DIAMANTIDIS ÇAĞLA BÜYÜKAKÇAY KOBE BRYANT CARLI LLOYD GIRO D’ITALIA AYRTON SENNA CRUYFF CHRISTY BROWN OKUMAYI SEVEN DEFANSA GELSİN DEONTAY WILDER OMEGA BRIAN CLOUGH ÖMER KARAEVLİ VODAFONE ARENA JUVENTUS KAWHI LEONARD
SA YI
3
MAYIS 2016
ROTASYON DERGİ EKİBİ GENEL YAYIN YÖNETMENİ ANIL GÜLER YAZI İŞLERİ SORUMLUSU ÖMER İNCE YAZARLAR ALPER ÜNLÜ BURAK PAMUK BÜLENT BAHADIR CANAN VARAN CENGİZ UYGUR CİHAT GEMİCİ DENİZ BALCI EGE KİMYONŞEN EMİR RIZA LEKİ EZGİ YAZICIOĞLU GÖKHAN BİLGİN MUHAMMED CÜCE TOLGA TEMEL TUNA MENEVŞE GRAFİK TASARIM ANIL GÜLER İLETİŞİM rotasyondergi@gmail.com
/rotasyondergi
2 / MAYIS2016
İÇİNDEKİLER 4. KADIN FUTBOLCULAR NEDEN EŞİT MAAŞ İSTİYOR? 8. DERS BİR, TARİH NASIL YAZILIR? ÇAĞLA BÜYÜKAKÇAY 12. MAMBA OUT 18. GIRO D’ITALIA PEMBE SAVAŞ 26. JEDI MASTER CRUYFF 30. SENNA’NIN ARDINDAN 38. KIZ BABASI WILDER 46. ÖRÜMCEK ADAMIN VEDASI, DIAMANTIDIS 52. BROWN PENALTISI NASIL ATILIR? 58. SPORDA ZAMANI ANLAMLANDIRMAK 62. BİLİNMEYEN ANATOMİ, ÖMER KARAEVLİ 66. POPOVICH’İ İKNA ETTİYSE ZATEN... KAWHI LEONARD 70. SABRIN SONU SELAMET, VODAFONE ARENA SÜRECİ 74. SİVRİ DİLLİ DEHA, CLOUGH 80. JUVENTUS ARKAYI BEŞLEDİ
İVME ANIL GÜLER
Üretimin tadını ve keyfini başka hangi şey verebilir? Yaşamakta olduğumuz şey dolu dolu bir üretim süreci. Beraberinde gelen, sıfırdan başlamanın heyecanı, başarabilir miyiz korkusu, uyulması gereken zamanın sınırları içinde kalmaya çalışırken yaşanan hengâme... Yeni sayımızı sizlerle buluştururken şöyle bir geriye bakıyoruz. “Hadi ulan yapalım şu işi” dediğimiz anın üzerinden üç ay geçmiş. Bu üç ay içerisinde tıpkı bir okul gibi eğitmişiz kendimizi. Kâh çevremizden gelen eleştirilerle ve önerilerle kâh kendi aramızda yaptığımız kafa patlatma seanslarının sonrasında yeni şeyler öğrenmişiz. Öğrenmekle kalmayıp uygulamaya koymuşuz. Kendi kendimize bir okul olması adına kurduğumuz bu spor dergisi
her geçen gün avuçlarımızın içinde evrilmeye devam ediyor. Şöyle bir geriye bakıyoruz ve gittiğimiz bir arpa boyu yol bize cesaret veriyor. Eksikler halâ var, elimizdekinin üstüne koymak için çaba gösteriyoruz ama ne yalan söyleyeyim ‘anlamlı’ bir şeyler yapıyor olmanın haklı gururu da yok değil. Sesi duyduk, takozlardan desteği aldık, çıkışımızı yaptık. İlk üç adımda dengemizi sağladık. Kafamızı kaldırdık, sırtımızı olabildiğince düzleştirdik ve işte şimdi önümüzdeki kulvar daha net gözükmeye başladı. Sıra geldi ivme kazanmaya. Aksiyonlu olduğu kadar risk de taşıyan bir çalışma prensibi vardır. Çok basit: Uçurumdan atlamak.
Sizler bu sayının keyfini çıkarırken biz çoktan Haziran çalışmalarına başlamış olacağız. Dedim ya artık ivmelenme zamanı, aldığımız yeni bir kararla uçurumdan kendimizi bıraktık. Önümüzdeki bir ay içerisinde, yere çakılmadan önce havada kanatlarımızı tasarlayıp uçmayı deneyeceğiz. Herkesin yazmış olduğu şeyler Rotasyon’da zaten yazılmış olacak ama bunun yanında kimsenin yazmadığı şeyler de sadece Rotasyon’da olacak. Euro 2016 için hazırladığımız dosyamızla yaza sıkı bir giriş yapma niyetindeyiz. İstatistikleri, sporcu ve insan hikayelerini, kıyıda köşede kalmış anlatılmayı bekleyenleri, vedaları, zaferleri yazdık bu sayıda, iyi okumalar, gelecek ay da mutlaka gelin ha, bekleriz.
SAYI #3 / 3
4 / MAYIS2016
NEDEN EŞİT MAAŞI SAVUNUYORUM? CARLI LLOYD
ÇEVİRİ: EZGİ YAZICIOĞLU Bu yazı 10 Nisan 2016#3 tarihinde SAYI / 5 New York Times’da yayınlanmıştır
T
am 12 yıldır Amerika Futbol takımı formasını giyiyorum ve bu formayı gururla taşıdım. Bu formayı giyerken hayatımın benim için en önemli sayılabilecek anlarını yaşadım: 2 Olimpiyat madalyası ve 2015 Kadınlar Dünya Kupası’nı kazanmak gibi. O yüzden geçtiğimiz ay, 4 takım arkadaşımla beraber Amerika Futbolu’nda maaş ayrımcılığına karşı şikayet formunu imzalamamın ülkem için oynamayı ne kadar çok sevdiğimle hiçbir alakası yoktu. Ancak doğru ve adil olanı yapmakla ve temel Amerikan konseptine tutunmakla yakından bir ilgisi vardı: eşit oyun için eşit maaş. Kadın olsan bile. Basitçe, ikinci sınıf vatandaş olarak muamele görmekten bıktık. Bir süre sonra, bu yargı üstünüze yapışıyor ve artık bununla işimiz kalmadı. Amerika Kadın Milli Futbol Takımı, Amerikan tarihinin görüp görebileceği en başarılı takım. 3 Dünya Kupası kazandık ve bu yaz Brezilya’da 5. Olimpiyat altın madalyamızı kazanmaya çalışacağız. Temmuz’da Kanada’da Kadınlar Dünya Kupası’nı kazandığımızda, Amerikan tarihinin futbol için en yüksek reyting oranını yakaladık ve geçen ay açıklanan Amerika Futbol finansal raporuna göre federasyona 17.7 milyon dolar kar sağladık. Ancak her ne kadar Amerika Futbolu finansal rakamları, bizim federasyon gelirinin çoğunu oluşturan itici güç olduğumuzu teyit etse de, yeni toplu iş sözleşmesinde takım olarak maaş artışı önerimizi sunduğumuzda Amerika Futbol Federasyonu birden fazla kez bunun ‘rasyonel’ olmadığını söyledi. Aslında federasyon bize kadın futbolu için sadece belli bir miktar para ayrıldığını ve önerimizin kabul edilemeyeceğini belirtti.
6 / MAYIS2016
Yıllardır federasyonla pazarlık etmemize rağmen hiçbir yere ulaşamadığımız için şu an geldiğimiz nokta berraklaşıyor: hiçbir şey değişmedi. İşte bu yüzden şikayetimizi Eşit İş Olanakları Komisyonu’na taşıdık. Sizi sayılarla sıkmaya niyetim yok ancak, hiçbir değer taşımayan birkaç önemli gerçek var. Milli Amerikan Kadın ve Erkek Futbol Takımları her yıl minimum 20 dostluk maçı yapıyor. Bu maçlardan erkek takımındaki en iyi performansa sahip ilk beş oyuncu yılda ortalama 406,000 dolar gelir elde ederken, en iyi performansa sahip ilk beşteki oyuncular, yılda sadece 72,000 dolar kazanabiliyorlar. Evet, Amerika Futbol Federasyonu, Ulusal Kadın Futbol Ligi’ne olan desteğini arttırdı- bu aynı zamanda Ulusal Kadın Futbol Ligi’nde olan oyuncu başına denk düşen 54,000 dolar maaşı sübvanse ediyor- ve evet, milli takımda oynayarak bazı makul ikramiyeler alıyoruz. Ama yine de eşitsizlik gerçekten can sıkıcı. Eğer ben Amerika adına Dünya Kupası’nı kazanmış bir erkek olsaydım, ikramiyem 390,000 dolar olurdu. Ancak ben bir kadın olduğum için geçen yazki zaferimizden bana düşen ikramiye, 75,000 dolar oldu. Erkekler dünya kupasına katılım için gittiklerinde, ortalama 60,000 dolar gelir elde ediyor. Kadınlar ise dünya kupasını eve getiren takım için 15,000 dolar alıyor. Erkeklerin Dünya Kupası organizasyonlarının kadınlarınkinden dünya çapında daha büyük miktarda para sağladığını anlıyorum. Ama gerçek şu ki, Amerika Futbolu bizim 2017 için 5.2 milyon dolar kar edeceğimizi düşünüyor, erkeklerin ise 1 milyon dolara yakın bir
rakamla zarar edeceğini. Yine de, biz hak ettiğimizden daha azını almaya devam ediyoruz ve edeceğiz. Geçen yılın yaklaşık 260 gününü yolda seyahat ederek geçirdim. Ülke dışında seyahat ederken, günlük harcamalarım için 60 dolar kazanıyorum. Micheal Bradley ise günde 75 dolar. Belki de kadınların daha küçük olduklarını ve dolayısıyla da daha az yediklerini düşünüyorlardır. Hope Solo ya da Alex Morgan Amerika futbolu için bir sponsorluk reklamına çıktıklarında 3,000 dolar alıyorlar. Geoff Cameron ya da Jermaine Jones ise aynı şekilde bir reklam kampanyasından 3,750 dolar kazanıyor.
Bizim sıkıntımız hiçbir şekilde Erkek Milli Takımıyla değil, onları seviyor ve destekliyoruz. Bizim sorunumuz federasyonla ve onların bize ne için mutfakta yemek pişirmediğimizi ya da yerleri silmediğimizi durmadan hatırlatan, profesyonel oyuncu olduğumuz için onlara minnet duymamızı çağrıştıran tarihiyle ilgili. Kadınların finansal açıdan eşit olmayan bir muamele gördüğü gerçeği, ne yazık ki bir son dakika haberi değil. Bu, her alanda gerçekleşiyor. Size bütün dünyadakileri belki anlatamayız ama biz kesinlikle kendi alanımızda gerçekleşen eşitsizlikleri söylemeye kararlıyız. Bunu sadece kendimiz için değil bizim arkamızdan gelen genç oyuncular için ve futbolla ilgilenen kız kar-
deşlerimiz için de dile getiriyoruz. Matildalar-Avustralya’nın Milli Kadın Futbol takımı, şu an dünyada 5. pozisyonda bulunuyorlar- kendi federasyonlarıyla 4 yıl boyunca savaştılar ve geçtiğimiz sene federasyonun yıllık 21.000 dolardan fazla ödememe açıklaması karşısında greve gittiler. Kolombiya Milli Kadın Futbolcuları ise geçtiğimiz 4 ayı hiç maaş almadan geçirdiler. Milli kadroya ilk seçildiğimde hiçbir şekilde maaş ve sağlık güvencesi adına kar yoktu, o yüzden evet, bir takım gelişme gösterdik. Ama şu an, olmamız gereken yerin bir santimetre yakınında bile değiliz. Amerikan Kadın Milli Takım oyuncularının iyi bir rol model ya
da elçi olamayacağını hiçbir şekilde kimsenin söyleyeceğini düşünmüyorum. Her nereye gidersek gidelim, destekçilerimizle güzel bağlar kuruyoruz, imza dağıtıyoruz ve federasyonumuzla sporumuzu layığı ile temsil ediyoruz. Amerika Futbolu da bize aynı şekilde davranırsa, böyle temsil etmeye de devam edeceğiz. Artık hiçbir şekilde geri adım atmayacağız. Eğer kariyerimden bir şey öğrendiysem, bu hayatta hiçbir şeyin kolay elde edilmediğidir. Bu sadece bu şekilde gerçekleşiyor. Bunun para hırsıyla alakası yok. Bu sadece doğru ve adil olanı yapmakla ilgili. Bu, insanlara cinsiyetlerini gözetmeksizin hak ettikleri gibi davranmakla alakalı.
SAYI #3 / 7
8 / MAYIS2016
KARPUZ KABUĞUNDAN GEMİLER MUHAMMED CÜCE
SAYI #3 / 9
V
oleybol orta, basketbol iyi, futbol pekiyi. Güreş ve halter zorunlu ders.Peki ya Türkiye’nin tenis karnesi?
kazandığı ya da sıralamada yüksek yerlere geldiği yaşta, 17’sinde, profesyonel olmayı seçen Çağla gerçekten çok cesur bir insan olmalı.
Tenis, evlerimize ilk olarak yılın belirli zamanlarında devlet ‘kanal’ıyla geldi. Türk halkının büyük bölümü ise tenisi Hülya Avşar’la tanıdı. Bu popülariteyi kullanan Türk tenisinin kadınlarda tek başarısı İpek Şenoğlu’nun çiftlerde yaptıklarıydı. Ondan bayrağı devralan ve seviyeyi çok yükseklere, kimsenin hayal bile edemeyeceği bir yere çıkaran ise Çağla Büyükakçay oldu. 80 milyon nüfusa ulaşan ülkenin spor sınıfının bugünlerdeki en parlak çocuğu yani.
Profesyonel kadınlar tenisinde, WTA (Kadınlar Tenis Birliği) tarafından ocak ayının ilk haftasından ekim ayının sonuna kadar aralıksız her hafta turnuva düzenleniyor(*). Sezon boyunca üç farklı zeminde (sert, toprak, çim) oynanan bu turnuvalarda dünyanın farklı uçlarına savruluyorsunuz. Ocak ayında sert kortta Avustralya kıtasında açılan sezon, şubatta Asya ve ABD’ye kayıyor; mart ayında ABD’de sert zemin turnuvalarında sona yaklaşılırken; Avrupa’dan dünyaya nisan ve mayısta toprak, haziranda ise çim kokusu yayılıyor. Temmuzdan itibaren ise Avrupa’dan kopan tenis dünyası; sert zeminli turnuvalarla önce ABD, ardından Çin ve Japonya odaklı Asya kıtasına uğrayarak kasım ayına ulaşıyor. Farklı ülkeler
Çok cesur bir kız. Bunun başka açıklaması olamaz. Ülkesinde duyulmayan ve yatırım yapılmayan bir sporu seçen; bu spor için doğduğu şehir Adana’dan ayrılıp 14 yaşında İstanbul’a göçen; rakiplerinin kupa
10 / MAYIS2016
ve şehirler, farklı zeminler, saatlerce uçak yolculuğu, otel odaları, yiyecek bulma sorunu... Peki bu yolculuğun her hafta mutlu sonla bitmesini mi bekliyorsunuz? Tabii ki tenisçiler her hafta turnuva oynamıyor, katıldıkları turnuvalarda kupaya ulaşmaları için en az 4-5 maç kazanmak gerekli ve yukarıda görünen tempoda işin hiç de kolay olmadığı açık. Yani tenis, neredeyse her hafta kaybetmek zorunda olduğunuz bir spor. Eğer oynadığınız hafta kaybetmediyseniz ya da sakatlık nedeniyle çekilmediyseniz, tebrikler, kupa sizin. Sizi tenisten soğuttuysam kusura bakmayın, ama artık bizim de bir süper kahramanımız olduğuna göre iyi şeylerden bahsedebiliriz. Nisan ayında İstanbul’da yaşadığı şampiyonluk Çağla Büyükakçay’ı dünya sıralamasında ilk 100’e (tam olarak 82.sıra) soktu, böylece kariyerinde ilk kez bir slam ana tablo-
sunda (Wimbledon) oynayacak ve belki de olimpiyatlarda. Fakat Çağla Büyükakçay’ın zafere giden yolu uzun ve zorluydu. Birçok tenisçi gibi kariyerine ITF (Uluslararası Tenis Federasyonu) tarafından düzenlenen görece düşük seviyedeki turnuvalarla başlayan Çağla, dünya sıralamasındaki yerini yükselterek 2010 yılında ilk kez bir slam elemesinde oynamaya hak kazandı. Son 5 yıldır düzenli olarak slamlere elemelerden katılmayı başarsa da, 21 denemesinde ana tabloya kalamadı. 2013’te Mersin’de düzenlenen Akdeniz Oyunları’nda tek ve çiftlerde aldığı altın madalya; harika geçen 2014’te WTA turnuvalarından Kuala Lumpur’da teklerde çeyrek final ve Bükreş’te çiftler finali ile Astana’daki $100,000 ödüllü ITF turnuvasındaki final önce kendisi için, sonra Türkiye tenis tarihi için ilklerdendi. 2015’te başarı halkasına Fed (Dünya) Kupası “En İyi Oyuncu” ödülünü ekledi. 2015’in
ilk aylarında 108. sırayı görse de sonraları 190’a kadar düştü. Ve kalktı. Yılı Dubai’de $100,000 ödüllü ITF turnuvasında tek ve çiftlerde şampiyonlukla kapatan Çağla, 2016 sezonuna ilk aylarda kötü başlasa da WTA premiyer seviyedeki Doha’da dünya 12 numarasını yenerek 3.tur gördü ve hemen sonraki hafta Kuala Lumpur’da bir kez daha çeyrek finale çıktı. Çağla Büyükakçay’ın bu başarılarının bir ortak özelliği var. Kupalar, madalyalar, sıralama, finaller, slam elemeleri... Tüm bu zaferler Türkiye’nin kadınlarda tenis karnesinde kazılı ve karşısında onun ismi yazıyor. Türk tenisinde “ilk”lere bakıldığında en çok Çağla’nın adı geçiyor. Sponsor desteği bulunca profesyonelliğe adım atan Çağla, 2005’ten itibaren düzenlenen WTA uluslararası İstanbul turnuvasında kariyerinin ilk ana tablo maçlarını wildcard
(özel davet) ile oynadı. Ülkemize gelen yıldızların ışığında uzun sürede filizlendi, büyüdü ve sonunda onlara ulaştığını anlayınca gökyüzüne uzandı şampiyonluk kupasıyla. Televizyonda izleyerek tenisi öğrenen/seven bir neslin; küçük yaştan itibaren eline raket alarak aileleriyle bu yola baş koyan ve okul-antrenman-ev arasında sosyallikten uzak kalan çocukların/ gençlerin; onunla aynı doğrultudayken çoktan başka yollara sapan ama geride yüreğini bırakmış ‘eski’lerin; seçtiği spor tenis olmasa da ona benzer hikayeler barındıran, imkansızlıklar içinde sporda var olmaya çalışan tüm insanların hayalini gerçekleştirdi ve onlara ilham kaynağı oldu Çağla... Kendi hayatından ödün vererek yarattığı karpuz kabuğundan gemisiyle, Nuh’un tufanı kopmadan, uzun süredir sırtında taşıdığı ülkeyi gururla ve gocunmadan kurtardı.
