KALENDARHANE CAMİ SEHER BAŞAK TRAKYA ÜNİVERSİTESİ SANAT TARİHİ
Cami kiliseden dönüştürme bir yapıdır. Kilisenin eski adı hususunda değişik görüşler vardır. 1935’li yıllara gelinceye kadar bütün yayınlarda yapının Diakonissa Kilisesi olduğu ileri sürülmüş ve bu adla tanıtılmıştır. Fakat V. yüzyılda yapılmış Diakonissa Kilisesi planı ve mimarisi bakımından bu kadar eski değildir. İlk defa neşredilen Fatih Sultan Mehmet’in vakfiyesinde rastlanan ve pek de açık olmayan bilgiye dayanarak yapının Akataleptos Manastırı Kilisesi olabileceği görüşü ortaya çıkmıştır. Gerçekten Bozdoğan Kemer’ine komşu bu isimle tanınan bir manastır vardır. Ancak Bizans tarihlerinde burası ilk defa XI. Yüzyılda anılmaktadır. Son araştırmalarda yan hücrelerin birinde bulunan Meryem’in fresko iki resminde Kyriotissa lakabı ile karşılaşılmıştır. Bu sebeple kilisenin Akataleptos Manastır’ına ait olmakla beraber Meryem’in adını taşımasıda muhtemeldir. Doğan Kuban ve Striker’ın büyük çaba sarf ederek Konstantinopolis'teki son Roma ve Bizans topografyası ile ilgili yapılan arkeolojik kazılar ve restorasyonda bu yapının orijinal adının Kyriotissa olduğunu çıkarmışlardır.
4. Yüzyıl Sonu, 5. Yüzyıl başı Kalenderhane Cami’nin yeri Constantinus döneminden sonra Kapitol’ün, büyük sarayların ve dini yapıların bulunduğu Tauri Forumu ve Constantinus Martiryonu arasındaki anayolun ( bugünkü Beyazıt- Edirnekapı Caddesi) üzerindeydi. Bu alanda tarihi en eski yapı kalıntısı, büyük bir sarayın özel hamamına aittir. 368 yılında inşa edilen Valens(Bozdoğan) Su kemeri yanına pek çok yuvarlak mekândan oluşan orta büyüklükte bir hamam yapılır. 368-373 arası inşa edilen Bozdoğan Su Kemer’ini tam bir dik açıyla kesen orta büyüklükte bir hamam yapılmıştır. Bu tesis üç mekândan oluşur. 6. Yüzyılın ve 8.yüzyılın başlangıcı, 12.yüzyılın sonu arasında henüz belirlenemeyen bir kilise yapılır. Bu bazilikaların daha kuzeyde olanı, kemerin duvarını da kullanarak yapılmış, bir diğeri ise onun güneyinde, fazla bir iz bırakmadan yok olmuştur. Ne var ki bu kilisenin küçük bir fragman olarak kalan apsis duvarı üzerinde, ikonoklast dönemi öncesinin İstanbul’daki tek duvar mozaiği panosu bulunmuştur.
Kilise ile manastır, Sultan II. Mehmet'in (14511481) tarafından, İstanbul fethinde büyük kahramanlık yapan Kalenderi tarikatına zaviye olarak tahsis edilmiştir ve ulema için imareti olan bir camiye çevrilir. Trakya’daki pek çok köy, Kostantinopolis ve Galata’daki bazı hamamlar vakfa aittir. Vakıf ise sultanın emrindedir. Arpa Emiri Mustafa Efendi tarafından vakfa mektep ve medrese bağışlanır. Fatih’in vakfiyesinde bu kilisenin bir zaviye olarak vakfedildiği belirtilmiştir. Fetihten sonra kent içinde kalmış Bizans yapılarının ne şekilde kullanıldığı ve Fatih’in kentin yerleşme ve kontrolünde nasıl davrandığını anlamak açısından da Kalenderhane iyi bir örnektir. Bunun için Fatih’in vakfiyesinde Kalenderhane’ ye verdiği görevi anımsamak gerekir. Vakfiyede zaviye olarak tanımlanan yapının dünya ile ilgisini kesip, bir köşede kanat ederek oturan taife-i dervişan’a ve fakirlere hizmet edeceği bu hizmeti yapmak için inancı tam, mürşid-i arif, ahval-i ehl-i süluka vakıf bir şeyhin fukarayı irşad için 10 akçe yevmiye ile zaviyenin işlerine bakan bir nazırın da 5 akçe yevmiye ile tayin edileceği belirtilmiştir . Ve Cuma namazlarından sonra yapılan sema meclisinde tahrik-i erbab-ı aşk için şiirler söyleyen iki kişi için 1’er akçe, semazenlere eşlik edecek 4 çalgıcı derviş için 2’şer akçe yevmiye; zaviyede ya da civarında oturan dervişlere yemek için 40 akçe ve misafir olan muhtaç kimseler için de 15 akçe tahsis edilmiştir. İstanbul’daki yetimler için günde 100 akçeden, bütün kentte 3.000 akçe sarf edilebileceği belirtiliyordu. Anasız, babasız kız ve erkek çocuklara da 15’er akçe dağıtılacaktır. Bu dini ve sosyal amaçlarla kullanılan yapı kompleksinin 18.yy’da camiye dönüştürülmesine kadar herhangi yapısal bir değişiklik geçirip geçirmediği bilinmektedir.
