S100 2 fanzin

Page 1


F e z l e k e “all the truth in the world adds up to one big lie”

Robert Allen Zimmerman sahi, biz bazı güneylerde kendimizi kuruyoruz ya geçkin kadınlar edebiyat san ıyor şu sekans ı. evet yanılmadın, sana söylüyorum: fransızca 'séquence'. muadil lisanlardan kelime apar ırken apans ız geli şen cümle finali denli frenk yadigarı. işte bundan kelli redaksiyonu gecikmi ş ilk bask ı n üshalarda dahi haddimizi

kolaylar

kimi

editörler.

beyefendiler

yadırgamaz.

hem

bilirsiniz,

ak ıll ı

telefonlar

eldesinde çeşit şer odakları sizi ertelemişlerdi. hadi buradan yak ın, sakın ın hevesimi.

ki apış aramızın uhdesinde bir kaşıntıdır imla bilgisi, dipnot ili ştirilemez. gel yinele akl ımdaki sesleri. alyuvarlarımdaki hazzı yahut telaffuzu tek tanrılı kardeşlerime s ürman şet bildir. otoyollar ı unutalım ve portakal kokusuna soyunalım bazı. biz bu dozu şark ılardan edinsek de k ıvam bizi yalanlar, şaşmayınız. meclislerde korkumuzu oyluyorlar ve tutanaklara sığmıyor nefis kıt ırlar. el ediyorum,

göz

kırpıyor

lakin

söz

söylemiyor

andaval

katip.

daktiloya

çekiyor

küfre

d üşen

yerlerimizi.

selametle,

imza:

müdür

santigrad100fanzin@gmail.com veya https://www.facebook.com/Santigrad100 biçim irtibat kurulabilir, yazı/şiir her nevi kaygı paylaşılabilir. kendinize mukayyet olun! 2


Mesaj kaygısı ormana açılmayı bekliyor Delirmiş özgür çiçekler. herkes bayrak yapmacı yoktur delirmiş özgür çiçeklerin bir amacı sen büyük kütüphane önünde kutupsun büyütecekler içindeki neci oysa sonu yoktur delirmiş özgür çiçeklerin ve sen pis bir yemek yiyen olarak arabalar taşıyacak seni onlara bin O rakınrolun uşağı beni aldı o’nun içinde gökyüzü var ama o’nda uçamazsınız delirmiş özgür çiçekleri kendine saklıyor o beni mutlu edecek o sarmaşıklarla kaplı bedenini bana sunduğunda o konuşacak ben susacağım ben çok susamış bir hayvanım seni seviyorum ve tüm paramı sana yatırıyorum delirmiş özgür çiçekleri arıyorum benim amcalarım var müthiş yüreklerin gölgesinde onlara estetik kavrayışı sunamam ama benim amcalarım var nefsim derimi yüzüyor ortaya çıkıyorum kendimi bir bütün sandığım zamanlardan geliyorum

Yani, bok yiyenin uşağıyım.

Emre Varışlı 3


4


Potere Operaio 1969-1973 yılları arasında İtalya'da rastlanan ve belki de günümüzdeki direni ş hareketlerinin önc ülerinden sayılabilecek parlemento dışı sol muhalif gruptur. Hareketin ism İnin T ürk çe yank ıs ı " İşçilerin G üc ü" şeklinde hecelenebilir. Hareketi gerçekleştirenlerin esin kaynağı olmuş kuramcılar ise

Mario Tronti ve Antonio Negri

olarak anılmaktadır. 1971 senesinde İtalya'nın birçok şehrinde "Potere Operaio" ve "Manifesto" örg ütleri g üç ve eylem birli ğine gider. 1972, 1973, 1974 seneleri işçi sınıfının yüksek doz eylemleriyle geçer. Ekmek, gaz, elektrik f ıyatlar ındaki zamlar, çalışma saatlerinin düşürülmesi başlıca amaçlardan sayılabilir. Süreç boyunca i şçi s ın ıf ı,

öğrenciler ve

entelektüellerin eylemleri İtalya gündemini değiştirmiştir. Meşhur olmu ş sloganlar ından biri "Boktan ücrete, boktan iş" olarak kayda geçmiştir. Roma ve Pisa'daki öğrenci gruplarının ve genç işçilerin Lotta Continua'dan bir s üre sonra olu şturdu ğu Potere Operaio grubu, örgütlenmeyi temelde işçi sınıfının klasik mücadele alan ına ta şımak gerekti ğini savunuyordu. Anarko- sendikalist bir eğilimi olan Potere Operato, 1968/69 d öneminde, kabul ü m ümk ün olmayan ücret taleplerini dayatarak siyasal bunalımı derinleştirme stratejisi izledi. İşçi s ın ıf ın ın ve b üt ün anti-kapitalist muhalefet hareketlerinin kendiliğinden hareketlerinin yaratıcılığını vurgulayan s öylemleri ört üşen bu iki gruptan Lotta Continua; Potere Operaio'yu, anti-otoriter, anti-hiyerar şik ili şkileri örg ütleme perspektifini ve g üçl ü olduklar ı Roma'nın

bürokrasi

ve

küçük

burjuva

ağırlıklı

yapısına

yönelik

stratejiler

tasarlamay ı

ihmal

etmekle

eleştirecekti. Negri, 1973 yılında etkinliği sona erecek olan Potere Operaio çevresinde, bu siyasal yap ın ın en hat ır ı say ıl ır kuramcısı olarak ön plana çıkar. Otonomist hareketin doğuşu bu döneme rastlar.

5

-ANON İM-


Tümü Bir Yanlış Anlama mıydı?

