. En basitinden, siyasi görüşleri dışında haklarında hiçbir şey bilmediğimiz iki kişiden, siyasi görüşü bize yakın olanı tercih ederiz. Aslında sevdiğimiz şeylerden kastım spor ve müzikti. Bu ikilinin bir arada içinde yer aldığı hikâyeler ilgimi çeker; çünkü bu ikili hayatımın çok büyük bir kısmını oluşturuyor. Leicester City ve Manchester City, İngiltere’de şampiyonluğun en büyük adaylarından ikisi. Her ne kadar Leicester’ın şampiyon olabileceği, sıkı Leicester taraftarı Gary Lineker’in “Eğer Leicester şampiyon olursa, gelecek sezonun ilk ‘Günün Maçı’ programını iç çamaşırlarımla sunacağım.” tweet’inden sonra kafama dank ettiyse de; o günden bu yana, oynadıkları 15 maçta 9 galibiyet ve 4 beraberlik elde ettiler. Bu sonuçlar, Lineker’i gelecek sezonun ilk programı için çok zor bir duruma sokabilir. İşte ben de tam bu sıralarda, yukarıda bahsettiğim tercih etme aşamasına geldim. Bu iki takım kafa kafaya giderse, kimi destekleyeceğim? Çok basit bir şekilde düşünürsem, underdog* olan Leicester’ı seçerdim tabii ki ama bu işi daha eğlenceli bir şekilde yapmak istedim; olaya müziği dâhil ettim. Kasabian vs Oasis Leicester’ın şehirle özdeşleşen müzik topluluğu Kasabian, dinleyince yerinizde duramayacağınız şarkılara da, hüzünlüyseniz size uyum sağlayacak şarkılara da sahip bir
78 / NİSAN 2016
R
MUSTAFA CAND
grup. Konserlerinde ise planlarını sizi yerinizde durdurmamaya dönük yapıyorlar ve bu konuda çok başarılılar. Grup, Leicester City ve futbolla da oldukça içli dışlı. Teknik direktör Claudio Ranieri, sezonun açılış maçında Sunderland’i 4-2 yendikten sonra yaptığı açıklamada, oyuncularını motive etmek için sahaya çıkarken Kasabian’ın “Fire” şarkısının çalmasını istemiş ve onlara: “Sahaya çıkarken şarkıyı duyduğunuzda anlayın ki taraftarlar savaşmanızı istiyor.” demiş. 90’larda takımın maçlarına sık sık giden grubun gitaristi ve bazı şarkıların vokalisti Sergio Pizzorno, bu konu hakkında duygularını şöyle ifade ediyor: “Bunu duymak, grup olarak kazandığımız tüm ödüllerden daha değerli.” Sergio Pizzorno, birkaç yıl önce Four Four Two’ya verdiği röportajda şunları söylüyor: “Leicester City’nin güzel yanı, berbat olmamız. Gerçekten çok kötüyüz ama bunun bir önemi yok; çünkü arada sırada başarılı olduğumuzda, o başarı o zaman daha tatlı geliyor.” Bu sözler Leicester’ın şu anki konumundan duyduğu mutluluğu biraz olsun hayal etmemize yardımcı olabilir. Pizzorno, aynı zamanda çocukluğunda futbolcu olma hayali kuranlardan; üstelik Kasabian kurulmadan önce Nottingham Forest ile deneme antrenmanlarına çıkmış ama yeşil sahalardaki etkileyiciliği sahnedeki kadar olmasa gerek, bu denemelerden sonuç alamamış. Kendisinin yeşil sahalarda deneyip de başardığı bir şeye örnek vereceksek; 2012’de bir yardım maçında, Fredrik Ljunberg’in pasında, Thierry Henry tarzı bir vuruşla
C
DAN VEZİROĞLU David Seaman’ı geçtiği golü, listenin en üstüne yazabiliriz. Oasis ise Noel ve Liam Gallagher kardeşlerin liderliğini yaptığı bir Britpop grubu; hatta birçokları için Britpop’un en büyük grubudur. Oasis, kendisinden sonra gelen birçok gruba da ilham vermiştir. Kasabian da onlardan birisidir. Sergio Pizzorno, Noel’in kendisine ilham verdiğini söylemiştir ve Noel’i sahnelerinde konuk etmişlerdir. Britpop’tan bahsetmişken, Oasis-Blur rekabetinden bahsetmemek olmaz. Bu iki grup, 1995 yılı 14 Ağustos’unda yeni albümlerinden single yayınladı ve Blur o dönemde 60 bin fazla sattı. Bu, büyük bir rekabete dönüştü; medya da bunu kullanarak olayı toplumsal bir çerçeveye taşıdı. Oasis, daha çok işçilerin yaşadığı İngiltere’nin kuzey kısmını, Blur ise daha çok zenginlerin ağırlıklı olarak yaşadığı İngiltere’nin güney kısmını temsil ediyormuş gibi bir algı oluştu. Bu durum, iki grubun üyeleri tarafından da yalanlanıyordu. Oasis sürekli tartışmaların, kavgaların yaşandığı bir gruptu ve bu durum Noel için artık çekilemez bir hale dönüşüyordu. 2009’da Paris’te bir konser öncesi Noel, Liam ile tartıştı ve Oasis’ten ayrıldı. Ayrıldığında söylediği şu sözler ise Manchester City’nin onun için ne kadar büyük bir anlamı olduğunu anlatıyordu: “İlgilenecek başka işlerim ve bir futbol takımım var.” Noel, eski bir holigandır ve Manchester City’nin bütün önemli maçlarında stadyumdadır. Basın, City ile alâkalı en ufak bir şey için ondan görüş alır. Taraftarlar “Wonderwall” ile aşklarını haykırırlar.
İ
H
Noel, çok önemli bir figürdür City için. Öyle ki; İngiliz gazeteci Dan Walker, Balotelli’yi röportaja ikna etmek için onu kullanmıştır. Balotelli, sadece Noel’le konuşmayı kabul etmiştir ama Noel’in bu durumdan haberi yoktur. Dan Walker, teklif için aradığında Noel bir turdadır ama yine de programını ayarlayıp röportajı yapmayı kabul eder. Noel’in dili biraz sivridir, düşündüğünü söyler. İbrahimovic için: “Aynı kardeşim gibi, çok konuşuyor ama bunları destekleyemiyor. Güzel dövmeler ve koca bir ağızdan ibaret.” demiştir. 2010’da Sergio Pizzorno ile birlikte FA Cup kura çekilişine giderler ve inanması güç bir şey gerçekleşir. Kurada, Sergio Pizzorno Leicester City’yi, Noel Gallagher ise Manchester City’yi çekmiştir. Kuranın ayarlanmış olduğuna dair iddialar, bu ikili ve federasyon tarafından yalanlanmıştır. Kasabian grubu, 2-2 biten ilk maçta Noel Gallagher’ı ağırlamış; diğer maçta ise Noel Gallagherlı Manchester City, 4-2 ile rakibini geçmiştir. Bütün bu yazdıklarım ışığında, tercih meselesinde nasıl bir tutum sergileyeceğimi kararlaştırmam kolay olmadı. Kasabian’ın rock müziğinde uyguladığı yenilikler, Ranieri’nin oyunculara Kasabian’ı dinletmesi, Sergio Pizzorno’nun futbol geçmişi, Leicester City’nin 2010 FA Cup’ta Manchester City’ye elenişi; Leicester City’yi ve Kasabian’ı seçmemdeki etmenlerdi. Oasis, dağılmış bir grup ve Manchester City son yıllarda yeterince üst seviyede yer aldı. Yeni gelenlerin önünü açmak lâzım.
SAYI #2 / 79
ÇERNOBİ DO
BU
80 / NİSAN 2016
İL’DEN YÜKSELEN OMİNASYON
URAK PAMUK
SAYI #2 / 81
Boks dünyasında daha önce eşine rastlanmamış bir hâkimiyet Ukraynalı iki kardeş tarafından gerçekleştirildiğinde birçok insan boks tarihinin gelmiş geçmiş en iyi boksörlerini gördüklerini ama hangisinin daha iyi olduğunu tartışırlarken bu dominasyon 2015’in son günlerinde Tyson Fury tarafından son bulduruldu. Geçtiğimiz günlerde bir rövanş müsabakası olacağı duyuruldu. Daha önce geri dönüşü başarabilmiş Vladimir bunu tekrar yapabilecek mi önümüzdeki günlerde bunu göreceğiz. Kazakistan’ın çetin hava koşullarının hüküm sürdüğü topraklarda başlayan bu hikâyenin vatanları olan Ukrayna’da devam etmesi çok uzun sürmedi. Kiev’de tek göz diye klasik bir şekilde tabir edilen bir odada kalan Klitschko ailesi kalabalık bir nüfusla yaşamlarını sürdürürken, bu ailede, asker olan sert ve otoriter bir baba ve tam tersi bir karakterde hassas ve sevgi dolu bir anne arasında büyüyen iki çocuk vardı.
“VLADİMİR’İN BOKSLA TA KORİDORLARINDA ABİSİ BİRKAÇ APARKAT ŞOV
Vitali tıpkı hayatının geri kalanında olduğu gibi o günlerde de kardeşi Vladimir’in yol göstericisi ve en büyük koruyucusuydu. Vladimir’in boksla tanışması o apartmanın koridorlarında abisi Vitali’nin ona yaptığı birkaç aparkat şovla gerçekleşmişti ve sonrasında da söylediği gibi bu demir yumruk karşısında adeta dehşete kapılmış küçük bir çocuk olarak boks denen bu spordan ürkmüştü. Belki de tarihin en iyisinden boksu öğrenmesi ve bu korkuyu yenmesi onun yıllarca zirvede yalnız başına oturmasına olanak sağladı. Çocukluk yıllarında askeri kampta silah atan ve asker babaları tarafından dikta edilen kendinizi her koşul altında savunun ve asla dayak yiyip karşıma çıkmayın sözüyle daha çok güçlendiler. Henüz çocukluk yıllarında gerçekleşen ve
82 / NİSAN 2016
dünya tarihinin en büyük felaketlerinden biri olan Çernobil nükleer santralindeki patlamada babaları,
görevli olarak ilk müdahale edenlerin arasındaydı. Etkisinin dünyanın dört bir yanına dağılan ve
ANIŞMASI O APARTMANIN VİTALİ’NİN ONA YAPTIĞI VLA GERÇEKLEŞMİŞTİ”
uzağında olan santrale müdahale için bölgeye giden askeri araçların içinden geçtiği nükleer atık içerisindeki su birikintilerinde habersizce kâğıttan gemiler yüzdüren kardeşler… Bu olayın ardından aradaki güçlü bağlar kopmuş ve kardeşler ayrılmak zorunda kalmıştı. Vitali evde kalırken daha küçük olan Vladimir evden ayrıldı. Çernobil’in onların üzerindeki en yıkıcı etkisi olaydan yıllar sonra, bölgeye korumasız bir şekilde müdahale eden baba Klitschko’nun kansere yakalanması ve ne yazık ki 2011 yılında hayata gözlerini yumması oldu. İlerleyen yıllarda Vitali; Jules Verne’nin ünlü romanında anlattığı Ay’a yolculuğun bir benzerini, o zamanın Sovyetler Birliği kickboks takımıyla beraber Birleşik Devletler’e giderek gerçekleştirdi. O yıllarda soğuk savaşın etkilerinde dolayı iki ülkenin birbirine olan düşmanlıkları ve Sovyetlerde Amerika hakkında uygulanan kara propaganda yüzünden insanlar Amerika’ya karşı inanılmaz bir ön yargıyla yetişiyorlardı. Bu sebeple Vitali bu yolculuğu Ay’a yolculukla bir tutuyor. “Ay’a” ayak bastığında Vitali inanılmaz bir şaşkınlık içerisindeydi. Rahatlık ve mutluluk içerisinde yaşayan dost canlısı insanlar sokaklarda özgürce dolaşıyorlar, sahillerde eğleniyorlardı. Bu ona anlatılanların tam tersiydi. Bir delikanlı olarak ilk kez coca-cola içtiğinde o kadar sevmişti ki, peş peşe kaç şişe içtiğini hatırlamıyordu. Eve dönerken kardeşini de unutmadı ve bu içecekle onu da tanıştırdı.