Fakat zaviye olarak kullandığı dönemde henüz sağlam olan apsisin içine, kıble yönünü göstermek için bir küçük mihrap nişi yapılmıştır. Bu mihrabın temelleri kazılar sırasında ortaya çıkarılmıştır. 18.yüzyılın birincisi yarısı sonlarında ünlü Darüssade Ağası Maktul Beşir Ağa tarafından camiye çevrildiği sırada yapının apsis bölümü yıkılmış olmalıdır. Çünkü 18.yüzyılda yapılan ve bugün restore edilerek kullanılmakta olan mihrap, dairesel apsisi kapatan yeni duvarın üzerine inşa edilmiştir. İstanbul’un bu semtini büyük ölçüde tahrip eden 1718 yangını, 1720 depremi ve 1724 yangınından sonra gerekmiş olmalıdır. Bu dönemde kilisenin naosunun güneybatı köşesindeki küçük odanın duvarları doldurularak üzerine bir minare eklenmiştir. Aynı dönemde Bozdoğan Su Kemeri ’ne bitişik şapel üzerine birkaç hücre yapıldığı görülür. Naosla yan nefler arasındaki antik başlıklı iki sütunlu üçlü bir kemer oluşturan geçit, kemer başlıkları saklayan bir duvarla doldurularak kapatılmıştır. Eski nartekslerin üzeri bir kiremit çatı ile örtülmüş, o sırada çevre katlarıda yükselmiş olduğu için , kilisenin giriş kemeri yıkılarak, yol kotunda yeni bir giriş yapılmıştır. Caminin minaresine de dışarıdan çıkan bir merdiven inşa edilmiştir. İçeride 18. yüzyıl mihrabını örten, oransız yeni bir mihrap ve dökülen mermer kaplamaların yerine de mermer taklidi bir sıva yapılmıştır. Cami hariminin arka tarafına da, çok oransız ve kötü bir marangoz işi bir kadınlar mahfili eklenmiştir. Yapı cepheleri yangından çok tahrip olduğu için bütün cepheler sıva ile kapatılmıştır. Cami kubbesinin ondüleli saçağı harç ile doldurulmuş ve çimento ile sıvanmıştır, çatısındaki tonozların arası da toprakla doldurularak kiremit bir çatı yapılmıştır. Beşir Ağa, caminin yanına bir medreseden başka içinde de bir hünkâr mahfili inşa ettirmiş, ayrıca vakfını zenginleştirmiştir. Kalenderhâne Camii’nin müştemilâtı
Durumun da olan medrese hakkında kısa bir bilgi Rumi 1330 (1914) tarihli bir belgeden öğrenilmektedir. Buna göre yapının ikisi biraz büyük, diğerleri ufak ölçüde odacıklar halinde on beş hücresi vardı. Kuyusu ve şadırvanı da bulunan medrese faal olmakla beraber içinde sadece üç kişinin kaldığı ve evler arasında sıkışmış, havasız, son derece rutubetli bir yapı olduğu bildirilmiştir. İstanbul’da 21 Kânunuevvel 1334 (21 Ekim 1918) tarihinde çıkan yangının felâketzedeleri burada barındırılmıştı. Bu şekilde 1930’lu yıllara kadar kullanılan cami, bir fırtınada minaresinin yıkılması ve yapının hasar görmesi üzerine terk edilmiş ve 1965’e kadar evsiz barksızlar tarafından işgal edilmiştir. 1966-1975 yılları arasında Harvard Üniversitesinin bir yan kuruluşu olan Dumbarton Oaks Bizans Araştırmaları Enstitüsü’nden Striker başkanlığında bir heyetle İstanbul Teknik Üniversitesi’nden Doğan Kuban’ın iş birliği neticesinden burada etraflı bir araştırma ve inceleme yapılmıştır. Restorasyondan önce yapılan kazılarda yukarıda açıklanan arkeolojik veriler bulunmuş ve SİT’in tarihi ortaya çıkarılmıştır. Kazı alanının sınırlı olması nedeniyle, bazı kazı kalıntılarının kazı yapılmayan alanda kalması tam bir çözümleme olanağı vermemiştir. Restorasyonda yapının mermer kaplaması, kalanları ve naosun özgün karakterini korumak için tamamlanmış, 18. yy mihrabı restore edilmiş, yan neflere açılan üçlü kemerler ve başlıkları ortaya çıkarılmış, cami cepheleri restore edilerek geç dönemde yapılan sıva kaldırılmıştır. Caminin özgün giriş kotuna dışarıdan inilerek, kemeri restore edilmiştir, yıkılan minare tekrar yapılmıştır. Çevrede ise arkeolojik alan tanzim edilmiş, diakonikon restore edilmiş ve küçük buluntular için bir müze olarak ayrılmıştır.
Büyük Selçuklu Devleti Güç Paylaşımı Yönetim Yapısı ve Etkili Rol Oynayan Unsurlar Sıla Sultan Ayar Gazi Üniversitesi Tarih
Büyük Selçuklu Devleti Güç Paylaşımı Yönetim Yapısı ve Etkili Rol Oynayan Unsurlar 1-) Büyük Selçuklu Devletinin Abbasi Hilafet Makamı ile Münasebetleri “Selçuklu devletinin kuruluşundan sonra Şeriatın ve İslâm birliğinin mânevi reisi (Emîr ül-Mü’minîn) olarak kabûl ettiği halîfe yanında bir de sultan meydana çıkmış ve yüksek hâkimiyet bu iki makam arasında taksim olunmuştur. Filhakika din işleri halîfeye, dünya işleri de sultana intikal etmiştir. Böylece dinî ve mânevi bakımdan sultan nasıl halîfeye bağlı idiyse siyasî bakımdan aynı şekilde halîfe de sultana bağlı bulunuyordu.”1 Selçuklular devletlerini kurma mücadelesi içindeyken Abbasi hilafeti X. Yüzyıldan itibaren gücünü yitirmiş durumda idi. Kendi sınırları içinde bulunan Fatımiler halifelik ilan etmiş ve Abbasi Halifesini Büveyhilerinde yardımıyla oldukça sıkıştırmışlardı. Abbasiler bu sıkıntılar içindeyken Selçuklular meşruiyetlerinin tanınması için Bağdat’a Abbasilere elçi göndererek bir nevi onay almak istediler. Rey’i ele geçirmiş durumda bulunan Selçuklular, Halife el-Ka’im bi-Emrillâh’ın da doğu da kendilerine doğrudan doğruya bağlı bulunan yeni siyasi hâkimlerinin oluşması, durumu memnuniyetle karşılamasına ve Selçuklu hâkimiyetini onaylamasına sebebiyet verdi. Bir müddet sonra Halifenin ısrarlı davetleri sebebiyle Bağdat’a gelen Tuğrul Bey ve ordusu Büveyhi askerleri ile anlaşmazlık yaşamış Selçuklu askerleri şehrin bir kısmını yağmalayarak tepkilerini göstermiştir. Durumdan rahatsız olan halife ve Tuğrul Bey arasında ki bu gerginlik ilişkileri kopma noktasına getirmiş ancak Tuğrul Bey Halifenin tahsisatını arttırarak olanları yumuşatmıştır. Devam eden süreçte Selçuklular hızlı bir şekilde büyümeye ve topraklarını genişletmeye başladılar içeride ve dışarıda birçok sorun ve isyan ile uğraşsalar dahi 1056 yılının Şubat ayına gelindiğinde Tuğrul Bey’e hil’at verildi Çağrı Bey’in kızı Hatice Arslan Hatun ile Halife evlendirildi. Böylece hilafet makamıyla akrabalık bağı kurulmuş oldu. Tuğrul Bey’e Ocak 1058 tarihinde Halife tarafından hil’atler ve sancaklar verildi taç giydirilerek altın kılıç kuşatıldı. Halife bütün dünyevi yetkilerini Sultan Tuğrul’a devretmiş ve kendisi bizzat tahta oturtarak “Sultanû’l maşrik ve’l- magrib” (doğunun ve batının sultanı) ilan edilmiş oldu.2 Abbasi halifeliğinin bu devir tesliminden sonra herhangi bir tesiri olmadığı ve olamayacağı Selçukluların egemenliklerinin kuvveti azalmadığı müddetçe bir simgeden öteye gidemeyeceği aşikârdır. Bu duruma bir başka örnekte; “Selçuklular, halîfenin yanında kendi konumlarını yükselten ifadeler kullanmaya başlamışlardır. Nitekim Tuğrul Bey, 454 (1062) tarihinde Kadilkudât’a Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslâm Medeniyeti, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2009, s.307. Osman Gazi Özgüdenli “Tuğrul Bey Dönemi”Selçuklular Tarihi, Edit: Refik Turan, Grafiker Yay. Ankara, 2014, s. 64-65-66. 1 2
yazdığı mektupta kendinden Yamînu Halîfet-i'llahi Emîr-i'l-Müminîn (Allah'ın halîfesi Emîrü'l Müminîn'in sağ eli, gücü, kuvveti) şeklinde bahsetmektedir.”3 Ancak Büyük Selçuklu Devleti iç karışıklıklarla uğraşmaya ve gücünü yitirmeye başladığı sıralarda bu durumdan yararlanmak istemeye başlamışlardır. Sultan Melikşah’ın ölümüne kadar bu seyirde ilerleyen münasebetler Abbasilerin devletin müşküliyetinden yararlanmak istemeleriyle durumu değiştirdi. Büyük Selçuklunun mühim devlet adamlarından Nizamü’l-Mülk’ün ölümünden sonra veliaht olarak dört yaşındaki Mahmut seçildi. Bu durumdan en çok halife rahatsız olmuştu ki sebebi de Melikşah’ın Halife ile evlenen kızının oğlu Cafer’in veliahtlık meselesi ile gündeme gelen konu, Sultan Melikşah ile Halifenin arasının açılmasına ve hatta Halifenin bir an önce Bağdat’ı terk etmesinin istenmesine sebep olmuştur. Halife on gün süre istemiştir, ancak Melikşah
dokuzuncu
günde zehirlenerek vefat
etmiştir.4
Sultan
Melikşah’ın zamansız ve
şaibeli ölümünden sonra
devlet bir fetret dönemine
girdi. Sultan Sancar’ın
yönetimi
kadar geçen 26 yıllık
süreçte devlet oldukça
zayıflamaya
1119
başladı.
