Log in "Yağmurlar da diner moruk” Ahmet ERHAN Ellerimiz nicedir önümüzde bağlı seyir vaziyeti almışız. Genel vaziyet bombok ve sifonla yapaca ğım ız bir müdahalede üstümüzün başımızın batacağı aşikar. Bunun bilinciyle gözümüzü gaste kioskundan tozlu raflara çeviriyoruz, retinamızda, patlayıp tutunan Ali İsmailin aydınlık simas ı. Kelamın kendi kapılarında uyukladığı kapalı piyasa şartları hakimdi sanki de biz bu heyamolay ı gürlemiştik. Üçüncü sayının eşiğindeyken bir yarışın ortasından konuşulduğunu bilmemka ç trib ün ortasından konuştuğumuzu da bildik. Ozet cümlelerin cemi cümleyi kayıt düşürmeye yükümlediği tablonun ve paragraflar ı hatta epizodlar ı birbirine yapıştıran gayretkeşliklerin eşikleri pervazları yalayıp yutan aleve terfi etti ğinin peşpeşe farkındayız. Acil çıkışlara koşturan duman kütlesi ya da düşman yaklaşırken uyuklayan inanmış bir ordu hep bulunur, yanlış zamanlara ayarlı saatler de her daim. Pa çay ı s ıvay ıp tepenin ard ına erken ko şmakt ır mesele. Heyamo
imza:
müdür
Bilginize! santigrad100fanzin@gmail.com, https://www.facebook.com/Santigrad100 veya https://twitter.com/Santigrad100Fan adresleri esas alınmak suretiyle irtibat kurulabilir, yazı/şiir her nevi genel ahlak dışı düşünü tarafımıza tek nüsha gönderilebilir. Kapak: Beşir BAYAR / Dil Tanrısı
düngece(nerdekaldı?)k 1.
torbalar dolusu yağmur suyu, su sesi alkol sesinden seyrek midir: bu sesi kim çıkarır ki sen eksiltesin, esirin ertesinde hayat dolusu midesin ekşisin, ben senin için gaviscon ben sana biraz pasif-lora ben sana biraz da kört kobeynim beynisi pörsümüş, sesleri sessiz çapları çatlamış eksenin, bu minvalde pirelerden pi'yi soramadık
zilleri çalamadık kapıları kilitli camları farlı evlerin kapılarını kırıp çok suçluydu ve mezarımı intizar eylesin, rabbim sen kazamazsın sevgilim sen kazanamazsın hileleri ben bilirim çünkü!
2.
soru bir: bu sevgili neyi kazanmalıdır, bir savaşı yahut da bir kalbi hani camları kırmadan eriyik camda esrimesi bir perinin biraz bu: ben umdukça ruhumu buldum ben umuldukça yumulup yalnızlık denilen hisli çukurumun yamuk detaylarında KOŞ KOŞ KOŞ koşup SUÇ SUÇ SUÇ misk-ül anber SUS SUS SUS geliyorum DURDURDUR yolu çukurdur uçurumun yani böyle de garip!
3.
POST POST POST modern zamanlar evvelim sen olmuş ahirim yok üçlemelerini barok camlar süslesin eşşoğlueşşek adam ol birazcık! ne yani yapımın bozulması için ille de bir fransız uyuşturucusu mu YOKYOK YOK biraderim ben almayım bana sade bira biraz da fıstık
ve kimi ıssızlarımda kimi büyük aşıklar ve sanatçılar harcanıp aşka başkalaşmıştır mutlak!
erenokur 3
Metelkova Santigrad 100 ekibince gerçekleştirillen "yerinde deneyimler" serimize pek soğuk bir kış günü ziyaret ettiğimiz Ljubljana kentinin alternatif mekanı Metelkova ile başlamayı uygun gördük. Slovenya'nın başkentinde yer alan ve şehrin merkeziyle içiçe bir alan olarak göze çarpan Metelkova kentin tren istasyonuna bir hayli yakın. Muhafazakar yahut egemen güçlerce yıllardır zapturapt altında tutulan kentimizde de yer yer ve zaman zaman baş gösteren işgal evlerinin hallice bir örneği sayılabilecek bu mekan 1993 yılında Sloven çapulcularınca ele geçirilmiş. Metelkova önceleri Yugoslav ordusunca kullanılmaktaydı. Ve fakat şimdi bakın görün ki içerisinde her tür siyasi faaliyet, müzik, tiyatro, resim, video, çizgi roman, heykel ve diğer sanatlarında envai çeşit örneğin sergilendiği bir sanat ve zanaat merkezi niteliğindedir. Sloven gençlerce geceleri sosyalleşme ve eğlence amaçlı biraraya gelinen ve malum tüketim kültürünün aksine her gelenin beraberinde getirdiği litrelik pet şişelere doldurulmuş farklı türden içkilerin tüketildiğini görmek takdire şayandı.
4
5
6
7
ASİYE NASIL ...? iyi şimdi evde yatıyor yedi morluk üstünde üç kabahatin bir: elmaları dikine kesecektir iki: elleri her an hazır olmalı üç: bu sadece klişeler için siz de kullanın yine de mutfağın kederle mutlu bir ilgisi var
işe gidiyor artık dolmuşlar otobüsler üstünde üç vesayetin bir: kimseyi duymıycaktır iki: etekleri rüzgârsız olmalı üç: her yamuğu gülüşüyle düzeltecektir çünkü eğri yaşar hayattan ikmale kalanlar
artık bunları düşünmüyor çiçekler çikolatalar üstünde üç tarihin bir: kan nal ve sivilceler içinde iki: istisnasız gebedir kasığındaki kambur üç: hep boş bırakılacak siz yine sormadan söyleyeyim asiye südyeniyle boğdu kedisini yarın üçüncü sayfalara pazar olacak !
Sıtkı SIYRILMIŞ
8
ORGANİZATÖR OMURGANDA ŞEFFAF PARTİM
Yine cinnet geçirir tabiatın Yine sen varsındır şiirin içinde
…
1 /
Bir çatlaktır aşk, eminsindir kalbinden Memelerinden taşan trafikler biliyorum; Zarif ve tıkalı Bir an anason kokar ortalık yerinden Ağlayan dudaklarımız, hatırını kıramıyorum. Maruf hep ilk afakan!
…
Bak böyle olmayacak en iyisi aldıralım kelimelerimizi Ağaçlarımız yanacak, büyük toprak parçası ellerimizdir. Organizatör omurganda şeffaf bir partidir izli düşüncem Kime selam vereceğimi inan bilmiyorum ben böylesizken
2 /
Yarın, bir kez daha öldürmeyecek sevgilim Yani yarın, donuna kaçırmış çocuğun yediği dayak!