ülkemizde de özellikle Karadeniz kıyılarını önemli ölçüde etkileyen, uğruna türküler yazılan ve binlerce
insanı kansere sürükleyen bu facia şüphesiz Klitschkoları da derinden sarsmıştı. Evlerinin sadece 60 km
Dövüş sporlarında ki başarılarının ardından serüven bu sefer boksta Avrupa’nın önde gelen ülkesi Almanya’ya taşındı. Vitali dikkatleri üstüne çekmişti, ancak o sırada yaşadığı sakatlık sebebiyle maça çıkma şansı yoktu, fakat çare ba-
SAYI #2 / 83
sitti. Almanya’ya Vladimir’i önerdiler. Çünkü tıpkı Vitali’ye benziyordu ve en az onun kadar iyi dövüşüyordu. Vladimir bu fırsatı iyi değerlendirdi ve tırmanışına hızlı şekilde devam etti. Atlanta 96 Olimpiyatları’nda altın madalya kazanarak gelecekteki dominasyonun sinyallerini verdi. Bu sırada abisi Vitali’de yoluna büyük adımlarla devam ediyordu. Profesyonel olduktan sonra en kısa sürede şampiyon olan ağırsıklet boks şampiyonu olarak rekor kırdı. Vitali, profesyonel kariyerinde sadece iki kez ringden boynu bükük ayrıldı. İlki omuz sakatlığı yüzünden sayı olarak önde götürdüğü Chris Byrd mücadelesinde, ikincisi ise yine sayı olarak önde olduğu halde gözünün üstündeki açılma yüzünden yenildiği Lennox Lewis karşısında. Bu sakatlıklar yüzün84 / NİSAN 2016
den ünvanından olan Vitali, geri dönmeye hazırlanırken bu sefer sırtındaki başka bir sakatlıktan ötürü maça az bir zaman kala boksu bıraktığını açıkladı. Bu sakatlıklar değil miydi zaten gözün gördüğü en şairane hareketleri futbol sahalarına getiren futbolcu Luiz Nazario De Lima Ronaldo’yu bizden koparan? Senden alacağımız var sakatlık illeti. Vitali’ de sakatlıklar yüzünden yenilmiş ve boksu bırakma noktasına gelmişti. Sakatlıklar olmasa daha neler yapabilirdi kim bilir? Bu soru da tarihteki cevap bekleyen sorular arasındaki yerini aldı. Yıllardır Van Basten ve baba Ronaldo hakkında sorduğumuz sorular gibi… Yılmadı ve geri döndü Vitali. Tekrar şampiyon oldu. Bu kardeşler bitmek tükenmek nedir bilmiyordu. Diğer tarafta Vladimir, 1998 yı-
lında Marcus McIntgre’yi yenerek WBC şampiyonluğunu elde etmişti bile. 2000’de abisini sakatlığının yardımıyla saf dışı bırakan Chris Byrd’i dövüp WBO şampiyonluğunu aldıktan sonra herkes ivmenin yukarı doğru çıkacağını düşünse de o dibi gördü. 2 kez üst üste aldığı yenilgiden sonra gözünü hastanede açmıştı. Kardeşlerin beraber bütün şampiyonlukları domine etme hayali suya düştü. Abisine orada “Kusura bakma kardeşim işi batırdım” dedi. Ama Vladimir şunu biliyor ve ona göre hareket ediyordu: Seni öldürmeyen şey güçlendirir. Güçlendi ve şampiyonluklar peşi sıra geldi. 2005’de Samuel Peter, 2006’da yine bir öç alma operasyonu olarak Lennox Lewis, 2008’de Sultan İbragimov, 2011’de de David Haye. Bu inanılmazdı! Dünya üzerindeki bütün kemerler artık tek bir evdeydi. Çernobil’den çıkan
dominasyon dünyayı ele geçirdi. Boks diğer sporlara benzemez. Şampiyon Chris Byrd’a göre yapacak başka bir seçeneği olmayanlar boks yaparlar. ‘’Klitschkolar için bu böyle değil, neden buradalar bazen anlamıyorum’’ diyordu Byrd. Bu iki kardeşin bir başka sıra dışı özellikleri de Kiev Üniversitesinde Spor bilimi üzerine yaptıkları doktora. Her iki boksör de şampiyon unvanının yanında doktor unvanının da sahibi. Boks şakası olmayan bir spor, anlık dalgınlığınızın sonucunda yaşamınız elinizden kayıp gidebilir. Belki de futbolu, basketbolu, tenisi oynayabilirken tam da bu yüzden boks oynayamazsınız. İki kardeş her zaman ülkelerine yardım etmek için uğraşmış ve insanların yanında olmaya çalıştılar. Vitali politikaya atılarak aktif boks yaşamında dahi bunun için çabaladı. Kiev’deki protestolar sırasında insanlarla birlikte sokağa inmiş ve onların yanında direnmiş bir aktivistti, tabi ki yine ayrılmaz ikili olarak kardeşiyle birlikte. Şu sıralar ikinci kez Kiev belediye başkanı olarak seçilen Vitali, Ukrayna’nın içinde bulunduğu yolsuzluk ve
çökmüş bürokrasi batağından çıkarmayı vaat eden UDAR “yumruk” partisinin de başkanlığını yürüttü. Her ne kadar ülke çapında çok sevilse ve ikinci kez başkan seçilmiş olsa da Kiev halkından bazı dostlarımın eleştirilerine göre ne yaptığını bilmiyor. Cevabı hiçbir zaman belli olmayacak bir başka soru da kimin daha iyi olduğu. Bazı efsane boksörler ve otoritelere göre, kardeşler bize bu soruya cevap verecek bir maçı borçlular. Ama bu başından beri imkânsızdı, çünkü Anne Klitschko ilk boksa başladıkları zaman onlara asla birbirleriyle dövüşmemeleri konusunda söz verdirmişti. Bu söze binaen iki kardeş birbirinin yanında olup birbirine destek verirken hiçbir zaman rakip olmadılar ve olmayacaklar. Anne oğullarının maçlarını izleyemiyor ve kim dövüşürse diğer kardeş telefonla ona rapor veriyor. Ne de olsa ana yüreği. Kelimelerin gücüyle belki onları karşı karşıya getirebiliriz ve kafamızda ki dövüşü kâğıda dökebiliriz, fakat bu da anne Klitschko’ya saygısızlık olur. Bu yüzden iki kardeşin tarzlarını karşı karşıya
getirmeyi tercih ettim. Vitali Dr. Demiryumruk Klitschko demir gibi sağlam, güçlü, kırılması mümkün olmayan, ama bir o kadar da esneklikten uzak çetin bir dövüşçüyken, Vladimir Dr. Çelikçekiç Klitschko kil gibi kolay şekil alabilir akışkan, esnek ve uyumlu. Hollywood yıldızı ünlü oyuncu Hayden Panettiere ile birlikteliğine devam eden Vladimir’in bir tane de kızı var. Vitali de yine eski bir model olan Natalia Egorova’yla evli ve 3 çocuk sahibi. Rönesans dönemi heykelleri vari bir vücut ve uzun boya sahip iki kardeş sadece kaba kuvvete değil aynı zamanda keskin bir zekânın ve bilgeliğin de sahibi. Kariyerleri zirvede ve Vitali bunların üstüne bir de güzel şehir Kiev’in de başkanı. Kadınların ideal erkek diye tanımladıkları Klitschkolar olabilir mi? Daha ideali olamaz herhâlde. Dünyayı kasıp kavuran kardeşler önce beraber boks dünyasını ele geçirdiler, ardından farklı kulvarlarda olsa da Vitali politikada Kievi, Vladimir boksta dünyayı domine etmeye devam ediyor. Fury bir parantez açsa da bu parantezin kapanışını yakında görebiliriz.
SAYI #2 / 85
86 / NİSAN 2016
TANRININ ELİ& KADININ ELİ ANIL GÜLER
SAYI #2 / 87
Tüm dünyanın bildiği insanlar ya da olaylar hakkında yazmak kolay zannediyoruz. Büyük yanılgı aslında. Yola çıkarken kendime sürekli “Bu bir Maradona yazısı değil sen Claudia’yı anlatacaksın” diye uyarılarda bulundum. Asıl amacım tarihe damga vuran bu kıvırcık saçlı bodur adamın imza attığı başarılarda ve skandallarda kimi zaman evde kimi zaman mikrofon karşısında yanında olan kadını anlamaya ve aktarmaya çalışmaktı. Bugüne kadar hiçbir yazara nasip olmayan bu lütuf maalesef bana da olmadı. Her ne kadar eksik kalacağını adım gibi bilsem de kadınlara ve hayata dair çıkarımlar yapmaya çalıştım ancak satırlar aktıkça fark edeceksiniz ki bir türlü Tanrı’nın Eli’nin etkisinden kurtulup da, Kadının Eli’ne dokunamadım. 1976 yılının sakin bir Temmuz sabahında bir süpermarket kasasının
88 / NİSAN 2016
kuyruğunda beklemekte olan Claudia Villafane birazdan içindeki safiyane duygularla yapacağı hareketin tüm hayatını baştan aşağı değiştirecek olduğundan pek tabii habersizdi. Ödeme kuyruğunda iki sıra öndeki kadının parası aldıklarına yetmemiş ve telaşlı bir halde etrafına bakınıyordu. Claudia ürkek tavırlarla kadına yaklaştı ve birkaç bozuk parayla sorunu çözdü. Kadın, Claudia’ya borcunu ödemek istediğini ve nerede oturduğunu sordu. Aldığı cevap karşısında sevindi çünkü Villafaneler komşularıydı. Dalma Salvadora Franco eve döndükten kısa bir süre sonra 16 yaşındaki oğlu çıkageldi. Sabahki durumu anlatıp eline biraz para verdikten sonra onu komşularının kapısına yolladı. Claudia kapıyı açıp karşısında bu garip görünüşlü oğlanı gördüğü anda etkilendi.