ele
almasına
yılında
Sultan
Sancar duruma hâkim
olup, idareyi ele aldıysa
da,
sınır
olmak
idaresini
yeğeni
Rey
batısının bırakmakla,
Şehri
Hemedan
merkezli
üzere
ülkenin
Mahmud’a metbu
Irak
Selçuklu Sultanlığının ortaya çıkmasına sebep olmuştur Fakat bu sırada Bağdad Abbasi Halifesi olan Müsterşid, Hile emiri Dübeys ile bir mücadeleye girmişti. Bu vesileyle uzun zamandan beri Halife, ilk defa ordusunun başında dünyevi iktidar için bir mücadeleye tutuşmuş oluyordu. “Bu hareket dünyevi hâkimiyet maksadıyla yapıldığına göre bugün Dubeys’e karşı yapılıyorsa yakın gelecekte de Selçuklulara karşı yapılmaması için hiçbir sebep yoktu. Zaten Halife, bu Arap hâkim üzerine yürürken hükümdarlık sembollerinden olan bayrak ve çetr gibi alametleri kullanmak suretiyle gerçek niyetini izhar etmiş oluyordu.”5 1131 senesinde Mahmut’ta öldükten sonra melikler arasında yaşanan anlaşmazlıklar ve taht mücadeleleri Halifenin, daha rahat davranmasına ve hatta Selçuklu topraklarına saldırmaya Ahmet Ocak, “Selçukluların Seleflerine Göre Medeniyet Tarihindeki Yeri Ve Önemi” Journal of History Studies International History, Cilt:4 Sayı: Özel Sayı, 2012, s. 266. 4 Refik Turan a.g.e., Hasan Akyol- Erol Kara “Melikşah Dönemi”, s.144. 5 Mehmet Ali Çakmak, “Türk Sultanları İle Abbasi Halifelerinin İktidar Mücadeleleri (XII.- XIII. YÜZYIL)” Gazi Üniversitesi Türk Kültürü ve Hacı Bektaş Velî Araştırma Dergisi, Sayı:44, 2007, s.40. 3
teşebbüs edecek kadar cesaret bulmasına sebep olmuştur. Sultan Sancar, Mahmut’un yerine yeğeni Tuğrul’u tayin etmiş kendisinden af dileyen Mesut’u da Azerbaycan idaresine atayarak Horasan’a dönmüştür. Bundan sonra sürüp giden Tuğrul ve Mesut arasındaki mücadeleler tam da halifenin istediği ortamı yaratmışsa da Tuğrul’un ölümünden sonra, Mesut’a karşı halife bizzat mücadeleye girişmiş ancak esir düşmüştür. Bundan sonra devam eden zaman içinde sürekli tırmanan gerginlik bir türlü bitmek bilmeden, Büyük Selçuklu Devletinin parçalanmaya başlamasına kadar ilerlemiş, yaşanan çekişmeler ne Abbasilere ne de Selçuklulara fayda sağlamıştır.6 2-) Cihanşümul Bir Devlet Olarak Büyük Selçuklu Gücünün Meşruiyet Kaynağı Selçuklu Devleti, Eski Türk Kültürü ve Medeniyeti unsurlarını tamamı ile benliğinde barındıran bir feodal topluluk olarak ortaya çıkmıştır. Çünkü Selçuk Bey’in Babası Dukak Bey Oğuz-Yabgu Devletinde kıdemli bir görevde bulunmuş vefatından sonra da Selçuk Bey babasının yerini almıştır. Ancak sebebini tam olarak bilmediğimiz durumlardan mütevellit Selçuk’un Bey’in görevini ve yurdunu terk ettiği mahiyetinde ki topluluk ile birlikte ki bu mahiyet, 100 atlı, 1.500 deve ve 50.000 koyunun bulunduğu rivayetiyle birlikte yurt arama ve tutma girişimlerinin başlamasına sebep olmuştur.7 Selçuk Bey’in devletten ayrılmasını birçok rivayete dayandırabiliriz. “Selçuk’un Yabgu ile arasının açılmasında iktidar için gizli mücadele rol oynamış ise de, Hatunun (Yabgunun zevcesi) kocasını Selçuk’a karşı tahrik ettiğine dair olan rivayet ve buna istinaden Selçuk’un memleketten 100 atlı ile kaçtığı hükmü sağlam esaslardan mahrum görünmektedir.”8 Rivayetlerden biri de bu olmakla birlikte doğruluğu teyit edilememiştir. Selçuklular önce Maveraünnehir’e gitmişlerdir, burada parçalı bir devlet yapısı bulunan ve hâkimiyetini oturtamamış bir Karahanlı Devleti ve bu kaos ortamından hoşnut olmayan Gazneli Devleti bulunmaktaydı. Her ne kadar anlaşamasalar da bu iki devlet Selçukluların varlığından rahatsızlardı bu sebepten Gazneli Mahmud’un Yusuf Kadir Han ile görüşerek karara bağladığı mesele ile başlayan ve Selçukluları yurt bulma gayesiyle Anadolu (Rûm) seferine dahi mecbur kılan bölgeden atma davası ancak 1040 yılında Selçukluların büyük Dandanakan galibiyetiyle bir sonuca bağlanmıştır. Bazen bazı yanılgılar olmakta ve Selçukluların yurt bulma gayesi yerine yağma için uğraştıkları
6
Çakmak, a.g.m. s.41-42. Refik Turan, a.g.e., Osman Gazi Özgüdenli “Selçukluların Kökeni” s.31. 8 İbrahim Kafesoğlu, Selçuklular ve Selçuklu Tarihi Üzerine Araştırmalar, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 2015, Bölüm 3. 7
düşünülmektedir. Açıklık getirilmelidir ki hiçbir yağma güruhunun9 bu denli yenilikçi ve sistemli bir devlet kurması mümkün olmamıştır ki İbrahim Yınal, Nişabur 1038’ de alındığında halka şu sözleri aktarmıştır; “Gönlünüzü kuvvetli tutmanız lazımdır. Zira şimdiye kadar ufak insanlardan sadır olan yağma ve intizamsızlık nevinden olup bitenler zaruri idi. Şimdi ise adil bir padişah olan Tuğrul ise kendi has adamları ile buraya inecektir.”10 İlk iş bu galibiyeti bütün cihana duyurmak ve devletin varlığından, kudretinden civar devletleri haberdar etmekti. “Zamanın hâkimiyet telakkisine göre, her devlet, kazandığı zaferleri, dostun sevinmesi düşmanın ise çekinmesi için fetihnamelerle münasebet halinde bulunduğu ve hatta bulunmadığı bütün devletlerle bildirdi. Bu âdete uyarak Selçuklular da kazandıkları bu zaferleri bazı hükümdarlara bildirmişlerdir.”11 En nihayetinde asıl mesele ülkenin taksimi ve Tuğrul Bey’in izleyeceği siyasettir. Tuğrul Bey eski Oğuz an’anelerine göre farklı bir bakış sergileyerek daha kuruluşundan itibaren devleti fiilen üçe taksim etmişti. Hakan olmak yerine Sultan olmayı İnanç Yabgu ve Çağrı Bey de dâhil