santigrad100 sayı 1, fanzin

Page 1

katı olan her şey buharlaşıyor


ÖN SÖZ "Teşkilattan şikayetçiydik abiciğim bizi hicaz bozdu" Küçük İskender

bu daha başlangıç. sanmayın ki kent içlerindeki kutlu yığınların politik yazgısı. görece rezonans. iktidarın suyuna yürümezken barikat berisinde tez elden saf tutmak. alabildiğine metafor. tüm tanımların ortalamasına karşın tek yönde devinen biricik halkım. gazetelere ve televizyonlara sırt çevirmek. adeta kendine kalkışmak. tövbe tanrım! sakınmaksa onu da biz eyleriz. sen necisin muteber vatandaş? parlamenter nizam sanadır, evet. al veya edin bunu. kamusal alanlarda göğe bakarak borsaları işgal et. nasılsa ziyandır ve ekonomiyi ırgalamaz şu sözcükler. reklam sütunlarına devrim yazını işlerken büründüğün kıvamlarda kur haddini. kolluk kuvvetleri nezaretinde piyanolar işitelim. ama unutma: hınç soğumaz! sökün eder aklın ihaneti. mücadeleye devam.

imza: müdür https://www.facebook.com/Santigrad100 2



4


5


6


7


"Şiirin gerçeği henüz yazılmadı dünyamızda sanıyorum. Çünkü şiirin gerçeği aksiyondadır. Geçmişten bize kalanlar, bizim seçtiklerimiz değildir. Kötü eğitim, kötü gelenek yıkıyor dünyamızı. Bize seçilenlerdir okuduğumuz, davrandığımız, yaptığımız. Budala bir bilinç yönetiyor sanki insanlığı, evreni. Asıl olan mutsuzluktur. İnsanın mutsuzluğunu söylemeyen bütün şairleri, bütün yazarları silmeli. Unutturmalı. Bu mutluluğu; çirkini, kötüyü güzel söyleyerek yaratanları bile. Peygamberler bu yüzden ölümsüz sanıyorum. Başlangıçta mutsuzluk vardı. Hep öyle olacak. Hep cehennem, hep anlamsızlık, hep cezalanma. Ama bu yenilgi adam edecek gene bizi. Yenilginin verdiği haysiyet. Her şeyi bitmiş bir insanın bağımsızlığından daha kutsal, daha insanca ne var? Bütün gecikmemiz direnmekten."

Ahmet Turgut UYAR 8

21 Ekim 1964


"Stephen’ın her ne ad olmayan bir – Memleketi

belli ki canı sıkılmıştı, söylediğini tekrarlayıp kahve ya da takıyorsanız o sıvının kabını bir kenara, pek de kibarca tavırla iteledikten sonra ekledi: değiştiremiyoruz. Bari konuyu değiştirelim."

James Joyce, Ulysses, Armağan Ekici (çev.), Norgunk, 2012, s. 618. 9


BANDERİLLO Ay tutulması gibi bir şey misindir ki - gününe göre Gizli misindir, korkmuş musundur da biraz Bir yalnızlık sınıflamasından diyeceksen o başka Bükülüp uçurumuna sapından Kendini öpüyordur kalbindeki papatya. Repertuvarında ne var bu yıl Hani o beklenilmeyenlerden birkaçı mı işte Bir akşamüstü küçücük bir çocuk musundur ki Mesela öfkelenince Ensende o sevimli banderillo Kurdele kurdele kurdele. Daha başka nesin ki, ben ne bilirim bilmeyi Odanı dörde bölen bir sabah Alıp götürür mü seni kulene Kış kavunundan soyulmuş patenlerinle. Bir de, bir de, bir de Öyle bir kelebek avcısı gibi Uzanır mısın sihirli değneğinle Samatya'da doğmuş bir çocuğun çan rengi mevsimlerine. Şimdi mi, sonra mı, başka zaman mı Kaç yaşında değilsin söyler misin bana gizlice. (Yayımlanmamıştır, 15 mart 1986)

Ömer Edip CANSEVER

10


11


Gıyabında Plan yapılamıyor gıyabında, çattığım insan kuyruklarından Vakitli uykulardan Hafif müzik kaportasından, otomobil notalarından Tecellide kayboluş, şefkatte morfeusluk Kamaşmada gördüğüm Unutturuluyor duvarıma koşan alkol şişeleriyle Sabaha karşı kapanan hayal matbaasıyla sapkınlık fırlıyor apartman sazlığından Çölümde koştukça dökülüyor alkol üflenen balçık, Çözümde ısrar ettikçe kakafoni yayılıyor göğüs boşluğuna Soytarının susmadığı, kralın bıyıkaltı gülümsediği Denizlerde ayakkabılar birikintilerde gemiler çok oluyor Çan kırılmadan ot yetişmiyor iklimimizde Biliyorsun oysa niyetin yoksa aklın da yok defterin yok cetvel dayayacağın Dolduracağın hücre karalayacağın yuvarlak da yok Sadelik diye yoluma kesişen! sana geometrik istavrozlar Bazı istavrozların altından çok kalpler geçişini Çarpıtılmış tarihim gizliyor Dip dünyanın defterlerini kaplayıp etiketleyemeden Geçiyorum sınıfları Değil mi Yazgı dediğin bezgin feodal Anlamak dediğin hayli uzun alıntı

