1
HAZIRLAYANLAR
DERLEYEN Oğuz Karadirek GRAFİK TASARIM Günnur Kabak MAKALELER Hasan Menteş Soner Ünal Bahar Zeren Ali Can Kırcaali İlknur Uğurdoğan
2
İLK SAYI İnstagram’da altı ay önce Arkeoloji, Sanat Tarihi, Antropoloji üzerine bir sayfa kurarak amacımız yerin altında ve üzerinde geçmişten izler taşıyan medeniyetleri aktarmak ve sizleri bilgilendirmekti. Bu altı aylık süreçte umduğumuzdan çok daha fazlasını yaptığımızı söyleyebilirim. Zaman zaman ufak etkinliklerle geçmişe ışık tutacak yolculuklarımız oldu. Kimi zaman ise instagram sayfamızda mümkün olduğunca sizlere en doğru bilgiyi objektif olarak aktarmaya çalıştık ve amacımız bilgi paylaştıkça çoğalacak fikriydi ve de sizlere ülkemizin zenginliklerini farkına vardırabilmek, hem de Arkeoloji, Sanatı sizleri sevdirebilmekti. Öyle de oldu sizlerde güzel desteklerinizle bizlere moral olurken daha fazlasını yapalım istedik. Bu isteğimizle hesabımızda karakter sınırlamasından kaynaklı olarak daha kapsamlı yapamadığımız paylaşımları bir dergi hazırlayarak daha uzun ve sizlere daha yalın anlatma fikri aklımıza geldi ve gönüllü olarak birçok arkadaşımızın gönderdiği makaleleri seçerek sizlerden için ilk sayıyı hazırladık. Amacımız internet kirliliğinde sizlere doğru bilgiyi aktarırken bu bilgileri sizlere ücretsiz sunmaktı. Böylelikle akademik bir anlatımdan uzak durarak, öz bir anlatım içeriğiyle sizlere Arkaik dönemden başlayarak, Roma dönemine kadar süren savaş gemilerini anlatmaya çalıştık ve günümüzde savaşın ve de kanın eksik olmadığı Ortadoğu’nun aslında bir zamanlar dünyanın ilk devletlerine nasıl ev sahiplik yaptığını anlatmaya çabaladık. Yine Ortadoğu’da ilk dinlerin temellerini inceledik ve Dulkadiroğlu’larının beylikler döneminin mimariye etkilerini derleyip sizlere sunuyoruz. İyi okumalar. Sanat ve Arkeoloji Ekibi
3
ANTİK ÇAĞ SAVAŞ GEMİLERİ Pentekonter Savaş Gemisi Pentekonter savaş gemileri M.Ö. 8. yüzyılda yapılmaya başlanmıştır. Yunancada “Elli kürekli” anlamına gelen “Pentekonter” diye adlandırılan söz konusu gemiler, 65 feet uzunluğundaydı. Her iki yanında tek kürek sırası bulunmaktadır. Bu gemilerin her sırasında yirmi beş kürekçi bulunmaktaydı. Ayrıca geminin kıç kısmında iki adet dümen küreği bulunuyordu. Çoğunluğu çam ağacından yapılan bu tekneler, uzun yolculuklarda kullanılmak üzere direk ve yelkene sahipti. Pruvadan dışarı doğru çıkıntı yapan, mahmuz adı verilen yapay donanım, en önemli silahı idi. Mahmuzun tek görevi düşman gemilerinin gövdelerine delik açıp su almalarını sağlamaktı. En yüksek hızı 9,5 deniz mil olan bu gemiler Arkaik Dönem içinde de hizmet vermiştir.
Elli kürekli gemi, savaşta en çok tercih edilen olmuştur; çünkü M.Ö. 550‟ye kadar Hellen donanmalarının saflarında varlığını sürdürmüştür. Pentekonter gemiler asıl yararını korsanlık ve kıyı saldırılarında gösteriyordu. Bilinmeyen sularda ilerleyen gemilere yönelecek saldırıları önlemek için gereken insan gücünü taşıyordu. Homeros
zamanında kürekli gemiler her iki yanda simetrik olarak düzenlenmiş tek kürek sırasına sahipti. Hızlı taşımacılık, haber ulaştırma ya da önemli yolcular için kullanılan küçük teknelerde yaklaşık yirmi kürekçi vardı. Miken askerlerini Troia’ya götüren daha büyüklerinde ise: kürekçi sayısı elliye ulaşan pentekonterler kullanılıyordu; kaba bir tahminle toplam boyu 30,5 metre, genişliğinin ise bunun onda biri civarında olduğu düşünülmektedir. Bir savaş gemisi ne kadar büyük bir güçle hareket ederse, mahmuzu da o kadar etkili olacaktır. Bir gemiyi daha hızlı hareket ettirmenin tek yolu da kürekçi sayısının fazlalaştırılmasıdır; fakat bir tarafta uzun bir sıra halinde oturmuş yirmi beş kürekçiye daha fazlası eklenirse, tekne tehlikeli bir biçimde uzun olacak, yani dayanıklılığı azalacaktır. Mahmuzlamanın neden olacağı çarpışmada dayanıklılık önemlidir. Gemi ustaları bu sorunu çözmek için çeşitli çareler bulmuştur. Bu gemilerde tek kişilik kürekler yerine, üç ya da dört kürekçinin çektiği uzun kürekler kullanılarak sorunun üstesinden gelinmiştir. Başka bir çözüm ise, kürekçileri aynı seviyede yerleştirmek yerine onları üst üste gelen düzlemler üzerinde düzenlemektir.
4
Uygulamanın en büyük avantajı, kısa tek kişilik küreklerin kullanılmasına izin vermesidir; böylece kürekçiler otururken kürek çekebilmekteydiler. M.Ö. 8. yüzyıl içinde denize indirilen kadırgaların kürekçileri alt ve üst olmak üzere iki seki üzerinde oturmaktaydılar. Pentekonter gemiler söz konusu olduğunda iki katlı tekne,
tek katlı gemilerden 1/3 oranında daha kısaydı; hem daha dayanıklı hem de açık denize daha elverişliydi. Ayrıca düşman mahmuzlarına daha az hedef olmaktaydı. Tek ya da çift katlı Pentekonter’in denizlerdeki hâkimiyeti uzun sürmemiştir. Pentekonterler, M.Ö. 500 civarında, antik savaş gemisinde bir sonraki büyük ilerleme olan ünlü Trireme‟nin ortaya çıkmasıyla demode olmuşlardır.
.
Triakonter Savaş Gemileri M.Ö. 500 yılından itibaren gemi yapımı, Hellas şehir-devletleri tersanelerinde önemli bir endüstri haline gelmiştir. Homeros’un kahramanları tarafından kullanılan basit, açık kadırgalar geliştirilerek, artık savaşlarda önemli görevler alıyordu. Dönemin deniz tarihinde Pentekonterler’den sonra sıkça görülen diğer bir kadırga tipi Triakonter (Triakonteres), yani otuzludur. Triakonteresler, M.Ö. 4. yüzyılda gelişen, bir bank üzerinde oturan üçlü gruplar halindeki tekli - çiftli ya da çoklu kürekçi sıraları olan savaş gemileridir. Bu gemiler, bir tarafında on beş ve diğer tarafında on beş kürekçi olmak üzere otuz kürekçiden oluşuyordu. İsmini bu kürek sayılarından alarak otuzlu olmuştur. Bu gemilerin uzunluğu yaklaşık 23 metredir. Elimizdeki bütün kanıtlar, Pentekonter ve Triakonterler’in dar ve uzunluğun genişliğe oranının 1/10 olduğunu göstermektedir. Bu dönemdeki tasvirlerde mahmuzlarda önemli bir şekil değişikliği görülmektedir. Mahmuz artık sivri bir şekilde son bulmaz; onun yerine bir balık ağzı ya da domuz burnu şeklinde biter. Genellikle bütün mahmuz yaban domuzu olarak şekillendirilmiştir; domuzun burnu da ön yüzü oluşturur. Mahmuzun bu hale gelmesi olasılıkla savaş tecrübesinin bir sonucudur. Sivri uçlu mahmuz, teknede delik açarak düşman gemisini etkisiz kılar, ancak delik içinde sıkışma riskini de beraberinde getirir. Eğer bu olursa ve saldırıyı yapan gemi kendini çabucak kurtaramazsa, çevredeki düşman gemileri için savunmasız bir
5
hedef durumuna gelmektedir. Bu avantaj ve dezavantajlarıyla birlikte uzunca bir süre tüm kent donanmalarında kullanılmıştır.
Triere (Trireme) Savaş Gemileri Triremeler, denizcilik tarihinde çok önemli bir rol oynadığından, Antik yazarlar ondan sıkça bahsetmiştir; dolayısıyla hakkında diğer savaş gemilerinden çok daha fazla bilgiye sahip bulunmaktayız. Kaynaklar, geminin çeşitli özellikleri: kürekçiler, deniz erlerinin performansı ile savaş için gemi üzerine yapılan düzenlemeler ve benzeri konular hakkında notlar düşmüşlerdir. Özellikle Atina Donanmasındaki triremeler hakkında bilgilerimiz oldukça fazladır; çünkü Triremelerin hikâyesi: Thuykidides, Ksenephon gibi antik dönem yazarları tarafından anlatılan Pelopennesos Savaşında başrolü üstlenmiştir. Özellikle, mahmuzla savaşmak için tasarlanmış olan bu tip teknelerin keşfinden önce, daha çok "Triaconter" ve "Penteconter" tipi teknelerin yaygın bir şekilde kullanıldığını ve donanmaların bu tip teknelerden oluştuğunu, hem yazılı hem de görsel dokümanlardan anlamaktayız. M.Ö. 5. ve 3. yüzyıllar arasında birçok deniz savaşında boy gösterip, bir döneme damgasını vurmuş Triremeler, Thuykidides’e göre M.Ö. 7. yüzyılda Korint’te inşa edilmiştir. Pelopennesos, Salamis ve Actium deniz savaşlarında da tüm filoların en önemli gemileri olarak hizmet vermişlerdir. Yeni savaş gemisinin filolarda egemenlik kurmasına kadar iki yüzyıl geçmiştir. Hiç Şüphesiz bu gecikmede korkunç giderlerin katkısı vardır. Bir Pentekonter filosu, her gemide ödeme yapılması gereken elli kürekçisi ile yeteri kadar pahalıydı; Trireme filosu ise, bu sayıyı gemi başına yüz yetmiş kişiye çıkartmıştır; bunlara birde inşaat masrafları eklendiğinde Trireme yüksek ekonomili şehirler için yapılan gemiler konumunda olmuştur. Thuykidides’in dediği gibi bu refah ortamı, şehirlerin donanma
6
kurmalarını ve içlerinden en zengini olan Korinthos’un bütün savaş gemilerinin en pahalısı olan Triremeyi inşa etmesini sağlamıştır. Trireme, M.Ö. 500’den M.Ö. 300’ün hemen öncesine kadar iki yüzyıl boyunca denizlerin hâkimi olacak ve Roma İmparatorluğu’nun görkemli zamanlarında bütün filolardaki en önemli gemi olarak hizmet vermeye devam etmiştir. Tarihsel öneminden dolayı Trireme hak ettiği değerini bulmuştur. Atina’nın Persler’e karşı zafer kazandığı, dünyanın en önemli savaşlarından birine sahne olan Salamis’te, her iki tarafında donanmasında yüzlerce trireme bulunuyordu. Triremeler, daha sonraları Doğu Akdeniz’de meydana gelen büyük savaşlarda kullanılan en önemli savaş gemileri olmuşlardır. Peloponnesos Savaş’ında bir tarafta Atina ve müttefikleri, diğer tarafta Sparta ve müttefiklerinin çarpışmasındaki en önemli savaş gemisi yine triremelerdir. Gemi komutanları, alışmış oldukları ve hayli etkili iki katlı Pentekonterler’ini, onlardan daha pahalı olan triremeler kendilerini kanıtlayana dek ıskartaya çıkarmak istememişlerdir. M.Ö. 500’e gelindiğinde Trireme, bunu intikam alırcasına başarmıştır. M.Ö. 480 yılındaki ünlü Salamis Savaşı’nda 400 ya da 500 civarındaki gemiden oluşan Trireme filosu kendisinden iki kat güçlü ve triremelere de sahip Pers donanmasını bozguna uğratmıştır. Trireme, üçlü anlamına gelmektedir. Latince Triremis’in türevidir. Trireme, kürekçilerin üç sıra oturmasıyla bu ismi almıştır. Romalılar kadar Hellaslı denizciler de kadırganın teknik adını, yani Trieres’i tercih etmişlerdir. Bununla tam olarak neyin kastedildiği, uzun süren hararetli tartışmaların konusu olmuştur. Pentekonter ve triakonter’in böyle adlandırılmalarının nedeni kürekçilerinin sayısıdır. Antik yazarlar triremeler konusunda açıklama yapmaya gerek görmemişlerdir; çünkü okuyucuları zaten gemiyi biliyorlardı. 1941‟de kürek çekme yöntemleri hakkında bilgi sahibi ingiliz eski çağ tarihçisi John Morrison, bir makale yayımlayarak sonu gelmeyen tartışmaya nokta koyma yolunda önemli bir mesafe kaydetmiştir. Trireme ile ilgili her bilgi kırıntısını, antik kaynaklardaki anlatımlar, denizcilik kayıtlarındaki detaylar, konuyla ilgili tasvirlerle birleştirerek, bütün kanıtlarla bağdaşan üç katlı bir kadırga planı çizmekle kalmadı, yaptığı ölçekli bir modelle iş görebileceğini de kanıtladı. Morrisson, gemi mühendisi John Coates ile işbirliği yaparak bir
7
Atina Triremesi‟nin bire bir modelini inşa ettirip denize indirdiğinde bütün kuşkular kayboldu. Bu yeni modele Olympias adı verilmiĢtir. Yazılı kaynaklara göre; bir triremenin en uzun sırasında 31 kürekçi vardır, buna göre geminin boyu yaklaşık 30 metre civarında olmalıdır. Triremeler, işlevlerine göre dörde ayrılmaktaydı bunlar: Hızlı Triremeler, Stratiotisler, Hippogagoslar, ve Hoplitagagoslar’dı. Triremeler, diğer antik gemiler gibi armuz kaplama tekniği ile birçok zıvana ile birleştirilen kalaslarla inşa edilmekteydi; fakat uzun ve dar olduklarından, gemi omurgasının kamburlaşmasının, yani uçlarının sarkmasının önüne geçilmesi gerekiyordu. Bunu önlemek için Hypozatama denilen alt destekler kullanılmaktaydı. Triremeler, kürekleri, genişlikleri, kapasiteleri, sağlamlıkları ve yelken performansına dayalı düzenlenmiş farklı tipleri ile uzun yıllar boyunca birçok güçlü devletin filosunda vazgeçilmez savaş kadırgası olarak görev yapmıştır.