olmak üzere bütün beyleri kendisine bağlı ve tâbi hale getirerek sadece devleti müstakil ve merkeziyetçi bir hâle getirme gayesinde idi. Ancak bunu gerçekleştirirken ne hukuken reisleri bulunan amcaları İnanç Yabguyu, ne de büyük askeri başarılar elde etmiş zaferde katkısının yadırganamayacak kadar bariz bulunduğu karındaşı Çağrı Bey’i yönetimden uzaklaştırmak doğru bir tavır olmayacağından, Ceyhun ile Gazne arasında kalan doğu kısmı Çağrı Bey’e; Musa İnanç Yabgu’ya; Bust, Herat, ile etrafında zapt edeceği yerler. Nişabur merkez olmak üzere ileride fethedilecek olan Batı toprakları da Tuğrul Bey’e verildi. Selçukluların ülkenin hanedanın ortak mesuliyetinde kabul eden ve âdem-i merkezi bir yapılanmadan, merkezi devlet geleneğine yakınlık göstermeye başladığı aşikârdır ki, nitekim İbrahim Yınal kılıç hakkı olarak fethettiği Hemedan bölgesini istemişse de Tuğrul Beyin direnciyle karşılaşmıştır.12 Başka bir kanıt ise; Çağrı Bey ve Musa Yabgu kendi idarelerinde olan bölgelerde, Tuğrul Bey’den sonra adlarını hutbelerde okutuyor; namlarına tabi ki izin verildiği takdirde sikke bastırıyor; kapılarında nöbet (nevbet) çaldırıyor; başlarında çetr (çadır) taşıyor; kendilerine mahsus devlet başkentindekine benzer bir hükümet kuruluşuna, dolayısiyle ayrı vezirlere, ayrı askeri kuvvetlere sahip olmakla birlikte, merkezde Tarihte buna birçok örnek verilebilir ki en barizi de Anadolu Selçuklu topraklarına yağma ve yıkım için gelen Moğol bakiyelerinin uzun yıllar bölge de kalmalarına rağmen herhangi bir kudrete sahip devlet teşkilatlanmasını ya da birliğini sağlayamamış olması gayet açık bir örnektir. 10 Ergin Ayan, “Büyük Selçuklu Devletinin Temelleri Atılırken Siyasi Meşruiyet Süreci” Ordu Üniversitesi, Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, Cilt:3, Sayı:5, Haziran, 2012 s. 20; Bkz. Beyhakî, 1383: 519; Karş. M. Altay Köymen, 1993: 262. 11 Mehmet Altay Köymen, Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi cilt:1, Güven Matbaası, Ankara,1979 s.354. 12 Refik Turan, a.g.e., ”Tuğrul Bey Dönemi” (Osman Gazi Özgüdenli) s. 55-73. 9
ki sultan tarafından temsil edilen yüksek iktidarı tanırlar, savaşları ve siyasi temasları, devletçe düzenlenen ana siyaset çerçevesinde yürütürlerdi. Aksi takdirde takibata uğrarlardı ki bu durumda ancak devletin zayıfladığı dönemlerde vuku bulmuş hadiselere dâhildir. İstikrarlı devlet nizamının kurulduğu zamanlarda hanedan üyeleri (Melik) yüksek iktidara bağlı olarak devletin
idaresi
altında
fütuhatta
ortaklaşa
mesuliyet
taşıyan
idareciler
olarak
addedilmelidirler. Yine de Tuğrul Bey’in çabalarına rağmen alışagelmiş geleneklerin çabuk terk edilmesi mümkün olmayacaktı ki, vefatına kadar kendisi Meliklerin isyanlarıyla uğraşmak ve merkezi otoriteyi kabul ettirmek için birçok mücadele de bulunmak durumunda kalmıştır. Başlıcaları İbrahim Yınal olmakla birlikte, Kutalmış ve Resul Tekin eş zamanlı olarak birkaç kez isyan girişiminde bulunmuş ancak başarısız olmuşlardır.13 Akraba isyanlarından başka bölgede ki otoriteyi tanımayan kimselerde vardı. Sultan Tuğrul’u uzun süre uğraştıran Arslan-El Bessasiri Türk asıllı bir Büveyhi emiri olmasına rağmen Fatımilerden aldığı destekle Bağdad’ı işgal etmiş ve halifeyi esir tutmuşsa da akıbeti farklı olmamıştır. Tuğrul Bey’in vefatından sonra yerine yeğeni Alparslan tahta geçmiştir. Tarihte kendisi hakkında bazı ayrıntılar vardır ki, Büyük Selçuklu Devletinin gücünü ve azametini anlayabilmek hasebiyle önemlidir. “İzzeddin Ebû Şuca’Alp Arslan b. Çağrı Bey b. Mikail’in saltanatı. Heybetli ve gösterişli bir adamdı. Saltanatı zamanında çevre bölgelere seferler düzenledi. Fars’ı Şebankariler’den aldı. Padişah-ı Rum (Bizans İmparatoru) Armanos (Romen Diyojen ile savaştı ve bir milyon dinar haraç karşılığı ona eman verip, tekrar Rum (Anadolu)’a gönderdi.-Akabinde- Gürcistan seferine çıktı. Gürcistan emirlerinden bazısı esir düştüler ve bazı Müslümanlar öldürüldüler. Esaret halkası yerine kaçmayı tercih ettiler. Türk Sultanları içinde Fırat suyunu ilk geçen kişinin Alparslan olduğu söylenmektedir.” 14 Sultan Alparslan Devletin büyümesi ve ilerlemesi bakımından mühimdir ki devamlı surette Anadolu’ya akınlar yaptırmaktaydı. Bu akınlardan birinde Alparslan tasviri çok şaşırtıcıdır; “Bu yılda İranlıların ejderi olan Sultan, büyük zaferle Ermenistan’a girdi. O, Allah’ın gazabının timsali olan öfkesini Şark Milletinin üzerine çevirdi ve kötülüğünün acısını bütün Ermeni milletine tattırdı.”15 Hiç kuşkusuz Sultan Alparslan’ın en büyük galibiyetlerinin başında Malazgirt gelmekteydi. Ancak talihsiz Hükümdar bir suikast sonucu vefat etti, arkasında ise genç bir Veliaht bıraktı. Sultan Melikşah amcası Kara Arslan Kavurd’un Kafesoğlu, Türk Milli Kültürü, s.349. Altan Çetin, “Yahya Kazvinî’nin Lubb et-Tevarih’inde Selçuklularla Alâkalı Bilgiler” Gazi Türkiyat Türklük Bilimi Araştırmaları Dergisi, Güz 2007/1, Ankara, s.185. 15 Urfalı Mateos, Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi ve Papaz Grigor’un Zeyli, (Çvr. Hrant D. Andreasyan) Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2000, s.119. 13 14