İç ve dış basınçların eşitliği yeryüzünde keyif çatmamızı sağlamaya devam ediyor. Kusursuz ve zeki tasarımlardan, indirgenemez karmaşıklığın

verdiği panikle birlikte

y ükselen

egomuza

çalınan kaos teorileri maskelerimizi aşındırırken, panik şeklinde yere düşüm ümüzün neden oldu ğu bir tutamaç arama telaşıyla sağa sola sıçrayan gövdemizin yorgunluğu, evrenin b üy ükl üğü yanında fosurdamaya mahkumdu. Dünyada görünmezlik iksirini bulan kişinin daha ilk deneyinde kalp krizi ge çirip ölmesi ve cesedinin hala kayıp olması, belki de kazanırken kaybedilen şeylerin ilki olma unvan ın ı taşıyordu, kim bilir kaç zamandır hem de... Bu kişinin kadın ya da erkek olmas ı pek bir şey değiştirecekmiş

gibi

görünmese

de

aslında

erkek

olma

ihtimali

erkekleri

daha

çok

sevindirecekken, kadın olma ihtimali ise kadınlar için yeni bir böbürlenme kaynağı olacaktır. Önüne geçemediğimiz yanlış anlamalar ve bakış açısı farklılıklarını "Bakış Acısı" başlığı altında toplarsak, bu acıların toplamı bize daha çok acı verecektir. Bu nedenledir ki d ünyada en çok ac ı çekme rekoru kimdedir bilinmez. Eşref Binyemiş'in bu dünyadan kopmadan önce Hayri Mumabasmaz'a s öyledi ği gibi; "Risale ikliminde kağıtsız gibi ama susuz gibi değil..." Binyemiş'in bu dizesi algı ayr ım ı ya şayan iki yazarı işaret eder, bunlar tabii ki Binyemiş ve Mumabasmazd ır. Binyemi ş'in mahkeme tutana ğında ilgili

şiir

içinse

şöyle

denmiştir:

"Söz

konusu

şiir

ve

dolayısıyla

dizenin

yazar ın ın,

metaforların henüz açıklanabilir olmaması dolayısıyla ve yazar ın halen hayatta olmas ından öt ür ü ceza alması öngörülemez. Kabahatler kanunun 5. bendinde de belirtildi ği gibi dava ilerki bir tarihe ötelenip kışkışlanmıştır." İlerleyen günlerde davadan bir şey çıkmamış ve dosya bir çok bilinmezle birlikte kapat ılm ışt ır. Özetlersek; "Yaşamlarımızın, anlarımızın, anılarımızın ve mutluluklarımızın tüm ü asl ında bir yanl ış anlamayd ı... Sizi aslında kimse sevmedi ve istemedi. Nasıl anlamak istediyseniz size öyle geldi ği i çin yaşamayı tercih ettiniz. Patlayan ilk ergen sivilcesinin sesi kainatın bilmem neresinde hala deviniyor turunu tamamlayabilmek için, bir an önce d ünyaya d ön üşün ü 4 kulakla bekliyoruz bu sivilce patlama sesinin. İlk duyanı da alnından öpmek isteriz bulursak." Önümüzde çok çetin bir kış var bizi bekleyen, "Atkımı sattım" şarkısında da söylendiği gibi sakın atkınızı satmayın, ona ihtiyacınız olacak... Bu arada dünyanın en uzun atkısın ı ören kim acaba?

Hurda Haş. 6


leylaesk

1. bu seferlik dansı başkası etsin ellerinle, ben yenilmem beni kemanlar çalar beni insanlar söyler eskimem ben her öldüğümde ben sen de ölürsün böylece kimsecikler ölemez 2. sır söylemekte ustalaşmış olduğum kadimdir ademberi gerisingeriye bir de devrilirim ki gökkuşaklarım batarlar gözlerimde parlamanın evveli ben usulca ölen bir karga ben usulünce bir incecik martı kanadına diyordum kadın

erenokur

7


ölümü ne mi lazım?

kediyi karalayacak değilim kıçımı kaşıyacak naktim yok yere nazar falan değmez yani bana anca teğet geçer pardon buralardan kaç saatte bir şey

sorabilir miyim

yakaladınız mı ritmi neden kaçmış, neymiş derdi? Annesi az sevmiş öyle diyorlar çocukmuş,

cuk diye oturmuş içine laflar

yatalak olmuş sonra yatmak çok para huzur evinde yok yer etti bu sefer de içine yaşlı, gözü ve artık tüm çarşafların üstüne çişiyor.

burada durup üzülecek değilim benim, derdim, kaç kere söyledim sülaleme yetiyor anca gidersin herkes kendini alıp bir daha da geri vermesin hiç olacak şey mi zaten aldırmak kendini başka birine? devlet yasaklı hayaller bunlar insan diline laf geçiremezken nasıl versin hüküm etine?

Nazlı H.

8


Şair ve İnş. Y. Müh. Furkan Çalışkan vesilesiyle iftiharla sunulur...

9


Bahaeddin Ă–. 10


Bahaeddin Özkişi (1928, Fatih, İstanbul - 10 Kasım 1975) Sultanahmet Sanat Enstitüsü'nde öğrenciliğini sürdüren yazarımız o sıralarda ilk öykülerini yazmaya başlar. Sanat Enstitüsü'nü bitirdikten sonra Haliç Tersanesi'nde ustabaşı olur. Erzurum'daki askerlik hizmetinin ardından iki yıl Almanya'da kalır. Türkiye'ye dönüşünün ertesinde 1956 senesinden vefatına dek İstanbul Teknik Üniversitesi'nde Kaynak Öğretmenliği yapar. 11


AL Bİ’DE BURDAN YAK “Başkaldırıyı seçenlere şükürler olsun çünkü yeryüzünün krallığı onların olacaktır.” Jose Saramago