SAYI #3 / 11
Dİ Rİ LİŞ
TOL GA TE MEL
12 / MAYIS2016
SAYI #3 / 13
2
004 yazı sona erdiğinde, Los Angeles’ta çok şey değişmişti. Zaferlere alışmış şehir, bu kez başarısızlıkla yüzleşmişti. Lakers son hamlesini yapmış ama şampiyonluk Detroit’e gitmişti. Bu takım, ‘arayış’ta olan parçalardan kurulmasına rağmen olmamıştı. Ellerinde NBA tarihinin en dominant uzunlarından Shaquille O’Neal vardı. Lakers, Karl Malone ve Gary Payton gibi kaliteli veteranlara ve bir başka süper yıldız Kobe Bryant’a sahipti. Ummadık taş baş yarmış ve bu minik rüya takım, Chauncey Billups ve arkadaşlarına finalde kaybetmişti. Bu hayal kırıklığının sonunda da beklenen olmuş, takım dağılmıştı. Shaquille O’Neal Miami’ye, Gary Payton Boston’a takaslanmış, Phil Jackson takımdan ayrılmış, Karl Malone emekliliğini açıklamıştı. Bundan sonra Kobe tek başınaydı. Omzunda yıllar boyu tarih yazmış bir franchise’ın umutlarıyla, en baştan tırmanışa başlamalıydı. Fakat zirveye ulaşmadan önce aşması gereken pek çok engel vardı. Kobe o zamanlar şu anki Kobe gibi değildi. Hakkında pek çok tartışma, büyük soru işaretleri vardı. Medyanın da şişirdiği bir Kobe-Shaq gerginliği, topu elinde isteyen bir oyun karakteri olması ve son bir senesi boyunca uğraştığı tecavüz davası sürekli televizyonlarda konuşuluyordu. Bunlar, işleri zorlaştıran faktörlerdi. Kobe’nin yüzleşmesi
gereken asıl soru şuydu: Shaq’siz şampiyon olabilecek miydi? Bu soruyu cevaplamadan önce biraz daha Shaq – Kobe ilişkisini incelememiz gerekiyor. NBA ışıltılı ve göz önünde bir dünyadır ama Amerika’da iki şehirde basketbolcu olmak çok daha farklıdır. Eğer New York veya Los Angeles şehrindeyseniz, Hollywood yıldızlarından bir farkınız yok demektir. Kiminle hangi restoranda yemek yediğiniz de, kiminle ilişki içinde olduğunuz da medya tarafından kolayca öğrenilir. Bolca konuşulursunuz; sizden malzeme çıkmasını beklerler. Eğer ki kâğıt üzerinde her şey yolundaysa, takımın iki yıldızının arasının bozuk olması, magazinsel anlamda büyük değere sahiptir. Döneminin en etkili ve sansasyonel ikilisi olan Shaq ve Kobe’nin anlaşmazlığı da doğal olarak pek çok şekilde medyaya yansıdı. Bu yansımalar ise Kobe’nin hiç istemeyeceği bir şekilde sonuçlandı. Tartışmalar sürerken, medyanın oluşturduğu algı, Shaq – Kobe ikilisini Batman – Robin gibi gösteriyordu; Kobe de Robin olmaktan nefret ediyordu. Gerçek kahraman Shaq ve topu daha çok elinde isteyen bencil yardımcısı Kobe olarak görülüyordu. Ama 2004 yazında Batman, Gotham City’yi terk etmişti. İşte bu yeni dönem, Robin’in kendini tek başınayken kanıtlama fırsatı olacaktı. Yeni Lakers Lakers için yeni çağ pek sancılı başla-
mıştı. Takımda merkez Kobe’ydi ve takım, yeniden inşa etmenin verdiği sorunlarla doluydu. Kobe, sayı krallığına oynasa da, takım başarısızdı. Lakers 11 yıl sonra ilk kez playoff dışında kalıyordu. 2005 yazında, geçmişte yaşananlara rağmen Phil Jackson tekrar takımın başına döndü. Kobe bireysel olarak sınırlarını zorladığı bir sezon yaşadı, fakat yine de eksik bir şeyler vardı. Bir maçta 62 attı önce, sonrasında Toronto’ya karşı NBA tarihinin bir maçta atılan en yüksek ikinci skorunu kaydetti: 81. Bunlara ek olarak da Ocak ayını 43,4 sayı ortalamasıyla geçirdi. Phil Jackson’ın geri dönüşüyle Lakers amaçsız bir takım olmaktan çıkmış, Kobe kırılmadık rekor bırakmamıştı. Playoff yapmayı da başarmışlardı, ama eksik bir şeyler vardı. Batı Konferansı’nı yedinci sırada bitiren takım, ilk turda Phoenix’e arka arkaya üç maç kaybederek seriyi 4-3 kaybediyor ve playoff maçlarına veda ediyordu. Kobe için kaybetmek sıradan bir durum olamazdı, müdahale etmeliydi. 8’den 24’e Geçiş On birinci sezonuna başlarken Kobe, artık 8 yerine lisedeki forma numarası olan 24’ü giyeceğini açıkladı. Kariyerinin ikinci yarısına yeni bir başlangıç yapmak isteyen Kobe, değişimi çok çabuk tecrübe edemeyecekti. Bir önceki sezonun benzerini geçirdi; inanılmaz rekorlar, yedinci sıradan playoff ve ilk turdan eleniş. 2007 yazında ciddi bir şekilde Lakers’tan ayrılmayı düşünmüş, hatta yönetime takas olabileceği takımların listesini bile vermişti. Listenin tepesinde de Chicago vardı, Majestelerinin toprakları… Şartlar uygun değildi; Bulls ve Lakers anlaşamadı, takas da resmi şekilde
14 / MAYIS2016
konuşulamadan rafa kalktı. Kobe de kendi yolunu çizmeye karar verdi. Kendisi on yıldır Lakers’taydı; burada üç yüzük kazanmıştı ve takımın lideriydi. Kalmalı, gemisinin dümenini yeni zaferlere doğru kırmalıydı. Yanına yüzük peşinde koşabileceği bir mürettebat lazımdı. Bu eksikliği tamamlamak adına o yaz Lakers, kadrosuna İspanyol yıldız Pau Gasol’ü katmıştı. Kadro belli bir seviyeye ulaşmıştı ve tekrar zirveye oynamaları gerekiyordu. Geriye Kobe’nin en önemli rakibi kalmıştı, düşmanı karşısındaydı. Sinema terminolojisinde ters ninja kanunu diye bir kavram vardır. Ana karakterimizin karşısında ne kadar çok düşman varsa, tehlike o kadar düşüktür. Ne zaman ki karşısına asıl düşman çıkar, o zaman o savaş uzun sürer. Gerçek tehlike odur yıldızımız için. Kobe Bryant’ın filminde de bu senaryo aynı şekilde işliyordu. Karşısında
ne kadar çok düşman olursa olsun onu etkilemiyordu. Kimler çıkmıştı karşısına da onu devirememişti; AI, T-Mac, Jason Kidd, niceleri… Deviremediği tek düşmanı vardı; herkes gittiğinde tek o kalıyordu geriye, en tehlikelisi: kendisi. O büyük aşamayı kaydetmeli, oyununda olgunluğa erişmeli, kendiyle olan mücadelesini kazanmalı ve kendini ispatlamalıydı. Gerçekten, istediği maç başına kırk sayı atan bir oyuncu olup ilk turdan elenmek miydi, yoksa gerçek bir lider gibi takımını tekrardan şampiyonluklara taşımak mıydı? İkincisi olduğu kesindi; sonradan sadece bir MVP ödülü kazanmasıyla ilgili gelen soruya verdiği cevap da bunu doğrular nitelikteydi: “Bir sürü MVP ödülü kazanmak benim için asla bir görev olmadı. Fakat bir sürü yüzük kazanmak? Kesinlikle öyleydi.”
İspat ve Geri Dönüş Kobe – Gasol ikilisi kurulduğunda beklentiler yükselmişti. Shaq sonrası dönemde ilk kez Lakers’ın adı şampiyonluk adayları arasındaydı. 2007 yazından sonra her şey Mamba için daha farklıydı. Üç sezon boyunca beklediği, bir şeyler başarabilecek kadro kurulmuştu. İyi parçalar ile birlikteydi, başlarında da koç Phil vardı. Bunlarla birlikte tamamlanması gereken tek şey, Kobe’nin kusursuz bir lidere evrilip yeni Lakers’ı şampiyonluğa taşımasıydı. Nitekim öyle de oldu; Kobe, o sezon bir daha 81 atmadı ama takımını finallere taşıdı. Tek başına her şeyi omuzlayarak değil, takım arkadaşlarına yol göstererek ve onlara liderlik yaparak bunu başardı. İlk ve tek normal sezon MVP ödülünü de bu sene kazandı. Sezonun sonu beklenilen gibi bitmemişti belki, ama o biliyordu; başaracaktı.
SAYI #3 / 15
Kobe, 2009 yılında Shaq olmadan da başarabileceğini gösterdi. Şampiyonluk yüzüğünü ve finallerin en değerli oyuncusu ödülünü aldı. Her şeyden öte, gerçek evrimini tamamladı; sahada iyi bir lider oldu. Bu liderlik, sahada farklı şekillerde ortaya çıkabiliyordu. Gasol’e top indirmeyi planladığı bir pozisyonda; Gasol, adımlarında yavaş kalınca, İspanyol oyuncunun attığı dengesiz şuttan sonra onu haşlayabiliyor; takım arkadaşları iyi bir tam saha baskı uyguladıklarında onları alkışlayıp motive de edebiliyordu. Gerçekten o şampiyonluğu, o yüzüğü öylesine istedi ki bunu başarmak için her şeyi yaptı. Tüm playofflar boyunca yüzde yüz buna odaklıydı. ESPN yazarı Bill Simmons da bundan bahsediyor: “Kobe, Mickael Pietrus’a bir temasta bulundu, faulü aldı ve üç hafta öncesine kadar kimsenin görmediği o ürpertici, dişlerini öne çıkaran o suratı yaptı. Bu hareketin nereden geldiğini bilmiyoruz, buna karar vermeden önce ayna karşısında başka ne kadar yüz ifadesi çalıştığını bilmiyoruz veya bu yüz ifadesi için Bruce Springsteen’e ne kadar telif hakkı da ödediğini bilmiyoruz. Tek bildiğimiz, bu yüzüğü gerçekten istiyor. Gerçekten.” Kapanış ve Veda Kobe Bryant, sadece NBA değil tüm spor dünyasının içerisindeki en eşsiz karakterlerden biri. Kişilik olarak ne kadar kusuru varsa, bir o kadar da kusursuz. En iyi olmak, onu hayatta tutan şey belki de. Hırsı, yeteneği ve en önemli özelliği olan çalışkanlığıyla çok şey başardı. Tüm kariyeri boyunca onu birileriyle kıyasladılar, en çok da Michael Jordan ile. Kobe, MJ seviyesine geldi mi gelemedi mi hep tartışma konusu oldu. Fakat O, 2007 yılında takas olmayıp gerçek liderliğe soyunduğunda, bir şeyi belirlemişti. ‘Yeni Jordan’ olmayacaktı, Kobe
16 / MAYIS2016
Bryant olarak tarihe geçmeye karar vermişti. Öyle de oldu, dolu dolu yirmi yılın sonunda beş şampiyonluk yüzüğü ve sayısız bireysel başarıyla bir Lakers ve NBA efsanesi olarak kariyerini tamamladı.
Sahada bir savaşçı olduğu kadar bir sanatçıydı da. Biz de ona veda ederken, düz yazının yetersiz kaldığı kısmı tamamlaması için bir başka sanatçıya; Jimi Hendrix’e kulak verelim en iyisi.
Purple haze, all in my brain Lately things they don’t seem the same Actin’ funny, but I don’t know why Excuse me while I kiss the sky
SAYI #3 / 17
18 / MAYIS2016
ÇiZME MUHAREBESi EGE KiMYONŞEN
SAYI #3 / 19
20 / MAYIS2016
A
vrupa’nın ortasında, ayaklanmamak üzere oturur Alpler. Hilal biçiminde konuşlanmış zirveler kendilerini İtalyan yarımadasına siper ederken onlara özenen Apenin Dağları sıraya girer, kuzeyden güneye dimdik ikiye böler Çizme’yi. Doğu’nun evi bellediği Adriyatik, Batı için uzak bir akraba gibidir, adını anımsamakta zorlandığı. İmparatorluklar yükselir, yıkılır. Yüzyıllarca içine kapanır devletleşen şehirler. Antlaşmalar yazılır, çizilir, bozulur; Çizme’yi bir araya getirmek 19. yüzyılın başına kadar mümkün olmaz.
mek için büyük çaba göstermişlerdir. Yıllar yılı yarışmacıların kuzeyinden güneyine, doğusundan batısına İtalyan yarımadasını tekrar tekrar keşfedeceği bir bisiklet turu, hiç de planlanmadığı şekilde gelenekler arası köprü olur bir anda. La Gazetta dello Sport’un satışlarını artırmak amacıyla 1909’da start alan efsane, bir süre sonra bu ulusal yapbozun kayıp parçası olmanın da ötesinde uluslararası bir kimliğe bürünür. İşte Giro d’Italia, yani İtalya Bisiklet Turu efsanesi böyle doğar.
Siyasi birleşme 1886 yılında tamamlansa da, kültürel birleşmeyi tamamlamak kolay iş olacağa benzemez. Öyle ya, şehir devletleri yüzyıllarca hem topraklarını hem de geleneklerini muhafaza et-
Fausto Coppi’den Eddy Merckx’e, Marco Pantani’den Alberto Contador’a sayısız efsanenin üzerine giymek için kilometrelerce pedal çevirdiği Maglia Rosa (pembe mayo), bu sene 99. yaş gününü kutluyor. Peki 6-29 Mayıs tarihleri
Etap 1: Apeldoorn Yarış, 9.8 km mesafeli bir kişisel zamana karşı etabıyla başlıyor. Başkent Amsterdam’ın yaklaşık 96 km doğusunda bulunan Apeldoorn’un en önemli yapıları “Het Loo” sarayı ve birçok spor organizasyonunun gerçekleştirildiği Omnisport Velodromu.
Etap 4: Catanzaro-Praia A Mare Çizme’nin en güneyinde, Calabria bölgesi illerinden Catanzaro’da başlıyor İtalya macerasının ilk ayağı. 200 kilometrelik etap bizi Tiren Denizi kıyılarında bir yolculuğa çıkarıyor. Varış noktası Tiren Denizi kıyı kasabalarından Praia A Mare.
Etap 2: Arnhem-Nijmegen / Etap 3 Nijmegen-Arnhem Hollanda’daki diğer iki etap bir gidiş-dönüş yolculuğu. II. Dünya Savaşı’ndaki “Market Garden Harekatı”nın merkezi olarak bilinen Arnhem ile Hollanda’nın en eski üç şehrinden biri olarak kabul edilen Nijmegen arasındaki iki etap sonunda, yarış anavatanına taşınıyor.
Etap 5: Praia A Mare-Benevento Kuzeye yolculuğumuz “Cadılar Şehri” Benevento’ya doğru, bu 233 kilometrelik etapla devam ediyor. Benevento, ana şehri Napoli olan Campania bölgesi şehirlerinden biri. Şehrin içinde geçecek son 6.5 kilometrede Trajan Zafer Takı’nı ve Santa Sofia Kilisesi’ni görmemiz muhtemel.
arasında gerçekleşecek Giro d’Italia 2016’da bizleri neler bekliyor? Gladyatörler, İtalyan yarımadasının hangi arenalarında hayatta kalma mücadelesi verecek? Maglia Rosa’yı kimler onurlandırabilir? Öncelikle etaplar hakkında biraz fikir sahibi olmak yararlı olabilir. Giro, bu sene ile birlikte tarihinde 12. kez İtalya dışında start alacak. Üç hafta sürecek 21 etaplık turun ilk üç etabı Hollanda topraklarında gerçekleşecek. Daha sonra Güney İtalya’dan Kuzey İtalya’ya ilerleyen bir tur izleyeceğiz. 19. etap sonu ile birlikte Fransa’ya geçiş yapıp, 20. etap sonu ile İtalya’ya geri dönüldükten sonra yarış 21. etap ile birlikte Torino’da sonlanacak. Geçilen bölgelerin kısa tanıtımlarını da içeren tur rehberi şu şekilde:
Etap 6: Ponte-Roccaraso İtalyanca “köprü” anlamına gelen ve bu adı Alento nehrinin üzerindeki St. Anastasia Köprüsü’nden alan Ponte, 157 kilometrelik etabın başlangıç noktası. Etap iki büyük tırmanışa yer verecek. Sonu da tırmanışlı. Roccaraso ise 29 yıl sonra finiş çizgisine ev sahipliği yapacak. Etap 7: Sulmano-Foligno “Confetti” badem şekerlerinin memleketi Sulmano’dan, atlı mızrak dövüşleri “Giostra della Quintana”nın merkezi Foligno’ya… Sonunda sprint finişi görmemiz muhtemel olan bu 211 kilometrelik etabın sonunda, Çizme’nin ortasına varmış olacağız.
SAYI #3 / 21
Etap 8: Foligno-Arezzo Etrüskler tarafından 9. yüzyılda kurulan Arezzo, Giro d’Italia 2016’nın Toskana bölgesine girişi olarak tanımlanabilir. Etabın ikinci yarısındaki 6.4 kilometrelik “Alpe di Poti” tırmanışı, en zorlayıcı bölüm olarak göze çarpıyor. Bu bölümde, genel klasman iddialılarının birbirlerine karşı zaman kazanmak için atak denemelerine girmeleri muhtemel. Etap 9: Radda in Chianti-Greve in Chianti “Chianti Classico” şarabının anavatanında, Giro 2016’nın ikinci bireysel zamana karşı etabı. “Fiasco” adı verilen, altı geniş hasır kaplamalı şişelerde saklanan şarabın orijinal üretim bölgesinde gerçekleşecek etap, Toskana tarihine saygı duruşu niteliğinde. Etap 10: Campi Bisenzio-Sestola İlk 25 km’den sonra tek bir düzlük bölüm bile içermeyen ilk ciddi dağlık etap, Floransa’nın yaklaşık 10 km kuzeybatısında bulunan Campi Bisenzio’da start alıyor. Burası aynı zamanda içten yanmalı motorun icat edildiği yer olma özelliğini taşıyor. Sestola, Toskana’dan çıkıp Emilia-Romagna bölgesine geçiş yaptığımız yer. Etap 11: Modena-Asolo Modena Katedrali, Ghirlandina Saat Kulesi ve Piazza Grande. UNESCO Dünya Mirası listesinde bulunan bu mimari yapılar, başlangıç şehri Modena’nın mihenk taşları. Ancak biz Modena’yı Ferrari’nin ve Maserati’nin kurulduğu yer olarak biliyoruz. 227 kilometrelik etap Asolo’da sonlanıyor. Asolo’da sonlanan son etap 2010 senesindeydi, kazanan ise bu senenin de iddialı isimlerinden Vincenzo Nibali olmuştu. Etap 12: Noale-Bibione 168 kilometrelik 12. etap ile
22 / MAYIS2016
Adriyatik Denizi kıyılarında bir yolculuğa çıkıyoruz. Başlangıç noktası Noale, 7 farklı bölgesinden 7 takımın kendi arasında çeşitli yarışmalar yaptığı ortaçağ festivali “Palio” ile ünlenmiş bir kent. Etap 13: Palmanova-Cividale del Friuli Kuşbakışı dokuz köşeli yıldız görünümündeki Palmanova, 16. yüzyılda kurulan bir şehir. O tarihten bu yana, dairesel biçimde genişleyerek büyüyen şehir, özgün
ve çarpıcı bir mimariye sahip. 170 kilometrelik etap, kategorize edilmiş 4 zirve barındırıyor. Bu nedenle zorlayıcı bir dağlık etap olarak görülebilir. Finiş çizgisi, Slovenya sınırında bulunan Cividale del Friuli kentinde. Etap 14: Alpago-Corvara 210 kilometrelik dağlık etap, aralarında Sella Geçidi’nin de bulunduğu 6 dağ geçidini içeriyor. Giro d’Italia 1998’de şampiyon Marco Pantani’nin, yine Sella Geçidi’ni
etaplar yaklaşırken “fırtına öncesi sessizlik” olarak da değerlendirilebilir. Etap 18: Muggio-Pinerolo 244 kilometrelik etabın ilk 170 kilometresi düzlük, daha sonra dalgalanmaya başlıyor. Bitime 30 kilometre kala eğimin %17’ye çıktığı 5 kilometrelik Pramartino tırmanışı, etap sonunu belirleyici iki bölümden biri. Diğeri ise eğimin %20’ye kadar çıktığı, 500 metrelik, kısa ancak etap sonu olması itibariyle ana gruptaki birçok isme ağır darbe vurabilecek San Maurizio tırmanışı. Etap 19: Pinerolo-Risoul İtalya’da başlayıp Fransa topraklarında sonlanacak bu etap, 2744 metre yüksekliğindeki zirvesi ile Giro d’Italia 2016’nın en yüksek zirvesi Colle dell’Angello’yu içinde barındırıyor. Dolayısıyla, her sene olduğu gibi en yüksek zirveyi önde geçen isme verilen Cima Coppi ödülü bu etapta verilecek. Genel klasman sıralamasında ciddi biçimde belirleyici olacak son iki etaptan biri.
içeren bir etap zaferi yaşaması; 14. etabı bu seneki “Pantani etabı” yapıyor. Etap 15: Castelrotto(Kastelruth)-Alpe di Siusi(Seiseralm) Giro 2016’nın üçüncü ve son bireysel zamana karşı etabı, diğer ikisinden farklı olarak yokuş yukarı bir zamana karşı etabı. Genel klasman için belirleyiciliği en fazla olan etaplar arasında görülmeli. Etap 16: Brixen(Bressanone)-Andalo
15. etap ile başladığımız Avusturya sınırında ilerleyiş bu etapla da devam ediyor. Brixen, nüfusun yaklaşık %75’lik çoğunluğunun ana dil olarak Almanca konuştuğu bir şehir. Andalo ise, Eddy Merckx’in 1973’te etap aldığı şehir olarak Giro tarihinde yerini alıyor. Etap 17: Molveno-Cassano D’adda Turun sonlarına yaklaşırken, rota kuzeybatıya doğru yönleniyor. Genel itibariyle düz olan bu etap, oldukça ağır ve zorlayıcı 19. ve 20.