direncini kırdıktan sonra ilk iş olarak Halifenin onayını almalıydı ki, iktidarın gücü sağlam temellere dayanabilsin. Halife iktidar mücadelesinden galip gelmiş Sultan’ın saltanatına karşı olumlu tavır takınarak “Mu’izzü’d-din (Dinin Işığı), Celâ’lü’d-din (Dinin Ulusu) ve Kasım Emirü’l- Mü’minin (Halifenin Ortağı)” gibi yeni unvanlar vererek gücünü ve iktidarını tanıdı.16 Sultan Melikşah’ın Devleti ulaştırdığı egemenlik sahası zaman içinde oldukça arttı. Urfa’yı ve Antakya’yı alan Türk Hakanı “Okyanus denizinin beri tarafında bulunan bütün krallıkları kendisine tabi kıldı ve onun hâkimiyeti haricinde bulunan hiçbir devlet kalmadı. On iki millet ona tabi ve vergiyle mükellef oldular. Allah’a şükran okudu. O atını Okyanus’un suların içine doğru sürdü, kılıcını çekip üç defa denizin içine daldı ve: İste Allah İran denizinden bu denize kadar olan terleri benim elime vermiştir dedi. Sonra elbisesini çıkarıp yere serdi ve namaz kılıp Allah’ın inayetine teşekkür etti. Sultan, uşaklarına denizden kum almalarını emretti. O bunu İran’a götürüp babası Alparslan’ın kabrinin üzerine serpti ve: “Ey babam Alparslan! İşte sana müjde, henüz bir çocuk olarak bırakmış olduğun oğlun, dünyayı baştanbaşa fethetmiştir”17 sözlerini sarf etmiştir. Ancak Melikşah’ın beklenmedik ve zamansız ölümü devletin fetret sürecini yaşamasına sebebiyet vermiştir. İlerleyen zamanda taht mücadelelerinin devlete büyük zararlar vermiş olması Sultan Sancar tahtta iken toparlamaya çalışılsa da devlet gücünü büyük ölçüde yitirmiş zaman içinde Moğolların istilalarıyla da kendisine bağlı feodal beyliklerin hâkimiyetini kaybetmiştir. Ancak Anadolu Selçuklu, Irak Selçukluları ve Kirman Selçukluları bir müddet daha bulundukları bölge de varlıklarını korumuşlardır. 3-) Büyük Selçuklu Devletinin Ordu Teşkilatı Türk devletlerinde bilinmelidir ki Hükümdar her şeyden önce bir başkumandandır ve en mühim vazifesi akınlar ve savaşlar yapmak, ganimet elde etmek, ülkesinin sınırlarını genişletmektir. Büyük Selçuklu Devleti Nizamü’l-Mülk’ün vezirliği ile birlikte belli başlı değişikliklere maruz kalmıştı. Vezir bilindiği üzere Fars kökenliydi ve devletin kademelerine kendi tanıdığı bildiği devlet adamlarını yerleştirmekteydi. Ancak bu durum bazen halkı ve askeri huzursuz eden bir hâle gelmeye başlayınca devletin Farslaştığı fikrini akıllara getirmişti. Mühim görevlerde Fars kökenli devlet adamları olduğu doğruydu ancak bu devletin tamamıyla Türk kültürünü terk etmesi manasına gelmezdi, ayrıca böyle bir hâl de yoktu. Her ne kadar Selçuklular İslâmiyet’ten sonra bazı kültürleri benimsemiş olsalar da asla
Salim Koca, “Selçuklu İktidarının Belirlenmesinde Rol Oynayan Güçler ve Melikşah’ın Büyük Selçuklu Tahtına Çıkması” Gazi Türkiyat Türklük Bilimi Araştırmaları Dergisi, Güz 2007/1, Ankara, s.30. 17 Mateos, a.g.e., s.172. 16
Türk kültür ve geleneklerini terk eylememişlerdir. Böyle bir durumun meydana gelmesi için baskın kültürün zayıf kültürü yutması gerekmekte, ancak Türk kültürünün yüzyıllardır süregelen baskınlığı böyle bir durumun olamayacağının en bariz kanıtıdır. Filhakika sarayda hükümdarın şahsına en küçük hizmetlerde bulunanlar saray dışında büyük askerî makamları işgal ediyorlardı. Zaten, sarayın âdeta orduya eleman, yetiştiren bir okul olduğu görülmektedir. Saray gulâmlar,ı ve hâcilıler'i, yalnız muvakkat vazifelerle değil, orduda yüksek kumanda mevkilerindeki daimî vazifeleriyle de devlet hayatında büyük roller oynuyorlardı.18 Yine gulamlar ile alakalı bir başka kaynakta ise “Bu anda asıl bünye değişikliği orduda kendini göstermeğe başlamıştır: Zaferin kazanılmasında başlıca rol oynadıklarını gördüğümüz mülteci Türk gulâmlar’a Selçuklular iltifatlar etmişlerdir, devlet teşkilatında vazifeler vermişlerdir. Bu suretle yaptıkları yağmalardan zaten zenginleşmiş bulunan gulamlar’ın nüfuzu son derece artmıştır.”19 Bu durumda askeri organizasyon da vaziyetin İslamiyet’ten önce de gayet dizgesel bir biçimde işlediğini düşünmek yanlış olmasa gerektir. Gulamlardan ayrı bir başka hususta göçebe Türkmenlerin durumuydu ki, görünüşe göre onlar tamamıyla farklı bir statü de bulunmaktaydılar. Çünkü başlarında ki başbuğlarıyla birlikte tamamen kışla hayatı sürdürüyorlar, kadınlar ve çocuklar dahi askeri bir biçimde hayatlarını idame ettiriyorlardı. Türkmenlerin daha etkin rollerinin varlığı uc’lar da bulundukları ayrı bir statülerinin olduğunu görüyoruz ki, Gazi olarak isim alırlardı ve uc’lardan vergi alınmak şöyle dursun aksine bu bölgelere yardımda bulunulur ve belli başlı maaşlar da gazilere verilirdi. Görüldüğü üzere Türkmenler düzenli bir ordu içerisinde kullanılmazlar genellikle Batı topraklarında bulunurlardı.20 Askeri unsurlara geri dönecek olursak Eski Türk Kültürüne bakıldığında silahların dahi üretiminin üstlenildiğini görüyoruz. “Bilhassa askeri teşkilat, harp aletleri ve tekniği gibi hususlarda faikıyetleri, kendilerine düşman kavimlerin kronikçileri tarafından bile itiraf edilmiş.”21 Selçukluların en başından itibaren kazandığı mühim savaşlara göz atacak olursak; yurt arama süreci Gazneliler ile olan mücadele de Nişabur’un fethi ve bazı mühim yerlerin ele geçirilmesinden sonra kati bir sonuç gerekliydi.22 Hiç şüphesiz bu da Dandanakan savaşı demekti, 1039 yıllarında küçük çaplı çatışmalarla başladı. İlk başta yapılan meydan Mehmet Altay Köymen,”Alp Arslan Zamanı Selçuklu Askeri Teşkilatı”, Ankara Üniversitesi Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt:5 Sayı:8, Ankara, 1967, s.2-4. 19 Köymen, a.g.e. , s.355. 20 Köymen, ”Alp Arslan Zamanı Selçuklu Askeri Teşkilatı, s.5-34. 21 Mehmed Fuad Köprülü, “Orta zaman Türk Hukuki Müesseseleri”, Belleten, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Cilt:2 Sayı:5/6, Ankara, Nisan 1938, s.45. 22 Mehmet Altay Köymen, “II. Devletin Tanzim ve Teşkili: I. Devleti Meydana Getiren Unsurlar”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi - DTCF Dergisi, Cilt:16, Sayı:3, 1958, s.54 18