Parayı aldı ve kısa bir diyalogdan sonra içeri girdi. Henüz 16 yaşında olan Diego’nun hayatından o güne kadar ve o günden sonra da olacağı gibi çok kadın geçmişti ama bu kez başkaydı. El Pelusa, bu saf görünüşlü çekingen kıza karşı ilk kez duyduğu bir heyecanı yaşıyordu. Claudia’nın babası Coco Villafane, gündüzleri taksi şoförlüğü akşamları ise kantin işletmeciliği yapan bir adamdı. Diego’yu çok yakından olmasa da tanıyor ve daha 16 yaşında Arjantin futbolunun geleceği olarak konuşulan bu oğlanı, kızı ve kendisi için fırsat kapısı yapmanın yolunu kolluyordu. Maradonalar Villa Fiorito gibi son derece yoksul ve tehlikenin kol gezdiği bir bölgeden gelmişlerdi. Eğitim ve kültür düzeyi olarak Villafaneler’den aşağıdaydılar. Cebollitas’ta olağanüstü işler çıkaran Diego sonunda Argentinos Juniors ile sözleşme imza-
lamaya hak kazanmış ve kendisine küçük bir armağan olarak da Villa del Parque’deki bu apartman dairesi verilmişti. Böylece Tanrı’nın bir lütfu olarak dünyaya geldiğine inandıkları oğulları, ailesine ilk dokunuşunu yapıyor ve sınıf atlatıyordu. Villa del Parque’deki bu apartman dairelerinin kapılarının açıldığı ve tüm komşuların ortak bir alanda toplandıkları salonları vardı, geçiş ve iletişim kolaydı. İlk tanışmadan sonra Diego sık sık Villafaneler’in evine ziyaretlerde bulundu. Coco Villafane, kızıyla Diego’nun bu yakınlaşmasına bilerek göz yumuyor sesini çıkarmıyordu. Diego’nun annesi Tota ise market kasasında yardımına koşan bu sessiz kıza önyargıyla yaklaşıyor ve Diego’yu temkinli olması konusunda uyarıyordu. Aradan birkaç yıl geçti. Diego, bir efsaneye dönüşeceği yolun ilk taşlarını döşerken Villafaneler ve Maradonalar artık birbirinden ayrılmaz olmuş beraber yaşıyorlardı. Diego, Cesar Luis Menotti tarafından Arjantin Milli Takımı’yla 1978 Dünya Kupası kadrosuna alınmamanın üzüntüsünü yaşayıp bir yıl sonra Tokyo’da Dünya Gençler Şampiyonası’nda zafere ulaşmanın tadını çıkarırken kameralar demeç almak için önce Tota’ya sonra da Claudia’ya dönmüştü. Sevgili olduklarını tüm Arjantin halkı öğrenmişti. Boca Juniors formasıyla ortalığı kasıp kavuran Diego Armando Maradona için 1982 İspanya macerası pek de iyi geçmedi ancak daha sonradan ihanet edeceği çocukluk arkadaşı ve menajeri Jorge Cyterszpiler’ın uzun uğraşlar sonunda elde ettiği kârlı anlaşma sonucu soluğu Barselona’da aldı. Diego’nun
annesinin
kökenleri
İtalyan, babası Chitoro’nun kökenleri ise kızılderiliydi. Aile içinde babası çok etkin bir liderlik üstlenmese de Maradonalar’da kabile ve kapalı yaşam anlayışı hakimdi. Anne, baba, çocuklar, arkadaşlar, menajerler, doktorlar, sevgililer hepsi bir arada kendilerine Barselona’dan soyutlanan bir hayat kurmuşlardı. Diego artık dünyanın en çok para kazanan futbolcularından biriydi, büyük ve lüks bir evde kalıyorlardı. Bunun yanında kural tanımaz bir kişiliği vardı. Barselona gibi milimetrik hesaplarla futbol oynayan ve futbolcuların saha dışı yaşamlarında da bu çizgide kalmasını isteyen bir kulüp için Maradona’yı zaptetmek yalnızca bir hayaldi. Bu transfer iki taraf için de yanlış bir tercih olmuştu. Birinin para hırsının, diğerinin politik ve yine finansal çıkarlarının doğurduğu bu sakat buluşma çok geçmeden son buldu. Diego arkadaşlarıyla alemler yapıyor, bir genelevden diğerine koşuyor, takımdaki diğer arkadaşlarını da kendine ortak etmeye çalışıyordu. Bu sıralarda kabile reisi Tota’nın dizinin dibinden ayrılmayan Claudia ise Maradona’nın saha dışı yaşamından habersiz evde huzur bulması için bekleyen bir liman
görevi üstlenmişti. Diego’nun onu defalarca aldatmasına göz yumuyordu. Diego Armando Maradona… Henüz 10 yaşındayken kameralara “Hayalim Arjantin forması giymek ve Dünya Kupası’nı kazanmak.” diyen küçük çocuk. Diego Armando Maradona… 15 yaşında ülkesinin en çok konuşulan futbolcusu. Diego Armando Maradona… Vücudundaki doğal gelişim bozukluğundan dolayı tıp bilimiyle yakından uzaktan alakası olmayan, kendilerine büyücü denen doktorlar tarafından yıllarca asılsız tedavilere, ilaçlara, kortizollara maruz kalan kaslı bodur adam. Diego Armando Maradona… 1982’de İspanya’da sırf eğlencesine kokainle tanışan ve yıllarca kullanan, seks düşkünü, alemci, sahtekar, mafya ile içli dışlı kötü adam. Diego Armando Maradona… Arkadaşlarına bir çırpıda ihanet eden, çevresindekilerin ayartmalarına çabucak inanan, kurallara uymayan, kendi kurallarını yazmaya çalışan, ülkesindeki ve dünyadaki herkes tarafından yarı Tanrılık görevi yüklenmiş ancak bu yükü ne taşıyabilmiş ne de ondan vazgeçebilmiş kararsız efsane. Diego Armando Maradona… Yüzyılın
SAYI #2 / 89
golünü atan, eşi benzeri görülmemiş yetenek… Diego Armando Maradona… Kişiliği ve politik görüşleri tam oturmamış, her fırsatta futbolun güç odaklarına ve onların para ilişkilerine küfürler savuran ancak kendisinin ayağına gelen her fırsatta daha çok para, daha kârlı sözleşmeler, daha kârlı ilişkiler ve daha çok para getirecek sponsorlukları kovalayan Arjantinli heyecanlı adam… Buenos Aires’teki Maradona Kilisesi’nde bir insan boyutunda temsili bir heykel vardır. Bu heykel bir kilise çanı, bir futbol topu ve bir formadan oluşur. Maradona Kilisesi müritleri bu öğelerin anlamlarını anlatırken futbol topu için şu ifadeyi kullanırlar: “Bu top, Die-
90 / NİSAN 2016
go’nun futbol için feda ettiklerini temsil eder.” Maradona, Napoli’de geçirdiği yine iyi başlayan ve skandallarla biten 7 yıllık zaman diliminde futbol için çok şey feda etti. Kendi sağlığı ile beraber Claudia’yı da uçuruma sürükledi. İtalya’ya geleli henüz bir yıl olmuştu ki 1985 yılının Ocak ayında Heather Parisi ile adı çıktı. Claudia bu kez çok sinirlenmiş ve evde çıkan büyük kavganın ardından Arjantin’e dönmüştü. Aynı yılın Kasım ayında Diego, Cristiana Sinagra adında bir kadınla tanıştı ve söylenti o ki gerçekten aşık oldu. Claudia döndüğünde Maradona, Cristiana’dan ayrılmıştı ama kadın 4 aylık hamileydi. Maradona çocuğu kabul etmediğini açıkladı.
Claudia ile barıştı ve krallığını ilan edeceği Aztekler’in kalbinde düzenlenen Dünya Kupası’na odaklanmaya başladı. Meksika’da kupayı alıp Buenos Aires’te kutlamalara gelen Maradona’nın hemen yanında Claudia da vardı ancak çok şey değişmişti. Artık o sessiz, sakin, çekingen, sönük kızdan eser kalmamış, yerine saçlarını sarıya boyatmış ve estetik ameliyatlarla “seksi” bir kadın imajına bürünmüş, bu sihirli şöhret dünyasında figüran olmaktansa ana karakter olmak isteyen bir kadın gelmişti. Maradona, Claudia’yı Cristiana ile aldattığında annesi ses çıkarmayarak bir nevi alttan alta destek vermiş ancak oğlunun dönüp dolaşıp
yine aynı huzursuz şımarık çocuk imajına bürünmüş, her fırsatta sakatlıklarını bahane ederek antrenmanlara çıkmamaya başlamıştı. Şehirdeki “aziz” konumu giderek yıkılıyor, artık sahaya çıktığı maçlarda da gösterdiği kötü performanslar neticesinde taraftarlardan protestolar yükseliyordu. Hakkındaki “kötü” söylentiler hızla yayılıyor, bir yandan da gayri meşru çocuğunun velayeti ile ilgili “Sinagra Davası” ile uğraşıyordu. Kara bulutları dağıtmak ve insanların gözünün boyanması için Claudia ile 1989 yılında abartılı, şaşalı bir düğün yaptılar. Herkese gülücükler saçıp mutluyuz mesajı verdiler. 13 yıllık çalkantılı sevgililik hayatlarından sonra 13 yıl sürecek olan çalkantılı evlilik hayatları böylece başlamış oldu.