Yedi saniye… Bir anda, tüm karanlık, karanlık olmayan bir şeyin karşısında, onun tam tersi olarak belirdi. Burası cehennemdi. Altı saniye… Bir anda, tüm sıcaklık, kadife zeminli şeffaf bir şeyin karşısında, onun tam tersi olarak belirdi. Burası cennetti. Beş saniye… Yerküre. İnsan. Her şey tuhaf ve umutların ötesindeydi. Av ile avcı arasında yaşanan o gerginlik tüm insanlığın içinde bulunduğu gündelik bir hal iken, insanlar içinde bir tuhaf insan vardı ki, hiçbir işe yaramıyor, ondan bundan çaldığı etleri çiğ çiğ kemirerek ömrünü sürdürmeye çalışıyordu. Gökküredeki tahtında, elinde tuttuğu kadehiyle oturup yarattığı alemi vecd içinde seyreden Muktedir ise, henüz kurallarını açıklamadığı oyunun fertlerini ilgiyle takip ediyordu. Zaten Yerküre üzerinde topu topu bir avuç insan yaşıyordu ve zaman o kadar yavaş işliyordu ki, yaşayan hiçbir insan evladı zaman diye bir şeyin olduğunu anlamıyordu. Lakin süre kısıtlı, nefesler; sayıyla işliyordu. Dört saniye… Muktedir, Yerküreyi seyrederken, yolunda gitmeyen bir şeylerin olduğunu görüp tüm dikkatini bu noktaya yöneltti. Gördüğü şey, şiddetin doruk noktasıydı adeta, bir avuç insan toplanıp tek yakaladıkları hem cinslerini tutarak tekme, tokat, taş ve sopayla dövüyorlardı. Ortalık kan, toprak ve ter kokuyordu. İnsan insan olalı birbirine böyle vahşi davranmamıştı. Lakin insanın mayasına şiddet tohumlarının hepsini, kâinatın tek mimarı olan Muktedir atmıştı. Tüm bunları görüp, artık oyunun kurallarını açıklaması gerektiğini düşünen Muktedir, yediği dayakla haşata dönen adamı bayıldığı yerden alıp huzuruna çıkarttı. Üç saniye… “Terine; bir okyanusun ismini veriyorum ey insan. Ağzına; kelime denilen büyük silahlar bırakıyorum. Seni buraya ben getirdim, tıpkı Yerküreye bıraktığım gibi. Şimdi sana ilk haberci olduğunu ve söylediğim her şeyi geri döndüğünde, senin gibi olanlara aktarman gerektiğini bildiriyorum. Unutma. Ben hepinizin yaratıcısı ve efendisiyim. Yürü, sana göstereceğim şeyler var… Bak, burası cennettir, yerküreye benzemez. Bütün zevkler ve güzellikler burada mevcuttur, sizin için her şey en iyi şekilde düşünülmüş, en rahat biçimde yerli yerine konmuştur. Amaaaa buraya girmek kolay değil zordur, şartlarım var. Yalnızca bana itaat edenler buraya girecek ve sonsuza kadar kalacaktır. Etmeyenler ise, şu tarafa doğru yürüyelim, işte burada, cehennem denilen ateş çukurunda sonsuza kadar yanıp acıya tutulacaklardır… ne o, şaşırdın değil mi? Bu ateştir. Hiçbir kulum böyle bir şeyi daha önce görmemiştir. Şimdi, gelelim şartlarıma; hiç kimse hiçbir kendine benzeyeni öldürmeyecek, zira bunu sadece ben yaparım, ikincisi ise bana bir kurban verilmesini istiyorum. Bunu sınamamız için ise sen şu andan itibaren Yerküreye gidecek olan elçimsin. Onlar seni görmeyecek, ama fısıltılarını anlayacaklar. Ruhlarına konuş onların. Onlara çelme tak, dedi Muktedir ve ilk elçiyi Yerküreye geri gönderdi. 12


İki saniye… Şuurunda; ihtirasla öfkenin kol kola gezdiği, iktidar hırsının kemiklere geçtiği bir elçi dolaşıyordu Yerküre üzerinde, o seçilmişti. Yaraları iyileşmiş, eskisinden daha dinç daha kuvvetliydi. Aklından, gördüğü o muhteşem şeyin dansı çıkmıyor, dilini kurutan heyecanın tek yöneldiği şey o oluyordu; Ateş. Daha önce hiç görmediği bir şeyin karşısında kapıldığı rüzgar onu öylesine coşkulu kılmıştı ki elçi yerinde duramıyordu. Bir yolu olmalıydı, o ateşin bir kısmını oradan buraya taşıyabileceği bir yol… Büyülenmişti ve bu büyüyü Yerküreye taşıdığı vakit hem cinslerine hükmedebilir, bu mekandaki herkesten öcünü alabilirdi. Yediği dayakların vahim acısını… Birden hızla avlanan, uzanan, çiftleşen insanların kulağına, Öldür, diye fısıldadı ve ortalığı büyük bir keşmekeş sardı. Tüm insanlar gördüğü her şeye karşı yok etme arzusuyla saldırıyor, ortalıktaki kan kokusu tüm alemi sarmaya başlıyordu. Zaman ilerledikçe nefes nefese kalmış son iki insan gri kayaların önünde karşı karşıya geldi. Kalan son güçleriyle birbirlerinin üstlerine atılıp kıyasıya bir dövüşe başlayanlardan uzun sakallı olanı diğerinin boynuna geçirdiği dişleriyle şah damarını ikiye ayırdı ve ağzındaki kan tadıyla sırtını kayaya yaslayıp beklemeye koyuldu. Bu sırada elçi, sakin adımlarla ağzı kanla boyanmış adama yaklaştı. Bu adam geçmişte, elçiye sopayla ilk vuran kişiydi. Elçi, elinde tuttuğu, bir tarafı jilet misali keskinleşmiş taşı hiç tereddüt etmeden adamın kafasına hızla indirdi. Küüt diye bir ses kapladı ortalığı, adam herkesin verdiği canı, zar zor verdi. Bir saniye… Ahirette toplanmış insanlar tek sıra halinde cehennemin kapısı önünde bekliyorlar, kapalı kapılar arkasındaki yoğun sıcaklığa anlam veremiyorlardı. Yerkürede çıkan olaylar Muktedir’ i kızdırmış, onu derinden sarsmıştı. Derhal elçiyi huzuruna çağırtıp hesap sormaya başladı, “Ne yaptın? Seni ve insanlığı sınamak istemiştim,” dedi Muktedir. Sen nasıl olurda kendi yarattıklarını sınarsın, bana söylediklerine göre ilk suçlu sensin, benim yaşamımı mahvedip buradakileri göstermeseydin tüm bunlar yaşanmazdı, dedi elçi. Sözlerimden dışarı çıkmamalıydın, ben her şeyin ve herkesin sahibiyim, yaratıcı olan benim, diye cevapladı Muktedir. Öyle, ama benim öldürtme özgürlüğümün de sahibi sendin, her şeyi biliyordun, şimdi o ateşi istiyorum, cennet dediğin yer o kadar şaşırtıcı değil, tüm insanlığa bana verdiğin kelimelerden daha fazla yolla hükmetmek istiyorum, dedi elçi. Ve aniden büyük bir gürültü meydana geldi.