Ve yarın yani nasıl söylesem bilemiyorum Kırılmış kaburgamda kaşınacaksın ha bire
Emre Gürkan K. 6-10 Ocak 2012 9
ÇİVİ Paslı, tozlu eliyle, alnında biriken teri sildi. Islak elini ne mavisi grileşmiş gömleğine ne fermuarı bozuk pantolonuna sürdü. Yaş yaş uzandı çivi kutusuna. Bir sekizlik aldı. Islandı sekizlik, sipsivri ucunda bir ışık çaktı söndü. Çivi, o ince çıtır tahtaları bir darbede delmek, o tombul beşe onları yarıp parçalamak için daha sertleşti sanki. Sekizliğin başını keserin sapına dayayıp sert bir darbeyle tahtaya sapladı Mürsel Hoca. Çivi, ilk darbede deldi tahtayı; üç darbede de kalasın derinliklerine gömüldü. Daha derinlere gömülmek için tahtanın yüzeyiyle aynı hizaya gelmiş başında bir kıvılcım çaktı bu sefer. Mürsel Hoca anladı anlayacağını. İki sert darbe daha… Takkk! Takkk! İşçiler paydos etmiş, yemeğe oturmuşlardı. Söğüdün gölgesine, sofra bezi niyetine serilmiş gazete sayfaları üzerinde, öğle nevalesi olan ortadan ikiye ayrılmış iştah kabartan bir karpuz; insana sıkıp patlatma arzusu veren sulu sulu pembe domatesler; uzun, nazik hıyarlar; serçe parmağından daha küçük, ama değdiği yeri kavuran acı biber turşusu, peynirin yumuşağı, zeytinin kara buruş buruşu, bir kalıp da fıstıklı helva vardı. “Mürsel Hocaaa!.. ” İskeleden, az önce elenmiş, üstü sıcacık, içi nemli kumun üstüne atladı. Ayak bileklerine kadar gömüldü kuma. Sıcak, nemli kum çıplak ayaklarını gıdıkladı; içi bir hoş titredi. Hariğine dolan kumu boşalttı. Çimento, kireç torbalarının; kereste, demir yığınlarının yanında kimi paslı, ezik; kimi de yeni, içi su dolu variller vardı. Varillerin birinden bir maşrapa su aldı, ellerini sabunlamadan yıkayıp, birkaç kez salladı. Yer açtılar sofrada. Bağdaş kurdu körpecik çayırların üstüne Mürsel Hoca. Yiyeceklere iştahla baktı. Besmele çekti. Sıcacık, mis kokulu, yumuşacık ekmekten bir lokma kopardı. Peynir, zeytin… Çakısını çıkarıp o pembe domateslerin en irisine saplayıp, çekti. Olan da oldu işte. Alnı kırıştı, midesi bulanıyormuş gibi suratı karardı. “Ni lan bu Veysi! Hı?..” Veysi de diğerleri gibi yemeyip, yutuyordu. Mürsel Hoca, haram- helal bilmez bu günahkârlara tiksinerek baktı. “Lan olum Veysi?..” Veysi, ağzı dolu, şaşkın, başını salladı. Mürsel Hoca, çakının ucuyla gazetedeki resmi gösterdi. Sigara paketi büyüklüğünde bir çerçeve içinde, bikinili bir sarışın‘afat’. Ama resmin kalitesi düşüktü. Renkleri de bir birine karışmıştı. “Ekmek yiyoz burda!..” “Yapma gözün sevem hocam yav!”dedi Veysi. Eliyle, gözlerinin önüne dökülmüş, ince telli, kumral perçemini yana savurdu. “Yapması ne kardaşım! Helâlinden bir parça ekmek yemek yok mu? ” “Lo çalmadığ, kurban olam! Para verdik! Para para!” “Ha bu üzerine ekmek koyduğun resim?.. Hı?..” “Hele şuraya!.. Bak bak! Kancık sinek! N’apayım, kıçına don geçireyim?” Hocalığı, imamlığı yoktu aslında. Hatta gençliğinde ceviz kırdığı da söylenirdi. Mezranın birinde ramazan ayı boyunca köylüye teravih namazı kıldırdığı için ‘Hoca’ olmuştu.
10
Hocalık yakışıyor muydu? Kalıp yerinde,
bıyık, sakal o biçim, göbek fena değil. E, biraz okumuşluğu, biraz da dinlemişliği var...
Ama yetmedi onlar.
Onda bir şey eksikti. Hani bazı kişiler vardır, ne kadar ciddi olmaya çalışsalar da kimse onların ciddiyetini takmaz. Toplumun maskotudur bunlar. Hele bir parçacık da asabiyseler… Mürsel Hoca böyle bir tip. Onun için günahların piri-padişahı içki içmek, kadına- kıza bakmaktır. Bu huyunu bilenler onu hiç rahat bırakmazlar. Yatağının altına çıplak kadın resimleri koymalar, yanında açık- saçık dergiler okumalar, helânın kapısına resim çizmeler, sonra o biçim fıkralar anlatmalar, yetmez, kolasına cin, votka katmalar… Fıttırır Mürsel Hoca. Bazen hızını alamaz küfreder. Bazen kaçanı kovalar, yatırıp pestilini çıkarır. Küfrü, dayağı yiyen için ne gam! Mürsel Hoca küfrettikçe, dayak attıkça adamlar keyiften dört köşe olurlardı. Bu durum iki hafta önce değişti. Şakayı Cıbıl Ahmet yapmıştı. Yine öğle yemeğindeydiler. Mürsel Hoca, günlerce aç kalmış bir dev gibi iştahlı; kalın, kıllı parmaklarını yiyeceklere daldırıp, sakalıyla bıyığı arasına sıkışmış, karanlık bir mağarayı andıran, yamuk-yumuk dişli ağzına tıkıyordu. Tam karşısında Cıbıl Ahmet sırıtıyor, kaş kaldırıp, burun kıvırıyordu. Aldırmadı. Sıcacık, yumuşacık ekmekten bir parça kopardı… Hıyarı eline almıştı ki çaktı manzarayı, Mürsel Hoca. Önüne serilen sayfada bir şettülafet ki abooov! Memelerinin üstüne iki pembe domates konulmuş, tapınak sütunları gibi pürüzsüz bacaklarının arasında, sunağa yatırılmış besili bir kurban misali kalın, uzun bir hıyar uzatılmıştı. Hıyar elinde, lokma ağzında… Ne hıyarı bırakabildi, ne lokmayı yutabildi. Herkes Erol Taş gibi gülüyor, Mürsel Hoca da sinirden köpürüyordu. O hırsla kalktı, Ahmet’in göğsüne bir tekme savurdu. Tekme vız geldi Ahmet’e. Lakin sonrasında ettiği küfür… Ahmet anasını gömeli iki ay bile olmamıştı. Ettiği küfre kendisi de şaşmış, birkaç gün sonra da özür dilemişti ama aralarına soğukluk girmişti bir defa. O gün bu gündür karışmıyorlardı, Mürsel Hocaya. Mürsel Hoca da memnundu durumdan; ama biliyordu ki bu suskunluk fazla sürmez. Bütün