kürkçü dükkanına geri döneceğini bildiğinden Claudia ile mesafesini de korumuştu. Açık ve net olarak anlaşılıyordu ki Tota, Claudia’yı sevmiyordu ona katlanıyordu. Claudia bu “büyük” değişim aklını kimden aldı bilinmez ancak bu hamlesi de Diego’yu evine ve sevgilisine sadık bir adam yapmak için işe yaramamıştı. Kokain ve mafya ile ilişkisi tırmanarak artan Maradona yine her fırsatta soluğu başka partilerde, başka kadınların kollarında alıyordu. Cristiana’nın Maradona’dan olan gayri meşru çocuğu dünyaya getirmesinden sonraki iki yıl içinde Claudia da dünyaya iki kız çocuğu getirdi. Napoli’de kazandığı rüya şampiyonluklardan sonra Maradona
Maradona Napoli’de son olarak sahaya çıktığı Pisa maçında tribündeki karısına yapılan el kol hareketlerine ve küfürlere dayanamadı ve bitiş düdüğü ile birlikte İtalya’yı terk etme kararı aldı. Camarro mafyası ile ilişkileri kopma noktasına gelmişti. Hayatı boyunca olduğu gibi herkesin Maradona üzerinden bir çıkarı ve beklentisi vardı. Maradona buna isyan bayrağı açıyor ve mafyaya meydan okuyordu. Pahalıya patladı. “Çin Operasyonu” adı altında yürütülen soruşturmada genelev patroniçeleriyle telefon görüşmeleri ortaya çıkarıldı. Katıldığı seks partileri ve Maradona ile yattığını söyleyen onlarca kadının röportajları gazetelerde her gün manşet oldu. Maç sonunda verdiği örnekte kokain ve doping maddelerine rastlandı. O güne kadar göz yumulan ne varsa Camarro ile restleşmesi sonucu bir bir ortaya çıktı. 15 ay ceza aldıktan sonra Arjantin’e döndü. Orada bir arkadaşının
evinde uyuşturucu kullanmış halde polis tarafından baskına uğradı. Hapis cezasından kurtulmasının sebebi Arjantin halkının her ne yaparsa yapsın ilahlarının hatalarını affetmesiydi. 90 Dünya Kupası’ndan sonra yine kısa süreli Sevilla ve Newell’s Old Boys maceraları yaşadı. Ancak her iki takımda da adı kavgalara karıştı hatta Newell’s’ta oynadığı sırada kendisini evinde rahatsız eden gazetecilere tüfekle ateş açmış ve dördünü yaralamıştı. Maradona 94 Dünya Kupası’na kadar psikolojik tedavi gördü. Claudia her zaman yanındaydı. Doktorların onu zorlaması karşısında sert çıkıyor ve anlayışlı olmalarını istiyordu. Medyadan, çevresinden koruması gereken iki küçük kızı vardı, kocası uyuşturucunun pençesine düşmüş futbolun zirvesinden dibe çakılmıştı. Zor günler onu bekliyordu. Lafı daha fazla uzatmanın gereği yok. 94 Amerika’da zaten büyük kıyamet sonunda koptu ve Maradona, futbol dünyasının görüp görebileceği en büyük yetenek, doping skandalıyla sahneyi terk etti. Şimdi biraz da olaylara Claudia’nın gözünden bakmaya çalışalım. Emir Kusturica, Maradona belgeselini çekebilmek için 3 yıl boyunca Diego, ailesi ve Claudia ile vakit geçirdi. Belgesel çekildiği sırada Maradona ve Villafane boşanalı 2 yıl olmuştu. Şimdilerde her ne kadar Maradona’nın Claudia’ya yönelttiği hırsızlık suçlamaları gündemde olsa da o zamanlarda gayet barışçıl bir şekilde anlaşarak boşandıkları ortadaydı. Maradona’nın Claudia ile boşandıktan sonra yaşadığı ilişkiler ve birlikte olduğu kadınlardan olan çocuklarını anlatmak bu noktada anlamsız. Futbolculuk yıllarında
SAYI #2 / 91
yaptığı kaçamaklardan bahsederek zaten yeterince paparazziye girmiş oldum. Ancak kocası sürekli kokain kullanan, kendisini aldatan, çocuklarını tanıyamayacak kadar uçan bir adamla bir ömür geçirmenin nasıl bir şey olduğunu sorgulayabilmek için bu detayları vermem gerekiyordu. “Diego zor dönemler yaşadığında karısı Claudia onun ailesinin kalesinin anahtarlarını elinde tutan koruyucu meleğe dönüştü. Eğer o kaleye geri dönmeseydi, Diego’nun kurtuluşu imkansız olurdu. Zaten filmlerim de benim kadınları çok iyi tanımadığımı ispatlasa da,
92 / NİSAN 2016
Maradona’nın durumunda ‘her başarılı erkeğin arkasında bir kadın vardır’ deyiminin boş bir deyim olduğunu düşünmek kolaydı” Kusturica yanılmıştı. Onlarla birlikte olduğu zaman içinde Maradona ve Claudia’nın hayatının derinliklerine daldıkça gördü ki eğer Claudia, Maradona’nın aldatmalarına, hoyratlığına, başına buyrukluğuna, kokain krizlerine ve hayatının karmaşasına katlanmayıp onu tamamıyla terk etseydi ortada Maradona diye bir futbolcu olmayacaktı. Biraz iddialı olsa da Diego’nun hayatındaki Kadının Eli’ni görmezden gelemeyiz. Diego’nun
yeteneklerinin tartışılmaz ve eşsiz olduğu ortada ancak saha içindeki kaplanı kontrol etmek onun göreviydi. Dışarıdakini kontrol etmek ya da en azından sınırları dışına çıktığında onu yuvaya döndürmek ise saha içinde var olmasını sağlayan esaslı nedenlerden biriydi. Ve Claudia kendini feda ederek bunu başarmıştı. Kusturica devam ediyor: “Bir defasında Claudia’ya Maradona’nın kurtulmayı nasıl başardığını sordum. ‘Kimse bana nasıl kurtulmayı başardığımı sormadı’ diye cevapladı. Bu bile kadınlar hakkında ne kadar bilgisiz olduğumun ispatıydı. Bununla birlikte Claudia’nın
Diego için olan savaşının sadece aşk yüzünden değil aynı zamanda alışıla gelmişin dışında bir inançtan olduğunu da fark ettim.” Alışıla gelmişin dışında bir inanç? Claudia’nın yaşadığı ve hissettiği şey Arjantinliler’e has Tanrı’yı tüm hatalarıyla kabul etmek ve yaptığı iyi şeyler için affetmek olabilir mi? Bir kadın bu kadar skandala, yeri geldiğinde aşağılanmaya neden katlanır? Jimmy Burns’ün Maradona’yı anlattığı kitabında yaptığı türden bir çıkarım yaparsak; Maradona Arjantin, Arjantin Maradona demekti. Başka hiçbir şey yapmamış dahi olsa 86’da İngiltere’ye attığı Falkland’ın intikamı olarak addedilen goller, Diego’nun tüm hatalarının affedilecek olmasının sebebiydi. Bir başka şekilde düşünürsek; Maradona ile tanışana kadar Claudia sessiz bir ev kızıydı. Onunla birlikte bu girdaba girdikten sonra kaçışı olmadığını anladı. Kaderi buydu ve kabul etti. Her çöküşünün ardından ayağa kalkmayı başarmış olan Maradona kadar sağlam bir iradesi olduğu için onu her kaybedişinde
başka bir kadının kollarından koparıp almayı başardı. Tıpkı Maradona gibi onun da hırsları vardı ve bu hırslarından hiç vazgeçmedi. Estetik ameliyatlarla bambaşka bir görünüşe bürünmesini de buna örnek olarak gösterebiliriz. Üstüne bir de çocukları olduktan sonra annelik içgüdüsüyle savaşa daha da sıkı sarıldı. Maradona’nın bu hayatta kıskandığı ve yerinde olmayı dileyeceği biri olduğunu hiç düşündünüz mü? Kendi sözleriyle o kişiyi açıklayalım: “Aynen onun gibi, kızlarımı büyürken görmek beni çok mutlu ederdi. Claudia’yı kıskanıyorum. O değerli anları Dalma ve Giannina ile paylaşan Claudia’ydı. Şimdi bana o anları izlettiğinde kendi kendime neler kaçırmışım böyle diyorum. Tüm bunları kaçıracak kadar adileşmişim. Geri dönemeyiz. En değerli, en duygusal şeyleri kaçırdım…” Eduardo Galeano’nun tabiriyle kirli, günahkâr bir Tanrı ve Tanrılar’ın en insancılı olan kahramanımızın bu hayatta olmak istediği tek bir kişi vardı. Çocukları olana kadar ‘bir gün tek kadın olacağım’
düşüncesiyle ve Tota’nın baskılarıyla aldatılmaya göz yuman Claudia’nın, çocukları olduktan sonra hayattaki tutunduğu dalı belki de buydu. Maradona’nın en zor zamanlarında, uyuşturucu, polis, medya ile cebelleşirken yanında ve destek olarak belki de intikamını alıyordu. Sebebi ve kaynağı ne olursa olsun yalnızlıklarımız birbirine benzer. Kafka’nın yaşadıklarının yakınından bile geçmezken yaşamlarımız, ara sıra uyandığımızda kendimizi Gregor Samsa gibi hissetmez miyiz? Maradona kamera önünde tüm ihtişamıyla yaşadığı hayatının aksine kendi kendine kaldığında sığınmaya muhtaç bir erkek çocuğundan farksızdı. Hayatına tanıklık eden çok kişi bu yönde açıklamalar yapmıştır. Maradona’nın zaferleri hayallerimizi süsler, Maradona’nın çöküşleri gerçeklerimizdir. Bu yüzden ara sıra uyandığımızda kendimizi Maradona gibi de hissederiz… Her ne kadar bir kadının iç dünyasını anlayabilmek kadar zor olmadığını düşünsem de bir erkeğin
SAYI #2 / 93
iç dünyasını anlamak da hayli zordur. Maradona şuanda 56 yaşında. Dünyada kaldığı bu süre içerisinde yaşadıklarını bir psikopat gibi, peşindeki gizli bir ajan gibi okudum izledim. Mutlaka sizler gibi benim de kendimi bağdaştırdığım yönler var onunla. Maradona hayallerine değil, hırslarına yenik düştü. Bir adamın alabileceği en büyük mağlubiyet işte budur. Gittiğinde, ardından
94 / NİSAN 2016
anlamlı bir çift söz bırakabilmek belki de yaşamak. Maradona hilenin de sahtekarlığın da daniskasını yaptı ancak şimdiki futbolcuların söylemesi imkansız olan şeyleri FIFA’nın yüzüne haykırdı. En azından o bir çift sözü söyledi. Düşündürdükleri gibi yaşamadı, biliyordu ki öyle yaşarsa ömrü boyunca düşleyemeyecekti. Kendi hayatını özetlerken “ağızlarda kalan buruk bir tat” gibi ifadesini kullandı. Kokain kullandığı için
pişman oldu, hatalarının da farkında. Yalnız kendisi için değil futbol dünyasına yeteneklerini izletemediği için de üzgün. Dinledikçe alışırsınız bazı şarkılara, seversiniz demiyorum. Maradona işte bu türden bir şarkıydı. Adını duyan herkesin hayatına girdi, alıştıra alıştıra kendini kabul ettirdi. Dünyanın yarısına kendini sevdirdi yarısına nefret ettirdi. Hayat bazen beklenmedik yerden
dir, ancak o çöküş anlarında aslına bakamazsınız. Buğunun dağılmasını bekleyeceğiniz o birkaç sabır dakikasını atlatabilirseniz, tabureye tekmeyi vurabilirsiniz. Eğer sahip olduğunuz açıkları, zaafları liste halinde yazarsak ki hayli cesaret gerektirir, en az birkaç defter harcamayı göze almalısınız. Kendinizi harcamaktan yeğdir. Göreceksiniz ki defterleri dolduran o kelimeler aslında şu yaşınıza kadar geçirdiğiniz hayatın ta kendisidir. Peki hayat hem sunulan hem de sunulanı ele geçirmeye çalışan olmayı nasıl başarabiliyor? Cevap basit. Bizden daha çok çalışıyor, durmadan, uyumadan… Tekmeleri serttir, dalgaların üzerinde sektirmeye çalıştığınız taşlardan daha sert. Sizi istediği gibi oradan oraya sektirebilir. Ama yumrukları narindir. Genelde de yumruk kullanır. Bunun sebebi, gözünüzün üstünde, burnunuzda, çenenizde daha fazla yumruğa ev sahipliği yapabilmeniz içindir. Pek fazla kafa atmaz. Çünkü kafa atanın, en az yiyen kadar canının acıyacağını bilir. O, zarar görmek istemez.
vurur. Tahmin edemeyeceğiniz kadar çok açığınız var. O, biraz sinsidir. Fırsat kollar, izler, bekler ve yakalar. Yakaladığında kaçacak hiçbir yeriniz yokmuş gibi hissedersiniz. Birkaç saniyeliğine nefesiniz kesilir. Görüntü buğulanır. İşte o an buğuyu dağıtmak için içsel bir şekilde kendinize zarar verirsiniz. Bu zararın boyutu birkaç yumruk da olabilir bir ilmek ve bir tabure de. Seçiminiz, hayatın boğazınıza ne kadar şiddetli ve arzulu sarıldığıyla ilişkilidir. Aslına bakarsanız sahte-
Duyguları yoktur. Var zannedersiniz ama yoktur. Sitem ederken “Neden bu kadar gaddarsın?” diyorsunuz ya, anlamı yok. Çünkü hayat o duyguyu bile taşımaz. Gaddarlığın bile bir tarafında romantizm vardır. O, biraz robotiktir, aldırmaz. Kendinizi dart tahtasına iğrenç bir fotoğrafı konulmuş patronunuz, öğretmeniniz gibi hissedersiniz. “Neden ben?” en çok sorduğunuz sorudur. Yanılıyorsunuz, hayat özellikle hedef seçmez. Elinde bir listesi vardır ve sırayla görevini tamamlayıp yoluna devam eder. Sizinle oyalanmaz, üzerinizde düşünmez. O, meşguldür, sizin gibi aylak değil.