Etap 20: Guillestre-Sant’anna di Vinatio Bir önceki etabın Risoul’de sonlanmasının ardından, Fransa’da başlayan etap yarışı tekrar İtalya’ya taşıyor. Kuzeybatı Alpleri’nde yer alan bu 134 kilometre içinde tek bir düzlük bölüm yok. Üçü birinci kategori, biri üçüncü kategori olmak üzere 4 tırmanış, 3 de iniş izleyeceğiz. Pembe mayonun kaderi en son bu etapta belirlenecek. Etap 21: Cuneo-Torino Giro sonlanıyor. 163 kilometrelik etabın son 60 kilometresi Torino’da atılacak 8 tur ile geçilecek. Finiş, Giro tarihinde 41. kez Torino’da gerçekleşiyor.
SAYI #3 / 23
Son olarak, pembe için verilen savaşta kimlerin ön planda olduğuna biraz göz atalım. Maglia Rosa için en iddialı iki isim Sky’dan Mikel Landa ve Astana’dan Vincenzo Nibali olarak göze çarpıyor. Kamuoyu, diğer tüm genel klasman adaylarını görmezden gelerek sadece bu iki isim üzerinde durmakta. Takımın büyük turlarda iddialı iki isminden Aru’yu geçen sene Giro d’Italia takım lideri, Nibali’yi ise Tour de France takım lideri olarak görevlendiren Astana bu sene tam tersi bir planlama içinde. Büyük turların üçünde de şampiyonluğa ulaşmış, dev kariyeriyle Vincenzo Nibali şüphesiz kendi evinde Giro 2016’nın “olağan şüphelilerinden”. Tirenno-Adriatico’yu kazanmış olması hanesine bir artı daha eklenmesine, iddiasının daha da artmasına sebep oluyor. Ancak rakibi Mikel Landa, birçoklarının gözünde şampiyonluğa Nibali’ye nazaran bir parça daha yakın. Nedeni ise geçen seneki Giro performansı. Giro d’Italia 2015’te Astana takımının parçası olan Landa, takım lideri Fabio Aru’nun bir numaralı domestiği, yani en kritik yardımcısı görevindeydi. Ancak son etaplara doğru Landa’nın performansının Aru’dan daha yüksek olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Şampiyon Alberto Contador’un ve takım lideri Fabio Aru’nun ardından, geçen sene üçüncü sırada podyumu yakalayan Mikel Landa’nın en büyük artısı motivasyonu. Landa, pembe mayoyu çok istiyor. Team Sky’ın da Landa’yı, üzerine takım kurup Giro’da şampiyonluğa taşımak için transfer ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Apeninler hazır; Alpler, Tiren ve Adriyatik de öyle. Maglia Rosa, onurlandırılmak istiyor. Nesiller boyu anlatılacak hikayelere, mucizevi destanlara konu olmaya ihtiyacı var. Pembe, sahibini bekliyor.
24 / MAYIS2016
SAYI #3 / 25
KuRTARiCi burak pamuk
26 / MAYIS2016
SAYI #3 / 27
Uzun zaman önce uzak bir ülkede... Bu hikâye çoğunuza tanıdık gelebilir. Bir kahramanın zorluklar içerisinde başlayan ve dünyayı kurtarmasıyla devam eden, her güzel şey gibi erken biten bir öykü. İngilizlerin bulduğu milyonların tutkusu haline gelen güzel oyununun vazgeçilmez unsuru olan ve hemen hemen kendisi kadar büyüklükteki topla harikalar yaratmaya başladığında henüz bebek denilebilecek bir yaştaydı küçük Johan. Hikâyenin henüz başında onu yalnız bırakan babasının yokluğunu Ajax kulübündeki hocalarla gideriyordu. Temizlik işlerinden sorumlu annesi sayesinde sahadan yemekhaneye, yedek kulübesinden soyunma odasına, her türlü deliğe giriyordu sarı fare. Bu sayede kulübün İngiliz hocalarını baba gibi benimsemiş ve anadilinden daha iyi İngilizce konuşur olmuştu. Bu sırada futbol galaksisi imparatorluk “catenaccio” tarafından ele geçirilmişti. “Bana kazanmam için para ödüyorlar, iyi futbol oynatmam için değil” diyen Darth Sidious; Palpatine namı değer Helenio Herrrera, catenaccio sistemiyle kazandığı başarılarla futbol dünyasında darbe yapmıştı. Güzel oyun çoğuna göre artık o kadar güzel değil; sıkıcı, kazanma odaklı, oyunun değil sonucun ön planda olduğu bir hal almıştı. O yıllarda catenaccio oyunun önemli kalelerinden Barcelona’yı bile ele geçirmişti. Devrim artık kaçınılmazdı, futbolu ele geçiren karanlık güçlere karşı devrim o zamanlar hiç beklenmedik topraklardan Yoda Rinus Michels önderliğinde yükseliyordu. A New Hope Henüz yirmili yaşlarına bile girmemiş Luke “Johan Cruyff ” Skywalker muhteşem ve saf bir ye-
28 / MAYIS2016
tenekti. Gücün iyi tarafına ustası Rinus Michels sayesinde katıldı. Bu kendisi küçük, gücü ve yeteneği büyük çocuk Michels’in sahadaki beyni olmuş, o yaşta olmasına rağmen takım arkadaşlarını yönlendirmeye başlamıştı. Sahada inanılmaz hızlı girdiği kalabalıklar arasından zorlanmadan sıyrılan sarı fare, Mozart’ın piyanonun tuşlarına bastıkça duyulan ve birbirini kovalayan melodilerin ardı ardına eklenmesiyle oluşturduğu benzersiz senfonisinin, sahada her hareketinin birbirinin peşine takılmasıyla yükselen ve golüyle noktalanan vücut bulmuş haliydi. Bu yetenek eşine az rastlanan bir zekâyla birleşince o dönemde tek ayakla oynayan futbolcuların arasında ayak dışlarını da kullanmasıyla dört ayaklı tabiriyle anılmasına sebep oldu. Aynı zamanda kendisine has özel yetenekleriyle Cruyff dönüşü ve ani duruşuyla süper kahraman olduğuna dair en ufak bir şüpheye yer bırakmamıştı. Ardı ardına gelen lig şampiyonluklarının ardından 3 yıl üst üste gelen Avrupa şampiyonluğu sonucunda Total Futbol devrimi gerçekleşmiş, iyi taraf kazanan güç olarak futbolu etkisi altına almıştı. Bu sırada Johan’ın 3 kez altın top alması kimsede şaşkınlığa sebep olmadı.
Jedi’ın görevi henüz bitmemişti. Bir zamanlar karanlık güç tarafından ele geçirilmiş ama bir türlü hazmedememiş güzel futbolun önemli kenti Barcelona, futbol dışı olayların da etkisiyle iç savaş ve diktatörün gölgesinde acı çekiyordu. Ta ki El Salvador kenti kazandırdığı şampiyonluklarla bu kaderden kurtarana kadar. Bir rivayete göre Real Madrid’ e 5 attıkları maç sırasında Franco acı içerisinde son nefesini vermiştir. Efsane futbolculuk kariyerinin son zamanlarında çeşitli takımları dolaşmış ve bakir topraklar Amerika’da güzel oyunu sevdirmek için atılan tohumlara top koşturarak katkıda bulunmuştu. Kariyerinin son bulmasının ardından devrimin temellerini ilk önce doğduğu yer Ajax’ta sonra da süper güç olmasının kıvılcımını ateşlediği Barça’da güçlendirdi. Barça’ya sadece ligde ve Avrupa’da başarılar kazandırmadı. Sistemini tepeden tırnağa Total futbola hizmet edecek şekilde yeniden tasarladı. Dünyanın en ünlü Jedi Ocağı olan La Masia’da o dönemde doğdu. Empire Strikes Back Total futbolun oturduğu sağlam
temeller 2000’li yılların başında, Yunanistan’ ın kazandığı EURO 2004 sonrası, eğitimini Total Futbolun içerisinde Barça’da alan ve yeteneğinden kuşku olmayan Darth Vader, mealen Jose Mourinho tarafından sarsılmaya başlamış, hatta kontrol kaybedilmişti. Force Awakens Jedi okullarının ilk mezunu Pep “Rey” Guardiola gücü geliştirerek uyandırdı ve ait olduğu yere futbolun zirvesine oturttu. Onunla birlikte Han “Klopp” Solo, Obi Wan Wenger ve takım olarak İspanya ve Almanya’da total futbolun güzelliklerini bizlere sergiliyordu. Geçen ay aramızdan ayrılmasının ardından onu anlamaya çalışmak ve anlatmak güzel ve yalnız ülkemizin şuanda bulunduğu berbat futbol şartları gözetildiğinde çok büyük bir önem taşıyor. Ona saygı duruşunda bulunmak bu fırsatı elde etmek de benim için büyük bir şans. Cruyff ’un hayatının anlatılmadığı bir yazı düşünülemez. Zaten birçok kişi onun elde ettiği başarıları ve oyunculuk dönemindeki inanılmaz yeteneklerini belki de benden daha iyi biliyor. Ben onu izleyecek kadar şanslı olamadım ama onun oyuncu olarak yetenekleri belirli bir zaman dilimine hapsedilemeyecek kadar eşsiz. Onun futbol tarihindeki en efsane isim olmasının nedeni de onun bir dönemde sınırlı kalmaması ve dehasının kuşaklar boyu aktarılacak olmasıdır. Futbol tarihi boyunca Garrincha, Pele, Maradona, Best, Baggio, Ronaldo ve Messi gibi birçok efsane futbolcu oyunun kitabının değerli sayfalarında yer almıştır ve Cruyff bunlardan biri olmasının yanı sıra teknik adam olarak da Herrera, Michels, Capello, Ferguson, Mourinho ve Guardiola gibi bazı efsane teknik adamların olduğu listede. Teknik direktör olarak futbola kat-
tıkları ve devrimleri dışında düşünceleriyle de bir efsaneydi ve güzel oyunun daha güzel olmasını sağlayan bir filozoftu. Onun tarihteki bütün bu futbol adamlarında daha iyi olmasının sebebi işte tam olarak bu noktada gün yüzüne çıkıyor. O, bu güzel oyunu sadece çok iyi oynamadı; o aynı zamanda oyunla oynayıp onu değiştirdi. Bu oyunun yetenekten çok akılla oynandığını gösterdi. İngilizlerin icat ettiği futbolu kendi kafasının içerisindeki ütopikliğe yaklaşması için mücadele verdi. Bir filozof olarak oyunu eskisinden çok farklı bir konuma soktu. Herkesten farklı olan düşünce yapısıyla sıradanlıktan uzaklaşan, göze hoş gelen ve insanları eğlendirme amacı güden futbol isteği, futbola kattıkları ve insanları etkilemesi, oyuncu ve teknik adam olarak yaptıklarının çok ötesindeydi. İşte onu en iyisi yapan bu fikirleriydi. Onun fikirlerini ilerleyen yıllarda çok daha iyi kavrayabileceğimizi düşünüyorum, çünkü o zamanının ötesinde düşünebilen ve dünyayı daha iyi bir yer haline getiren bir dâhiydi. “Futbol basit bir oyundur, zor olan onu basit oynamaktır“ sözüyle belki de başka bir Hollandalı sanatçı Mondrian’ın basit ama anlaşılması zor olan minimalist eserlerine atıfta bulunan Cruyff futbol sanatkârı olarak diğer efsanevi dahi sanatçı-
ların arasında da kendisine rahatlıkla yer bulabilir. Son sözü yine ona bırakırsak eğer “Bir bakıma, belki de ölümsüzüm.” Johan Cruyff
may the ball be with you SAYI #3 / 29
SONA DOĞRU AYRTON SENNA
CANAN VARAN
30 / MAYIS2016
SAYI #3 / 31
“TEKERLEKLİ SANDALYEDE YAŞLANMAKTANSA 300 KİLOMETRELİK HIZLA DUVARA ÇARPARAK ÖLMEYİ TERCİH EDERİM”
1
988’i 89’a bağlayan yılbaşı gecesi sunucu Xuxa Meneghel Brezilya televizyonunda çocuklar için düzenlenen bir eğlence programında heyecanla arkadaşını sahneye çağırır. O’na ilk olarak yeni yıl dileğini sorar. Sonrasında her sene için tek tek öperek ‘’Mutlu yıllar. 1990’da güzel geçsin. 1991’de güzel geçsin. 1992’de güzel geçsin. 1993’de güzel geçsin.’’ der ve program devam eder. Peki ya sonraki yıllar için öpücükler? Xuxa dahil hiç kimse bu tesadüfün elbette farkında değildir. Kim bilebilirdi ki bir kadının öpücüklerinde bir efsanenin ölüm yılının saklı olabileceğini? 21 Mart 1960’da Sao Paulo’da dünyaya gelen Ayrton Senna o yıllarda Brezilya halkının kötü durumuna karşın maddi olarak şanslı bir ço cuktu. Babasının desteğiyle 4 yaşından itibaren kartingle ilgi-
32 / MAYIS2016
lenmeye başlamıştı. Karting’den F1’e olan yolculuğunda en önemli ayrıntının para olduğunu söylemek yanlış olur. F1’de adınızdan övgüyle söz ettirebilmeniz için, iyi bir aracınızın olması ve en önemlisi kusursuza yakın bir yeteneğe sahip olmanız gerekir. Senna’yı diğerlerinden ayıran bir çok özelliği vardı. Doğru hamlelerle kariyerini belirledi. Doğru insanlarla ilerledi. Hızlıydı. Azimliydi. Ve hep kazanma arzusuyla piste çıktı. Limitlerini her zaman zorladı. Kaybetmek kelimesi onun sözlüğünde yer bulmazdı. Bununla ilgili ünlü bir sözü vardır: ‘’İkinci bitiren sadece birinci kaybedendir’’. Annesi Ayrton’la ilgili bir demecinde onun okulda dersleri çok iyi dinlediğini ve bu sayede de okuldan sonraki zamanını teknik bilgileri öğrenmek için kullandığını söylemişti. Aracını en az bir teknisyen kadar iyi tanıdı, olanla yetinmeyip aracın performan-
sından hep daha fazlasını ortaya koydu ve Tanrı’ya olan inancı da her zaman yanındaydı. Herkesten çok farklı, çok öte bir Tanrı inancı vardı Senna’nın ve bunu dile getirmekten hiç kaçınmazdı. ‘’Tanrı’yı gördüm.’’ McLaren’deki ilk senesinde, 1988 Monaco Grand Prix’sinde tünel girişinde kaza yaparak avucunun içindeki yarış galibiyetini kaçırmıştı. O anla ilgili ‘O gün aracı bilinçli olarak sürmediğimin farkına vardım. Farklı bir boyuttaydım. Pist bir tünel gibiydi ve ben de içinde ilerliyordum ve tamamen bilinçsiz olarak sürdüğümün farkına vardım. Mükem-
melliğe çok yaklaşmıştım ve rehavete kapıldım. Bir şekilde Tanrı’ya yaklaştım ve bu da benim için çok önemliydi.’ demişti. Mükemmellik Senna’nın ikinci adı gibiydi. Ve aracını sürerken o kadar duygusal bir hal alıyordu ki, insanlar onun erdiğini düşünüyordu. Herkes pistte kazanmak için elinden geleni yapmaya çalışırken o ise mükemmellik için kendisiyle yarışıyordu. Aynı sene şampiyonluğun belirleyicisi olan Japonya Grand Prix’inde tüm gözler yine onun ve “profesör” lakabıyla tanınan takım arkadaşı, aynı zamanda da en yakın rakibi Alain Prost’un üzerindeydi. Senna yarışa pole pozisyonundan başlayacağı için şampiyonluğun en büyük favorisi olmuştu; üzerindeki baskı inanılmazdı. Tüm Brezilya halkı yerel saate göre gece yarısı uyanık halde heyecanla Senna’nın şampiyonluğunu bekliyordu. Fakat startta Senna’nın aracı beklenmedik bir şekilde kalkışta sorun yaşamış ve bu durum onun 16.lığa kadar düşmesine sebep olmuştu.
İşte o andan sonra, şampiyonluğu gerçekten de hak ettiğini gördüğümüz yarışlardan sadece birisine tanıklık etmiştik. Yarış içindeki tırmanışı ve yağmurdaki muhteşem performansını herkese göstermişti Senna. Damalı bayrak sonrasında hissettiklerini şu şekilde açıklayacaktı ‘’Son turda inanılmaz mutluydum, Tanrı’ya şükrettim. İnanılmazdı… Onca talihsizliğe ve baskıya rağmen şampiyonluğu kazanacaktım. Tanrı’nın varlığını o zaman hissettim. Tanrı’yı gördüm. Kelimelerle anlatamam’’. Tanrı’yı görmek… Kim hayatının herhangi bir anında böyle bir şey söyler ki? Belki de bu açıklamasından sonra Senna hakkında kuşkulananlar bile olmuştur. O bile söylerken bunun farkındaydı muhtemelen. Ama bir düşünün, onun gibi kendisini işine adamış tutkulu bir adamdan böyle bir şey duymak bir bakıma normal bile sayılabilir. Sarı kaskını taktığı zaman yarışlardaki savaşçı kişiliğinin yanı sıra ilahi bir boyuta geçiyordu. Aslında Senna gücünü
ve başarısını kendi inandığı Tanrı’sına olan bağlılığından alıyordu. Yaşadığı o yoğun hissi açıklayan en net cümle bu olmuştu belkide... ‘‘Formula 1 para ve politika.’’ Senna’nın saf yeteneği ve pilotajı elbette her zaman yeterli olmuyordu. Sportif rekabet dışında işin içine başka faktörlerin de girdiğini çoğu zaman görüyoruz. Günümüz dünyasında da paranın ve politik oyunların işin içine girmediği bir spor dalı var mı? Maalesef yok. F1’deki ilk senesine, 1984’e dönecek olursak yağmurlu Monaco GP’sinde henüz kariyerinin 8. yarışında Toleman’ıyla beraber Niki Lauda, Alain Prost ve Nigel Mansell gibi önemli pilotlarla mücadele etmiş ve yarış esnasında 13.lükten Prost’un hemen arkasına, 2.liğe kadar yükselmişti. Adeta yağmurda samba yapıyor herkese ıslak pistte nasıl yarışılacağının dersini veriyordu. Fakat herşey Senna’nın lehineyken ensesinde O’nun nefesini hisseden
SAYI #3 / 33
Prost yarışın bitirilmesini talep etmişti ve yarış durdurulmuştu. Senna Prost’u geçebileceğini bildiği halde yarışı 2. olarak bitirmek durumunda kalmıştı. Yarıştan sonraki demecinde ‘‘Formula 1 para ve politika. Henüz önemli bir pilot değilseniz böyle şeylerle karşılaşırsınız.’’ diyen o adama hak vermeyen var mıdır ki? 1989 yılı, McLaren’de takım arkadaşları arasında rekabetin iyice kızıştığı dönemler, Prost yarışı bitiremese dahi Senna yarışı kazanmadığı sürece şampiyonluğunu ilan edecekti. Sondan bir önceki yarış olan Japonya GP’sinde iki pilotunda kazanma hırsı ile birlikte işin içine giren
34 / MAYIS2016
agresiflikle birlikte kaza kaçınılmaz olmuştu. 46. turda Senna nihayet Prost’u yakalamış ve meşhur 130r şikanından sonra içeriden atağını yapmıştı. Fakat Proseför, Senna’nın işini kolaylaştırma niyetinde değildi ve kapıyı açmayınca iki araç da temas sonucu pist dışına çıkmıştı. Prost araçtan hızlıca çıkmasına rağmen Senna pist görevlilerinin aracını itmesi sonucu şikandan değil servis yolundan geçerek piste geri dönmüş ve sonrasında yarışın galibi olmuştu. Bu olaylardan sonra Prost’la yakın ve samimi ilişkisiyle tanınan dönemin FIA Başkanı Fransız Jean Marie Balestre Senna’yı şikanı keserek piste geri döndüğü için yarıştan ihraç etti. McLaren takım patronu Ron Dennis Senna ile aynı şekilde düşünüyor ve haksızlık yapıldığına inanıyordu. Sonuçta olay mahkemeye gitti ve Senna’nın lisansını 6 ay süreyle dondurma kararı alındı.