muharebesinde nizamlı Gazneli ordusu Selçukluyu yenilgiye uğrattı ve Selçuklu liderlerinin yaptığı toplantı da düzenli muharebeden vazgeçerek eskiden olduğu gibi çete savaşına dönmeye karar verdiler. Birkaç defa üst üste uygulanan bu taktik galibiyetin kibrine bürünmüş Sultan Mesud’un ordusunu hayal kırıklığına uğratmaya yetti. Selçuklular bu arada vur-kaç taktiği ile havaların da iyice ısınmasıyla ot ve yiyecek sıkıntısı çeken Gazne ordusunu oldukça yıprattı. Bir müddet sulh teklif edilse de iki ordu da gizliden gizliye asker toplamaya ve kuvvetlerine güç katma girişimine başlamışlardı bile. Sultan Mesud en nihayetinde Selçukluları tamamen ülkesinden atmak amacıyla yollara düştüyse de kıtlık ve Selçukluların kuyuları zehirlemesiyle Gazne ordusu telef oldu savaşta ağır mağlubiyet alarak geri çekildiler. Bundan böyle Selçuklular artık bir yurda sahipti ve dur durak bilmeden akınlara başladılar. Devam eden senelerde 1048 yılında İbrahim Yınal’ın Prens Hasan’ın intikamını almak hasebiyle Anadolu’ya gönderilmesinden sonra elde edilen Hasankale (Pasinler) zaferi de pek önemlidir. Ancak amaç burada kalmak yurt edinmek değil bir nevi intikam için gerçekleşmiş bir savaştır. Filhakika Malazgirt’e gelindiğinde aslında Tuğrul Bey zamanında daha önce de bu şehrin kuşatıldığını ancak alınamadığını görmekteyiz. Gerçekleşen kuşatma bir ay kadar sürmüş ve kışın yaklaşması ayrıca Halife’nin Sultan Tuğrul’u çağırmasından mütevellit kuşatma kaldırılmıştır. Amcası Tuğrul’a nasip olmayan bu zafer Alp Arslan’ın başarısıyla sonuçlandı.23 Ancak aslında Alp Arslan’ın asıl niyetinin en azından öncelikle fikrinin Anadolu fethinden ziyade tehlikeli durumda olan Fatımileri ortadan kaldırmak olduğunu görüyoruz. “Mısır Fatımî yönetimini ele geçiren vezir Nasırü’d-Devle Ebû Cafer bin Hamdan ile Mısır Emirlerinden bir kısmı arasında birtakım kötü olaylar cereyan etti. İdare mekanizmasının bu şekilde sarsılmasıyla Nasırü’d-Devle, Halep kadısı adıyla bilinen Fakih Ebû Cafer Muhammed bin Ahmed elBuharî’yi Alp Arslan’a gönderip “Ordusuyla birlikte Mısır’a gelmesini, Mısır’ı kendisine teslim edeceğini ve Şiî hutbeyi değiştirip Sünnî hutbe okutturacağını” bildirip onu Mısır’a davet etti.”24 26 Ağustos Cuma günü başlayan savaş, her yönden tarihin büyük olaylarından biriydi. Öncelikle Türk askerlerinin savaş yeteneği, disiplini ve sürati pek çok bilim insanı ve araştırmacının takdirle belirttiği hususlardı. Batılı ve Doğulu gözlemciler Türk ordusunun, diğer orduların üç günde aldığı yolu bir günde aldığını söyleyerek bilhassa hızına dikkat çekmekteydiler. Malazgirt’teki Türk savaş taktiği icabı, Selçuklu ordusu kilometrelerce alana yayılmak zorunda kalmıştı. Bu kadar geniş bir alana yayılan orduda, disiplini korumak, özellikle haberleşme irtibatını devam ettirmek çok zordu. Refik Turan, a.g.e. Osman Gazi Özgüdenli “Büyük Selçuklu Devleti’nin Kuruluşu” s. 51-52-53. Ayşe D. Kuşçu, “Büyük Selçuklu Devletinin Suriye, Filistin ve Mısır Politikasına Dair Bazı Tespitler” Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Sayı;27, 2010, s.658; Bkz. A.Sevim, Makaleler ( İbnü’l-Adim’in Zübdetü’lHaleb Min Tarihi Haleb Adlı Eserindeki Selçuklular ile İlgili Bilgiler), s.622. 23 24
Bu da çok eğitimli, yetenekli ve disiplinli bir ordunun yapabileceği bir şeydi ki Alp Arslan’ın askerleri bunu başarmıştı, zira öyle yetiştirilmişlerdi yıllardır uyguladıkları Turan taktiği buna açık bir örnekti. Bütün bunların yanında savaş bir iman meselesiydi. Selçuklu ordusu bu yönden de iyi yetişmiş bir teşkilattı, çok uluslu ve paralı askerler güruhundan oluşan Bizans ordusunun bu bakımdan pek şansı yok idi. En nihayetinde savaşı idare eden kumanda merkezi de savaşın sonunu tayin edici unsurlardan biri olmuştu. Sultan Alp Arslan’ın Cuma namazının kılınmasından sonra askerlerine olan hitabı zafere de ışık tutmaktadır. “Biz ne kadar az olursak olalım, onlar (Bizanslılar) ne kadar çok olurlarsa olsunlar, bütün Müslümanların minberlerde Bizler için dua ettikleri şu saatte kendimi onlar (düşman) üzerine atmak istiyorum. Ya muzaffer oluruz, ya şehid olarak cennete gideriz. Ayrılmak isteyen ayrılsın. Bugün burada Sultan yoktur, ben de ancak sizlerden biriyim. Müslümanlara (içinde) zenginlikten başka bir şey olmayan kapı açtım.”25 Sözleriyle askerlerini, yüreklendirdiği aşikârdır. Bir başka kaynakta savaşın Selçuklu lehine dönmesi ile alakalı olan sebeplerden birinin de Bizans ordusunda bulunan Uz ve Peçeneklerin saf değiştirmesine değinmekte; “Bu sırada Sultan, muazzam bir orduyla beraber Romalılara karşı yürüdü. İmparator Diyojen de Mandzgert’in yakınında Doğodap denilen mevkide muharebe meydanına geldi. O, uzları sağ, Padzunagları da sol