Zaman içerisinde sizi alıştırır. Gözlerinizi kanlar içerisinde ilk açtığınız andan yavaş yavaş göz kapaklarınız son kez inene kadar. Bir nevi müptelası yapar. Elinizde değildir. Hiç dişçiye gittiniz mi? Hani ağzınızın içinde bin bir alet edevat ve kimyasal varken acizliğinizi aklınıza getirebiliyor musunuz? Daha da önemlisi hissedebiliyor musunuz? Bu aslında onun size hazırladığı provalardan biridir, çünkü genelde onun karşısında acizsinizdir. Baş etmeniz imkansıza yakındır. O, tam bir taktik uzmanıdır. Taktiği de şudur; tam tüm işler yolunda diye düşündüğünüz nadir anlarda eğer bunu dile getirirseniz hemen kulakları çınlar. O, her şeyden haberdardır. Dile getirmenize bile gerek yok, içinizden küçük bir oh çekseniz bile mağarasındaki ejderhayı uyandırırsınız. Hoşlanmaz, her ejderha gibi. Ejderhalar, huzursuzdur. Yüzleşmek zorunda bırakır. Kaçamazsınız. Erteleyemezsiniz. Onun zaman mefhumu yoktur. Er ya da geç yüzleşme ister. El Diego, hayatla yüzleşti. Rüzgarı yanından eksik olmadı. Bu rüzgarda çok kişi savruldu. Yalnızca tek bir noktadan bakanlar gözden kaçırdı ama bu fırtınadan yaralı da olsa sağ salim çıkan tek bir kişi vardı. Maradona hala gayri meşru çocuklarının velayet davalarıyla uğraşırken, daha başında biten teknik adamlık kariyerinin üzüntüsünü ve ezikliğini yaşarken, sağa sola ve gazetecilere saldırmaya devam ederken o kişi şuan kızlarıyla ve cebinde milyonlarca dolar parasıyla hayatının geri kalan günlerinin tadını çıkarmakla meşgul. En son bir buz hokeyi maçında, sarı saçlarının ışıltısıyla tribünde etrafa gülücükler saçarken görüldü… This is a man’s world But it would be nothing Without a woman or a girl
SAYI #2 / 95
BASKETBOLLA BAĞLANAN HAYATLAR GÖKHAN NAZİF BİLGİN
96 / NİSAN 2016
SAYI #2 / 97
Coğrafyamızda topraklar talepkârdır. Kimsenin yaşına, cinsiyetine, hayallerine, umutlarına bakmaz yanına alırken. Sevilmez bu ülkede huzur. Barışın adı anılmamalı, hep karmaşa hakim olmalıdır. Dili serttir, tavrı serttir. Zordur yaşamak, bir sebeple hayata tutunmak. ‘Biterek ölmek güzey şeydir, başlamadan ölmek korkunç’ demiş Cemil Meriç. İşte başlamadan biten bir hayat daha. Sadece yaşanmış 18 yıl. Ardında bıraktıklarına bakınca, ne kadar da kısa ve bir o kadar da uzun bir süre. Türkiye’nin ortasında patlatılan bomba Ankara Altınel Spor Kulübü Basketbol Genç Takım Kaptanı Dorukhan Yusuf Özdemir’i ayırdı ailesinden, sevdiklerinden, hayallerinden ve belki de her şeyden çok sevdiği basketboldan. Yarım kaldı bu hikâye, korkunç. Biliyorum ki dergimizin bu sayısı Dorukhan Yusuf Özdemir’e ithafen çıkacak. Bu sebeple ben de basketbolla hayata tutunmaya, var olmaya çalışanlarla ilgili bir şeyler yazayım. 98 / NİSAN 2016
Bu ülkenin sokakları hoyrattır. Ölüm kol gezer özellikle doğusunda bu toprakların. İşte orada, tam da orada, bombaların, çatışmaların altında hayata sımsıkı sarılan Bağlar Belediyesi Basketbol takımının hikâyesidir bu anlatacağım. 15.!f İstanbul Bağımsız filmler festivali kapsamında gösterilen Bağlar; Melis Birder ve Berke Baş tarafından çekilen, Bağlar Belediyesi Basketbol Takımının serüvenini anlatan, yılın en iyi aktivist belgesel adayıdır. 2011 yılında çekimine başlanan ve yeni bitirilebilen eserde bu takımın mücadelesine şahit olacaksınız. Olaylı nevruz kutlamalarının, açlık grevlerinin, Roboski’nin bölgede tüm çarpıcılığıyla yaşandığı yıllarda basketbolla hayatın içinde olma mücadelesi bu belgeselde nakış nakış işlenmiştir. Bağlar Belediyesi Diyarbakır’ın en yüksek nüfuslu yerleşim yerlerinden biri olmakla birlikte, Türkiye’nin en zor ilçelerinden biridir. Yaşanılan çatışmalar, kapatılan kepenkler her gün gazete man-
şetlerindeyken, spor salonunda hayaller kuran gençlerin yaşamla kurdukları bağdır basketbol. Basketbolla bağlanmıştır birbirine hayatlar; idealist bir koç, bölge insanlarından oluşan bir takım, yerel yöneticiler ve aileler. Koç Gökhan Yıldırım’ın - ki kendisi Diyarbakır’da bir köy okulunda öğretmenlik yapmaktadır – tüm çabası bu oyunu sevdirmektir. Okul okul dolaşarak yeni yetenekli oyuncular aramakta, takımındaki basketbolcuların gelişimlerine yardımcı olmakta ve yöneticilerle bütçe pazarlıklarına girmektedir. Tüm olanaksızlıklara rağmen bu takımı 2. Ligin kapısına kadar getirmiştir. Bazı oyuncularına ise NCAA kapısının açılmasını sağlamıştır. Bu hizmetlerinden dolayı 2012 yılında Türkiye Basketbol Federasyonundan ‘Osman Solakoğlu Basketbolla Topluma Hizmet Ödülünü‘ almış, 2013 yılında ise Milli Olimpiyat Komitesinden ‘Kariyer Şeref Diploması Ödülü‘nün sahibi olmuştur. Yerel yöneticiler yokluk içinde kaynak yaratmaya çalışır. Oyuncuları
takımda tutmak için pazarlıklara girişir. Bütçeyi nasıl arttırırız derdine düşerler. Dönem dönem takımla veya Gökhan Hoca ile yaptıkları konuşmalar uçak ve bomba sesleri sebebiyle kesilecektir, duyulmayacaktır belgeselde. Bazı sahnelerde ise oyuncuların tarihsel süreç içinde yaşanılanlar sebebiyle yaşadığı kafa karışıklıkları, ötelenmişlik hisleri, özgüven ek-
siklikleri net anlaşılmaktadır. Hepsinin yaptığı ortak şey ise umuda sarılmak ve asla vazgeçmemektir. Güzel oyundur basketbol vesselam. Belgeselin sonuna doğru bir gazete haberiyle değişen hayatlara tanıklık ederiz. Aslında bu takımın kurulması, ardından kapalı spor salonun yaptırılması, yaşanılan bölgesel başarılar Denizli’de oynanan Playoff ’lar yeni hayallerin önünü açar-
ken, 24 saniyede yapılan hücumlar, 8 saniyede geçilemeyen yarı sahalar, girmeyen üçlükler, 2’de 2 atılan serbest atışlar, molalarda çizilen hücumlar, 5 saniyede kenardan çıkartılamayan toplar, uzatmalarda kazanılan maçlar ne çok hayatı değiştirmiştir kim bilir?
SAYI #2 / 99
100 / NİSAN 2016
THORPEDO DENİZ BALCI
SAYI #2 / 101
2000 Sidney Olimpiyat Oyunları başlarken Avustralya denince insanların aklına mükemmel mimarisiyle Sidney Opera Evi geliyordu. Ama turnuva bittiğinde ünlü sarı bonesiyle, bilekten bileğe bütün vücudunu kaplayan siyah mayosuyla, kumral saçlarıyla Ian Thorpe, Sidney Opera Evi’ni gölgede bırakmıştı. 2000 Sidney Olimpiyatları yaklaşırken 1999’da Pan Pasifik Oyunları’yla olimpiyatların son provası yapılıyordu. Thorpe serbest stilde kuracağı imparatorluğun temellerini burada attı. 200m ve 400m serbest yarışlarında altın madalya rekorlarla geldi. 4x100 ve 4x200 serbest bayrak yarışlarında ise Birleşik Devletler’in önünde Avustral-
102 / NİSAN 2016
ya takımıyla beraber iki altın madalya daha kazandı. 2000 Sidney’de bütün bir ülke altınlar ve dünya rekorları bekliyordu. Avustralya’nın altın çocuğu Thorpe doping söylentilerinden aklanmıştı ve kendi evinde seyircilere unutamayacakları bir performans sergiledi. 3 altın, 2 gümüş madalya ve 3 dünya rekoru. Artık sadece yüzme sporcusu değildi. Avustralya’da kangurulardan daha meşhurdu, dünyada ise milenyumun ilk süperstar sporcularından biriydi. Bu şovun kusursuz olmasını engelleyenler ise olimpiyatlarda asla kaybetmeyen Birleşik Devletler karışık bayrak takımı ve Thorpe’un hayatındaki en büyük rakibi Pieter van den Hoogenband’dı.
14 yaşındayken ilk defa uluslararası yarışlara katıldığı şehir olan Fukuoka’da yapılan, 2001 yılındaki Dünya Şampiyonası’nda formunun zirvesindeydi. Serbest stildeki 200m, 400m ve 800m mesafelerinde dünya rekoru kırdı. Avustralya takımı ile de bayrak yarışlarında üçte üç yaptılar. Böylelikle 6 altın madalya ve 4 dünya rekoruyla Thorpe, serbest stilde zirveye çivi çakmıştı. 2004 Atina Olimpiyat Oyunları yüzme tarihinin en büyük rekabetine sahne oldu. Phelps 8 altın hedefliyordu. 8 yarışın içinde 200m serbest de vardı. Bu mesafede Thorpe dünya rekortmeni, Hoogenband son olimpiyat şampiyonu, Hackett ise her zaman korkutucu bir rakip-
“...BU BAŞARI HİKÂYESİ AYNI ZAMANDA 14 YAŞINDA EVİNDEN AYRILAN, HAYATI ANTRENMAN KAMPLARINDA, TURNUVALARDA, SÜREKLİ SEYAHATLERDE GEÇEN BİR ÇOCUĞU DA ANLATIYOR” ti. Bu muhteşem dörtlü 200m finalinde yan yana dizildiler. İlk 50’yi beraber döndüler. Hackett yavaş yavaş geride kalıyor, Hoogenband da atağa kalkmış 100‘ü geçerken yarım boy önde gidiyordu. Ama son 50 metrede Thorpedo yuvasından çıktı. Phelps’in 8 madalya rüyasını ve Hoogenband’ın ünvanını koruma isteğini havuzun serin sularına gömdü. Dışarıdan her şey kusursuz görünüyordu. İnsanlar ünlü sporcuları sadece sahnedeyken görür. Gördükleri süre içerisinde de yaptıklarını takdir eder veya eleştirirler. Thorpe’un 200m serbest dünya rekoru 1 dakika 44 saniye 6 salise, en uzun süren turnuva ise 1 hafta. Gösterinin sahne süresi 1 hafta içinde en fazla 2 dakika iken, gösterinin başarısı sadece yıllar süren düzenli ve programlı çalışmaya değil düzenli ve programlı yaşamaya da bağlıdır. Bu yaşam da çoğu sporcuda psikolojik sorunlara yol
açar. Thorpe’un 2006 yılında 24 yaşında yüzme sporunu bıraktığını açıkladığı basın toplantısında, ‘’Kendime bir insan olarak baktım ve sordum: Hayatımda yüzme olmasaydı geriye ne kalırdı? ‘’ diyerek zirvedeki sporcuların en büyük çıkmazına dikkat çekti. Çünkü zirveye çıkmak için 10 yaşında arkadaşlarıyla istediği kadar sokakta oyun oynamadı. 12 yaşında hiçbir şeyi umursamadan evden ya da okuldan kaçmadı. 15 yaşında babasının arabasını kaçırıp arkadaşlarıyla 2 gün kamp yapmaya gitmedi. Her zaman gitmesi gereken antrenmanı, uyuması gereken bir saati, gitmesi gereken bir turnuvası vardı. Thorpe, 14 yaşında Avustralya takımına giren en genç yüzücü oldu. Çoğu insan bunu sadece başarı hikâyesi olarak görür. Ancak bu başarı hikâyesi aynı zamanda 14 yaşında evinden ayrılan, hayatı antrenman kamplarında, turnuvalarda, gece hiç bilmediği otellerde ve sürekli seyahatlerde geçen bir
çocuğu da anlatıyor. Thorpe geldiği noktayı ‘’Etrafım insanlar tarafından kuşatılmıştı ama ben daha da yalnızlaşıyordum’’ şeklinde anlatıyor. İnsanların gösteri sahnesinde gördükleri Thorpedo o kadar parıltılıydı ki kimse Ian ile ilgilenmiyordu. Gey olduğunu açıkladığı röportajda mahcup bir şekilde Avustralya’nın gey bir şampiyon isteyip istemeyeceğini bilmediği için yıllarca bir yalanı yaşamak zorunda kaldığını anlattı. O kadar genç bir yaşta efsaneye dönüşmüştü ki kendi cinsel yönelimini anlamaya başladığında geri dönülemez duruma gelmişti. Ian Thorpe, genç yaşta ailesinden ayrılan, etrafını kuşatan insanların içinde yalnız, yıllarca bir yalanı yaşayan Avustralya Takımı’na giren en genç yüzücü, sarı bonenin en muhteşemi, Avustralya’nın Olimpiyatlar’daki en başarılı sporcusu...
