Rotasyon Dergi Sayı 1

Page 1

OKUMAYI SEVEN DEFANSA GELSİN!

TANJEVİC . PIQUE . ABD YÜZME TAKIMI . BARSELONA . LAVILLENIE . BADİ EKREM . DI CANIO . ALPE D’HUEZ . 96’ EFES . KLOPP . WAWRINKA . MISTY COPELAND . MAHREZ . JENNIFER JONES . RAIKKONEN . LANCE ARMSTRONG . LLEYTON HEWITT . GINOLA

SAYI #1 MART 2016


ROTASYON DERGİ EKİBİ

12

40

58

4

YAYIN YÖNETMENİ ANIL GÜLER YAZI İŞLERİ SORUMLUSU ÖMER İNCE YAZI İŞLERİ MUSTAFA ONUR GİRİŞKEN MUSTAFA C. VEZİROĞLU ALPER ÜNLÜ YAZARLAR ALİ EMRE MAZLUMOĞLU BURAK PAMUK CANAN VARAN CİHAT GEMİCİ DENİZ BALCI DOĞA SAĞIROĞLU EGE KİMYONŞEN EZGİ YAZICIOĞLU FURKAN KARASOY GÖKHAN N. BİLGİN HÜSNA KÖŞGER MUSTAFA BERK BOZ OĞUZHAN ŞAKAR TOLGA TEMEL TUNA MENEVŞE GRAFİK TASARIM ANIL GÜLER İLETİŞİM rotasyondergi@gmail.com

2 / MART 2016

İÇİNDEKİLER 4. ÜLKE BASKETBOLUNDA TANJEVİCLİ YILLAR 10.PİQUE’NİN İNGİLTERE STAJI 12.KATİL BALİNA ABD YÜZME TAKIMI 14.BARSELONA ŞEHRİ & BARSELONA KULÜBÜ 20.RENAUD LAVİLLENİE’NİN LANETİ 22.BADİ EKREM’İN ANLATTIKLARI 24.CENTİLMEN FAŞİST Dİ CANIO 30.HOLLANDA KÖŞESİNDE GİDON KIRMAK 34.96’ KORAÇ KUPASI & EFES 40.İKİ KLOPP 46.MAĞLUP GALİP WAWRINKA 48.SPORDA TABULARI YIKMAK 50.MAHREZ HARİKALAR DİYARINDA 54.KÖRLİNG ASLA SADECE KÖRLİNG DEĞİLDİR 58.İLK KIVILCIMI RAIKKONEN YAKTI 62.ÖLÜMÜ ARDINA ALMAK: DOPİNG 66.COME ON HEWITT COME ON 70.37 EKRAN TV’DE DAVID GINOLA


İLK ADIM ANIL GÜLER

B

aşarıyı sadece popülarite ve paraya endekslersek insanın hayatta kazanabileceklerinin, başarabileceklerinin bir sınırı yok. İnanan ve adanmış her kişi, her ekip başarıya ulaşabilir. Yalnız bu ‘başarı’ merdivenlerini bir bir tırmanırken çoğu zaman atlanan bir nokta var. Bu tarz hedefler konup sonunda ulaşıldığında mutluluk da beraberinde gelir ancak dünyanın en yüksek zirvesine bayrağınızı diktiğiniz anda da, Dünya Kupası’nı kaldırdığınız anda da yaşadığınız mutluluk ‘an’dan öte gitmez. Daimi mutluluk diye bir şey olamaz önce bunu bir kenara yazalım. İlerleyen zamanda yavaş yavaş azalır ve bir müddet sonra ‘anı’ya dönüşür. Hayatınızda başarıya ulaştığınız ve en mutlu olduğunuz ‘an’ı düşünün, aradan geçen günlerden, aylardan, yıllardan sonra aynı hissi aynı kuvvetle duyabiliyor musunuz? Somut sonuçlar elde etmek önemlidir evet ama hayatın anlamı bu bahsettiğimiz zahiri başarı kavramından ibaret olabilir mi? Sadece sonuç odaklı yaşamak, “her yol mubahtır” düşüncesini de beraberinde getirmez mi? Başarı ve mutluluk ‘iyi’yi ‘güzel’i arama çabasıdır. Ölümün her an kapıyı çalabileceğinin ve bunun ötesinde ölüm kavramının bilincinde olanların dünyada kaldıkları

bu ‘kısacık’ süre içerisinde yegâne amaçları ‘yol’da olmaktır. İyiliğe ve güzelliğe uzanan bu yol nihayete ulaşmayı gerektirmez. Önemli olan her engele, her zorluğa rağmen yolun sonundaki ışığı görüp, o ışığa ulaşacağının garantisi olmasa da inatla ilerlemektir. Adettendir, kısaca biz kimiz ve Rotasyon nereden çıktı onu anlatayım. Kadir Has Üniversitesi Spor İletişimi Programı’nın 2015-16 dönemindeki öğrencilerinden oluşan ekibimiz, boğazında nasırlı eller olan ve günden güne nefessiz kalan spor medyasına alternatif, en basit anlamıyla ‘iyi’nin ve ‘güzel’in peşinde olan, okumanın ve öğrenmenin kıymetini bilen ve bilmeyenlere de hissettirmek isteyen yeni bir mecra yaratma peşindedir. Yıpranmışlar kenara gelmeli, taze enerji sahaya sürülmelidir. Yani Türk spor medyasında rotasyon şart olmuştur. Ne olur yani derbide çıkan kavgaları konuşmasak, kaosa bodoslama dalmasak, yangına körükle gitmesek de bilginin, spor kültürünün, sanatın güzelliklerinden bahsetsek? Yok olur gider miyiz? Açıkçası bu umursadığımız bir durum değil çünkü en azından denedik diyeceğiz. Bağış Erten tedrisatından geçmiş olmamız zaten uzun zamandır içimizde olan kıvılcımı büyüttü ve

besledi. Misyonumuz doğal olarak sizlere tanıdık gelebilir. Devamlı şikayet etmenin anlamsız olduğunu ve artık ‘yol’a koyulmanın vaktinin geldiğini düşündük. Eksiklerimiz, hatalarımız elbette olacaktır. Sonunda ışığa ulaşsak da ulaşamasak da ‘yol’da olmaktan ve çabalamaktan her zaman keyif alacağız. Yanımızda bir sürü boş koltuklarımız var, bu yolculukta bizimle olursanız mutluluk duyarız. Socrates Dergi ilk adımını atarken Avrupa’daki So Foot, 11 Freunde, 8by8, Panenka dergilerini işaret ederek “Batı’nın iyi yönlerini alsak?” diye söze başlamıştı. Alternatiflerin olduğunu göstererek yeni bir heyecan dalgası yarattılar. Yıkılmaz denen duvarlara karşı hala başarıyla savaşmaktalar. Bizler belki daha çaylak belki daha tecrübesiziz. Belki Rotasyon Dergi’yi karıştırırken onlara öykündüğümüz yerlere rastlayacaksınız ama zamanla edineceğimiz tecrübeler bizim de özgünlüğümüze açılan kapının anahtarı olacaktır. Savaşmak zorundayız. Şartlar ne kadar zor olursa olsun mücadele göstermek. Okumanın, bilinçlenmenin faydasını ve keyfini yaşatmalıyız. O zaman biz de ilk adımımızı atalım: “Okumayı seven defansa gelsin.” Ülke olarak çok ihtiyacımız var… SAYI #1 / 3


RÜYA GİBİ UÇAN YILLAR MUSTAFA BERK BOZ

4 / MART 2016


SAYI #1 / 5


8 Eylül 2003 tarihi sizler için sıradan bir gün olmuş olabilir. Ama Türk basketbolu açısından hiç de öyle olmadı. Zira basketbolumuzun efsane ismi Aydın Örs milli takımla son maçına çıktı ve koltuğunu Bogdan Tanjevic’e bıraktı. Ve evet meşhur klişe yine gün yüzüne çıkacak ve gelen gideni aratacaktı… Türk basketbolu ve altın jenerasyon kelimeleri, basketbolla hemhal olan herkesi ‘1979 Jenerasyonu’ gerçeğine götürür. Başını Hidayet Türkoğlu, Kerem Tunçeri ve Mehmet Okur’un çektiği oyuncu grubu altyapıları kasıp kavuruyor, ileride kurulması muhtemel bir dominasyonu müjdeliyordu sanki. Bu muteber ekibin ilk büyük sınavı ise Eurobasket 1999’da Fransa’da gerçekleşti. A takım formasını sırtına ilk defa giyen gençler herkese ümit aşılıyordu. Milliler bu turnuvayı Erman Kunter yönetiminde çeyrek final oynayarak tamamladı ve tünelin ucundaki ışık hafiften görünmeye başlamıştı. Hatta öyle ki çeyrek finaldeki rakibimiz Fransa’yı evinde devirmeye bir top mesafedeydik ki son topta çember bize evimize dönmemiz gerektiğini söylüyordu. Hikaye güzel başlamıştı. Şimdi sıradaki hedef ev sahibi olacağımız Eurobasket 2001’di. Antrenörümüz Erman Kunter’in genç oyunculara olan güveni ve ta-

kımın hücum çeşitliliğini günden güne arttırması spor basınında övgü topluyordu. ‘’Böyle ayrılık olmaz’’ Erman Kunter ve ekibine övgü sayhaları sürerken 2000 yılında şok bir gelişme yaşandı ve Erman Kunter federasyon tarafından görevinden alındı. Yerine ise Efes ekolünün temsilcisi Aydın Örs getirildi. Bu değişim yalnızca bir antrenör değişimi olarak görülemezdi. Örs’ün göreve getirilişi bir projenin yarıda kesilip, anlık bir başarının peşinde koşulması olarak da nitelendirilebilirdi. Nitekim sonra yaşanacak şampiyonalarda bu durum tescillenecekti. Aydın Örs yönetimindeki milli takımımız Eurobasket 2001’de birbirinden epik maçlar sonucu Avrupa ikincisi oldu. Bu sonuç o zamana kadar elde edilmiş en büyük başarıydı. Basında federasyona ve teknik ekibe övgüler düzülüyordu. Birkaç kalem hariç, kimse takımın oynadığı durağan oyundan bahsetmiyor başarı gözümüzü adeta kör ediyordu. Millilerin Avrupa ikinciliğini alması, aynı zamanda bir ilkin de kapılarını aralıyordu. Takım tarihinde ilk defa Dünya Kupasına katılacaktı. Sıradaki hedef 2002 Indianapolis’ti. Ancak işler burada İstanbul’da olduğu kadar iyi gitmedi. Türkiye bu kupada yalnızca Angola ve Lübnan’ı yendi ve turnuvadan elendi. Bununla birlikte İspanya ve Yugoslavya maçlarının

farklı kaybedilişi de soru işaretlerinin artmasına yol açmıştı. Yoksa biz Avrupa’nın en iyi 2 takımından biri değil miydik? 2002’nin moral bozukluğunu atmak için önümüzde bir fırsat vardı. Eurobasket 2003’e son finalist unvanıyla katılacaktık ve geçen yılın bir kaza olduğunu dosta düşmana gösterecektik. Aslında turnuvaya iyi de başlamıştık. Ukrayna ve Hırvatistan galibiyetleri bizi 2. tura çıkarmaya yetmişti. 2. turda rakip Sırbistan&Karadağ’dı. 8 Eylül 2003 günü karşılaşacağımız rakibimize üstünlük sağlamaya belki de ilk kez bu kadar yakındık. Zira rakibimiz turnuvaya, Stojakovic başta olmak üzere birçok oyuncusundan yoksun katılmıştı. Ancak Yugoslavlar’a karşı olan makus talihimizi bir kez daha yenemedik ve turnuvaya bu turda veda ettik. Bu kupada da ilk 8 dışında kalmıştık. Soruların tonu sertleşiyor ve adedi artıyordu. Mızrak artık çuvala sığmıyordu. Bir türlü geliştirilemeyen oyun sistemi, başarılamayan takım uyumu başarının önündeki en büyük engeller olarak görülüyordu. Eurobasket 2003 sonrası basketbol kamuoyunda takıma sınıf atlatacak, takımı gerçek ve gösterişli bir kimliğe büründürecek yeni bir isim aranıyordu. Takımın koçu Aydın Örs de bu eleştirilere kulak verdi ve turnuva sonrası görevini bıraktı. Basketbol Federasyonu takıma sınıf atlatacak bir isim peşinde koşuyordu. Arayış uzun sürmedi ve takımın başına ‘Yugoslav ekolü’nün temsilcilerinden Bogdan Tanjevic

2012 “...biz takıma antrenör arıyordu takıma yeni bir heyecan ka 6 / MART 2016


getirildi. Artık ne yaptığımızı bilerek oynayacaktık ve belki de kim bilir bir ‘ekolümüz’ bile olacaktı. Bu yapılanmanın ilk test sürüşü ise Eurobasket 2005 Belgrad’da yapılacaktı. Tanjevic bildiğini ‘Okur’ Eurobasket 2005’e korkunç bir giriş yaptı milliler. As kadrosunun yarısını şampiyonaya getirmeyen Litvanya’dan yenen fark moralleri bozmuştu. Bulgaristan maçının uzatmada güç bela kazanılması, Tanjevic’in henüz takıma sihirli bir dokunuş yapmadığının bir göstergesiydi. Turnuvanın 2. turunda ise rakip Nowitzki’li Almanya’ydı. Nowitzki’nin yıldızlaştığı maçla birlikte bir madalya umudu daha suya düşüyordu. Bu turnuva sonrası kamuoyunda alınan sonuçlardan çok, takımda yaşanan ego savaşları gündemi meşgul ediyordu. Bulgaristan maçı sonrası soyunma odasında yaşanan kavga gün yüzüne çıkıyor, yıldız(!) ışıltıları bir bir sönüyordu. Bu turnuva sonrası yaşanan olayların ve kaosun faturası ise Mirsad Türkcan’a çıkıyordu. Milli oyuncu, Belgrad sonrası milli formayı bir daha giyemeyecekti. Bogdan Tanjevic’in göreve getirildiği yıl, basketbolumuz için önemli bir gelişme yaşanmıştı. FIBA Genel Kurulu, 2010 Dünya Basketbol Şampiyonasının Türkiye’de düzenleneceğini açıkladı. Bu aynı zamanda federasyonun bu şampiyona için takım ve sponsorluklarla alakalı fikirler üreteceği anlamını taşıyordu. Bu projenin takım ve teknik ayağını ise Bogdan Tanjevic

üstleniyordu. Tanjevic’e göre daha şimdiden 2010’un takımı kurulmalı ve bütün organizasyon 5 yıl için planlanmalıydı. Bu fikrin sacayağını ise 78-79 ve 86-87 jenerasyonu oluşturuyordu. Öyle ki kurulacak olan bu yapı ile takım Avrupa basketbolunu domine edecek ve her turnuvada kürsüde yer alacaktı. Ancak işler pek de Tanjevic’in dilediği gibi gitmeyecekti. ‘Plan ve proje’ döneminin belki de ilk denemesi, 2006 Dünya Basketbol Şampiyonası’nda yapılacaktı. Aslında Türkiye, bu turnuvaya katılma hakkı kazanamamıştı. Ancak FIBA, Türkiye’nin bir sonraki ev sahibi olacağını bildiğinden, Türkiye’yi bu turnuvanın dışına itmedi ve özel bir davetiyeyle şampiyona kapsamına aldı. Bu turnuva öncesi takımda yaşananlarsa, yine sporun önüne geçiyor, saha dışına odaklanmamızı gerektiriyordu. Takımın yıldız iki ismi Mehmet Okur ve Hidayet Türkoğlu, NBA sezonlarını yoğun geçirdiklerini söyleyerek takımdan aflarını istiyordu. Bu o zamana değin Türk basketbolunda pek de rastlanan bir durum değildi. Basketbol kamuoyu, ikilinin takımı yalnız bıraktığından, takıma liderlik etmeleri gerektiği halde milli görevden kaçtıklarından yakınıyordu. Tüm bu yaşananların ardından Tanjevic, takımı İbrahim Kutluay ve Kaya Peker’in ‘abi’liğinde turnuvaya götürüyordu. Ve belki de ilk kez takım adına bir ışık beliriyordu. Turnuva sonunda genç oyuncularla bezeli olan Türkiye, şampiyonayı Dünya 6.sı olarak tamamlıyor ve beklentilerin ötesine geçiyordu. Bu başarı, kamuoyun-

da Tanjevic’e mal ediliyor gençlere olan güveninin ödülünü aldığı vurgulanıyordu. Ancak yalnızca bir turnuva oynanmıştı ve planın devamlılığının ne olacağı hala bir soru işaretiydi. Tanjevic’in elde ettiği bu başarı, onu aynı zamanda bir açmaza da sürüklüyordu. Çünkü NBA oyuncularımız olmadan ne yapacaktık? Yoksa onların biletini kesip, tamamen gençlere mi şans verecektik? Bu soruların yanıtını çok geçmeden bir sonraki turnuva olan EuroBasket 2007’de Madrid’de alacaktık. 2007 turnuvası öncesi Mehmet ve Hidayet, takıma yeniden katılmak istediklerini açıkladı ve Tanjevic, onlara vizeyi verdi. Madrid’de NBA yıldızlarımızla(!) var olacaktık. Ancak işler, 2005’ten farklı gitmedi. Turnuvayı yalnızca Çek Cumhuriyeti galibiyetiyle tamamladık ve hayal kırıklığı hanemize bir artı daha yazıldı. Bu çöküş sonrası ise fatura yine oyunculara çıkmıştı. Tanjevic’in hışmına uğrayan isim bu kez Mehmet Okur’du. NBA’de All Star seçildiği sezonun ardından milli takımdan aforoz edilen Mehmet’e, milli takım kapıları bir daha açılmamak üzere kapanıyordu. Her turnuva bir günah keçisi yaratıyordu ancak eleştiriler yalnızca oyuncu bazlı kalıyor, teknik kadro

uk. Arayışımız ise uzun sürmedi. Federasyon atacak ismi açıkladı: Bogdan Tanjevic!” SAYI #1 / 7


görevine devam ediyordu. 2007 turnuvasına yaşlı bulunduğu gerekçesiyle dahil edilmeyen Kerem Tunçeri, o yıl Real Madrid’le Eurocup’ı kazanıyor, rüştünü Avrupa’da ispat ediyordu. Bu gibi kararlar da başta Tanjevic’in hakkaniyetinin sorgulanmasına yol açıyordu. ‘Bakın yaklaşıyor olan…’

yaklaşmakta

Tanjevic döneminin başarısızlıkları, federasyonun ona güvenini kırmıyordu. Aksine başta federasyon başkanı olmak üzere tüm ekip, koçun arkasında olduklarını ve onunla daha elde edilecek başarılar olduğunu vurguluyordu. Takım 2008 Olimpiyatları’nı televizyondan izlemekle yetindi. Sırada İstanbul 2010 öncesi son prova olan Eurobasket 2009 vardı. Takım burada Hidayet’in liderliği ile mücadele verecekti. Tabii bu turnuva ön8 / MART 2016