Yazar Hasan Menteş Selçuk Üniversitesi
8
İLK DEVLETLERİN DOĞDUĞU TOPRAKLAR Tarihin başlangıcı olarak kabul edilen MÖ 5000’lerden günümüze kadar geçen 7000 yıllık medeniyet tarihinde, neolitik dönemden global kozmopolitinizim adı verilen son döneme kadar geçen süreci başlatan, etkileyen ve bir bakıma tarihin akış çizgisini belirleyen en önemli olgu Ortadoğu’da yerleşik medeniyetlerin tarih sahnesine çıkmasıdır. Mezopotamya ve Mısır gibi yeryüzünün ilk medeniyetlerini doğuran Ortadoğu; modern anlamda “devlet” olgusunun ve siyasal örgütlenmenin kent-devlet biçiminde kurgulandığı ilk merkezdir. Bu oluşumun Ortadoğu kaynaklı oluşunu ise; Wittfogel’un kuramsal altyapısını attığı “sulama” olgusu ile açıklamak mümkündür. Wittfogel’e göre sulamalı tarım kanal kazmayı, bakımını yapmayı ve su baskınlarının geniş ölçekli denetimini gerektirdiğinden devlet (gibi otorite sahibi ve kaynakları sevk edici bir örgütün) müdahalesini zorunlu kılmaktaydı. Nitekim Mısır ve Mezopotamya gibi ilk medeniyetler de, Nil, Fırat ve Dicle nehirlerinin havzasında kurulmuştur. Bu nehirler tarafından sulanan kurak coğrafyalar ise, MÖ 5000’lerden MÖ 500’lere kadar devam edecek olan 4500 yıllık Ortadoğu uygarlığının oluşumuna tanıklık edecektir. Bu dönemde Ortadoğu, bilhassa Mezopotamya, oldukça özgün ve yenilikçi bir uygarlığın beşiği olarak, komşu kültürlerden çok öndeydi. Fakat bu bölge idari olarak her biri yerel bir hanedanın yönetimindeki bir beylikler mozaiği biçiminde bölünmüştü. Bu siteler veya her birinin komşularından bağımsızlığını vurgulamak için kullanılan deyimle bu kent-devletleri, mihenk noktasını, hiç tartışmasız, dini, siyasi ve akli faaliyetlerin yoğunlaştığı birim olan kentlerin oluşturduğu bir toplum modeli geliştirmiştir. Bu anlamda arkaik ve hiyerarşize olmuş bu kentsel yapıların doğuşu da, bir bakıma çağdaş dünyanın doğuşu olmuştur. Ortadoğu: Devlet’in Doğum Yeri “Uygarlığın şafağına” tanık olan Ortadoğu medeniyeti, MÖ 5000’lerden MÖ 500’lere kadar sürecek olan 4500 yıllık, insanlık tarihinin en uzun yönetim deneyimlerinden birisidir. Tarıma dayalı yerleşik ilk medeniyetlerin beşiği olan Ortadoğu medeniyet havzası ise, M.Ö. 650 Kral I. Aşianipal, Savaş Arabasındaki Rölyefi temelde Mezopotamya bölgesi uygarlığının bir öyküsüdür. Mezopotamya, Güneydoğu Anadolu’dan başlayarak, Basra Körfezi’ne kadar uzanan Dicle ve Fırat nehirleri arasında kalan bölgeye eski dönemlerde verilen addır. Zaten kelime olarak da “iki nehir arasındaki ülke” anlamına gelmektedir. Yine bu bölge Doğu Akdeniz coğrafyasında bulunan Kenan Ülkesi ile birlikte “Bereketli Hilal” olarak da nitelendirilmektedir. Akdeniz ile Güney ve Orta Asya arasında bir köprü olan Mezopotamya, verimli tarım arazilerine ve canlı bir ticaret hayatına sahip olması nedeniyle çok sık istilalara ve göçlere uğramıştır. Bu durum da coğrafyanın, halkların ve kültürlerin bir etkileşim sahası olmasını gerektirdiği gibi, maddi ve entelektüel boyutuyla medeniyetin ilk olarak bu bölgede gelişimine de olanak sağlamıştır. Bir başka deyişle, uygarlığın doğumunda yerleşik ve göçebe halklar arasındaki uzun mücadelelerin yol açtığı kültürel etkileşimin çok belirgin bir yeri bulunmaktadır. Bu bölgenin medeniyet ve devlet gibi kavramlarda öncü olması, genel olarak “sulama” olgusuna bağlanmaktadır. Buna göre, örneğin devlet kavramının Mezopotamya’da yeşermeye başlamış olmasının nedeni, Fırat ve Dicle nehirlerinin akışının düzensizliğidir. Kabarma zamanlarının ise belirsiz olması idi. Bölgede tarımın ancak sulamanın örgütlenmesi; teoremine devamla, sulama olgusunun
9
hatta daha kapsamlı bir tanım ile sulu tarım kökenli “su kurumlarının” ilk despotik siyasal rejimlerin de kurulmasına neden olduğunu ileri sürmektedir. Devletin Doğduğu Yer: Antik Çağ Ortadoğu’sunda İdari Hayat denetlenmesi ile mümkün olması, insanları gelişmiş su kanalları ve setler yapmaya ve bunları sürekli bakıma zorlamıştır. Gerekli kanal şebekelerinin tesisi ve bakımı da, geniş insan kitlelerinin tek bir otorite altında düzenli emek vermesini gerektirmekteydi. Başka bir deyişle, halkların hayatlarını idame ettirebilmeleri için karşılaştıkları müşterek sorunlara bu denli kolektif yaklaşma zorunluluğu, ilkel anlamda belirli bir idari otoritenin ve bu otoriteye siyasal bağlılık duygusunun oluşmasına neden olmuştur. İdari otoritenin sürekli bir bağlılık duygusuyla siyasal otoriteyi oluşturması da, bölgede tarihin ilk otoriter monarşilerinin kurulmasına zemin hazırlamıştır.
10
Thorkild Jacobsen, bu süreci “ilkel demokrasiden mutlakiyet rejimine geçiş” olarak görmektedir. Jacobsen’e göre, başlangıçta, özgür insanlar geçici ve belli kriz dönemlerinde, örneğin bir sel baskını veya büyük bir kargaşa durumunda, güçlüklerin aşılması için otoriteyi kısmen ve süreli olarak özel bir kişiye –kral veya rahipdevretmekteydiler. Bazı hırslı krallar, emanet aldıkları iktidarı korumaya yöneldiler ve böylece, idari ve hukuki otoritenin kalıtsal sahipleri ve devletin en önemli iktisadi yapısı olan kentin ana tapınağının yöneticileri durumuna geldiler. Öte yandan, devletin burada oluşumunu açıklayan bir de ruhani gerekçe bulunmaktadır. Bu yaklaşıma göre ise, devlet gibi omnipotent bir örgütün varlığı, bölge halklarının dinsel/ruhani inançlarının somut dünyadaki bir ifade tarzıdır. Ortadoğu’da kurulan bu İlkçağ Monarşilerinin “hiyerokratik” nitelikleri de bu yaklaşım için önemli bir kanıt oluşturmaktadır. Bir başka deyişle, bölgedeki kavimlerin sahip olduğu “Devlet gökteki sabit düzenin yeryüzündeki örneğidir: Tanrılar gökyüzünü nasıl yönetiyorlarsa, devlet de yeryüzünü öyle yönetmelidir” anlayışı, bölgede ilk ilke ve biçimleri verilecek olan “devlet”in ve bunun ilk nüvesi olan teokratik siyasal ve idari düzenlerin de temel meşruiyet kaynağını oluşturmuştur. “Kutsal Devlet” fikrinin, şüphesiz Eski Ortadoğu kavimlerinde siyasal ve toplumsal bir karşılığı da bulunmaktaydı. Bunun en belirgin kanıtı ise, ruhani ve dünyevi iktidar bütünlüğünün, siyasal ve sosyal statüler ile unvanlara da doğrudan yansımış olmasıdır. Öyle ki Lûgal sıfatlı ilk hükümdarlar, Patesi (Baş Rahip) ve Ensi (naib) gibi uhrevi manalar da ihtiva eden unvanlarla, ve kent tanrısının temsilcisi sıfatıyla sitelerinin başında bulunmaktaydılar. Ancak, her ne kadar Mezopotamya’daki teokratik düzenin hakim bulunduğu devlet anlayışı dini ve politik güçleri tekelinde toplayan bir rahip-kral yönetici profili çizse de, bu hiçbir zaman tanrısallık iddiasına dönüşmemiştir. Kent-devletleri veya geniş krallıklar halinde örgütlenen Mezopotamya halkları Mısır’daki gibi bir tanrıkral otoritesini tanımamışlardır. Mezopotamyalılar, “toprağın, insanların ve malların mutlak efendisi tanrıdır; kral ise
sadece onun naibidir” düşüncesine sahiptiler. Kutsal nitelikli yönetim bölgedeki tinsel ve mitolojik dünyanın zenginliği ve egemenliği, kralın yanında “ruhban sınıfı” denilen yönetici bir sınıfın da ortaya çıkmasına neden olmuştur. Kentlerin hem idari hem de ekonomik merkezleri olan tapınaklarda yaşayan bu elit sınıf, tapınakların başında bulunan rahiplerden oluşmaktaydı. Merkezi bürokrasinin temsilcisi olarak bu rahiplerin, yönetsel görevleri yanında ürünlerin tapınaklarda toplanması, muhasebe kayıtlarının tutulması ve pay edilmesi gibi iktisadi nitellikte görevleri de vardı. Ayrıca sulama kanallarının inşası ile bentlerin ve teraslama sisteminin düzenlenmesi, güçlü bir merkezi idari sistemini geliştirmiş, bunun sunucunda da rahiplerden oluşan etkili bir bürokrasi gelişmiştir. Rahipler binlerce insanın çalıştığı inşa faaliyetlerini yönlendirmekte ve bu yetkilerini de tanrılara dayandırmaktaydılar. Sistemin ve ruhani kültürün bir unsuru olarak doğan ruhban sınıfı, zamanla siyasal hüviyetlerinin ön plana çıkması nedeniyle, hükümdarla güç ve yetki çatışması içerisine girmiştir. Bu durum çağdaş devlet sorunlarından olan iktidar-bürokrat çatışmasının da tarihi temellerini atması açısından dikkate değerdir. Bu güç ve yetki çatışması, aynı zamanda günümüz laik devlet yapısının temellerini atması açısından da önemlidir, çünkü ilk dini-siyasi ırk ayrım sürecini de başlatmıştır. Bu ayırımın ilk defa, MÖ üçüncü bin yıldan itibaren Sümerlerde dini ve siyasi unvanların farklılaşması süreci ile başlamış olduğu kabul edilmektedir. Hatta 1939 tarihli “Asur-Babil Krallığı’nın Dini Karakteri” adlı kitabın yazarı Rene Labat’a göre “Mezopotamya’da iktisadi yaşam, başlangıçta toprağın ve onun ürünlerinin sahibi olan tapınağa bağlı bulunmakta ve Mezopotamya dünyasının siyasi tarihi, ruhban sınıfı ile krallık arasında aşama aşama gerçekleşen ayrışma biçiminde özetlenebilmektedir”. Eski Mezopotamya’daki bu ayrışmadan sonra, Ortadoğu’nun ve sonra bütün dünyanın kaderini değiştirecek olan yazı sisteminin Sümerliler tarafından MÖ 3500’lü yıllarda bulunması, uygarlığın başat gücünü de pekiştirmiştir. Geliştirilen Çivi Yazısı ve bu sistemle yazıya geçirilmiş olan Samî dili, ilk
11
uluslararası iletişim aracı olarak tarihe geçmiştir. Yazının ve MÖ I.bin yılda alfabenin geliştirilmesi, düşünsel ve sosyal süreçlerin kayıt altına alınmaya başlamasına neden olmuştur. Bu sürecin kamu yönetimi bakımından önemi ise, yönetsel hayatın sistematize edilmesi fikrini hayata geçirmede
önemli bir araç sunmuş olmasıdır. Monarşik sistemde kralın kişisel mülkü sayılan ülke topraklarında hasat edilen, ambara konan veya önceden ayrılan ürünlere ilişkin bilgilerin saray arşivlerinde kayıtlı tutulması ve uyruklara ilişkin bilgilerin saklanması gerekliliği, yazının idari yaşama
dahil olmasını sağlamıştır. Bu gerekliliğin bir yeniden üreten bu iki medeniyetin dini, idari diğer sonucu da, günü gününe kayıt tutan ve ve sosyo-kültürel yapısı ile siyasal düzenleri rahiplerden oluşan profesyonel bir merkezi arasındaki karşılıklı etkileşimi karşılaştırmamız, bürokrasinin ortaya bütünleşik olarak çıkmasına neden Ortadoğu uygarlığını olmasıdır. Nitekim kimi anlamamıza yardımcı tarihçiler, burada genel olacaktır. Ancak, bir profili çizilen öncelikle Mısır’a göre Ortadoğu Asurlular ve daha az bilinen Babilliler bu dili Mezopotamya konuşuyorlardı. Devletin uygarlığının kamu idaresi Doğduğu Yer: Antik Çağ anlamında önemli Ortadoğu’sunda İdari özelliklerine göz atmakta Hayat Mezopotamya fayda bulunmaktadır. uygarlığını, bu Sümerler niteliğinden dolayı Mezopotamya’da “rahip-devlet” olarak “devlet” diyebileceğimiz tanımlamışlardır. Eski nitelikte bir örgütsel Ortadoğu’nun Kısa Tarihi yapıya sahip ilk toplum ya Da İlk “Devletli olan Sümerlerin, MÖ Toplum”lar İnsanoğlunun 2800 yıllarında tarih ilk kez kent devletler sahnesine çıktıkları şeklinde örgütlendiği görülmektedir. Daha Mezopotamya’da önce, MÖ 5000-2800 zamanla Sümerler, yılları arasında, bu Akkadlar, Asurlular, bölgede yaşayan Tell Babilliler ve Anadolu Halaf, El Obeid, Uruk, kökenli Hititler hüküm Dremdet ve Nasr sürmüşlerdir. kültürlerinin Sümer Mezopotamya’daki bu kültürünün oluşumunda kent-devlet deneyimleri, önemli rolleri olduğu zamanla hiyerarşik bir kaydedilmektedir İndus ağa dönüşerek sayıca az nehri veya Kafkasya üda olsa merkezde bir zerinden geldikleri başkenti olan geniş tahmin edilen imparatorluklara da Sümerlerin bu bölgeye dönüşmüşlerdir. Aynı gelmeleri, Sümerli Savaşçılar dönemde bir başka Yakındoğu’nun siyasal akarsu vadisinde, Nil’de yapısını ve düşünsel kurulan ve kronolojik olarak birbiri arkasına dünyasını derinden etkilemiştir. Nitekim Aşağı dizilen Mısır Devletleri ve uygarlığı da, Mezopotamya’da kurulan bu kentsel Ortadoğu’nun başat güç olduğu süreç uygarlığın hegemonik kültürü, kısa zamanda içerisinde değerlendirilebilir. Bu nedenle “tarih Mezopotamya dünyası ile derinlemesine ve coğrafya birliği” yapan, birbirini besleyen ve bütünleşmiştir. Sümerler, doğu ile batı