ekmeği ortadan ikiye yardı. İçine peynir, zeytin… İlerideki ağaçlardan birinin altına gitti, sırtını ağaca dayadı. Oflaya puflaya yedi ekmeğini. Çayı da ayrı içti. Sonra aynı ağacın altına gidip, uyudu. Koku… Kadın kokusu. Kadın kokusuyla karışmış ter, parfüm kokusu… Gazetedeki o ‘afat’ yanına uzanmış, sarı saçları suratını gıdıklıyordu. O büzük, al dudaklar; o bakışlar… Fırlayıp, kalktı uykudan. Eli önüne gitti. “Abooov!” Etrafına baktı. Herkes çoktan iş başı yapmıştı. Bir, “Ohh!” çekti. Eliyle önünü düzeltirken karısı düştü aklına bu kez. Kısa boylu, tombulca… Bir başka kokardı karısı. Ahır, saman; tezek, duman kokusunun ötesinde bir koku. Üç ay önceki o gece… Tüm bedeni çımgıştı. Keserin sapını on dörtlü gibi kemerine geçirip, iskeleye tırmandı. Çivi kutusunda bir onluk çivi aldı. Köşelere fazladan birkaç onluk çivi çakılmalıydı ki iskele sallanmasın. Maazallah dengeyi yitirip düşmek vardı işin ucunda. Çaktı onluğu. Ama olmadı. Onluk kalası delip yandan çıktı. Gıcırdayarak söküldü çivi. Düzeltti. Deliğin bir parmak yanına çaktı bu sefer. Yine olmadı. Yine yana kaydı çivi. Bir “Suphanallah” çekti. Sarışın ‘afat’ bırakmıyordu ki yakasını. Hele o koku?.. Gâvur avrat kokusu, avradının kokusu!.. Hangisi daha güzel kokuyordu? Terle karışık parfüm kokusu mu, yoksa terle karışık tezek kokusu mu?.. İnşaatın her yerinden yükselen “Takkk! Takkk!” seslerinin arasından Cıbıl Ahmet’in bağırtısı duyuldu o sıra. Veysi’den sekizlik çivi istiyordu. Veysi, Mürsel Hocanın bulunduğu kısma geçti. Mürsel Hoca, o sarışın ‘afata’ sarılır gibi kalasa sarılmış, yana kayan çiviyi sökmeye çalışıyor, hırlayarak soluyordu. Ter içindeydi. Bozuk fermuarından da dışarıya keser sapı gibi bir çıkıntı uzanmıştı. Önce kahkahaları yankılandı inşaatta, sonra olanca gücüyle bağırdı Veysi: “Oğlım Ahmooo! Hoca sekizlikleri bitirmiş! Yirmilik versem olmaz mı?”
Murat TAŞ
11
Sfenksler 1. Beklerim perforajlı güller altında uzayan saatlerin eski uğultusunu çeker kalbim sömürge sonrası karanlığı bir kibrit çakımı gelecek bilirim vaftizci Yahya'nın kabrinden gelecek kelebek tozuna bulanmış simli zaman ama sana bırakmam hiç bakma Hermes sabrın bu dalgalı ıslığını bir sarnıç olur avcum şövalyelere iksir dağıtır ve unutur Albinus'un yazgısını 2. Paslı arklar arasından sızan yüreğim kamçı dolmadan taşan sözcüklerle yinelenen bu dünyayı zedelemekten yorgun yüreğim: mavna yollarının med cezirleri görün nasıl da kürek kürek kaybolur ihtişam yanan şehirlerin dumanı yükselir isli burçlarından şehrin konar berk gölgeleri o zaman kurbanların duaları köle pazarında gelecek bir vakte satılır herkes kaderine yenilir ve sonra bir sıçrayış başlar başakların damarından doruklara yürüyüşe geçilir haklı olmanın verdiği yalınlıkla yeniden işlenir cinayetler arasat bahçeleri içinde işte onlardır ışığın bittiği kumsallarda define arayanlar 3. Koyu yeşilden açık maviye doğru korkudan öğrettiklerini ezberleyen uçsuz bucaksız ıslaklar iç içe titreşen dallar üzere doğan çamların serinliğinde yalın öğütler Kırılgan kelebekler konardı düzlüklere afsunlu vadilerin sellere özleminde alışırdı sıcağa düşmanı soğuk sanırdı Ama çingene iniltileriyle kahrolmuş karaya özenen denizin mazereti gideni getirmeye yetmezdi
Işık Y.
12
geç gazete Koltukaltında yer kalmamış diğerini düşürdüğün karanlığa kabuktan gitmişsin sözü bile bitince durulmayan kankırmızının Sen söz vermişsin cumartesinin geç vakit ağrısına ölsen mutlu adamı unutamazsın Yol ortasında durup anlatmışsın devanı -sırt sırta vermiş iki sayacın gölgesi düşmüş yolunainip kalkan göğsünü toz bir gerdanlık altına sokuşturmuşsun Lav atmış dışarı cürmümeşhut atmış -bunu akledememiş gazetelerzorlanmamış bilekler "aç elini aç yadigar aç! ama temize çıkmak için durul biraz" Durulup üzülmüşsün Ünvanlar bu kara çalmalar hep şöyle böyle şuara taktiğin panik yapmasın 29.12.2013 Furkan K.
13
PLAN Planım basit. Kerim'in hayatında önem verdiği kadınlardan birini tavlarsam ona en büyük kötülü ğü yapmı ş olurum. Annesi çok yaşlı, dul olması bir avantaj gibi gözükse de o ihtimali hiç dü şünmüyorum. Aileden ba şlarsak; bir ablası, iki de kız kardeşi vardı.
Ablası Şefkat ismiyle müsemma birisi. Hayatı kardeşlerine şefkat göstermekle geçmi ş, annelerinden do ğan ilgi açığını kapatmaya çalışmış bir kadın. Mutsuz bir evliliği olduğunu biliyorum; şu an kırk iki ya şında ve on be ş yaşında bir oğlu var. Kocası evini ofis olarak kullanıyor.
Küçük kardeşi Sevinç, ailenin en uçuk üyesi. Kerim biz arkadaşken anlatmı ştı, bir keresinde; buraya okumaya gelmiş Nijeryalı bir öğrenciyle sevgili olmuş ve eve getirip anne babası ile tanı ştırmı ş. İntikamım için en kolay hedef Sevinç gibi dursa da bu işler belli olmaz biliyorum. Tek bildi ğim Sevinç'in Kerem'i asla çok sevmedi ği. Birbirlerinden durmaksızın şikayet ederlerdi. Zaten o ailede beni en çok hep Sevinç sevmi şti.
En küçük kardeş ise Mavi. Kitap kurdu, entel, bir garip yaratık. Bir insan ö ğlen ebru kursuna gidip oradan çıkınca da tenis oynar mı? Barlarda sabaha kadar dans edip, öğlen uyanınca örgü örer mi? Hayatına hep fularlı kel erkekler girmiş. Hiç şansım yokmuş gibi geliyor.