SAYI #2 / 103
DÜĞÜN VE CENAZE MUSTAFA BERK BOZ
Futbol ikliminde kurak kalmış bir bölge olan Trakya’nın parlayan bir umuduydu Doğan Seyfi Atlı. Anafartalarspor’dan Edirnespor’a, oradan da Denizlispor’a uzanan bir yolculuktu onunki. Bu yolculuk, 17 Aralık 2001 günü Nazilli karayolunda son bulacaktı. ‘Kara Eylül 1980’in 10. günü dünyaya gelir Doğan Seyfi Atlı. 5 yaşına geldiğinde hayat ona ilk oyununu oynamıştır. Babası Nuri Atlı’yı trafik kazasında kaybetmiştir. Nuri Atlı, Edirne’de amatör olarak top koşturmuştu. Doğan da babasının yolundan gitmek istiyordu. Futbol topunun peşinden koşmaya 1997 yılında Anafartalarspor’da başladı. Keşan’dan Edirne’ye transferi ise fazla uzun sürmedi. 1998’de Edirnespor, Doğan’ı 900 milyon liraya transfer etti. Edirnespor’daki ilk sezonu olan 98/99 sezonu, ne onun için ne de kulüp için pek parlak geçmedi. Kulüp sezon sonunda küme düştü ve 3. Lig’in yolunu tuttu. Ancak bu düşüş, aslında Doğan için 104 / NİSAN 2016
yükselişin de başlangıcıydı. Takip eden 99/00 sezonunda 29 maçta 21 gol attı ve ‘gol kralı’ oldu. Bu performansı birçok kulübün dikkatini çekti ve 2000/2001 sezonu başında Denizlispor’a transfer oldu. 3. Lig’den 1. Lige âdeta ‘dikey bir geçiş’ yapar Doğan Seyfi. Denizlispor’daki ilk sezonunda ise, Türk futbolundaki değişmez bir yargı olan ‘genç futbolcu’ kavramının kurbanı olur. ‘Pişmesi için’ Denizlispor PAF takımına gönderilir. Burada çıktığı 24 maçta 21 gol atar ve dikkatleri bir kez üzerine daha çeker. Bu performansa kayıtsız kalamayan isimlerden biri de dönemin Denizlispor teknik direktörü Yılmaz Vural olur. Vural, sezonun son yedi maçında Doğan’a şans verir. Doğan Seyfi, 1. Lig’deki ilk golünü 6 Mayıs 2001’de sezonun flaş ekibi Gaziantepspor’a atar.
Doğan, ilk sezonunda lige ve Denizlispor’a tutunmayı başarır. Kulüp, 2001/2002 sezonu öncesi teknik direktör Yılmaz Vural’ın görevine son verir ve Sakıp Özberk ile anlaşır. Özberk, Doğan’ı takımın değişilmez futbolcularından biri hâline getirir. Ligin ilk haftasında Yozgatspor’a karşı alınan 5-0’lık galibiyete 1 gol ile katkı sağlar. 2001 yılı, ona uğurlu gelmiştir. Tabii sadece ona değil; Denizlispor’a da… Zira Denizlispor o sezon Türkiye Kupası’nda yarı final görür ve Beşiktaş’a elenerek kupaya veda eder. Denizlispor’un peri masalını andıran bu rüya sezonundaki en müstesna maçlardan biri, belki de en önemlisi, 11 Aralık 2001’de Kadıköy’de Fenerbahçe’ye karşı oynanan Türkiye Kupası 4. Tur maçıdır. Denizlispor, Kadıköy’de Fenerbahçe’yi devirir ve
takımın ilk golünü Doğan kaydeder. Maçtan sonraki röportajında, “Fenerbahçe’ye kupada gol attım ya, herhalde farkıma varmışlardır. Bir gün mutlaka İstanbul’a, oradan da Milli takıma gideceğim.” der. Hayalleri vardır Doğan’ın. Bu genç adamı izleyenler, O’nda bir ‘Hakan Şükür’ havası sezmektedir. Boyu, atletikliği ve hava toplarındaki etkisiyle ‘Kral’ı andırır. Fenerbahçe maçı Doğan Seyfi’nin âdeta kısmetini açmıştır. Doğan’ı transfer etmek isteyen kulüplerin başında ise Beşiktaş gelmektedir. Dönemin kulüp başkanı Serdar Bilgili, bu genç oyuncunun Ocak ayında transfer edilmesi için girişimlere başlar. Denizlispor ise kupada gelen bu zaferin ardından, ligde Ankaragücü ile karşılaşır. Doğan bu maçta son 30 dakikada
oyuna dâhil olur. Denizli, Fenerbahçe maçının rehavetinden kurtulamaz ve Ankaragücü’ne evinde mağlup olur. Maçın ardından Sakıp Özberk takıma 1 gün izin verir. 17 Aralık’ta herkesin antrenmanda olmasını ister. Doğan izin gününde, kız arkadaşıyla birlikte Kuşadası’nın yolunu tutar. İzin gününün ardından 17 Aralık’ta takımının antrenmanına katılmak için yola çıkar. Antrenmana geç kalmaktan endişe duyan Doğan, aracıyla hız sınırlarını zorlar. Oldukça soğuk ve yağmurlu bir Ege gününde, Aydın-Denizli otoyolunda refüje çarpan araç, 60 metre sürüklenir ve takla atar. Doğan, bu kaza sonrası olay yerinde hayatını kaybeder. 5 yaşında babasının canını alan trafik canavarı,
bu kez kurban olarak Doğan’ı seçer. Doğan’ın naaşı, Trakya’daki yoğun kar yüzünden günlerce Edirne’ye gönderilemez. Birkaç gün sonra sevenlerinin ve Denizlispor camiasının katılımıyla son yolculuğuna uğurlanır. Bu elim olay, başta Denizlispor olmak üzere Türk futbol kamuoyunu derinden sarsar. Denizlispor sezonun geriye kalan tüm maçlarına ‘siyah’ formayla çıkar ve ‘18’ numara emekli edilir. Ayrıca Denizli Belediyesi’nin 2009’da aldığı bir kararla ismi, Denizli Belediyespor’un maçlarını oynadığı stada verilir. Doğan Seyfi ile ilgili geriye kalan anılardan en dikkat çekenlerden biri ise hiç şüphesiz, Denizlispor kariyeri boyunca tek bir kart dahi görmemesiydi. Doğan sahada ne kadar centilmense, hayat da bir o kadar zalimdi. Kim bilir, belki de aşırı hız onun ilk faulüydü ve ona karşı çıkan ilk ve son kırmızı kart da bu oldu.
SAYI #2 / 105
D L D T B
AĞ ARI E LDİM E K A Ş I MA
HÜSNA KÖŞGER 106 / NİSAN 2016
M
A SAYI #2 / 107
Bir özgür kızın hikâyesi bu; kendine has kişiliği ile bulunduğu her ortamda farklılık yaratmış bir kızın. Ona neden böyle dedim? Niçin benim için “özgür kız”? Hepsini bu yazımda kendime göre geçerli gerekçeleri ile anlatmaya çalışacağım. Işıl’ın öyküsü 1994 yılında başlar. Beden eğitimi öğretmenlerinden biri, henüz 8 yaşındayken Işıl’daki yeteneğini keşfeder. Basketbola âşıktır o ve aşkı için her şeyi yapacak kadar da cesurdur. Henüz 12 yaşındayken İstanbul Üniversitesi’nin altyapısında basketbol oynamaya başlayan Işıl’ın bu takımda forma giymesini sağlayan da bu deli cesareti olmuştur. Ablasını üniversiteye kaydettirmeye gittikleri gün ailesinden habersiz bir şekilde okul içerisinde yapılan basketbol idmanının ortasına girer ve antrenöre giderek “Bu takımda oynamak için geldim.” der. Bu olayın sonucunda ailesi onu salonda basketbol oynarken bulur. Bu deli ruhlu küçük kızın büyük başarılara ulaşması ise uzun sürmez. Bu takımda 2 yılı A takım olmak üzere tam 8 yıl forma giyer. Küçüklerde 1, yıldızlarda 3, gençlerde ise 5 Türkiye şampiyonluğu yaşar. Yine altyapıda oynadığı dönemde birçok kez asist kraliçesi, en değerli oyuncu ve en iyi oyun kurucu ödüllerini alır. A takıma yükseldiği İstanbul Üniversitesi’nde 1. oyun kurucu görevini üstlendiğinde henüz 16 yaşındadır. Işıl Alben’in İstanbul Üniversitesi’nden sonra yeni durağı Botaş Spor oldu. Başarı merdivenlerini birer ikişer çıkmaya devam ediyordu. Botaş Spor ile Eurocup’ta 10 maç yaptı ve maç başına 7,5 sayı, 3 ribaund ve 4.5 asist ile oynadı. Sonraki durağı ise onunla özdeşleşen Galatasaray oldu. Ve benim onu tanıma ve sevme hikâyem de böyle başladı. Alben, Galatasaray döneminde ismini takımıyla özdeşleştirdi.