12
arasındaki6 kültürel etkileşimin sağlanması, bu etkileşimden melez ancak pek çok yönüyle özgün bir hegemonik kültür üretme, ve siyasal /idari üst-yapı kurumlarının oluşturulması gibi bir çok ilkleri gerçekleştirerek, uygarlığa çok önemli katkılar yapmışlardır. Sümerler, geliştirmiş oldukları çivi yazısı ile tarih öncesinin en gelişmiş medeniyetini ve devletini kurmuşlardır. Devletin ilk ilke ve biçimlerinin “kent-devletler” şeklinde kurgulandığı Sümerlerde, siyasal örgütlenmenin bu şekilde parçalı olması, 4 Sümerler, Akkadlar, Asurlular ve Babilliler sonradan Ural-Altayik olarak, Hititler ise HintAvrupai olarak da adlandırılmışlardır. Güney Mezopotamya’da Sümerlerin de içinde yer aldığı çok geniş bir coğrafyada etkin olan kültür dairesi. Grek-Mezopotamya medeniyetleri MÖ. 4000 - MÖ.500 arası dönemde Ortadoğu’nun önemli dini ve siyasi güç merkezlerinden birisi de, başkenti Babil (Ninova) kenti olan Babil Devletidir. Güney Mezopotamya’nın dini ve kültürel değerleri ile yüklemlenmiş bir megapol olan Babil, ilk “Mutlak Krallık” anlayışının ortaya çıktığı devlettir. Bu kent-merkezli devleti bir medeniyet eşiği ve hukuk devleti haline getiren hükümdar siyasal birliğin ve barışın çok kısa ve süreksiz olmasına yol açmıştır. MÖ 5000’lerdeki Sümer kent-devletlerinin bu yerelliği, günümüzde global bir nitelik gösteren sosyal ve siyasal süreçlerle tam bir zıtlık göstermektedir. Sümer siyasal yönetim şeklinin önemli bir özelliği, salt despotik ve feodal yönü ağır basan, askeri baskı aygıtlarıyla ayakta kalan bir devlet vurgusu taşımamasıdır. Sümerlerin sadece askeri yöntemlerle değil, ideolojik ve kültürel aygıtlarla birlikte devleti yönetmeleri, o zamanın daha kurumları oluşmamış toplumlarında değil, binlerce yıl sonra üretilen demokratik devlet kuramlarınca öngörülebilen bir olgunlaşmanın yansıması olarak değerlendirilebilir. Ancak, bu özelliğin sadece Sümerlerde değil, diğer Eski Ortadoğu devletlerinde de bulunduğu iddia edilmektedir. Örneğin, Mezopotamya’nın en erken devletleri bile zorunlu kalmadıkça şiddet aygıtlarına başvurmuyorlardı. En önemli silahları ideolojik ve kültürel olanlardı. Klasik tarım toplumunun temel özelliklerini en iyi biçimde yansıtan Sümerlerde, ilk sınıflı toplum
ve hiyerarşik tabakalaşma da ortaya çıkmıştır. Nitekim bu devlette siyasal iktidara katılım ve egemen güç, köle olmayan hür vatandaşlara tanınmış bir haktı. Fakat klasik sınıflaşma düzeyleri arasındaki farklılık Grek Uygarlığından daha yumuşak bir yapıda idi. Sümerler, kentlerin mihenk noktasını oluşturduğu bir toplum modeli geliştirmişlerdir. Bu kentlerin kurulumu da tamamen teokratik nedenlere dayanmaktadır. Kentler, tanrıların bir armağanı olarak kabul edilmektedir. Çünkü bünyesinde tanrıların ikametgahları olan ve Ziggurat adı verilen tapınakları barındırmakta, berkitmeleriyle de bunları korumaktadır. Bu yüzden Sümer kentleri için “tapınak-kent” deyimi de kullanılmaktadır. Başlıcaları Nippur, Adab, Şuruppak, Umma, Uruk, Larsa ve Ur olan bu Sümer Kentleri; “Lûgal” unvanlı krallar tarafından yönetilirlerdi. Kent tanrısının temsilcisi sıfatıyla sitelerin başında olan Lûgaller, zamanla alternatif bir güç olmaya başlayan rahiplerle, güç ve otorite mücadelesine girişmişlerdir. Bu güç ve yetki çatışmasının, günümüz laik devlet yapısının temellerini atması açısından önemli olan dinisiyasi erk ayrım sürecinin başlangıcı olması yönünden özel bir önemi bulunmaktadır. Ancak, bu ayrımın Sümer toplumsal, siyasal ve idari düzeninde makam ve yetkilerin karmaşıklığı başta olmak üzere bazı olumsuz etkiler yaptığı da düşünülebilir. Nitekim, Sümer yöneticilerinin En, Ensi, Lûgal gibi değişik ünvanlara sahip olması da bunu kanıtlar niteliktedir. Babilliler Devletin Doğduğu Yer: Antik Çağ Ortadoğu’sunda İdari Hayat ise Hammurabi’dir. “Hammurabi Kanunları” adı ile bilinen en eski yasa ve yönetim kurallarını oluşturan bu hükümdar; kurumsal devlet yönetiminin ve bürokratik sistematiğin temellerini atmış olması bakımından kamu yönetimi tarihinde önemli bir yere sahiptir. Sümer ve Akad töre ve yasalarını, fermanlarını sistematize ederek Sami dili ile yazdırtan Hammurabi, Ninova merkezli bir hukuk devleti kurmuştur. Merkezi idareyi güçlendirmek için ülkenin her yanına memurlar tayin eden Hammurabi, bu kurumsal yapılanmayı yasal düzenlemelerle koruyarak, siyasal birliği uzun bir süre koruyabilmiştir. Dönemin kamu yönetimine önemli bir katkısı da “Babil Klasizmi” olarak anılan ve duru bir gramer ve üslupla yazılan bürokratik diyalekti
13
geliştirmeleridir. Akad dili ve Sümerlerin mirası olan çivi yazısını kullanan Babillilerin; bu bürokrasi dilini geliştirmelerindeki amaç; iktidarı kutsallaştırma ve mutlak bir monarşi yönetimi kurma amaçlarını hayata geçirmektir. Hammurabi Kanunları Babil uygarlığının en önemli eseri ve sembolü 282 maddeden oluşan “Hammurabi Kanunları”dır. Çeşitli konulardaki kralın kararlarını halka anımsatmak üzere, bir dikme taş üzerine kazdırılan bu ilk yazılı hukuki metinler, teokratik temellere dayanmaktaydı. Nitekim Kanunların kutsallığını gösteren ve Kral Hammurabi’ye bu kanunları yazdırtan Güneş Tanrı’ya saygılarını sunduğu bir kabartmanın da kitapta yer alması, Hammurabi’nin, “bilinen ilk kanunların tanrı sözü olduğunu da anlatmak istediği” şeklinde yorumlanmaktadır. Bununla beraber, ilk hukuki metinlerin gerek hazırlanış gerekse uygulama evrelerinde dini ve mitik ideoloji ile temellendirilmesinin, bunların meşruiyetini sağlama kaygısından ziyade, uyulmasını manevi müeyyidelerle tamamlama eğiliminden kaynaklandığı düşünülebilir. Hammurabi Kanunları’nda düzenlenen toprak hukukuna göre; iki tür toprak ve iki tür tarım emekçisi vardı. İlki Neolitik komünlerde yaşayan ve toprağa bağlı emekçiler, ikincisi ise herhangi bir hükümdara ve tapınağa ait topraklarda çalışanlar. Köle olmayan ve hukuki olarak tanınan bu ikinci grup kişiler topraklarında kiracıydı. Osmanlı’daki tımar benzeri bu toprak sahipleri, yarı-özgür ya da “bağımlı” olarak yaşayan kişilerdi. Özel mülkiyet ve serbest ticaretin var olduğu Babil ülkesinde, Ortadoğu toplumlarının klasik hükümdar - tebaa ilişkisine dayanan vatandaşlık düzeninden oldukça farklı bir yapı olduğu görülmektedir. Modern anlamda medeni hukuku ve kişi hukukunu da içeren bu yasal metinler, kadın-erkek ilişkilerini ve toplumsal hayatı oldukça rasyonel ve çağdaş bir çerçevede değerlendirmiştir. Örneğin, bu hukuk sistemi evlilikte tek eşlilik esasını kabul etmiş, istisnalarını da geçerli sebeplere bağlamıştır. Erkeğe ancak çocuğu olmadığı Adalet Tanrısı Şamas takdirde nikahsız bir eş veya yardımcı kadın seçme hakkı tanımıştır. Yine murisin terekesinin eşit paylaşımı, kadının kendi medeni haklarını savunması, kocasından kalan mirası yönetme gibi günümüzdekine çok benzer normlar getirmiştir. Bu hukuki
kuralların müeyyidesi ise diyet ve kısas ilkelerine dayanmaktaydı. İslam fıkhında da önemli bir yeri olan bu kurallar; hür olmayan suçlular için “göze göz, dişe diş” esasına göre tatbik edilirken, asil-özgür- insanlar için maddi bir tazminat ödetmek şeklinde uygulanmaktaydı. Ayrıca suçlara getirilen cezalar da oldukça ağırdı: Kırbaçlama, dilin koparılması, el kesme, ölüm cezası vb. “Adalet” anlayışını kurumlaştıran ve sistematize eden bu ilk yazılı kanunlar, kendisinden sonraki hukuk sistemlerini ve yönetim biçimlerini de önemli ölçüde etkilemiştir. Asurlular, tarih sahnesine çıktıkları MÖ 2000 yıllarından MÖ I. bin yılın ilk yarısına kadar Asur şehri ve çevresinde kurulu küçük bir devlet iken, bu tarihten itibaren genişlemeye başlamış ve Mezopotamya, Elam, Suriye ve bir süre Mısır’ı da içine alan büyük bir imparatorluk halini almıştır. “Fethedilmiş toprakların illere bölünerek ve merkezi idare tarafından atanmış valilerin yönetimine verilerek sürekli denetim altında tutulur olması ile”, Asur devletinin doğası değişmeye başlamıştır. Demir Çağı’nda askeri ve siyasal varlığı ile Mezopotamya’da siyasal birliği sağlayan Asurlular, Ortadoğu’nun siyasal ve idari yapılanmasında çok ö- nemli gelişmelere sebep olmuşlardır. Örneğin, Anadolu ve Mısır uygarlığı ile yakın temaslar kurmuş, Yunan kültürü ile bağlantıya geçmiş ve Yunan Uygarlığı’nda “Orientalisan” çağın doğmasına sebep olmuşlardır. Asurlular, bir köprü vazifesi görerek, doğuyu batıya taşıyan ilk kültür emperyalisti devlet olmuştur. Anadolu ticaretinde de, daha devlet kurmadan “Asurlu Tüccarlar” potansiyelini oluşturarak, devletin korunmasındaki dış ticaret sistemini kurmuşlardır. “Kapadokya Tüccarları” adı verilen bu tüccarlar çivi yazısını da Anadolu'ya öğreterek, Anadolu'da tarih devirlerini başlamasına sebep olmuşlardır. Asurlular, siyasal anlayışlarında ve devlet yönetimlerinde, kültürel mirasçıları oldukları Sümerlerden farklılık göstermekteydi. Her ikisinin de savaşçı karaktere sahip olan hükümdarları, Sümerlerde dinsel sisteme göre, Asurlulur’da ise kişisel isteklerine göre devlet yönetmişlerdir. Fethettikleri ülkelerde Sümerler barışçı niyetlerle, Asurlular ise savaşçı, hırçın ve acımasız davranışlarla kendi isteklerini kabul ettirmişlerdir. Ayrıca Asur
14