Son an… Gökküre maviydi, kızıla döndü. Yer ile gök birbirine o kadar çok yaklaştı ki, benim gibi, yaşayan bütün hayvanlar, Muktedir ile Elçiyi savaşta gördü.

Onur Güzeldiyar

13


14


Sayın Editörüm yine ben, Bu sayıda da yayımlanmak üzere anlaştığımız yazıyı gönderemeyeceğimi bildiririm. Yine inanmayacağınızı düşünerek fakat her şeye rağmen durumu açıklamayı kendime olan saygımdan ötürü bir borç bilirim. Malumunuz gençliğin sevgilisi Punk Rock grubu "Itching the Bitten" anayurdumuza bir konser vermek üzere intikal etmişlerdi. Grubun solisti Erwin Kreyszig aynı zamanda bir Fizik Profesörüdür. Doktora tezim olan "Legendre-Hermite ve Laguerre Polinomlan"nın beni iyiden iyiye sıkmaya başladığı bu dönemde hem kendisinden konuyla ilgili görüş almak hem de hoşça vakit geçirmek üzere bu konseri izlemeye karar vermiştim. Hülasa, konserde kendimi fazla kaptırdığım için Kreyszig'ten görüş alma fırsatını kaçırdım. Dolayısıyla, şu anda tezimi yazmak zorundayım cnm. Kib bye! H.B.

15



Tasar覺m: Emrah Cengiz


ARZ "yepyeni bir hata için iniyorum akdeniz'e"

İsmet Özel biz şu kırımların ardı ilk yağmurlarda şehre akan heves kenar koylarda ten yazgısı yani hakkınca güne bakıyorsak, çiftçiler kırgın ekmekler tastamam adamlar ne çok

bu böyleyken sen çıktın, korkular aydı nefsimde suya baktın, ellerindi bildim sesinden vardım akdeniz'e gittim kendimi yıkadım, bunu kimseler görmedi sandılar ki hazzı sakındım aklım gürlüyorken tan beş birim ötemde sanaydı gel sağla bunu haddimi belirle ve çoksam söyle

21/07/2013 Olympos

Ozan

Adrasan - Muhyiddin Pîrî Bey 18


S端leyman Muzaffer USLU

19


MENEMEN

Kısaca yangınlar sönüyor sessizliğin ortasında. yabani bir sessizlik ki onları çok hoyrat sansınlar hoyrat ve uzunca Sen yalan söyleyince güzeldin sonra iki üç olurdun bazen milyonlarca kurtulurdun karanlıktan. devasa bir oyunun içinde sanırdın beni oysa ben şunu şunu şunu hepsini bilirdim. söylenecek söz varsa sen söylerdin ben hep saklambaç oynardım hep kazanırdım. ben bir dünya kazırdım tırnaklarıma küçüktü ama duvarlarını boyamaya başlardım hem yalan da yok bu kapıda, camda, bacada; hepsi odun. Sıcaklığa bir tilki tavşanı ambargosu koyulana dek aklınla kollarının çeliştiği bir ortalıkta, sanki gerçek bir tanrı, hem de sahici bir tanrıymışsın gibi sığınılası, tapılası... mabedim kuşkularımla dolu oldukça sapkınlığın manasız ve trajikomik mabadına sokacağım her taş gibi taştan bir kalbiniz var sinyorita; ve gerdan kırışlarınız. Hissizliğine bir kırmızılık çalmak istedim, bir şifonyer dolusu şehvetine diyecek söz yoktu. Her şey bulut ve pamuk tarlalarındaki o tezcanlılık... Kime kısmet olursa ona biçemleniyorum iç dünyam dönenip duruyor ve bir kunduzun bozgunculuğuna kapılıyor karanlıklar vardı ve yeniyetmelerin hükümranlığı şuydum, buydum ama hep sınandım.

20


Kısaca kendimize kollanıyoruz ateşler içinde bir yakut rengarenk saçaklanıyor ama dünyalık değil bu renklerin hepsi ışıma, odamdaki sandalye aksak ve utangaç duvar ve hakimiyet sınırlarının çarpıklığı sandalyeye ruhani bir varoluş ve alçakgönüllülük -Hayır bu mümkün değil! olsa olsa bir adanmışlıkbahşediyor. Odamda nehirler akıyor düşlerinden ani bir tezatlıkta kuruyor. Dünyanın bütün bulutlarını görüyorum odamdan hep zıplamak istiyorum mavi mavi hep yirmilerin hesabını yapıyorum beşer beşer kısıtlanıyorum bir müfettiş yenilikçi bir olunmayan sunuyor ve şaşırıyorum basmakalıp birkaç çok sesli kelam geliyor başıboşluğuma, romantizmime Dünya kapılarını kapatıyor. Kısaca ben bir bokum, ben bir bok yiyorum beni vursalar yeridir. Kapımın dışında meyve meyve harikalar kitap kapakları bordo bordo bunların hepsi güzel aman ne de güzel! uzunca bir düş görüyorum senin verenlerin var bir de benimkiler sonra cömertliklerimiz var çıngıraklar kornalar karnavallık çığlıklar bunlar da güzel, belki de sadece bembeyaz Kısaca boyun eğmelerim sürüsüyle. Elimi cebime attığımda aklıma gelen tersi meseleler anahtarların aslında çantamın en kuytu köşesinde olduğunu kaçırıveriyor ağzından. ben durakta bekleyen, bekledikçe canı gofret isteyen çocuk kadar otobüs yolculuklarında hep susayan ve koltuğunu arkaya yaslamaktan aciz ben; sana manzaralar vaat ediyorum açgözlülüğüne yettiğimce sabitim. Senin güzelliğinin farkına varana kadar bana uçurumlar dolusu çay getirin kır rengi soluklar getirin Silleler dolusu olgunluk getirin Tablalar dolusu hüzün ve menemen getirin Buket buket aşklar adanmışlıklar aptallıklar sapkınlıklar naylonlarca kırılganlık olsun hepsi olsun Hepsine çay verin.