Lambodis 12


Ekletik Ayrışım İtkisi 25 Mayıs 2005’te Surinam’da gerçekleştirilen genel seçim, Başkan Ronald Venetiaan’ın mecliste birçok koltuğu kaybetmesiyle sonuçlanmıştı. Ronald’ın o tarihlerde yaptığı siyasi hatanın (daha çok inatlaşma) bu sonuca çok büyük etkisi olduğu kimi çevrelerce bilinse de o dönem kendisini uyaran kimse olmamıştı. Ronald’ın kirli oyunlara alet olduğunu düşünen radikal bir kesim de ısrarla onun peşinden gitmeye karar vermişti. Ancak içlerinden pek azı Ronald’ın geçmişini detaylarıyla biliyordu... Çad’ın Ennedi bölgesinde daha çok nümizmatik bilimiyle ilgilenenlerin takıldığı bir salon olan Heart of Ennedi’ye gelenler sıklıkla eski para takası yaparlardı. Günün kızıl tonlarla aydınlandığı bir sabah tüm eski paralarını ve saçma sapan düşlerini sırt çantasına koyarak burayı terkedecek çocuğun ismiydi Ronald... Başta da belirttiğim gibi onunla ilgili pek az şey biliniyordu. Bilinenlerin ise gerçek mi yoksa efsane mi olduğu günümüzde dahi gizemini koruyor. Ancak, birşey vardı ki, en çok merak edilenlerin belki de başında geliyordu, o dönem kronik kalp yetersizliği olan hastalarda kognitif fonksiyonların iyileştirilememesi neredeyse tüm Çad halkının geleceğe yönelik tek sorunu haline gelmişti ve Ronald bunu çok fazla uğraşmadan çözebilmişti. Hastalara güçlendirilmiş eksternal kontrpulsasyon tedavisi uygulamıştı, evet çok basitti ama bu bir tek Ronald’ın aklına gelmişti. Zaten yaşayımlarımıza itkiyi sağlayan da bu safgörüydü. O dönem bu safgörüyü irdeleyebilen kişi Ronald olmuştu sadece... Jeremy Naismith’in beyaz ülkeyi (Grönland) ziyareti sırasında bir kar tanesinden ilham alarak Jean le Rond’a yazdığı dizelerdeki gibi, “Safgörü gerçek dostum, ben kar tanesinin içinden geçtim, gel, birlikte kaldıralım perdesini esrarın.” Naismith bu hislerle donanmışken adım attığı yerlerde Gunnbjorn Ulfsson’un ayak izlerinin olduğundan habersizdi. Koch kar tanesinin içinde ise sonsuz çoklukta üçgen vardır. Bu bir safgörü değil nihayetinde bir öngörüdür. Sonsuz çoklukta bir şey devinimini tamamlamış ve de artık hiç değişmeyecek gibi katılaşmıştır aslında. Bunu destekleyen şey ise Parmanides’in “Evrende değişen hiçbir şey yoktur” hipotezidir ki bunun defalarca yıkıldığına şahit olduk. Gelinen noktada geçmişten gelen bir sese mi yoksa kendi gözlemlerimize mi kulak vermek daha mantıklıdır? Burada sürdüğümüz bisikletin gidonunu kadere, selesini ise kaba etimize teslim ederek olasılık kuramının kapısını çalmamız gerekir. Buna göre; yığmalı dağılım fonsksiyonunun sürekli bir fonksiyon olduğunu farz ederek dağılımın sürekli olduğu pekala söylenebilir. Öte yandan, incelenmekte olan dağılıma ‘X’ dersek -bu bir rassal değişkendir- Langevin dinamiğinin temellerine şöyle bir dokunmadan ilerleme kaydedemeyiz. Bu aşikardır. Kozmongonik yaklaşımlarla tükettiğimiz ömürlerin Coanda etkisini anlayamamak gibi bir lüksü yok insanoğlunun...

Ronald’a Cinbaz – 07.10.2013

13


MONOLOG Heyecandan ölmek üzereydi. Konuşmasına başlamak için on dakikadan az bir zamanı kalmıştı. Neler söyleyeceğini, neler anlatacağını kafasında bir sıraya oturtmaya çalışıyor, her defasında atladığı bir şey oluyordu. ‘’Son on dakika ve hala şaşırıyorum!’’ diye geçiriyordu içinden. Elleri, boynu, yüzü… Vücudunun her yerinden aniden ter fışkırıyor ve yine bir o kadar aniden buz kesiliyordu.

Son

yarım

saattir

bedeninin

işkencecisi

bu

döngü

içinde

kıvranıyordu

ruhu.

Düşüncelerden sıyırdı bedenini ve elini farketti önce. İleri geri, küçük küçük darbelerle, söylemesi gereken şeyler varmış gibi, aceleyle dürttüğü bacağına ilişti gözleri sonra. Bir süre ısrarcı ve telaşlı eliyle umursamaz ve bezgin bacağı arasındaki gerilimi seyretti. ‘’Boşver’’ dedi umutsuzca bakarak eline. Avutmaya yeltenmedi; üzülmedi de sanki. Sadece içinden geçeni söyledi. Kendine dair değildi söylediği. O kadar ki sırtını sıvazlayabilirdi isteseydi elinin ve dikilip karşına öğüt verebilirdi bacağına bilmiş bilmiş. Kartları gösterip ‘’bu sizce ne olabilir? ‘’ diye sorduklarında da aynı konumda vermişti yanıtını. Objektif olmalıydı mürekkepler arasındaki ilişkiyi

yorumlarken.