ülkesinde merkezi otoritenin yönetime tam medeniyetleri, hiyerarşize olmuş klan benzeri anlamı ile sahip olduğu da anlaşılmaktadır. bir topluluğun, bütünlük ve hemen hemen Asur tarihinde siyasal hüviyeti pekiştiren en tam özerklik sergileyen idari, siyasi ve sosyoönemli olgu ise, MÖ. XIV. yy.dan beri geçerli ekonomik birimleri görünümündeydi. Kendine olan geleneksel hukuki esasların8 MÖ.1100 özgü özellikleri bulunan ve belirli bir mekanda yıllarında bir hukuk kitabı halinde yoğunlaşmış bu süreksiz ve siyasal birlikten toplanmasıdır. Bu hukuki ilkeler genellikle töre yoksun devletlerin doğuşu aynı zamanda, kaynaklıdır. Devletin Doğduğu Yer: Antik Çağ kentlerin evrimi ile de yakından ilintilidir. IV. Ortadoğu’sunda İdari Hayat. bin yıl boyunca Eski Ortadoğu’da İdari Mezopotamya’nın Hayat: Mısır Ve köyleri yavaş yavaş Mezopotamya kentlere dönüşmeye Karşılaştırması Kent-Devlet başlamıştı. Sümer ile Merkezi Devlet Farkı olarak andığımız UralNasıl Mısır uygarlığı Nil Altayilerin Gü- ney nehrinin varlığı ile Mezopotamya’ya şekillenmişse, akışı da bu süreci Mezopotamya da Dicle ve hızlandırmıştı. Ancak Fırat nehirlerinin suladığı kentleşme salt toprakların ürünü olan bir nüfusta medeniyettir. Coğrafya ve kalabalıklaşma tarih birliği yapan bu iki anlamına gelmiyordu. medeniyet merkezindeki Kent olma olgusunda sosyo-kültürel hayatın ön plana çıkan, daha doğuşu ile kurumsal ve çok toplumsal yönetimsel gelişme de yapıdaki hiyerarşik önemli ölçüde bu nehirlere ayrışmaydı. bağlı olarak; nehir kaynaklı Kentleşme süreci sulama projelerinin merkezi çeşitli sosyal sınıfların, kontrol ihtiyacından düzenli ordu ve doğmuştur. Hayatın rahipler sınıfının sulamaya bağlı olduğu, ortaya çıkmasıyla ancak dünyanın geri kalan beslendi ve ilk kent bölümünün aksine, çoktan devletlerini kentleşmiş bu tarım tapınakların rahipleri toplumlarında sulamalı yönetti. Nitekim tarımın güçlüğü Ortadoğu’nun ilk merkezileşmiş bir iktidarı yerleşim yerleri olan gerekli kılmaktaydı. Sulama bu kentlerin doğuşu Babilli Asker kanallarının inşası ile da sadece bentlerin ve teraslama sisteminin Mezopotamya siyasal uygarlığının kökenini düzenlenmesi, buralarda güçlü bir merkezi değil, aynı zamanda çağdaş dünyanın ve iradeyi ve onun yansıması olacak olan “devlet” siyasal düşünümün de sosyolojik miladını olgusunu doğurmuştu. Fakat iktidarın dini oluşturmaktadır. Mezopotamya’daki kenttemerküzünde ve siyasal örgütlenmede bu iki devlet şeklindeki siyasal parçacılığın ve medeniyet havzası arasında önemli farklılıklar istikrarsızlık, büyük ölçüde coğrafi şartlardan vardı. Örneğin, Mısır’daki katı merkeziyetçi kaynaklanmaktaydı. Mezopotamya’nın bütün üniter devlet yapısına karşılık, Mezopotamya rüzgarlara açık bir geçiş bölgesi olması, sık sık birbirine rakip küçük ve bağımsız kentArabistan ve Suriye bozkırlarından dalgalar devletler şeklinde örgütlenmişti. MÖ halinde göçen göçebe Samîlerin ve diğer 3000’lerde Sümerlerle başlayan bu kent savaşçı step halklarının istilalarına maruz
15
kalmasına neden olmaktaydı. Bu da bölgedeki siyasal birliğin sağlanmasında büyük bir engel teşkil etmekteydi. Nil Havzasındaki siyasal birliğin ve bir bakıma üstün uygarlığın varoluşu da yine coğrafi nedenlere dayandı. Mısır ve Mezopotamya’ın teokratik tandanslı devlet kurumları arasındaki temel farklılık ise, bu kutsal devlet = kutsal yönetici düzlemindeki tanrı süjesinin algılanış farklılığı idi. Mısır Firavunları, Ra’nın oğlu olarak Tanrı’nın kendisiydi: Sosyal varlığın ve iktidarın tek kaynağı olarak doğuştan Tanrı kabul edilirlerdi. Kent devletleri veya sayıca az olarak geniş imparatorluklar şeklinde örgütlenen Mezopotamya halkları ise, Mısır’daki gibi bir Tanrı-Kral otoritesini tanımamışlardır. Onlara göre toprağın, insanın ve malların mutlak efendisi Tanrıdır; kral ise sadece onun naibidir. Bu inanış da M.S. 18. yüzyıldan itibaren anlamını bulan “laik devlet anlayışı” ve bu fikri realize edecek dini-siyasi erk ayrımı için tarihsel bir örnek olarak önemlidir. rılabilir. Mısır Medeniyetinde Nil akarsuyunu çevreleyen geniş ve kolay geçit vermeyen çöl bölgesi, yabancı güçlerin ve özellikle de göçebe halkların Nil’i ele geçirmelerini zorlaştırmakta, dolayısıyla da bölgede siyasal birliğin sürdürülmesini kolaylaştırmaktaydı. Mezopotamya’da siyasal bütünleşmeyi güçleştiren bir diğer etken de bölgenin stratejik karakterini ve gücünü yansıtan “suyu denetim altında bulundurma ve paylaşma” isteğidir. Aşağı ve Yukarı Mezopotamya’da toplumsal yapılanmanın dolayısı ile de tarihin belirleyicisi su ve suyun paylaşımıdır. Mezopotamya’da geniş imparatorlukların ve birleştirici bir iktidarın ortaya çıkmasını iki bin yıl boyunca engelleyen iki önemli engel daha vardı: Sürekli ordu beslemenin ve uzaktaki toprakların yöneticileriyle kısa yoldan haberleşmenin imkansız olması; ve devletlerin askeri güce dayanıyor olması nedeniyle, kaybedilen savaşlar sonunda merkezi iktidarın otoritesinin, yenilginin şokuyla hemen ortadan kalkmasıdır. Hiyerokratik Yönetim Tarzlarındaki Kral Anlayışı Farklılığı Antikçağ’da Ortadoğu’da kurulan bütün monarşilerin temel karakteristiği, hiyerokratik özelliklere sahip olmalarıdır. Devlete bu kutsiyeti atfeden genel inanış ise “devletin, tanrının evrensel sisteminin yeryüzündeki örneği olduğu” düşüncesi” idi. “Tanrılar gökyüzünü nasıl
yönetiyorsa, devlet de yeryüzünü öyle yönetmelidir” anlayışı, bölgedeki teokratik siyasi ve idari yapının psikolojik meşruiyet kaynağını teşkil etmekteydi. Bu mitik ve aynı zamanda dini ideolojiyi de yansıtan kutsaldevlet inanışı da, temelde yönetici kralın iktidarını ve otoritesini mutlak kılıyor ve de pekiştiriyordu. Çünkü devletin ve bunun kutsal yöneticilerinin arkasında tanrılar vardı ve onlarla savaşmak tanrılarla savaşmak anlamına gelecekti. Bununla da “Tanrısal Düzen”le savaşma korkusu ve bunun imkansız olduğu düşüncesi yaratılmak isteniyordu. Bir başka deyişle, “bu ideolojik mit, iktidarın kimin elinde olduğunun, kimlerle korunduğunun ve de iktidarın kimler üzerinde kurulduğunun en açık betimlemesidir”. Devletin Doğduğu Yer: Antik Çağ Ortadoğusu’nda İdari Hayat 31 Kent tanrılarının temsilcisi sıfatıyla sitelerin başında bulunan Mezopotamya kralları “Lûgal (büyük adam)”, “En (Han) “ gibi unvanlarının yanında “Patesi” lakabını da taşırlardı. Bu unvan “ata rahip” anlamına gelmekteydi ki, bu yönetici kralın ilahi yapısına da vurgu yapmaktaydı. Buna karşın Lûgal’ler her ne kadar tanrısalilahi vasıflar taşısalar da pek azı kendini Tanrı ilan etmiştir. Bu nedenle Mezopotamya krallarının otoritesi, hiçbir zaman firavununki kadar sınırsız olmamıştır. Mezopotamya’daki bu Tanrı/kral ayrışımı her ne kadar teoride yer etse de; pratikte lugallerin bir takım kozmik güçlere sahip olduğu inancını ve onların tek yasa kaynağı olmaları gerçeğini ortadan kaldırmamaktaydı. Öyle ki; Babil’in ünlü Hükümdarı Hammurabi, ilk yazılı anayasa olarak bilinen “Hammurabi Kanunları”nı kendisi hazırlamış olmasına rağmen, uyrukların bu yasalara uymalarını sağlamak için, kanunların kutsallığını gösteren ve kendisine bu kanunları yazdırttığını söylediği Güneş Tanrı’ya saygısını sembolize eden bir anıt-kule yaptırtmıştı. Yine Hammurabi, kanunlarını tanrılara dayandırıp yasalara uymayanların tanrıların gazabına uğrayacağını ekleyerek yargılarına ilahi bir içerik ve temel kazandırmaya çalışmıştır. Mitik Dini Hayat ve Tanrılar Panteonu Mezopotamya’da yerleşik ve tarımcı halkların dinleri dört önemli özellik göstermekteydi: Güneşe tapma, ölüme karşı aşırı bir ilgi, çok-tanrılılıktan, tek-tanrılılığa doğru yavaş bir evrim, ve “ruhlar dünyası” ya da “yüce kat” kavramı. Totolojik, sabit ve
16
mutlak bir düşünme tarzına sahip olan Mısır ve Mezopotamya toplumlarının inanç ve mitolojik dünyalarının benzerliği, Tanrı telakkisinde görülür. Tanrı telakkisi, kutsal devlet ve otorite anlayışı, kadim örf, mülksüzlük ve savaşçılığa dayalı üretim tarzı birbiriyle bağlantılı ve birbirini besleyen faktörler olarak Mezopotamya-Akdeniz havzasının tarihsel düzenini oluşturmuşlardır. Tanrı telakkisi aslında Mezopotamya kavimlerinin dünyevi ve uhrevi düşünce ve pratiklerinin yansımasıdır. Bu düzenin içindeki insan öznesi ise; belirgin ve etkin değildir. Bir diğer ortak özellikleri de tanrıların yerelliğidir. Örneğin “Sümer mabutlarından kimi göklere, kimi yerlere kimi de havalara hakimdir. Kimi de insanların muhtelif faaliyetlerinin hami ve müdafii, nebatlara bolluk veren, hayvanlarda tenasülü arttıran, insanlara hayat nefhası üfüren, krallara saltanat esası ve kudreti ihsan eden, sanatkarlara ve bilhassa demircilere ilham ve kuvvet veren, doğru ile yanlışı ayıran, hukuk ve adalet işlerine nezaret eden hep ayrı ayrı tanrılardı”. Ancak, Mezopotamya kentdevletlerinin her birinin yerel bir tanrısı örneğin Naramsin Bu dönemlerde ortaya çıkan Yahudi ve sonra gelen Hristiyan tek-tanrılı dinlerinde de benzer kavramlara rastlanmaktadır. Bu tanrılar insan gövdesi ve yüzü taşımaktaydılar; halbuki Mısır tanrıları çoğunlukla hayvanlardan oluşuyordu veya hayvan görünümündeydi. Ayrıca ağaç veya yıldırım gibi evrensel güçlerin simgelediği tanrılara da inanılırdı. Bu tanrılar her ne kadar canlı bir varlık gibi tasvir edilseler de; onlar tam bir mutlak güce sahiptiler ve ölümsüzdüler. Mezopotamya-Akdeniz havzasında bilinen tarih içerisinde, yani beş bin yıl boyunca farklı kavimler ve imparatorluk düzenleri olsa dahi “inanılan tanrı”ların benzerliği ve o tanrılarla insanların ilişkisinin “değişmemesi” söz konusudur. Bölgedeki “Tanrılar” panteonunda Gök, yer, yeraltı, bereket, aşk, savaş, iyilik-kötülük vb. fonksiyonlarıyla özdeş tanrılar varolmuştur. Bu Tanrıların bir kısmı insanın ulaşamayacağı ve çözümleyemediği Güneş, Ay ve yıldızlar gibi doğa güçleridir. Bir kısmı ise insanların hayatını yönlendiren, daha somut ilişkilere müdahale eden “insan-tanrılar” yani hükümdarlardır. İkinciler mutlaka birincilerden referans alan ve onlarla “akraba” olan yani normal insanlardan
üstün ve ayrıcalıklı varlıklardır. Iran-SümerBabil-Akad geleneğinde Tanrı-kral, eski Mısır'da Tanrının (Güneşin) oğlu kral ve Roma'da ölen imparatorun Tanrılaştırılması (August) söz konusu olmuştur. Bu tanrılar içinde ilk genelleşen ise Mısır’ın Güneş Tanrısı “Ra” olmuştur. Mezopotamya’da ise hiyerarşik ve kodlanmış bir tanrılar listesi (gerçek bir panteon) ancak daha sonraları, Akkad Çağı’nda ortaya çıkacaktır. Bu listenin sistematik hale getirilmesi ise “Kassit” dönemini bekleyecektir. Mezopotamyalıların, tanrılarına ibadet ettikleri, hediyeler sundukları çok katlı tapınaklarına da Ziggurat denirdi. Bu zigguratlardan en ünlüsü de Babil Kulesi olarak bilinen Babil Zigguratı’dır. Devlet Formasyonunda Dinin Rolü Mezopotamya’nın elverişli toprakları, açık olan topografyası ve kıtalar arası göç yolları üzerinde konuşlanmış olması, bölgeyi bir cazibe merkezi haline getirmekteydi. Bu nedenle bölge sık sık istilalara uğramaktaydı ki, bu da bölgedeki istikrarsız ve parçalı siyasal yapının temel sebebidir. Öte yandan coğrafi açıdan elverişli olup, aralarında dağ yada diğer doğal engeller bulunmamasına rağmen, kent-devletleri arasında bir siyasal birliğin bulunmayışı, bunun sebebinin farklı alanlarda aranmasını gerektirmekteydi. Fustel de Coulanges, bu sonuçta inançların, özellikle de dinsel inançların önemine dikkati çeker. Ona göre, kentler arasında aşılması dağlardan daha güç. Örneğin Akkadlıların tanrısı Enlil, Larsa kentinin tanrısı Şamas, Asurluların Tanrısı Asur, Sümerlilerin Tanrısı da Ana Gök-Tanrı idi. MÖ.2350-2150, MÖ 1550-1150 Devletin Doğduğu Yer: Antik Çağ Ortadoğu’sunda İdari Hayatta bir engel vardı, bu da dindi. Her kentin diğerlerini yabancı olarak görmesine neden olan kendine özgü kutsallığı, tanrıları ve tapınışlarıydı. Mezopotamya’daki yerel kenttanrıları da Eski Yunan polis devletlerinde olduğu gibi, birbirine rakip, küçük, bağımsız, siyasal birliğe yanaşmayan ve sürekli savaş halinde olan kent devletlerin temel varlık sebebiydi. Yine Eski Mezopotamya’da bu dönemde merkezi bir otoritenin bulunmayışına rağmen, çağdaşı olan ve aynı medeniyet çevresinde yer aldığı Mısır’da ise tam aksine; katı merkeziyetçi üniter bir devlet yapısı mevcuttu. Bu durum, salt Mısır’ın coğrafi elverişsizliği ile açıklanamaz.