cesi kamuoyunda artan eleştirilere kulak veren Tanjevic, 2007’de yaşlı bulduğu Kerem Tunçeri’yi kadroya alıyor ve ilk 5’in değişilmezi yapıyordu. Türkiye, şampiyonaya 5’te 5 yaparak başladı. Çeyrek Final’de rakip Yunanistan’dı. Milliler, rakibine uzatmada boyun eğiyor ve Türkiye’nin yolunu tutuyordu. Madalya belki kaçmıştı, ancak ilk kez takım sahada rakiplerine kolay teslim olmuyor, rollerini belirgin bir şekilde yansıtabiliyordu. Öyle ki bu turnuvada gelen İspanya ve Sırbistan galibiyetleri, 2010 için ümit ışığını çoktan yakmıştı bile. 2010’a az bir zaman kala, Tanjevic’in rahatsızlığı nedeniyle kemoterapi görmesi belirsizliklere yol açmıştı. Takımın başında olup olmayacağı tartışmalarını Tanjevic’in kendisi bitirdi ve takımdaki yerini aldı. Takım kendi evindeki turnuvada, 2009’da oynayıp alama

dığı sonuçları almaya başladı. Rusya, Yunanistan, Fransa ve Sırbistan gibi takımlar geçildi ve finale gelindi. Rakip Durant’ın sürüklediği ABD’ydi. Finali kaybettik ve kupayı Dünya 2.si olarak tamamladık. Gümüş madalyayı boynumuza takmıştık artık. Basının manşetlerini ise 3 isim süslüyordu. Bogdan Tanjevic, Turgay Demirel ve kaptan Hidayet Türkoğlu. Basının önemli kalemleri de bu övgü fırtınasındaki yerlerini doğal olarak alıyordu. Ancak, turnuvaya katılan takımların(ABD dahil) hiçbirinin tam kadroyla gelmediğine değinen yazılara rastlamak pek mümkün değildi. Yarı finaldeki Sırbistan maçında yaşanan hakem kararları da çoktan unutulmuştu bile. ‘Ben sende tutuklu kaldım’ 2010 sonrası rahatsızlığının etkilerini tam olarak atamayan Tanjevic, görevini yardımcısı Orhun Ene’ye


devretti. Dünya 2.’sinin sıradaki hedefi Eurobasket 2011 olacaktı. Burada takım ilk 6’ya girerse olimpiyat oyunlarına katılmaya hak kazanacaktı. Turnuvaya Portekiz ve İngiltere’yi yenerek başladık. Bu maçları Litvanya ve Polonya yenilgileri takip etti. Elenmenin eşiğindeyken gelen İspanya galibiyeti bizi umutlandırıyordu. Üst turda rakipler Fransa, Almanya ve Sırbistan’dı. Ancak bu yıl takımlarda ufak bir fark vardı. Rakipler bu kez daha ciddi kadrolarla turnuvaya gelmişti. Bu 3 maçta galibiyet alamadık ve turnuvayı Avrupa 11.’si olarak tamamladık. Bir yıl önce dünya 2.si olan takım ne hikmetse ülke dışına çıktığında yine kupanın uzağında kalmıştı. Takke yine düşmüştü. Büyük(!) jenerasyonumuzla dominasyon hayali kurduğumuz yıllara, yalnızca 2 madalya sığdırabilmiştik. O madalyalarda misak-ı milli sınırları içinde gelmişti. 2011’in faturası ise bu kez oyunculara değil, koça çıkmıştı. Tanjevic ile gelen hayal kırıklıklarını sineye çeken federasyon, genç Ene’ye acımadı ve görevine son verildi. Dünya kamuoyu 2012 Olimpiyatları’na odaklanmışken, biz takıma antrenör arıyorduk. Arayışımız ise uzun sürmedi. Federasyon, takıma yeni bir heyecan katacak ismi açıkladı: Bogdan Tanjevic! Açıklamada Tanjevic’in, yalnızca 2012 Eurobasket elemelerinde takımın başında yer alacağı söyleniyordu. 2012 eleme grubumuzu rahat geçtik. Zira rakiplerin hepsi B klasman

takımlardan oluşuyordu. Görev tamamlanmıştı. Eurobasket 2013 biletini almıştık. Sırada 2013’te takıma kimin liderlik edeceğini aramak vardı. Federasyon işe hemen koyuldu. Basında Ettore Messina, Zeljko Obradovic, Ergin Ataman gibi isimler anılıyordu. Arayış bu defa uzun sürmüştü. Öyle ki şampiyonaya 2 ay kala takımın hala bir antrenörü yoktu. Federasyon kararını sonunda vermişti. Arayışların sonunda takımın başına… Evet, sürpriz bir isim getirilmişti. Vazgeçemediğimiz sevdamız Bogdan Tanjevic. 2013’e adı doping skandalına karışan Hidayet’in liderliğinde gittik. Bu turnuvada olacaklar aslında daha ilk maçtan belli olmuştu. Milli takım, ilk maçında Finlandiya’ya yalnızca 55(!) sayı atarak yeniliyordu. Dünya 2.si iplere yaslanmış bir boksörü andırıyordu. Turnuvanın geriye kalan bölümünde ise yalnızca İsveç’i yendik ve elendik. Turnuvayı 24 takım arasında 20.(!) tamamlamıştık. Foyamız ne zaman Edirne’nin ötesine gitsek meydana çıkıyordu. Pek tabii bu rezaleti sineye çekmek kolay olmadı ve milli takımda Bogdan Tanjevic ve Hidayet Türkoğlu dönemi kapandı.

daydı. Takımın başına Ergin Ataman getirildi. Ataman ile birlikte katıldığımız FIBA 2014’te çeyrek final oynadık. Hemen akabinde bizi Eurobasket 2015 bekliyordu. Bu turnuva aynı zamanda bir değişimin ilk habercisiydi. Büyük umutlar beklediğimiz ve alt yaş kategorilerinde başarılar kazanan 9495 jenerasyonu ilk kez sahne aldı. Türkiye, burada genel olarak iyi bir sınav verdiyse de güçlü Fransa’ya takıldı ve ilk 8 dışında kaldı. Ataman’ın göreve gelişi, yapılması zorunlu olan bir değişikliğin ilk basamağıydı. 78-79 jenerasyonu misyonunu tamamlamıştı ve artık devrim kaçınılmazdı. 78-79 jenerasyonu yalnızca 2 defa kürsüye çıkabilmişti. Dominasyon bir kenara, takımın yurt dışında esamesi bile okunmamıştı. Yapılan kritik hatalar, yanlışta ısrar pahalıya mal olmuştu. Umalım ki yeni gelen gençler ağabeylerinin hatalarına düşmesin ve kürsünün gediklisi olsun. Önümüzde ise Eurobasket 2017 var. Bu turnuva da tıpkı 2001 ve 2010 gibi ülkemizde düzenlenecek. 2017’de gelmesi muhtemel madalya kadar, bu başarıyı yönetmek ve devam ettirebilmek de oldukça önemli olacak.

‘Yeni Yüzler ve Yeni Umutlar’ TBF, 2014 yılına geldiğimizde milli takım için Zeljko Obradovic’i istiyordu. Ancak Fenerbahçe ve Obradovic cephesinin olumsuz tavrı sonrası rota değişmek durumun-

2013

“Federasyon kararını sonunda vermişti. Arayışların sonunda takımın başına… Evet, sürpriz bir isim... Vazgeçemediğimiz sevdamız Bogdan Tanjevic!” SAYI #1 / 9


10 / MART 2016


İNGİLTERE STAJI ALPER ÜNLÜ

B

üyükbabası Armando Bernabeu kulübün asbaşkanıydı ve A takımın o dönemki hocasına şunu söyledi: “Bu benim torunum ve ileride Barcelona forması giyecek.” Ancak takımın hocası, karşısında gördüğü 13 yaşındaki delikanlıyı ittirdi ve bu müdahaleyle kendini yerde bulan yıldız adayına dedi ki: “Savunmacı olabilmek için fazla cılızsın!” Aradan geçen yılların ardından bu cılız stoper, oynadığı takımlarda tam dört kez Şampiyonlar Ligi Kupası’nı kaldırmayı başardı. 93 şampiyonu olarak Marsilya’yı da hesaba kattığımızda, Gerard Pique; Marcel Desailly, Paulo Sousa ve Samuel Eto’o’yla birlikte Şampiyonlar Ligi’ni iki sene üst üste farklı takımlarda kazanan dört futbolcudan biri. Bugünkü başarısında, kendisine bu sözleri söyleyen Louis Van Gaal’in önemli katkıları olduğundan bahsediyor. Başarısının arkasındaki asıl etken ise İngiltere’de geçirdiği yıllar içinde cılızlıktan kurtulması ve modern futbolun stoperlere yüklediği yeni roller. Birçok otorite Pique’nin İngiltere

macerasını yaşamadığı takdirde bu denli başarılı bir defans oyuncusu olamayacağı görüşünde. Sir Alex Ferguson, onu genç yaşta keşfetti. İspanya’daki kurallar gereği Barcelona’da profesyonel sözleşme imzalamasına olanak yoktu ve Fergie’nin United’ı bu fırsatı kaçırmadı. Kırmızı Şeytanlar 17 yaşındaki Gerard için 5.25 milyon Euro’yu gözden çıkarmak durumunda kaldı. İlk iki sezonunda Ferguson onun güç antrenmanlarına yoğunlaşmasını daha uygun buldu. Genç Pique, ilk senesinde Ferdinand, O’Shea, Heinze, Silvestre gibi isimlerden formayı kapamadı. İkinci senesinde ise Vidic’in transferi, rekabetin dozunu iyice arttırdı. “Vidic beş, Ferdinand ise dokuz yaş büyüktü benden, onlar dönemin en iyi defans oyuncularıydı ve hiçbir zaman kötü maç çıkarmadılar.” Fakat gelecek yıllarda Pique’yi en az onlar kadar başarılı kılacak özelliği onlar kadar agresif savunma yapması değil, tiki-taka için aranan kaftan olmasını sağlayan oyun kurma kabiliyetiydi. Bilindiği üzere Ferguson’ın transfer politikası sadece günü kurtar-

mayı amaçlamaz; yıllar sonrasının iskeletini de kurmak üzerinedir. Bu nedenle 06/07 sezonunda Pique’yi maç tecrübesi kazanması için kiralık göndermek niyetindedir. Zaragoza tecrübesinden döndüğünde yeniden kulübe koltuklarının vazgeçilmez siması oldu. Buna rağmen küsmedi, Ferguson’dan ikinci babam diye bahsetti. Oynamaya başlayacağı zaman gittikçe yaklaşmasına rağmen, 2008 dublesinin ardından Barcelona’ya dönüş izni de babasının paha biçilmez bir armağanıydı. “United’da çok şey öğrendim. Genç yaşımda Scholes, Ronaldo, Rooney, van Nistelrooy ve Giggs’le oda arkadaşı olmak benim için muazzam bir deneyimdi… Tekrar burada olabileceğimi düşünmüyordum, döndüğüm için çok mutluyum. Manchester United harika bir kulüp, orada harika başarılar elde ettim. Bu başarıları süperstarlarla aynı takımda olduğum için elde ettim ve Barça’da devamının gelmesi için çalışacağım.” Bu sözleri söyledikten yıllar sonra kendisinin ne kadar ciddi olduğunu daha iyi anlamış bulunuyoruz... SAYI #1 / 11


KATİL BALİNA DENİZ BALCI

12 / MART 2016


NASA ile ortak bir çalışma ile yapılmıştı. Kazanılan her yarış dünya rekoruyla beraber geliyordu. Ailenin her bir üyesi diğerlerinin yardımı olmadan yine de altın madalyalar elde edilebilir ama bu kadar dünya rekoru kırılamayabilirdi. ABD kimi zaman teknolojiyle, kimi zaman antrenman tekniklerini geliştirmesiyle, kimi zaman da lobi faaliyetleriyle kendini gösterdi. Katil balinamız bu sayede kusursuz bir katile dönüştü. Öyle bir katil ki olimpiyat tarihi boyunca Birleşik Devletler erkek karışık bayrak takımı girdiği hiçbir yarışı kaybetmedi. Dünya şampiyonalarında Ryan Lochte kısa kulvar, uzun kulvar fark etmeden madalyalara ambargo koydu. 1972 Olimpiyat oyunlarında Mark Spitz 7 altın madalya ile bir olimpiyatta en çok altın madalya kazanan sporcu oldu. Michael Phelps 2008 Olimpiyat Oyunları’nda 8 altın madalya ile Spitz’i tarihe gömdü. Zaman değişti, yer değişti, organizasyon değişti katil balinamız hiçbir zaman değişmedi.

Y

üzme tarihine bir okyanus olarak bakarsak, Birleşik Devletler bu okyanusun katil balinasıdır. Bu katil balinalar tek başlarına bile yeterince ölümcül olmalarına rağmen, ailecek bir arada ve sistematik yaşayıp avlanarak tehlikeyi kat be kat artırırlar. 2008 Pekin’de Birleşik Devletler yüzme yarışlarında 12’si altın olmak üzere toplamda 31 madalya ile zirvede yer alıyordu. Birleşik Devletler için alışılmış bir derece ama aynı zamanda poliüretan mayoların kullanıldığı son Olimpiyat oyunlarıydı. Birleşik Devletler takımının mayoları

2003 yılında yüzmede dünyanın iki devi Birleşik Devletler ve Avustralya ‘’Duel in the Pool’’ adında 2 ülkenin yüzme yıldızlarının katıldığı, rekabeti artırıp yüzmeyi geliştirmeyi amaçladıkları, 2 yıl arayla düzenlenecek olan bir organizasyona başladı. Birleşik Devletler 2003 yılında 196-74, 2005 yılında 190-102, 2007 yılında 181-130 kazanarak rekabeti domine etti. Bu yenilmezlik katil balinamızı yeni arayışlara itti. 2009 yılında Avustralya yerini Avrupa yıldızlar topluluğuna bıraktı. 2009 ve 2011’de sürpriz olmadı, Birleşik Devletler’in ezici üstünlüğü ile geçildi. 2013 yılında yarışlar sonunda takımlar aynı puanda berabere kaldı. Katil balinamız uçsuz bucaksız okyanusta sonunda dişine göre bir

rakip bulabilmişti. Eşitliği bozmak için 4X50 karışık bayrak takımları havuza girdi. Birleşik Devletler 0.2 saniye fark ile kazandı. 2015’te bu rekabetin tek seferlik olduğu görüldü ve Birleşik Devletler ‘’Duel in the Pool’’ organizasyonunu 155107’lik skorla alıştığımız haline geri getirdi. Olimpiyatların çıkış amacı ülkeler arası kültür alışverişi ve dostluk olmasına rağmen, siyaset kan dökmeden ve herkesin ahlaki bulduğu güzel bir cephe kazanmış oldu. İnsanları onurlandırmak için verilen madalyalarda balistik füzelerden daha tesirli hale geldi. Pekin’i fethetmek için 100 milyon asker, yüzlerce uçak, binlerce gemi gerekebilirdi ama katil balinamız bunu 2008’de 1 kişi ile yaptı. Michael Phelps Birleşik Devletler bayrağını Pekin’e Iwo Jima anıtına nazire yaparcasına dikti. Sonrasında yapabileceğim her şeyi yaptım amacım kalmadı diyerek emekliliğe ayrıldı. Siyaset için bu yeterli miydi? Kesinlikle değildi. Yaşayan rakipler kadar, artık yaşamayan ama rekorları elinde bulunduran rakipler vardı. Sovyet jimnastikçi Larisa Latynina 18 madalya ile olimpiyat oyunlarında en fazla madalya kazanan sporcuydu. Birleşik Devletler’in, Sovyetler Birliği’nin -Ronald Reagan’ın deyimiyle Şeytan İmparatorluğu- olimpiyat oyunlarındaki önemli bir rekorunu kırma şansı vardı. Katil balinaların en kusursuzu, en yeteneklisi, en soğukkanlısı hayalet düşman için ikna edilip yeniden okyanusa sokuldu. Londra 2012 sonrası 22 madalya ile en fazla olimpiyat madalyası kazanan sporcu ‘’Birleşik Devletler’den’’ Michael Phelps oldu. Böylece Birleşik Devletler 1991 yılında yıkılan Şeytan İmparatorluğu’nun bir kısmını daha tarihe gömdü... SAYI #1 / 13


BAR

14 / MART 2016


SELONA

SAYI #1 / 15


B

arselona deyince insanların aklına ilk ne gelir? Sanatın ve kültürün kaldırım taşlarına bile işlediği, mutlu ve rahat insanların yaşadığı, otobüs koltuklarındaki minder deseninin bile bir tasarım sürecinden geçtiği, cetvelle çizilmişçesine düzgün ve kendine has şekliyle Eixample’nin geniş caddeleriyle boylu boyunca uzandığı, büyük usta Gaudi’nin her köşe başına attığı imzayla, bisikletinin pedallarını çok fazla çevirmeye gerek duymadan Akdeniz’le kucaklaşmanın vermiş olduğu sevincin sizi bambaşka bir dünyaya götürdüğü o şehir mi? Bir çırpıda insanın aklına bunlar gelebilir. Peki Barselona futbol kulübü; tarihi boyunca güzel futbol oynamayı ilke edinmiş, birbirinden büyük futbol sanatçılarıyla dünya çapında milyonlara futbolu sevdirmiş, formasını kutsal sayarak futboldan ve kulüpten daha fazlası olduğunu insanlara benimsetmiş, bir şehrin bir milletin umudu olmuş, insanları zor anlarında bir araya getirebilmiş, tarihin en zorlu dönemlerinde diktatörlere karşı durmuş olan bu takım, şehrin bir ürünü mü yoksa şehri öne çıkaran bir marka mı? Aslında bu iki sanatsal değer birbiri içerisine geçmiş biri olmadan diğerinin olması mümkün olmayan iki güç. Bir yanda sanata, kültüre, ekonomiye, turizme ve insanlığa değerler yetiştirdiği gibi spora da büyük değerler kazandıran bir şehir Barselona. Öbür tarafta ise insanların düşüncelerine göre “bir şehirden daha fazlası” olan kentinin kabuklarını çoktan kırmış, endüstriyel futbola malzeme olmuş veya bunu avantaja çevirerek çok iyi derecede kullanan, Kubala’nın, Cruyff ’un, Maradona’nın takımı Barça. Bu yazıda bu iki olgunun birbiriyle olan rekabetini ele alırken aslında bu ikilinin bir çekişmeyi mi yoksa ayrılmaz bir bütü-

16 / MART 2016

KARDEŞ REKABE BURAK

“BİR KULÜPTEN D


nün parçalarını mı temsil ettiğini keşfetmeye çalışacağız.