Gelelim Kerim'in sevgilerine. Mehtap vardı benim bildi ğim, dersanede tanı şmı şlardı, çalkantılı bir altı ayları geçmişti. Hafifmeşrep, kara kuru bir kızdı. Altı yılda girdiği kimya bölümünü dört yılda bitirmi ş, sonra da iki yıl bölüm başkanının boşanmasını beklemiş, daha sonra da adamla evlenmi ş. Facebook’ta resimlerine baktım da son zamanlarda gördüğüm en komik çiftler. Baba kızdan ziyade torun kız gibiler.
Funda vardı okuldan arkadaşı. Safa yatan ama anasının gözü olan tiplerdendi. Ucuz sarı saçları, alev kırmızısı ojeleri aklımda. Kuyumcunun biri ile evlenmiş, boş zamanlarında alı şveri ş yapıyormu ş ve tüm zamanı bo şmu ş.
Pastane sözü kıydıkları Nagihan'ın izini bulamadım bir türlü. Muhtemelen Belçika'ya yerle şmi ştir; ne de olsa Çiçekdağlı.
Ve en son olarak boşandığı eşi Ömür. Beni hiç sevmemiş bunu da belli etmekten hiç çekinmemi şti. Büyük a şklar nefretten doğar, hep aklımın kenarındaydı zaten. Hangisi olduğu önemli de ğil biri olsun yeter ama ille de biri olacaksa Ömür olsun.
14
ALAN
Şefkat: Yanına bile yaklaşamadım.
Sevinç: Çok paramı yedi, şu an ona en az Kerim'e duyduğum kadar öfke duyuyorum. Olmadı.
Mavi: Bu aileden bu kadar munis bir kız nasıl çıktı anlaşılır gibi de ğil. "Öfkeni anlıyorum, intikam istemene de saygı duyuyorum." dedi, hem de ben hiçbir şey söylemeden. Sonra dinlemedi ğim bolca ö ğütlerde bulundu. Son sözü de "Senin için dua edeceğim" oldu.
Mehtap: Kız mutluluğu yaşıyor. Hiçbir şikayeti yok hayattan. Mutlu biri ile asla şansınız olamaz.
Funda: Aynı sarı saçlar, aynı kırmızı ojeler, aynı ucuz tavırlar. Bak o olabilirdi ama ben istemedim. Zengin kocalardan korkarım.
Nagehan: ?
Ve Ömür: Hayırları nazdanmış hep. Çok koşturdu peşinde ama sonunda yelkenleri suya indirdi. " İntikam almak istiyorum", dedim bol kırmızı şaraplı bir gecenin köründe, "Bilmiyorum mu sanıyorsun" dedi ve o benden daha çok içmişti. " Bizim alevimizi aşk değil intikam tutuşturdu" dedi.
Bol gösterişli bir sevgililik ve nişan devresinden sonra evlendik. Benim sevgilimi ayartmasının öcünü Ömür ile beraber aldık. Evde yalnızken çok parlak bir çift olmasak da dışarıda hep göz alıcıydık. Abdullah Barış K.
15
blues müritleri punduna getirilmiş en has çocukluk benimkisi bitirilememiş bir kitap: “Canistan” belki gaybı taşlamak sayın şiir dediklerimi kelimelerimi çiğneyin kumaş yırtıklarından bakmalar topladım bakın ölü horozlardan azıcık koku öpün ya da emir kiplerimden kurtulun balkona çıkın sigara üfleyin bulduğunuz boşluklara tünemiş gibi yapın bildiğiniz tüm konulara dinler gibi yapın kadını, sever gibi bakın çocuğa bir tek hüzne “gibi” yapmayın çarpar alimallah bizzat kendim gebeleyerek gördüm blues dediğimi
bize ham mısralar gerek, ısırılmamış yoksa renklerden griyi günlerden cumayı ayrılıklardan babayı anlatamam o halde bu çamurla karılmış samanı kim karacak, kerpice şekil vereni, çocuk doğdu ezanı kim?
kekemeliğime bakma ben şeyh sayılırım madunluğumu yüzüne ve dizlerine sürecek bir gün blues müritleri
ardımda siyah poşetlerde evlere yokluk taşıyan kadınlar silueti yok yok tamam yoksulluktan bahsetmem gitmeyin, üzümün çöpünü dişleriz beraber, bir halk bize güler yanık kızartma kokusundan akşamlar buluruz- oturup bir güzel severiz dünyayı marazlı şiirlerden bahçeler kuramayız amenna size soğan dikmiştim penceremde bölüşelim, ben Şeyh Bedreddin’i tanırım
YAZDI, TEMMUZDU, KÖYDÜ, YIL İKİ SIRIF ON ÜÇ’TÜ. Ozan KAÇAR 16
21 Mart 'Sorun, bildiklerimizden fazlasını konuşuyor olmamızdan kaynaklanıyor.' L. Wittgenstein
mütevazi bir ateş yanıyor davul sesleri arasında, bir dize geliyor kulağıma, kulağım mı dize geliyor anlayamıyorum bu zerafette, zerafet mi dedim, ziyafet diyecek olmalıydım, ah ben ve şaşkın kelimelerim! Çıtırdıyor ateş. Ve ellerim, rengi beyazdır diyor sevdiceğim, korkarım birazdan arayıp ‘uff sensin be beyaz’ diyeceğim. Ama önce lira yüklemeliyim. Kalbi iletişim mi demiştim? Dokunmatik ve akıllı evet. Derim ben, bakmayın, arasıra da olsa alo demekten hoşlanırım. Kulak zarına şiddet ha! Örs üzengi çekiç! Örsele üzengiyi çekiç. İşitsin bunları o tavşan kulaklım. Ay vallahi de şiddeti onayladı kadın. Öptü de bir çiçeği utanmadan. Susarak da anlaşırız diyor van kedisine. Kadın yoldan çıkmış dostlarım. Korkarım! Üç beş kromozomun lafı olmaz aramızda. Sen ki el sallamışsın bana onca cehennemin ortasında. Gülümsemişsin bir de, dostça. Üç beş kromozomun ne lafı olacak aramızda? Aman ormancı, canım ormancı. Bırak da sarılayım ağacıma, en derun acıma, varsın sen acıma, bastı bir kere ayağım toprağa, uçsam da bir konsam da bir gayrı bana. (uyarı bir: zeynep burası harbiye, o el salladığın da kamera, az edepli ol be kızım. Merhaba sevgili kamera, bu ağaç, bu da ellerimiz, off mahşerin dört atlısı olalım derken en tatlısı olup çıktık iyi mi oldu bu şimdi böyle? Dar alanda trajedi geniş alanda komedidir diyor üstad, ama bir de var life dont talk to me about life!!! Sol kolumda diyot sancısı. ) Savuşturuyoruz ya şimdi, uyumla, bendeymiş meğer ne var ne yoksa. Ya evde yoksan deme cancağızım, ev de biraz noksan yoksa Roxane. A gördük A. Bu ne muhteşem! Kış ki sessiz sedasız yürümeli yolunda. Uyandırmayın çiçekleri, dinlensinler. Eşit midir reşit midir gecem şimdi gündüze? Kutlamalı bunu. Susmuyoruz izninizle. Yandı ciğerim yandı! Haziran telaşında, ağustos başı ve ortasında, eylülü ekimi kastı, aralık bırakın kapıyı, ocağımda dikili inci’r ağacı, gam götüren ve getiren, şu dünya mıydı batan yoksa, kaç martıyı öldürdük böyle, katliamlardan doğan etim, yandı ciğerim yandı. Su derken sustuysam bundandı. (biliyordur ki bir eylemdir yerine göre susmak –e.c) Ve evet, şiir var. Şiir var. Sen beni boşver şair, bilirim senin de işin var. Üstelik bu hengamede, bilirim çok işin var. Olsun, değil mi ki sen, sokaklar dolusu yalnızlığımda, hınca hınç yanımdaydın. Anladıysam şarap olayım. Dolsun, günüm gecem dizelerinle dolsun. Eyvallah ise bu kez aşıklara olsun. Minik mavi yerküre, ekinoks’un kutlu olsun Zeynep P.