17
Mezopotamya ve Mısır devletleri arasındaki bu idari, toplumsal ve politik farklılığın temeli de yine tanıdık bir olgu idi: Din. Çok tanrılı bir dinsel panteonu bulunan Mezopotamya kentdevletleri, yerel tanrıları ile özdeşleşmişlerdi. Halbuki Mısır’da tek tanrılı bir dini hayat vardı. Uhrevi hayat Güneş tanrısı Ra’nın oğlu, Mısır hükümdarlarının (Firavun) vücudunda hayat bulmuştu. Bu savı, Tek-Tanrılı Dinsel Hayat Üniter Devlet (Siyasal Birlik) Çok-Tanrılı Dinsel Hayat Parçalı Devlet (Merkezi Otoritenin Bulunmadığı Kent-Devlet, Polis Devleti) şeklinde formüle etmek mümkündür. Mısır’da olduğu gibi tek tanrılı dinler, üniter devletlerin kurulmasına düşünsel ve sosyal bir zemin yaratırken, yerel karakterli ve çatışan tanrılardan oluşan bir dini hayatın egemen olduğu Mezopotamya gibi ülkelerde de bu dinsel ahengin olmayışı bu bölgelerde istikrarlı bir siyasal birliğin kurulmasını zorlaştırmaktadır. Tanrı düşüncesi ile birlikte, kutsal devlet ve otorite anlayışı, kadim örf, mülk tanrı yaklaşımı ve savaşçılığa dayalı üretim tarzı, birbirleriyle bağlantılı ve birbirini besleyen faktörler olarak MezopotamyaAkdeniz havzasının tarihsel düzenini oluştururlar. Bu düzenin içinde ise birey yoktur. Çünkü kolektif akıl -tanrı otoritesi- ve bunun somut karşılığı olarak da Devlet, öznel aklı sindirmiş ve buna karşı çıkmayı ve savaşmayı da tanrısal düzenle savaşma anlamına geleceği için yadsımıştır. Olaylara bu denli mitik içerikli dini yaklaşım ise; teokratik kökenli bir yönetsel örgütlenmeyi de realize etmişti. Aşağı Mezopotamya’da yönetim seçkinleri katmanı, klan tipi bir toplumsal yapıda yüksek konum sahibi büyük ailelerin içinden çıkmıştır ve bu klan tipi yapıda yüksek katmanlar topluluğun geri kalanı üzerinde politik ve dinsel egemenliği öncelikle ellerine geçirmişlerdir. Ortadoğu’da İki Kral Profili: “Lûgal” ve “Firavun” Mezopotamya’nın kent-devletleri “Lûgal”, bazen de “En”, “Ensi” veya “Patesi” unvanlı krallar tarafından yönetilirlerdi. Bu unvanlardan Ensi ve Patesi, aynı güce karşın hiçbir zaman Mezopotamya kralları, tanrısallaştırılan Mısır Firavunları kadar geniş ve sınırsız bir otoriteye sahip olamamışlardır. Ayrıca, firavunların tek bir nehirden beslenen birleşmiş bir ülkeyi yönetmeleri de diğer bir önemli faktör durumundadır. Nil'in mükemmel ulaşım olanakları Mısır'ın tek bir yönetim
altında kalmasını kolaylaştırıyordu. Nil'in iki ucunu tutan bir kral ülkeyi istediği gibi yönetebiliyordu. Batıdaki Libya çölü ile kuzeydoğudaki Sina dağları ise ülkenin doğal barikatlarıydı. Oysa Mezopotamya hem iki nehirle parçalanmış bir coğrafyada, hem de kıtalararası göç yolları üzerinde bulunmaktaydı. Bu olgu da, Mezopotamya’nın parçalı bir siyasi ve idari yapıya sahip olmasının nedeniydi, ve Mezopotamya kentdevletlerini sürekli olarak barbar kavimlerin saldırıları ile uğraşmak zorunda bırakıyordu. Manda dini bir anlam da içermekteydi. Siyasal ve sosyal statülerle unvanların Mezopotamya devlet yapısında bu denli çok oluşu ise Lûgal’lerin dini ve politik güçleri kendilerinde toplamalarından kaynaklanmaktadır. Ensi -Baş Rahip- unvanı gereği dini ayinleri yöneten ve tanrılara hediyeler sunan Krallar; Lûgal -Büyük Adamunvanı ile de siyasi otoritenin başıydılar. Yöneticilerin bu teokratik açılımları, yönetim merkezinin de dini hayatın merkezi olan tapınaklara taşınmasına neden olmuştur. Kralların yaşadığı yer ve Tanrıların evi sayılan tapınakların çokluğu ve taşıdıkları önem, Mezopotamya kentlerine büyük dini bir metropol kimliği kazandırmıştı. Hatta bu kentler; içinde tanrının ikametgahını, çoğu kez özdeşleştiği tapınağı bulundurması için kurulmuştu. Tapınaklar bu yüzden kentin merkezinde yükselmekte, kentin merkezi sayılmaktaydılar. Tapınaklar, kentdevletlerinin siyasi ve ekonomik merkezleri olarak, kentin tüm yaşamını yönetmekteydi. Tarihin ilk toprak sahipleri olan bu tapınaklar, aynı zamanda devletin ta kendisi sıfatıyla ellerindeki işgücünü kullanmakta, araziyi değerlendirmekte, sulama altyapısının bakımını sağlamakta, siteleri surlarla donatmakta ve askeri gücü devşirmekteydi. Çok fonksiyonlu bu kurumların her biri, bir rahip tarafından yönetilmekte, bütün tapınaklarda kent hükümdarlarının yönetiminde bulunan kent-tanrısına adanmış ana tapınağın denetimindeydi. Hükümdarlar da kent-tanrısının temsilcisi sıfatıyla sitelerin başında bulunmaktaydılar. Bu dini yapılara yüklemlenen iktisadi ve siyasi roller, temelde monarkın idari, hukuki ve iktisadi otoritesinin somutlaştığı ve tekelleştiği yerler olarak iktidarı -ve onun maddi gücünün kaynağı olan ekonomiyişahsına münhasır kılma
18
düşüncesinin birer ifadeleriydiler. Bir başka deyişle, tapınaklar siyasi ve ekonomik meşruiyetin kaynağı olma gibi önemli bir işlevi bulunmaktaydı. Ayrıca, bu dini merkezler büyük çiftlikler gibi faaliyet göstermekte ve yerel hanedanların oluşturduğu lûgaller, aynı zamanda tanrıların evlerini de çekip çevirdikleri için yönetimi ellerinde bulundurmaktaydılar. Devletin Doğduğu Yer: Antik Çağ Ortadoğusu’nda İdari Hayat Yazılı Bürokratik Devlet MÖ 3500’lü yıllarda Sümer’lerin 150’si hece ses değeri taşıyan, diğerleri ise ideogram14 veya logogram15 işlevlerini koruyan, yaklaşık 600 işaretten yararlanarak buldukları “çivi yazısı”, tarih ve medeniyet adına Ortadoğu’nun dünyaya yaptığı en büyük katkıdır. Eski Mezopotamya’da ortaya çıkan ilkyazı sistemi, her ne kadar bir alfabe niteliği taşımasa da, yazılı uygarlığın miladı olması nedeniyle bir devrimdir. Piktokrafik yazı olarak adlandırılan bu yazı sistemi, muhasebe kayıtları, tayin ve erzak dağıtımı gibi somut ihtiyaçlara cevap vermek üzere ortaya çıkmıştı. MÖ 3000 yılına yaklaşırken, bölgenin bir diğer kültür çanağı olan Mısır’da da üç bin yıl kullanılacak olan, hiyeroglif işaretlerine dayalı bir yazı sisteminin temelleri atılmıştı. Eski Mısır’ın hiyeroglif yazısı 16 ve Mezopotamya halklarına özgü çivi yazısı tam bir alfabe niteliği taşımamakla birlikte, toplumsal ve kültürel yapıda çok önemli ve köklü değişimlere neden olmuştur. Bireysel ve kurumsal ilişkilerin niteliğini ve niceliğini de dönüşüme uğratmıştır. Yazının icadı ile birlikte düşünsel ve sosyal süreçlerin kayıt altına alınması ger- çekleşmiştir. Bir başka deyişle, yazı, yönetsel hayatı sistematize etme aracı olarak kullanılmaya başlanmıştır. Monarşik sistemlerde kralın kişisel mülkü sayılan ülke topraklarından hasat edilen, ambara konan veya önceden ayrılan ürünlere ilişkin bilgilerin saray arşivlerinde kayıtlı tutulması ve uyrukların durumlarının belirlenmesi gerekliliği, yazının idari yaşama dahil olmasına neden olmuştur. Bu gereklilik de günü gününe kayıt tutan önemli bir yazıcılar bürokrasisinin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Öyle ki Mezopotamya’da diplomatik ve ticari yazışmaları yapmak üzere ustalaşmış katipler sınıfı ortaya çıkmıştır. Bu yazıcılar bürokrasisi, söz konusu işlevlerinden dolayı da zamanla toplumda giderek artan bir etkiye sahip olmuş-
lardır. Nitekim bu etki merkezi olmaya başlamaları, günümüze kadar sürecek olan iktidar-bürokrat çatışmasının da tarihi ve sosyolojik kökenlerini atmıştır. Sınıfsal bir çatışma olmaktan ziyade güç ve otoritenin tekelde tutulmasına yönelik bu egemenlik çatışması, temelde başlangıcını Mezopotamya kent-devletlerinde görülen siyasal aktörler ve etki merkezleri arasındaki mücadelenin bir öyküsüdür. Ayrıca, sulama kanallarının inşası, bentlerin ve teraslama sisteminin düzenlenmesi gibi işler, güçlü bir merkezi idareyle mümkün olmuş; bunun sonucunda da rahiplerden oluşan etkili ve profesyonel bir bürokrasi sınıfı oluşmuştur. Bürokratik yapılaşma daha sonra da çeşitlenerek artmıştır. Mısır’da olduğu gibi Mezopotamya’da da hükümdarın etrafında onun özel hizmetiyle uğraşan hizmetkarlar sınıfı 14 Nesne işaret 15 somut veya soyut bir gerçekliği temsil eden işaret 16 Daha sonra hiyeratik-hiyeroglif- yazısına dönüşmüştür. Bunun dışında da devlet işlerini yürüten bakanlar, üst düzey yönetici rahipler, yerel elitler ve memurlardan oluşan yönetici bir kadro vardı. Saray ve taşrada görev yapan kalabalık yazıcı toplulukları da, bu üst düzey bürokratlara bağlı olarak çalışmaktaydılar. Bu yazıcı memurların asli görevleri, uyrukların durumlarını ve sahip olunan beşeri ve maddi kaynakları kayıt altına almaktı. Bu memurlar, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde ortaya çıkan “mültezimlerin” yaptığı gibi vergilerin tahakkuku ve tahsilatı işlerini yapmak, hayvanların sayımını yapmak gibi iktisadi ve siyasi vazifelerle yüklemlenmiş memurlardı. Tarıma Dayalı Vergilendirme Sistemi ve Profesyonel Ordu Mezopotamya’daki kent-devletlerinin asli ve en önemli geçim kaynağı, aynen Mısır’da olduğu gibi, vergilerdi. Vergilerin ana kalemini ise tarımsal gelirler oluştururdu. Fırat ve Dicle’nin suladığı alüvyal ve engebesiz ekilebilir arazi, tapınakların yönetiminde işlenirdi. Vadilerde nehir taşmalarının bıraktığı bereketli topraklar üzerinde, sürekli ve mümbit hasatlar yapılabiliyordu. Tarıma dayalı iktisadi hayatta; arpa, buğday, sebze, bitkisel yağ, meyve ve hurma; hayvancılıkta ise et, yün ve süt gibi ürünler üretilmekteydi. Mezopotamya her ne kadar Akdeniz-Güney ve Orta Asya arasında bir köprü olsa da, ticaretin
19
ekonomideki yeri hiçbir zaman önemli boyutlara ulaşmamıştır. Bu durum Mısır’da olduğu gibi, Mezopotamya’da da tarımın ticarete tercih edildiğini göstermektedir. Daha çok Asurlu tüccarlar tarafından yapılan küçük ölçekli ticarette, önemli ölçüde bölgede bulunmayan ve egzotik mallar olarak tanımlanan değerli taş, kereste ve madenlerin 17 bölgeye taşınması şeklinde olmaktaydı. Vergi ve ticari alışverişlerde tahsilat tahıl ürünleri veya para karşılığı yapılmaktaydı. Para ve diğer benzeri değerli şeylerin mübadele aracı olarak kullanılması ise daha sonraları olmuştur. Vergilendirme sisteminin disiplinli ve örgütlü oluşu, devletin düzenli bir ordu beslemesini de sağlıyordu. Nitekim dünyada ilk düzenli ve sürekli ordu, Ortadoğu’da hüküm sürmüş toplumlarından Akkadlarca kurulmuştur. Mezopotamya’da; (a) yerleşik toplulukların oturduğu merkezlerin dışında yaşayan
güçlendirmekteydi. Mısır’daki ordu sistemi ise; Selçuklularda ve Osmanlı’larda kullanılan “ikta ve dirlik sistemi” ile benzerlik göstermekteydi. Mısır ordusu; toprağa bağlı ödeme yapılan tımar benzeri paralı askerlerden oluşuyordu. Mezopotamya devletlerinde ise Altın, bakır, diorit vb. Devletin Doğduğu Yer: Antik Çağ Ortadoğu’sunda İdari Hayat paralı askerlerin yanı sıra göçebe savaşçılarından kurulu bir askeri sınıf da vardı. Mezopotamyalılar, yönetimde olduğu kadar askerlikte de başarılıydılar; hafif piyadeler, ağır piyadeler, savaş arabaları ve okçulardan oluşan iyi örgütlenmiş ve çok iyi eğitilmiş ordularıyla imparatorluklarını ustaca korumayı bilirlerdi. Hiyerarşize Olmuş Toplumsal Yapı ve Kentsel Hayat Mezopotamya’da toplumsal yapının çok karmaşık, kültürel dokunun da çok zengin olduğu görülmekteydi. Kültürel öğelerin bu denli zengin ve canlı oluşu da; bölgenin açık olan topografyası nedeniyle sık sık istilaya uğraması, ve sonucunda meydana gelen farklı halkların etkileşimidir. Bu nedenle Mezopotamya süreksiz, fakat etkili kültür dalgalarının hakimiyetine sahne olmuştur. Bölgedeki en etkili kültür kuşağı ise Sümerlerin “El-Ubeyd
göçebe kavimlerin, II. Kral Sargon zengin kentdevletlerine karşı giriştikleri yağmaya yönelik savunma ihtiyacı, (b) Mezopotamya’nın saldırılara açık topografyası, (c) Rakip kentler arasındaki sınırların belirsizliğinden kaynaklanan sürekli savaşlar profesyonel bir ordu kurulmasını gerekli kılıyordu. Profesyonel askerlerden oluşan ordu, hükümdarın güvenliğini sağlamakta, merkezi otoriteyi
Kültürü” ile “Babil Kültürü”dür. Mezopotamya’da sosyal sınıfların doğuşu süreci ise, Sümer Çağı’nda başlamış- tır. MÖ 3500’lü yıllarda Aşağı Mezopotamya’ya gelen Sümerler, zengin bir kültüre ve medeniyete sahiptiler. Mezopotamya kültürünün başlatıcısı ve devamcısı olan Sümerlerin kurdukları devlet kurumları ile diğer sosyoekonomik örgütlenmelerde de bu kültürün
20