Oldu

da.

Yani

öyle

sandı.

Ama

üstü

başı

siyaha

boyanmıştı.

On tane hasır sandalyeden oluşan, ne çok ayrı ne de dip dibe yerleştirilmiş sandalyelerden, daire formunda bir oturma düzeni oluşturulmuştu. Sandalyelerin her birine açık kahverengi küçük minderler yerleştirilmişti. Kimin nerede oturması gerektiğini gösteren herhangi bir ibare yoktu ama onun zihninde konuşma sırasına göre şekillendirdiği bir düzen vardı. İlk konuşmacı en başa, diğerleri de yine söz alma sıralarına göre ard arda oturmalıydı. Yarım saat önce girdi içeriye ve yirmi dakika boyunca en başı aradı durdu. Bir’den on’a kadar saya saya attığı kaçıncı turdu hiç bilmiyordu. İlgilenmiyordu da. Ah bir ‘’bir’’ i bulabilseydi gerisi ne kolaydı! Kapıdan içeri girdiği anda dikkatini çeken iki sandalye arasından, birinciliği burun farkıyla kazanana oturdu.

Topluluk karşısında yapacağı ilk konuşmaydı. Hiçbir aksilik çıkmasın istiyordu. Son on dakikada iyice sırılsıklam olan bedeni gittikçe, sandalyeyle bütünleşiyordu. Topluluğa eklenen her yeni kişiyle biraz daha sandalye oluyordu. Sonunda herkes gelmişti. En son teşrif eden de, elinde kalemi ve kağıdı, özenle taranmış saçları ve meslek nişanesi beyaz gömleğiyle, açık kahverengi küçük minderli sandalyeye yerleşiverdi yavaşça. Yüzünde tebessümle selamladı herkesi ve ufak bir açılış konuşması yaptı. Kendinden emin bir ses tonu vardı. Kelimeleri telaffuzundaki netliğe bir kez daha hayran kaldı. İlk konuşan oydu ve ilk sırada olabileceği aklının ucundan bile geçmeyen bir sandalyede oturuyordu. En iyi ihtimalle ikinciydi. O da sandalyelerin belirli bir sıralamaya sadık kalınmadan yerleştirildiğini varsayarsak ki bu, ona göre imkansız birşeydi. Birincilikle yola çıkıp, avuçlarından kayıp gitmekte olan ikinciliği hakkında derin düşüncelere dalmışken omuzuna dokunan bir elle irkildi. ‘’Boşver’’ diyordu umutsuzca el; hafif ve telkin edici dokunuşlarla. ‘’Boşver’’ dedi kendi kendine. Sonra ayağa kalktı istemsizce. Daire formundaki oturma düzeninin ortasına kadar ilerledi ve durdu. Etrafını saran boş sandalyelere baktı. On tane sandalyeyi teker teker saydı. Kurumaya başlayan bedeninin adım adım kapıya doğru ilerlediğini farketti. Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on. On sandalyenin çevrelediği dairenin ortasından on adımda kapının dışına ulaştı. Simsiyahtı elleri, sonra bacağı, sonra vücudu. Bir kez daha o tanıdık yanılgının tam ortasından, önünde duran bambaşka bir kapıya bakıyordu. Aklında söyleyecekleri, üstü başı ter içinde, aynı yarım saate kaldığı yerden devam etti.

Irmak M. 14


müziktir et, sarıl bak anlarsın Onlar gibi değil ama değil si? Sen hep böyle kal böyle bemol İlla da bir şey söyleyecekler ne var bun fa? Ne yokluk gördüysen bunu sana çok görüyorum, haydi bi re! Müziktir et, bir dokun bir iShit Akıllı ol millet seni arasın, telefonlara bile bak Teknoloji çok giderli, seni benden götürecek gibi Her söylediğime de inan la, orda bir do! Oysa mi şey daha söylerdim de hadi Bu kadar gam yeter, bu kadar do olmaz! Burnundan al nefesi ağzından ver bir es Sol anahtarım sağ cebimde kaldı, anne? Duyuyor musun kalbimi çalıyorlar Çok da diyez.