ETİ/DAYANIŞMASI PAMUK

DAHA FAZLASI”

Barselona, Katalunya’nın başkenti olarak Katalanlar’ın göz bebeği olmuştur. İspanya’nın da en büyük değerlerinden birisidir. Her zaman, özellikle diktatör Franco döneminde İspanya iç savaşında zulüm gören binlerce Katalan ardından gelen Katalancanın ve bayraklarının yasaklarıyla birlikte Plaça Sant Felip Neri’de kurşuna dizilen insanların haklarını bir sporla bütünleşerek arama yoluna gitmişler. Les Corts’ u bir mabede çevirip dillerini burada rahatça konuşmuşlar, isyanlarını tribünde dile getirmişler. İşte bu noktada aslında şehrin insanıyla takım arasında oluşan görünmez ama sağlam bağlar kurulmuş. Bu tarihten sonra takım da kendini görmezden gelinen halkının temsilcisi olarak görmüş, formasına reklam almayarak bu kutsallığı 100 yılı aşkın süre bozmamış. Günümüzde Katalunya, İspanya’nın 17 özerk bölgesinden birisi. Kendi kaderlerini belirleyebilen, kendi dillerini konuşabilen ve haklarını kazanmış bir halk. Geçmişten gelen ve yakın zamanda yaşanılan ekonomik kriz sebebiyle eski düşüncelerini özellikle Şampiyonlar Ligi maçlarında açtıkları “Catalonia is not Spain” pankartı ve bunun benzeri olarak sokaklarda duvar yazılarında “Hey tourist! Catalonia is not Spain” fikriyle bildirirler. Aradaki bağın tarihi ve sosyolojisi bu kadar belirginken bütün şehrin bu takımı desteklemesi de olağan bir durum. Barselona’nın tarih kokan art nouveau binalarla süslü sokaklarında dolaşırken yılın her anında iki bayrak bu süslü sokaklara eşlik eder. Katalunya bayrağı; Estelada ve Barça bayrağı. Arkadaşım Marc, şehrin bu bağlılığı konusunda her SAYI #1 / 17


zaman gurur duyduğunu belirtir. Şehirdeki hemen her esnafın dükkânında Barça flaması, posteri ve atkısı duvardaki yerini alır. İnsanlar El Clasico zamanı şehrin sokaklarını her zaman yakındıkları turistlere bırakırlar ve şimdi sadece turistler tarafından sarılmış Plaça Catalunya şampiyonluk zamanlarında yerini gerçek sahiplerine bırakır ve coşku şehrin kalbinden damarlarına kadar yayılır. Cule’ler veya Katalanlar takımını o kadar yürekten bir bağlılıkla severler ki Camp Nou tribünlerinin en yukarılarında yerinizi almak için çıktığınız yüzlerce basamağın ardından nefes almakta zorlandığınız anlarda sizi orada çoktan yerini almış güler yüzlü bir Katalan teyze karşılar. Saçları beyazlamış, yüzüne yıllarla birlikte gelen tecrübenin oluşturduğu kırışıklar düşmüştür fakat o kendi sesini dünyaya duyuran Barça’yı desteklemek için Camp Nou tribünündeki yerini alıp takımını destekler. Barselona tribününe her zaman yapılan en büyük eleştiri coşkudan uzak, sessiz ve sakin “turist” seyircilerdir. Bunu arkadaşlarıma danıştığımda aslında takımın lig maçlarında değil Şampiyonlar Ligi’nde desteklendiğini onlar için önemli olanın bu olduğunu belirtirler. Çünkü Franco zamanından kalma gelenekle devam eden İspanya ligindeki haksızlıklardan bıkmışlar ve burayı kendilerini tüm dünyaya ifade edebilecekleri bir platform olarak görüyorlar. Bununla birlikte Barselona sakinlerinin ”Biz güzel futbol izlemeye geliyoruz, tiyatroda kimseyi bağırırken görmezsiniz” görüşünü savunanlar da azınlıkta değil. Tribünlerin turistler tarafından ele geçirilmesi de şehirle yaşadıkları ortak kaderin cilvelerinden sadece biri. “Mes que un club”… Çoğu kulüp-

18 / MART 2016

te böyle bir mottoya rastlanmaz. Futbolun endüstriyelleşmesinden sonra Barça’nın “bir kulüpten daha fazlası” olduğunu bir kez daha kanıtlayıp, bir kulüpten çok küresel bir şirket havasında olduğu düşünülebilir. Artık kutsal formada Qatar Airways reklamı var. Şehrin diğer takımı Espanyol’un da dikkatini çeken bu nokta “Qatar is not Catalonia” pankartının da sebebi. Kulüp de artık sadece Katalanlara ait değil; tıpkı şehir gibi. Bu takımın gelmiş geçmiş en iyi oyuncusu kuşkusuz ki Messi. (Maradona’nın da Barça forması giydiği göz önüne alınırsa çok fazla sorulan o soruya da cevap olabilir.) Messi’nin belki de eleştirildiği tek nokta olan Katalanca bilmemesi zaman zaman La Masia’dan gelen futbolu hacklemiş olan Arjantinli’nin karşısına çıkıyor. İnsanların takımını benimsemesine bir başka örnek olarak bunu da sunabiliriz. Barselona Futbol Kulübü dünya futboluna La Masia’dan çıkan birçok futbol sanatkârını armağan etmiştir: Guardiola, Xavi, İniesta ve son olarak çoğu kişinin bu dünyadan olduğuna inanmadığı Lionel Messi. Peki Barselona şehrinin buna cevabı nedir? Onlar Picasso, Miro, şehri bütünüyle etkileyen Gaudi ve son olarak “genius” Salvador Dali’yi sanat dünyasına sunmuşlar. Sanat akımlarından en önemli iki tanesi tartışmasız bir şekilde sürrealizm ve kübizm olarak değerlendirilebilir. Bu iki akımın babaları da Barselona şehrinin bize armağanlarıdır. Bu iki akımın, Barça’nın dünya futboluna sunduğu iki önemli taktiksel hareketle benzerliğini de şaşırtıcı bulabilirsiniz. Johan Cruyff, modern Barça’nın temellerini atan adam. Her ne kadar Hollandalı olsa da kendisi ve

Katalanlar tarafından Barselonalı olarak kabul görür. Total futbolun topraklarından gelen Cruyff, La Masia’yı inşa etmekle kalmamış, günümüzde mükemmelliğe ulaşan tiki-taka’yı da Barça’yla birlikte futbol sahnesine sürmüştü. Pablo Picasso; Malaga doğumlu sanatçı Barselona’dan geçmiş, iz bırakmış ve kübizmin yaratıcısı olmuş. Kübizmi basitçe farklı açılardan bakılarak parçalara ayrılmış bir objenin bir araya getirilmesi olarak düşünebiliriz. Tiki-taka’yı da farklı açılardan yapılmış onlarca pasın birleşerek oluşturduğu organizasyonunun sonucunda golle bir araya gelen Barça takımını oluşturduğunu da pekâlâ söyleyebiliriz. Peki Picasso’nun sürekli çekiştiği ama arkadaş oldukları da söylenen Dali’nin sürrealizmi bize neyi ifade ediyor? Yine Barselona doğumlu başka bir sanatkâr Pep Guardiola; Barça’daki efsane 6 kupalı sezonun sonunda gerçeküstü görünen rüyalarını süsleyen 0-10-0 dizilimini sahaya yansıtmak için çokça deney yapmıştı. Bu arayışlarla zaman zaman Bayern Münih’te de karşımıza çıkıyor. Takımın ve şehrin çıkardığı isimlerin ürettiği bu akımlar yine şehri ve takımı karşı karşıya getiriyor. Yazı boyunca şehrin mi yoksa takımın mı daha önde olduğunu anlamaya çalıştığım bir serüvenin içerisine dâhil oldum. Fakat hep bahsettiğim üzere bu ikilinin arasında inanılmaz bir rekabet olsa da takımın ve şehrin birbiri için çabaladığı, birbirinden asla kopamayan iç içe geçmiş ve aynı kaderi paylaşan ortak gerçekleri dünyada az sayıda benzerini bulabileceğimiz güzellikleri bize yaşatıyor. Biz de insanlık olarak bu şansımızı değerlendirip bu birlikteliğin keyfini çıkarmalıyız. Visca el Barça, Visca Catalunya!


A N T O N İ G A U D İ

SAYI #1 / 19


TUNA MENEVŞE

“B

en doğduğumda, babam sırıkla yüksek atlama yapıyordu. Her çocuk gibi küçüklüğüm babamı izleyerek ve ona imrenerek geçti. Sırığı elime alıp denediğimde 7 yaşındaydım ve bu duyguyu sevmiştim. Şimdilerde ise her zaman bu sporu yapmak istiyorum, çünkü ben yolumu buldum.” Bu cümleler, çocukken babasını ve daha sonraları dünya rekorunu elinden alacağı efsanevi atlet Sergei Bubka’yı izleyerek büyüyen, şu an yaptığı spora aşık olan Fransız Renaud Lavillenie’nin Laureus Spor Akademisi’ne verdiği röportajdan. Fransız atletin bu aşkı, bir denemesinde sakat kalıp kariyerini sonlandırabilecek bir şekilde topuğunu

yarmasına rağmen doludizgin devam ediyor ve de Renaud, severek yaptığı sırıkla yüksek atlamayı, geçmişten günümüze çoğu atletin dopingle anıldığı atletizm dünyasında bu yaftadan uzak bir şekilde gerçekleştiriyor. Her aşkın ızdırabı olduğu gibi bu sevdanın da var ve irdelenmesi gerekiyor. Lavillenie’nin üzerinde yıllardır süren bir lanet var ve peşini bırakmıyor. Fransız’ın 1 Olimpiyat, 1 Dünya Salon Atletizm Şampiyonası (2012 İstanbul’daki organizasyonda), 3 Avrupa Şampiyonası, 3 Avrupa Salon Şampiyonası altınına sahip olmasına rağmen katıldığı hiçbir Dünya Atletizm Şampiyonası’nda birincilik kürsüsüne çıkamadı. Bu konu hem kendisi hem

H A 20 / MART 2016

D V

A


de onu takip eden sporseverler için ciddi bir hayal kırıklığı… Son denemesi olan 2015 yılında, 2008 Pekin Olimpiyat Oyunları’nın yapıldığı Pekin Ulusal Stadyumu’nda yarışmadan önce geleneğin bu yıl sonlanacağını düşünüyordu. Ama aksilik o ki ya-

rışmadan önceki pazartesi günü ateşlendi. Hastalığının geçmesinin ardından, tek favori olarak çıktığı müsabakada, işler iyi başlamasına rağmen sonradan ters gitti. 5.80’i ilk denemesinde rahatlıkla geçti.

Aynı yüksekliği geçen altı kişiyle yarışmaya devam etti. Bir sonraki yükseklik olan 5.90’da Dünya Şampiyonası laneti geri geldi ve 3 hakkından da yararlanamadı. Beklenen oldu ve iki kişi o yüksekliği geçti. Birinci, daha 21 yaşında öğrenci olan Shawnacy Barber oldu. İkinci ise bizim kendisini Moskova’daki şampiyonada Lavillenie’yi

gümüşte bırakıp altın almasıyla yakından tanıdığımız Raphael Marcel Holzdeppe’den başkası değildi. Fransız, iki Polonyalı ile bronz madalyayı paylaştı. Madalya beklenen diğer Fransız Kevin Menaldo da 5.80’ini geçmesine rağmen, daha

A

Lavillenie, yarıştan dakikalar sonraki basın toplantısına çatık kaşlarla geldiğinde, 4 yıldır çok iyi olduğunu ve 2012’de her şeyi kazandığını ama yenilmez olmadığını bildiğini ifade etti. Rio 2016’ya intikam duygusuyla çalışmadığını söylemesine rağmen, bakalım Olimpiyatlar ve ardından 2017’de Londra’daki Dünya Şampiyonası’nda neler yapacak.

N A

P

çok hata yaptığı için kürsünün dışında kaldı. Bu yenilgi, Renaud’un antrenörü Philippe Encausse’nin üstüne bir kaya gibi düştü. Koç, eğer lanete inanmaya başlarsak evden dışarı çıkamayız diyerek lanet söylentilerine kulak asmadı. Kevin’in antrenörü Gerald Beaudoin ise uçan Fransız’ın bu lanetten kurtulma isteğinin getirdiği gerginlik yüzünden başaramadığını düşünüyor.

İ K

SAYI #1 / 21


BEN BU YAZ NEREDEYDİM? HÜSNA KÖŞGER

“En iyi jilet budur” diye başlar sözlerine, “Taçsız Kral Pele”, ”Nadya KOMANAÇİ” “Fenerbahçeli Cemil” diye devam eder Ziya, Neşeli Günler filminde. Baştan sona bir reklam diyaloğu olan bu cümlelerde sporu hayatın içerisinde görürüz. Bir tıraş bıçağının orta sınıf olarak tabir edilebilecek bir kesimin eğlence anlayışı olan kahvehanede satılma şeklidir bu. Ziya karakterini canlandıran Şener ŞEN; sadece bu filmde değil, başka bir filminde daha sporu hayatın içerisine dahil etti. Kimi zaman kung fu sporunu ya ptı, kimi zaman olimpiyatlara gitti-ağladı… Dönemin en çok izlenen, gösterime girdiği zaman tam 7 ay vizyonda kalan filmi Hababam Sınıfı serilerinden bahsediyorum. Her birinde klasik bir beden eğitimi hocasından çok farklı bir tasvir çizdi izleyiciye. Hepimiz için alışıla gelmiş beden derslerinden de hocalarından da değildi Badi Ekrem karakteri. Elbette bunda en büyük

22 / MART 2016

pay ve alkış Şener ŞEN’e aitti. Peki ne yaptı Badi Ekrem ile Şener ŞEN? Bu karakter ile bu denli özdeşleşmiş olmasındaki sebep neydi? ONU FARKLI YAPAN ? Badi Ekrem karakteri salt bir öğretmen figüründen çok farklıydı. Onu farklılaştıran ise beden dersinin “boş ders” kavramından çok uzak olduğu, tam aksine “sporun ve sporcu yetiştirmenin dersi” olduğunu göstermeye çalışmasıydı. Parende atmak, izcilik, cirit, gülle ve futbol… Her biri ile sporun sadece futboldan ibaret olmadığı gerçeği izleyiciye yansıtılıyordu. Karakterinin sahip olduğu özgüven ve daha fazlasını sunma isteği onu her spor dalına itti; olimpiyatlara gitmiş olması buna en güzel örnek. İşte tam bu noktada yazımın başlığı olarak neden bu soru kalıbı cümlesini seçmiş olduğumu da açıklamış olduğumu zannediyorum. Elbette Badi Ekrem’in onunla en bütünleşmiş olan bu repliğini

bilmeyen yoktur. Onu diğer beden eğitimi hocalarından ayıran da farklı eğitim müfredatı olduğuna göre; inceden bu repliğe bir dokunuş yapmamak olmazdı. Filmlerde veyahut dizilerde klasikleşmiş ve günümüze yerleşmiş öğretmen karakterlerinin aksine renkli kişiliği, enerjisi ve öğrencilerden de deli bir ruha sahip olması ile sevildi. Peki ne kadar başarılı olunabildi diye soruyor insan? Bugün günümüzde ve o zamandan beri süre gelen zaman diliminde herhangi bir fark yaratabildi mi bu karakter ve film? Büyükçe bir çoğunluk derslerini basketbol, futbol, voleybol ve takla atma 4’lüsü ile geçirip geri kalanında serbest kalıyor. Hiçbir beden dersinde cirit atılmıyor fakat parende atılıyor. Hiç bir hoca yavru kurtlarını izcilik kampına götürmüyor ya da at üzerinde giderken kaybolmuyor da elbette. Bu yüzden Badi Ekrem her zaman bu alanda kendine özgünlüğü ile hafızalarımızda yer edecek.


“BU DEVRAN...” SAYI #1 / 23


“Faşistim, ırkçı değilim.”

24 / MART 2016


Dİ CANİO: CENTİLMEN FAŞİST MUSTAFA ONUR GİRİŞKEN “Faşistim, ırkçı değilim.” Bu sözler 9 Temmuz 1968 doğumlu İtalyan eski futbolcu Paolo Di Canio’ya ait. Kariyeri boyunca beş yüzden fazla maçta oynayan, forvet olarak yüzün üzerinde gol kaydeden bir faşiste… Di Canio, yetenekleri kadar politik görüşleri de tartışmalı bir futbolcu. 2005 yılında yaptığı açıklama, yoğun tartışmaları da beraberinde getirdi. Aslında açıklamasının öncesinde de faşistliğini kanıtlıyordu. Attığı gollerden sonra Lazio taraftarlarına verdiği “Romalı” selamı, aynı zamanda 20.yy’da İtalyan faşistlerinin sembolüydü. Özellikle Roma ve Livorno gibi sol görüşlü taraftarlara sahip olan takımlar ile oynanan maçlarda, Di Canio faşist selamını daha yürekten veriyordu. Bu hareket ona ceza da-sonunda-getirmişti. Di Canio ceza sonrası; “Kendi halkımı selamlamak; bu toplumun dayattığı standartlara karşı çıkan, gerçek değerlere ve ahlâka sahip olan insanlarla bir olduğumuzu hissettiren bir olgudur.” diyecekti. Ceza sonrasında ise Di Canio’nun selamını verdiği an, resmi olmayan ürünlere basılacak ve stad dışında satılacaktı. Aslına bakılırsa Di Canio gibi bir faşist için Lazio biçilmiş bir kaftandı. Kulüp, İtalyan subayları tarafından kurulmuştu. Faşist diktatör Benito Mussolini de Lazio’yu çok seviyordu.

Di Canio’nun gol sevinçlerinden sonra formasını çıkardığında vücudundaki birçok dövme görülüyordu. Sağ kolunda Latince ‘Dux’ yazıyordu ve bu; “lider” anlamına geliyordu. İtalyan faşist lider Mussolini’ye bir atıftı. Sırtındaki kartal dövmesi, bir demet değnek arasındaki balta ve Mussolini portresi, Paolo’nun faşizme olan bağlılığını simgeliyordu. Sol kolunda ise kendisi için ikinci şansın anlamı olan “West Ham” dövmesi yer alıyordu. Di Canio, kendi otobiyografisinde Mussolini’ye hayranlığını dile getiriyordu. Benito Mussolini için şunları söylüyordu: “Temel ilkelerine sıkı bağlı, ahlâki bireyci; ancak çok yanlış anlaşılmış.” 2010 yılında Paolo Di Canio, futbolu bıraktıktan sonraki dönemde, Paolo Signarelli’nin cenaze törenine katıldı. Cenaze töreninde Signarelli’nin yasını tutanların faşist selamları verdikleri anlar fotoğraflandı. Merhum(!), Bologna katliamında yer aldığı iddiasıyla mahkûm olmuş bir faşistti. Merhumun da içerisinde yer aldığı neo-faşist saldırılarda 85 kişi ölmüştü ve 200’den fazla kişi yaralanmıştı. 2011 yılında Swindown Town teknik direktörü iken takıma sponsor olan sendika, Di Canio’nun geçmişte yapmış olduğu açıklamalardan ötürü takıma verdiği desteği geri çektiğini açıklıyordu.