izlerini görmek mümkündü. Sümer Medeniyetinden başka semitik toplumların da etkilediği bu süreç; karmaşık, çeşitlenmiş ve halen hakkında çok az şey bilgi sahibi olunan bir toplum modeli geliştirmiştir. Bu toplumsal yapıyı karakterize eden en önemli durum ise; hiyerarşize olmuş, eşitsizlikleri giderek artan ve elit tabakanın idaresindeki bir toplumsal bölümlenmedir. Örneğin, “Hammurabi Kanunları”nda Babil toplumunun, saray halkı ve rahipler dışında üç ayrı sınıfa bölündüğü görülmektedir: Kişisel mülkiyet ve ticaret hakkına sahip olan “özgür insanlar” (asiller); gayrimenkul değil ama para ya da kıymetli eşya sahibi olma hakkı olan azad edilmiş kölelerin oluşturduğu “bağımlılar”; ve ödenmemiş bir borç, savaş esirliği veya doğuştan gelme nedenlerle “köleleşenler”. Birinci grupta yer alan asil sınıf; siyasal ve sosyal statüleri veya unvanları tam olarak ne olursa olsun, yönetici elit tabakayı, yüksek rütbeli rahip-askerleri, hükümdara bağlı memur yöneticileri18 kapsıyordu. İkinci grup ise; şehirdeki uzmanlaşmış zanaatkarlardan oluşuyordu. Bunlar sulu tarım yapan çiftçiler, zanaatkarlar, kereste-taş ve metalleri işleyen usta sanatçılardan oluşmaktaydı. Bu meslek sahipleri kısmen kendi başlarına, kısmen de amirler maiyetinde çalışırlardı. Bu amirlerin (ugula) maiyetlerinde bir nevi çavuş sayılabilecek görevliler (nubanda) bulunurdu. Üçüncü grup ise hiçbir hakları olmayan kölelerdi. Kölelerin büyük bir bölümü tarım işçisi olarak çalışırdı. Başlıca iki tür toprak ve iki tür tarım emekçisi vardı: Neolitik dönemde olduğu gibi hâla komünlerde yaşayıp ortak toprağı ekip biçenler ve herhangi bir hükümdara ya da tapınağa ait topraklarda çalışan muhasebeci anlamına gelen “soguşlar” ve ustabaşı anlamına gelen “ugula” gibi ünvanları vardı. Fakat bu ikinciler köle değillerdi. Evleri ve aileleri ile yargılanma hakları vardı. Ancak, çalıştıkları toprak kendilerine ait değildi ve Osmanlılardaki tımarı andırır şekilde devletin kendilerine verdiği toprakta kiracıydılar. Bu yüzden ikinci tür emekçiler genelde “yarı-özgür” ya da “bağımlı” şeklinde tanımlanırlar. Ayrıca tüm bunlar, Ortadoğu’da tam anlamıyla köleci bir ekonominin varolmadığını da göstermektedir. Bazı tarihçiler Ön Asya toplumlarında köleciliğin gelişmemesini, bronz çağının üretim
düşüklüğünden kaynaklandığını savunmuşlardır fakat bu düşünce, köleciliğin demir savaş aletleri ile eşzamanlı bir gelişim süreci izlediğini ileri sürse de, bu varsayım Ortadoğu’da demir aletlerin gelişmesine rağmen köleciliğin gelişmeyişini açıklayamamaktadır. Öte yandan, her ne kadar Babilliler zamanında Mezopotamya’da özel toprak mülkiyetinin olduğu bilinmekteyse de, Ortadoğu toplumlarında devletin tarımdaki belirleyici rolü yüzünden, özel mülkiyetin hiçbir zaman yaygınlık kazanamadığı görülmektedir. Mezopotamya’da sosyal sınıflaşma kendini belki de en iyi şekilde dokusunda görülebilmekteydi. Zengin yerel elite ve yoksul tebaaya ait evler birbirinden farklı alanlarda bulunmakta, kent organizasyonu ile mesleki sınıflaşma da bu hiyerarşiye uygun olmaktaydı. Bu sınıfsal farklılaşma, “iktidardaki seçkinler, tacirler, her düzeyden yöneticiler, katipler, uzman zanaatkarlar, tapınak görevlileri, askerler ve kent halkı, çeşitlilikleri ve birbirilerini tamamlamalarıyla, eşitsizliği gün geçtikçe artan bir sosyal merdiven boyunca hiyeraşik düzende dağılımlarıyla, devrin Mezopotamya’sının artık tam olarak kentleşmiş bir dünya olduğunun somut kanıtıydı”. Mezopotamya kentlerinin bir diğer özelliği ise, kurulumlarının tamamen teokratik kökenlere dayanmasıdır. Kentler, içinde tanrının ikametgahını, çoğu kez özdeşleştiği tapınağı bulundurması için kurulmuştur. Bu anlamda Mezopotamya kentleri gerçek anlamda birer “tapınakkent”tir. Dini yapıların bu ayrıcalıklı konumu, şehircilik anlayışına da yansımıştır. Öyle ki kamu yapıları genelde tapınakların yakınında kurulmuş ve en önemlisi de dini erk–siyasi erk ayrımının belirgin olmadığı dönemlerde tapınaklar, kraliyet ikametgahı ve yönetim merkezleri olarak da kullanılmışlardır. 4. 9. Hegemonik Medeniyet ve Bilim MÖ 5000’lerde Mezopotamya’da yerel nitelikte başlayan uygarlığın, MÖ 500’lere gelindiğinde, giderek global bir nitelik almaya başladığı ve merkezden çevreye doğru genişlediği görülmektedir. Mısır, Girit, Akdeniz, İndus Vadisi ve Çin, o dönemde Mezopotamya’nın çevresi sayılabilecek büyük medeniyetlerdir. Mezopotamya uygarlığının güçlü potansiyeli ile kültürel özellikleri, başta Mezopotamya’da
21
özel mülkiyetin yaygın olmayışı, kölelik rejiminin de gelişmesine engel olmuştur. Devletin Doğduğu Yer: Antik Çağ Ortadoğusu’nda İdari Hayat Yeryüzünün ilk büyük medeniyetlerini doğuran Ortadoğu; temelde Mezopotamya bölgesi uygarlığının bir öyküsüdür. MÖ 5000 - MÖ 500 yılları arasında 4500 yıl kadar süren, insanoğlunun bu en uzun yönetim deneyimi: ilk olarak step halklarının yerleşik hayat geçişini özetlemektedir. Tarım devriminin sosyo-ekonomik altyapısını şekillendirdiği bu dönüşüm/geçiş süreci, örgütlü toplumsal yapıya, bir başka bir deyişle, “uygarlığın doğuşuna” neden olacak tarihi şeridin miladı olmuştur. Bu büyük dönüşüm, Mezopotamya’da sosyal, ekonomik ve politik ilişkileri kökten değiştiren ve katlanarak çoğalan bir takım sonuçlara neden olmuştur. Örneğin, toplumun hiyerarşik örgütlenmesi, kendine özgü özellikleri bulunan ve belli bir mekanda yoğunlaşan kentleri ortaya çıkarmıştır. Bu kent tipi hiyerarşik ağlar da, Girit, Akdeniz ve Mısır olmak üzere anılan medeniyet çanaklarını önemli ölçüde etkilemiştir. Özgün ve hegemonik bir medeniyet yaratan Mezopotamya’nın bu gücü, düşünsel kaynağın, bir başka deyişle kolektif aklın, bir ürünüdür. Ortadoğu’nun bu üstünlük çağında dünya uygarlığına olan katkıları, bilim ve teknikte yoğunlaşmaktaydı. Nitekim matematik alanında sayı sistemlerinin icadı, bilimsel alandaki en büyük gelişmeyi oluşturmaktadır. MÖ 600 yıllarına doğru, işlemlerde yer tutucu olarak sıfır yerine geçen semboller kullanılmaya başlandı. MÖ 2500’e gelmeden Sümerler, çarpım tablosunu kullanıyorlardı. Alan ve oylum hesapları yapıyor, daire alanı ile silindir oylumunu bulmada “Pi” değeri olarak 3,125’i alıyorlardı. Matematikle birlikte astronomi ve daha bazı
ampirik gözleme dayalı bilim dalları da gelişmiştir. Son derece dikkatli gözlemlerle toplanan bilgiler, gelecekteki olguları önceden kestirmeye elverecek kadar sistemleştirilmiştir. Astronominin ilk bilim oluşunun nedeni açıktı. Bu alanda incelemeye konu olan cisim ve olgular basit ve düzenli olup, sürekli gözleme elverişli dönemsel (periyodik) hareketler gösterir. Uzun ve sürekli gözlemlerle elde edilen bilgilere dayanılarak toprağı işleme, ekim ve hasat gibi mevsime bağlı işler için bir takvim geliştiren Babillliler, zaman ölçümünde de hayret edilecek bir incelik ve dakikliğe ulaşmışlardır. Örneğin yılın uzunluğunu sadece 4,5 dakika gibi küçük bir hata payı ile hesaplayabiliyor, her 18 ayda bir meydana gelen ay tutulmalarını da önceden kestirebiliyorlardı. Toprağı işleme, hayvanı evcilleştirme, hayvan gücünden yararlanma, sulama kanalları açma, tekerlekli araba, gemi ve fırınlanmış seramik eşya yapma da bu medeniyetlerin teknik başarıları arasındaydı. Mezopotamya’daki bu teknik bilgi birikimi, yerleşik tarım toplumunun öncelikli sorunu olan sulama olgusu nedeniyle olmuştur. Mezopotamya’da bilim, Mısır’da olduğu gibi, din adamlarının elindeydi. Bu nedenle prestijli bir konumda olan bilim adamları, kral ve aristokratların himayelerinde çalışırlardı. Yazar Soner Ünal Sakarya Üniversitesi
22
SÜMER MEDENİYETİ’NDE DİN
Antik çağın dünyasında yaşayan toplumlar için dini inançlar evrenin bazı unsurları etrafında oluşmaktaydı. Nitekim Sümerliler de evrenin belli başlı unsurları etrafında kendi dinlerini yaşatmışlardır. Bu unsur “an-ki” adını verdikleri bir terimden meydana gelmektedir. Sümerli bilginlerin gözünde “an-ki” gök ve yer anlamında kullanılırdı. Sümerliler gök ve yeryüzü arasında “lil” adını verdikleri bir maddenin olduğunu kabul ediyorlardı; bu sözcüğün yaklaşık anlamı rüzgâr, hava, nefes, ruhtur. 1 Sümerliler,”Gök ve Yer”i bütün her taraftan sınırsız bir denizin çevrelediğine inanıyorlardı. İnanca göre evren bu denizin içinde sabit ve hareketsiz duruyordu. Sümerli bilginlere göre bu evrenin işlemesini
sağlayan
biçim
insana
olarak
şey, benzeyen,
fakat insanüstü ve
ölümsüz
ölümlülerin
gözüne
görünmeksizin,
uygun
çerçevesinde
yönlendiren
yasalar
denetleyen
bir
grup
oluşturduğu
bir
panteondu.
canlıları Sümerler
tanrı
olan,
ve
canlının Bu
anlamındaki
“dingir” sözcüğü ile adlandırıyordu. Dingir’ler aynı derecede değillerdi. Bu topluluktaki en önemli gruplar, “yazgıları belirleyen” yedi tanrı ile “büyük tanrılar” olarak bilinen elli ilahtan oluşuyordu. Fakat en büyük ayrım yaratıcı ilahlar ve yaratıcı olmayan ilahlar sınıflandırılmasıydı. Gök, yer, deniz ve havanın kontrolünü elinde bulunduran ilahların yaratıcı tanrılar olduğuna inanırlardı. Yaratıcı ilahın bütün yapması gereken planlarını yapmak, sözcüğü söylemek ve ismini koymaktı. Sümer tanrıları insan biçimliydi. Tıpkı insanlar gibi tanrılarda yemek yiyor, evleniyor ve çocuk sahibi oluyordu. Tanrıların ölümsüz olmasının yanında insana özgü özelliklerinin olduğuna inanılması Sümerlerin dini inancında bir tutarsızlığın olduğunu gözler önüne sermektedir. Sümerler tanrıların “Gök ve yer dağında, Güneş’in doğduğu yerde” yaşadıklarına inanıyorlardı. En geç İÖ üçüncü bin yılın ortalarında Sümerler arasında yüzlerce ilahın var
1
Samuel Noah Kramer, “Sümerler”, Kabalcı Yayımevi, Eylül 2002, sf. 152
23
olduğunu biliyoruz. Bir zamanlar Sümerler tarafından panteondaki en yüce hükümdar Gök tanrısı An’ın olduğu bilinmektedir.
Ancak İÖ 2500’e kadar giden mevcut kaynaklarda
panteonun hükümdarı olarak An’ın yerini hava tanrısı Enlil almış gibi görünmektedir. Enlil “tanrıların babası”, “göğün ve yerin kralı”, “bütün ülkelerin kralı” olarak tanınmaktadır. Enlil, kralın ismini belirler ve ona krallık asasını verirdi. 2 Sümerlerin üçüncü ilahı dipsiz derinliklerden sorumlu olan Enki’ydi. Enki bilgelik tanrısı idi ve yeryüzünü Enlil’in kararlarına uygun düzenlerdi. Dördüncü ilahları ise Ninmah, “ulu hanım” olarak bilinen ulu ana tanrıça Ninhursag’dır. “Yer (ana)” anlamına gelen Ki, ana tanrıçanın başlangıçtaki adı olma olasılığı göz önünde bulundurulunca Gök’ün, yani An’ın eşi olarak görülüyordu. Böylece An ve Ki bütün tanrıların ebeveyni olarak düşünülüyor olabilirdi. Sümerliler insanın çamurdan ve tanrılar tarafından yalnızca kendi çıkarları doğrultusunda yaratıldıklarına inanıyorlardı. İnançlarına göre tanrıların yapacakları etkinliklerde yiyecek, içecek ve barınak sağlamak tek amaçlarıydı. Sümer tarihinde, başlangıcından sonuna kadar, dev mabetler, sayısız dini kitabeler, şehirlerin her yanında semaya yükselen basamak kuleler ve her kutsal binanın duvar kalıntıları arasında bulunan adak sunma tasvirleri bu insanların bütün yaşayışlarını dine adadıklarını doğrulamaktadır. 3 Sümerlerin dininde tapınaklar önemliydi ve tapınaklar iki sınıfa ayrılırdı. İlki kerpiç bir zemin üzerinde yükselen ziggurat adını verdikleri yapıdır. Bu tapınaktan günümüze ulaşan en sağlamı Ur kentindedir. Bu yapının tepesinde küçük bir tapınak yer alırdı. Daha yaygın olan diğer tür tapınak ise dikdörtgen, uzun duvarların birinde bulunan kapı, mekânın bir ucunda kerpiç bir sunak ve arkasındaki duvarda yer alan bir nişten oluşurdu. Bu tapınak hemen hemen bütün Sümer kentlerinde inşa edilmişti.4 Sümer mitolojisi olağanüstü olayları, insanüstü kahramanları ve gizemli örgüsüyle bizlere toplumun iç dünyasını yansıtır. Buna en iyi örnek Gılgamış’ın hem bir kral hem de koruyucu bir ilah olarak kabul edilip insanüstü bir kahramanı simgelemesi gösterilebilir. Bu ve bunun gibi bilgileri geride bıraktıkları tabletlerden öğrenmekteyiz. Bu tabletler ilk bakışta mitolojik hikâye ve efsanelerden oluşmuş gibi görünse de dönemin dini inanç yapısını da betimlemektedir.
Samuel Noah Kramer, “Sümerler”, Kabalcı Yayımevi, Eylül 2002, sf. 159-160 Mehmet Turhan Özdemir, “Sümer Dini”, çeviri, “Hartmuth Schmökel” 4 Kemalettin Köroğlu, “Eski Mezopotamya Tarihi Başlangıcından Perslere Kadar”, İletişim Yayınları, 2011, İstanbul, sf. 68-69 2
3
24
Sümerlere göre kurulan medeniyetin ve gelişimin tek kaynağı dini inançlardır. Bir Sümerli, ancak yukarıda bahsettiğimiz gibi tanrıların ihtiyaçlarını giderip onlara hizmet ettiği ve tanrıların bundan memnun kaldığı ölçüde değer bulur ve saygınlık kazanırdı. Sümer medeniyetinde tarım, ticaret, seyahat, ustalık gerektirici işler, hukuk, doğum, evlilik, ölüm, cenaze merasimleri, yönetim, savaş, barış, sağlık, hastalık, bilim, astronomi, büyü, insan ilişkileri gibi birçok konu “dini inanç ve uygulamalar” etrafında şekillenir ve dini ritüellerin başlıca ana konularını oluştururdu. Sümerlilerin tanrılardan beklentileri ise sadece bu dünya hayatı ile ilgiliydi. Tanrıların kendilerine sunacakları iyilik ve kötülüklerin sadece bu dünyadaki hayatlarında etkili olacağına inanıyorlardı. İnançlarına göre yeryüzünde geçici bir hayata layık görülen insanın da ölümden sonra yer altı dünyasına gideceği düşüncesi bulunmaktaydı. “Kur” adı verilen bu dünyanın bir diğer ismi ise ölüler diyarıydı. Sümer teolojisine göre bir kimse öldükten sonra o kişinin ruhu bedeninden ayrılır, gölge veya hayalet gibi yarı cisme sahip bir varlığa dönüşürdü. “Edimmu” olarak isimlendirilen bu ruh yükselir ancak ölümle tanışan bedenle tam olarak münasebeti kesilmediği için ancak defnedildikten sonra rahat edebilirdi.