*

*

*

*

*

Nazlı H. * * *

*

PERİFERİ ve evet akdeniz kadarım gel tetikle bu huyumu sevgilim civar tuz ve kifayet

ıı

kent ertesinde kahvaltılar s k

üç

*

*

*

*

*

çaydamlı, 2002

dengimi kurmuyor nefsimin aksi

biz bunu

*

boyut susuyorduk

ı ı

sen kendini k ld n maviler kolay

ı

korkular m diri

ğ ığ sulara benzeşiriz ilkin adamları yadsır, kat çıkarız üst çoğun ırgalamaz ağrımızı ki ra men ört beni s

makamlara

denedim makbuzlara not d

üşebiliriz Ozan

10/08/2013 Olympos 15


16


17


18


Ferhan Ş. 19


Dolaylı Daire Bunun yanına seni de koyarım: Okur üflerim seni kıskaçlığın saldırısına Adi yargıçlar yargılar beyaz dişlerini, baldırlarını Zaaflarından çekerek yeterince zaten kanın karıncalanır; Temsil etmediği gibi aksine ışığa maruz kalmış gözler İç dünyana rengârenk bayraklar diker; kışkırtabilir Şifalı sayılanan kuyunun suyuyla seni, görmüş geçirmişler Din ve ten işlerini birbirinden ayırmak gerektiğini Konu edinirken etin pembeleşebilir, suyu geçerken Aynı hızla, aynı zevki tat ve aynı hazla uyan sabah Sabah kalkar kalmaz güneşi ağzına al. Siyaseten yala! Oyala onları bilimin bazı dallarıyla, ovala. Unutma. Sevgilim; Sen bir yosmasın, yosmalar çekirdekleriyle yenir. Bir kez uyandığında duygular, delikli siyah inciler Kızlığına zar atacak kadar cüretkâr olur geceler İrade hukukuna girer gibi girer yatağına ay Nietzsche’den alıntılar, kırbaçlar vurur kadınlığına Sorma! Başucunda genç bir romancıyla da yatma Kendi sapkın teşhirciliğini icra edebilmek için Siyasi olaylarda meme uçlarını kullanırlar senin Emzirirler faşizme çarşaf tutan hükümetler Yüzyılın en iddialı edebi eseri olan şiir de bile Eşlik eder Çağ sıkıntısından kutsal kitaplarda çalınan lir. Sevgilim; Sen bir yosmasın, yosmalar çekirdekleriyle yenir. İtaat etmeyi öğrenmiş çocukların mimikleriyle Çift kulak getirmiş polis kılığında dayanır üstüne Yürüyebilir; fantezileriyle ilahlaştırılmış devlet Muayyen bir ton, muayyen bir renk, muktedir illet. Metafor olarak tavukgötüyle çiftleşen medya Akşam namazından sonra karısını satan sahte mümin Cumhur’a şapka, Osman’a fes giydiren piyasa İnsana saygının kredi kartı sayısıyla ölçüldüğü dünyada Pisi pisine giden kedisi de, çiçeği de plastiktir. Aksine, içine tekrar girebilmek için çıktığım geceyi hatta belki bu farklı üzüntüler içinde bazen etkili kuşkusuz başka biri gibi ilhamın ve nazların sınırında sığınmak zorunda kalan bir ölçüde rezilliktir. Ama Sevgilim; Sen bir yosmasın, yosmalar çekirdekleriyle yenir.

Ömür Ö. 20


MAYA TAKVİMİNDEN KAÇAN İLK YAZ İÇİN

manitunun süpersıkışık metrobüs projesi o kadar başarılı olmuştu ki durakta avare ebleh bakınan sadece o kalmıştı ve yaz başında kışı çağırma işgüzarlığı ona verilmişti. panjurlarını indirmiş evlerin uyanmasını tüm gün beklemesi Bir Migros torbasının hacmini yitirirken çıkardığı gümbürtüyü heyecanla karşılaması kış boyunca albenisi coşan anılar bataklığı çağrının ivediliği için yeterli kamuoyunu oluşturuyordu bir de Gündüzlerin Ganj gibi araya girmesiyle açılan mesafeler.. *

*

*

Yazlık evde durmadan dırdır eden bir telefonu aparkat çekercesine şiddetle açma ertesi: Büyüklük kompleksi o kadar sirazesinden çıkmışmış ki, kot pantolona sığmayan 4 eksende göz kırpıştıran devasa bir kaba etten beterdi. Bu tanım üzerine soru sormadan dinlemiştim. * * * * *

*

Taşınmatik'in icadı oyalamayı zevk edinen yasal prosedürlerden dolayı o kadar gecikmişti ki, bu kötü huya direnemeyen demirleblebiçiğneyiciler bile teker teker istifasını basmaya başlamıştı. Bu yaz sonu da apartopar taşınılacak ilişkiler için kaytarma bağımlılarına ve kaytaran mağdurlarına bazı uyarılar yapmak gerekecekti. Kışlık bahaneler, beylik küfürler ve kimin haklı kimin suçlu olduğu bilinmeyen filmlerdeki yırtlaz sekansların acil stoklanması için yüzü kızarmadan uyarı yapma görevi yine Himaye Hürkartal'ın oldu. Ancak, set hazırlıklarında sümenli masanın yandan silüetinde görünen adam Hürkartal'dan bambaşka biriydi. Yarım Baharlar Yazı, komplolar ve bir anda sokak aralarında beliren kalabalıklara ayrılan manşetleriyle (uzaktan bakınca bu dev bir balıktı) bu komployu tabi ki bir hamlede yutacaktı.