Bütün olayların cezası Senna’ya kesilmişti tabii ki. Sporun politik gücünün daha kötü bir amaçla kullanıldığı başka bir örnek F1 tarihinde neredeyse yok. Bu olay sayesinde kural değişikliğine gidilerek Senna’nın hareketi kurallara uygun hale getirildi. 1990 sezonunda artık Prost’la takım arkadaşı değillerdi. Profesör Ferrari’ye geçmişti ve Senna’nın takım arkadaşı Gerhard Berger oldu. Kaderin şu cilvesine bakın ki üst üste 3. kez şampiyonluk mücadelesi Suzuka’da sonuçlanacaktı. Bu sefer Prost yarış dışı kalırsa Senna şampiyon olacaktı, ki bu da yine gerginlik seviyesini oldukça yükseltiyordu. Pole pozisyonunu Senna almıştı ve bir şekilde ilk cep, pistin kirli tarafına taşınmıştı. Bu, açıkca göründüğü üzere haksızlıktı. Büyük olasılıkla bu kararın da arkasında Balestre vardı. Kirli taraftan kalkmanın yol tutuşunu düşürdüğü aşikardır. Senna bu duruma itiraz etse de ilk cepte dezavantajlı bir şekilde kirli tarfta kaldığından, ikinci cepten start alan Prost’a liderliği kaptırmıştı. Henüz ilk viraj dönülürken Senna’nın yaptığı atak sırasında Prost ile yaşadıkları temas sonucu, iki araç da yarış dışı kalmıştı. İşte bu Senna’nın şampiyonluğunu ilan ettiği andı. Fakat şampiyonun içine sinmeyen bir şeyler vardı. Bu diğer şampiyonluklarına nazaran istediği tarzda bir zafer değildi, O’nun tarzına pist üzerinde mücadele ederek kazanmak kesinlikle daha çok uyuyordu, fakat bu sonucu pole pozisyonun yanlış tarafta olmasına bağlamıştı. Halk Kahramanı Brezilya’da rejimden memnun olmayan halk sefalet içindeydi ve Sao Paulo sokakları çaklanıyordu. İşte o dönemde halkın tam da ihti-
yacı olduğu zamanda onlar için bir kahraman ortaya çıkmıştı. Ayrton Senna ismi F1’de önemli olduğu kadar kendi ülkesi Brezilya’da da bir o kadar hatta belki de daha önemliydi. Onun yarışlarını pür dikkat takip eden, zaferleriyle kendileri kazanmışcasına sevinen halkına karşı Senna’da kayıtsız değildi kuşkusuz. Ülkesine elinden geldiğince destek oluyordu. Yaptığı bağışların özellkile Brezilyalı çocuklar için olmasına dikkat ederdi. Ülkesinin bayrağını dalgalandırmaktan da asla kaçınmaz aksine gururda duyardı.
bayrağını kaldırdı sonra ikinci denemesinde de birincilik kupasını kaldırmıştı. Seromoni sonrasında ‘’Tanrı’nın sayesinde bu yarışı bitirebildim. Kesinlikle Tanrı’nın sayesinde oldu. İnanılmaz mutluyum. Tüm Brezilya’ya ve tüm fanlarıma teşekkür ederim. Bu haftasonu destekleri çok fazlaydı. Aksi takdirde kazanamazdık.’’ diyecekti.
1991 senesinde kendi evinde ilk defa kazanmak isteyen Senna’nın heyecanını tahmin bile edemeyiz herhalde. Tribünlerin ‘’Oley oley oley Senna Senna’’ diye yıkıldığı, sezonun henüz ikinci yarışı Interlagos’ta Senna yine pole pozisyonundaydı ve yarışa oldukça iyi başlamıştı, hatta pist şartları yağmur başladığı için en sevdiği hali alıyordu, ta ki yarışın bitimine bir kaç tur kala, vites kutusu sorunu yaşayana kadar. O an herkes acaba başaramayacak mı diye düşünmüş olmalı. Fakat altıncı viteste takılı kalmış halde turlarını tamamlamaya devam ediyordu Senna. O zamanların teknolojisi göz önüne alındığında fiziksel olarak aslında bu durumun ne kadar büyük bir problem olduğunu söylememiz gerekir. Arabaya hakim olması neredeyse imkansızdı, buna rağmen inanılmaz bir güçle yarışı tamamladı ve ilk kez evinde damalı bayrağı birinci sırada geçti. Telsizde sevincini yaşadıktan kısa bir süre sonra pist görevlilerinden bayrağını aldı ve aracını durdurdu. Yorgun düşmüştü Senna ve baygınlık geçiriyordu, gösterdiği fazla efordan dolayı omuz ve boyun kaslarına ağrılar girmişti. Bunda bir de yarış kazanma hırsı ve stresi de mutlaka etkili olmuştu şüphesiz. O vaziyette podyuma çıkan kahraman tüm ağrılarına rağmen ilk önce Brezilya
Adım Adım Sona Doğru Teknolojinin etkisinin nispeten az olduğu; saf yarışın ve pilotajın önemi 1992 senesinde yavaş yavaş etkisini kaybetmeye başlamış ve bu Senna’nın da -her ne kadar elinden gelenin en iyisini yapsa da- rekabet konusunda elini kolunu bağlamıştı. Özellikle Prost’lu Williams takımı anti-patinaj sistemi sayesinde pist üzerinde çokça avantaj sağlıyordu. Şampiyonluk ünvanını koruması güç duruma düşen Senna’nın konuyla ilgili memnuniyetsizliğini bir demecinde şu şekilde dile getirmiştir: ‘‘Böylesi bir elektronik mücadeleye girdiğinizde yapacak bir şeyiniz kalmıyor. Bu durumda her şeyi elektronik cihazlar yapıyor. Araca kimi koyduğunuzun bir önemi yok. Bütün iş elektronikte bitiyor pilotta değil. Bence gerçek bir şampiyonu belirlemek için istediğimiz şey bu değil.’’ Gerçekten de insanların izlemek istediği şey pilotun sadece araç hızını ayarlaması, pedallara ve gaza basması değildir. Aynı zamanda pilotun yeteneklerini ve pist üzerindeki rekabetlerini de görmek isterler. Günümüzde de en çok şikayet edilen şey bu değil mi zaten? En hızlı araçların her zaman en ön sıralarda yer aldığı, rekabetin neredeyse yerlerde olduğu ve sıkıcı diyebileceğimiz yarışlar ortaya çıkıyor bu sebeple.
Aynı sezonda yine Suzuka’da beli olan şampiyonluk, Senna’ya 31 yaşında üçüncü ve son F1 şampiyonluğunu getirmişti.
SAYI #3 / 35
Fakat o dönemde Senna’nın yapabileceği en mantıklı hareket daha yapacak çok şeyi olduğuna inanan birisi olarak daha iyi şartlardaki bir takıma geçmekti. Kariyerine ara vermeyi de asla düşünmüyordu. Nitekim 1994 yılında Williams Renault’ya geçti. Renault’da Senna’yı takımda görmek istiyordu. Prost ise Senna ile tekrar takım arkadaşı olmayı kesinlikle istemediği için -ki sözleşmesindeki koşullardan birisi de buydu- kontratının ödenmesi koşuluyla, 1993’te son kez şampiyon olarak, her ne kadar gönüllü bir şekilde olmasa da emekliye ayrılma kararı aldı. Her şey en başta makul ve güzel görünsede aslında bu transfer sonun başlangıcı olmuştu. O sene Williams’ın avantajı olan anti-patinaj sistemine genel olarak bir yasak gelmişti. Hal böyle olunca aracın dengesi ve kullanımı oldukça zorlaşmış, hata yapma oranı artmıştı. Bu durum bir bakıma Senna’nın aldığı bu kararın o kadar da mantıklı olmadığını anlamasını sağlamıştı. Ayrıca yarışlarda üstünlük sağlayan Benetton takımından Schumacher’in hala yasaklanan bu sistemi kullandığını ve bunun fair play’e aykırı olduğunu düşünüyordu Senna. Takımından şikayette bulunmasını dahi istemiş ama takım kabul etmemişti. Ve sıra Imola GP’sine geldiğinde, işler pek de iyi gitmiyordu. Senna hem aracının durumundan, hem takıma alışma sorunlarından, hem de Benetton’nun şike yaptığına inanmasından dolayı motivasyonunu oldukça kaybetmiş durumdaydı. Bir de güvenlikle ilgili problemler pek iç açıcı görünmüyordu. Aslında o haftasonu sinyaller açıkca kendini belli etmişti. İlk olarak; Cuma günü vatandaşı
36 / MAYIS2016
Rubens Barichello, antrenman turlarında kötü bir kaza geçiriyordu. Neyse ki kritik bir durum olmadan atlatıyordu kazayı. Cumartesi günü ise daha kötüsünün olacağını kimse tahmin etmiyordu. Sıralama turlarında kaza yapan Simtek takımının pilotu Roland Ratzenberger‘den ölüm haberi geldi. Bu haber herkesi derinden etkilemişti. Daha öncesinde de bir kaç pilotun ciddi kazalara yarıştığı senelere tanıklık eden Senna’nın keyfi -pole pozisyonunda olmasına rağmentamamiyle kaçmıştı. Pazar günü tüm yüzler asık ve üzgündü, belki de oradaki mekanikerler ve pilotlar işlerini ilk defa isteksiz olarak yapıyordu. Kasvetli ortama rağmen herkes hazırdı, araçlar gride dizildi ve 5 ışık sırayla söndü. Henüz start finish düzlüğünde, kalkış yapamayan J.J. Letho‘ya arkasından start alan Pedro Lamy çarptı. Bu haftasonu daha ne kadar kötü ola-
bilir derken yarışın 7. turuna gelindiğinde Ayrton Senna 306 Km/ sa hızla Tamburello virajına yaklaşıyor, tüm çabasına rağmen direksiyonu çeviremeyince kaçınılmaz olarak beton duvara çarpıyordu. Daha da kötüsü olabileceğine tüm dünya canlı olarak tanıklık etmişti. Kaza anına televizyondan canlı tanıklık edenler için tarif edilemez bir acı olduğu aşikar. O yıllardan sonra bu spora gönül veren, yada uzaktan ilgilenen kişilerin dahi, o anı videodan izlediklerinde aynı hissiyata kapılmamaları mümkün değil. Helikopter sahnesi gözünüzde canlanacaktır, müdahalelerden sonra helikopterin havalandığı o an insanın yüreğinden de bir parçayı Senna’yla beraber alıp götürüyor adeta. F1’in tıbbi müdahale ekibinin başı olan Dr.Sid Watkins, -aynı zamanda Senna’nın da yakın arkadaşıy-
Yarıştan önce Senna kokpitte yanına Avusturya bayrağı almıştı. Eğer o yarışı kazansaydı ya da podyuma çıkabilseydi sıralamada
ölen Roland için bayrağı açacaktı... Böylesi bir efsanenin kaybının üzerinden tam 22 sene geçti. Kimse bu şekilde trajik bir ölüm beklemiyordu, bütün bunların yaşanmasını ummuyordu. Ancak O Ayrton Senna’ydı… Dürüst, alçak gönüllü ve hayatını F1’e, pistlere, kazanmaya adamış bir şampiyon. Ve bir keresinde şöyle demişti: ‘‘Tekerlekli sandalyede yaşlanmak yerine saatte 300km ile duvara çarparak ölmeyi tercih ederim’’. Öyle de oldu. Ait olduğu yerde son nefesini verdi. Düşünmesi korkutucu da olsa onu yakından tanıyan çoğu kişiye göre Senna kariyerinin bu şekilde biteceğini bilse bile yine aynı şeyi yapardı…
01.05.1994 Imola - Tamburello 14: 17
dı- o günle ilgili olarak Pazar günü yarış öncesinde Senna’yla aralarında geçen bir konuşmadan şöyle bahsetmişti: ‘’Ayrton çok üzgündü ve ağlıyordu. Ona şunu söyledim ‘ Üç şampiyonluğun var, dünyanın en hızlı adamısın. Emekli olsana. Ben de emekli olurum ve gider beraber balık tutarız.’ O da ‘ Olmaz Sid, emekli olamam.’ dedi..’’ Bu konuşmanın ardından belkide saatler geçmişken Senna’ya kaza sonrası ilk müdahaleyi yapan kişi olmuştu ve o anla da ilgili olarak şunları söylemişti: ‘‘ Sonra son nefesini verdi ve kendini bıraktı. Dindar biri değilimdir ama işte o an ruhunun vücudundan ayrıldığını anladım’’.
SAYI #3 / 37
SİYAH ROCKY CİHAT GEMİCİ
38 / MAYIS2016
SAYI #3 / 39
İlk Adım Deontay Wilder, 19 yaşındayken kızının hastalığına çare bulabilmek adına koleji bırakma kararı alır ve iki işte birden çalışmaya başlar. Aynı dönemde sokak kavgalarındaki başarısını ringe taşıyabileceğini ve bokstan para kazanabileceğini düşünerek amatör boksa başlar. Sabahları 4:30-5:00 sularında kalkarak, yerel bir restoran zinciri için günlüğü 70 dolara şoförlük yapar. Bu işe girdiğinde erken saatlerde bin kasa birayı kamyonuna koyarken sabah antrenmanını da yapmış olur. İkinci iş olarak ise haftalık 400 dolara bir restoranın mutfağında çalışır.
İ
nsan hayatı değişime açık, etkilenmeye müsait, dönüşüme meyillidir. Beklenmeyen bir anda sürpriz bir hadise yaşamınızı değiştirebilir. Bir kitap, bir kadın, bir şarkı hayatınıza girer, sizi alır başka bir dünyaya götürür. Sabah yatağınızdan kalkıp aynaya baktığınızda hiç tanımadığınız bir çift göz size bakıyor olabilir. Eğer isminiz Gregor Samsa ise kocaman bir hamamböceği olarak yatağınızda uyanıp, süpürge ile süpürülerek hayatınıza son verilebilir. Değişimin şer yanını, Almanca konuşan Çek bir yazar, yazdıklarının bir kısmının yayınlanacağını bilmeden kaleme almış. Metamorfozun kötü şanı, yazarın metafor konusunda tarihin en iyi hikayesini yazarak öyküde çığır açmasından doğmuş. Bu yazar, hikâyelerinde okuru derinden etkileyen çarpıcı girişler yapmış. Bir sabah uyandığında sebebini bilmediği bir suçtan dolayı dava edildiğini
40 / MAYIS2016
öğrenmiş. Başka bir sabah uyandığında ise kocaman bir hamamböceğine dönüşmüş olduğunu fark etmiş. Değişime ön yargımız varsa suçlusu sensinmişsin Kafka. Değişimin iyi yanını, kızı için basketbolu bırakıp, hakkında pek de bir şey bilmediği boks sporuna başlayan genç bir baba, yumruklarıyla yazmış. Dışarıda belaya bulaşmaktan çekinmeyen, sokak kavgalarına girmekten geri durmayan genç adam, hayatın sorumluluk kısmıyla 20 yaşına kadar tanışmamış. Bir sabah Naieya ismini verdiği kızının Spina Bifida ismi verilen omurilik hastalığı ile dünyaya geldiğini öğrenmiş. Doktorlar ona, kızının belki de hiç yürüyemeyeceğini anlatmışlar. Alabama’lı genç adam bildiği, sevdiği şeyleri bırakıp tedavi masraflarına odaklanmış. Kızının ihtiyacı olan para için çalışmış, uğraşmış, sonunda da başarmış. Değişime inancımız varsa sebebi sensin Wilder.
Basketbolla karşılaştırıldığında Boksa yabancı olsa da önceleri birkaç boks maçı izlemişliği de vardır. Televizyonda izlediği boks kahramanlarından Mike Tyson’ın kötü çocuk imajı ve Evander Holyfield’ın gücüne hayran olmuştur. Yine de boks hakkında bilgisi izlediği maçlardan ibarettir. Gerçekten Boksa hayranlığı spor salonuna girince başlar. Orasının atmosferi Wilder’ı etkisine alır ve bir daha da bırakmaz. “Spor salonuna girdiğimde doğru zamanda doğru yerde olduğumu fark ettim. Kum torbalarını, hız için kullanılan ağırlık torbalarını, ip atlayan sporcuları gördükten sonra şükürler olsun burası benim yerim diye düşündüm. Salon, ünlü bir atlet olmam ve kızımın tedavisini karşılayabilmem için son şanstı. Olimpiyatları tamamen aklımdan çıkarmıştım. Antrenörüme, bana temel boks tekniklerini öğretmesini ve bir an önce profesyonel olmam gerektiğini söyledim.” Wilder, sadece 20 amatör maç sonunda olimpiyat vizesini almayı başarır. 2008 Pekin Olimpiyatları’nda kazandığı bronz madalya ile Pekin’de Amerikan Boks Ta-
Şampİyonlar salonlardan çıkmaz, şampİyonlar İçlerİnde tutku, hayal ve amaç olan insanlardan çıkar. -Muhammad Alikımı’nda madalya alan tek isim olur. Bronze Bomber oyunların bitiminden sonra hayalini kurduğu profesyonelliğe adımını atar.