2013 yılı Mart ayında ise, Sunderland menajerliğine getirildi. Fakat geçmişi yine karşısındaydı. Eski Dışişleri Bakanı ve İşçi Partisi vekili olan David Miliband, Di Canio’nun menajerliğe getirilişinden sona kulüp yönetiminden istifa etti. 2011’de hakkında yazılan ve Guardian’da yayımlanan bir makalede, ismini belirtmek istemeyen ve onu tanıyan bir kişi, Di Canio’nun ideolojik bir faşist olmadığını, özellikle eski alışkanlıklarının ve eğilimlerinin etkisinde kaldığını, ruh halindeki ani değişimlerin bu hareketlere sebebiyet verdiğini iddia etti. Aynı makalede Di Canio’nun söylemlerine de yer verildi. Politik olarak aktif olmadığını söyleyen Paolo, “Oy vermiyorum. 14 yıldır oy kullanmadım. İtalyan Politikacılar-hepsi-sadece kendilerini düşünüyor; bir de parayı...” diyordu. Faşizmle Temaslar Di Canio’nun çocukluğu Roma’nın işçi mahallelerinde geçti. Arkadaşları gibi AS Roma’yı tutmuyordu; Lazio’yu tercih etti. Gençlik döneminde faşist söylemleriyle ünlenmiş ‘ultras’ grubunun sıkı bir taraftarıydı. Taraftarlık, yıllar içerisinde oyunculuğa kaydı ve 17 yaşında Lazio formasını sırtına geçirdi. Aslında Di Canio’nun çocukluğu pek de futbolcu olabileceğini göstermiyordu. Ancak inatçı kişiliği onun engelleri aşmasını sağladı. Çocukken gazlı içeceklere olan bağımlılığı yüzünden oldukça kiloluydu. Arkadaşları O’na “Şişko” SAYI #1 / 25


lakabını taktı. Di Canio ise bu durumla nasıl başa çıktığını şöyle açıklıyordu: “Hiç saklanmadım. Benimle dalga geçenlere tepkim; çalışmak oldu. Durmadan egzersiz yaptım. Bu sayede kendim olmaya çalışıyordum.” Ultras grubunun etkisiyle gençlik

26 / MART 2016

döneminde politik görüşleri de belirginleşmeye başladı: “Faşistlik” İtalya Kariyeri 1985 yılında başladığı Lazio kariyeri beş yıl sürdü. 1990 yılında dönemin en güçlü takımlarından Juventus’a transfer olmadan önce, 1988 yılında Lazio’da ilk kez bir maça ilk on birde çıktı. Bu onun

çocukluk hayalinin tam olarak gerçekleşmesiydi. Lazio formasıyla, sol görüşlü Roma’yla yapacakları maçı sabırsızlıkla bekliyordu. O fırsat geldiğinde ise bir kahramana dönüşecekti. Takımının Roma’yı 3-1 yendiği maçta attığı golle, o dönemde pek de parlak bir sezon geçirmeyen S.S Lazio’nun ligde kalmasında büyük rol oynadı. Performansı daha da artınca Ju-


ventus’a transfer oldu; ancak bir problem vardı. O dönemin Juventus’unda teknik direktör Giovanni Trapattoni, kadrosunda Roberto Baggio, Schilacci, Casiraghi, Ravanelli, Vialli ve Andreas Möller gibi çok üst düzey oyunculara yer veriyordu. Di Canio tutunamadı ve 1993’te takımı UEFA Kupası’nı kazansa da, sezon sonunda Napoli’ye katıldı. Sezon sonunda da yolu

başka bir İtalyan devine düştü: AC Milan. Fakat Fabio Capello yönetimindeki Milan’da da kendisine yer bulamadı. 1996 yılında takımıyla şampiyonluk yaşasa da, kulüpten ayrıldı ve şansını Celtic’te denemeye karar verdi. Selam İskoçya Celtic formasıyla ilk sezonunda

37 maçta 15 gol atarak yılın futbolcusu oldu. Fakat İskoçya’da Di Canio’nun sert kişiliği daha da belirginleşti. Hearts ile oynanan karşılaşmada ikinci sarı karttan oyundan atıldı ve takımını bir galibiyetten etti. Bu maçla ilgili Celtic çalıştırıcısı Tommy Burns, maçtan sonra Di Canio için; “aptal” kelimesini kullanacaktı. Di Canio’nun vukuatları artıyordu. 1997 yılında ezeli rakipleri Glasgow Rangers ile oynadıkları bir karşılaşmada, Rangerslı oyuncu Ian Ferguson ile tartıştı; yetmedi kafasına vurdu. Agresifliğini bir türlü yenemeyen Di Canio, bütün Rangers kulübesinin üstüne yürüdü. Sezon sonunda maaşına artış istedi, karşılığını alamayınca kendisini İngiltere Premier Lig ekiplerinden Sheffield Wednesday’da buldu. Ada Yolculuğu Sheffield Wednesday’da oynadığı dönemde iki Di Canio vardı: Futbol tekniği ön plana çıkan Di Canio, hakem iten sorunlu Di Canio. 14 golle takımının 97/98 sezonunda en çok gol atan ismi oldu; taraftarlar ona bayıldı. Ancak aynı Di Canio, Arsenal ile oynanan karşılaşmada hakemi itip yere düşürdü ve kırmızı kart gördü. Para cezası ve 11 maçlık men de cabasıydı. 31 yaşında olmasına rağmen West Ham onu 1999 yılı Ocak ayında transfer etti. Aldığı ceza yüzünden 4 ay futbol oynamamıştı. Menajer Harry Redknapp, Di Canio için risk aldığını kabul ediyordu ancak oyuncusunu övmeyi de ihmal etmiyordu. Di Canio’nun topla yaptıklarını, insanların ancak “hayal edebileceğini” dile getiriyordu. Di Canio ise futbola aç kalmıştı: “Hata yaptım ve çok üzgünüm. SAYI #1 / 27


West Ham bana bir şans verdi ve çok mutluyum.” Paolo Di Canio, West Ham’a teşekkür etmek istiyordu. Dördüncü maçında teşekkürler serisi başladı. O kadar şükran duydu ki Di Canio, takımının o sezon beşinci olmasını sağladı. Kulüp UEFA kupasına katılmayı başarmıştı ve ışıklar Paolo’nun üzerindeydi. Di Canio, o sezon West Ham’da yılın oyuncusu olmakla yetinmedi; 1998/1999 OPTA yılın oyuncusu ödülünü aldı. 2009 yılında Sky Sports izleyicileri arasında yapılan bir ankette, 2000 Yılı Mart ayında attığı gol, Premier Lig’te son 10 yılın en güzel golü seçilecekti. Ancak Di Canio’yu manşetlere taşıyacak olay henüz yaşanmamıştı. Aralık 2000’de Everton ile oynanan lig maçında Everton kalecisi Paul Gerrard, maç içinde bir pozisyonda sakatlandı. Oyun devam ettiği sırada kale boştu ve top sağ kanada açılmıştı. Sağ kanattan gelen ortayı çok rahat bir şekilde ağlara gönderebilecekken, Di Canio topu eliyle yakaladı; oyunu durdurdu. Bu hareket 1 yıl sonra FIFA Fair Play ödülünü de beraberinde getirdi. 32 yaşında iken, Manchester Utd. Menajeri Sir Alex Ferguson, kancayı İtalyan yıldıza taktı. Onu takımına almak için çabalasa da, amacına ulaşamadı. Futbolda işler çok çabuk değişiyordu. 2003 yılında West Ham ligin dibindeydi. Paolo, menajer Glenn Roeder ile söz düellosuna girdi ve kendisine bir türlü takımda yer bulamadı. Sezon sonuna doğru Roeder beyin tümörüne yakalanınca, İtalyan takıma geri döndü; ancak geç kalmışlardı. Sezonun bitimine bir maç kala Chelsea’ye attığı gol ile West Ham rakibini yense de, sezonun son maçında Birmingham’a

28 / MART 2016

89.dakikada attığı beraberlik golü, yetmedi; West Ham lige veda etti. Di Canio ise Charlton’a transfer oldu. Charlton Athletic ile sadece 4 gol bulabildi. Ancak yaptığı asistler ve oyun içindeki verimliliği sayesinde takımı yedinciliğe kadar taşıdı. Kürkçü Dükkânı 2004 yılında ekonomik olarak zor günler yaşayan Lazio’ya geri döndü; hem de maaşında kesintiye giderek… Ait olduğu yerdeydi. Lazio taraftarı ise mutluydu. 2002 yılından bu yana, Allesandro Nesta’nın takımdan ayrılışından sonra, takımdaki “Öz İtalyan” ihtiyacı hat safhadaydı. Paolo, onlara ilaç gibi gelmişti. Bu durumdan Di Canio da memnundu çünkü taraftarların nasıl hissettiğini çok iyi biliyordu. Gençlik yıllarında taraftarı olduğu kulüp için her şeyini vermeye hazırdı. Zira 1989’da yaptığı gibi Roma maçında yine gol attı ve taraftarların gönlünü bir kez daha fethetti. Yine de bir problem vardı. Di Canio, zaten aşırı sağ görüşleri yüzünden kötü şöhrete sahip Lazio’yu daha da zor durumda bırakıyordu. Attığı gollerden sonra faşist selamı veriyordu. Bazı takım arkadaşları ve antrenörler ile de problem yaşayan Di Canio’nun kontratı 2006 yılında yenilenmedi. 4.lig ekiplerinden Cisco Roma ile anlaştı ve futbolcu olarak başarılarına burada da devam etti. İlk sezonunda olmasa da ikinci sezonunda takımını şampiyon yapmayı başardı. Ancak yolun sonu görünüyordu. 10 Mart 2008’de Di Canio 23 yıllık oyunculuk kariyerine son verdiğini açıkladı. Durumu tamamen fiziksel sebeplere bağladı. Rüyasının

West Ham’ı çalıştırmak olduğunu söyleyen Di Canio, antrenörlük eğitimi sonunda, rüyasını gerçekleştirmek için 2008’de Alan Curbishley’den boşalan koltuğa talip oldu. Ancak bu rüya ertelenecekti. Sonrasında 2011 yılında Swindown Town’u ve 2013 yılında Sunderland’i çalıştırdı. Geçmişte yapmış olduğu açıklamalar ve hareketleri takım elbise giydiği dönemde karşısına çıkıyordu. Geçmişin Yükü Kariyeri boyunca birçok gol atan, takımını zor durumlardan çıkaran bir futbolcuydu Di Canio. İtalya’nın en büyük kulüplerinde oynamış, güzel goller atmış ve klas hareketler yapmış biriydi. Büyülü bir bileğe sahipti. Yeri geldiğinde olağanüstü bir centilmenlik de gösterebiliyordu. Tüm bu iyi oyunculuk özelliklerine rağmen, Di Canio geçmişiyle yüzleşmeye devam edecek gibi görünüyor. Avrupa’da ve Dünya’da yükselen faşizm, neo-nazizm ve ırkçılık; Di Canio’yu pek yalnız hissettirmiyor olsa gerek. Almanya’da yapılması hâlâ suç olan bir hareketi, binlerce insanın gözü önünde veya televizyonda yapmaktan sakınmayan Di Canio, gelecek zaman diliminde örnek alınmaması gereken futbolcuların, teknik direktörlerin ya da insanların başında geliyor. Kendisini ‘ırkçı olmayan faşist’ olarak tanımlayan Paolo Di Canio, insanları öldüren, işkence eden kişilere hayran ve o bir faşist.


“BÖYLE GELMİŞ...” SAYI #1 / 29


Ş Ö L E N K U T LA Ö

30 / MART 2016

D

Ü

MA L


REKABET İLE GELENEK ARASINDAKİ ZİRVE ALPE D’HUEZ EGE KİMYONŞEN “Nasıl da bir jest! Nasıl da bir jest! Olağanüstü! LeMond’un elini o omuza koyması olağanüstü! Yüzündeki o gülüş…Ne kadar güzel. İşte bu, sporun ne kadar güzel olabileceğinin kanıtı. Ne kadar da harika! Buna tanıklık ediyor olmak olağanüstü. Bu muhteşem!” 21 Temmuz 1986 tarihinde, Hollanda televizyonu spikerinin 5 saatlik bir Fransa Turu etabı bitimindeki cümleleri buydu işte. Spiker, “sarı mayo”nun en iddialı adayları Bernard Hinault ve Greg LeMond bitiş çizgisine geldiğinde; güzelliğe ve ihtişama ithaf edilebilecek bütün sıfatları bir çırpıda, ardı ardına çıkarmıştı ağzından. Yaşananları böylesine dehşetle anlatıyor olmasının nedeni, bütün duygularını seyircilere eksiksiz aktarma kaygısı değildi muhtemelen, hissettikleri o kadar yoğundu ki kendisi de duymaya ihtiyaç duyuyordu.

Hinault ve LeMond’un hikayesi yalnızca “Tour de France”ın değil, bütün bisiklet tarihinin en özel hikayelerinden biri. Karakterler, olay örgüsü ve zaman bir hikayenin en önemli parçalarındandır elbette, ancak mekan da bir hikayenin olmazsa olmazıdır ve Alpe d’Huez zirvesi de bu hikayenin böyle özel olmasındaki en büyük etmen. Güneydoğu Fransa’da bulunan ve zirvesi 3.330 metre yükseklikte bulunan Alpe d’Huez, aslında bir kayak merkezi. Ancak tepenin bir bölümü 1952 senesinden bu yana Fransa Bisiklet Turu’yla özdeşleşmiş bir etaba ev sahipliği yapıyor. Başladığı günden bu yana 29 sene geçilen etabı diğer etaplardan ayıran özellik, her sene Hinault ve LeMond öyküsüne benzer öyküleri bize yaşatıyor olması. Hatta bazen birden fazlasını. Örneğin, Tour de France 2015’teki Alpe d’Huez eta-

bında da birden fazla hikayeye tanıklık ettik. Yeni dönem Fransız bisikletinin en fazla bel bağlanan isimlerinden Thibaut Pinot, Tour boyunca etap kazanmak için birçok girişimde bulunmuştu. Tırmanıştaki başarısı, gücünü ve enerjisini tımanış etaplarına saklamaya itti, böylece etap kazanma şansını artıracaktı. Ancak her tırmanışın bir inişi de vardır, Pinot ise inişlerde tırmanıştaki becerisini ve kararlılığını gösteremiyordu ne yazık ki. Öyle ki, 17. etaptaki iniş bölümlerinden birinde bisikletinden düşmüştü. Tour’un sonlarına doğru gelirken belki de Pinot’nun damarlarında dolaşan en yoğun duygu hayalkırıklığıydı. Sonra ne mi oldu? Kader, onu kendi seyircisinin önünde tarihe geçmekle ödüllendirdi: Alpe d’Huez finişiyle. Aynı anda sarı mayonun sahibi Chris Froome, en yakın rakibi Nairo Quintanayla SAYI #1 / 31


arasındaki farkı bir buçuk dakikada tutarak Tour’daki ikinici şampiyonluğunu kazanmakla meşguldü. Ancak Alpe d’Huez birçokları için bir kültürdür, sadece bireysel öykülerle tanımlanamaz. Bu noktada Hollanda Köşesi’ni atlamak da olmaz haliyle. Etabın bir bölümünü kapsayan bu köşeye Hollandalılar günler öncesinden konuşlanıp burayı bir festival alanına dönüştürürler. Tupturuncu formalar, boyalar ve meşalelerle donatılmış bu köşede; eğlencenin dibine vurmuş seyirci kitlesi ve hangi takımdan olursa olsun her sporcuya bu zor yokuşta verilen sonsuz destek bir şeyi açıkça ortaya koyar: Büyük rekabetlerin ortak bir kültüre dönüştüğü yerler gerçek sporun doğduğu yerlerdir. Alpe d’Huez bir av sonrası şölenidir, kutlamadır, ödüldür. Bir bakıma Alpe d’Huez, Tour de France’ın özetidir. Geleneklerin, tarih ile insanı bir araya getirmek gibi bir misyonu vardır. Alpe d’Huez’in, bir diğer deyişle “Hollanda Dağı”nın geleneği de bizim birçok anıyı tekrardan yaşamamızı sağlıyor. Gözlerimiz genel klasman ikincisinin yaptığı atağı, sarı mayonun savunmasını, genç bir Fransızın etap galibiyeti hırsını izlerken aklımız 1986’ya gidiveriyor bir kez daha. Bir anda o büyük Fransız şampiyon ve Amerikalı çocuk yan yana geliyorlar bisikletlerinin üstünde. Çocuk, elini adamın omzuna koyuyor. Elleri birleşiyor sonra, havaya kalkıyor. Çocuk, adamlara özgü bir ağırbaşlılıkla izin veriyor adamın yarışı kazanmasına. Adamın yüzünde ise çocuksu bir gülümseme…

32 / MART 2016


SAYI #1 / 33


YAŞANILANLAR MI YOKSA RÜYALAR MI DAHA ÇOK MUTLU EDER İNSANI?

34 / MART 2016


SAYI #1 / 35


KORAÇ KUPASI’YLA KESİŞEN YOLLAR GÖKHAN N. BİLGİN

O

gece ne yaparsa yapsın uykuya teslim olamıyorken yan yataktaki kardeşi yüzünde tebessümle uyuyordu. Rüyalar daha mı çok mutlu ediyor insanı diye düşündü ve usulca yatağından kalktı. Takımının renklerinden dikilmiş olan perdeyi heyecanla araladı, havanın rengi yine aynı, simsiyahtı. Gecenin karasının sabahın mavisine dönmesi geciktikçe hangi ayda olduklarını düşündü, en uzun gece miydi yoksa bu gece? Emindi en uzun gece olamazdı, nisan ayıydı. Yeni öğrenmişti coğrafya dersinde 21 Mart’tan sonra gecelerin kısaldığını, gündüzlerin ise uzadığını. Kesinlikle güneş geç kaldı diye düşündü. Bursa’da doğmuş olabilir miydi ki ? Türkiye Basketbolu İçin Yeni Bir Dönem Başlıyor Efes Pilsen’in tarihi başarısının üstünden bir yıl bir ay geçmişti ama her şeyi dün gibi hatırlıyordu. Kalbi daha hızlı atmaya başladı birden. Karanlık odasında, Koraç Kupası’nın kazanıldığı o tarihi geceye döndü. Kupayı kaldıran yüzler birer birer gözünün önünden geçiyor, onlardan biri olduğunu düşlüyordu. Bir hafta daha geriye gitti aniden, 6