108 / NİSAN 2016
Onun mücadeleci ve asi tavrı seyirciyi takıma daha da fazla bağladı. Galatasaray onun için sadece oynadığı bir takım değildi, Işıl yürekten “Galatasaraylı” idi. Ve bu durum onun takımı için daha fazla mücadele etmesini sağlıyor ve onu takımına daha fazla bağlıyordu. Kısa süreliğine başka bir takıma gitmesine rağmen çok geçmeden eski yuvasına geri dönmesi de,
Twitter hesabında “Bize her sevdadan geriye kalan sadece Galatasaray” yazması da bunun en büyük kanıtı değil mi? Sadece bireysel başarıları ile değil bir sporcu olarak Milli Takım için verdiği mücadeleler ve kazandığı başarılar ile insanların ona olan sevgisini daha da artırdı. Potanın Perileri ile birlikte Avrupa 2.’liğini
tadan Işıl, Olimpiyatlara da gitti. O sene Twitter’da olimpiyatlara gitmeye hak kazanan Kadın Milli Takımlarımız’a istinaden “Atatürk’ün Kızları Olimpiyatlar’da” başlıkları açılmıştı. Işıl da bu gurura erişenler arasındaydı. Her zaman kendine has ve özgür oldu. Kimseye benzemedi, benzemeye de çalışmadı. Bu yüzden çok sevildi ve sevilmeye de devam edecek. Milli
Takım ve Galatasaray için döktüğü her damla terde, sadece sporcu olarak değil büyük bir taraftar olarak da adanmışlığının izleri var. Peki, neydi onu benim nezdimde “özgür kız” yapan? Ben ona her baktığımda Özlem Tekin’in o harika “Tek Başıma” adlı albümünü anımsarım. Belki de Özlem Tekin’in o zamanlar var olan özgür
kız imajından olsa gerek özellikle “Dağları Deldim” klibindeki basketbolcu kız tarzı ve şarkı sözlerini Işıl ile özdeşleştirip ona bu imajı yükledim. Kendine has üslubu, tek başına her şeye yetecek güçte ve genişlikteki yapısı, takımına olan inancı ve mesleğine olan aşkıyla, özgünlüğüyle ve en önemlisi kendi bildiğini okumasıyla özgür kız değil de nedir Işıl Alben?
SAYI #2 / 109
TÜKENMEK BİLMEYEN EFSANE: NORIAKI KASAI EZGİ YAZICIOĞLU
110 / NİSAN 2016
SAYI #2 / 111
2015 Temmuz’unda Holmenkollen Kayak Merkezi’nde Oslo havasını solurken aklımda tek bir düşünce vardı: İnsan buradan nasıl atlar? Kalbinin çarpıntısını bir kenara atıp, rüzgarı arkasına alarak rakibini geçmesi için gereken motivasyonu nereden bulur? Nitekim ben de içimdeki heyecanı tetikleyen korkumu yendim ve tam 134 metreden aşağıya kendimi zipline yaparak bıraktım. 4 dünya şampiyonası ve 1 adet kış olimpiyat oyunlarına ev sahipliği yapmış bu muazzam kayak disiplini trampleni, kim bilir kaç sporcuya ev sahipliği yapmıştır? Kaç taraftarın çığlıkları ve tezahüratları arasında madalya gözyaşlarına tanıklık etmiştir? 1800’lerin sonuna doğru Norveç kralı için düzenlenmeye başlayan
112 / NİSAN 2016
kayakla atlama disiplini, 1924’te Chamonix’de olimpiyatlarda yer almaya başladı, zamanla günümüzdeki popüler haline kavuştu. 5 yaşından itibaren bu spor dalına emek veren atletlerde aranılan en önemli özellikler, sarsılmaz sinirlere sahip olmak ve yılmak bilmeyen bir yükseklik tutkusu. Şu sıralar efsanevi Morgenstern’in ardından henüz 23 yaşındaki Peter Prevc’in üst üste aldığı başarılar herkes tarafından konuşulurken, aslında madalyonun bir de öbür yüzüne bakmamız gerekiyor. 2014 Sochi Kış Olimpiyatları’nda bronz alarak kendini bu kadar genç yaşta gösteren Prevc’in bir üstünde, neredeyse kendisinin iki katı kadar dünya yılı almış başka bir efsane vardı: Noriaki Kasai. “The Grand Old Man of Skiing “
yani “Kayağın Büyük Yaşlı Adamı” olarak adlandırılan 44 yaşındaki efsane Kasai, hiçbir şekilde vazgeçme belirtisi göstermiyor. 1989’dan beri dünya çapında arenalarda yarışan Kasai, kendini görenleri kesinlikle hayran bırakıyor. 7. Kez hazırlandığı Sochi Olimpiyatları’nda, yaşına rağmen ne için hala devam ettiği sorulduğunda ise tek bir cümle ile cevap veriyor: “Çünkü hala bir olimpiyat altını kazanamadım.” Kasai’nin gerçekten inanılması güç bir spor geçmişi var: 11 dünya şampiyonası, 427 uluslararası çapta organizasyon ve 7 olimpiyattan; 2 gümüş ve 1 bronz Olimpiyat madalyası olmak üzere 15 bireysel başarı ve 44 podyum finali. Kasai, bireysel alanda en fazla Dünya Kayakla Atlama Şampiyonası katılımı ve Dünya Kuzey Kayak Şampi-
yonaları’nda en fazla katılım gibi ödüllerle Guiness Rekorlar Kitabı’na da girmiş sayılı sporcular arasında yer alıyor. Kaymayı çok sevdiğini ve henüz durmayı düşünmediğini söyleyen 17 kez dünya şampiyonu ünvanlı Kasai, hepimize şu soruyu sordurmayı başarıyor: En iyisi olmayı ne kadar devam ettirebiliriz? Hele hele spor gibi fiziksel kuvvetlilik gerektiren ve rutin dayanıklılık isteyen bir alanda. Başka bir efsane futbolcu Kazuyoshi Miura ile yakın arkadaş olan Kasai, onun “50’sinde bile Japon futbol liginde oynama niyetine“ hayranlıkla hatta ilham alarak baktığını, birbirlerine rekabet hırsı aşıladıklarını ve kendilerini sık sık motive ettiklerini de defalarca belirtmiş.
Madalya kazansa da kazanmasa da, Japonya için kayakla atlama disiplini için baştan aşağı bir ekol yaratan efsanevi sporcu, tutkusunu sadece kendi yararına değil, dünyadaki bütün spor severler için idol haline getirmiş. En basit anlarda bile bizi yıldıran, yorgunluk, açlık, zaman kısıtlılığı, aile özlemi, memleket hasreti gibi bahaneleri bir kenara bırakırsak, azim her şeyin önüne geçiyor. Ancak eğer çok ama çok istersek ve yaptığımız işe tutkuyla bağlanırsak zafere ulaşabiliyoruz. Neredeyse veteran olarak adlandırılan Kasai’nin Lillehammer‘dan beri beklediği 20 yıl sonraki ilk bireysel zaferi, her ne iş yaparsak yapalım ona tutkuyla bağlanırsak amacımıza en doğru şekilde ulaşabileceğimizi gösteriyor.
SAYI #2 / 113
KELEBEK ETKİSİ TOLGA TEMEL
114 / NİSAN 2016
SAYI #2 / 115
Kıyıları kayalarla dolu bir eyalettir Oregon, en güçlü dalgalar bile çarparak geri döner. Oregon’un basketbol takımı Portland Trail Blazers da bu dalgalardan pek farklı değil. Tarih boyunca bir sürü dalga geldi, fakat hep şanssızlığa uğrayıp kıyıya vurmayı hiç başaramadılar. Önlerine iki kere altın tepsiyle o on yıla hükmedebilecek fırsat geldi, ancak onlar ikisinde de yanlış tercihte bulundular. Seçimlerde yaşadıkları sorunlar iyi bir scouting ile çözülebilirdi fakat aynı şeyler sakatlıklarda çok da geçerli bir durum değil. Söz konusu takım Portland’sa, en sağlıklı sporcu bile sakatlık yaşayabilir. Yakın tarihteki en önemli örneği ise Brandon Roy. Brandon Dawayne Roy, 1984 yazında, Seattle’da bir işçi sınıfı ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Ailesinde tek bir üniversite mezunu yoktu ama ailesi tarafından eğitim ve spora teşvik her zaman vardı. Beş yaşında önce futsala başladı, sonra da beyzbol, futbol, basketbol takımlarında yer aldı. Bu takımların koçu genelde babasıydı. “En çok eğlendiğim şey olması dışında pek fazla şey hatırlamıyorum. Mücadele içinde olmaya âşık olmuştum, daha fazla sporun içinde yer almak istiyordum. Rekabetçi ve bir takımın parçası olmak mükemmeldi.” diyordu Brandon sonradan. Çeşitli sporları yaptıktan sonra basketbola olan yeteneğinin üstüne gitmeye başladı. Garfield Lisesi’ne yazılan Roy, kısa sürede en iyi lise oyuncuları arasında adını geçirmeye başladı ve üniversiteler tarafından en çok aranan oyunculardan biri oldu. 2002 yılında liseyi bitirdiğinde NBA seçmelerine kayıt yaptırdı, fakat lisedeki koçu Roy’u mental olarak hazır olmadığına ikna etti ve Roy seçmelerden çekildi. Fakat üniversiteye girmek onun için sandığı kadar rahat ol-
116 / NİSAN 2016
mayacaktı. Öğrenme güçlüğüne sahip olduğundan NCAA için gerekli olan minimum SAT puanını dördüncü seferde elde edebildi. University of Washington’a giren Roy burada dört yıl oynadı ve 2006 seçmelerine girdi. Bu kararla birlikte kendine farklı bir rota çizdi, 2002 yılında NBA’e giriş yapmış olsaydı tamamen farklı bir kariyeri olacaktı. Bir rol oyuncusu olarak uzun yıllar forma giyebilirdi. Ama o uzun ve sabır isteyen yolu tercih etti, potansiyeline ulaşmayı. Bu kariyerindeki ilk kırılma noktasıydı. NBA Dönemi İkinci kırılma noktası ise, draft gecesi yaşandı. Minnesota tarafından
6.sıradan seçilen Roy, draft gecesi kendini 7.sıra seçimi olan Randy Foye ile takaslanmış bir şekilde Portland’da buldu. Yeniden yapılanma sürecindeki Portland, başka bir takasla da LaMarcus Aldridge’i kadrosuna katmıştı. Umut vadeden genç bir çekirdek kuran Portland, takımının merkezine Roy ve Aldridge’i koyacaktı. Kelebeğin ikinci kanat çırpışıyla birlikte Roy, NBA hikâyesine Minnesota’nın ayazı yerine Oregon’un gül bahçelerinde başladı. Çaylak sezonuna başlarken Roy da takımın geri kalanı da çok büyük bir beklentinin altında değildi. Lige fırtına gibi girdi ve ilk ma-
2009–10 sezonu başladığında motivasyon yüksekti, Brandon nispeten sağlıklı durumdaydı. Altıncı sıradan playofflara kalan Portland’ın bu sefer karşısında Phoenix vardı. Fakat seri başlarken takımda bir eksiklik vardı. Normal sezonda 65 maç çıkaran Roy, üniversite yıllarında da yaşadığı diz sakatlığını Nisan ayında tekrar yaşadı. Playoffların ilk turunu kaçıracağı söylenen Roy, hızlı bir tedaviyle serinin dördüncü maçına yetişti. Döndüğü maçı Portland kazanıp seriyi 2-2’ye getirse de, diğer iki maçı kaybedip playofflara veda ettiler. İkinci kez erken havlu atıp, sezonun devamını evinden izlemek zorunda kalmıştı. 2010 sonbaharında yeni sezon başlarken Portland taraftarları takımdan ümitliydi, başarılar bekleniyordu ve artık biliyorlardı ki takımlarının yükü iki potansiyel yıldızın değil, iki gerçek yıldızın omuzlarındaydı. NBA’de geçen dört yıldan sonra Roy da Aldridge de büyük aşama kaydetmiş, süper yıldız seviyesini zorlar hale gelmişti. Fakat sizin takımınızın adı Portland Trail Blazers ise, her zaman en kötü senaryoya göre hesaplarınızı yapmalısınız. çında memleketinin takımı olan Seattle potasına 20 sayı bıraktı. İleride de başına bela olacak sakatlığı yüzünden ilk sezonundan 25 maçı kaçırdı. Takım 32 galibiyetle playoff dışı kalırken sezonun sonunda elde gelecek için umut veren bir temel kadro, parlamaya hazır bir Aldridge ve 128 oyun 127’sini alarak Yılın Çaylağı ödülünü kazanan Brandon Roy vardı. 2008 yılında ilk kez All-Star seçilen Roy başarı basamaklarını tırmanmaya devam ediyordu. Roy seviye atladıkça, Blazers da onunla birlikte yükseliyordu. Yükselişi önlenemezdi ve bu yükselişte en büyük pay, atletizmine ek olarak yüksek
bir oyun zekâsına sahip olmasındaydı. Tam bir 1 ya da 2 numara olarak sınıflandırılamazdı, bana göre siyahi Ginobili’ydi. Alçakgönüllüydü, kolej sonrası ego sendromu yaşamıyordu ve en önemlisi bir ‘winner’dı. İlk iki sezonunda playoffa kalamayan Roy ve Blazers, 2009 yılında şeytanın bacağını kıracaktı. Ufak sakatlıklar haricinde sıkıntı yaşamayan Brandon, sadece dört maç kaçırdığı sezonda takımıyla 4.sıradan playoffa kaldı. İlk turda Yao ve T-Mac’in önderliğindeki Houston’a elendi. Başarı bekleniyordu, gelmemişti; ama herkes emindi ki, gelecekti.