17
(*)
(*)25 Ocak 2014 tarihli Cumhuriyet Gazetesi'nin "Bugün Phaselis yarın her şey" başlıklı haberinden alınmıştır.
https://www.facebook.com/phaselisinisiyatifi
yahut https://twitter.com/phaselisins
1/500 kimi türetir şu yosma ki kahrım mutlak bazı törenlerde seni öngörmüyorlar ve coşkum siniyor azalıyor yangınlar ansızın gök pastel, aklım hin evlatlarım ölümlü evet, seni yermedilerse halen imkanlıdır iç sular korkuları sür üstüme nefistir sağrısındaki hayvan, vazife edin uçkurumu kenetle otoyollara botanik iliştir emsaldir; keyfin kaçar, kin kusar mimarlar böylece nefret edelim yapılardan gel gerçekle nabzımı
15:25 06/12/2013 Edirnekapı http://manyetik-alan.tumblr.com/
Can Ç.
20
filgri Arkasını döndüğü için gidiyor sayılmaz bir fil Ellerinden tutmak lazım Su içişini izlemek lazım Sonra Turkuaz çarşaflar serip Serin uykular uyumak. Sen bana bir bardak süt versen yeter filgri
Bir ermeni teyzenin saygı duyduğu kış meyvesiyim Dua edince bir Yere düşünce binbir artı bir
Sırtını kullanıyorum Uykuya iyi geliyor Parmaklarımı donatıyorum Saçlarına, Renklere, Bir heceye. Çiziyor Bırak çizsin. Bekliyor, Sakın bekletme. Uyandığın yerdeki boşluktayım
Tanrı dedi ki Sen geliyormuşsun Mutfakta telaş var Düğün yemeğiyle sabah kahvaltısının hiç bir farkı yok
Nur Bilgin 21
Shiraz Gerçi İran'dan değil. Üzümün cinsi öyle. Geçen sene İran'lı biriyle tanıştım. Shiraz'dan geldiğini söyledi. Ben de en bi sömürgeci kafamla, "a biliyorum şarapları çok güzel" dedim. "artık üretilmiyor o güzel şaraplar" dedi, biraz üzülerek biraz utanarak. Sanki İslam devrimini o yapmış da üzümleri ve şarab ı o yasaklam ışcas ına. "Tahmin ediyorum" dedim, 'bizim de güzel şaraplarımız vardı, ama artık çok şey de ği şiyor." Çoluk çocuk toplayıp buraya göç etmişler. İran'da kabul görmeyen bir dinin mensubuymu şlar. Karısı müzisyen, kendisi feylozof... Öyle bir hayat işte. Shiraz'a gidip üzüm yetiştirmek istiyorum. Sonra da Tehran'da bir galeri açmak. Oradan Babil'e gitmek ve her yeri yeniden inşa etmek. Sonra İstanbul'a dönmek. Ama bir şekilde gemiyle gelmek İstanbul'a. Tam oryantalistlerin yaptığı gibi, İstanbul'u denizden izlemek. Usulca kıyıdan yana şmak. Belki Ortaköy'e... Sonra Ortaköy'den Beşiktaş'a yürümek istiyorum. Beşiktaş'dan vapura binip Kad ıköy'e geçmek. Bir bira içmek orada. Sonra ne olsa yapabilirim gibi geliyor. Kadıköy'de bira içtikten sonra, insan ne yapamaz ki... Oysa şimdi sadece burada oturmuş, Postkolonyal teori okuyup İran kopyası şarap içiyorum. Emperyalizmin göbeğinde, çalma çırpma hayatlardan derlenmiş pek çok hikayenin ortas ında, akademiye hizmet ediyorum. ettiğime de hizmet denirse. Neyse, işimdeyim gücümdeyim. Hayat hep bana güzel, değil mi? Yarın bir resim satayım da neşem yerine gelsin. Claire F. 27 Ocak 2014 Chicago
22
Har yüzüm aynı rüyaya uyumuştur düşmek bir eylemin, üşümek göğsün; göğsün altında yaşamak yüzün yüzüm yoktur.
değilsem aynada, camekanlarda ol yok ol suretim değilsem aynada ve dahi sesizlik utanacak kim konuşsa.
köz düştü. ateşin yavrusunda ellerimiz yüzüm annelerin en çoğulunda
Ali ERBİL
baba.
*
*
ÖĞRETİLMİŞ AYNA
Hani durulmadık sular iki beşer arasında matematiksiz Bir çiçek nefesi Önce al sonra da al iadesizdir göğsün Olabilirinde bir durmak isteği Düşünce akla girdi Duralım Can ciğer dudak sarması Azıcıktan fazla ıslak ama şemsiyesiz Yağmurun en bereketli çağı bu Ama utanıyorsun işte Kırmızı aklında Kıpkırmızı bir gül tamponu Al sana yere bakma durağı: utanalım.