36 / MART 2016

Mart’tı bu kez tarih. Annesi doğum günü için sürpriz yapmış, arkadaşlarını eve çağırmıştı. Bazı arkadaşları çorap bazıları ise kitap alıp gelmişlerdi. O dönemin hediyeleriydi işte. Değerliydiler. Herkes 13 yaşına girmenin mutluluğunu yaşadığını düşünürken onun aklında tek bir şey vardı, akşam oynanacak Efes Pilsen-Stefanel Milano karşılaşması. Seneler sonra daha yakından tanıyacağı, ülke basketboluna ve tutkuyla bağlandığı takıma hizmet verecek olan Bogdan Tanyevic yönetimindeki İtalyan ekibi. Kimler yoktu ki o takımda; Rolando Blackman, Dejan Bodiroga, Gregor Fucka, Ferdinando Gentile ilk anda aklına gelenlerdi. Dejan Bodiroga günde 8 saat idman mı yapıyordu? Tüm kullandığı şutlar sayı mı olacaktı yine? Sırtı dönük oyunlarda nasıl durduracaktı Efes onu? Ya İtalyanların son dönemdeki en büyük yıldızı Gregor Fucka, farklı fizik yapısıyla ve yeteneğiyle neler yapacaktı? Abdi İpekçi Spor Salonu parkelerine Ferdinando Gentile’nin oyun zekası nasıl yansıyacaktı. Maç son topa kalır ise Gentile’yi kim tutacaktı? Peki, nasıl karşılık verecekti basketbolu sevmesine neden olan takım. Emin olduğu tek şey, salonun

ağzına kadar dolu olacağıydı. Tüm basketbol severleri arkalarına alacaklardı, biliyordu. Tutkunu olduğu takımı çeyrek finalde eleyen Efes ile atmayacak mıydı kalbi onun da? Tarihinde ilk defa Koraç Kupası’nda çeyrek finale kalmıştı halbuki Fenerbahçe. İkinci maçı 74-56 kazanmasına rağmen ilk maçtaki farklı mağlubiyet pahalıya patlamış ve sayı averajıyla elenmişti sarı lacivertliler. Nereye kadar devam edecekti Efes? 1993 senesinde ulaşılan final başarasını tekrarlamakla yetinecekti miydi? Teamsystem Bologna ile eşleşmişlerdi yarı finalde. Serinin ikinci karşılaşmasında kupayı kaldıracağı şehrin yaklaşık 250 km güneydoğusuna gideceklerdi. İstanbul’daki ilk karşılamada ise Conrad Mc Rae aldığı 13 ribaunt ile Naumoski sahada kaldığı 40 dakikada attığı 20 sayıyla parladı. Ancak bir isim o gece kariyerinin en iyi maçını oynamıştı. Yüzde 75 ile attığı 9 üçlük toplam 34 sayıyla hafızalardan silinmeyecekti Ufuk Sarıca. O yıllarda Reha Erus bildiriyordu Roma’dan. Bu kez Roma’dan değil Bologna’dan bildiriyordu karşılaşmanın yansımalarını. İtalyan spi-


kerin maç esnasında Ufuk Sarıca’ya açtığı parantezi de tüm detayıyla iletmişti Türkiye’ye. Ertesi gün gazetelerimizden bazıları ufukta final göründü başlığıyla çıkacaktı bayilerde. Bu arada aynı Ufuk Sarıca güzel İzmir’in köklü kulübü Karşıyaka’ya bundan tam 19 yıl sonra Türkiye Basketbol Ligi şampiyonluğunu yaşatacaktı. 28 yıllık uzun bekleyişin ardından gelen ikinci kupayla körfezin bir yakası uyumayacaktı o gece. Neyse milenyum yılları başka zamana kalsın biz yine dönelim kahramanımızın uykusuz gecesinden hatırladıklarına. Bologna’daki yarı final karşılaşmasının rövanşının 1996 yılının

sevgililer gününe denk geldiğini anımsadı. Carlton Myers, Aleksander Djordjevic Teamsystem’e finali getirememişlerdi. Efes, 24 sayı farkla kazandığı ilk maçın rövanşında 97-91 yenilmesine rağmen gazetelerin bir hafta önce ufukta gördüğü finale uzanmıştı. İdolüyle İlk Karşılaşmalar. Kardeşinin yatakta dönmesiyle irkildi. Küçük kızın daha tedirgin bir yüz ifadesiyle uyuduğunu fark etti. Rüyada bile sürekli mutlu olmak zor diye düşündü. Güneş doğmuş muydu acaba? Bu kez zor geldi perdeyi aralayıp bakmak. Aslında

yine bir hayal kırıklığı yaşamaktan korktu. Hem annesi kaldırmaya gelecekti havanın aydınlanmasıyla. Bunları düşünürken Efes’in Koraç Kupası yolculuğu aklından çıkmış, 1996 yılının sonbaharına gitmişti birden. Hayatında ilk defa bir meydan okumanın içindeydi. Spor yaz okullarından gelmemiş, seçmeler sonucu Darüşşafaka’nın küçük takımında idmanlara çıkmaya başlamıştı. Yıllardır birlikte oynayan oyunculardan kurulu bir takıma girebilmenin zor olduğunu bilse de hocasının adaletine inanmıştı. Seneler sonra Efes’in kulübesinde görecekti onu yardımcı koç olaSAYI #1 / 37


rak. Takımı iyi bir dönem geçiriyordu. Bursa’daki küçük takımlar Türkiye Şampiyonası’na katılma hakkı elde etmişlerdi. Turnuvada süre alabilmek için tüm benliğiyle savaşıyordu. Küçücük yüreğine üç farklı takımı sığdırmıştı. Tutkusu Fenerbahçe’ydi, Darüşşafaka’da olmaktan çok mutluydu. Basketbolu tanıdığı kulüp olduğu için büyük sempatisi vardı Efes Pilsen’e. Efes’in Ayhan Şahenk spor salonunda idman yaptığı zamanlardı. Küçük salondan büyük salona geçen koridorda karşılaşırdı o dev adamlarla ama Naumoski başkaydı onun için. Takımı her zaman doğru yönetmesi, gerektiğinde sorumluluk alması, yüksek yüzdeyle şut atması idolü yapmıştı onu. Naumoski gibi olmak istiyordu. Koç, oyun kurucu oynatırsa onu taklit ediyor, sol eliyle top sektirirken sağ eliyle formasını yüzüne götürüp, terini silmeye çalışıyordu. Caferağa spor salonunda Fenerbahçe’ye karşı oynadıkları karşılaşmada kaç kez topu çaldırmıştı.

Bu sebeple yediği azarlar kadar maç çıkışı Caferağa’nın kafesinde yediği sosislilerde çıkmamıştı aklından. Ayhan Şahenk spor salonun büfesinde Namık abinin hazırladığı sosislileri yerken bir daha asla aynı tadı bulamayacağından habersizdi. Peter Naumoski de orada yiyordu hem. Bir keresinde sosisliden ilk ısırığı almıştı ki “Namık abi bir sosisli” dedi birisi. Yoksa bu ses… evet oydu, Naumoski’ydi bu. Hemen kendisininkini vermek istedi ama ısırmıştı bir kere, ağzından çıkıp o parçanın tekrar sosisliyle birleşmesini bekledi ama nafile, kaldırdı kafasını ağzındaki lokmanın dayanılmaz ağırlığıyla, suçlu suçlu baktı o efsaneye sonra döndü ve amerikan salatalı sosislisini yemeye devam etti. Ve Final Serisi Perde arkasındaki aydınlığı hissetti birden. Gün ağarıyordu. Aydınlığı dışarıda tutmaya perdenin gücü yetmiyordu artık. Sabahın yaklaştığının farkındaydı heyecanı katbekat arttı. Tıpkı 6 ve 13 Mart 1996‘daki gibi. Yine döndü o güne, 6 Mart’a. Doğum günü bitmiş herkes evine gitmişti. Beklenen anın geldiğinin habercisiydi bu gidişler. Efes Pilsen, Stefenal Milano eşleşmesinin ilk ayağıydı. Tahmin ettiği gibi salon doluydu ve televizyon inanan yüzler gösteriyordu. Maçın başlamasıyla Volkan Aydın ne kadar iyi bir savunmacı olduğunu haykırıyordu adeta Avrupa’nın en iyi hücumcusuna nefes aldırmayarak. Ufuk Sarıca ve Conrad McRae faul problemine girerek kenara geliyor, Murat Evliyaoğlu ve Tamer Oyguç onların bıraktığı yerden

38 / MART 2016

devam ediyordu. Daha yirmisinde olan genç Mirsad Avrupa basketboluna damga vuracağı mesajını veriyordu bu maçta ama biri yine tüm gözleri kamaştırıyordu gösterdiği performansla, yıldızlaşmıştı. Sahada 40 dakika kaldı. 31 sayı atıp 10 asist yaptı. Bu maçın kahramanı kesinlikle Peter Naumoski’ydi. Maçı hep önde götüren sadece bir kez eşitliğe fırsat veren Efes Pilsen Abdi İpekçi’de 76-68 kazanmıştı. Son saniyelerde basketbol perilerinin Gregor Fucka’nın pota altı atışlarına engel olmasının önemi Milano’da ortaya çıkacaktı. Kupa figüründeki basketbol topuna değen el Efes’in eliydi artık. İlk defa bir haftanın yedi günden fazla sürdüğüne şahit olmuştu. Türkiye basketbol tarihi unutmayacaktı 13 Mart 1996’yı. On iki bin kişi hınca hınç doldurmuştu salonu Milano’da. Beşiktaş antrenörü Tolga Tuğsavul çarptı gözüne, tüm gücüyle Efes’e destek olmaya çalışıyordu. Sonradan fark etmişti, kim yoktu ki o maçta iki bin Türk seyircisiyle beraber. Sert başlamıştı maç. Efes’in savunmada dikkatli, hücumda yüzdeli oynaması maçın çekişmeli devam etmesini sağlıyordu. Kupa bir İtalya’da bir Türkiye’deydi. Mirsad ve Conrad’ın toplamda aldığı 23 ribaunt Efes’in oyunda kalmasını sağladı. Peter Naumoski her geçen dakika sahada devleşiyordu. Yine 40 dakika hiç çıkmadan oynamış ve 26 sayı atmıştı. Aydın Örs’ün sağ kolu, her şeyiydi. Son bölüme gelindiğinde skor avantajını yakalayan Efes, Murat Evliyaoğlu’nun zamanı tüketmek yerine o müthiş özgüveniyle kullanıp kaçırdığı şut nedeniyle kupayı kaybetme durumuna geldi. Son


saniyelere 74-69 Stefanel Milano üstünlüğüyle girildi. İstanbul’daki maç 8 sayıyla kazanılmıştı. Efes’in 7 ve daha az sayı farkıyla kaybetmesi bile kupanın Türkiye’ye gelmesi için yeterliydi. Kaderin cilvesi o ki maç topu yine Murat Evliyaoğlu’nun elinde kalmıştı. Faul yapılmıştı. Murat Evliyaoğlu serbest atış çizgisine geldiğinde maçın bitimine 9 saniye vardı ve Efes 5 sayı gerideydi. En az birini atarsa. Stefanel üçlük atsa dahi 7 sayı farka ulaşacaktı. Murat atmıştı, evet ilk serbest atış başarılıydı. İkincisini kaçırmıştı lakin artık önemi yoktu. Gentile son 2 saniye kala 3 sayılık atışında başarılı olmuş farkı 7 ye çıkarmıştı ama maç bitmişti. Televizyondan kupa bizim sesi yükseliyordu. Murat Murathanoğlu kafasındaki fark hesapları sebebiyle bir süredir suskun sayılırdı ama artık sesi Türkiye’deki tüm evlerin salonlarından yankılanıyordu. Kupa bizimdi. Kupa lacivert

beyazlıların, kupa Efes’in! Güneş Doğar Bursa Yolculuğu Başlar. Yanda derin derin uyuyan kardeşi, onun uykusuz halinden habersiz gülücük savuruyordu rüyasında. Sabahın gelmesini sabırsızlıkla beklerken, 13 ay öncesine dönmüş Efes’in Koraç Kupası yolculuğunu hatırlamış ve kupayı Naumoski’nin elinde gördüğü andaki mutluluğunu kardeşinin rüyasındaki mutluluğuyla kıyaslamıştı. Yaşanılanlar mı rüyalar mı daha çok mutlu ederdi insanı? İstanbul’da güneş doğmuştu. Sabah koşuşturmasının tüm etkileri hissediliyordu artık. Martı sesleri bastırmaya çalışsa da odalarında insan ve araç sesleri yankılanıyordu. Annesinin ayak seslerini duy-

muştu tüm bu karmaşanın içinde. Annesi onu uyandırmaya geliyordu. Hemen üstünde Darüşşafaka yazan yeşil-siyah formalarını katladı. Valizini sıkıca kapattı. Kardeşini uyandırmadan öptü ve kapının açılmasını bekledi. Ailesi onu yolcu etmek için Ayhan Şahenk spor salonunun önüne getirmişti. Turnuvaya gidecekleri otobüsü görüyordu. Takım arkadaşlarıyla buluşmuştu. Bursa yolundalardı artık. Türkiye Küçükler Basketbol Şampiyonası’nda mücadele edecekti. Otobüste en arkanın önündeki koltukta oturuyordu. Takım otobüslerinde arka sıraların ne anlama geldiğini çok iyi biliyordu, seviliyordu artık takımda. Yola çıktıkları andan Bursa’ya varana kadar uykusuz geçen gecesini ve Efes’in Koraç Kupası zaferini anlatmıştı arkadaşlarına…

SAYI #1 / 39


40 / MART 2016


SAYI #1 / 41


MERSEYSIDE’DA

DOĞA SAĞ Jürgen Klopp’un Liverpool’a gelmeden önceki 11 sezonu incelendiğinde ortaya çıkan sonuç şu: Bir Klopp takımı sadece az gol yediğinde başarılı olur. Aynı cümleyi biraz daha süslü kuralım ve bir Klopp takımı sadece maç başına 1 golden az yediği zaman başarılı olur diyelim. Futbolun en basit ve denk iki matematiğinden biri aslında bu. Ya rakibinden bir gol fazla atmalısın ya da rakibinden bir gol az yemelisin. Yani o İngiliz tarzı futbol aslında tam da Klopp’un yaratmak istediği bir takım değil. Özellikle de 5 gol yeme kısmı. Peki, Klopp Liverpool’da ne yaratma çabasında? Geldiği günden beri Liverpool’a bir kimlik kazandırmaya çalışıyor. Sihirli bir değneği yoktu belki ama bu özgüvensiz takıma önce psikolojik bir neşter vurdu. Sahip olduğu kazanan ve kazanamadığında ise sonuna kadar savaşan karakteri takıma yansıtması gerekiyordu. “Asla yalnız yürümeyeceksin” diyen taraftarı Brendan Rodgers’ın son dönemindeki o kısır futbol maçlarından kurtarması da şarttı. Anfield’daki taraftar, Klopp’un 4 yıllık Premier Lig projesindeki en önemli faktörü şüphesiz. Onlara yeniden hayal kurdurtmalı. 90. dakikada yenilen bir gol matem havası yaratmamalı çünkü taraftar bilmeli ki 90+2’de tekrar sevinebilirler. Taraftara küçük heyecanlar, mucizeler sunmalı ve onların daha fazlasını talep etmesini sağlamalı. Örnekleyecek olursak 2005’te İstanbul’daki efsaneyi gerçekleştiren takımla, 2013’te Malaga’yı 90. dakikadan 42 / MART 2016

sonra gelen iki golle eleyen teknik direktörün birleşmesi gerekiyordu.

leyelim ve konumuz Liverpool’a dönelim.

Klopp’un, BundesLiga ve Şampiyonlar Ligi’nde başarılı olduğu sistemi yeniden inşa edeceğini zannediyorduk. Ancak o futbolu oynayan takım Liverpool değil Pochettino’lu Tottenham. En azından mart ayına kadarki oynanan futbol için durum böyle. Baharda da bu futbol sürerse Spurs’un şampiyon olacağını buraya dipnot olarak ek-

Klopp geldiğinden beri topa en çok sahip olan, en çok tehlike yaratan ve tenis tabiriyle en çok basit hata yapan takım Liverpool. Hani futbolda bir Türk deyişi vardır “atanın ve tutanın iyi olacak” diye. İşte Liverpool bunun tam tersi bir örnek. Takımın en kritik parçalarından biri Sturridge, sağlıklı olduğundan daha çok sakat. Sakho, Toure, Lov-


A HEAVY METAL

ĞIROĞLU hücum formasyonundan çıkıp, rakibin yarı sahasında defansif bir formasyona geçiyor, hızlı bir presle topu kapıp ani bir atak yaratmaya çalışıyorlar. Peki bu ne demek? Bu, rakibin kontrasına kontra ile cevap vermek demek. Bu, atağa hızlı çıkmaya çalışan bir takımın en zayıf anında yakalanması demek. İki atak şekli var da diyebiliriz. İlk atak şekliniz rakip yarı sahaya yerleşip, daha düşük tempoda, araya atılacak toplarla ve set hücumlarla gol aramak. İkincisi ise ilk düşüncesi rakibini eksik yakalamak olan rakibinizin ani atağını kesip, bozulan savunma kurgusundaki boşlukları hızlı değerlendirip gol atmayı denemek. Klopp’un bu sezonu takıma mentalite aşılama sezonu olarak baktığını ve gelecek sene için hazırlık dönemi olduğunu düşünüyorum.

ren ve Skrtel dörtlüsünden hangi ikisi oynarsa oynasın ideal bir ikili sağlanamıyor. Mignolet ise kesinlikle bu 4 senelik şampiyonluk projesindeki kaleci olmamalı çünkü kendisi ya şeffaf ya da yarı geçirgen bir zar. Peki, Liverpool’un bu sezonki verileri bize ne diyor? Liverpool, Chelsea ile beraber en çok gol atan 7. ve en çok gol yiyen 6. takım. İki takım da 38 gol atıp 36 gol yemiş. Kaleyi bulan şutları in-

celediğimizde Liverpool’a karşı her takım çok yüzdeli vuruyor gibi bir algı oluşabilir. Ancak Liverpool’un yediği 38 golün sadece 4’ü ceza sahası dışından. Yani sen eğer rakibini ceza sahasına sokarsan, o adam da bir şekilde kaleyi bulur ve golünü atar. Liverpool, Klopp geldikten sonraki dönemde topa en çok sahip olan takım. Hemen hemen her maçta oyunu rakibin sahasına yıkmaya çalışan bir ekip. Eğer topu kaptırırlarsa takım hemen

Birinci eksik psikolojik bir etken olan kazanma duygusu. Liverpool’un kupa kazanması lazım çünkü en son kazanılan kupa 2012’de Kenny Dalglish’le alınan Lig Kupası. Bu sebeple Manchester City ile oynanacak Lig Kupası finali çok önemli ki bu aynı zamanda Avrupa Ligi bileti olabilir Liverpool için. İkinci eksik Şampiyonlar Ligi. Bahar gelmeden Liverpool’un ilk 4’e giremeyeceği kesinleşti gibi. Arsenal, Leicester ve Tottenham yollarına tam gaz giderken City’nin ilk 4 dışında kalmayacağı ya da en azından Liverpool’a geçilmeyeceği kesin gibi. Yani Liverpool’un gelecek sene Şampiyonlar Ligi’nde oynayabilmesi için tek yol AvruSAYI #1 / 43


pa Ligi Şampiyonluğu. Genellikle Avrupa’nın ikinci kupasına maddi getirisi olmadığı için asılmayan İngiliz kulüplerinin bu geleneğini bozmak zorunda Liverpool. Yoksa bu yaz transfer döneminde en kritik parçalarını tamamlayamazlar. O en kritik parçaları gerçek bir yıldız, akıllı bir lider ve daha iyi bir kaleci. Kış transfer döneminde 35–40 milyon sterline almak istedikleri Alex Teixeira’yı 50 milyonluk bir bonservisle Çin’e kaptırdılar. Bu çok tasarufflu oldu çünkü yaratıcılık, dripling sıkıntısından ziyade bitiricilik sıkıntısı var. Liverpool’a yeni bir Suarez, Torres ya da Owen lazım. Tabi bu isimler her takıma lazım belki de ama Liverpool’un çok ciddi bir forvet sıkıntısı var ve bu durum ancak çok doğru bir forvet transferiyle çözülebilir. Ne Benteke, ne de Origi bu problemi kolay kolay gideremez. Gerideki problem ise bir lider ek-

44 / MART 2016

sikliği. Top rakipteyken takımını yönetecek bir lider. Defansta Klopp’un istediği alan paylaşımını sahada uygulatacak bir otorite lazım. Son olarak, kale içinse Arsenal’in Cech transferi kesinlikle doğru model. Klopp’un eski öğrencisi Mkhitaryan, Tuchel geldikten sonra daha çok topa sahip olup, daha ofansif bir oyun düşündüklerini söyledi. Hiç de haksız değil bu dediğinde keza Dortmund Mkhitaryan’ın geldiği ilk sezon olan 2013–2014 yılında topa %49 sahip oluyordu ve şu an Tuchel yönetiminde bu oran %57. Yukarıdaki verilerde benim en çok dikkatimi çeken bu sezon Klopp geldikten sonraki Liverpool istatistikleri oldu. Topa %55 sahip olan bir takım neden maç başına ortalama 281 pas yapıyordu. Bunun nedeninin ön alanda sürekli yapılan

pres ve aniden kapılan toplar olduğunu düşünüyorum. Liverpool’un Mart ayı ve sonrasında oynayacağı iki kulvar kalıyor. Avrupa Ligi ve Premier Lig. Her ne kadar Klopp Premier Lig’in ellerindeki en önemli kupa olduğunu söylese de Premier Lig’deki kalan maçlarına gelecek sezon hazırlık maçları olarak bakabilirsiniz. Şahsen ben Avrupa Ligi’nin bu sene enfes olacağını düşünüyorum. Klopp, takımının Avrupa Ligi’ni kazanabilecek birkaç takımdan biri olarak görüyor ve ekliyor, “Bazen hedeflerinize ulaşmak için en kısa yoldan gitmek isterseniz. Şampiyonlar Ligi’ne gitmek için Avrupa Ligi’ni kazanmak besbelli ki en kısa yol değil. Çok zor ve uzun bir yol. İlginç olacak. Sevilla’ya sorabilirsiniz.” İlkbahara girerken, doğa tekrar canlanırken umuyorum Liverpool Klopp önderliğinde ikinci baharını yaşatır sevenlerine.