bilmesi çok önemli diye düşünür. Kızına bir gün şöyle söz verir: “Bir gün baban önemli biri olacak bebeğim sadece bekle ve gör”
Wilder amacı doğrultusunda emin adımlarla ilerlemektedir. Hayali Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonu olmaktır. En büyük tutkusu ise bu yolda en büyük destekçisi olan kızıdır. Kızına günde en az dört defa seni seviyorum der. Antrenmanlar yüzünden ayrı kalsalar da ailesinin onu sevdiğini
Profesyonel olarak çıktığı ilk 32 maçın tamamını nakavt ile kazanır. Kızına verdiği sözü yerine getirmek için karşısında artık sadece bir engel kalmıştır. WBC Dünya Ağır Sıklet Şampiyonu Bermane Stiverne. Wilder, bu büyük maça çıkmaya hak kazansa da boks stilinin dağınık olması nedeniy-
le, hala bir sokak dövüşçüsü gibi boks yaptığı eleştirilerine maruz kalmaktan kurtulamaz. “Boks yapamıyor” diye basın tarafından yapılan eleştiriler Wilder’ın da kulağına gelir. Bu eleştiriler altında Stiverne ile 12 roundluk süren zorlu bir unvan maçı yaparlar. 12. Roundun sonunda gong sesi duyulur maç biter. Hakemler puanlarını verirler. Sonra Wilder köşesinde iplere tırmanarak basına şöyle bağırır: “Kim Boks yapamıyor? Kim Boks yapamıyor?” Yaklaşık on
SAYI #3 / 41
yıl aradan sonra Deontay Wilder Dünya Ağır Sıklet Boks Şampiyonluğu unvanını Amerika’ya getirmeyi başarmıştır. Daha da önemlisi ise Alabama’lı genç adam, kızına verdiği sözü tutmuştur. Ve sonunda Kolej Basketbolcusu, kamyon şoförü Wilder bir Dünya Şampiyonuna dönüşmüştür. Deontay Wilder unvanı kazandıktan sonra 3 kez unvan koruma maçına çıkar bunların ikisini normal birisini teknik olmak üzere nakavt ile kazanır. Yine de eleştiriler bitmek bilmez. Şampiyonun yeterince güçlü bir rakiple dövüşmediği ve daha da ileri gidilerek bir balon olduğu iddia edilir. Eric Molina, Duhaupas ve Szpilka maçları boks otoritelerini tatmin etmez. İnsanlar daha büyük bir dövüş istemektedirler. Aranılan rakip Rusya’da bulunur. Eğer Wilder gerçek bir şampiyon olduğunu kanıtlamak istiyorsa kariyerinde sadece 1 yenilgisi olan WBC federasyonu-
42 / MAYIS2016
nun 1 numaralı ismi Alexander Povetkin’i mağlup etmelidir. Tekrar Gösterim: Rocky 4 Deontay Wilder, Povetkin maçının gerçekleştirilmesi için elinden geleni yapar. Maçın yeri konusunda ortaya çıkan belirsizliğe karşı “Eğer istiyorsan lanet olası bir ormanda da karşılaşabiliriz” demecini verir. Sonuç olarak unvan maçının Rusya’da Povetkin’in evinde olması kararlaştırılır. Bu maç Wilder adına insanların şüphelerine bir cevap, şampiyonu eleştirenler adına ise haklı çıkmak için bir fırsat olarak görülmektedir. Wilder maçın Rusya’da yapılması kararlaştırıldıktan sonra kendisini Siyah Rocky olarak ilan eder. Twitter’da yer alan görsellerinde unutulmaz Rocky serisine gönderme yaparak, ABD bayraklı şortuyla Ivan Drago olarak resmettiği Povetkin’e karşı meydan okur. Klitschko’yu yenerek Ağır Sıklette bir anda en popüler isim haline ge-
len Tyson Fury her konuda olduğu gibi Wilder-Povetkin karşılaşmasına dair de yorumlarda bulunmaktan kendini alamaz. Povetkin’i bir cüce ve hafif sıklet olarak değerlendiren Fury, maçın galibinin Wilder olacağını savunmaktadır. Klitschko’yu yendikten sonra bu maçın galibiyle maç yapacağını ve bu ismin Wilder olacağını belirtir. Fury, Charles Martin-Anthony Joshua maçının galibiyle de dövüşeceğini açıklamış ve bu ismin Martin olacağını iddia etmişti. Fakat Joshua 2. Roundda Maritni nakavt etti. Fury’nin görüşlerine vereceğiniz değer size kalmış durumda. Soğuk Savaş: Wilder vs Povetkin Wilder dağınık görüntüsünün yanında inanılmaz bir yumruk gücüne sahip, istediği mesafeyi yakaladığında tek bir yumruk ile rakibini nakavt edebilecek bir boksör. Bunu en son Szpilka maçında yine gösterdi. Soluyla sürekli olarak rakibi arasında bir mesafe ölçümü ya-
Bir amaç uğruna dövüşen bir adamın yenilme ihtimali, sadece kendisi için dövüşen bir adama göre daha azdır. -Deontay Wilder-
SAYI #3 / 43
WILDER vs POVETKIN 21 MAYIS 2016 pıyor. Bu birkaç round sürebilir ama mesafenin mükemmel olduğunu düşündüğü an rakibini yere sermek için sağ kroşesini devreye sokup işi bitiiryor. Povetkin karşısında da kendisini küçük gören, bir balon olduğunu iddia edenlere karşı bu sağ kroşesini göstermek isteyecektir. Unvanı ele geçirdikten sonra yeni hedefi olan “Tartışılmayan” bir şampiyona dönüşme isteği, Wilder’ın mental açıdan en büyük kozlarından birisi olacak. Povetkin’in fiziki olarak dezavantajlı olduğu bir gerçek fakat Rus boksör teknik açıdan mükemmele yakın bir profil çiziyor. Wilder’ın aksine tek yumruk boksörü değil kafa ve vücuda kombine yumruklar atabiliyor. Kısa boylu ağır sıkletlerin en başarılı temsilcisi ve kendisini Wilder önünde favori gören kesim azımsanmayacak kadar fazla. Rusya’daki tarihi maça dair dergimizle görüşlerini paylaşan Ntvspor spikeri Bilgehan Demir 21 Mayıs’taki maç için Wilder’ı bir adım önde gördüğünü belirtti. Wilder’ın dünya şampiyonu olduğu maç hariç tüm karşılaşmaları nakavt ile kazandığına dikkat çeken Demir, Wilder’ın başarısının tesadüf olmadığı düşüncesinde. Povetkin’in ise eski WBA ağır sıklet dünya şampiyonu ayrıca amatör kariyerinde olimpiyat ve dünya şampiyonluğu olduğunu hatırlatarak Wilder’ın işinin zor olduğunu söyledi. “ Bu kısa ve uzunun maçı olarak da kayda geçecek bir mücadele… Wilder yumruk alan bir boksör ancak pek etkilendiği söylenemez. Şunu hatırlatmak isterim ki yum-
44 / MAYIS2016
ruk aldığı isimler Povetkin tarafından ağır şekilde nakavt edilebilecek tipte boksörlerdi. Alabama’lı bundan önceki oyun planlarını bir kenara koymalı çünkü Povetkin diğerlerine benzemez. Moskova’da adeta psikolojik bir savaş yaşanacak. Deplasmanların kralı. Yakın mesafede etkili olacak isim Povetkin olacaktır bu sebeple Wilder’in kazanması ancak puanla olur diye düşünüyorum. Nakavtla kazanabilecek boksör ise Povetkin olur. Povetkin’i bugüne kadar tek yenilgisini aldığı Klitshcko dâhil kimse nakavt edemedi. Wilder bunu başarırsa diğer ağır sıkletler Wilder’i gördü mü sokak değiştirir...” Maça dair sohbet etme fırsatı bulduğum bir başka değerli boks üstadı, A Spor yorumcusu Koray Şarkaya da maçın tarihi bir öneme sahip olduğunun altını çizdi. Sadece, maçın Moskova’da olması için Rusların ve Amerikalıların giriştiği milyon dolarlık yayın anlaşmasının da bu maça dair önemli bir anekdot olduğunu belirtti. Wilder’ın hayat öyküsünden bağımsız, maçın kendi içinde boks dünyası için inanılmaz bir etkisi olacağından bahsetti. İki senaryoyu da ele alan Şarkaya öncelikle Wilder’ın Moskova’da maça çıkmasının getireceği sonuçlara değinerek; “Bir Amerikalının unvanını Moskova’da bırakma ihtimali bile bu maçın önemini anlamak için yeterli. Ama tersi durumda eğer Wilder kazanırsa Amerika’ya dönüşünde kendisi bir film yıldızından farksız olacak.” Şarkaya, maça Wilder gözünden baktığında Alabama’lı boksörün fiziki özelliklerine farklı bir bakış
açısı getirdi. “Karşımızda ne Joshua gibi bir kas yığını ne de Fury gibi tipik geniş vücutlu bir ağır sıklet var. Wilder bir basketbolcu fiziğine sahip ve boks yapıyor. O bir boksörden daha fazlası o bir atlet.” Ringde, Wilder’ın puanla da olsa kazanma ihtimalini daha yüksek gören Şarkaya, Povetkin’in kazanmak için mutlaka rakibini yere düşürmesi (knockdown yapması) gerektiğini belirtti. Wilder’ın dezavantajı olan bir başka faktör de Rus ekolünün çok güçlü ve Povetkin’in bu ekolün en önemli temsilcilerinden birisi olması. Wilder, kariyerinin en önemli maçı öncesinde “Kızıma şampiyon olacağıma dair söz verdim, Sahip olduğum şampiyonluk kemeri ona ait ve onda kalması için kiminle nerede olursa olsun dövüşmeye hazırım. Eğer bu kemeri bırakacağımı düşünüyorsanız hepiniz çıldırmışsınız ve bu kemeri kendim için kazanmadığımı bilmiyorsunuz.” şeklinde duygusal bir demeç verdi. Yeni bir Rocky filmi öncesinde Wilder için ortada kazanılması gereken bir itibar, Povetkin için ise saygıdan öte artık sahip olunması gereken bir unvan var. Deontay Wilder için iyi yanlı dönüşüm tamamlandı. Bir sonraki adım bunun gerçek olduğunu dünyaya göstermek. Wilder şüphecilere karşı şampiyonluğunun “tartışmasız” olduğunu kanıtlayabilecek mi? Yoksa her şey bir rüyadan, bir metafordan mı ibaret? Wilder’ın gerçekliği Povetkin tarafından bir süpürge ile süpürülüp gidecek mi?
OKUMAYI SEVEN DEFANSA GELSİN! SAYI #3 / 45
ÖRÜM ADA VED
46 / MAYIS2016
MCEK AMIN DASI SAYI #3 / 47
H
aziran sıcağı tüm boğuculuğuyla çökmüştü Atina’nın üstüne. Serinlik, Pire Dostluk ve Barış Spor Salonu’ndan yayılacaktı tüm Yunanistan’a. Uzatmalara giden final maçında son topu kullanamayan Sovyetler Birliği maçı 103-101 kaybederek kupayı elleriyle teslim ediyordu. Turnuvanın yıldızı Nikoloas Galis 40 sayı atmış ve Yunanistan’a tarihindeki ilk Avrupa Şampiyonluğunu getirmişti. 1987 Avrupa Basketbol Şampiyonası’nın finalini Kesriye gölüne bakan evinde izleyen 7 yaşındaki çocuk o an yaşadığı heyecanın, geleceğini
şekillendireceğinden habersizdi. Bundan tam 18 yıl sonra Belgrad’ta kazanılacak ikinci Avrupa şampiyonluğunun baş aktörlerinden biri olacak ve turnuvanın en iyi ilk beşinde kendine yer bulacaktı. Orada yaşamak her şeyden güzel dediği Kesriye’de 6 Mayıs 1980 günü dünyaya geldi Dimitris Diamantidis. Şehrin sakinliği, mütevazılığı ileride büyük bir yıldız olacak bu küçük çocukta vücut bulmuştu. Her Yunan çocuk gibi futbol ve basketbola ilgi duyarak büyümüş ancak fiziğinin gittikçe gelişmesi ve Yunanistan basketbolunun çıkışını sürdürmesi, sokak aralarında büyük keyifle oynadığı futboldan uzaklaşmasına sebep olmuştu. Yetenekli olduğu kadar çalışkandı. Çalışmak onun için en önemli değerdi ve yeteneklerini günbegün geliştirmek için çaba sarf ediyordu. Tabii ki ona inanan ve süre veren koçları gelişiminde büyük pay sahibiydiler ancak buna
48 / MAYIS2016
rağmen 14-16 yaşları arasında Yunan milli takımında hiç yer almadı. Çok değil kısa bir süre sonra ise bu takımın vazgeçilmezi olacaktı. 1994 -1999 yılları arasında Kesriye’de başlayan bu müthiş serüven ilk profesyonel imza için 1999 yılının yaz aylarını bekleyecekti. Artık büyük bir şehirde, Selanik’teydi. Iraklis için basketbol oynayacaktı. Bir röportajında Iraklis’e imza attığı gün kariyerinin bundan daha ileri gideceğini düşünmediğini söylemişti. Mütevazılığı bununla sınırlı kalmamış Panathinaikos’da oynadığı dönemde NBA’e gitmeme sebebini şöyle açıklamıştı; ‘ Kendimi çok iyi tanıyorum ve eksik yönlerimi biliyorum. NBA’de oynayabilecek yeteneklere sahip değilim. Benim stilim Amerika’da oynanan basketboldan tamamen farklı ve o yapıya uygun değil. Ayrıca söylenenlerin aksine hiç NBA’den teklif almadım. Panathinaikos Avrupa’nın en büyük takımlarından biri ve hedefi yarıştığı tüm kulvarlarda kupaları kazanmak. Her zaman taraftarlarını mutlu etmeyi başarabiliyor. Ben kendimi burada harika hissediyorum. Amerika veya Avrupa’da başka bir takımda oynamak için geçerli bir sebep göremiyorum.’
Diamantidis’in bu açıklamasına şaşırmak onu hiç tanımamak demek aslında. Onun hayali hiçbir zaman NBA’a gitmek, çok para kazanmak olmadı. Kesriye’den 19 yaşında ayrılması bile onun için büyük bir meydan okumaydı. Her zaman ailesiyle, sağlıklı, mutlu, dingin bir hayatın hayalini kurdu. En sevdiği müzik grubu olan
U2‘nun ‘ Bir ( One ) ’ şarkısının son bölümünde söylediği gibi;
‘Bir hayat , birbirimizle, kız kardeşler erkek kardeşlerimizle’ Bir hayat , Ama aynı değiliz, Birbirimize destek olmalıyız, Destek olmalıyız. Bir, Bir...‘ Ya da en sevdiği film olan ‘ Baba ( The Godfather )’da Don Vito Carloene ‘nin ‘ Ailesiyle vakit geçirmeyen bir adam gerçek bir ‘ adam ’ değildir. ’ repliğini defalarca izlemiş gibi. Hiçbir zaman ayrılmayı düşünmediği Avrupa basketboluna isminin her harfi nakış nakış işlenecek olan Diamantidis’in peri masalı Selanik’te başlıyordu. Giydiği numaranın hikayesi bile kulaktan kulağa anlatılarak efsaneleşen - Adını Apostolos Nikolaidis stadına girdikleri kapıdan ( Gate13 ) alan, Avrupa’nın en ateşli taraftar grubu olarak kabul edilen 13.kapı sebebiyle 13 giydiği söylenen hikaye – Diamantidis, yıldızlarda olan kibre sahip olmadığını kanıtlarcasına 13 numaralı formayı giymesinin sebebini; Iraklis’de kimse tarafından tercih edilmemiş olması ve aynı şekilde Panathinaikos’a imza attığında da o numaranın boş olması olarak açıklamıştır. Taraftarlarla arasında olan güçlü bağın ise önemini hep vurgulamıştır. Iraklis’de 1999-2004 yılları arasında oynamış, 124 maça çıkmıştır. 2001/2002 sezonunda toplam 88 top çalarak kariyerindeki bir sezonda en yüksek top çalma sayısına ulaşmıştır. Diamantidis’in
lakabı örümcektir. Bunun sebebi yaptığı baskılı savunma ve uzun kolları sebebiyle çaldığı toplardır. Kariyeri boyunca kazanacağı birçok kupanın ve ödülün yanında birçok kez yılın en iyi savunmacısı seçilmiştir. 2003/2004 sezonu ise Diamantidis için müthiş geçmiş, 35 maçta 14.8 sayı ortalaması ve 6,29 ribaunt ortalaması tutturmuştur. Asist sayısı ise her geçen yıl yükselmiştir. Yeşil efsane, oyunun tutulan her istatistiğinde kendini fazlasıyla gösterecek, sahada her şeyi yapan ender oyunculardan biri olacaktı. Iraklis’de geçirdiği son sezon şehir değiştirme vaktinin geldiğinin işaretiydi. Artık Želimir Željko Obradović ‘le tanışma zamanıydı. Panathinaikos için oynayacaktı... Zamanın Panathinaikos koçu Zelijko Obradovic, 2004 yılında takımın bir lidere ihtiyaç duyduğunun farkındaydı. Ligde şampiyonluklar devam etse de, takım Euroleague’de 2002 yılında gelen şampiyonluğun ardından iki sene üst üste Final-Four’u kaçırmış, son seneyi top 16’da sonuncu olarak tamamlamıştı. Yeşiller’i Avrupa’nın zirvesine çıkarttıktan sonra takımdan ayrılan ve Barcelona’yı zafere taşıyan Dejan Bodiroga’nın saha
içi liderliği doldurulamıyordu. Dimitris Diamantidis, işte bu ortamda OAKA’ya bir daha hiç ayrılmamak üzere ayak basacaktı 2004 yazında. Örümcek adam, geldiği andan itibaren takımda liderliğini kabul ettirmiş ve Lakovic, Alvertis gibi yıldızları bile etkisi altına almıştı. Kariyeri boyunca Ramunas Siskauskas, Sarunas Jasikevicius, Vassilis Spanoulis, Jaka Lakovic, Fragiskos Alvertis, İbrahim Kutluay ve Nikola Pekovic gibi yıldızlarla aynı takımda olmasına rağmen dümeni elinden asla bırakmadı. Takımın ne zaman ihtiyacı olsa, o hep oradaydı. Bu yüzden, kendisini ‘’liderlerin lideri’’ olarak adlandırmak pek yanlış olmayacaktır. Diamantidis, ilk sezonunda kadro olarak zayıf gözüyle bakılan Panathinaikos’un, çeyrek finalde Efes Pilsen’i geçerek Final-Four’a çıkmasında başrol oynadı. 200405 sezonunda beş tanesi üst üste olmak üzere toplam altı defa kazanarak kırılması zor bir rekora imza atacağı Euroleague’in En İyi Defans Oyuncusu ödüllerinin ilkini de alan Diamantidis, takımın yarı finalde Jasikevicius’lu Maccabi’ye elenmesine engel olamadı. Bir sonraki sene de çeyrek
finalde kupaya veda eden Panathinaikos ve Diamantidis için 2007, son derece özel bir sene olacaktı. Atina’da, OAKA’da taraftarının önünde, finalde CSKA Moskova’yı yenerek şampiyonluğa ulaşan Panathinaikos, beş yıl aradan sonra tekrar Avrupa’nın en büyüğü oluyordu. 27. doğumgününü Euroleague şampiyonu ve Final-Four MVP’si olarak kutlayan Diamantidis ise, OAKA’nın parkelerinde efsane statüsü kazanıyordu... 2008’de son şampiyonluğun mimarlarından Siskauskas’ı Cska’ya kaptıran ve Top 16’da elenmekten kurtulamayan Pana, 2009’da finalde yine CSKA Moskova’yı son saniyelerde mağlup ederek tekrar Avrupa şampiyonu oluyordu. Başrolde ise yine her zamanki gibi Zelijko Obradovic ve onun saha içi komutanı Dimitris Diamantidis vardı. Bu dönemlerde Vassilis Spanoulis de şampiyonluklarda pay sahibi olmuş ve özellikle 2009’da Final-Four MVP’si seçilerek kalitesini kanıtlamıştı. Ancak, başarısız geçen 2010 sezonunun ardından Obradovic ile Spanoulis arasındaki anlaşmazlık ayyuka çıkmıştı. İkili, basın önünde birbirini sert bir dille eleştirmekten geri kalmamış SAYI #3 / 49
ve sonunda Spanoulis, ezeli rakip Olympiakos’un yolunu tutmuştu. 2011 senesi, Avrupa Basketbolu’nda paranın her şeyi kazandırmadığını anlatmak açısından son derece önemlidir. Ezeli rakibinin en iyi oyuncularından birini alan, üstüne Avrupa’nın en iyi gard rotasyonlarından birine(Spanoulis, Papaloukas ve Teodosic) sahip olan Olympiakos, Euroleague’e çeyrek finalde veda ederken, Panathinaikos ise Diamantidis önderliğinde şampiyonluğa ulaşıyordu. Yine Final-Four MVP’si seçilen Örümcek Adam, artık hem OAKA’da hem de Avrupa Basketbolu’nda efsane statüsünü perçinlemişti. Artık OAKA’nın bir numaralı adamı olan Diamantidis, yerel liglere de damgasını vurmuştur. 2005-11 arası Yeşiller ile üst üste altı defa şampiyon olan Diamantidis, 2006-08 arası üç defa üst üste olmak üzere toplam dört defa da Yunanistan Ligi MVP’si seçilmişti. 2012’de Olympiakos’a kaybedilen lig şampiyonluğu sonrası Obradovic’in takımdan ayrılmasıyla 13 numara için yepyeni bir dönem başlıyordu. Bu yıllarda 50 / MAYIS2016
ekonomik olarak da iyice küçülmeye giden Panathinaikos, ligde istediği başarıları halen elde etse de, 2012’den beri Eurolegue’de Final-Four göremiyor. Bu dönemde Pedoulakis ve Frangiskos Alvertis ve Sasha Djordjevic’in koçluğunda forma terleten Diamantidis, saha içindeki koç gibi davrandı. Aslında bu iki isim kadar sahada ve saha dışında söz sahibiydi. Bu nedenle iyi bir koçluk alıştırması da yapmış oldu Örümcek Adam.
sadece Yunanistan’ın değil, klasik tabirle bütün basketbolseverlerin yıldızıydı. Soyadına uygun olarak pırıl pırıl parlayan bir pırlanta o( Diamanti, Yunanca elmas demek). Oynadığı oyun, oynadığı takımları sürüklemesi –bazen tek başına taşıması- , tavırları ve sayamayacağımız nice özellikleriyle “gören” göze parmak sokmadan bu hale gelenlerden. Takımındaki başarılarıyla Diamantidis, Yunanistan Milli Basketbol Takımına da yükseldi.
Diamantidis, saha dışında içine kapanık ve utangaç bir imaj verse de saha içinde son derece farklı. Gerektiğinde taşın altına elini sokmasını çok iyi bilen efsane, bu özelliğinin son örneğini bu sezon çeyrek finaldeki Caja Laboral maçında gösterdi. Son derece dengesiz ve imkansız bir şekilde attığı üçlükle maçı uzatmaya götüren 35 yaşındaki oyuncu, Pana maçı kaybetse de Euroleague’e son imzasını atmış oldu.
“Perşembenin geleceği çarşambadan bellidir” atasözüne uygun olarak içinde bulunduğu Milli takım, 2001’de Tunus’ta gerçekleşen Akdeniz Oyunlarında gümüş madalya kazandı. 2003 Avrupa Şampiyonası’nda gelen 5.likten sonra, adını tarihe kazımak için 2 sene daha beklemesi gerekti. 2005’te Sırbistan&Karadağ ev sahipliğindeki Avrupa Şampiyonası kendisi, ülkesi ve bizim için inanılmaz geçti. C grubunda Slovenya, Fransa ve Bosna-Hersek ile mücadele eden Yunanistan, sadece Slovenya’ya yenilip grubu 2. tamamlayıp 2. tura kaldı. Bu turda İsrail’i, çeyrek finalde Rusya’yı evine gönderdikten sonra, gruptaki rakiplerinden Fransa ile karşılaşacağı yarı finale
Panathinaikos’ta böylesine yüksek bir mertebeye erişen efsanenin milli takım kariyerinin olmaması da düşünülemez herhalde. Şarkıda ne güzel söylenmiş: “Yıldızlar da kayar durmaz yerinde…”. O,
yükseldi. Bu inanılmaz maça, yazının başkarakteri olan kişi, 66-64 geride bulunan takımını mücadelenin bitimine 5 saniye kala attığı üçlükle finale taşıyarak damga vurdu. Finalde kendisi açısından işler daha kolay gitti, nerdeyse Milli takımı tek başına taşıyarak Nowitzki ve Türk asıllı Mithat Demirel’i üzüp 78-62 ile maçı kazandı. Madalyanın yanısıra turnuvada asist lideri olarak ve turnuva beşine seçilerek beğeni topladı.