Sümerlerin inanç sisteminde kanlı ve kansız kurbanlar mevcuttu. Kansız kurbanlar meyve, sebze, şarap ve su gibi ürünler iken kanlı kurbanlar bazı hayvanların öldürülmesi ile gerçekleştirilirdi. Tanrıların en çok kuzu kurban edilmesinden hoşlandığına inanırlardı ve bu yüzden insanlar daha çok koyun, kuzu ve oğlak kurban ederlerdi. Sümerlilerin kurduğu bu çok tanrılı din inancı zamanla tek tanrılı inanca dönüşerek bu günkü tek tanrılı dinlerin temelini oluşturmuştur. Yazar Bahar Zeren Kırklareli Üniversitesi
25
DULKADİR BEYLİĞİNDEN ZAMANA MEYDAN OKUYAN;
Maraş Ulu Cami Câmi-i Atîk, Câmi-i Kebîr, Süleyman Bey Camii, Alâüddevle Bey Camii isimleriyle de anılır. Yapının esası, Dulkadiroğulları Beyliği döneminde Süleyman Bey tarafından 846-858 (1442- 1454) yılları arasında yaptırılmış, daha sonra oğlu Alâüddevle Bozkurt Bey zamanında 907’de (1501-1502) tamir edilmiştir. Buna ait kitâbe taçkapı üzerinde yer almaktadır.5 Bu onarımda caminin yenilenircesine tamir edilerek şimdiki şeklini aldığı anlaşılmaktadır. Ayrıca Alaüddevle Bey 906 (1500) tarihli vakfiyesinde; camini kuzey tarafına İmaret-i Nebeviyye ile Büyük Bağdadiye Medresesi’ni, kuzey batı tarafına Taş (Rad) Medrese’yi, güney yönüne Seyyid Mazlum Zaviyesi’ni ve Maraş Çarşısı’nda Hatuniye (Pazar) Hamamı ile Büyük Bağdat Hanı’nı inşa ettirdiğini belirtmektedir. Böylelikle Alaüddevle Bey’in odak noktasının caminin oluşturduğu bir külliye 6 yaptırdığı ortaya çıkmaktadır. Camiyle ilgili 906 (1500), 2 Receb 911 (29 Kasım 1505) ve 14 Muharrem 916 (23 Nisan 1510) tarihli vakfiyeler bulunmaktadır. Çarşıda çıkan bir yangın neticesinde zarar gören cami 1194’te (1780) onarılmış, 1270 (185354), 1314 (1897), 1945 ve sonrasında da çeşitli onarımlar geçirmiştir. 1275’te (1858-59) inşa edilen muvakkithâne
5
Ahmet, Vefa, Çobanoğlu, DIA, “Maraş Ulu Camii” C.42, ss. 111, 112. 6 Mehmet, Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri Kahramanmaraş 46” C.1 ss.292,293.
1945 yılında yıktırılmıştır.7 Caminin geniş çaplı son onarımı, son cemaat yerinin üçgen alınlığında yer alan kitabeye göre, 1495 yılında görmüştür. Daha sonra 1986, 1989, 1992, 1995 ve 1996 yıllarında tamir edilmiştir. Camii en sonra Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 2006 yılın da onarıma alınmıştır.8
Maraş Ulu Cami Planı
7
Ahmet, Vefa, Çobanoğlu, DIA, “Maraş Ulu Camii” C.42, ss. 111, 112. 8 Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri Kahramanmaraş 46” C.1 s. 293.
26
Mimari Özelikleri Evliya Çelebi Seyahatnamesi’nde adından “Ada Camii Alaüddevle olarak bahsetmiştir.9 Yapı dikdörtgen planlı, ahşap çatılı, çok ayaklı tipte olup, Anadolu Selçuklu camileri plan şemasına uygundur.10 Doğu – batı doğrultusunda meyili bir arazi üzerine inşa edilen yapı, dıştan 22.00 x 40.90 m. Boyutlarında harim ile kuzeyinde 5.30 x 40.90 m. ölçülerinde son cemaat yeri ve tek şerefeli minareden oluşur.11 Orijinal özelliklerini hala muhafaza eden minaresi, renkli taş süslemeleriyle Memluk sanatının etkilerini göstermektedir.12 Yapını ahşap hatıllı cephe duvarlarında kaba yonu ve moloz taş; minare, paye, kemer, bazı pençelerin söve ve lentoları ile duvarların köşe bağlantılarında sarımtırak renkte ince yonu taş; taçkapıda ince yonu taş ile iki renkli mermer; mihrapta alçı ve örtü sisteminde ahşap malzeme kullanılmıştır. Cephe duvarlarındaki ahşap hatıllar aynı zamanda pencerelerin lentosunu da 13 oluşturmaktadır. Caminin kuzey tarafında bugün özelliğini çok yitirmiş bir avlu mevcuttur. Yapı bu avlu ve güney yönünde yer alan parkla, doğu ve batı 9
Hamza, Gündoğdu, “Dulkadirli Beyliği Mimarisi” s. 38. 10 Ahmet, Ali, Bayhan, Türkler Ansiklopedisi, “Güney Doğu Anadolu’da Memluk Sanatı” C. 6, s.213. 11 Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri Kahramanmaraş 46” C.1 s. 293. 12 Ahmet, Ali, Bayhan, Türkler Ansiklopedisi, “Güney Doğu Anadolu’da Memluk Sanatı” C. 6, s.213. 13 “Türk Kültür Varlıkları Envanteri Kahramanmaraş 46” C.1 s. 293.
yönlerinden geçen caddeler arasında yükselmektedir.14 Beden duvarlarında bulunan ahşap hatıllar cephede hareketliliği sağlamakta, pencerelerin alt ve üst lentolarını oluşturmaktadır. Beden duvarlarındaki dikdörtgen açıklıklı pencereler eğimli araziden dolayı doğu yönünde bir, diğer cephelerde altlı üstlü iki sıra halindedir. Batı ve doğu pencerelerde süslemeli metal şebekeler dikkat çekicidir. Harimde neflerin dikdörtgen kesitli iki sıra kesme taş pâyeye oturan sivri kemerlerle ayrılmaktadır. Neflerin üstü içten ahşap tavanla, dıştan kiremit kaplı meyilli bir çatıyla örtülüdür. Harim mekânının ortasında enine dikdörtgen bir alanda yükseltilmiş, bol pencereli ikinci bir çatı yer almaktadır.15 Yapı, iç mekânı, kemerlerin kendi aralarında mihraba dikey olarak oluşturdukları ve yine bu kemerlerin, kendi aralarında mihraba paralel olarak meydana getirdikleri, üçer nefle, kare kesitli on iki ayağa oturan, ahşap çatılı bir düzenleme gösterir.16 Caminin kuzeyinde son cemaat yeri ve camiden ayrı bir minaresi mevcuttur. Yapının önündeki çarpık planlı avlu yakın zamanda ortaya çıkmıştır. Pâyelerin taşıdığı sivri kemerli açıklıklı son cemaat yerinde açıklıklar camekânla kapatılmıştır. Sola kaydırılan ve mihrap ekseninde bulunmayan kapı diğer açıklıklardan daha yüksek tutulmuş, altta basık kemerli açıklıklı, üstte basık kemerli ve üçgen alınlıklı biçimde düzenlenmiştir. Önceleri ahşap kirişli toprak damla örtülen son cemaat yeri ahşap tavanlı ve kiremit çatılı yapılmıştır. Tavandaki 14
M. Zafer, Bayburtluoğlu, “Kahramanmaraşta Bir Grup Dulkadiroğlu Yapısı” s. 237 15 Çobanoğlu, DIA, “Maraş Ulu Camii” C.42, ss. 111, 112. 16 Gündoğdu, “Dulkadirli Beyliği Mimarisi” s. 38.
27
ahşap kirişlerde ve etek kısmında kalem işi süslemeler vardır.17 Son cemaat yerinin düz tavanını taşıyan ahşap kirişler de, kalemişi bezemeler bakımından çok önemlidir. XVIII. Yy. özelliği taşıyan stilize bitki şekillerinden, kartuşlardan oluşan motifler yer almaktadır. Kiriş başlarında görülen lambriken motiflerin yerini, kiriş boyalarında tek çiçek motifleri almıştır.18 Son cemaat yerinde, eksenden biraz sola kaymış durumdaki asıl portalden başka sağ da, sonradan açıldıkları anlaşılan alttan içeriye, üstten de kadınlar mahfiline geçit veren, basık yuvarlak kemerli iki kapı daha bulunmaktadır. Son cemaat yerinin solunda arazi eğiminden dolayı, iki katlı olarak düzenlenmiş, cami içerisinde zeminden yüksek, yuvarlak dört sütuna oturan kısmın uzantısı olduğu anlaşılan, altta ve üstte iki odadan ibaret bölüm, bugün imam odası olarak kullanılmaktadır.19 Son cemaat yerinin ortasında XVII. Yy. da bugünkü şeklini aldığını zannettiğimiz yüksek kemerli ve üzeri üçgen alınlıklı giriş, cephedeki onarımın yabancı mimarlar tarafından yapılmış olduğunu göstermektedir. Bu yüksek orta bölümün iki ucunun mızrak başı şeklinde sonuçlandırılması, iki
17
Çobanoğlu, DIA, “Maraş Ulu Camii” C.42, ss. 111, 112. 18 Gündoğdu, “Dulkadirli Beyliği Mimarisi” s. 41. 19 Gündoğdu, “Dulkadirli Beyliği Mimarisi” s. 39.
Fotoğraf 2
payeyi yukarıdan birleştiren kemerin basık, yay şeklinde değerlendirmesi yapının özelliklerini daha da bozmuştur. Alınlığın ortasına da talik hatla besmele yazılı bir mermer levha yerleştirilmiştir.20 Son cemaat yerinin ortasından doğuya kaymış olan asıl portal, sağdan beşinci, soldan üçüncü payeler arasında ve duvar hizasından hafifçe dışarı taşmaktadır. Portal, enine göre uzun ve yüksek tutulmuş, sivri kemerli ve mukarnaslı Selçuklu portallerini andırmaktadır. İki renkli taştan basık kemerli girişin üzerinde; örgülü, çiçekli ve nesih hatlı kitabe bulunmaktadır. Bu kitabe, yanları uzun, ortası yuvarlak, kartuşlar içersine alınmış olup, oldukça güzel, rumi, palmet, kıvrık dal ve örgülerle dikkat çekmektedir (Fotoğraf 2). Selçuklu portallerinin özelliğine uygun olarak girişin iki yanında yer alan mihrabiyelerin üzerleri, solda dört, sağda iki sıra mukarnas dizisi ile sonuçlanmaktadır. Soldaki mihrabiyenin üzerindeki kare panoda, birbirini kesen sekizgenlerin meydana getirdiği geometrik bezeme görülmektedir. Portalin iki yanını kavrayan çan tipi başlıklı yuvarlak köşe sütunceleri, yivli kum saatleriyle sonuçlanır. Altı sıra halindeki mukarnastan oluşan kavsaranın üstü, dik bir kaş kemerle sınırlandırılmıştır. Bordörler, silmelerle birbirinden ayrılmış olup, içleri boştur. Portalin üstünde kırmızı zemin üzerine sarı yazıyla Alauddevle tarafından yaptırıldığını gösteren iki satırlık, 907/1501 – 2 tarihli kitabe vardır. Portalin iki yanında bulunan ve son cemaat yerine açılan altlı üstlü pencerelerden sağdakinin üzeri, mükebbire olarak değerlendirilmiştir. Mükebbireye, son cemaat yerinden 20
Gündoğdu, “Dulkadirli Beyliği Mimarisi” s. 39.
28
ahşap bir merdivenle çıkılmaktadır. Portalin iki yanındaki duvarların ortalarında da, yarım yuvarlak mihrap nişlerine yer verilmiştir.21 Harimde nefler dikdörtgen kesitli iki sıra kesme taş pâyeye oturan sivri kemerlerle ayrılmaktadır. Neflerin üstü içten ahşap tavanla, dıştan kiremit kaplı meyilli bir çatıyla örtülüdür. Harim mekânının ortasında enine dikdörtgen bir alanda yükseltilmiş, bol pencereli ikinci bir çatı yer almaktadır. Doğu yönünde eğimli araziden kazanılan, harimden 3 m. kadar yüksekteki hafif çarpık planlı mahfil bodur sütunlara oturan beş sivri kemerli açıklıklı olarak düzenlenmiştir. Bey mahfili şeklinde düzenlendiği tahmin edilen bu bölüme doğu cephesinin kuzey köşesinde açılan bir kapıdan ve harimin kuzeydoğu köşesindeki merdivenlerle ulaşılmaktadır. 22 Alaüddevle Bey’in kardeşi Melik Arslan Bey, Ulu Camii’de namaz kılarken 870 / 1465 – 66 yılında öldürülmüştür. Alaüddevle Bey’in camiyi 907 / 1501 yılında yenilenircesine tamir ettirirken güvenlik sebebiyle “Bey Mahfili”ni de yaptırdığını sanmaktayız. Orjinalinden basık kemerli olduğu belirtilen mahfil kapısı, 1945’teki tamirde dikdörtgen kesitli yapılmıştır.23 Harimin kuzey duvarında portalin batı tarafında yer alan müezzin mahfili ile harimin batı tarafında boydan boya uzanan mahfil önceleri ahşapken yakın zamanda betonla yeniden yapılmıştır. Son cemaat yerindeki kapıdan ulaşılan batıdaki mahfilin 1194 onarımında inşa edildiği
kapı üzerindeki belirtilmektedir.24
kitâbesinde
Kıble duvarında mihrabın doğusunda 0,60 x 0,90 x 1,32 m. Boyutlarında dolap nişi ile batısında 1.04 x 1,65 m. Ölçülerinde bir kapı bulunmaktadır. Dikdörtgen kesitli kapı, üç dilimli tahfif kemeriyle kuşatılmıştır. Önceden caminin güney tarafında bulunan hazire ile bağlantı kurmak için açılan kapının, onarımlar sırasında yapıldığını sanmaktayız.25 Mihrap Osmanlı tarzındadır ve bugün boyalı durumdadır.26 Cami içerisinde dikkati çeken mihrap bordürleri, dıştan profiller ve mukarnas dizileriyle çerçevelenmiş, bunu takip eden geniş bitkisel bordürle kabartma olarak lotus, palmet ve rumilerden oluşan bir bezeme dikkat çeker. Simetrik şekilde birbirini takip eden motifler, başarılı köşe dönüşleriyle Osmanlı mihraplarının süsleme özelliklerini aksettirir. Geniş bitki motifli bordür, mihrap kavsara ve nişini de içine alan, gittikçe küçülen iç bükey ve dışbükey satıhlardan meydana gelen iç çerçeveyle sınırlıdır. Mihrap nişi altı köşeli olup üstü de yedi sıra dik mukarnasılıdır. Mukarnasıların araları geniş tutulmuş ve içlerine, yelpaze şeklinde bezemeler yerleştirilmiştir.(Fotoğraf 3)27 Yapının orijinal ahşap minberi XVIII. yüzyılın ikinci yarısındaki yangında zarar görmüş, sadece iki parçası günümüze ulaşmıştır.28
24
21
Gündoğdu, “Dulkadirli Beyliği Mimarisi” s. 40. Çobanoğlu, DIA, “Maraş Ulu Camii” C.42, ss. 111, 112. 23 Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri Kahramanmaraş 46” C.1 s. 298. 22
Çobanoğlu, DIA, “Maraş Ulu Camii” C.42, ss. 111, 112. 25 Özkarcı,“Türk Kültür Varlıkları Envanteri Kahramanmaraş 46” C.1 s. 299. 26 Bayburtluoğlu, “Kahramanmaraşta Bir Grup Dulkadiroğlu Yapısı” s. 240. 27 Gündoğdu, “Dulkadirli Beyliği Mimarisi” s. 40. 28 Çobanoğlu, DIA, “Maraş Ulu Camii” C.42, ss. 111, 112.