Bay Giyotin

21


TUTAMAK Tramvaydayım. Tutamağa tutunmuşum, sağ kolumu dirseğimden itibaren hissetmiyorum. Bedenim o ince noktadan sonra başlıyor. Çok uzun zamandır ayaktayım. Durak isimleri çınlıyor, insanlar her durakta değişiyor, inenler, binenler... Kolumu bir hissedebilsem iki durak sonra ben de ineceğim. Yol aktıkça hissizlik de aşağılara doğru yayılıyor. İnmem gereken durağa az kaldı. Kapıya kadar üç beden var önümde; terli, yumuşak, içi et dolu deri torbaları. Birbirimizden farkımız yok. Kapılar tekrar açıldı. İnmeye çalışanlar binmeye çalışanlarla göğüs göğüse, her iki taraf da amacına ulaştı. Ya ben? Bundan sonraki durakta inmem gerekli. İş yerime en yakın durak bu. İn ve yürü: 20 dakika. Çok değil. Kolumu burada bıraksam akşam dönüşte bulabilirmiyim? Bu sefer yürüyüşüm 23 dakika sürdü. Büfeye uğrayıp kendime karışık tost yaptırdım. Hava açık, sabah mabah dinlemeden sıcağı deri altına enjekte ediyor ışınlar. Ayakkabılarım ince deri, ama çoktan parmaklarım haşlanmaya başladı. Sessiz sokak, araba kornaları buharlaşmış. Bağrışan, okula giden erkek çocuklar; gülüşen, okula giden kız çocuklar. Sesler bunlardan ibaret. Yaşamak için duymak gerek. Olanla idare ediyorum. Kırmızı, yüksek topuklu ayakkabı giymiş yaşlı bir kadın geçiyor yanımdan. Sırtı bana dönük. Sol bileğinden aşağı bir şey yok. Acelesi var. Önündeki insanları teker teker geçiyor ve gözden kayboluyor. Ben de acele etmeliyim. Güvenlik kapısından geçiyorum. Odam dördüncü katta. Asansörü sevmem, kullanmam da. Yürüyerek çıkıyorum. Odama girmemle klimanın kumandasına yapışmam bir oluyor. Tost hala sıcak. Çay da sıcak. Ekmek kırıkları masaya dökülmesin diye tostun sarılı olduğu kağıdı masaya açıyorum. Peçeteyle ucundan tutup yiyorum tostumu. Az önce tostun sarılı olduğu kağıdın üzerine düşen parçalar şekilsiz bir desen oluşturuyor. Tostu dişlerimle sıkıştırıp boşta kalan elimle kağıttaki kırıkları daha düzenli bir hale sokuyorum. Bir çapaya benziyor. Hiç bir şeye tutunamamış bir çapa: benim gibi. Ağzımda tükürük birikmeye başlıyor. Çapayı bırakıp tostu tutuyorum ve dişliyorum. Çay içmek için her seferinde çapayı bozmamaya dikkat ederek kağıda koyuyorum tostu. Sonra kupamı kavrayıp çayımı içiyorum. Tadı güzel ama fazla köpüklü. Şekerden herhalde. Tostum bitince başparmağımı tükürüğümle ıslatıp çapanın manasız varlığına son veriyorum. Üzerine bastırdığımda parmağıma yapışıyor ekmek kırıkları. Parmağımı emiyorum. Beni gören yok. Odamda yalnızım, odam yalnız. Sonra işler bir anda başlıyor sessiz sedasız. Gelen giden evrak, giden gelmeyen evrak, bilgisayar, klavye, bol bol sol tık -hele sol elle daha da bir zor oluyor bilgisayar kullanmak-, sürekli değiştiği halde senin için hep aynı olan donuk zaman akışı, A4 kağıtlarım, gelen giden insan, çalan cevaplanan telefonum, selamlar, giden gelmeyen insan, serin bir oda, ardıardına sıcak çaylar, diğer odalarda duyulan sesler, bitmek tükenmek bilmeyen nefes alışlar, oflamalar, derin ve isteksiz iç çekişler: her bir odasında yaşam süren büyük bir bina [ büyük bir boşluk -bina ne olduğunu bilen amacı olan 1500 m2 betonarme karkas- kemiği demir, eti beton, içine kapanık bir varlık ve o varlığın içindeki mikroorganizmalar olarak biz (nefes alan oflayan iç çeken, içe çeken) ] Öğle yemeğine çıkmıyorum. Kimsenin yanına uğramıyorum. Sessiz sedasız başlayan işler aynı kararlılıkla bitiyor. Bu kadar yeter diye sitem ediyorlar bana. Akşam yaklaşıyor. Binanın bağırsaklarına gidip bağırsaklarımı boşaltıyorum. Çıkmaya hazırım. Biraz erken çıkıyorum. Güvenlik kapısındaki çocuğa iyi akşamlar diyorum. Karşılık aynı: kuru alışıldık. İnsan kalabalığına karışıp bedenlerin tek bir iradeyle yönetiliyormuş gibi devaran ettiği caddenin akışına bırakıyorum kendimi. Sağa dönenlerle sağa dönüyorum. Duran insanların yanında hissedilmeden duruyorum. Koşturanların peşine aynı tempoyla katılıyorum. Tanıdık bir sırt: sabahki kırmızı ayakkabılı yaşlı kadın. Her şeyiyle aynı. Aceleciliği, yaşlılığı, eksikliği ve geriye kalanıyla. Tramvay durağına kadar koşturan bedenlere eşlik ediyorum. Durakta bekleyen insan kalabalığı içinde kendimi daha huzurlu hissediyorum. Çiğ et torbalarının arasında çiğ et torbası. Tramvay gelir gelmez biniyor ve tutamaklara asılı eller kafama değe değe ilerliyorum. Hepsinin bileklerden sonrası boş. İleride, genç bir oğlanın taktığı kulaklıklar arasına sıkışmış kafasının üzerinden sarkıyor sağ kolum. Bileğindeki saatten tanıyorum. Yanına gidip bedenime takıyorum. Sabahki o tanıdık hissizlik gelip yerleşiyor birleşim noktasına. Kırmızı ayakkabılı yaşlı kadını görüyorum. Yaşlı kadın, birkaç beden yanımda tavanla taban arasında uzanan demir boruda asılı kalmış bir 22