“BÖYLE GİTMEZ...” SAYI #1 / 45


EN İYİ YENİLE

OĞUZHAN Bir maçta yenilmek iyi bir şey midir? Bir sporcu tabi ki kaybedebilir. Aslolan nasıl yenildiğidir. Yenilgiye isyan eden; mağlup olsa da, ‘helal olsun’ dedirten sporculara ayrı hayranlık beslemişimdir. Birazdan okuyacağınız da böyle bir hikâye… 2013 Avustralya Açık Tenis Turnuvası 4.turunda akşam seansını izliyordum. Karşılaşmaya, Novak Djokovic’in çeyrek finale kalması için oynayacağı “bir başka maç” gözüyle bakıyordum. Sonuç düşündüğümden farklı olmadı ve Sırp raket maçı almayı bildi. Ancak tenis dünyası yeni bir şampiyonluk adayının ayak sesini de yüksek sesle duydu. Tenis severlerin adını ve yeteneğini bildiği, (fakat) bir türlü büyük dörtlüye(Djokovic-Murray-Federer-Nadal) diş geçiremeyen Stanislas Wawrinka tenis sahnesine çıkmaya hazırlanıyordu. Wavrinka ilk seti (6-1) alırken, ikinci sette de (5-2) öndeydi ve Novak Djokovic’i adeta sahadan siliyordu. Forehandleri ve backhandleri, servisleri kısaca oyunun her alanında rakibine üstünlük kurmuştu. Daha önce hiç olmadığı kadar güçlü gözüküyordu kortta. Ancak Djokovic krizi atlatarak ikinci seti 7-5 ve ardından üçüncü

46 / MART 2016

seti 6-4 ile hanesine yazdırdığındaysa, herkesin aklından dört sette bitecek bir maç geçiyordu; ama öyle olmadı. Dördüncü set, tie-breakle Stan Wawrinka’ya gidiyordu. Biz de heyecandan tırnaklarımızı yiyorduk ekran başında. Son set, 12-10’luk skor ile dünya 1 numarasına gitmişti. Maç saati 5 saatin aşıldığını gösteriyordu. Yine yenilmişti Stan, ama tenisin elit sınıfına karşı koyabilecek oyuna sahip olduğunu da

göstermişti. Öyle kusursuz bir tek el backhand vuruşu vardı ki, yakın zamanda gelmiş geçmiş en iyi vuruş olup olmadığı sorusu sorulmaya başlanacaktı. Maç otoritelerce turnuvanın en iyi maçı olarak gösteriliyordu. Ayrıca bu maç özelinde daha önce yapmadığını yaparak; seyirciyi maçın içine çekti, yanına aldı ve onlarla bir bağ kurmayı başardı. Bir şeyleri değiştirmek ister gibiydi. Bu maç, kariyeri için kesinlikle çok önemli bir “mağlubiyet” olmuştu.


EN KAZANIR

N ŞAKAR Wawrinka, inişli çıkışlı geçirdiği 2013 yılı içerisinde Amerika Açık’ta yarı final görerek bir kez daha adından söz ettirdi. Oyunundaki yükseliş gözle görülür düzeyde artmış; artık güçlü servisi olan, toplara sert vuran ve rallileri rakiplerine kabul ettiren bir oyuncuya dönüşmüştü. Ancak yarı finalde bir kez daha Novak Djokovic duvarına tosladı. Yine, çok uzun süren maçta, beş setin sonunda korttan boynu bükük ayrılıyordu. Maçı kaybetmiş olsa da; Wawrin-

ka, Djokovic’i yenebileceği hissini veriyordu bizlere. “Elinden kaçırdı Djokovic’i” diyorduk içimizden. İleride bir Grand Slam şampiyonu olabilir miydi? Bu soru artık o kadar da imkânsız mıydı? Profesyonel sporda mental gücün test edildiği zamanlarda bununla başa çıkabilmektir mesele. İrlandalı yazar Samuel Beckett’in ünlü sözüdür; “Hep denedin hep yenildin. Olsun. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil…” Bu sözü sol ko-

luna dövme yaptırdığında çok da konuşulmamıştı Stan Wawrinka. Ben de dâhil olmak üzere önceden duymamış birçok insan olabilirdi bu sözü. Ama duyurmaya kararlıydı Stan. 2014 Avustralya Açık çeyrek finalinde, 2013’ün rövanşı niteliğindeki – 4 saat süren- son seti 9-7 biten maçta, Novak Djokovic’i bu kez mağlup etti. Finalde de Rafael Nadal’ı kariyerinde ilk kez yenerek ilk grand slam kupasını kaldırdı ve kolundaki dövme, o akşam spor bültenlerinin es geçemeyeceği bir habere dönüştü. Wawrinka, bu başarısıyla tenis gibi bireysel bir sporda zor anlarda kritik eşiği aşabileceğini gösterdi. Zor olanı yapmıştı. Büyük turnuvaların üst turlarına ilerleyemeyen Wawrinka, şampiyonluğuyla birlikte, hem bu yargıyı yıktı hem de vatandaşı Roger Federer’in gölgesinde kalışına bir son verdi. En önemlisi, koluna yazdırdığı gibi daha da iyi yenilerek rakiplerini yenmeyi öğrendi. Stan, her sporda olduğu gibi kaybolup giden bir sürü yetenekten biri olmadığını kanıtladı. O, artık iki Grand Slam zaferi olan, olimpiyatlarda çiftler kategorisinde altın madalya kazanan ve Davis Kupası’nı da hanesine yazdıran bir “şampiyon”. SAYI #1 / 47


Sınırların ve engellerin had safhaya ulaştığı bir dönemde yaşıyoruz: cinsiyet, yaş, güç, dayanıklılık, vücut… Önyargılar hepimizi ele geçiriyor, özellikle de spor alanında. Kısa zaman önce, toplumun ön yargılarını bir kere daha yıkan, bizi bir kere daha düşünmeye iten bir haber aldık: Misty Copeland Amerikan Bale Topluluğu’nun ilk Afro Amerikan baş dansçısı olma şerefine ulaştı. Bu 75 yılın sonunda yaşanan bir ilk! Rol model olarak kendine ilk defa 7 yaşında televizyon izlerken gördüğü Nadia Comaneci’yi belirleyen Copeland, annesi ve hocalarının arasındaki velayet davaları içinde kendini göstermeyi başardı ve 13 gibi geç sayılabilecek bir yaşta dans dünyasına adımını attı. Ten rengiyle birlikte, bale normlarına sığmayan vücut ölçüleriyle de kendinden söz ettiren dansçı, bir eleştirmen olan Nelson George’a göre, “asla sıradan bir kız olmadı” . Her röportajında balenin bir yarış olduğunu ve dans ettiği sürece bunu sürdürmeye kararlı olduğundan bahseden Copeland, klasik vücut tiplerine ya da ten renklerine uymayan bir sürü gence umut veriyor. Sadece bale dünyasında değil, hepimizin yakından takip ettiği kadınlar dünya 1 numarası ve 6 Wimbledon şampiyonu Serena Williams da vücut yapısı ile çok konuşulanlar arasında.

48 / MART 2016

Zaman zaman kendisi de gençliğinde “kıvrımlarını“ kabul etmekte çok zorlandığını söyleyen Williams, vücudu ile barışık yaşamayı öğrendiğini; önemli olanın kortta kazanılacak zaferler ve ilham vermesi gereken insanlar olduğunu belirtiyor. Zaman zaman gerçekleştirdiği Tommie Smith öncülüğünde Black Power cezaları, dopinglere göz yumma gibi uygulamalarıyla bilinen Olimpiyat Komitesi de aslında katı önyargılara sahip. 2012 olimpiyatlarında “normal vücut tipine uymadığı “ gerekçesiyle cinsiyeti sorgulanan Caster Semenya, gümüş madalyaya ulaştığında hakkında açılan soruşturmalar üzerine tek bir cümle söylemişti: “İnsanların düşüncelerini kontrol edemezsiniz. Bu, sizinle alakalı olan bir şey, içinizdekini kontrol etmekle. Şu an geleceği düşünüyorum, olan zaten çoktan oldu. “ Semenya, aslında hepimize yeni bir felsefe öğretiyor: toplumun yargılarını değiştiremeyiz ama onları kendimiz ve gelecek için yaptıklarımızla şekillendirebiliriz.


İMKANSIZI BAŞARMAK EZGİ YAZICIOĞLU

SAYI #1 / 49


RİYAD MAHREZ HARİKALAR DİYARINDA CİHAT GEMİCİ 50 / MART 2016


“RIYAD MAHREZ’IN MASALI FUTBOL, YAZARI BABASI, DÜŞLERI ISE GERÇEKTIR…”

B

ugünlerde Dünya’nın en pahalı liginin tozunu attıran, ekürisi Vardy ile birlikte Leicester City’nin peri masalının kahramanı Riyad Mahrez, beyaz tavşanın izinde düşler ülkesinde hayallerine kavuşmuş gözüküyor. Masalın yazılış öyküsüne bakarsak yazar Lewis Carrol’ın fotoğraf merakı yüzünden hareketsiz durması gereken çocuğun düşlerini bize anlattığını öğreniriz. Çocuk bir noktaya sabit bakar ve hayal eder. Çocuğun onca süre sabit durmasının nedeni yazarın onu hareket ederse masalın bozulacağına inandırmış olmasıdır. Riyad Mahrez’in masalı futbol, yazarı babası, düşleri ise gerçektir… Hikâye pek de yabancı değil. Paris’in kuzeyindeki banliyölerde yaşayan göçmen bir çocuk, Sarcelles adlı yerel bir takımda sevdiği oyun için kariyer başlangıcını yapar. Yetenekleri tartışılmaz ama çelimsiz sıska olduğu için futbolcu olmasına zor gözüyle bakılır. Bu dönemlerde Riyad’ın yanında olan kişi babası Ahmed Mahrez’dir. Babası oğlunun futboluna inanmakta

onun her maçını izlemekte ve gelişimine yardımcı olmaya çalışmaktadır. Riyad da babasının amatör olarak futbol oynadığını bildiğinden dediklerini ciddiye alıp babasının sözünden çıkmamıştır. Babasının başından beri inandığı yetenekleri sayesinde kısa sürede Championnat de France (4. Lig) ekibi Quimper tarafından keşfedilir. Annesi Faslı, babası Ahmed Mahrez ise Cezayirlidir. Büyürken tatillerini Cezayir’de geçirmiş olmaları ve babasına bağlılığı onun milli takım seçiminde etkili olmuştur. 15 yaşındayken akıl hocası olan çok sevdiği babasını kalp krizi sonucu kaybeder. Bu olaydan sonra kariyeri ciddi bir ivme kazanır. “Babamın ölümünden sonra fırsatları ben mi iyi değerlendirdim yoksa şans yüzüme mi güldü bilmiyorum belki de sadece daha fazla istedim.” Kariyer umutlarının az, göçmen nüfusunun çok olduğu Sarcelles’te, fizik gücü zayıf teknik yönü güçlü çocuk yetiştiği ortamdan şikâyetçi değildir. “Annem bizim için çok ça-

lıştı zengin olmasak da fakir de değildik. Akşam eve döndüğümüzde yiyeceğimiz bir şeyler vardı.” İlk kulübü Sarcelles’de görev yapan Mohamed Coulibaly L’Equipe’e verdiği demeçte Mahrez’in kırılganlığını bildiğini fakat en önemli özelliğinin sahada her zaman sorumluluk almaya hazır olması ve kritik anlarda ortaya çıkmaktan çekinmemesi olduğunu belirtmiştir. Mahrez diğer göçmen çocuklarından farklı olarak iyi bir akademi eğitimi almadı. Bu yönden takım arkadaşları Vardy ve Kante ile ortak bir kaderi paylaşıyor. Ona göre bu bir dezavantaj değil aksine sokak futboluyla yetişmiş olması sahada ona özgürce hareket edebilmesini ve farklı şeyler ortaya koyarak kalitesini göstermesini sağlıyor. Cezayirli oyuncu hayatının hiçbir döneminde gözünü direkt olarak çok yükseklere dikmemiştir. Adım adım zirveye doğru gitmenin daha doğru olduğunu düşünmüştür. SAYI #1 / 51


Adımlarını yavaş ve sağlam atan 21 Şubat 1991 doğumlu oyuncu 2010 yılında Ligue 2 ekibi Le Havre’ye transfer olur. Bu transferde PSG ve Marsilya’nın tekliflerini Le Havre’nin altyapıya verdiği önem sebebiyle reddetmiştir. Aslında bu riskli hamle pek de istediği gibi sonuçlanmaz. 2011’e kadar Le Havre’nin B takımında oynar. 2014 Ocak ayında Leicester City için Ada’nın yolunu tutana kadar Lİgue 2’de mücadele eder. Mahrez Ligue 2’yi fazla defans yapılması ve maçların çoğunun golsüz bitmesi nedeniyle eleştirmiştir. Mahrez dışarıdan bakıldığında Kuzey Afrikalı kıvraklığına sahip, süratli ve teknik klasik bir kanat oyuncusu gibi görülmektedir. Onu dikkatli izlediğinizde ise bundan çok daha fazlası olduğunu görebilirsiniz. 11 Ocak 2014’te Championship ekibi Leicester ekibi onu dikkatli biçimde izlemiş ve 3,5 yıllık sözleşme imzalamıştır. Ailesi ve arkadaşları yumuşak oyun yapısı teknik özellikleri nedeniyle onun yerinin İspanya olduğunu düşünmüşler ve İngiltere alt ligine gitmesine şüphe ile yaklaşmışlardır. Endişelerin haklılık payı vardır. Mahrez’in Ada’ya uyum sağlaması pek kolay olmaz. Yine de ilk yılında 10 yıl sonra takımının Premier Lig’e yükselmesine yardımcı ola-

52 / MART 2016

rak önemli bir başarı kazanır. Ona göre ise İngiltere alt ligine gitmesi doğru bir karardır. Bunun sağlamasını ise 2014 Dünya Kupası’nda Cezayir Milli Takımı’na seçilerek yaptığını söylemiştir. “Eğer Fransa 2. Liginde devam etseydim muhtemelen beni kimse takip etmezdi fakat İngiltere’de kazanan ve iyi oynayan bir ekipte göz önündeydim.” Profesyonel hayatı boyunca alt liglerde oynayan Mahrez artık dünyanın en iyi ligindedir. İlk sezonda düşme potasından bir türlü uzaklaşamazlar. Tekrar alt lige gitmek pek de isteyeceği bir şey değildir. Sezonun sonunda inanılmaz bir performans gösterirler. Leicester için bu Watford maçında mucizevî kaybedişlerinin geri dönüşü gibidir. Ligin sonundaki 9 maçın 7’sini kazanırlar ve ligde kalırlar. Peri masalının önsözü bu 9 haftada yazılır ama bilirsiniz önsözler pek okunmaz. 7 resmi maç kazanan Leicester’ı da yeni sezon öncesi pek ciddiye alan olmaz. 2015/2016 sezonunda Fantasy Lig oynayanlar ilk hafta Riyad Mahrez’i kadrosuna alanların çok şanslı olduklarını düşündüler. Sonraki 2 haftada düşünceleri değişmedi. Nitekim Mahrez 3 haftada 4 gol atmıştı. Sezonun geri kalan kısmı da farklı olmadı. Ek olarak bir de ona eşlik eden kendisi gibi alt liglerin

tozunu yutup gelmiş Jaime Vardy diye bir çocuk çılgınlar gibi gol atmaya başladı ve rekorları alt üst etti. Eğer oyunda başarılı olmak istiyorsanız modern zamanın Taro Misaki ve Tsubasa Ozora’sı olan bu altın ikili kadronuzda olmalı. Mahrez’in klasik bir kanat oyuncusu olmadığına inananlar artık inançlarını gururla, yüksek sesle dile getirebiliyorlar. Riyad Mahrez “Tilkilerin” hücumdaki aklı, mutfaktaki şefi, orkestradaki maestrosu. Sorumluluk alıyor penaltıları atıyor, sunuma önem veriyor harika bilek hareketleriyle tribünleri coşturuyor, skora direkt katkısıyla takımını zirveye taşıyor. Zaman zaman içe kat ederek bir 10 numaraya dönüşüyor ve oyun görüşüyle 4-4-2 oynayan Raineri’nin Zidane’ı olabiliyor. Riyad Mahrez 24 haftada 13 gol attı, 9 asist yaptı. Takımı Arsenal ve Man City gibi para babalarının önünde zirvede. Ekürisi Vardy 18 golle krallıkta ilk sırada. Özel hayatında da mutluluğu yakalayarak İngiliz bir hanımefendi ile evlendi. Leicester ile sözleşmesini 2019’a kadar uzattı. Kendisini bu güzel düşten uyandırmak istemiyoruz. Lütfen kıpırdama Riyad çekiyoruz!!!