Berk ÇETİN

21


ERKEN BOŞALANLAR İÇİN MUTLU OLMA REHBERİ

Ben her gün içseydim karaciğerim şair olurdu Sonra birkaç vakit ezan kaydederdik eski kasetlere Saygıdandır ayağımı kaldırırdım seninkinin üzerinden Sakarlık bu ya sen bir çağı devirirdin tutacağım diye Mutlu bir uygarlık kurmalıyız sandöviç aralarında Kamu kurumlarında çalışıp kuyruğumuza ulaşmalıyız Dikkat: Uzay kozmopolit bir memlekettir Korkma, tuttuğun takımının yumuşak karnındayız Çocukları düşünelim bir de kümes hayvanlarını Çift sarılı hayallerimizi polise yakalatalım Aman! diyelim sonra iyi ki ayrı odalara çıkmışız Kapıları edebe kilitleyip anahtar deliklerini parmaklayalım Bana bir bıçak hediye edersen banka soyarım Küçükten kumbaraya yazdırırız büyür devlet adamlarımız Kim bilir belki yeşil panjurlu bir kaplumbağamız bile olur Doğuramadım diye üzülme sakın, Ortadoğu’ya taşınırız Sinemaya mı giderdik sonra yoksa selpak mı satardık Ben seni biraz öldürür müydüm aslanlar gibi yatmadan önce Altındaki külotun mu yaraların mı kabuk bağlamış Sevişmeliyiz artık, çünkü bunlar uzun mesele.

Mümin K.

22


23

Pablo Picasso


24


25

Altyaz覺: Lambodis


Dražen Petrović basketbol -isim, spor. İngilizce basketball Beşer kişilik iki takım arasında topu 3 metre yükseklikteki karşılıklı duran ağ geçirilmiş iki sepetten birine sokup sayı kazanmak esasına dayanan bir oyun, basket, sepet topu.

İşbu siporu ifa ederken henüz 28 yaşında Almanya'da geçirdiği trafik kazasıyla hayatını kaybeden Dražen Petrović, birçoklarına göre tüm zamanlardaki en başarılı Avrupa menşeli (Yugo) basketbol oyuncusu. Kısa ömrüne kulüp takımlarıyla iki Avrupa Kupası, milli takımlarda bir Avrupa Şampiyonluğu ve Olimpiyat İkinciliği sığdıran esas oğlan 1986 yılından Amerikan Profesyonel Basketbol Ligi'ne draft edilmiş, 1989 yılında başladığı Yeni Dünya kariyerinde Portland Trail Blazers ve New Jersey Nets takımlarında forma giymiş, ölmeden önceki son sezonunda 22 sayı ortalamasına ulaşmıştır. Üstadı saygıyla anıyoruz.

26


27


bahis konusu Çekirdek Sanat Evi 1982 yılında Fikret Kızılok tarafından kurulan ve uzun süre Ortaçgil/Kızılok ikilisince organize edilen, 80'lerin abukluğuna karşın bir sanat evidir. Birçok sergi ve dinletiye ev sahipliği yapmıştır. Sanat evinde düzenlenen dinletiler genellikle kayda alınmış, kopyalar dinletilere gelen dinleyicilere kaset formatında sunulmuştur. Ta ki 24 Ocak 1989 tarihinde T.C. Kültür Bakanlığı'na bağlı kurulan Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü, 1986 tarihli Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'nu devreye sokana dek. Çekirdek Sanat Evi'nde kaydedilen ve legal yollardan 90'lı yılların sonunda piyasada dağıtımı yapılan "Pencere Önü Çiçeği" isimli albümde eski başbakanlardan Mustafa Bülent Ecevit'ce 1947 yılında Londra'da kaleme alınmış Türk - Yunan şiiri bestelenmiş ve albümün açılış şarkısı olarak "Olmasın Varsın" ismiyle ahaliye koyverilmiştir. Dinleyin, dinletin, değerini bilin böyle işlerin. Saygılar.

28


“Çekirdek Sanat Evi’ni kurmuştu, aşağı yukarı bir iki yıl belki olmuştu Çekirdek Sanat Evi

kurulalı. Fikret geldi, beni aradı ve Çekirdek Sanat Evi'’de bir konser vermemi izledi. O vesileyle tanıştım Fikret’le. Sonra Çekirdek Sanat Evi’nde o konseri verdik. Sonra Fikret’le ahbap olmaya başladık ve Çekirdek Sanat Evi’ni o zaman Ahmet diye bir arkadaşla idare ediyorlardı ve Ahmet’in yerine ben geldim ve Fikret’le hem Çekirdek Sanat Evi’ni yürütmeye başladık hem de oradaki konserlerin içinde ben de olmaya başladım. …

Çekirdek Sanat Evi’nin fikri Fikret’ten çıkma bir fikir. Sanıyorum 1 yıl filan geçmişti ben işin içine katıldığım zaman. Fakat projenin orjinalliği ortadaydı. Bir kere bizler gibi fazla çalacak yer bulamayan insanlar, küçük bir kitleye hitap eden insanlar ve canlı müzik çalmaya yatkın insanlar için orası güzel deney merkezi idi. Esprisi de şuydu bilmeyenler için söyleyeyim: uzun bir süre dinlediğiniz seans kayıt ediliyordu. Diyelim o konserler bir iki hafta arka arkaya sürüyordu, aynı konser ve o konserlerden seçme canlı kayıt halinde bir kaseti de hediye olarak alıyordunuz. Daha sonraki yıllarda bu hediye kasetler piyasada da satılır oldu. Ama ilk yıllarda sadece konsere giriş ücreti içinde bu kaseti almak da dahil idi. Çekirdek Sanat Evi’nde o zamanlar hiç medyatik olmayan ama müzikle uğraşan bir sürü insan kayıt yaptılar, resital verdiler. Eğer hafızam beni yanıltmıyorsa 30-40 tane albüm yayınlandı ordan. Çekirdek Sanat Evi’nin sekteye uğramasının nedeni Fikret’le benim aramdaki gerginlik ötesinde bir de Türkiye’deki telif yasalarının hayata geçirilmesi idi. Çünkü şimdi bugün bir plak şirketi bile yılda 30-40 tane albüm yayınlamıyor. Dolayısıyla biz Çekirdek’te Fikret’le ben 2 kişilik personelle haftada 1 albüm yayınlamak pratik olmaktan çıktı. Yani bu telif yasaları filan falan hepimizin hoşlandığı, işine gelen ve müziği besleyen yasalar olmasına rağmen Çekirdek Sanat Evi için bir angarya idi ve bu angarya da üstesinden gelinecek bir şey değildi. Ya kaçak olarak onlar sunulacaktı dinleyenlere, öyle olması da mümkün olmadığı için o prosedürün üstesinden gelemeyecektik zaten. O nedenle pratik olmaktan çıktı. …