Bu kadar büyük şampiyonaların yanında küçük kalan ve Yunanistan’ın ev sahipliği yaptığı Acropolis Turnuvası’nda Dimitris’li Yunanistan 7 kez şampiyon oldu ve Dia’da 2 kez MVP oldu. Milli takımla son katıldığı turnuva ise 2010’da ülkemizde düzenlenen Dünya Şampiyonası oldu. Efsane, Yunanistan milli takımının 4 Eylülde son 16’da İspanya’ya 80-72 yenildikten sonra ani ve beklenmedik bir kararla milli takımdan emekliliğini istedi.
2006’da Dünya Basketbol Şampiyonasından önce şampiyonaya hazırlık niteliğinde olan Çin’de düzenlenen Stankovic Turnuvasında kupayı kazandı. Sonra Japonya’daki Dünya Şampiyonası geldi çattı. Yunanistan, C grubundaTürkiye, Litvanya, Avustralya, Brezilya ve Katar’lı grubu beşte beş yaparak 1. tamamladı. Son 16’da Yao Ming’li Çin’i saf dışı bıraktı. Çeyrek finalde Fransa’yı yenerek yarı finale çıktı. Yarı finalde Dia’nın ana faktör olduğu maçta, izlerken gıpta ettiğimiz Lebron James, Dwayne Wade, Chris Bosh, Chris Paul, Dwight Howard, Carmelo Anthony’nin bulunduğu ABD takımını 101-95 yenerek tarihi bir zafer elde etti. Ama finalde basketbolun bir diğer büyüğü olan İspanya’ya üzücü bir skorla 70-47 yenildi. En büyük spor organizasyonu olan Olimpiyatlarda 2004 Atina’da takımın bir parçasıydı ama fazla varlık gösteremedi. 2008 Pekin’de ise daha iyi olmasına rağmen, içinde bulunduğu ekip çeyrek finalde Olimpiyatın 3.sü olacak Arjantin’e yenildi ve ardından devler sahnesini 5. tamamladı.
TUNA MENEVŞE: Dimitris Diamantidis, kameralara konuşmayı sevmiyor, özellikle de konu kendisi olduğunda. Verdiği ender röportajlarından birinde, nasıl hatırlanmak istenildiği sorulduğunda: ”Önemli olan benim ne istediğim değil. Asıl önemli olan gerçekte ne olduğu. Sahaya girdiğinde herşeyi veren oyuncu olarak hatırlanmak istiyorum. Bunun ötesinde, iyi insansa kazandırdı ve iyi oynamadıysa kaybederdi denebilir.” Buradan sonra söze gerek yok galiba, unutulmayacaksın “İyi Adam”… CENGİZ UYGUR: İlk kez bir basketbol maçı izlediğimde 9 yaşındaydım. Gazetelerden takip ettiğim Efes Pilsen, Panathinaikos ile oynuyordu ve seride durum 1-1’di. Kazanan Euroleague 2005 Final-Four’da boy gösterecekti ve maç OAKA’daydı. Çocuk aklımla Efes’in maçı kazanacağından emin bir şekilde izlemeye başladım. Hayal kırıklığına uğradım tabii. O gün şovu Jaka Lakovic yapsa da, benim aklımda Diamantidis kalmıştı. O günden sonra da sıkı bir
Diamantidis hayranı oldum. Şimdi, Örümcek Adam, arkasında bir dolu hatıra ile basketbolu bırakıyor. ‘’Euroleague Efsanesi’’ gerçekten iyi bir uğurlamayı hak ediyor. Obradovic OAKA’ya her geldiğinde ona minnetini son derece coşkulu bir biçimde sunan Gate 13’ün, büyük kaptan Diamantidis’i de kendine yakışır şekilde uğurlayacağına hiç kuşkum yok. GÖKHAN BİLGİN: Avrupa basketbolu benim için oldukça yeşil, çokça Diamantidis’dir.Yeşil efsane oynadığı basketbola, yaşamak istediği hayata hiçbir zaman paha biçmedi. Mutlu olduğu şehirde yaşamayı, mutlu olduğu takımda basketbol oynamayı tercih etti. Parkede devleşirken hayatın içinde küçüldü. Tüm özlemlerimizi karşılarcasına basketbolun mütevazı yanı, sadakatli yüzü oldu. Artık Atinanın yeşil tarafının gelmesini hiç istemediği bahardayız. Sayısız ödüller, kupalar kazanılmış bir kariyerin sonu, hepimizi derin bir üzüntüye sevk etse de biliyoruz ki o yine hayatın içinde istatistiği tutulmayacak asistlerine devam edecektir. Bende tıpkı o sahadayken yaptığım gibi ellerim parçalarcasına onu alkışlamaya devam edeceğimden eminim. Güzel günler peşini bırakmasın örümcek adam... SAYI #3 / 51
BROWN PENALTıSı ANIL GÜLER
52 / MAYIS2016
SAYI #3 / 53
İ
nsanın kendi içinde aramadığı ve dışarıdan beklediği motivasyonun iki yönden zararı vardır. Birincisi zaman kaybı, ikincisi hayal kırıklığı. Vahşice üzerimize gelen hayat şartları altında, yolumuza devam edebilmek için tutunacak bir dal arıyoruz. Saplanıp kaldığımız yerden bizi itekleyip çıkaracak bir güç… En basit yol olarak da, bunu daha önce başarmış olan insanların hayatlarına kayıyor gözlerimiz. Çıkış yolunu sporcuların, iş adamlarının, sanatçıların başarı-başarısızlık öykülerinde bulmaya çalışıyoruz. Sonuç? Büyük oranda hüsran. Christy Brown 1932 yılında dünyaya geldiğinde başta babası olmak üzere herkes şaşkındı. Ailenin dünyaya gelen 22 çocuğundan 9’u ölü doğmuştu. Hayatta kalabi-
54 / MAYIS2016
len şanslı 13 çocuktan biri olması önce sevinç yaratmış olsa da, Patrick ve Bridget Brown çocuklarını kucaklarına aldıklarında gözyaşlarını tutamadılar. Minik Christy serebral palsi hastasıydı; bütün vücudu felçliydi, sol ayağı hariç. Christy Brown’ın çocukluğu alkolik, sevgisini gösteremeyen, otoriter bir baba; şefkatli, fedakâr bir anne ile birlikte çocuk gürültüsünün ve karmaşanın eksik olmadığı bir evde geçti. Dublin’de oturdukları yoksul mahallesindeki herkes ona ucube gözüyle bakıyordu. Christy’nin sol ayağı hariç vücudunun hiçbir uzvu çalışmadığı için ancak sürünerek hareket edebiliyor; konuşamıyor, iletişim kuramıyor, duygularını mimikleriyle bile ifade edemiyordu. 3 erkek kardeşiyle birlikte kal-
dığı ufacık yatakta geceleri uyuyamıyor, sinir krizleri geçiriyordu. Anne Brown çocukları için her şeyi yapabilecek yürekli bir kadındı. Christy 7 yaşına geldiğinde ona okumayı öğretebilmek için yoğun bir çaba sarf etti. Diğer çocuklar sokakta arkadaşlarıyla koştururken, Christy annesinin omzunda bir odadan bir odaya taşınıyor, insanüstü bir eforla okumayı sökmeye çalışıyordu. Dışarıda oynayan çocukları yalnızca yattığı yerden izlemekle kalmadı. Zaman zaman sokağa çıkıp kendisini arkadaşlarının ellerine emanet etti. Onunla bazen dalga geçen, bazen koruyup kollayan kardeşleri ve arkadaşları, içindeki yaşama isteğini en az annesi kadar canlı tutmayı başardılar.
Ve bir gün bir mucize oldu. Christy güç bela sol ayağının iki parmağı arasına sıkıştırdığı tebeşirle yere belli belirsiz bir şekil çizdi. O günden sonra yere tebeşirle çizdiği şekiller anlamlı hale gelmeye başladı. Önce harfleri, sonra kelimeleri, sonra da kısa kısa cümleleri evlerinin zeminine işledi. Sadece yazmakla kalmadı; annesinin, babasının, arkadaşlarının, aşık olduğu kızın resimlerini yapmaya başladı. Gün geçtikçe sol ayağını daha iyi kullanmayı öğrendi. Doktorlar, konuşması için de etkili bir fizik tedavi uyguladılar. Yaptığı resimlerin büyüleyiciliği kısa sürede ağızdan ağıza, kulaktan kulağa yayıldı. Hatta Christy Brown’ın resimleri sergilerde yer buldu. Duvar işçiliğiyle ailesini geçindir-
meye çalışan baba Brown öldüğünde aile tamamıyla çaresiz kaldı. Anne Brown’ın yıllardan beri biriktirmeye çalıştığı az miktarda para hariç ellerinde avuçlarında bir şey yoktu. O az miktarda birikmişle Christy’ye tekerlekli sandalye alındı. Ardından eve mucizevi bir nesne daha girdi. Daktilo… Yıllarca tebeşirle, boya kalemleriyle mücadele eden Christy’nin sol ayak parmakları, klavyenin tuşlarıyla tanıştı. Bir gün küçük kardeşini yanına çağırdı ve “Kendi hayatımı anlatan bir kitap yazacağım, bana yardım eder misin?” diye sordu. My Left Foot, Sol Ayağım kitabıyla dünyaca tanınan bir yazara dönüştü. Ardından bir kitap daha, bir kitap daha yazdı. Kısa hayatına,
vücudunun koyduğu tüm engellere rağmen 6 roman, 3 de şiir kitabı sığdırdı. Dili sade, hayal gücü geniş, cümleleri etkileyiciydi. Christy Brown’ın ölümünün ardından 8 yıl sonra Sol Ayağım beyaz perdeye taşındı. Daniel Day Lewis’in kendisini Oscar’a götüren muhteşem oyunculuğuyla dünya, Christy Brown’ın yaşadığı zorluklara, kendi ruhuyla ve vücuduyla olan mücadelesine yakından tanıklık etti. Biyografik-Drama filmlerinde genellikle ya çok abartılmış ya da seyirciye tam geçmeyen duygusallık sorunu vardır. Bu dengeyi sağlamayı başarmış nadir filmlerden biri olan My Left Foot’ta hafızalara kazınan çokça sahne var. Şimdi yalnızca bir tanesinden bahsedeceğim.
SAYI #3 / 55
Christy, 17 yaşlarında. Sokakta arkadaşlarıyla taşlardan kurdukları kaleler arasında top oynuyorlar. Bir takımın kalesinde yerde boylu boyunca uzanmış; ağzından çıkan kelimeler tam seçilmeyen, inleyen, kıvranan bir genç adam. Evet, Christy Brown tüm cesaretiyle takımının kalesini koruyor, vücudunu gelen şutlara siper ediyor, kafasıyla
56 / MAYIS2016
sürünerek köşelerden top çıkarıyor. Maçın ilerleyen dakikalarında takımı bir penaltı kazanıyor. Arkadaşları aralarında konuşup karar veriyorlar; bu penaltıyı Christy atmalı. Kendi kalelerine gidip Christy’i kucaklayıp topun başına getiriyorlar. Sağ kolunun üzerinde yatmış halde, beyniyle sol ayağına vur sinyali göndermesi için bir
iç savaş yaşayan Brown sonunda kendisine gülerek alay eden kaleciyi kaleden kaçıracak sertlikte vuruyor topa. Gol atmayı başarıyor… Başarı hikayeleri ve motivasyon konuşmaları dinleyerek-izleyerek başarılı olmanın tek bir yolu var. Hikayesini öğrendiğiniz kahramanı içselleştirmek ve unutmak. Ör-
neğin karşılaştığınız her zorlukta aklınıza Christy Brown’ı getirip, “Adam, cehennem gibi hayatına rağmen neler başarmış, ya ben…” diyerek bir yere varamazsınız, başka yaşamlardan ilham almalıyız ancak kendimizi kıyaslamamalıyız. Steve Jobs’un, Michael Jordan’ın, Silvester Stallone’un öykülerini içselleştirmek, bilinçaltınızın derin-
liklerine gömdükten sonra problemlerinize kendi içinizde cevaplar bulmak zorundasınız. Beslendiğiniz tüm o motivasyon hikayeleri siz fark etmeden size yardım edecektir ancak tek bir şartla; onları öğrendikten sonra unutursanız. Artık Christy Brown’ı tanıyorsunuz. Hayatınızın bundan sonra-
ki kısmında sizi getirip penaltı noktasına koyduklarında ve vur bakalım dediklerinde ne yapacaksınız? Tüm cesaretinizle ve gemileri yakarak Panenka da vurabilirsiniz, yaşamaya dair içinizde kalan son güç kırıntısıyla Brown penaltısı da… Şimdi son kez sol ayağınıza dikkatlice bakın ve tüm bu okuduklarınızı unutun.
SAYI #3 / 57
ZAMANI
ANLAMLA
58 / MAYIS2016
DENİZ BALCI
ANDIRMAK
SAYI #3 / 59
“İyi ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez.“ H
edefe kilitlenmiş bir sporcu ise, bir saliseyi bile ziyan edemez çünkü o bir salise altın madalyaya giden yolda büyük bir fark yaratabilir. İnsanlık, var olduğu andan beri yaşamını programlamak için zamanı anlamaya çalıştı. Babilliler Ay hareketini, Mısırlılar Güneş ile Sirius yıldızını temel alarak yılları ve ayları anlamlandırdılar. Güneş saati ile de gün içindeki zamanı 12 parçaya böldüler. Gelişen teknolojiyle önce saatleri, sonra da saniyeleri ölçmeye başladık. Şu anda göz kırpmasının onda birini, kalp atışının yüzde birini ölçecek duruma geldik. Olimpiyat, Yüzme veya Atletizm Dünya Şampiyonası’nı izlerken Omega’yı kesinlikle görmüşsünüzdür. Çocukluğumda anlam veremediğim bu isim 100 yılı aşkın sü-
60 / MAYIS2016
redir spor müsabakalarının zaman tutucusu. Omega 1905’te İsviçre’de yerel müsabakalarda zaman tutarak başladı. Gordon Bennet balon yarışlarıyla da uluslararası müsabakalara açıldı. 1932 Los Angeles Olimpiyatları’nda, Omega müsabakaların zamanlarını tutmak için 30 tane kronometre kullandı. 2016 Rio Olimpiyatları’nda ise 400 tona yakın ekipman kullanılacak. Yüzme müsabakalarında yarış başlangıç sesiyle başlar, yüzücüler duvara dokunduklarında biter. 1967 yılı öncesinde hakemler zamanı ellerindeki kronometreler ile tutuyordu. 8 kulvarlı bir 50 metre serbest yarışı düşünelim. 1967 öncesi ortalama seviyedeki 50 metre serbest yarışı 24 saniye ile 25 saniye arasında sürer. 8 yüzücünün derecesi 1 saniye arasında sıralanır. Zamanı ölçen 8 hakem başlangıç
sesini duyduklarında kronometreyi başlatır. Yüzücünün duvara değdiğini gördüklerinde ise durdurur. Her insanın reaksiyon hızı birbirinden farklılık gösterebilir. Yetişkin insanlarda reaksiyon zamanı 0.1-0.2 saniye arasında değişir. Hakemin yarış sırasında başlangıçta ve bitişte 2 tane reaksiyon vermesi gerekir, bu durumda reaksiyon zamanı toplam 0.2-0.4 saniye çıkar. 8 yüzücünün de çok kısa zaman aralığında bitirdiği 50 metre serbest yarışında hakemin reaksiyon zamanı yarışın kaderine etki edebilir. 1967 yılında Omega’nın geliştirdiği teknoloji ile kronometre başlangıç sesiyle başlar, yüzücünün duvardaki dokunmatik yüzeye dokunması ile yüzücünün kendisi kronometreyi durdurur. Bu teknolojinin ne kadar önemli olduğunu 2008 Pekin Olimpiyatları’nda gör-
dük. 8 altın madalya hedefleyen Michael Phelps 7. yarışında 99 metre Milorad Cavic’in gerisindeydi. 2 yüzücü de gözle bakıldığında duvara aynı anda değdi. Omega’nın açıkladığı sonuçlara göre Phelps 50.58, Cavic 50.59 dereceyle yarışı bitirmişti. Phelps hedefine doğru devam ederken Cavic sonuçlara itiraz etti. Omega’nın çektiği fotoğraflarda bile insan gözüyle farkı anlayabilmek çok zordu. Omega’nın zaman tutucusu Silvio Chianese yaptığı açıklamayla ‘’Yüzme bitiş çizgisi olmayan, sporcuların zamanı kendileri durdurduğu tek spor dalı. Yüzücü dokunmatik yüzeye 3 kilo basınç yaptığında zamanı durdurur. Sonuç gayet net Phelps, Cavic’ten saniyenin on binde biri önce durdurdu.’’ tartışmaya son noktayı koydu. 1950’lerde yaşayan bir motorsporları hayranı olsaydınız şu anda yarışı izlerken altta ya da sol tarafta gördüğünüz her araç arasındaki zaman farkını, son turda araçların attığı turu, ya da yarış içinde en hızlı turu atan aracın derecesini ekranda göremeyecektiniz. Tamamıyla spikerin size vereceği bilgilere muhtaç kalacaktınız. Herhangi bir spikerin ise bu kadar bilgiyi eskimeden size vermesi imkansızdı. Her sporcunun zamanı ilk defa 1961 yılında direkt olarak televizyonda verilmeye başladı. Omega’nın deyimiyle televizyon yarışları asla eskisi gibi olmadı. Omega’nın sicili tertemiz de değil. Atletizmde kadınlar 100m rekoru 10.49 derece ile Florence Griffith Joyner’ın elinde. 1988 Olimpiyat elemelerindeki yarış hakkında geliştirilen onlarca komplo teorisi var, çünkü Flo-Jo rekoru inanılmaz bir seviyeye çekti. Atletizmde rekorların geçerli olması için rüzgarın +2.0 m/s seviyesinden düşük olması gerekir. O gün İndianapolis’te rüzgarlı bir hava vardı. 100m
ilk ön elemesinde Flo-Jo 10.60 koştu sonra rüzgarın pozitif katkısı yüzünden rekor geçerli sayılmadı. Çeyrek finalde Flo-Jo dünya rekorunu 0.27 salise geliştirdi. Rüzgarı ölçen anemometre 0.0 m/s gösteriyordu. Flo-Jo koşmadan önceki birinci çeyrek finalde +5.0 m/s, ikinci çeyrek finalde +7 m/s rüzgar vardı. Birkaç metre ilerde 3 adım atlamadaki anemometre 4.3 m/s ölçmüştü. Ya çok büyülü bir an yaşandı ve Flo-Jo takozdan çıkarken rüzgar 11 saniyeliğine kesildi, Flo-Jo kadın sporculardan beklenmeyen seviyede destansı bir performans sergiledi. Ya da Omega anemometresinde teknik bir sorun çıktı. Omega bunu marka değerine zarar gelmesinden korktuğu için açıklamadı. Omega’nın bu olayda yaptığı açıklama: ‘’Ortamda kesinlikle rüzgar yoktu demiyoruz.
Rüzgar piste 93 derecelik açıyla geldiği için rüzgarın herhangi pozitif katkı sağlaması mümkün değildir. Ölçümlerimizde bir sıkıntı yok. “ şeklindeydi. Omega’nın onayından sonra Amerika Atletizm Meclisi dereceyi kabul etti. IAAF’de karara uydu ve 28 yıldır kırılmayan kadınlar 100m dünya rekorunu 10.49 olarak tescil etti. Omega, Rolex, Tag Heuer, Tissot, Swatch bu markaların hepsi kendi prestijleri için yıllardır spordaki zamanı bizim için anlamlandırmaya çalışıyorlar. Bir yüzücünün, bir atletin, bir yarış pilotunun yaptığı performansın zamanını ölçerek değerini biçiyorlar. Daha yüzlerce dünya rekoru kırılacak, yarışlarda yüzlerce tur atılacak ve biz bunları izlerken, zamanı anlamlandıran zaman tutucular arkada logolarıyla bize bakacak.