Mümin K. 23
*
24
İTİRAZ METNİ "ebu zer: “evinde ekmek bulamayanın, toplumdan zorla almaya kalkışmayışına şaşarım” der (çeviriyi yapan hüseyin hatemi’nin notu: metinde ebu zerr’den nakledilen s öz şiddetli bir s öz olduğundan, hafifçe yumuşatılmıştır. “evinde azık bulamayan kişi nasıl olur da topluma kılıç çekerek karşı çıkmaz, şaşarım.” mealindedir). ben bu sözü –kimin söylediğini bildirmeksizinbatı’da naklettiğimde, bazıları bunun proudhon’un sözü olduğunu sanıyorlardı. “bu ağırlık ve kesinlikte bir söz proudhon’un ne haddine?” diyordum. bazıları da “dostoyevski söylemi ştir.” diyordu. dostoyevski, “bir yerde bir adam öldürülmüşse, suça katılmayanların da eline kan bulaşmıştır.” der. bu da bir bakıma doğrudur. fakat ebu zer’in ne dediğine dikkat edin! ebu zer’in bu sözü bir “din”in sözüdür, din adına konuştuğunu iddia eden bir din adamının değil! fransız ihtilâli’nden sonra söylenmiş, çeşitli etkilerin ürünü bir söz de değildir. fransız ihtil âli’nden çok önce, gıfar kabilesinin çevre şartları içinde söylenen bir sözdür. yoksulluğu doğuran, yoksulluğun doğmasına sebep olan kişilere karşı ayaklanılması, aç olan kişinin kendisini sömüren kişiye karşı ayaklanması değil, toplumdan hakkını zorla istemesi belirtiliyor. niçin topluma, herkese karşı? çünkü herkes bu toplumda yaşamaktadır. herkes sömürücü olmasa bile, bu toplumda yaşayan herkes, benim yoksul ve aç olmam dolayısı ile sorumludur… sömürücünün eylemine katılmış demektir (çevirmen hüseyin hatemi’nin notu: metinde, ebu zerr’in yukar ıda anılan sözünün şiddetli ve heyecanlı bir yorumu vardır ki, bu heyecana kanunlar elveri şli olmayıp “sigortanın atması” ihtimali olduğundan, ifade yumuşatılmıştır)… … selâm."
Ali Şeriati
25
Mezhep Çatışmaları Arasında Talihsiz Tahiti
Pasifiğin göbeğinde denizin, güneşin, kumsalın göz kırptığı, palmiyelerin gölgesinde yengeç kaplumbağa ve bilumum şirin mahlukatın pati pati patinaj çektiği, beyaz yakalı plaza güllerinin balayı hayallerini süsleyen, tanrının cennetinden françays kapmış aziz vatan Tahiti. Gugıldan sörç etsek şu kış günlerinde, yüreğimizi cızzz ettirtecek güzellikte bu adanın bacasız sanayi turizmden evvel bacalı emperyalizm ile tanışmasının hazin öyküsünden bahsedeceğim sizlere. O Tahiti ki 18.yy’la değin yanık tenli, rahat zihinli, üstü başı efil efil takılan yerlileriyle global hiçbir etik ve hukukun güdümünde olmaksızın hafiften de ‘yamyamlıkla’ işlerini görebilen bir adaydı. Yaşamsal her tür organizasyon için dalından lezzetli yiyecekler, bizzat membaından içecekler ve barınacak kral manzaralı ağaç gölgeleri bolca mevcuttu. Yaşam devamlılığını tehdit eden hiçbir şey bu müthiş adada yoktu. Yerliler tabiat ananın sunduğu her nimetten maksimum düzeyde fayda görerek günlerini gün ediyordu. Fakat bizde “Allah çirkin şansı versin” derler ya hani, işte bu kendisi güzel talihi bedbaht adanın tüm huzuru kıyısına yanaşan ve içi birinci nesil anti-emperyalist tabiri ile “beyaz adam” dolu bir gemi ile bozulmaya başladı. İlkbaharın çiçekli böcekli bir sabahında İngiliz donanması için vasat, kanodan başka yüzer taşıt görmemiş yerliler için devasa bir yapı olan Endeavour gemisi adanın Matavi Koyu kıyılarına demirliyordu. Cennetten bir kesit olan Tahiti 8 aydır kara görmemiş, yiyeceğe ve dişiye hasret kalmış Kaptan Cook ve tayfaları için bulunmaz bir nimetti. Kaptan tayfalarına “Yerliler ile barışçıl yöntemlerle ilişki kurun ve onları incitmeyin” şeklinde emretmişti lakin adanın bereketi ve bolluğu azgın denizcilerin iştahını kabartmıştı bile. Tahitili çiftler için sevişmek alelade bir ihtiyaç sayılırdı. Umuma açık yerlerde dahi gönüllerini eylerler kimse de aldırmazdı. Fakat bu beyaz denizciler göz koydukları dişilerini alıp ormana yahut başka kuytu yerlere gizleniyorlardı. Demek ki sevişmek ve dişi bu beyazların dünyasında kıymetli şeylerdi ve saklanmalıydı. Esmer tenli Tahiti kızları beyaz adamlarla birer “mükafat” karşılığında beraber olmaya başlamıştı artık. Adanın dişileri ve erkekleri arasındaki ultra natürel denge böylelikle bozuldu. Ahlaksız gemiciler Tahiti’ye “ahlak” kavramını getirmişlerdi. Ayrıca İngilizler yüzyıllarca hastalık görmemiş adaya “zührevi hastalıklar” armağan ediyor ve gidiyordu. Fakat gezegenimizin bu güzide adasının üzerine çökecek felaketler terbiyesiz İngiliz gemisi Endeavour ile bitmiyordu. 18. yy sonlarına doğru Avrupa’da vaizlik rüzgarları esiyordu. İngiliz Protestan kilisesinin “Dinimizin ulaşmadığı her yere ulaşın!” direktifi ile gazı alan 29 misyoner Londra Misyoner Derneği’nden mahzun ve savunmasız Tahiti’ye doğru yol aldı. Fakat sömürgecilik ve misyonerlikte İngilizlerle “Hasip ile Nasip” ayarında bir rekabete tutuşmuş olan Fransızlar altta kalır mıydı? Katolik Kutsal Yürek tarikatı da bir grup Katolik rahibi İngiltere’den biraz sonra Tahiti’ye dualarla uğurluyordu. Adaya ilk ulaşan misyonerler Protestanlardı. Putperest inançları olan ada halkına Protestanlık öğretisini aşılamaya çalıştılar. O güne değin hayatı tespih yapıp sallamış Tahiti halkına hıristiyanlığı sevgi, merhamet, kardeşlik, komşuluk gibi erdemler üzerinden değil de “cehennem azabı” üzerinden anlatmaları ters tepmişti. Zaten kabile şeflerine yürekten bağlı bu halk tek tek vaftiz olup hıristiyan olmaya yanaşmıyordu. Bu yüzden adada hatırı sayılır kitlesi olan şeflerden Pomare’yi tabiri caiz ise “kafaladılar”. Kendisini adanın kurnazı zanneden Pomare’ye çevre adalar ile ticaret yapma imkanı sağladılar ve ada üzerinde bir de ekonomik nüfus oluşturdular. Nihayetinde şef Pomare vaftiz edildi ve hıristiyanlığa üst sıralardan giriş yaptı. Ardından da kendisine tabi olan bir sürü Tahitili yerli temiz niyetlerle hıristiyan oldular. Kısa süre içerisinden çevre adalarda da Protestanlık hızla yayıldı. Adada din değişmişti. Haliyle artık sosyal yaşamı, ekonomiyi ve hukuku da bu dine göre dizayn etmek gerekiyordu. Pomare bu konuda Protestan İngilizlerden yardım talep etti. İngilizlerin hain planları müthiş işliyordu. Hem ada halkını kendi mezheplerine tabi etmişler, hem de adanın tüm ekonomisini ele almışlardı. Ayrıca adanın tüm yasalarını da dizayn etmeleri isteniyordu. İşte kusursuz bir emperyalist çalışması! 26