ele yaklaşıyor, gözlerini kısıp yakından bakıyor ve tanıdık bir şey görmenin verdiği sevinçle aydınlanıyor yüzü. Kolunu uzatıp bileğine takıyor. Kendi bedenlerine yabancı insan güruhunu içine alan tramvay durak durak ilerliyor. Şaşkın bakışlı bir adam yanımdan geçiyor, her tutamağa her bir demire bakıyor. Elini arıyor, bakışlarından belli. Kimse ona yardım etmiyor. Çaresiz, kendini -bir kısmını- kaybetmiş durumda. Ya ben kolumu bulamasaydım diye soruyorum kendime ne yapardım? Bir başka kol bulur takardım herhalde. Esmer kavruk bir ten değil de daha beyaz ve kaslı bir kol. Adama baktım, vazgeçmiş olacak ki tam olan eliyle bir tutamağı tutup tutmamak konusunda çelişki içinde. Adamın aklı defter gibi, her şey okunuyor yüzünde. Bir başka uzvunu da kaybetmekten korkuyor. Eğilip kulağına fısıldamak geliyor içimden: “Boşver, kendine daha kullanışlı bir el bul!” Adam, beni duymuş gibi tramvayın en dibine kadar ilerleyip kimsenin onla ilgilenmediğinden emin olduğu bir anda en yakındaki tutamaktan sarkan ele takıyor kolunu. Suratı buruşuyor. Ne düşündü? Bir başkasının eli; kim bilir ne kadar temiz, nelere şahit oldu o el. Ya parmakları? Aklına binbir türlü düşünce üşüşmüştür belki. Adam kolunu çıkartıp çaktırmadan bir yandaki tutamaktaki kalın parmaklı bir ele takıyor ve memnun olmuş bir ifadeyle cama vuran yansımalara gözü dalıyor. Daha dikkatli bakınca farkediyorum, az önceki el bir kadına ait. Ona hiç mi hiç uygun değil. Hissizlik giderek azalıyor. Bileğime kadar geldiğinde tutup çekiyorum kolumu. Elim tutamakta kalıyor. Yorgun, her şeyden bıkmış bir et parçası olmaktan memnun gibi. Onu orada bırakıyorum. Az önceki adamın yanına gidiyorum. Farkında değil, dalıp gittiği dünyasında yüzüne memnun sırıtışlar hücüm ediyor. Arada yeni elinin kalın parmakları tutamağı sıkıp bırakıyor. Kadın eline doğru yaklaşıp takıyorum kolumu. Aynı anda bir yalnızlık hissi yayılıyor vücuduma. Adamınki gibi yüzümün buruştuğunu hissediyorum. Şimdiye kadar hiç bir erkek tarafından tutulmayan bir kadın elinin vermiş olduğu dayanılmaz, yabancı bir kadın yalnızlığı beni sarsıyor. Bırakmak, uzaklaşmak istiyorum, kolumu çekiyorum. Düşünüyorum: bu kadar basit bir hayatı böylesine yalnız yaşamak… Zoruma gidiyor, üzülüyorum kadın için. O an merak sarıyor içimi, yüzünü hayal etmeye çalışıyorum. Ürkek bakışlı bir çift göz beliriyor zihnimde. Donuk bir yüz, fazlası olamayan. Hemen sonrasında başka türlü bir hal alıyor zihnimde kadın. Giderek gözleri, bakışları bana benziyor. Ben olmuyorum da ben olmaya yaklaşıyorum. Neden sonra anlıyorum kafamdaki sessiz soruyu: ya sen diyor, şimdiye kadar bir kadın eli tuttun mu, tutmadım. Elime bakıyorum, kulaklarından kablo sarkan oğlanın tepesinden tutamağa sıkıca tutunmuş. İçimi bir korku kaplıyor. Ya ben bütün gün ofiste rutinimi yaşarken biri gelip de kolumu kendi vücuduna taktıysa, ya hiçkimselerle paylaşamayacağım yalnızlığımı öğrendiyse? Az önce kadının mahremiyetine ortak olduğum için, biraz da benim başıma aynısının gelmiş olmasından korktuğumdan yüzümü ateşler basıyor. Titriyorum. Koştururcasına gidip elimi bileğime takıyorum, gözlerimi kapatıyorum. Elimdeki hissizlik geçene kadar da yüzümdeki yanma hissi devam ediyor. Sonra her şey bitiyor. Gözümü açtığımda kadının elini göremeyeceğim gibi bir düşünce geçiyor kafamdan. Açıyorum gözlerimi. Orada ve tek başına, yalnız. Saatler geçiyor. İnenler, binenler… Tam 5 kez evime yakın durağın oradan geçiyor tramvay -üç gidişte iki gelişte- inmiyorum. Yalnızlığı ve kadının gelip elini almasını bekliyorum.. Son seferini yapıyor tramvay. Vagonda sadece ben ve tutamakta asılı kadının eli var. İnmeme iki durak kaldı, hala ayaktayım ve aynı tutamağı tutuyorum. Ayaklarım ağrıyor ama tutamağı bir bıraksam her şeyimle orada kalacak olmaktan korkuyorum. Kadın gelmiyor. O an anlıyorum, artık istemiyor elini. Yalnızlığını geride bırakmış. Durakta duruyor tramvay. Kapılar açılıyor, içeri havadan ve gece karanlığından başka giren yok. Kapılar kapanıyor, her şey bitti. İneceğim durağa yaklaşınca durağın ismi çınlıyor. Tutamağı bırakıyorum. İlk hissettiğim acıyla karışık karıncalanma hissi. Ağrıyan ayaklarımı sürüyerek kadının elinin olduğu yere geliyorum. Kadının tuttuğu tutamağı tutuyorum. Parmaklarım parmaklarının üzerine geliyor. Sert kemiklerinin üzerindeki yumuşak deriyi hissediyorum. Yalnızlıklarımızı kaynaştırıyorum. Artık ne ona ne de bana ait olmayan yalnızlığı… Ve elimi orada bırakarak çekiyorum kolumu. Tramvay duruyor. Durağın ismi bir daha çınlıyor. Kapıdan çıkıyorum. Tramvayın kapıları kapanırken bakmıyorum ardıma. Tramvay uzaklaşıyor, gecenin karanlığında kayboluyor. Kendimi daha mı iyi hissediyorum bilmiyorum o an. Geceye bakıyorum: biraz tuhaf, yıllardır üzerini örttüğü bu dünyayı ve insanları yadırgar gibi, biraz eksik, tam bir gece değil. Tıpkı benim gibi bir parçasını geride bırakmış. Tam karanlık değil, o yüzden görüyorum; sağ elimin olması gereken boşluğunu, yalnızlığımın görünmez çizgilerini.