SAYI #3 / 61
BİLİNMEYEN ANATOMİ EZGİ YAZICIOĞLU
62 / MAYIS2016
SAYI #3 / 63
B
azı sporlar his ister. Önsezinin kuvvetli olduğu anlarda tam o sıçramayı gerçekleştirmek. Kendinden başka bir canlıyla temasa geçmek, onun dilini okumak. Başka bir canlının gözlerinden, nefesinden kendini koordine etmek. En önemlisi de onun anatomisini bilmek. Binicilik sporu hayatımıza, özellikle de Türk kültürüyle çok eskilerden bağlarını birleştiren bir spor dalı olarak girmiş. Kimi zaman askerlik, kimi zaman da zarafet ve duruş ile bağdaştırılan bu spor dalı, atletizm ya da topla oynanan diğer spor dallarına kıyasla daha zor bir meydan okuma gerektiriyor: Sizden başka bir canlıyla iletişime geçmek. Onun dilinden anlayarak bir uyum içerisinde size verilen kurallara göre belirli bir zamanda parkuru tamamlamak. Uzmanlara göre acemi biniciler ayağının tümünü üzengiye yerleştirir ve bu sayede kendilerini daha güvende hissederler. Oysa usta biniciler yalnızca ayağın tarak kemiği hizasından üzengiye basarlar. Bu biniş şekli biniciye daha iyi bir denetim olanağı sağlar ve baldırlar ile topukların etkili bir biçimde kullanılabilmesini sağlar. Atın anatomisini bilmek demek: bu spor için altın bir anahtar demek. Sadece biniciler için zorunluluklar yok, aynı zamanda binilen atın geçmişi, sağlığı, kapasitesi, cinsi, eğitimi, gücü, zihin yapısı, zamanlaması ve biniciyle uyumu da bu spor için inanılmaz önemli unsurların başında geliyor.
atlama yarışmaları, Balkan Şampiyonaları, Milletler Kupaları ve en son 1960’ta binicilik dalında Roma Olimpiyatlarına katılan Türkiye, bu yükselişte önünde çok büyük bir engele karşılaşıyor: Salgın hastalık.
Türkler için ilk olarak 1881’de ”Binicilik ve Tatbikat Okulu”nun kurulmasıyla başlayan binicilik macerası, 1936 Berlin‘deki ilk olimpiyatlara katılışımıza kadar yükseliyor. Daha sonra bir sürü uluslararası yarışma, engel atlama ve yüksek
1964 ve 1988 yılları arasında At Vebası ve daha sonra Ruam Hastalığına yakalanan Türk atları, Uluslararası Binicilik Federasyonu tarafından yasaklanıyor. Yasak süresince Balkan ülkeleri harici uluslararası arenada kendine hiç yer
64 / MAYIS2016
bulmayan Türkiye, binicilik sporu adına toparlanması çok zor bir dönemden geçiyor. Aynı şekilde 1978 yılında Süvari Binicilik Grubu dağıtılırken, 1984 yılına kadar Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı bünyesinde faaliyetlerini sürdürüyor. 1984 yılında ise Kara kuvvetlerine bağlanıyor. 1992 yılında uzun zaman sonra engellerini aşan Türkiye, uluslararası arenada uzun zaman sonra ilk altın madalyası alıyor. 2002 de ise atlarının Avrupa’ya girişine izin verilmesiyle uzun
vadeli sıkıntılar ortadan kalkıyor. Yakın zamanda aldığımız başka bir haber ise hedeflerimizi binicilik adına yeni bir aşamaya taşımak için birebir: Ömer Karaevli adlı sporcu 56 yıl sonra Olimpiyat barajını geçerek Rio’daki yerini garantiledi. Ancak Türkiye ve binicilik sporunun ilişkisi düşünülürse, bu sporun Olimpiyatlarla ilgili tek macerası bu şekilde değil: 1956 yılında gerçekleştirilen Avustralya Yaz Olimpiyatları, o dönemde karantina kuralları gerekçesiyle atlar Avustralya’ya alınmıyor ve tarihi bir kararla o sene olimpiyatlar yaz döneminde iki farklı şehirde gerçekleştiriliyor: Stockholm, İsveç ve Melbourne, Avustralya. Stockholm’de binicilik müsabakaları düzenlenirken, Avustralya’da diğer alandaki yarışmalar devam ediyor. 1956 yılındaki global gelişmelere bakarsak, Mısır, Irak ve Lübnan gibi ülkelerin Süez Kanalı kriziyle olimpiyatları katılmayarak İsrail işgalini protesto etmesi, Sovyetlerin Macar devrimi müdahalesine rağmen olimpiyatlara katılışını sürdürmesinin İspanya, Hollanda ve İsviçre gibi ülkelerin olimpiyatlardan çekilmesine yol açması gibi politik protestoların , olimpiyatları basit bir spor yarışmasından başka bir arenaya taşıdığını söylemek yanlış olmaz.
Türkiye’nin kendini geliştirmeye çok ihtiyacı var. Ancak Karaevli tarafından “bir mucize” olarak nitelendirilen bu olimpiyat vizesi yeni bir devrimin başlangıcı olabilir. Olimpiyatlarda yarışılan atların fiyatlarının yaklaşık 10 milyon Euro’dan başladığı düşünülürse, binicilik dalının inanılmaz derecede bir finansal desteğe ihtiyacı olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. Türkiye’de at yetiştiriciliğine başlamak için ise gereken desteği “bu iş taşıma suyla dönmez” şeklinde açıklayan Binicilik Federasyonu Başkanı Atıf Bülent Bora, Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı ile prensipte at yetiştiriciliği konusun-
da
anlaşıldığını
söylüyor.
Ancak bu işin prensipte kalıp kalmadığını, sonuçlarıyla önümüzde 10 yıl içinde göreceğiz gibi duruyor. Bambaşka bir canlının anatomisini ezbere bilmek ve onun her saniyesiyle senkronize olmanın zorluğu düşünülürse, bu spor dalına yapılan devasa boyuttaki yatırım az bile kalıyor. Rio’nun yeni bir başlangıç olması dileğiyle, binicilik adına Türkiye “mucizevi” bir sayfaya hazır. Peki ya siz? Başka bir canlının her kıvrımını ve kemiklerini bilen, önsezilerini kullanan sporcuların bu olağanüstü yarışına hazır mısınız?
Atların hırsı,olimpiyatların rekabet ruhuyla birleşince, bambaşka mucizeler ortaya çıkabiliyor gerçekten. Ömer Karaevli ise dünya tarihine tanıklık eden Olimpiyatlara katılacağı için çok mutlu. Binicilik sporunu domine eden Fransa, Hollanda, Almanya ve Belçika gibi ülkeler düşünülürse,
SAYI #3 / 65
66 / MAYIS2016
POPOVICH’İN İNANDIĞI ADAM I H D W AR A K N O LE
EMİR RIZA LEKİ SAYI #3 /
67
Ö
nemlidir doğru yerde, doğru insanla birlikte olmak; lakin daha da önemlisi doğru insanlara kendini inandırabilmektir… Kawhi Leonard San Antonio Spurs’e geldiğinde bunu başarmış, Popovich ustaya kendini inandırmıştı. Popovich Kawhi için evladım dediği George Hill’den vazgeçmeyi bile göze almış, duygusal bir telefon konuşması yaparak ona veda etmiş, San Antonio Spurs yönetimine ya
maraydı. Indiana Pacers Kawhi’yı draft ederken çok büyük bir planı yoktu, Granger ve Paul George’un arkasında güven vermesi yeterdi. Popovich ise Leonard’ı almayı çok istiyordu adeta Kawhi’deki ışığı gören tek kişiydi. Çoğu insan neden Popovich’in bu atletik üç numarayı bu kadar istediğini anlayamamıştı. Herkesin sıradan bir oyuncu olduğunu, NBA’de oynayan iki yüz elli oyuncudan Kawhi gibi yirmi
yarışından yavaş yavaş uzaklaşacağını ve atletik forvetin yeni kurulacak takım için önemli bir rol oyuncusu olacağını düşünüyordu. Kawhi onlara göre Spurs’ün dış savunmasında önemli bir yer tutacak ve yaşlanan takıma bir dinamizm katacaktı. Kimse ondan bir yıldız performansı beklemiyordu. Zaten San Diego State’de oynadığı iki senede de skorer performansından çok savunma kimliğiyle ön plana
Kawhi Leonard’ı alırsınız ya da beni kaybederseniz demişti. Kawhi Leonard bunları bilerek Spurs’e geliyordu, NBA’in en başarılı koçlarından biriyle çalışacaktı, Gregg Popovich’in onun için çok fazla şeyi gözden çıkardığının farkındaydı.
tane atletik forvetin çok rahat bulunabileceğini düşündüğünü bir zamanda ona inanan Gregg Popovich’in inancını boşa çıkarmamak ise Kawhi’nin en büyük amacıydı.
çıkmıştı. Son sezonunda üçlük performansı %29.1 olmasına rağmen maç başına attığı 10.6 sayı onun fazla şut kullanmadığını, arada sırada ceza üçlüklerini sokabileceğini anlatıyordu. 15.5 ribaund, 1.4 top çalma ve 0.7 blok ortalamaları ise Kawhi’nin savunmada tam bir canavara dönüştüğünü gösteriyordu. Popovich’in yapması gereken tek iş Kawhi’nin hücumda da yükselmesini ve oyununu iki yönüyle de kusursuzlaştırmasını sağlamaktı.
Bu ortamda San Antonio Spurs’e geldi on beşinci sıradan seçilen atletik forvet. Drafta girdiği zaman şutu olmayan, hücum özellikleri son derece kısıtlı, savunma özellikleriyle ön plana çıkan bir üç nu-
68 / MAYIS2016
San Antonio Spurs’ün şampiyon olmasının üzerinden dört yıl geçmişti. 2011 yazında takımın büyük üçlüsü artık iyice yaşlanmış, üstüne geçen sezonu sekizinci bitiren Memphis’e Batı Konferans’ı playoff 1.turunda kaybetmişlerdi. Çoğu kişi Spurs’ün artık şampiyonluk
Kawhi ilk sezonunda lokavt nedeniyle yazın takımıyla sezon öncesi hazırlığı yapma fırsatı bile bulamamıştı. İlk sezonunu genelde ilk beşin dışında geçiren Leonard, Richard Jefferson’un takımdan ayrılmasından sonra ilk beşte yerini almıştı. Sezona takımıyla neredeyse hiç çalışmadan giren Kawhi Leonard’ın hücum gücü sorgulanırken, savunma performansı sayesinde en iyi çaylak beşine girmeyi başarmıştı. Popovich usta ise 2012 yılında Kawhi’nin çok çalışkan olduğunu, her antrenmana en önce gelip en son çıktığını, adeta bir süngere benzediğini, öğretilen her şeyi bir sünger gibi emdiğini anlatıyor, Leonard’a duyduğu sonsuz inancı belirtiyordu. Leonard sonraki sezonlarda ise hep üstüne koymaya başladı. İstatistikleri sürekli yükseliyor, hücum gücü artmaya devam ediyor, basketbol zekası her geçen gün daha gelişiyordu. NBA finallerinde iki sezon üst üste Lebron James karşısında müthiş bir performans ortaya koyuyor, krala zor anlar yaşatıyordu. 2013 NBA finallerinin altıncı maçının son saniyelerinde çok kritik bir serbest atış kaçırsa da bir sonraki sezon San Antonio Spurs şampiyon olurken finaller MVP’si ödülü de Kawhi Leonard’ın oluyordu. En genç üçüncü finaller MVP’si olan Kawhi Leonard bu başarıyı All-Star oynamadan kazanan altıncı basketbolcu olarak da tarihe geçiyordu. Finaller MVP’si olmasına ve yüzüğü kazanmasına rağmen Kawhi Leonard hala başarıya açtı, mücadelesine devam ediyordu. 2016 normal sezonunun bittiği şu zamanlarda iki sezon üst üste en iyi savunma yapan oyuncu ödülü kazandığı açıklanıyordu. Hakeem Olajuwon ve Michael Jordan’ın ardından üçüncü kez bir oyuncu hem en iyi savunma yapan oyuncu seçiliyor, hem de finaller MVP’si
ödülünü kazanıyor. Dennis Rodman’dan sonra ilk defa pivot olmayan bir oyuncu iki sezon üst üste en iyi savunma yapan oyuncu ödülünün sahibi oluyordu. Hücum istatistikleri de tavan yapan Kawhi, artık süperstar seviyesine yükseliyordu. Çaylak sezonunda 7.9 sayı ortalamasıyla oynayan Kawhi Leonard için 2015-16 sezonu bitiminde bu sayıyı neredeyse üçe katlanıyordu. Artık neredeyse iki üçlüğünden birisinde isabet bulan Kawhi Leonard insanların kafasındaki savunma oyuncusu imajını yerle bir ediyor, sadece ceza şutörü ve iyi savunmacı olur diyenlere inat ona inanan koçu
Gregg Popovich’i yanıltmıyordu. Böyle bir oyuncuydu Kawhi Leonard, San Antonio Spurs için artık dibi görür diyenlere inat, kendisine rol oyuncusu olur diyenlere karşı cevabını parkede, antrenman sahasında verdi. Gregg Popovich’in bir kez daha ne kadar haklı olduğunu, ne kadar ileri görüşlü bir koç olduğunu kanıtladı. Şanslı bir oyuncuydu Kawhi Leonard, belki de Popovich gibi bir ustanın elinde yetişmese Indiana’da sıradan bir kariyere sahip olacaktı; lakin şansını yaratan da kendisiydi. Doğru zamanda, doğru yerde, ona inanan insanlaydı ama onun inancını hiç boşa çıkarmadı.
SAYI #3 / 69
SABRIN SONU SELAMET ALPER ÜNLÜ
70 / MAYIS2016
SAYI #3 / 71
T
ürkiye futbolundaki en büyük sorunumuz tesis yetersizliği değildi ancak bu sorunu ortadan kaldırmak için ülkenin dört bir yanına devlet eliyle statlar dikilmeye başlandı. İçlerinde bir tanesi her türlü hikâyesiyle diğerlerinden ayrılmakta ve devletin maddi desteği alınmadan tamamlandı. Mithatpaşa, İnönü, Şeref Bey şeklinde hitap edenler bir yana dursun, son karar Vodafone Arena’da kılındı. Ne de olsa devir endüstrileşme, küreselleşme, kurumsallaşma falan filan devri. Tarihi ve manevi değerlerin başarılar uğruna yok sayılması son derece olağanlaşmış durumda; parayı veren düdüğü de çalıyor davulu da. Bunu tek taraflı bir eleştiri olarak dile getiremiyorum çünkü günümüz sportif rekabet koşulları Barcelona kulübünü bile yüz yıllık forma sponsorluğu duruşundan geri adım attırmış durumda. Bildiğiniz üzere bu yeni bir proje değildi. Yıllardır dillerden düşmemesine rağmen projeler maketlerden öteye geçememişti. Ancak 8 yıllık Demirören yönetiminin ar-
72 / MAYIS2016
dından göreve gelen Fikret Orman ve ekibi, göreve başlar başlamaz Usain Bolt hızıyla stat çalışmalarına koyulmuştu bile. Demirören tarafından gerekli izinlerin bir kısmının alınmasına rağmen stadın Dolmabahçe’ye yapılıp yapılamayacağı belirsizliğini korudu. Dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın Dolmabahçe Sarayı hakkındaki endişesini “Dolmabahçe’de 40 bin kişinin tepinmesine izin veremem” açıklamasıyla dile getirmesine karşın, Fikret Orman dönemin başbakanı R. Tayyip Erdoğan’ı, Çin yolculuğunda ikna etmiş ve stadın aynı yere yapılması kesinleşmişti. Bu gelişme semt ruhunun korunması açısından taraftara nefes aldırmış, hükümet kanadında ise gergin olan ikilinin ilişkilerinde kopma noktalarından biri olmuştu. Stadın yıkılmasıyla birlikte akıllarda onlarca soru işareti oluşmaya başlamıştı. Acaba inşaat bitecek mi, altından tarihi eserler çıkacak mı, maddi imkânsızlıklar yüzünden yarıda mı kalacak gibi sorular ni-
hayet kafalardan silindi. Bu süreçte “ezeli rakip ebedi dost” edebiyatının altı boş bir sözden öteye geçmediğini kanıtlayan kulüp yöneticilerine de fair-play dersi verdikleri için teşekkür etmek gerekir(!). İtalya gibi duyguların en yoğun yaşandığı bir coğrafyada en önemli iki rekabetten biri olan Inter-Milan, tarihleri boyunca statlarını paylaşıp derbi maçlarını bir arada yaşayabiliyorlarken, ülkemizdeki durumun düzeleceğini ummak herhalde Pollyannacılık olur. Üçüncü yılın sonuna doğru tamamlanan statta Beşiktaş taraftarını güzel günler bekliyor. Beklenen stadın cefasını üç yıl çektikten sonra sefasını da şampiyonlukla sürmek taraftar adına en az Beşiktaş orta sahasının seri paslaşmaları kadar enfes olur. Stadın atmosferine gelince, kelimelerle tarif etmenin imkanı yok. Tribünlerle taç çizgisi arasında sadece 6,15 metre. Oluşturulan ambiyansa rakiplerin yahut hakemlerin karşı koyabilmesi pek mümkün gözükmüyor.
“UÇURUMDAN ATLAMAK...” SAYI #3 / 73
SİVRİ DİL Lİ DEHA
74 / MAYIS2016
BRIAN CLOUGH CENGİZ UYGUR
SAYI #3 / 75
B
ir teknik direktörü ele alalım. Takımıyla ikinci ligden birinci lige yükseldiği sezon şampiyon olsun. Yetmesin, ertesi sezon bir de Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kaldırsın. Bununla da kalmasın, aynı kupayı iki sezon üst üste bir taşra takımının müzesine götürsün. Sanıyorum hikayeyi hepiniz anladınız. Sevilen menajerlik oyunu Football Manager’da bu anlatılanları başarsanız, hile yapıp yapmadığınız sorgulanır. Bilgisayar oyunlarında bile absürt kaçan bu hikayenin baş kahramanı Brian Clough. İki sene üst üste Avrupa’nın zirvesine çıkardığı takımsa, Nottingham Forest. Futbolculuk ve Hartlepool Brian Howard Clough, 21 Mart 1935’te İngiltere’nin kuzeydoğusundaki Middlesbrough’da işçi sınıfından bir ailenin sekiz çocuğunun beşincisi olarak dünyaya gelir. Büyük deha, teknik direktörlük kariyeriyle ünlense de futbolculuğu da oldukça başarılı geçmiştir. Forvette oynayan Cloughie, doğduğu şehrin takımı Middlesbrough ile 213 maça çıkarken 197 gole imza atarak kulüp tarihinin en golcü üçüncü futbolcusu olmuştur ve
76 / MAYIS2016
İngiltere’deki üç heykelinden biri, bu şehirdeki Albert Park’ta bulunmaktadır. Middlesbrough’daki başarılı sezonların ardından Sunderland’e geçen ve burada üç sezon daha oynadıktan sonra futbolu bırakan Clough, hemen ardından 30 yaşındayken Hartlepool United’ın başına geçer. Bu takımın başına geçtikten 6 ay sonra, kariyeri boyunca beraber çalışacağı kadim dostu asistan menajer Peter Taylor ile bir araya gelir. İngiltere’nin 4.liginde vasat geçen iki sezonun ardından kulübün yönetimi değişir ve yeni yönetim, iki sezondur takımın başında bulunan menajere artık kendisiyle çalışmak istemediklerini bildirir. Hikayemiz de bu noktada başlar aslında. Çünkü Clough, bir sonraki takımıyla İngiltere’nin altını üstüne getirecektir... Derby County 1 Haziran 1967, Derby County tarihinin en önemli günlerinden biri olabilir. Bu tarihte Brian Clough ile anlaşan kuzeydoğu ekibi, bu seçimle kulüp tarihini değiştirdiğinin farkında olmasa gerek. İlk sezonunu ikinci ligin düşme hattının hemen üzerinde tamamlayan Clou-
gh, ertesi sezona çok daha farklı hazırlanmış, radikal bir kararla ilk 11’de mücadele eden yedi oyuncuyu ve saha içindeki oyun anlayışını değiştirmiştir. Bu dönemde transfer edilen oyunculardan Roy McFarland (stoper), John O’hare (forvet), Alan Hinton (sol kanat) ve Dave Mackay (kariyerinin büyük bölümünde sol haf, daha sonra Clough’ın hamlesiyle libero) gibi isimler, daha sonraki dönemlerde de takımın ana hatlarını oluşturacaktır. Bu hamlelerin sonucunda 68/69 sezonunda ikinci ligde şampiyon olan ‘Koca Kafa’, menajerlik kariyerinde ilk kez birinci lig arenası için hazırlanmaktadır. İlk sezon bütün otoriteleri şaşırtarak dördüncü olan Derby County epey takdir toplamış ve ligin tehlikeli ekiplerinden biri olarak gösterilmeye başlamıştır. O zamanın adıyla Birinci Lig’deki ikinci sezon Clough ve Derby County için kayıp olsa da(ligi, liderin 23 puan gerisinde 9. sırada bitirdiler.) daha büyük şeylerin geldiği görülebiliyordu. Brian Clough ve yetenekli yardımcısı Peter Taylor, 71/72 sezonunda, Birinci Lig’deki üçüncü sezonunda, tarih yazmaya başlar. 71/72 sezonunda John O’Hare, Roy McFarland, Archie Gemmill(orta saha), Alan Hinton ve kulübün sponsoru Rolls Royce’un mali sıkıntılarına rağmen, Clough’ın başkanla ters düşme pahasına kulübün o zamanki transfer rekorunu kırarak Sunderland’den getirdiği Colin Todd(orta saha) önderliğinde Derby County son derece iyi mücadele verse de, son haftaya girilirken şampiyonluk için mücadele veren dört takım arasından en az şans verileniydi. Maçlarını bitiren Manchester City, son maçında Derby County’i yenmiş
ve beklemeye başlamıştı. 57 puanlı Leeds, orta sıralardaki Wolves’la kendi sahasında oynuyor, 56 puanlı Derby County ise şampiyonluğun en büyük adayı ve 57 puana sahip Liverpool’u konuk ediyordu. O dönemde şampiyonluk adayları maçlarını aynı saatte oynamıyordu ve Derby, Liverpool’u 1-0 mağlup ettikten sonra Leeds’in maçını beklemeye başladı. Derby Countyliler bile Leeds’in oradan şampiyonluğu bırakmayacağını düşünüyordu zira, futbolcular Mallorca’da ense yapmaya gitmiş, Clough ise Sicilya’da gününü gün ediyordu. Ama, olmayacak şey oldu ve küçük balık büyük balığı yuttu. Leeds, Elland Road’da şampiyonluk hayallerine veda ediyor ve Derby, 20 yıl aradan sonra İngiltere’nin en üst seviyesinde zirveye çıkıyordu... Sonraki sezon, ligde 7. olsalar da Brian Clough, Avrupa’da elde edeceği başarıların sinyalini vererek Derby County’i Şampiyon Kulüpler Kupası’nda yarı finale çıkardı. Yarı finalde Juventus tarafından
ezilseler de, Clough sonraki 30 sene boyunca ilk maçı yöneten Alman hakemi suçladı. Zira, Archie Gemmill ve Roy McFarland son derece ucuz sarı kartlarla ikinci maçta cezalı durumuna düştü. Gelen başarılara rağmen Clough ve Taylor için tehlike çanları çalıyordu. Muzaffer hocanın dik başlılığı ve otorite dinlemez davranışları sonunu getirmek üzereydi. Başkan Sam Longson, transferlerde harcanan paralardan dolayı ve başına buyruk tavırları nedeniyle Clough ve ekibini takımında istemiyordu. Derby yönetimi, Clough’ın en iyi olma konusundaki hırsını ve kararlılığını kaldıramıyordu. Sonunda, başkanın dediği oldu ve Clough ile Taylor, çok sevdikleri bu kulüpten istifalarını vererek ayrılmak zorunda kaldılar. Bu ayrılığın açıklandığı itibaren, Derby şehrinde protestolar başladı. Taraftarlar lig şampiyonu hocalarının takımdan ayrılmasını istemiyordu ama bu durum, kararı değiştirmeye yetmedi. Clough için yepyeni bir macera başlayacaktı...