Çok sivri, yani keskin ve birebir ne dediğini anlatan, çok somut, güncel şarkılar yaptık onunla beraber. Bunların sözel dünyasının çoğu Fikret’e ait olan şeylerdir. …

Yani o birliktelikte bir sözel ve müzikal denge sağlamak zorundasınız. O bizim pratiğimize gelen bir şeydi ve o sağlandı açıkçası. …

Birlikte şarkı yaptığınız zaman o şarkı ne Bülent Ortaçgil’in şarkısı ne de Fikret Kızılok’un şarkısı. Bir ortaklığın şarkısı oluyor. O nedenle Fikret’le benim aramdaki kişisel farklılıkları o şarkılarda bulamazsınız. …

O şarkılar ne Fikret’tir tam, ne de benimdir tam. İkisinden de parçalar içerir. Evet, çok politik şeyler de vardır. Ama Fikret çok başka türlü aşk şarkıları da yazmıştır. …

Fikret’le birlikte yaptığımız şeyler, biraz o zevkinden hoşgörü sağladı biraz ben zevkimden feragat ettim. Dolayısıyla ortak bir noktada buluştuk ve o şarkıları yazdık. Tabi birlikte şarkı yazmak evlenmek gibi bir şey açıkçası. Evlilikler de sonsuza dek sürmüyor tabi.” Bülent ORTAÇGİL 29


A F İ Ş – E MENGü ERTEL

30


31


Bulantı Diretmenin olduğu yerde hür düşünce olmaz Kemal. Olsa da ifade edilebileceği alanı bulamaz. Bulsa da dışlanır, aforoz edilir, cezalandırılır. Babamın beni evlatlıktan reddettiği gibi. Eli kalem tutar ilerde bu çocuğun, diyor hocaların senin için. O elindeki kalemi istediğin gibi oynatabileceğini mi düşünüyorsun? Ben 15, Kenan 20 yaşındaydı bunları bana söylediğinde. Babamın ayağının kesilmesi üzerine eve dönmüş, aralarında kısmi bir barış hali oluşmuştu. Enfarktüsün birleştirici gücü! Albay olamadan, hayal ettiği askeri kariyeri elde edemeden ve daha da önemlisi ona askeri hiçbir şan bırakmayacak bir ampütasyonla bacağından olması, önceliklerini değiştirmişti o sıralar babamın. Kenan’ı dahi affetmiş görünmesi bundandı. Yahut o sıralar askeri lise sınavlarına hazırlandığım için kendi deyimiyle “hain” oğlundan sonra yeni bir umudu vardı. Kuleli Askeri Lisesi, kendi okulu, biricik mabedi. Kenan’ın orayı kazanmasıyla yaşadığı gurur ve sevinç dün gibi şakaklarımda çınlar hala. Babamı ilk kez o gün ağlarken görmüştüm. Gururdan ve sevinçten dökülen göz yaşları. Onu böyle vatanperver yapan neydi hala bilmiyorum. Yoksa vatan değil de mevkii miydi konu, yarattığı hiyerarşik algının oğulları tarafından aynen sürdürüldüğünü görmek, krallığının asla bozulmadan ve eleştirilmeden sürecek olması inancı mıydı onu sevinçten ağlatan?

Babamın bu sevinci, çok değil bir buçuk ay sonra Kenan’ın Kuleli’yi terk etmesiyle yerini büyük bir öfke nöbeti ve hayal kırıklığına bırakmıştı. Pek de çelimli olmayan ağabeyimi, boğazından tutup duvara yapıştırdığında ve orda boğmaya çalıştığında Kenan hangi cesaretle “senin gibi bir darbeci yerine bir teröristin çocuğu olmayı tercih ederdim” demişti acaba? Babam hayretler içinde donup kalmış, bırakmıştı oğlanın boğazını. Annem çığlık çığlığa ağlayıp babama durması için yalvarıyordu hala. Bense kapının eşiğinde öylece durmuş olan biteni seyrediyordum sadece. Zincirlenmiş gibiydim eşiğe. “Çekip vursaydın beni keşke, defol git senin gibi bir vatan hainine oğlum demem ben artık” dedi babam titreyen sesiyle. Kenan boğazını tutarak çekip gitti o gün evden. Anneme de bana da Kenan’la görüşmek yasaklanmıştı o gece. “Onu görecek olan siktirsin gitsin bu evden, sen de bir gün o puşt gibi olacaksan hiç yorma beni, şimdiden defol” demişti bana. Henüz 9 yaşında olan bana. Zincirlerim, eşik ve babam. Dahası çocukluğum. Tek kelime edememiştim.