Nitekim de öyle oldu. Kelebek kanatlarını 2010 Aralık ayında üçüncü kez çırptı, Brandon’ın diz sakatlığı nüksetti. Sakatlığından dolayı çok maç kaçıran Roy, döndüğünde de sürekli formsuzlukla ve dizleriyle mücadele etti. Süre almakta zorlanan Roy, sadece fiziksel durumuyla ilgili bir mücadelede değildi. Yaşadığı şey büyük bir savaştı, çünkü bu bir yıldızın yaşlanıp yeni rolünü kabullenmesi gibi değildi. Potansiyelinin farkındaydı, NBA’e dört yıl daha sonra girmesinin de sebebi buydu zaten. Merdivenleri tırmanırken dizlerinin onu yavaşlatması yıpratıcı bir süreçti. Sadece 27 yaşındaydı ve başarmak istiyor-
SAYI #2 / 117
du. Çocukluğundaki gibi, Brandon her zaman kazanmayı ve mücadeleyi bir tutku haline getirmişti, beş yaşındayken okul arkadaşlarıyla oynadığı günlerden beri gelen bir şeydi bu. Fiziksel olarak zorlansa da, mental olarak kendisiyle olan savaşta hep ayakta kaldı. Kazanma içgüdüsüyle oyuna tutunmaya devam etti. Ne kadar tutunmaya çabalarsa çabalasın, hem dizleri hem de dış faktörler onu yormaya devam edecekti. Bu sefer 2011 playofflarında ilk turda rakipleri Dallas’tı. Serinin 2-0’a geldiği maçta sadece 8 dakika süre aldıktan sonra bazı sesler yükselmeye başlamıştı. Koç McMillan ile sürtüşmüştü, spekülasyonlar havada uçuşuyordu. Dizleri artık onu taşıyamıyor muydu? Bir daha eskisi gibi olabilecek miydi? Hakkında fazlaca soru vardı ve Roy, Iverson misali cevaplarını vermekte fazla gecikmedi. Serinin dördüncü maçında artık fark 23, bitime ise sadece bir çeyrek kalmışken, o anda inisiyatifi alan Brandon, son çeyrekte 18 sayı kaydederek çoktan gitmiş maçı Portland’a geri getirdi. Bu galibiyet Portland’a seriyi kazandırmadı ama Roy’a “sakat olabilirim ama hala büyük bir oyuncuyum” deme fırsatını sağladı. Bazı olayları canlı izlemek bir başkadır. Binlerce kilometre uzakta bile olsanız o an tarihe tanık olursunuz. Dallas maçının son çeyreği de böyle bir olaydı, hem mükemmel bir geri dönüş öyküsü hem de bir insanın kararlılığıyla neleri başarabileceğinin ilham verici bir örneği vardı o gece. Bir daha dönemez, o bitti denilen Brandon Roy’un şovu tekrar devralması pek çok insana ilham verdi, ben de dâhil.
118 / NİSAN 2016
Son bir resital sergilemesine rağmen Roy’un dizleri pek de devam edebilecek durumda değildi. Diz sakatlığı üçüncü dereceye gelmişti, zaten bu sakatlığın ulaşabileceği maksimum nokta dördüncü dereceydi. Roy’un fazla seçeneği kalmamıştı, kendisi devam etmek istese de, sağlığını korumak adına 2011 NBA lokavtı sırasında emekliliğini duyurdu. Son Deneme Huy huydur, değişmez. Küçüklüğünden bu yana mücadeleci bir yapısı olan Roy, 2012 yılında tekrardan NBA’e dönmeye karar verdi. Kobe’nin de dizlerini ameliyat eden doktorla bir tedavi sürecinden geçen Roy, antrenmanlara başladı ve tekrar NBA’de olmak istediğini açıkladı. 2012 yazında kendisini draft eden fakat formasını hiç giymediği Minnesota ile anlaşan Roy, bir zincirin son halkasına, belki de onun için en iyi son durağa geldi. Sezon öncesi maçlarında ümit verse de, normal sezonda dizleri sadece beş maç dayanabildi. Son bir ameliyat oldu ve sezonu kapattı. Mayıs 2013’te de kesin emekliliğini açıkladı. Neden tekrar dönüldüğü sorulduğunda ise, “Eğer bir gün çocuğum neden bıraktın diye sorarsa, en azından tekrar denediğimi söyleyebilmek istedim.” demişti. En yaygın takma adı, isminin kısaltması olan B-Roy’du. Fakat benim en sevdiğim “The Natural”, yani doğal olandı. Kendisini zirveye çıkaran da o doğal yeteneğiydi, daha yapacağı çok şey varken sahneden inmesine sebep olan da insan doğasının ta kendisiydi. Yeteneğiyle çıktığı zirvede kalabilmek için belki de dizlerini parçalamak pahasına elinden gelen her şeyi yaptı, olmadı.
İkinci emekliliğinden sonra onu oradan oraya sürükleyen kelebek bir daha kanatlarını çırpmadı ve Brandon Roy hiçbir zaman potansiyeline tam olarak ulaşamamış, karakterli ve winner bir yıldız olarak tarihte yerini aldı. Bazı yıldızlar diğerlerinden daha parlak yanar, ama üzücü şekilde daha vakitsiz söner.
“BAZI YILDIZLAR DİĞERLERİNDEN DAHA PARLAK YANAR, AMA ÜZÜCÜ ŞEKİLDE DAHA VAKİTSİZ SÖNER.” SAYI #2 / 119
PLANLI KAOS DOĞA SAĞIROĞLU
120 / NİSAN 2016
SAYI #2 / 121
Ülkemiz futbolundaki en yaygın sistem şu: Sistemsizlik. Milli takımımıza bile sirayet eden bu hastalığı kaos futbolu olarak da adlandırabiliriz. Aslında bu topraklarda yaşayan insanların her gün kaotik bir düzende yaşadığını düşünürsek, bu sistemde başarılı olduğumuz anlar olması hiç de şaşırtıcı değil. Almanlar bu hastalığı bir aşıyla yenmeyi başardı. Futbol filozofu Johan Cruyff ’un topa sahip olmayı öneren felsefesine başka bir gözle baktılar ve “Topa sahipken gol yemezsiniz” fikrini “top rakipteyken gol atabiliriz” olarak yorumlayıp futbolun taktik duvarını bir tuğla daha yükselttiler. Topu kapıp aniden pozisyon yaratma fikri özünde şöyle gelişti diyebiliriz. İlk olarak dominant ve rakip yarı sahaya oyunu yıkan ekipleri alt etmek için, görece daha mütevazi takımların kullandığı kontra atak ya da gerilla futbolu gelişti. Buradaki hedef rakibi en zayıf anında yakalamak ve cezalandırmaktı. Daha sonra bu bir kademe daha ilerledi ve rakibi kontraya çıkarken yakalama fikrine dönüştü. En tehlikede olduğun an kendine en çok güvendiğin andır sloganıyla rakiplerine pres tuzakları hazırlayan deneysel takımlar oluşturuldu. Amaç, top boş bir alana yollandığı anda rakipten daha hızlı bir şekilde pozisyon alıp, rakibin pas kanallarını hızlıca kapayıp, ani ve kalabalık bir şekilde pres yapmaktı. Bu durum oyun kurucu ya da 10 numara mevkii diye adlandırabileceğimiz pozisyonda oynayan ekstra bir oyuncu bakısını rakibe hissettiriyordu. Bu oyuncunun adı da PRES. Bu ekolün en deli temsilcilerinden biri de Roger Schmidt. 2013/2014 sezonunda şampiyon yaptığı Red Bull Salzburg o kadar etkili bir
122 / NİSAN 2016
oyun sergiliyordu ki, kış hazırlık döneminde Pep Guardiola’nın çalıştırdığı Bayern Münih, performanslarını yakından izleyebilmek amacıyla bir hazırlık maçı talep etti. O maçta Bayern’i 3-0 mağlup ettikten sonra Pep’in gözünde ayrı bir yere sahip oldu Roger Schmidt. Antrenmanlarda top kaptırıldıktan 5 saniye sonra top hala kapılmamışsa bir zilin çaldığı bir sisteme sahip bu çılgın hocanın daha çok
potansiyele sahip kulüplerden birine gitmesi kaçınılmazdı. Nisan ayı itibariyle Leverkusen’de ikinci sezonunu geçiren Alman hocanın 2019’a kadar sözleşmesi olsa da bu sıralar projesi tehlikede gibi gözüküyor. Avrupa Ligi ve Almanya Kupası’ndan elendiler ve ligde ilk 4 uzak gözüküyor. Mükemmel bir tam saha presi yaptıkları 0-0 biten Bayern maçı belki de 2016 yılındaki tek övülecek performansıydı Leverkusen’in.
Futbolu matematiğe dökmek klasik maç sonu istatistiklerinden ibaret değildir. Sahada 23 tane hareketli obje vardır. Her saniye pozisyonu değişen 23 obje ve buna bağlı olarak her an değişen sahadaki en optimal oyuncu konumları bulunur. Takımınızın, topun ve rakibin konumuna göre her saniye gitmesi gereken bir yön, bir koşu şiddeti ve gerektiği takdirde uygulamak zorunda olduğu bir temas şiddeti vardır. Roger Schmidt bunu analiz
etme, matematikselleştirme ve takımına uygulatabilme bakımından çok büyük bir potansiyele sahip. Peki planlanmış bir kaos yaratma çabasındaki bir teknik direktör ile kaosun vücut bulmuş hali olan Türkiye arasında nasıl bir bağ olabilir? Türk futbolu böyle bir arayış içerisinde mi bilmiyorum. Ancak bana göre Türkiye’nin bir ekol haline gelebileceği futbol tarzı bulunmuştur ve bu “Planlanmış
Kaos Futbolu” dur. Leverkusen ile ne kadar devam eder bilemiyorum ancak Roger Schmidt rol model alınması gereken bir hocadır ve ligimizin en yakın zamanda bu oyun stiline adapte olması gerekmektedir. Bu kaotik plan Türkiye için modern futbola giriş bileti olabilir. Zira bu bileti bir an önce almazsak makas giderek açılacak ve biz Türk futbolseverler uzun bir süre daha geri kafalı teknik direktörleri izlemeye mahkum olacağız.
SAYI #2 / 123
GELECEK ÜZERE... GELECEKAY AY GÖRÜŞMEK GÖRÜŞMEK ÜZERE...