SAYI #1 / 53


ORADA, UZAKTAK ÖMER

54 / MART 2016


Kİ SPOR: KÖRLİNG İNCE

SAYI #1 / 55


Körlingin ülkemizde sevilmesi için hiçbir sebep yok. Soğuk bir ülke değiliz ilk olarak, doğal olarak oluşmuş buz bulmak kolay değil. Oynanabilirliğin kısıtlı olması işleri baştan zorlaştırıyor. İkinci olarak oyunun karakteri Ortadoğu ve Akdeniz insanı olan bizlere pek hitap etmiyor. Biz ateşli ve fevri insanlarken, körling soğukkanlılık, stratejik düşünce ve keskinlik gerektiriyor. En ufak bir hatayı affetmiyor. Bunlar yetmezmiş gibi bir de süpürge ile oynanıyor. Bizim gibi ataerkil bir toplumda sırf bu sebep bile nüfusun yarısının oyuna olan ilgisini kaybetmesine sebep olabilir. Ama süpürge körling için bir lanet olduğu kadar bir avantaj aslında. Her ne kadar körlingi küçümsesek bile süpürge ve sporun akıl almaz birleşimi merakları cezbediyor. Sırf bu yüzden oyun hakkında hiçbir bilgi veya ilgimizin olmamasına rağmen içinde körling olan (her ne kadar kalitesiz de olsa) filmler dahi çekebiliyoruz. Böyle bir merakı karşılıksız bırakmak sanki haksızlık olur. Körling bir strateji oyunu. Tabi oluşturduğunuz stratejiyi hayata geçirecek kabiliyete ihtiyacınızın olduğu bir oyun. Körling (Curling) İngilizce kıvrılmak anlamına geliyor. Attığınız taş yavaşladıkça kıvrılma miktarı da artıyor. Süpürmek ise taşın hızını ve kıvrılma miktarını kontrol etmenizi sağlıyor. Basit bir şekilde ev adı verilen hedefin ortasına en yakın taş veya taşların sizin olması için uğraşıyorsunuz. Oldukça basit olan bu kuralın arkasında oyunu izledikçe anlamlanan stratejiler bulunuyor. 56 / MART 2016

İzlemeye yeni başladığınızda yapılan hamlelere anlam veremeseniz de oyunun içinde hepsinin bir anlamı olduğunu görüyorsunuz zamanla. Körling her ne kadar takım oyunu olsa da takımlar kaptanın (skip) demir yumruğu altında yaşıyorlar. Takımdaki oyuncuların seçimine veya maç içerisindeki stratejiye tamamen kaptan karar veriyor. Zaten takımlar da kaptanın ismiyle anılıyor genellikle. Kaptanı maç içinde ayırt etmeniz çok kolay, süpüren oyunculara avazı çıktığı kadar bağıran kişi kaptandır. Tabi ki bu bağırış çağırış çoğunlukla daha sert süpürülmesi için süpürenleri motive etme amaçlı. Tüm bu sorumlulukları yerine getirmesi için kaptanlar her zaman karizmatik ve göz önünde olan insanlar oluyorlar. Avrupa’da en dikkat çeken kaptanlar arasında Eve Muirhead, Thomas Ulsrud, Niklas Edin sayılabilir. Kanada’dan da son Olimpiyatlara ve Dünya Şampiyonası’na katılan Jennifer Jones anılabilir. Eve Muirhead İskoç ve Britanya takımlarının kaptanı. Junior turnuvalarının tozunu attırmış bir oyuncu ve henüz 25 yaşında olmasına rağmen Avrupa ve Dünya şampiyonluğunun yanında Olimpiyatlar’da aldığı bir bronz madalyası var. Körling onun için baba mesleği ve kardeşi de profesyonel körling oyuncusu. Körling sevmemek aileden dışlanmaya sebep olabilir muhtemelen. Ayrıca iyi bir golf oyuncusu olduğu söylenir. Thomas Ulsrud Norveç takımının

kaptanı. 44 yaşında ve kariyerinde Avrupa ve Dünya şampiyonlukları var. Olimpiyatlarda da gümüş madalyası var. Ama daha önemlisi Norveç için fancy pants (gösterişli pantolonlar) modasını başlatan insan. Her turnuvaya Norveç renklerini taşıyan birbirinden ilginç pantolonlarla katılıyorlar. Norveç’te bir körling okulunun sahibi yani tüm hayatını bu spora adamış bir insan. Niklas Edin İsviçre takımının kaptanı. Son zamanlarda erkeklerde körlingi domine ediyor. Geçen sene başında geçirdiği bel ameliyatına rağmen Avrupa şampiyonu olmayı başardı. Kötü başladıkları turnuvanın finalinde finale kadar mükemmel gelen Thomas Ulsrud’u yenerek şampiyon oldular. Twitter’da kötü kelime esprileri paylaşmaktan hoşlanıyor, sempatik bir insan. Jennifer Jones Kanada takımının son zamanlardaki kaptanı. 41 yaşında ve kariyerinde Dünya şampiyonluğu var ve Sochi’de de altın madalya kazandı. Annesi ve babası da Körling oyuncusu. Körling oyuncusu olmasının dışında avukatlık eğitimi var. Aslan yelesini andıran saçlarıyla dikkat çekiyor. Türkiye’de belki bu spor gelişme imkânını hiç bulamayacak. Ama körling gibi alternatif sporların bilinmesinin ve imkânlarının artmasının önemli olduğunu düşünüyorum. İnsanların farklı karakterlerdeki oyunların ve kültürlerin farkında olmasının, onların hayatlarında daha açık fikirli olmasına imkân sağlayacağına inanıyorum. Unutmayın körling asla sadece körling değildir.


“ROTASYON ŞART” SAYI #1 / 57


SARI’NIN ATEŞİYLE ALEVLENEN TUTKU CANAN VARAN

58 / MART 2016


Bazı anlar vardır hayatınıza yön veren. Fark etmeden sizi farklı bir hayata, klişeden uzaklaştıran bir maceraya sürükleyen anlar. Ben de sıradan bir pazar günü evde can sıkıntısıyla otururken tesadüfen televizyonda açık olan yarışı gördüğümde her şeyden habersizdim. Daha önceleri evde Formula 1 izleniyor muydu, yoksa annem ya da babam zaplarken sıkılıp “aman neyse bu kalsın” mı dediler de ben de izlemeye mi başladım gerçekten bilmiyorum. F1’le ilgili o zamanlar bildiğim duyduğum tek şey Schumi’ydi. Onu televizyon ve gazetelerde her gördüğümde sürekli babama sorardım “Ya bu adam nasıl yedi kez dünya şampiyonu oldu? Diğerlerinden farkı ne? Nasıl bu kadar hızlı olunabilir ki?“ Aklım almazdı. Yaşım da öyle 5–6 değil hani, tam ergenlik dönemlerim, 14 yaşındaydım. Bir de haberlerden Türkiye’de bir pist yapıldığını biliyorum ama yarım yamalak falan. Farkına varmadan o yarış beni bayağı içine çekmiş olacak ki kanalı bile değiştirmek istediklerinde izin vermemiştim çok iyi hatırlıyorum. Ne teknik ne taktik umursamadan çoğunun isimlerini, takımlarını bile bilmediğim bir yarış izliyordum. Yarışlara ve hıza merakım da hiç yok değil bu arada, PlayStation 1’in ilk zamanlarında oyunlarımın yüzde doksanı araba yarışları drift tarzı oyunlardan oluşurdu ve deli

gibi oynardım, hem de acayip bir kazanma hırsıyla. Babam bile bu heyecanıma hayran kalmış olacak ki bana direksiyon ve pedal konsolu hediye etmişti. Daha küçükken de genelde tüm kızlar barbie bebekleri ile oynarken ben oyuncak olarak araba aldırırdım. Hatta bir seferinde oyuncakçıda küçük bir oğlan, benimle yaşıttı muhtemelen, gelip elimdeki arabayı almaya çalışınca nasıl da bir anda prenses edamı kaybedip hırçınlaşmış ve sataşmıştım çocuğa, bugünmüş gibi hatırlarım hâlâ. İşte bilinçaltım bir şekilde arabalar ve hıza aşık olmuş olacak ki sonuna kadar yarışı zevkle izledim. İşin güzel tarafı pist de bayağı etkileyiciydi ve bu şekilsiz ama garip bir şekilde gözüme karizmatik gelen araçlar dar sokaklardan, güzel binaların yanından geçiyorlardı. Karanlık bir tünele yüksek hızla girip bir anda güneş ışığına çıkıyor ve virajlarda adeta dans ediyorlardı. Tüm bunların dışında bir de pilotların isimlerine takmış durumdaydım. Yarışa pole’den başlayan ve yarışı kazanan Kimi Raikkonen çok dikkatimi çekmişti. Resmen isme takmıştım ‘ya bu nasıl isim çok sempatik’ diye sırıtarak kağıda not aldım ismi ve yarış stilini de çocuk aklımla bayağı beğenmiştim. Arabası da siyahlı gümüşlü McLaren Mercedes idi (o zaman tek takımdı) ve gözüme pek etkileyici gelmişti doğrusu. SAYI #1 / 59


İşte sabırsızlıkla beklediğim ve F1’i aslında ilk başlarda asıl izleme sebebim olacak adamı görme anı gelmişti. Damalı bayrakla ilk tanışmamın ardından araçlar parc fermé’ e gelmiş ve kazanan pilot turuncu t-shirtlü takım arkadaşlarıyla coşkusunu paylaşıyordu. Ve sonunda kaskını çıkarmıştı, Monaco’da podyumdaydı Kimi Raikkonen. Birincilik kupasını kaldırıyordu. Yüzümdeki sırıtışı bizimkiler fark etmedi muhtemelen ama ben hipnoz olmuş gibi kupayı kaldıran adamı izliyordum. İşte her ergen gibi benim de artık odama posterini asabileceğim, deftere kalp içinde adını yazabileceğim biri hayatıma girmişti. Kendime geldiğimde Kimi, şampanya şovu yapıyor ve kameralara gülüyordu. Her pilotun adının yanında minik bayraklar vardı, muhtemelen hangi ülke vatandaşı olduğunu belirtiyordu hemen anneme adının yanındaki bayrak nereye ait diye sormuştum, o da Finlandiya demişti ben de sanırım orası cennet diye düşünmüştüm yalan yok. 60 / MART 2016

O an belki kulağa efsanevi bir an gibi gelecek size ama kendi kendime dedim ki ben bu sporu, bu adamı sonuna kadar takip edeceğim ve asla kaçırmayacağım, öyle de oldu bugüne kadar. Ertesi gün almadığım gazete kalmamıştı ve evde olmadığı için ilk defa etrafta internet cafe bulup deli gibi haber takip etmeye çalışıyor ve fotoğraf bastırıyordum. Şu an bile gazetelerden kestiğim haberleri toparladığım dosyamı saklıyorum. Şimdilerde futbol dışındaki haberlere bu kadar önem verilmiyor ama yine de koşa koşa gidip gazete toparladığım pazartesi sabahlarının heyecanını, kol detayına kadar gazete haberlerini kestiğim o hazzı kendimce içimde yaşıyorum ve bir yandan da o zamanları özlüyorum. Bir pazar öğleden sonra Monte Carlo sokaklarında başlayan serüvenim yarışların yapıldığı diğer şehirlerde de hep devam ediyor, hatta hafta sonlarımı yarış takvimine göre planlıyorum mümkün

olduğunca. Şimdi yanlış anlaşılmasın F1’le tanışmam her ne kadar Raikkonen’le olsa da o bir gün yarışmayı bıraksa bile, ki iki senelik bir ayrılık yaşadı, bu spora olan tutkum sonuna kadar bu tazelikte, aynı heves ile devam edecek. Biliyorum çoğunuz ‘sıkıcı ya nesini seviyorsun’ ya da ‘artık Türkiye’de yarış yok yayınlar belirsiz nasıl takip ediyorsun’ gibi şeyler diyorsunuz içinizden. Ama bu tutkuyu size nasıl anlatırım bilmiyorum. Bir annenin çocuğunu sevip sahiplenmesi gibi desem abartı mı olur dersiniz? Bence olmaz. Zamanla heyecanın azaldığını, bir Senna ya da Schumacher dönemi gibi bir dönem içinde olmadığımızın farkındayım ama yine de her pazar bir şekilde o yarış önümde açık olmalı ve ben bitene kadar su içmeye bile mutfağa gitmemeliyim. Bu da benim terapim işte...


“OKUMAYI SEVEN DEFANSA GELSİN!” SAYI #1 / 61


62 / MART 2016


ÖLÜMÜ ARDINA ALMAK ALİ EMRE MAZLUMOĞLU - FURKAN KARASOY “… yüzümüz çamurdan temizlenince bir kefen gibi bembeyaz görünüyor, ishal bağırsaklarımızı boşalttı, suda ölecek gibi oluyoruz. Akşam odamıza gidince uyumak yerine Aziz Guy dansı yapıyoruz. Bağcıklarımıza bakın, bakırdan. Ne yapalım! Ötekiler uzun süre dayanmıyor, hemen kopuyor. Bu tabaklanmış bakırlar en azından dayanıklı. Derimizin ne hale geldiğini düşünün! Bisikletle inerken çoraplarımız, çamaşırlarımız parçalanıyor, üstümüzde hiçbir şey kalmıyor.” 1924 yılında bisikletçi Henri Pellisier, Fransa turunu yakından izleyen gazeteci Albert Londres’e bu röportajı verirken okuyanın da yüzünü bembeyaz eden şu sözleri de söylüyordu: “ve kaslarımız artık kemiklerimizden ayrılıyor.” Gerçekten de ağrı eşiklerinin ve dayanıklılığın sınır noktalarını zorlayan bir spor bisiklet. Bu nedenle belki de diğer birçok spordan çok daha fazla epik öyküler barındırıyor içerisinde. Lance Amstrong bu öykülerin en güzellerinden birini yazmıştı. Dile kolay %40 yaşama oranı verilen testis kanserini yenip 7 sene art arda bir bisikletçinin düşlerinin en tepe noktası olan Tour de France’i kazanmıştı. Ancak 24 Ağustos 2012 günü, yıllardır boğuştuğu doping iddialarına yenilip pes ettiğinde öykünün mürekkepleri spor tarihinin en şiddetli yağmurlarından birine maruz kalarak kağıtlardan aşağıya doğru akmaya başladı. Üstelik geride kalan boş sayfalar değil, duygu bunalımlarımızı ifade eden, mürekkebin bıraktığı anlamsız lekelerdi. Milyonlarca insana kalıcı bir Truman Show paranoyası miras bırakan büyük şampiyon(!), ruhlardaki en büyük sızıyı da kendi sözleriyle yaratmıştı. Oprah ile

yaptığı o meşhur röportajda kendisine yöneltilen soruları insanın kanını donduran bir soğukkanlılıkla cevaplamış ve tüm yaşananları pişkin bir edayla “büyük bir yalan” diyerek özetlemişti. Doping kullanımı elbette Lance Amstrong’la başlamadı. Hatta 1966’da Anti-doping yasasına karşı bisikletçiler grev dahi yapmışlardı. Tam bu noktada içinden çıkılması zor bir paradoksun içinde kalıyoruz. Bir sporcu sağlık için tehlikeli maddelerin kullanımını yasaklayan bir yasaya karşı neden greve katılır? Ya da birkaç adım daha ileri gidelim. Doktor Robert Goldman’ın meşhur “sportif başarı için testlerde tespit edilemeyecek ama beş yıl içinde ölümünüze neden olacak ilacı kullanır mıydınız?” sorusuna sporcuların yarısından fazlası neden evet der (Bu oran günümüzde giderek azalsa da)? Neden diğer sporcuları değil de ölümü ardına alarak yarışmak ister? Dopingi tercih eden sporcuların bu ağır sıkışmışlık içerisinde ne derece kendi kararlarını verebildiklerini düşünebiliriz? Bu soru elbette yapılan yanlışı gizleme derdi taşımıyor ama dikkatleri daha bütünlüklü bir noktaya çekmeye çalışıyor. SAYI #1 / 63


Sporcuların Samsa’laşan Hikayeleri Ünlü astro fizikçi Neil deGrasse Tyson birkaç yıl önce yeniden çekilen Cosmos belgeselinde Büyük Patlama’dan bu yana olan süreyi tek bir kozmik takvime sığdırmıştı. Bu takvime göre anatomik olarak insan, sadece son 8 dakikada yani 31 Aralık saat 23.52’de tarihe giriyor ama dünyanın ve kendi tarihimizin kırılma dönemi takvimin son saniyesine denk geliyor (23.59.59). Tam bu nokta yeni bir çağın başlangıcı olan büyük bir dönüşümün, sınıfsal devrimin ve altüst oluşların anıdır. Bu anlar dünya üzerinde olan her şeyi kesin biçimde değiştirdi. Eskiden baskın olan dini kurumlara, feodal yapıya bağlı olan insan aklı en ileri özgürlük deneyimlerini yaşamaya başladı. Yaşamın ussallaşması Adorno’nun dediği gibi bireylerin de aydınlanmasıydı ve onları kendi kendilerinin efendisi haline getirmişti. Ancak bu sürecin arkasında tüm bu gelişmelerin mimarı başka bir kavram var: Meta. Kaan Kural’ın “Bu Oyun Böyle Oynanır” yazısında Popovich ve San Antanio’nun oyun yapısı örneğiyle yaratıcı biçimde tanımladığı meta kavramı yine onun deyimiyle sürekli değişim ve gelişim halindedir. Ancak bu noktada bu kavramın ekonomik kullanım biçimine bakarsak, karşımıza değiştirmek için üretilen yani paraya çevrilmek istenen şeyler çıkar. Artık varmak istediğimiz noktaya varabiliriz: Spor da toplumun diğer her parçası gibi meta kavramına yenilerek, onu paraya çevirmeye çalışan bir biçime dönüşmüş durumda. Spor organizasyonları bugün tam anlamıyla kendi endüstrisini yaratan, ilişkiye girdiği her şeyi karadelikler gibi olay ufkundan içeri yutan ve onu ticarileştiren bir boyuta evrildi. Sözü yine Henri Pellisier’e verelim:

64 / MART 2016

“spor azgın bir deliye dönüştü.” Meta dünyasının ve bu dünyanın özü olan değişimin spor ilişkilerinde egemen olması sporcuların davranışsal özelliklerinde de belirli normlar üretti. Sporcu kendini yalnızca istatistik olarak belirleyip, sporun yine bu süreç içerisinde yarattığı başarı kurallarına göre yaşamaya başladı: Rekabet etmek, birinci olmak, sponsor bulmak, milyon dolarlar kazanmak. Gayet “rasyonel” görülen bu hedefler, logosentrik bakış açısını çoktan edinmiş sporcuları, bu başarı kurallarına ulaşmada kendi bedensel özelliklerini aşan başka maddeler kullanmaya itti (bu tip maddeler spor tarihinin her döneminde vardır ama asıl yaygınlaşması, kendi büyük ekonomisini ve işleyişini oluşturması bahsedilen dönemden başlayarak gelişmiştir). Bu süreçler her ne kadar kağıda dökülen cümlelerde böylesine basit gözükse de sporcunun başarıya ulaşmada yaşadığı bütün duygu bunalımlarının, patlamalarının, yıpranan sinir hücrelerinin ve hırs ile paramparça edilen kalplerin uyumsuz bileşimi yani felaketin kesintisiz birikimidir. Bugün, her geçen an asimetrik olarak gelişen spor ekonomisi; hedefe ulaşana, en iyi olana dışarıdan muhteşem gözüken bir yaşam vaat ediyor. Özellikle ülkemizde sporcuların bir çoğunun yoksul kesimden geldiği düşünüldüğünde başarıya verilen yüksek meblağlar ve gelecekte değişecek yaşam biçimi ve sınıfsal konum sporcular için doping kullanmada ekstra bir motivasyon sağlıyor. Aslı Çakır Alptekin’in finish’e giden koşusu, Halil Mutlu’nun göğe yükselttiği halteri, Nevin Yanıt’ın üzerinden büyük bir hızla atladığı engeller, tam anlamıyla yılan hikayesine dönen Süreyya Ayhan’ın öyküsü; Kafka’nın olağanüstü anlatımı ile kocaman

bir makinaya dönüşen toplumsal işleyiş karşısında böcekleşen Gregor Samsa’nın yaşamı gibidir ya da başarı uğruna her şeyi yapabilecek Faustyen insanın Machiavelli felsefesine yaslanmış halidir. Aldatmanın Sıradanlığı Bütün bunların yanında bir de sevip takip ettiğimiz bir sporcunun adı doping haberlerine karıştığında, istemsiz bir öfke ve bir sebep bulma çabası kaplar insanın tüm benliğini. Derin bir tahribata yol açar, güvenimiz sarsılır tüm dünyaya. Bazen de bu haberlerin öznesi öyle bir isim olur ki diğer hepsinden farklı hissettirir. Duyduğunda donup kalır, ağzını bile açamaz insan. Ona atfedilen tüm o özel anlar bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçer ve bizi düşünmeye sevk eder. O branşında unutulmaz bir başarıya imza atarken, seveni de mutluluk, heyecan ve gururla dolar belki de anlamsız yere. Şimdi her şeyin bir illüzyondan ibaret olduğu ortaya çıkmıştır ve tüm sevenleri kullanılmışlık hissiyle başını önüne eğer.