O geceden sonra, kaybettiği gururunu ona geri kazandırmam için büyüttü beni. Gururla Kuleli’yi kazanacak, gururla bitirecek, gururla Kara Harp Okulu’na gittikten sonra, olağanüstü bir gururla subay olacaktım. Ve babama Kenan’ın kaybettirdiklerini geri verecektim böylece. Kenan o gece evi terk ettikten sonra geri dönmüştü Kuleli’ye ama babam için bant kopmuştu bir kere. Evimize onun gibi bir “hain” asla adımını atamazdı artık, hatta o okulu da kirletiyordu varlığıyla. Kenan dönmeyi hiç istememişti zaten eve, okula da mecburiyetten dönmüştü. Gidecek başka yeri yoktu. Lise bittikten sonra devam etmemişti okumaya. Nasıl yaptığını bilmiyoruz ama yurtdışına gitmişti, orda bir benzincide çalıştığını yazmıştı bana. Evet, elbette ki bağımı koparmamıştım Kenan’la ama her iletişim kuruşumuzda içim ürperirdi, babamın korkusu dolardı yüreğime. O gece gelirdi gözümün önüne. Her seferinde beni yanına alabileceğini söyler, kendisinin ikimize de yetebileceğini yazardı bana. Bir yanım hep gitmek isterdi yanına. Kenan’la dünyanın bilmediğim yerlerinde sıradan bir hayat yaşamak. Belki bir Çingene kızına aşık olmak oralarda. Sonra kızın peşinden gidip Kenan’ı da terk etmek. Terk etmek ve gitmek hep. “Girme sakın askeri lise sınavlarına, mahvolur hayatın, sen duygusal çocuksun yumuşak başlısın ezerler seni, tutunamazsın orda” demişti bana.

Farkında değildi ama Kenan’ın gözden kaçırdığı bir şeyler vardı benimle ilgili. Ben ne babamın sandığı kadar başarılı ne de Kenan’ın sandığı kadar isyankar olamamıştım hiçbir zaman. Çünkü bu iki kavramdan da korkardım. Ortalama olmayan her şey korkutucu gelirdi bana. İkisi de kendi kafalarında bir kişilik biçmişlerdi benim için ve fikrimi sormaksızın kafalarındaki role uyduruyorlardı hayatımı. Oysa benim içimde sadece şiir vardı isyana ve başarıya dair. Bir tek yazmaktan ibarettim, kelimelerle kaybolmaya çalışmaktı bildiğim tek savaş. Ve bir Çingene kızıydı sadece bendeki gitmek. Nitekim askeri lise sınavlarında başarılı olamadım, Kuleli’yi kazanamadım.

Babam bir hayal kırıklığı yaşadı elbette ancak kesilmiş bacağının yerine takılan protezin sıkıntısı benim başarısızlığımı bile örtüyordu o dönem. Şanslıydım. Her manada canı yanıyordu ve saydamlaştırmıştı beni bu durum onun gözünde. Düz liseye gittim böylece.

32


Kenan evin üyesi olmuştu tekrar ama sürekli gitmekten bahsediyordu. Türkiye’de kalırsa askere alınacak ve vicdani ret yapmak zorunda kalacaktı. Ölürdü de askere gitmezdi bunca olan bitenden, bunca yol kat ettikten sonra. Babama bir felaket daha yaşatmak istememişti ve bu yüzden kaçıp gitmeyi en uygun yol olarak seçmişti. Tolstoy’un vicdani ret ile ilgili yazılarından okutmuştu bana o dönem. “Bak Kemal, sen akıllı çocuksun, bu ülkede heba olursun, babamın sana dayattığı vicdan yükü sonun olur. Gel işte benimle, bambaşka bir hayatın olsun.”

“Bir tek yargıcın bile yasalara dayanarak bir insanı boğazlatmaya cesareti olmazdı. Hiçbir amirin bir köylüyü gözü yaşlı ailesinden koparıp hapse atmaya cesareti olmazdı. Hiçbir general ya da asker, disiplin, yemin ya da savaş olmasa yüz Türk’ü ya da Alman’ı öldürüp köylerini yerle bir edemez, bir tek insanı bile yaralamaya cesaret bulamazdı. Bütün bunların yaşanabiliyor olmasını, bütün bu zulmün sorumluluğunu herkese paylaştırmak suretiyle hiç kimsenin bu eylemlerin doğal olmadığını hissetmemesini sağlayan karmaşık siyasi ve toplumsal makineye borçluyuz. Kimi yasaları yazar, kimi uygular, yine kimi insanları devşirir, onlara disiplin adabını öğretir ki bu da sorumluluktan arındırılmış itaattir. Sonra da bu devşirme adamlar her türlü şiddeti uygular, hatta nedenini ve amacını bilmeden insanları öldürür” yazıyordu bana okuttuğu notlardan birinde. Kafam karma karışık olmuştu. Kenan’la gidersem babam ne derdi? Ne diyeceğini geçtim, ne hissederdi? Hayatı başına çökmüş bir adamdı o, inandığı değerlerin ağırlığı altında ezilmiş, beklediği, hayal ettiği hiçbir şeyi elde edememiş tek bacaklı bir adam. Yakışır mıydı bana Onu böyle yüzüstü bırakmak? “Zorunlu askerlik hizmeti, devletler için bütün sistemi ayakta tutmak için gereken şiddetin nihai sınırıdır. Tebaası içinse itaatin nihai sınırıdır. Duvarları ayakta tutan kemerin hayati tuğlasıdır. Söküldüğünde bütün bina çöker” diye devam ediyordu notlar. Tanrım “yakışmak” neydi ki? Çöküyordum, 15’imde Kenan, babam ve Tolstoy üçgeni gittikçe daralıp, ezerek öldürecek gibiydi beni. Kenan askeriyede kaçak olarak görünmüştü, Türkiye’de olup yaşı geldiği halde göreve henüz gitmediği için. Hemen en yakın askerlik şubesine gitmesini emreden bir tebliğ kağıdı gelmişti eve. Babam kağıdı almış, okumuş ve balkonda karşısına Kenan’ı oturtup konuşmaya başlamıştı; “Üzerinde zerre kadar babalık hakkım varsa, vatani görevini yerine getirip öyle git nereye gideceksen. Ben her şeyini kaybetmiş bir adamım, bunu çok görme bana. Nasıl rezil bir halde olduğumu görüyorsun Kenan, oğlum. Sen tüm hayatı saygınlık üzerine kurulu olan bir adamın, alay edilecek hale gelmesi ne demektir bilmezsin. Yap şu askerliği, eritelim bütün buzları. Kemal’e örnek olacaksın sen, silelim geçmişi, başımı yerden kaldır benim. Asker adamın oğlu asker kaçağı oldu dedirtme, boynumu daha fazla eğme benim. Öldürme beni Kenan. Herkesin merhamet dilediği Yarbay Yaşar’ım ben. Şimdi ben senden merhamet diliyorum.” Kenan donup kalmıştı, dolu doluydu gözleri. “Beni öldürmek istiyorsun baba. Ama yapacağım, sana hayatın boyunca anacağın bu gururu yaşatacağım” dedi gözlerinden yaşlar gelerek. Hakkari-Yüksekova’ya düştü Kenan’ın askerliği. 8 yıl önce Hakkari-Yüksekova’da askeri birliğe teslim ederken sarıldım Ona en son. “Kemal, sen şiirler yaz, daima şiirler yaz güzel kardeşim” oldu bana kurduğu son cümle. Ve babama emaneti, o hançer, o keskin bıçak yarası; “Senin sahte bacağın dahi daha gerçek bu görevden baba, ama sen binlerce kez anasın, sen hep bu gururla yaşayasın diye ben bu cehenneme de varım”.