Pomare’nin yaptığı yasalar ile adada artık zina ve iki eşlilik suçtu, hırsızlık ve isyan cezalandırılacaktı. Cinayet ve çocuk öldürmenin bedeli idamdı ve cinsel içerikli her türlü eğlence ve “yerel danslar” yasaklanmıştı. Bu esnada misyonerler dini öğretiyi yayma görevlerini unutup siyasete, ekonomiye, askeri işlere doğrudan müdahale olmaya başlamışlardı. Üstelik bu yaptıklarının “ dini yayma” işinde öğretiyi anlatmaktan daha etkili olduklarını savunuyorlardı. O sıralarda gecikmeli de olsa Katolikler adaya varmıştı. Misyonerliğin gereği olarak ada halkına kendi öğretilerini anlatmaya başladılar. Ayrıca siyasi ve ticari işlere de bulaşarak adada en az Protestanlar kadar nüfus sahibi olma amacındaydılar. Artık adada bir Protestan-Katolik mücadelesi başlamıştı. Hatta ve hatta merkezde, yani İngiltere ve Fransa devletleri arasında da bir Tahiti gerginliği söz konusuydu. 20 sene evvel tropikal meyve yiyip palmiye dibinde zevk-ü sefa eden Tahitili vatandaşlar şimdi henüz öğrenmeye bile vakıf olamadıkları iki mezhebin arasında bir o tarafa bir bu tarafa hoyratça çekiştiriliyorlardı Bu durum yaklaşık iki yıl boyunca sürdü. Ada halkı bu iki öğreti arasında bir fark göremiyor; kardeşliği, dostluğu, barışı destekleyen iki mezhebin birbiri ile çatışmasına anlam veremiyordu. İki yılın sonunda ada halkı hıristiyanlıktan büyük ölçüde vazgeçti. Hıristiyan öğreti ve geleneksel putperest tapınma ritüellerinin harmanlandığı Mamaia adı verilen bozuk düzenekli bir din tüm adaya yayıldı. Fakat olan her ticaretin misyonerlerin eline geçmesiyle sadece işçi olarak kalan adanın gariban yerlilerine olmuştu. Medenileşmenin ve üretim için çaba göstermenin kendilerine refahı getireceğini vaad eden misyonerlerin birer kölesiydiler artık. Kirli batı, pisliğini kendisinden en uzaktaki bir inciye bile sıçratmıştı. Bıraktığı iz gelecek iki yüzyılda dökeceği kanların, yıkacağı yurtların, sürülecek milyonlarca insanın habercisiydi.
Murat ÇINAR
27
TANRI UNUTMUŞ OLSA DA, AYSEL GÜREL! "İlham bana gelmez. Çünkü ben ilhamın kendisiyim." Aysel GÜREL Seksen yıla yakın ömrüne sayısız şarkı sözünün yazarlığını ve yaklaşık çeyrek asır sürecek tiyatro oyunculu ğunu sı ğdırmı ş, ülkemizdeki ortalama kadın algısının çok ötesindeki acaip şahsiyet. Şöyle ki kaç kadın "Aşk çok güzel bir masal. E ğer gerçekten a şk olsaydı genelevler olmazdı." buyurmuştur, bir düşünün abiler.
Nasıl bir hayatınız var? Çok bireysel yaşıyorum. Tek yaşamanın mutluluğunu ve lüksünü yaşıyorum. Çocuklarımı, torunumu çok seviyorum, her annenin sevdiğinden biraz daha şairane seviyorum. Fakat tek yaşarken kendimi tanrıça gibi Olympos Dağı’nda tek başıma oturuyor gibi hissediyorum. Küçük tanrılar ve yakışıklı erkek tanrılar var etrafımda. Sanki tüm doğa bana hizmet etmek için, hatta diğer insanları canım sıkılmasın diye figürasyon olarak yerleştirmişler diye düşünüyorum. Çok kendime dönük yaşıyorum.
...
28
Cinselliğin yeri ne hayatınızda? Ben şimdi otuzbirci oldum. Gösteriyorum vermiyorum. Çünkü insan en iyi kendisini memnun eder. Hiçbir erkek bir kadını tanıyamaz, bir delik olarak görür, girer çıkar. Çok duygusal bir şey yaşamak lazım. Çok arzulamak; ondan sonra da temrin lazım yatakta. Bilmem ne noktalarını keşfedecek, doktora soracak yerini bulamıyorsa… Çok zor. Kadınlara soruyorsun orgazm nedir; aaa diyoruz yatakta, diyorlar. Zaten hepimiz hem kadın hem erkeğiz. Hormonal olarak her kadın yüzde 51 kadın, yüzde 49 erkek, erkekler de öyle… Hormon aldığımız zaman kıllarımız çıkar, memeler küçülür abi oluruz. Bunların de örnekleri var.
... Ne oldu da siz bu kadar kararlı, ödünsüz oldunuz? Eğitiminiz mi? Eğitimimle ilgisi yok. Ben Türk dili edebiyatı tahsili yaptım. Ama aile çok önemli. Babam savcıydı. Annem Türkiye’nin ilk Kadınlar Birliği üyesi; çarşafı ilk atanlardan. Ablam muazzam bir fizikçiydi, Madame Curie kadar. Abim hukukçu. 13 yaşında Mesnevi okuyordum. Dahi çocuk olarak devlet beni Paris’e konservatuvara gönderiyordu. Annem “kondüktör trende seni s…r” dedi, göndermedi.
Röportaj: Dishy, Temmuz 2005
29
Hava Yırtık Melekler İkimizin arasına atmosfere benzer bir şey koydular. Bazen taşıp kenarlarımıza bulaşıyor. Nefese ihtiyacımız var, bu yüzden çok yaklaşamıyoruz o şey sıkışmasın diye. Bir kere oldu, senin ellerini titretti, benim ağzıma doldu, sonra yüksek yüksek bağırdım. İtince seni yine iyi, atmosfere benzer o şey sıkılmak istemiyor. Yan yana durduklarımızla olmuyor. Yan yana durduklarımızın da yanında olmak istedikleriyle aralarına o şeyden koyuyorlar, uzak.
“Anlamıyorsunuz” diyor bembeyaz kostümüyle hepimizi melek olduğuna inandırdığını sanan hemşire. “Bir araya gelmeniz hiç doğru bir şey değil.”