OsmAn Ö. 23


24


25


Sahne Tozu

26


ERKEK: Düğündelermiş... Şimdi dedikoduya başlamışlardır yukarda... Herif hem yıkılır sağa sola, hem de birtakım sululuklar yapar... Bu gece onların işi iş, der gelinle güvey için... Pis pis sırıtır... Bok vardı sanki düğünde? (Taklit)

Mutlu

mutluluğun

bir

damat...

yüzünden

Yüzünde

şartmış

okunması

tatlı

gibi...

bir

gülümseme...

Aptala

dönmüştür

Sanki

enayi...

Kutlamak için elini sıkanları hep aynı gülümseme ile karşılar... Hele gelin hele gelin... Sana yemin ederim, daha bu geceden başlamıştır yasaklara... (Taklit) "Çok içme cicim... Bırak o bardağı... Cigara paketini de at... Hah

aferin...

çünkü.

Beni

Davetliler

kendilerinden

seviyor

de

bu

musun?"

göz

Yasak

yaşartıcı

komazsa

mutluluk

sevgisini

sahnesini

anlatamaz

seyrederken

geçerler... Başlar bir yana atar, bakışlar derinleşir, ağız

yayılır... Hele şu yukardaki kaçakçı ne dalkavukluklar yapmıştır kim bilir! Ama

yarın

öbür

basarım...

gün

(Masaya

ayrılma gidip

tanığı

olarak

kadehini

mahkemeye

doldurur.

gideceğine

kalıbımı

adamakıllı

sarhoş

Kadın

olmuştur, adamın konuşmasını çok fazla bir ciddiyetle dinlemektedir, onun her

coşkusunda

ayağa

kalkıp

oturur.)

Sonra

da

kutsal

aile

sözünü

dillerinden düşürmezler... (Taklit) Yıkıcılıktır efendim. Ulan sen kendin bir yıkıntısın be! Yok gelenekler varmış, töreler varmış, kutsal kurumlar varmış... Onlar Mikado'nun çöpleri senin için... (Oyunun taklidini yapar) "Dur, ahlak sarsıldı, sıra bende... Bak geleneği sarsmadan yirmi sayıyı iki parmağımın ucu ile alıvereceğim... (Başka bir sesle) "Dur, sarstın geleneği, sıra bende... Şu kutsal kurumlardan birini elime geçirsem işim iştir, ha babam

toplarım

Samuray'da

artık..

azizim...

Oldu

bravo!"

çaktırmadan

(Başka

elime

bir

geçirdim

sesle) mi,

"Benim

yaşadım

gözüm

demektir."

Oyun oynuyorlar, kumar oynuyorlar be! (Masaya gider, elinin tersi ile Mikado'nun çöplerini darmadağın eder.) Belanızı versin! (Sonra başını yukarı kaldırır.) Hey tefeci! Hey dalkavuk! Duyuyor musun beni? Karının koynunda horlamağa ederdin,

başladın

başımız

yoksa?