Yazının başında anlatılan Lance Amstrong’a geri dönersek, o da önlenemez kazanma hırsının kurbanı olmuş, tüm spor dünyasının, hatta tüm dünyanın, ilham kaynağı olan bir figürden, kısacık bir sürede ‘persona non grata’ya dönüşmüştü. Maalesef rekabetin ve kazanmanın o zehirli cazibesi, kanserin ele geçiremediği hücrelerini kontrol altına almış ve tüm vücudunu dopingle kaplamıştı. Belki de en üzücü ayrıntı maskesi düştüğünde söylediklerinde gizliydi. Armstrong hiçbir zaman kötü hissetmemiş ve yaptıklarının yanlış olduğunu bir an olsun bile düşünmemişti. Girdiği rekabet ortamında kazanmanın tek aracı olarak gördüğü


performans arttırıcı ilaçlar ve sporun çevresinde dönen bu fenomen ona doping kullanmanın sıradan olduğu algısını kazandırmıştı. 21. yüzyılın en büyük ilham kaynaklarından olan Lance Armstrong, yıllarca yalanlarıyla kurduğu bir coğrafyada hüküm sürmüştü. Bir başka spor ikonu Ben Johnson da aynı hırsın bedelini ödemiş ve o da sporun istenmeyen yüzü olarak bir zindana atılmıştı. Kanadalı atlet, 1984 Los Angeles Olimpiyatları’nda iki bronz madalya kazanmış ve 1988 için “ben geliyorum” sinyali vermişti. 1986 yılından sonra değerlerini olağanüstü bir seviyeye çıkaran Johnson, 88 Seul Olimpiyatları’nda 100 metre yarışını Carl Lewis’in önünde birinci tamamlamış ve dünya rekorunu da kırarak altın madalyaya uzanmıştı. Ben Johnson artık sporseverlerin göz bebeğiydi. 1928’den bu yana ilk kez bir Kanadalı atlet olimpiyatlarda 100 metre altın madalyasını kazanıyordu. Maalesef testlerdeki anormalliğin açıklanması uzun sürmedi, Ben Johnson da doping yapmıştı. Literatürde “tarihin en kirli yarışı” olarak geçen Seul’deki 100 metrenin ardından Johnson, steroid kullandığını itiraf etmek zorunda kaldı. Bu hikayenin en önemli anı, doping kullanımının geldiği boyutu en iyi şekilde anlatan Antrenörü Carlie Francis’in modern spordaki kara tabloyu gözler önüne seren şu kısmında gizli: Antrenörü Charlie Francis’in “Steroid kullanmazsan her yarışa geriden başlamış sayılırsın.” Artık doping yapmanın artı değil, yapmamanın eksi olduğu spor alanında aldatma eylemi, milyonlarca kişinin gözlerinin kilitlendiği kazanan sporcunun o coşku dolu gülümsemelerine saklanan çirkin bir sıradanlığa dönüştü. Neredeyse her sportif başarının ardından heyecan yerine “acaba?”

korkusunun hissedilmeye başlandığı, şüpheciliğin zihinlerimizde şizofrenik bir yarılmaya neden olduğu şu günlerde WADA’nın, uluslararası ve yerel dopingle mücadele kuruluşlarının sporda eşit rekabet için geliştirmeye çalıştıkları dopingi engelleme niyetleri, işin teknik boyutunu hayli aşan çok daha geniş bir felsefi engelle karşı karşıya. Kaldı ki sosyoekonomik koşulların yarattığı uçurumların giderek derinleştiği bugünün dünyası bu eşitliği ne kadar sağlayabilir? Örneğin koşu pisti bulamadığı bir ülkede asfaltta olimpiyat madalyası hayaliyle çalışan Filistin’li atlet Muhammed Katib’le, başka ülkelerde modern pistlerde en iyi şartlarda çalışan sporcuları hangi kategor ide eşitleyebili

şey, bugün gösterilen bu çabaları değersizleştirmeden başka bir spor anlayışını, doğasına uygun bir şekilde yeniden inşa edebilmek.

riz? Ya da ş e hirlerinde her gün bombalar patlayan, yıkımın tam içerisinde yaşayan toplumların hiç doğamamış sporcularını nereye koyabiliriz? Öyle gözüküyor ki yapılması gereken SAYI #1 / 65


C O ME 66 / MART 2016


ŞAMPİYONA VEDA MEKTUBU TOLGA TEMEL

E ON SAYI #1 / 67


Sene 1999 iken Manchester United – Bayern Münih maçını izlemiştim. Hepinizin de aşina olacağı gibi o efsanevi Şampiyonlar Ligi finalini. Oyuna sonradan dahil olan Teddy Sheringham’ın skoru eşitlediği, yine sonradan sahaya giren Ole Gunnar Solskjaer’in 90. dakikada kupayı getiren golü attığı maç. Yazımın amacı futboldan bahsetmek değil tabii ki ama baştan bunu anlatmamın sebebi o maçı izlerken sadece beş yaşındaydım ve Bebek yüzlü katilin o golü atması beni sevindirmişti ama bazı şeylerin o kadar da farkında değildim Herkes küçükken bunun gibi tam idrak edemediği ama aslında önemli olan şeylere şahit olmuştur. Ben yedi yaşındayken buna benzer bir olay daha başıma gelmişti. Bu sefer konu tenisti ve başrolde bambaşka birisi vardı. Klasik bir ailede sadece futbol ya

68 / MART 2016

da basketbol izlenebilirdi belki fakat babam televizyonda yayınlanan her spora göz atmayı severdi. Küçüktüm, ama çok anlamasam da babamla Grand Slam’leri izlerdik. 1999 Şampiyonlar Ligi finali gibiydi, izliyordum ama beş yaşında bir çocuk için ne kadar anlaşılırsa tenis, o zamanlar benim için de o kadar anlaşılırdı. Pazardan alınmış plastik bir raket ve oyuncak topa sahiptim, kalitesiz vuruşlarla evde vazo devirmece oynuyordum. Ama yıllar 2001’i gösterip yedi yaşımı doldurduğum zaman o televizyonu açtığımızda daha farklı bir şey vardı. Bir genç çocuk çıkıp aşama aşama ilerliyordu. Dönemin en iyilerinin içinde Agassi’nin küçük kardeşi gibi görünen sarışın bir çocuk. Bu çocuk dikkatimi çekmeyi başarmıştı; belki kazandığından, belki de sadece hırslı oyunundan. Gerçekten farklı bir çizgi çiziyordu. Efendi insanların sporu olarak bildiğimiz teniste çağımızın Felipe

Melo’luğunu yapıyor gibiydi. Maç sayısını aldıktan sonra kendini korta bırakıyordu, bir winnerdan sonra “Come on!” diye bağırıyordu. Kendinden yaşça ve itibarca daha üstün olan bu tenisçileri geçip, finalde de büyük Pete Sampras’ı yenip Amerika Açık’ta şampiyonluğa ulaşıyordu. Bu çocuk dediğim tenisçi yirmi yaşındaki Lleyton Hewitt’ten başkası değildi. Benim izlediğim o turnuva da ciddi anlamda takip ettiğim ilk turnuva olmuştu ve başrol tartışmasız Hewitt’indi. Bu turnuvanın sonrasında gelen ATP’nin zirvesine çıkmasıyla da tarihin en genç bir numarası oldu. Seksen hafta boyunca zirvede bulunan Lleyton, bu hükümdarlık sonrasında bir numaradan indiğinde zirveye bir daha hiç çıkamadı. Kimi zaman sakatlıklar, sakatlıklardan dolayı formsuzluklar derken, 2005 sonrası iyice uzaklaştı zirveden. Memleketinin turnuvası


olan Avustralya Açık’ta da o sene finalde Safin’e kaybetti ve sonrasında Hewitt serbest düşüşe başladı. İlk kısımda tenis dünyasının yeni ilahı geliyormuş gibi anlatmış olabilirim fakat Hewitt’in şanı pek de öyle yürümedi. Pet Cash’ten sonra yeni bir kahraman arayan Avustralyalılar’a ilaç gibi gelmişti ama diğer kesim pek de öyle düşünmüyordu. Efendiliğin ve klasın hakim olduğu tenis camiasında tam bir anti kahramandı. Aynı jenerasyondan olmalarına rağmen en iyi döneminde bile seyirciler tarafından Federer kadar saygı göremedi. Alışılmıştan daha farklı bir karakter olan Lleyton, önemsiz bir turnuvanın ilk tur ilk sayısında bile “come on!” diye bağırabilecek bir potansiyele sahipti. Pek çok sabıkası olan Hewitt, kimi zaman seyirciye, kimi zaman rakibine provokatif hareketlerde bulunuyordu. Hatta ırkçılık bile yaptığı olmuştu. Onu üst seviyelerden uzaklaştıran şey ise peşini hiç bırakmayan bel sakatlığı oldu. Zamanla da zirveden gittikçe uzaklaştı, iddiası azaldıkça da daha az tepki çeken bir karaktere dönüştü. Fakat alışkanlık bir

başkadır, her şeye rağmen her sene Avustralya Açık’a katılmaya, arada eski oyunundan kesitler sunmaya devam etti. Hepinizin belirli yerlerde görmeye alışkın olduğu karakterler vardır; Serie A’ya baktığınızda bir Buffon, NBA’e baktığınızda bir Kobe Bryant mesela. Bu sporcular sizin için o sporu geçmişten bugüne bağlarlar. Onları orada görmek o sporu o zamanlar nasıl sevdiğinizi anımsatır, daha romantik bir bakış açısı katar. Bugüne kadar ilk ciddi takip ettiğim Grand Slam’in şampiyonu Hewitt yine de hep sahalardaydı, zirvede olmasa da. Ta ki 2016 Avustralya Açık’a kadar… Bu yazıyı neden yazdığımı siz de anladınız. Lleyton, David Ferrer ile yaptığı ikinci tur maçını kaybetti ve aktif tenis hayatını sonlandırdığını açıkladı. Yıllar boyunca çok da sempatik bir tenisçi olamayan Hewitt, benim de çok sevdiğim bir karakter olmadı. Fakat bu demek değil ki bende hiçbir etkisi olmadı, aksine spor konusundaki ufkumu açan kıvılcımı Hewitt attı. Mahallede çocukların “Hagi!” nidalarıy-

la top peşinde koşturdukları gibi, 2001 yılında da ben plastik raketimle topu vazolara atarken kendime bir idol bulmuştum. Artık topu passing shotları taklit ederek halıya düşürmeye çalışıyordum, başardıkça da Hewitt gibi “Come on!” diye bağırıyordum… Yıllar geçti, Federer-Nadal dönemi yaşandı, bugünlerde bir Djokovic üstünlüğü var, Hewitt bıraktı… ve şimdi buradayız. Fazla hırslı ve antipatik bir tenisçi olmasına rağmen Lleyton Hewitt yedi yaşındaki bir çocuğa tenisi sevdirdi, bir tenisçi olmasam da iyi bir tenis seyircisi oldum; birkaç yıllığına Avustralya halkının beklediği tenis kahramanı oldu, tenis dünyasının aykırı parçalarından biriydi. İyi veya kötü, tüm yaptıklarıyla tenis tarihinde bir iz bıraktı. Herkesin gözünde tartışmasız bir efsane olmamış olabilir fakat sevilse de sevilmese de tenis tarihi onu da yazdı. Her şey için teşekkürler, hoşçakal Lleyton. SAYI #1 / 69


37 EKRANDAKİ FRANSIZ VE PERİ MASALLARI FURKAN KARASOY

70 / MART 2016


SAYI #1 / 71


Yanılmıyorsam 97 yılıydı. Annem, babam, abim ve ben arabaya doluşmuş ve o dönem bir ritüel haline getirdiğimiz pazar buluşması sebebiyle rotayı dedemlerin evine kırmıştık. Yol boyunca oldukça heyecanlıydım ve bu gayet basit bir sebeple açıklanabilirdi: Dedemlerdeki sınırsız oyun seçeneği. Küçük bir çocuksanız ve gittiğiniz evin her türlü oyuna müsait bir bahçesi varsa heyecanlanırsınız. Hele ki birlikte oynamaktan büyük zevk aldığınız kuzeniniz sizi orada bekliyorsa.

cek sürprizi de karşımda buldum. 37 ekran televizyon, kumanda işini şansa bırakmamış ve insiyatif alıp açılabilecek en güzel kanalla beni karşılamıştı. Yemyeşil saha üzerinde 22 adam vardı ve varlığından o ana kadar haberdar olmadığım iki takımın formalarıyla koşturuyorlardı. Ön yargılı davranıp kumandada gezinmeye yeltenmektense, maça bir şans vermeyi tercih ettim. İyi ki de vermişim çünkü biraz sonra ekranda belirecek adamın onu izleyen herkese bir mesajı vardı: “Ben bir sanatçıyım.”

Eve ulaştığımızda abim, kuzenim ve ben; bitmesi imkansız olan enerjimizi en fazla nasıl harcayabiliriz sorusuna yoğunlaşmış ve uzun tartışmalar sonucunda bir oyun planında hemfikir olmayı başarmıştık. Belirlediğimiz plana sadık kaldık ve saklambaç, voleybol, kovalamaca gibi envai çeşit oyunla günümüzü afiyetle yedik. Her ne kadar bizim durmak gibi bir niyetimiz olmasa da, Türkiye’de yaşayan tüm çocukların azılı düşmanı ‘hava kararır, oyun biter’ kuralı bizim de eğlencemizin sonu anlamına gelmişti. Başımız eğik eve döndük, içerideki envai çeşit yemek oyun sonrası huysuzluğunu bir nebze hafifletse de salonda ailece televizyon karşısına oturma kısmı fena halde canımı sıktı. Televizyonda Hülya Avşar, Sibel Can gibi Türk büyükleri vardı ve odadaki kimsenin izlediğimiz programdan herhangi bir şikayeti yok gibiydi. O anda aklıma şaşılacak derecede mantıklı bir plan geldi. Dayımın odasında 37 ekran televizyon vardı ve bu televizyonun tek ihtiyacı kumandasının doğru ellerde olmasıydı.

İşte o sanatçı David Ginola’ydı. 14 numaralı formasıyla sahada süzülüyor, her koşusunda saçları ahenkle bir o yana bir bu yana savruluyordu. Evet, Ginola abimiz yakışıklıydı ama futbolu daha bir yakışıklıydı. Ne kendisi ne de giydiği Tottenham forması hakkında en ufak fikri olmayan küçücük bir çocuğu, yeteneği ve çok da büyük bir mesele değilmişçesine attığı muhteşem golüyle ekrana kilitlemişti. Bunaltıcı bir akşamda beni bulmuş ve bana Premier Lig adında bir hediye vermişti. O dönemler futbolun sadece Ali Sami Yen’de oynandığını düşünen biri için bu hediyenin büyüklüğünü anlatmama gerek yok herhalde.

Sakar doğama inat yavaş ve dikkatli adımlarla odaya doğru yola koyuldum ve hiçbir aile ferdine gittiğimi çaktırmadan odaya ulaştım. Ulaştığım gibi hayatıma yön vere-

72 / MART 2016

O büyülü akşamın üzerinden günler, aylar geçti ama Ginola ve Tottenham aklımdan hiç silinmedi. Acı olan, Ginola’yı doyasıya izleyemememdi çünkü şimdi yokluğunu tahayyül edemesek de o dönem internet lüks bir kavramdı. Bu sebeple bana düşen yetenekli Fransız’ı mahalle maçlarında, okuldaki sınıflar arası kapışmalarda yaşatmaktı. Evet, nadiren de olsa Ginola’ya televizyonda denk gelmeyi başarıyordum ve inancıma göre yolladığım olumlu sinyaller onu daha iyi oynatıyordu. Bir gün maç izlerken tesadüfen ona denk gel-

dim ancak bu defa yolunda olmayan bir şeyler vardı: Ginola Aston Villa forması giyiyordu. Konduramadım o formayı Ginola’ya, kabullenemedim bu değişimi. Tamam, daha önceleri de Newcastle’la bir mazisi olduğunu öğrenmiştim ama olsun Tottenhamlı’ydı o. Mantıklı bir sebep bulmaya çalıştım, evet, Tottenham vasatlığa ant içmiş bir takımdı ama yine de gerek var mıydı Villa’ya gitmeye? Üzülsem de, yıkılsam da gerçek ortadaydı; artık ne o beni mutlu ediyor ne de ben onu daha iyi yapıyordum.


Villa’da biraz takıldıktan sonra Everton’a geçti ve sessizce emekli oldu. Futbolu bırakmasıyla duygusallaşıp üzerimdeki bunca emeğine saygı göstermek adına Everton saflarına karışmaya karar verdim ama acı gerçek ortadaydı; Everton da sıradanlık konusunda Tottenham’ın kan kardeşi gibiydi. O gün Premier Lig’de başarının bana haram olduğunu anlamış ve yeni üzüntülere yelken açmıştım. Yeni macerama adım attığım andan bu yana Everton’ı destekledim ama bir gözüm hep eski sevgilim

Tottenham’da kaldı. Tamam Everton’ın başarısını istedim, Goodison Park yeni evim oldu ama Tottenham ne zaman kıpırdanır gibi olsa hep suçlu bir gülümseme belirdi yüzümde. İşte şimdi Premier Lig’i takip etmeye başladığım andan bu yana ilk kez bir sevgilim (tamam, eski sevgilim) mutlu sona ulaşmak üzere. Hüzünle dolu geçmişe sünger çekip Pochettino’yla oldukça güzel bir hava yakaladılar, güzel futbol oynuyorlar, zevk alıyorlar ve en önemlisi artık korkmuyorlar. Tüm dünya durmuş Leicester City’nin peri masalını beklerken,

ben oturmuş mahcup bir şekilde Tottenham’ın gözlerinin içine bakıyorum. Biliyorum eski sevgilim, gemiyi ilk ben terkettim. Senden af dilemek, bunca zor zamanının ardından iyi gününde belirmek gibi bir niyetim de yok ama şunu bil; Ada’da bir peri masalı varsa ufukta, bu senin şampiyonluğun olacak. Asla pes etme ve inan kendine, o 37 ekranın ve David Ginola’nın hatrına.

SAYI #1 / 73


GELECEK AY GÖRÜŞMEK ÜZERE...


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.