cenahına, diğerlerini de ordusunun önüne ve arkasına yerleştirdi. Fakat muharebenin kızıştığı bir sırada Uzlarla Padzunaglar düşmanın tarafına geçtiler ve Romalılar tam bir mağlubiyete uğrayıp kaçmağa başladılar.”26 Netice de kazanılan bu zaferle Selçuklu ordusunun hızı ve kabiliyeti oldukça açıktır. Gulamlar, Türkmen birlikleri ve Hükümdarın has ordusu dışında, birde Vassal devlet kuvvetleri ve de Şehir bölge kuvvetlerinin de ordu da ayrı ayrı bulunarak büyük seferler için toparlanıp Sultan’ın emrinde cihet ederler. Genel itibariyle de sağ cenah (meymene), merkez (kalb), sol cenah (meysere), ve art (sâka) diye sayılarak ayrılır. Ordunun muharip sınıfı da atlı ve yaya olmak üzere ayrılıyordu, yayalar atlılardan daha fazla idi. Örneğin; “Sultan Tuğrul Bey'in öldüğü şayiası üzerine, Horasan'dan harekete geçen Alp Arslan'ın ordusu 20.000 atlı ve 10.000 yayadan ibaretti.”27 Bittabi savaşta zafere ulaşmak içinde sadece bunlar yetmezdi, en mühimi de savaş stratejisi olmalıydı ve bu stratejinin pratiğinde herhangi bir pürüz çıkmamalıydı ki, netice galibiyetle sonuçlanabilsin
Refik Turan, a.g.e. “Türklerin Anadolu’ya Akınları ve Malazgirt Zaferi’nden Öncesi Anadolu’da Türk Varlığı” s.84-131; Bkz. El-Cahiz, Türklerin Faziletleri, çev. Ramazan Şeşen, Ankara, 1967, s.68-70. 26 Mateos, a.g.e. s.143. 27 Köymen, ”Alp Arslan Zamanı Selçuklu Askeri Teşkilatı”. s. 37-38 25
Ortaçağ medeniyetleri içinde selefleri arasında bariz farkları bulunan Büyük Selçuklu Devleti’nin, Âdem-i Merkez yönetimin ağırlık kazanmasıyla değişen sistemden sonra Selçuklu devleti gittikçe büyüyerek birçok başarıya nail oldu. Dönemin dini ağırlık sahibi Abbasi halifeleriyle ilişkilerini kuvvetlendirdi hatta halifeye herhangi bir siyasi vizyon bırakmadı ta ki fetret dönemine kadar, Selçuklunun iç siyasetinde yaşanan olumsuz gelişmeler Abbasi halifesine cesaret vererek çatışma ortamına sebebiyet oluşturmuştur. Bu çatışmalara rağmen Selçuklular her daim gücüne güç katmaya devam etmişlerdir. Sultan Berkyaruk ve Sultan Mahmut’tan sonra devletin adeta tekrar kuruluşu olarak anıldığı Sultan Sancar ile tekrar eski gücüne ve kudretine ulaşsa da Irak Selçukluları kolunun ortaya çıkmasına sebep olan bazı iktalar vermek durumunda kalarak birçok fedakârlık gösterme mecburiyetinde kalmış olan Sultan Sancar, Meliklik dönemiyle birlikte devlete 60 sene hizmet vermiştir. Tekrar şahlanan Büyük Selçuklu Devletinin son kudretli Sultan’ı idi. Ne yazık ki iç çatışmalar ile oldukça meşgul olan Sultan’ın askeri başarılarından söz edilemese de, Sultan Tuğrul, Çağrı Bey, Sultan Alparslan ve Sultan Melikşah’ın mühim askeri seferleri yeterince konuşulmaya layıktır. Öncelikle Dandanakan’a gelene kadar yürütülen denge politikası daha sonra yapılan muharebeyle Nişabur, Rey gibi önemli bölgelerin ele geçmesiyle başlayan arkasından Pasinler’i, Malazgirt’i ve Anadolu da Urfa, Antakya gibi Bizans’ın azametle korumaya gayret ettiği şehirlerin ele geçmesiyle özellikle Anadolu da ki ilerleme oldukça hızlı gelişmiştir. Tabi başarılardan ziyade bölgenin tesirinde kalınmak da kaçınılmaz olacaktı, Fars bölgesinde bulunmaları özellikle eski Sasani askeri teşkilatını Türk ordusuyla harmanlayarak karma bir ordu oluşturulmuş ve bu da “Gulam” sistemini ortaya çıkarmışsa da yalnız bilinmelidir ki gulamlar hâlihazırda Türk idiler. Ordunun kudretini tasvir etmek oldukça güçtür, filhakika askeri bir devlet olarak ortaya çıkmış olan Eyyubiler dahi ordularında ki sistemlerini Selçukludan feyz alarak ortaya koymuşlardır. “Her bakımdan Selçuklular'ı örnek alan Eyyûbîler zamanı ordu teşkilâtından öğrendiğimize göre, her bölük, 70 kişi ile 100 ve 200 kişi arasında değişiyor ve Oğuz "tulb" (birlik)'u adını alıyordu.”28 Ayrıca Eyyubilerin kurucusu Selahaddin Eyyubi de Zengi atabeyliğinin bir komutanıydı ki, Zengiler de Büyük Selçuklu Devletinin hâkimiyetine boyun eğmiş bir atabeyliktir. Devlet-î Selçûkiye tüm azametiyle geçmişte ve gelecekte birçok devlete örnek teşkil etmişti
Köymen, ”Alp Arslan Zamanı Selçuklu Askeri Teşkilatı” s.37; Bkz. Bk. H.A.R. Gibb, The Armies of Saladin, Stadies on the Cicilisation of İslam, s. 76. Moğollar devrinde de 50 atlı bir birlik (unil) teşkil ediyordu (bk. S. Jagchid C. R. Bawden, Some Notes on the Horse- Policy, C.A.J. X, s. 250. Ayrıca bk. N. Elissef, Nur ad-dîn, Damas, 1967, s. 723-4. 28
SEVDE KARARMAZ SANAT TARİHÇİ
M
ANİYERİZM HEYKEL SANATI
Maniyerizmin kısaca tanımı: Rönesans ile Barok arası bir geçiş üslubudur. Rönesans’ın kalıplarından sıyrılma söz konusudur. Rönesans’ta önemli olan oran meselesi bu üslup sanatçıları tarafından umursanmaz. Derin perspektifler kullanılır. Bireysellik ön plana çıkmıştır.
Maniyerizm aslında resimde de oldukça etkili olmuş bir üslup anlayışıdır. Fakat bu yazıda heykelden söz edeceğiz.
Üslubun önderi ve en önemli temsilcisi: Michelangelo Bounarotti.
Michelangelo’nun bireysel yaklaşımının en iyi örneklerinden biri, Floransa Katedrali’ndeki, kendi mezar anıtı için yapmış olduğu Pieta’dır (1547-55). Bu yapıtta deformasyon en uç noktadadır. İsa’nın anatomi kurallarının inanılmaz biçimde dışına çıkan gövdesi, heykelin en dramatik ögesidir. Zaten Maniyerizm anlatım açısından dramatizmin yoğunluğuna, Michelangelo’nun heykelleriyle ulaşmıştır.