Anlamıyoruz. Şehir planlamacılarını da çağırdılar. Beyaz önlüklü hemşirelerle gri takım elbiseli şehir planlamacıları yan yana çay içip bazı kağıtları imzalıyorlar. Bize yasak yan yana.
“Şehirlerin mesafelerini daha fazla uzatmamız lazım. Bunun tek yolu bu. Çok hızlı uçmaya başladılar.”
Sendeki güneyin çizgisini daha da aşağı aldılar. Aramızdaki o şey çok fena gerildi, önce küçük bir yırtık, sonra kocaman bir delik, çok bağırdım. Yine ağzımda bir sürü yüksek. Melekler doluştu hemen yanıma. Korkunç, sonsuz beyaz.
“Kenarlarımdan çekilin, kenarlarımı bana bırakın!”
“Yuvarla şunları” diyor kapkaranlık bir koridoru utanmadan lekeleyen beyaz ışıklı ampullerden biri. Bir sürü elips ve yassı hap. “Anlamıyorsun, bunlar sana iyi gelecek.” Anlamıyorum. Ama yuvarlıyorum, aşağısından çizginin.
*
*
*
Şimdi ellerini iki yana aç. Şimdi onları başının üzerine. Diz çök, bastır kendini. Ayağa kalk, eller yanlara, kenarlarımdan çekilin, kollarını çırp çırp çırp…
Güney uçuş seferlerimiz olumsuz hava koşulları sebebiyle ertelenmiştir. Atmosferde meydana gelen delikten düşen yassı cisimciklerin ne olduğu ise bilim adamları tarafından. Nazlı H.
30
DEŞİFRE Komik videolar taradım, güldüğüm kaçtığımdır kendimden. Gıdıklanınca gülemeyenlerden olacağımı bilseydim, dürtülerimi kaşırdım hep ya da kalbimden –ölüm! komutu verirdim beynime. Dört yol ağzı çöplerle dolsa, toplardım umutları bir bir, kimse bilmez entelektüel sakallarımın cahil gübrelerini. Yurdum palevera, yurdum o şekıl; bu şekıl varyetelere ağzını şapırdatır. Bana gülün ne olur; bir kazan suyu bir kibrit çöpü ile ısıtacağımı sandım, ateş olmak yetmiyormuş, yeni öğrendim.
-ha ha ha! (Tebessümünüzü hissetmekteyim) Satranç başında öğrettiler siyasetin seyislikten geldiğini; ben şiire geldiğimde evime saklanırım sandım, -ah saf çocuk, desene pencerenin arkadaşlığı yatağa atana kadar dışarıyı… Sevdiğini de terk ettirir buralar insana, kürtaj yalnızlığı da cabası. Komik videolar taradım, göbeğim saniyelik nefes, tbss… Komik videolar taradım, titredi yanaklarım, olmadı…
Öztekin Düzgün
31
MERANET Ya Da (M’ lerin Şöleni) “Şehirden dağa gidenlere” •
Serden geçerken de bilmelisin yârin kıymetini, dedi Pirim. Pelteleşmiş çenesinde boğulurken öfkesi.
Şimdi, şu anda mensuh bırakılmış bir ömrün mahcubiyet karnesine dönüşecek işte her şey. Zira aldatmak da vardı kitabımda, yalan da. Zira alkole de ikna olmuştum, tövbe de hak ediyordu rızkını, esrar’ ın samimiyetine de iyice inanmıştım. Rezaletler bensiz çıkamazdı artık dünyada. Turgut’u da okuyordum ve muştalarla yüzümü dağıtmayacakları kavgalara sokmuyordum merhametten mağdur aklımı.
•
İnceldikçe yayılır, gevşer, mecbur kalırsın maziye, dedi Pirim. Esneyen nefesinde mekaplarını bağlarken dağdakiler.
Zira beni dövdüler. Zira, maneviyata maruz bırakılmış her ademi zaten ademler hep döverler.
Yüzünü yıka, dedi Pirim. Aldım karşıma ikisini de, Su’ ya mealen “ma” dedim. Çıktım işin içinden. Zira, lüzumsuzdu şimdi bir çelikten sertlik talep etmek kırılmak için. Tek tek belledim. Madde, Mana, Mader, Mahv! Ve en nihayetinde Yar.
•
Gönlüm, dedi Pirim Mahudelerden melakelere uzanan miskin bir canavardır benim.
Varsın yarılsın, yarılan kaştır zarar gelmez. Cudi’ ye doğru bakarken boşlukta bir tetiği kilitledi pirim.
Ben şehrin orta yerinde günahkar ve kadınların reddettiği bir müntahirim.
Onur Güzeldiyar 32
LVII somewhere i have never travelled,gladly beyond any experience,your eyes have their silence: in your most frail gesture are things which enclose me, or which i cannot tough because they are too near your slightest look easily will unclose me though i have closed myself as fingers, you open always petal by petal myself as Spring opens (touching skillfully,mysteriously)her first rose or if your wish be to close me,i and my life will shut very beautifully,suddenly, as when the heart of this flower imagines the snow carefully everywhere descending; nothing which we are to perceive in this world equals the power of your intense fragility:whose texture compels me with the colour of its countries, rendering death and forever with each breathing (i do not know what it is about you that closes and opens;only something in me understands the voice of your eyes is deeper than all roses) nobody,not even the rain,has such small hands Edward Estlin Cummings From W [Viva] (1931)
33
#gündeste #ferhanşensoy #şiir
çünkü söylemediklerimiz ve ağzımızdan kaçırdıklarımız var bir önemli geceden arta kalmış bayat fıstıklar bir sürü şeyimiz var ayşen işte hüsrev gerede caddesi bensiz sabahlar çok yumuşak sabahlıklar güzelliğine çok kadınlar bilmek gerek öptüm onu dudağında çiçek açtı öpüştüğümüz vesikalandı ayşe dedim de aklıma geldi sevmek yoksa salaklık mıdır biraz mürettipin suçu yok ayşe başka ayşen başka yürürüm raylar boyu çarşamba tren istasyonunda aşk başka cıgaralar ağzımda gün geçtikçe daha sersem iki de bir gece oluyor bu ne iştir ayşen çok kadınlar bilmek gerek bir kadının kıymetini bilmek için dizimin dibini yer bileydin özümün özünü yar bileydin bildiklerin bir unutup sileydin bilmediklerinden başlasaydık sevmeye hü çok bilmenin sakıncası masadan masaya güvercin uçurulmaz böyle bir şarkı yoktur zurnada peşrev imam nikahı öyle nikahı ben de kıyarım bin rekat cenneşanühü çiçekler solar çiçekçiler yosma çocuğu taze kahve aldım taze evime zaten neden zincirlerden zincir beğeniyorum kendime kapattım gönlümün kepenklerini nefis köreltmeden çıkılır mı bu dingin tepelere genç werther'in azapları değirmi yar değirmi bir düşünsen özden verdiklerini muhabbete değer mi
gündeste, sayfa 407-408
34
35