Brighton ve Leeds Derby’den ayrıldıktan sonra Clough ve Taylor herkesi şaşırtarak üçüncü lig ekibi Brighton’da çalışmaya başladı. İkili, alışılmadık şekilde başarısız olarak takımı küme düşmekten zar zor kurtardı. Clough mutlu değildi. İngiltere’nin en üst seviyesine, birinci lige tekrar dönmek istiyordu. Tam da o sırada zamanın en büyük takımlarından Leeds’in efsane menajeri Don Revie, İngiltere Milli Takımı ile anlaştı ve Leeds’teki koltuk boşaldı. Ancak, Peter Taylor Brighton’da kalmak istiyordu. İkilinin arası ilk defa bu dönemde açıldı ve Clough Leeds’ten gelen teklifi kabul ederken, Taylor Brighton’da kaldı. Bu, Clough için son derece ironikti zira, ‘’Kazanmak için her yol mübahtır.’’ felsefesini uygulayan ve oyun içi ‘’çakallıklarda’’ adeta bir efsaneye dönüşen Leeds takımını yerden yere vurmuş, Leeds oyuncularına ve menajer Don Revie’ye karşı lafını hiç bir zaman sakınmamıştı. Don Revie ile de Derby’nin Leeds ile yaptığı bir FA Cup maçına dayanan bir husumetleri vardı. (Revie, SAYI #3 / 77
1968 yılında oynanan bir FA Cup maçı münasebetiyle Derby’e gelmiş, o zamanlar genç bir menajer olan Clough da zamanın en kudretli menajerlerinden olan Revie’ye saygıda kusur etmemiş ve kendisini ağırlamak için elinden geleni yapmıştır. Fakat Clough’ın iddialarına göre Revie, bu çabaların hakkını vermemiştir.) Bu şartlar altında Leeds’in başına geçen Clough, son derece başarısız bir 44 gün geçirdi. Leeds’li oyuncular Clough’ın kendilerine söylediklerini unutmamış ve onu hiçbir zaman benimsememişlerdi. Bu 44 günü ve Clough’ın Revie ile olan husumetini anlatan ‘’The Damned United’’ isimli kült filmi izlemenizi tavsiye ederim.
78 / MAYIS2016
Nottingham Dönemi Clough, Leeds’teki başarısızlığın ardından 6 Ocak 1975’te Nottingham Forest’In başına geçer. Forest, o zamanlar ikinci ligdedir ve en üst liglerde esamesi bile okunmuyordur. Takımın başına geçtikten yaklaşık 1 sene sonra Peter Taylor’ı da yanına alan Clough, bir kez daha, bu sefer daha güçlü şekilde tarih yazmaya başlar. 76/77 sezonunu ikinci ligde üçüncü olarak tamamlayan Forest, Birinci Lig’e yükselmiştir. İşte rüya, bu sezonla birlikte başlar. Birinci Lig için kadrosunu güçlendirmek isteyen Clough, Stoke’dan zamanın en iyi kalecilerinden Peter Shilton’ı, eski öğrencileri John McGovern, Arcihe Gemmill
ve John O’Hare’i transfer eder. Zaten kadroda bulunan orta saha Martin O’Neill ve kanat John Robertson’ı da ustalıkla işleyen Cloughie, rüya gibi geçen bir sezonda en yakın rakibi Liverpool’un 7 puan önünde güle oynaya şampiyonluğa uzanır. O zamanki galibiyetlere 2 puan verildiğini düşünecek olursak, 7 puan son derece önemli bir fark. Bunu Bob Paisley’nin efsane Liverpool’una yaptığını da düşünecek olursak Clough’tan etkilenmemek mümkün değil. Bu şampiyonlukta payı olan oyuncularını kadroda tutmayı da başaran kurt hoca, bir sonraki sezon katılacakları Şampiyon Kulüpler Kupası’nın hesaplarını da yapmaya başlamıştır. Derby’deyken yarı finalden dönen Clough bu sefer kupayı almaya kararlıdır. Bu hedef doğrultusunda İngiltere’nin ilk milyonluk transferi gerçekleşir. Brian Clough, Birmingham City’den Trevor Francis’i 1 Milyon Pound karşılığında Nottingham Forest’a transfer eder. Serüven başlamıştır. Daha ilk turda Liverpool ile eşleşen Forest, ilk maçta 2-0 kazanırken, rövanştaki golsüz beraberlikle bir üst tura çıkar. Daha sonra sırasıyla Aek, Grasshoppers ve Köln’ü eleyen Nottingham Forest, finalde Malmö’nün rakibi olur. Soyunma odasında gergin bir hava vardır ancak, Clough oyuncularını nasıl ateşleyeceğini çok iyi bilmektedir. Clough’ın yıldız forveti Garry Birtles’ı ‘’Şampiyonlar Kulüpler Kupası finaline çıkacağız ve sen tıraş bile olmamışsın, çabuk git tıraş ol.’’ diyerek paylaması sebebiyle maçtan ancak 45 dakika önce stadyumda olabilen, ve Malmölüler sahaya çıktığında hala Clough ile maç konuşması yapan futbolcular, Clough’ın üzerlerindeki stresi almasıyla sahaya daha güvenli çıkar. Maçı da o zamana kadar Clough dahil herkesin acımasızca eleştirdiği, bonservis ücretinin yükü altında ezilen Trevor Francis atar. 5 yıl önce sıra-
dan bir taşra takımı olan Nottingham Forest, Brian Clough ve Peter Taylor sayesinde artık Avrupa’nın zirvesindedir. Kasım 1977’den Aralık 1978’e kadar 42 maç boyunca yenilmeyen ve Arsenal’in 49 maçlık rekorundan önce bu alanda bir numara olan Forest, Avrupa’nın zirvesine çıktığı 78/79 sezonunda şampiyonluğu Liverpool’a kaptırır ve ikinci olur. Ancak, Clough için önemli olan Avrupa arenasıdır. Son şampiyon statüsüyle katıldığı 79/80 sezonunda da Şampiyon Kulüpler Kupası’nı Nottingham’ın müzesine götürür Clough. Finalde bu sefer Kevin Keegan’lı Hamburg, ‘Kırmızı’ların kurbanı olmuştur 1-0 skorla. Zirveyi erken gören Clough, bundan sonra Forest’ta eski başarılarını aratır. Özellikle, Peter Taylor’ın 1982’de emekli olmak istediğini söylemesinden 3 ay sonra Derby County’nin başına geçerek takımdan ayrılması Clough’ı epey zor duruma sokar. Yine de ikili arasında büyük bir husumet olmaz. Ta ki, Peter Taylor Clough’tan habersiz olarak Forest’tan bir futbolcuyu Derby’e transfer edene kadar. Bu olaydan sonra ikili, Taylor’ın 1990’daki ölümüne kadar konuşmaz. Yine de,
arkadaşının ölümü doğal olarak Clough’ı derinden yaralamıştır ve Clough 1994’te yayınladığı otobiyografisini Taylor’a adamıştır. Üst üste iki kere Avrupa’nın zirvesine çıktıktan sonra Forest o seviyeleri bir daha göremez. Yine de İngiltere’nin baş altı takımlarından birisi olurlar ve bir kaç defa ilk 3’te yer alıp, iki tane de İngiltere Lig Kupası (Süt Kupası olarak da bilinir) kazandırır müzeye Clough. Ancak, işler iyi gitmemektedir. Des Walker ve Teddy Sheringham’ı kaybeden Clough, Stuart Pearce ve Roy Keane gibi önemli isimleri kadrosunda bulundurmasına rağmen 92/93 sezonunda Forest’ın küme düşmesine engel olamaz ve hem 18 sezonluk Nottingham Forest macerasını hem de menajerlik kariyerini orada sonlandırır. İngiltere Meselesi Clough, bunca başarıya rağmen İngiltere Milli Takımı’nda çalışma fırsatı bulamamıştır. Bu isteğini defalarca dile getiren Clough, dönemin federasyonunu bir türlü ikna edememiştir. Clough bu konuyla ilgili her zamanki sivri dilliğini de kullanarak, ‘’İngiliz Federasyonu,
görevi bana verirlerse kendilerini saf dışı bırakıp şovu benim yöneteceğimden korktular. Haklıydılar da, çünkü aynen öyle yapacaktım.’’ demiştir. Clough’ın lakaplarından biri de, ‘’İngiltere’yi çalıştırmayan en iyi menajer’’dir. Clough’ın bu sivri dilliliği özellikle Derby döneminde başına çok iş açsa da, Clough’ı Clough yapan etmenlerden biri, belki de en önemlisidir. Topu havaya minare misali dikenler için söylediği ‘’Eğer Tanrı futbolu havadan oynamamızı isteseydi çimleri oraya koyardı.’’, FA Cup’a katılmak yerine Dünya Kulüpler Şampiyonası’nda oynamayı seçen Manchester United için, ‘’Umarım orada kanlı ishal olurlar.’’ veya David Seaman için söylediği ‘’Aynada o kadar vakit geçiren bir adamın iyi bir kaleci olması mümkün değil.’’ gibi sözleri güldürürken düşündürür. İngiltere’nin üç şehrinde(Middlesbrough, Derby ve Nottingham) heykeli bulunan efsane menajer, 20 Eylül 2004’te mide kanseri sebebiyle hayata gözlerini yumar. Clough’ın ölümü İngiltere’de büyük üzüntüyle karşılanır. Eski kulüpleri Derby ve Nottingham anma törenleri düzenlerler ve iki kulüp 2007’den itibaren sezon öncesinde oynanacak bir Brian Clough Kupası düzenleme konusunda anlaşmaya varır. Derby ve Nottingham arasındaki bağlantıyı sağlayan A52 yoluna Brian Clough’ın adı verilir. Bugün, spor medyasındaki en büyük sorunlardan biri, kimsenin kimseyi gerçek manada ‘’eleştirememesi’’, birilerinden korkup düşüncelerini kendine saklaması. Medya mensupları ‘’dürüstlükten’’ imtina ile kaçıp, ‘’ne şiş yansın ne kebap’’ kafasıyla hareket ediyor. Bu yazının ve Brian Clough’ın spor medyasına ilham olması ve herkesin bir tutam da olsa ‘’dürüstlük’’ alması dileğiyle.
SAYI #3 / 79
TUNA MENEVŞE
BÜLENT BAHADIR
ARKAYI BEŞLEYELİM
80 / MAYIS2016
SAYI #3 / 81
T
ek takımın domine ettiği ligler futbol severler tarafından sevilmez. Sıkıcı, sonucu belli ve heyecandan uzak kabul edilir. Juventus’un aldığı üst üste 5. şampiyonluk ise bunlardan tamamen uzak. Şampiyonluklara gelmeden önce, Juventus’un renkleri gibi siyah ve beyaz tarihine de atıf yapalım. Önceleri kendi yağında kavrulan kulüp, Fiat’ın sahibi Agnelli ailesinin etkisi altına girdikten sonra, amblemindeki boğa misali şahlandı. Art arda gelen şampiyonluklarla İtalyan futboluna damga vurdu.
Şampiyonlukların yanı sıra, yetiştirdiği futbolcularla İtalya Milli Takımı’nın yapıtaşlarından biri oldu. Bu güzel masal, İtalyan futbolunun baş belası olan “şike” nedeniyle bir leke aldı. 2006’daki Calciopoli (şike) soruşturması sonucu küme düşürüldü ve iki şampiyonluğu geri alındı. Bu kararın ardından, siyah-beyazlıların önemli futbolculardan birkaçı ayrıldı. Del Piero, Nedved, Trezeguet, Buffon gibi “vefakâr” yıldızlar ise kulübü terk etmedi. Küme düştükten bir sene sonra tekrar Serie A’ya dönen Juve, ligde 4 yıl inişli çıkışlı performans izledi ama güneşli günler yakındı. İlk işaret, Andrea Agnelli’nin 2010 yılında Juventus Başkanı seçilmesi sonrası Genel Direktör görevine Guiseppe Marotta’yı getirmesi oldu. Kara bulutları tamamen dağıtan ise Torino ekibinin eski futbolcusu Antonio Conte oldu. Conte ile gelen şampiyonluklarla oluşan mutluluk tablosu, üst üste 3. Serie A zaferinin ardından “değişik” bir şekilde yolların ayrılmasıyla bozulur gibi oldu. Şok etkisi yaratan veda, Juve severlerin heveslerini kursağında bırakırken, birden bire gelecek sezon için endişe duymalarına sebebiyet verdi. Yıllarca tecrübeli İtalyan hocalar ile ligin tepesine geri dönüş yapmayı hedefleyen takım, içlerinden çıkan henüz “tecrübesiz” ama iştahlı Conte ile aradığı takım kimyasını bulmuşken bu ayrılık çok zamansız olmuştu. Conte’nin istifasından tam “1” gün sonra Juventus Massimiliano Allegri ile anlaştığını açıkladı. Allegri göreve başladığında merak edilen 2 önemli
82 / MAYIS2016
soru vardı. Birincisi Milan’ın başındaki 4 yıllık görevi ve kazandığı bir Serie A şampiyonluğunun Juventus taraftarı tarafından sahiplenilmesi muamması, diğeri ise İtalya Milli Takımı’nı da canlandıran Conte’nin 3-5-2 sindeki oyuncu birlikteliği ve takım kimyasının devam edip edemeyeceği. Bunların yanı sıra basının kurcalamayı sevdiği konulardan biri de Milan’da başlayan ve belki de Pirlo’nun Milan’dan kopup Juventus’a geçmesini sağlayan, Allegri ile Pirlo arasındaki anlaşmazlık. Allegri tüm bu durumları göz önüne alarak akıllıca davrandı ve basın karşısında inanılmaz sözler vermek yerine “low profile” durmayı tercih etti. Conte’nin bıraktığı sistemi devam ettirmesi ve büyük bir değişikliğe gitmemesi de alınan başarılı sonuçlarla beraber rüzgarı arkasına almayı başardı. Ayrı bir yazı konusu olan Guiseppe Marotta, Conte’ye verdiği destek gibi Allegri’ye de transferler ile geniş ve başarıya aç bir kadro sunmayı başardı. Moratta’nın katkılarıyla Conte sonrası işleyen sistemi bozmamak adına, Vucinic ve Quagliarella gibi “prime” zamanları geçmiş futbolcuların yerine, Morata, Sturaro, Rugani, Pereyra ve Coman gibi mevcut kadroyu destekleyecek ve geleceğe yatırım olacak genç yıldız adayları kadroya katıldı. Allegri yönetiminde, ligin 4. haftasında ele geçirdiği liderliği ligin sonuna kadar bırakmayan Juventus, Şampiyonlar Liginin büyük abilerini de saf dışı bırakarak finalde kendisine yer bulmayı başardı. İlk sezonunda şampiyonluğu tekrarlayan ve yanına CL finali ekleyen Allegri için her şey yolunda gitmişti. 15/16 sezonuna başlarken Massimillano Allegri aşması gereken birtakım problemler ile karşılaştı.
Takımın tecrübeli abilerinden Pirlo, Allegri ile yaşanan eski mevzudan mı bilinmez, milli takımdaki yerini yakmayı göze alarak Amerika yolculuğuna çıkmaya karar verdi. Orta sahanın bir diğer vazgeçilmezi Vidal, Juve transferi öncesi de kendisini çok isteyen Bayern Munich’e gitti. Gol yükünü çeken Carlos Tevez ise Avrupa macerasını başarılar ile tamamladığını düşünerek çok sevdiği Boca Juniors’a döndü. Kadronun önemli 3 değişmezini kaybeden Allegri, Marotta üstat ile birlikte yeni bir kadro yapılanması adına ligin genç Arjantili yıldızı Dybala’yı, Real Madrid’de kalabalıklaşan orta sahada yer bulamayan Khedira’yı, Atletico Madrid’in usta forveti Mandzukic’i, Porto’nun yükselen sol beki Alex Sandro’yu transfer ederler. Bunların yanı sıra daha önce Serie A’da oynamış Cuadrado ile Fransa’dan Lemina kiralık olarak takıma katıldı. Lige üst üste mağlubiyetlerle baş-
layan Juventus, sonunda rakiplerinin yüzünü güldürmüştür. Sarri yönetiminde ve Higuain önderliğindeki Napoli, son senelerde liderliği zorlayan Roma, Mancini’nin ikinci sezonunu yaşadığı Inter, birden şampiyonluk aday adayları olarak belirdi. Ligin ilk 10 haftasını 3 galibiyet, 3 beraberlik ve 4 mağlubiyet ile tamamlayan Juventus, 12. sırada yer aldı. 11. hafta ile başlayan ve 15 galibiyet üstüste alarak rekor kıran Allegri şaşırtıcı bir şekilde tekrar liderlik koltuğunu geri aldı. Yeni transferlerin –özellikle Dybala’nın- takıma uyumu, eskilerden sayılan Pogba’nın Pirlo’dan boşalan takımın liderliğine soyunması ile beraber Juventus, Serie A’yı tekrar domine etmeye başladı. Sıkıntıya neden olan sakatlıların düzelmesiyle birlikte, galibiyet serisinin başladığı haftadan itibaren oynanan 25 haftada 24 galibiyet, 1 beraberlikle inanılmaz bir geri dönüş
yaptı. Ligin bitimine 3 hafta kala İtalya 15-16 sezonu şampiyonu artık Juventus’tu. Şampiyonlar Ligi’nde ise, Conte ile takıma gelen ve Allegri’nin geliştirerek devam ettirdiği, izleyenleri sıkmadan, kalenin önüne otobüs çekilmeden yapılan savunmayla Bayern’i saf dışı bırakıp adını yarı finale yazdırmak üzereydi. Eşleşmenin 2. maçında, uzatmalara giden tur, basit hatalar nedeniyle Torino ekibi için kötü sonuçlanır ve güzel giden sezon bir Avrupa kupasıyla taçlandırılamadı. Siyah-beyazlı ekip, üst üste gelen 5 şampiyonluktaki sistemiyle hem Avrupa’ya hem de İtalya Milli Takımı’na damga vurdu. Zayıflayan İtalyan futboluna can verdi. Yerleşen defans algısını değiştirmeye çalıştı. Sadece defansıyla değil hücumuyla da başarılı oldu. Böyle olunca ne kadar seyir zevkini düşürüyor algısı varsa da, insanın daha nice “üst üste şampiyonluklara” diyesi geliyor.
SAYI #3 / 83
GELECEK AY GÖRÜŞMEK ÜZERE...