Sanatçının ölümüne değin üstünde çalışmış olduğu son heykel ise Rondanini Pietası’dır (Castello Sforzesco, Milano). Ne parçaların birbirlerine göre oranları, ne anatomik bir doğruluk, ne de parlak cilalı bir yüzey söz konusudur. Yalnızca birbirine ulanmış iki form seçiliyor. Rondanini Pietası, hemen hemen soyutlama denebilecek bir yaklaşımla biçimlenmiş, bitirilip bitirilmediği üstüne çok tartışılmış, kronolojik gelişim içinde eşi olmayan bir örnektir. Michelangelo’nun bu heykelleri, aslında Maniyerist üslubun dışında ele alınmalıdır. Maniyerist heykelin gelişimin resim ve mimariye paralel olarak öteki sanatçılarda daha açık bir biçimde izleriz. Mimariyi anlatırken bir yapısına değindiğimiz Sansovino, Dostluk Alegorisi adlı heykelinde, Rönesans’ın niş içindeki tek heykel figürü kalıbını ele almıştır. Ancak figürün gövdesinin kıvraklığı, elbise kıvrımlarının dökülüşüyle yapıt, özünde klasik kalıpların bozuluşu yatan Maniyerizm için tipik bir örnektir. Benvenuto Cellini (15001571) ise Perseus heykelinde (Loggia dei Lanzi,
Floransa), bir anlamda, Michelangelo’nun ünlü Davud’unu yeni anlayış ışığında yorumlamıştır. Heykel anıtsallık ve anatomik düzgünlük açısından belki Rönesans’la ilişkilidir, ama yarı karanlıkta kalmış bölgeler, yer yer süslemeciliğe dökülen el hüneri, Maniyerizm için tipik özelliklerdir. Çoğu Rönesans heykelleri karışdan bakılmak üzere tasarlanmıştır. Oysa Giovanni da Bologna Sabinli Kadınların Kaçırılışı (Loggia dei Lanzi, Floransa) heykelinde, ancak çevresinde gezinildiğinde tam anlamıyla izlenebilecek bir kompozisyon oluşturmuştur. Bunu da iç içe geçmiş formlar, birbirine kaynaşmış figürlerle sağlamıştır. Sanatçının yine Floransa’daki I. Cosimo Atlı Heykeli ise, Rönesans’ta Donatello ve Verrocchio’da başarılı örneklerini bulduğumuz atlı portrelerin Maniyerist üsluptaki örneğidir. Heykelde de Rönesans’ın klasik beğenisinden ayrı, yeni bir estetik anlayış gündeme gelmiştir. Ancak bu tarihten sonra (1520-34) Michelangelo’nun heykelleri, Maniyerizm içinde tipik örnekler olmaktan çıkar. Sanatçının son yapıtları, hiçbir üslup içinde yer almaz; onlar, bireysel bir dramın etkileyici anlatımlarıdır. Bu noktada soyutlamadan bile söz edebiliriz.
Sabinli Kadınların Kaçırılışı
Ayhan Türker-Emirgan Çınaraltı, 54×73 cm, tuval üzerine yağlıboya, 2014
EMIRGAN ÇESMESI *ÖZGE TOKUR SANAT TARİHÇİ Emirgan’da Muvakkithane Caddesi’nde Emirgan Camii önünde bulunan Emirgan Çeşmesi Miladi 1782, Hicri 1197 yılında Sultan 1. Abdülhamid tarafından eşi Hümaş Hatun ve oğlu Şehzade Mehmet adına yaptırılmıştır. I. Abdülhamid Han Çeşmesi, Hümaş Hatun Çeşmesi, Şehzade Mehmed Çeşmesi adlarıyla da bilinir. Mermer çeşme 8 cephelidir ve üzeri sekizgen kasnak üzerine oturan bir kubbe ile örtülüdür. Kubbenin altında görülmektedir.
geniş
bir
saçak
Saçağın altında yapıyı dolanan iki kornişin arasında;çeşmesiz,sade bölümlerde
dikdörtgen bölümler içinde dörder satırlık sülüs yazı ile yazılmış kitabeler bulunmaktadır. İkinci korniş, yapının köşelerinde bulunan yivli veköşeli gömme sütunlar üzerinden geçmektedir. Yapının dört cephesinde barok üslupta ayna taşları bulunmaktadır. Bu cephelerin her birinde çeşme vardır. Diğer dört dar cephe boş bırakılmıştır.
. Çeşmeler mermer kaplı olup edilmiştir. Ayna taşının ile C ve S kıvrımları C kıvrımları ve deniz akantus süsleme
yaprağı kısmında okunmaktadır.
Türk-Barok üslubunda kabartmalarla tezyin üst kısmında deniz kabuğu kabartması görülmektedir. Ayna taşında yine kabuğu görünümüzde stilize yaprağı bulunmaktadır. Bu üzerinde yine deniz kabuğu görünümüzde stilize akantus C kıvrımlarıyla desteklenmiş ve iç kitabe yazısı
Oval teknesi ve kartuşlar
teknenin dışında oval görülmektedir.
Çeşmeli arasında bir 1.Abdülhamid Tuğranın görünümünde C’lerle yazısı bulunur. 1197” yazılıdır.
cephelerden birinde iki silme madalyon içinde Han’ın tuğrası görülmektedir. üzerinde deniz kabuğu stilize akantus yaprağı içinde desteklenmiş “Barekallah” Tuğra altında “sene
Çeşme
halka
1956 yılında Sarıyer Belediyesi tarafından onarılarak tekrar sunulmuştur.
2008 yılında ise Emirgan Muhtarı Baki Kızılkaya’nın önderliğinde ve Abdullah Lokantası’nın sponsorluğunda taban çevresi mermerleri yeniden tamir ettirilmiştir.
AZ VE ÖZ ALACAHÖYÜK! Alacahöyük, binlerce yıl öncesinden başlayan tarih devirlerini ve bu çevrede kaç medeniyetin doğup battığını gösteren ihtişamlı bir eser, bir şehirler yığınıdır. Arkeologların Alacahöyük’te yaptıkları ve 100 yıl süren kazılarla araştırmalar sonunda tesbit edildiğine göre, höyükte, tabandan tepeye kadar üst üste yerleşen dört kültür çağının izleri bulunmuştur. 1. Çağ: M.Ö. 3200-2600 yıllarını içinde toplar. Höyüğe ilk yerleşme M.Ö. 3200 yılında başlamış, M.Ö. 2600 yılında sona ermiş demektir. Bu çağın yapıları, toprak seviyesinde, taştan bir temel üzerine oturtulmuştur. Binaların üst kısmi kerpiçtendir. Odalarının içi sıvalıdır. Maden ilk olarak bu çağda işlenmeye başlamıştır. 2. Çağ: M.Ö. 2500-2100 yıllarını kaplar. 14 kral mezarı ortaya çıkarılmıştır. Bu mezarlar bakır çağının kalıntılarıdır. 3. Çağ: Bu çağa ait olan katta M.Ö. 2000-1200 yıllarında bu çevrede yerleşen Hititler’e ait eserler yeralmaktadır. 4. Çağ: Bu çağın katı, Alacahöyük’ün en üst kısmını tamamen kaplar. Bu çağda Frigyalılar’dan Osmanlılara kadar o bölgeye yerleşmiş milletlerin kurdukları medeniyetlere ait eserler bulunmaktadır.