Tam bir buçuk ay sonra ölüm haberi geldi. Mayına basmıştı Kenan ve üstlerinin söylediğine göre bu bir kaza değil, intihardı…

Babam o haberin geldiği günden bu yana, yani tam 8 senedir tek kelime etmedi. Ta ki beni askerlik görevimi yapmaya davet eden o mektubun geldiği gece, odamın kapısında durup –tıpkı yıllar evvel, o Kenan’ı evlatlıktan reddederken benim eşikteki zincirlenmiş halim gibi- “vicdani ret yap ve git bu ülkeden, hayatını yaşa oğlum” diyene değin. Ağladım. Zincirlerimin çözülüşüne belki, ama daha çok babama, Kenan’a, bahşedilen özgürlüğün ilk nefes gibi yakışına.

Yapmadım. Gitmedim, gidemedim. Korktum yine. Korkmak hep babamla ilgili bir kavram hayatımda zannederdim. Değilmiş. Korkmak benim elim kolum gibi bir parçammış. Nasılsa üniversite mezunuyum, kısa dönem yapar gelirim dedim. Nasılsa, yıllar evvel terk etmiştim Çingene güzelini, şimdi gitsem de bulamam dedim. İnandırdım kendimi, kendi yalanlarıma. 80 Darbesi’nin en büyük destekçilerinden, inancıyla oğlunu öldüren Yarbay Yaşar bile özgür bırakmışken beni, ben kurtaramadım kendimi varoluşumu biçimlendiren esaretten. Öyle bir ağırlık yüklenmiş ki omuzlarımıza, öyle bir eğitilmiş ki bedenlerimiz adı altında vicdanlarımız, reddi reddetmeye öyle programlıyız ki, ta çocukluğumuzdan bu yana “erkeklik, vatan, hizmet, inanç” kavramlarıyla öyle zincirlenmişiz ki, hür olma düşüncesi dahi korkutur olmuş bizi. Sönmüş içimizdeki şiir. Ve buradayım. Top Kule Kışlası, Tugay Karargahı, 3. Bölük, 2. Kıta, 4. Manga Kısa Dönem Er Kemal Demirci. 33


2 farklı antidepresan kullanıyor olmama rağmen, 2 saatten fazla uyuyamadım 136 gecedir. Zincirlere olan alışkanlığıma rağmen, midemi bulandırıyor buradaki tutsak halim. Midemi bulandırıyor öğrenilmiş çaresizliğim. Midemi bulandırıyor buradan çıkınca ne yapacağımı bilmemek. Annemin görüş gününde getirdiği dolmalar bile midemi bulandırıyor. Askeriyeye ait mavi çarşaflar, 30 kişiyle aynı anda aynı odada nefes almak, pis ter kokuları, istisnasız “koyayım” ile biten cümleler. Ve aynı rüya 136 gecedir. Midemi bulandırıyor. Kenan, Tolstoy bana fazlaydı güzel kardeşim. Şiirler de bana fazlaydı. Çingene kızı, o da bana fazlaydı. Babamın bir inancı vardı, Kenan’ın bir inancı vardı, Çingene kızının bir inancı vardı. Benimse antidepresanlarım var. Ve rüyalarım. Midem bulanıyor Kenan.

-Daracık, kapkaranlık, binalar arasında kalmış uzun ve düz bir sokak. Sokağın sonunda Çingene kızı, çırılçıplak. Ne güzel göğüsleri var, ne güzel beli, uzun kara dalgalı saçları. Boynu bilmediğim bir boyut, nabzı dünyanın çekirdeği… Üzerimde kamuflaj kıyafetim, ciğerlerim sökülürcesine koşuyorum. Çingene kızına, dünyanın merkezine, çıplaklığa, çekim yasasının anlamlandığı yere. Sokağı çevreleyen duvarlar iki yandan birbirlerine doğru yaklaşıyor. Sonra hızlanıyorlar. Daraldıkça daralıyor karanlık. Ter yerine zift döküyorum, bunca davetkar olma Çingene kızı. Her yanım yapış yapış, her hücrem kapkara. Kendini boğacak bir asfalt üretiyor bedenim koştukça. Ve testosteron. Ah Çingene kızı.

Sokak o kadar daralıyor ki duvarlara sürünerek ilerlemeye çalışıyorum. Kollarımla itmeye, olduğum yeri genişletmeye. Boyun damarlarım patlayacak gibi. Nabzımdan motor sesi geliyor, ay gibi kalçalar.

Göğsümde kesif bir parçalanma hissi. İyice daralıyor duvarlar. Hareket edemez hale geliyor sıkışıyorum, bacaklar, güzel bilekler.

Sonra bir kusma...

Önce kan, sonra ciğerlerim, sonra bir bir diğer bütün organlarım dökülüyor ağzımdan. – 136 gecedir aynı rüya. Yorganı kaldırıyorum uyanır uyanmaz. Ah Çingene kızı, ergen bir ruha ne çoksun... Fazla bana şiirler Kenan. Zincirlerim, geçemediğim o eşik, babamın protez bacağı, canını alan o mayın, antidepresanlarım… Midem bulanıyor durmaksızın.

NUR AN

34


35

ill端strasyon: Burak ERDAL



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.