29
Ahşap minber, Muhsin Ali isimli bir usta tarafından onarılmıştır. Yalnız minber kapısı üzerinde, kitabelik kısmında yer alan iki parça ve birinde kelime-i tevhîd, diğerinde yaptıranın ismi yazılı iki kabartma yazılı parça asıl minbere aittir. Bu iki yazının ortasında Muhsin Ali usta tarafından, kakma suretiyle yazılmış tamir kitabesi bulunmaktadır. Bu tamir kitabesinin üstündekinde nesih yazıyla, kabartma olarak; (Lâ ilâhe illallah Muhammed resul Allah) attakinde; (El emir ve imareti Alâ-üd Devle bin) Böylece Alâüd Devle Bozkurt beyin portal ve mihrapla birlikte bir de ahşap minber yaptırdığı ortaya çıkmaktadır. Ancak minber aslından çok uzak durumdadır ve günümüze Muhsin Ali ustanın H. 1317 (M. 1909) tamiri ile ve çok az orijinal parça ile intikal etmiştir.29 Ayrıca harimin batı tarafına, kuzey – güney doğrultusunda boydan boya uzanan 4,30 x 19,40 m. ölçülerinde kadınlar mahfili yerleştirilmiştir. Önceden ahşap olan bu mahfil, müezzin mahfili ile beraber betondan yapılmıştır. Kadınlar mahfiline son cemaat yerinin güneybatı köşesinde açılan ve merdivenle çıkılan 0,93 x 1,80 m. ölçülerinde basık kemerli kapıdan girilir. Kemer geçme tekniğinde yapılmıştır. Profilli silmeyle kuşatılan kapının üstünde H.1194 / M.1780 yılını taşıyan onarım kitabesi vardır. Mahfil ve kapının bu onarım sırasında yapıldığı anlaşılıyor.30 Kahramanmaraş Ulu Camii’nde özellikleri belirtilen bezemeli unsurlardan başka, cami içinde payelerinde taşıdığı kemer içlerinde madalyon şeklinde bezeme panolar da bulunmaktadır. Batıdaki mahfilin hizasında, payelere oturan kemer 29
Bayburtluoğlu, “Kahramanmaraşta Bir Grup Dulkadiroğlu Yapısı” s. 241. 30 Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri Kahramanmaraş 46” C.1 s. 300.
içlerinde “mühr-ü Süleyman” da denilen yuvarlak kalem işi bezemeler görülmektedir. Fazlaca girift olan ve kemer içlerini dolduracak şekilde bu panolar gayet incelikli yaprak ve bitki örneklerinden oluşmuş, vişneçürüğü renginde ki sekiz yaprak, ortadan değişik yönlere dağılan bir 31 kompozisyon örneği sergilemektedir. Çeşitli tarihlerde ekleme ve onarım gören caminin minaresi, son cemaat yerinin 2m. kadar önünde serbest bir kaide üzerinde tek başına yükselmektedir. H.1264 / M. 1848 yılında üst bölümü yenilenmiş olan minare, kesme taştan inşa edilmiş olup, caminin son cemaat cephesine hafif çapraz biçimde 32 konumlandırılmıştır. Selçuklu geleneğine bağlı ve mahali özeliklere uygun yapılan minare, Memlûklu sanatına ait bazı özellikleri de bünyesinde taşımaktadır. Minareye kaidenin batı tarafında yer alan ve iki taraftan üçer basamaklı merdivenle çıkılan 0,77 x 1,55 m. boyutlarında dikdörtgen kesitli kapıdan girilir33 ve içerisinde yetmiş altı adet taş basamak bulunmaktadır. Zeminden külaha kadar yükseklik 22,10 m.’yi bulmakta, bu yükseklikteki minarenin 4.10 m. kadar olan kısmı kübik alt kaideye ait olup kaideden sonra köşeler pahlanarak sekizgen pabuçluğa, oradan da iki bölümlü gövde kısmına geçilmektedir.34 31
Gündoğdu, “Dulkadirli Beyliği Mimarisi” s. 41. Gündoğdu, Kahramanamaraş Sempozyumu, “Dulkadirli Cami Minareleri” s. 778. (http://docplayer.biz.tr/13732694Kahramanmaras-sempozyumu-775-dulkadirlicamii-minareleri.html) 33 Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri Kahramanmaraş 46” C.1 s. 301. 34 Gündoğdu, Kahramanamaraş Sempozyumu, “Dulkadirli Cami Minareleri” s. 778. (http://docplayer.biz.tr/13732694Kahramanmaras-sempozyumu-775-dulkadirlicamii-minareleri.html) 32
30
Minarede gövde iki bölümden oluşur.35 Gövdenin alt bölümü silindirik, üstü onikigen kesitli olarak yükselmekte, alt ve üst gövdeyi ortadan profilli bir silme ve saç örgüsü şeklinde geçme ayırmış bulunmaktadır. Gövdenin üst kısmında ki şerefe altlığı, yoğun biçimde süslenmiştir. En altta her kenar ortasına denk gelecek şekilde siyah taşlarla başlayan süs unsurları, biri iç bükey, diğeri dış bükey ve bir de düz silmeden oluşan şerefe silmelerin altında, stilize bitki kompozisyonlarından ibaret frizle devam etmektedir. yukarı giderek genişleyen şerefe altığının aşağısında her kenar ortasına rastlayan mavi – beyaz renkle çinili tabaklarla bunların arasında kabartma olarak işlenmiş çarkıfelek, yıldız motifleri ve üst kısımlarda da birer iri çarkıfelek ve ince mukarnas dizilerinin oluşturduğu üst ortaları sivri kemerle sınırlı irer birer mukarnastan meydana gelen plastik değerlerle zenginleştirilmiş süsleme unsurlarına sahiptir.36 Şerefe korkuluğunu alt bölümünde her kenarın ortasına gelecek şekilde kırık hatlı ikişer sivri kemer yerleştirilmiştir. Şerefe kısmı köşke tipinde ve on kenarlıdır. Köşkün üzeri ahşaptan geniş ve parçalı saçakla korunmakta, bunun üstünde de kısa ve küt biçimde sonuçlanan petek kısmı bulunmaktadır. Petek kısmından külaha geçişte yine küçük parçalı geniş saçaklı saç örtü koruma görevini sürdürmektedir. Şerefenin köşk biçimde ele alınması, üstte iki 35
Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri Kahramanmaraş 46” C.1 s. 300. 36 Gündoğdu, Kahramanamaraş Sempozyumu, “Dulkadirli Cami Minareleri” s. 778. (http://docplayer.biz.tr/13732694Kahramanmaras-sempozyumu-775-dulkadirlicamii-minareleri.html)
farklı boyutta saç örtü kullanılması37 yöresel bir özellik olup, müezzini yazın güneşin sıcağından, kışın da yağmurdan korunmak amacıyla böyle bir uygulamaya gidilmiştir. Aynı şeklide Gaziantep, Adana gibi güney illerinde de bu tip minare inşa edilmiştir. Merdiven boşluğu gövde kısmında yer alan beş küçük pencereyle aydınlatılmıştır.38 Ayrıca burada iki renkli taş kullanımı da Dulkadirlilerin uzun süre metbu tanıdıkları Memlûk etkileriyle bağlantılıdır.39 Minarenin kaide, pabuçluk ve silindirik alt gövdesi orijinal olup, onikigen üst gövdeden itibaren diğer bölümler, Dulkadiroğulları’ndan İbrahim Bey’in oğlu Hacı Halil Bey tarafından H. 1264 / M. 1848 yılında yaptırılmıştır. Kaynaklarda, önceki minare gövdesi kısa olduğu için böyle bir ilâvenin yapıldığı ifade edilmektedir. [Arif Paşa 5/5 (1313), 696]. Minarenin orijinal kısımlarıyla onarımda yapılan bölümlerde kullanılan malzemenin farklılığı da dikkati çekmektedir.40 Kahramanmaraş ulu camii genel plan şeması bakımından, erken dönem Anadolu Selçuklu yapılarından biri olan Sivas Ulu cami ile benzeşmektedir. Sivas Ulu Cami’nin harim kısmında dikey uzanan ve birbirine sivri kemerlerle bağlanan payelerle onbir sahın bulunmaktadır. Kahramanmaraş Ulu Camii, sahınların kıble duvarına 37
Gündoğdu, Kahramanamaraş Sempozyumu, “Dulkadirli Cami Minareleri” s. 778. (http://docplayer.biz.tr/13732694Kahramanmaras-sempozyumu-775-dulkadirlicamii-minareleri.html) 38 Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri Kahramanmaraş 46” C.1 s. 301. 39 Gündoğdu, Kahramanamaraş Sempozyumu, “Dulkadirli Cami Minareleri” s. 778. (http://docplayer.biz.tr/13732694Kahramanmaras-sempozyumu-775-dulkadirlicamii-minareleri.html) 40 Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri Kahramanmaraş 46” C.1 s. 301.
31
paralel yerleştirmesi düzeniyle de Darende Ulu Camii ile benzerlik göstermektedir.41 Yazar Ali Can Kırcaali On Dokuz Mayıs Üniversitesi
41
Özkarcı, “Türk Kültür Varlıkları Envanteri Kahramanmaraş 46” C.1 ss. 301. 302
32
OSMANLI VE GÜNÜMÜZ ÇEŞMELERİ Genellikle sokak aralarında meydanlar da gördüğümüz ister büyük ve görkemli isterse nazik yapısıyla karşımıza çıkan çeşmelerimize günümüzde verdiğimiz değere birde geçmişin perdesinden bakalım. Osmanlı da padişah ve halkının hayırseverliğe ve temizliğe verdiği önem, mimariye büyük ölçüde yansımıştır. Hayır, amaçlı yapılan çeşme ve sebiller dönemlerinde en dikkat çelici eserler olarak yerlerini almaktadırlar. Osmanlı- Türk su mimarisisin en işçilikli ve bir o kadar da sanatsal değeri olan yapılar sebiller, Türk mimarisinde çok daha fazla görülen yapılardır. Sebil, kelimesinin asıl kökeni Arapçadan gelip çeşitli tanımlara sahiptir. Yoldan gelip geçenlere hayır amaçlı su dağıtılan yerler olarak biliriz fakat dönemin başta gelen özelliği olarak özel gün ve gecelerde örneğin zaferle dönülen savaş sonrası gibi sebiller de şerbet dağıtılırdı. İlk çağlardan günümüze kadar insanlığın genellikle su kenarlarında yerleşim alanı kurup gelişmesiyle su yapılarına göre tasarlanan mimari görünüm zaman ve devirlere göre her şey gibi farlılık gösterip devam etmiştir. Bunun en gözle görünür örneği çeşmelerdir, çeşme kelimesi de sebil gibi asıl kökeni Farsçadan gelir anlamı göz manasına gelen Çeşme'den alınmıştır. Günümüzde de genellikle İstanbullun her semtinde her gün önünden defalarca geçtiğimiz, fakat farkına bile varamadığımız çeşmelerimiz tarih boyunca fonksiyonları ile insan ve hayvan yaşantısının ve mimarisinin vazgeçilmez bir parçası olmuşlardır. Osmanlı da su kamuya ait olduğu için sadece halkın ortak kullanımına açık olan cami, medrese, hamam gibi binalarda bulunmaktaydı. Özel mülkiyetlere şebekeden su alınması kesinlikle yasaktı sadece sarayda su bulunabilirdi. İstanbul’a suyu getiren Mimar Sinan'ın evine dahi su verilmemişti. Bütün bu nedenlerle başta sultanlar olmak üzere, her kademeden mevki sahibi kişiler ve hayırsever vatandaşlar tarafından, halka parasız su temini için, hayır amacıyla birçok çeşme yapılmış ve vakfedilmiştir bu şekilde halkın su ihtiyacı daha rahat bir şekilde karşılanır vaziyete gelmektedir. Bu çeşmelerin önemli bir bölümü eski İstanbul il sınırlan içinde yer alan şehrin meydanı, Köşe başı ve sokaklarını süslemiş, giderek şehir kısa sürede çeşmeler şehrine dönüşmüştür. Aynı dönemlerde Avrupa şehirlerinde, meydanlarda yapılan çeşmeler, görsellik için yapılırken İstanbul meydanlarında ise, dini inanç gereksinimlerine de uyarak heykel kullanmayı tercih etmeyen sanatkârlar, halkın içme ve gereksinim suyunu karşılaması için ilk bakışta birer abideyi anımsatan kullanışlı çeşme yapıları yapmışlardır. Bizler için şuan çeşme mimarisi unutulmuş içleri pet şişe doludur. Hatta çok önemli eserlerimiz duyarsızlığımızdan dolayı kaldırım altında kaldığı gerçeğini değiştirmiyor. Dönüp geçmişe baktığımızda mimarlarımız yarım kemerli değerli kitabelerinde bulunduğu İstanbul çeşmeleri günümüzde olmasa da Osmanlı ve çeşmeler başlığı altında gerekli saygıyı değeri yansıtıyor Bizlerde Osmanlı gibi sağlık amaçlı günlük hayatın stresinden uzaklaşmak için ara sokakta bir çeşme başında su sesi dinleyerek şifa bulabiliriz. Yazar İlknur Uğurdoğan Plato Üniversitesi
33