Ayı,

dinlenirdi...

sen

kış

(Kadın'a)

uykusuna Ne

bakıyorsun

konyağını... Hadi! (Diker, Kadın da içer.)

MİKADO'NUN ÇÖPLERİ, İKİNCİ PERDE. MELİH CEVDET ANDAY

27

yatsaydın

daha

suratıma?

iyi

İçsene


Kitabi bilgi: Melih Cevdet Anday'ın yazdığı, Makedonca ve Lehçe dillerine de çevrilen Mikado'nun Çöpleri isimli tiyatro oyunu ilk kez 1967-1968 sezonunda Yıldız Kenter ve Müşfik Kenter tarafından oynanarak Kent Oyuncuları bünyesinde sahnelenmiştir. Oyunun yazılışının ve oynanışının 40. yılı vesilesiyle 2008 yılında Beşiktaş Belediyesi Kültür Sanat Platformu Prodüksiyon Tiyatrosu'nda Zeliha Berksoy rejisiyle Timuçin Esen ve Devin Özgün Çınar nam oyuncular marifetiyle bir kez daha sahnelenmiştir. Anday'ın adı geçen piyesi tiyatro tarihimizde en sık tercih edilen başucu metinlerinden biri olup takribi 5 (beş) yıllık periyotlarla seyirciyle buluşma imkanına haiz olmuştur. Saygılar.

28


Kosmos, 2009. “Kosmos, hiçbir işlevselliği olmayan, abuk sabuk bir adam. Bir yere de gelmiyor. Bir yerden kaçarak geliyor. Kaçarak da gidiyor. Zaten onun o haliyle bir yerde durması, kalması ihtimali yok. ... Kars çok zamandışı bir görüntü veren, 3000 metre yükseklikte bir şehir. Dolayısıyla

insanları

ve

ritmi

çok

başka

türlü.

Günümüzün

modern

dediğimiz ritminde değil. Dolayısıyla daha insani ritimde bir şehir. Kar'ıyla, tuhaf kalmış mimarisiyle bu zamandışı hikayeye çok uygun bir yerdi burası. Sinematografik bir şehir. İnsanları da öyle. ... Kosmos, aslında bir önerisi olabilecek bir peygamder değil. Bir mesih filan da değil. Fakat insanın en sade, o anlamda en çürük hali. Yani Kosmos, çok sağlam ve iddialı, cesur. Türkiye'de hiçbir kahvede gidip de "Aşk istiyorum!" diyemezsin. Yani herkes bunu içinden ister ama bunu demek çok büyük bir cesaret ister. Ama bu insanın en saf, en duru hali.

Yani

aşk

istemek

kadar,

çatışmak

istemiyorum

demek

kadar

da

insani bir şey yok. Ama buna hangimiz cesaret edebiliyoruz."

Reha ERDEM

29


"Emek Sineması teknik bir mevzunun ötesinde, başka bir şey artık. Ortada bir vandallık var ve ben eylemlere bu vandallığa çok sinirlendiğim için gittim. Yapılacak şey çok basitti. Projelendirirken o bölgeyi ayırırsın, ‘tamam bina senin ama burayı bana bırak’ dersin. Bu kadar basit. Bunu diyemiyorsan ben de konuşurum, oraya gelirim. Bu kadar küçük bir şeyi de yapmayacaksan neden varsın devlet olarak! Bunu yapmayacaksan ne yapacaksın! Neyin peşindesin? Bu hareket bir şekilde başarıya ulaşamazsa tek sebebi halk desteğinin olmaması olacak. Halk desteği olmayan hiçbir hareket başarıya ulaşamaz." Ah Muhsin Ünlü

30


yarayla alay eder yaralanmamış olan bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden sen çok daha parlaksın çünkü sen tüm göklerdeki yıldızların ilki sen aydınlatırsın geceyi

William Shakespeare

31


TvGuide YAYINDA

MIYIZ?

Sayın Başkanım,

Sizin için itinayla öngördüğümüz ve halkımızın beğenisine nakşedilecek incelikte servis etmeye özen gösterdiğimiz şu tv mülakatınızda ne de çok epridik. Oysa bize kalsa şehirciliğin kitabının tarafınızca uygun görülecek ilk baskısını imece usulü tüm çevre illerde bastırılmasını ve dağıtımını muhabbetle umuyor olacaktık. Ama gelin görün ki o an, nasıl da kaderin tecellisidir efendim, birden -canlı yayın heyecanıyla olacak- sunucu kızımızın hayasız soruları ve yönetmenimiz beyefendinin hesapsızca yayına girişinin şokunu sıfatınızda

görmüş

bulunduk,

üzüldük.

Ülkemizde,

özellikle

oylarıyla görev yapmakta olduğunuz güzide ilçemizde

de

halkımızın

son yıllarda vücuda

gelen imar hareketlerinin adeta dayanılmaz sevincini her an’ımızda kudretle duyumsarken tüm bu aksiliklerin gelip sizi bulması hiç de tasvip edilesi değildi.

Bu

noktada

ilgili

televizyon

yöneticilerini

Televizyon Üst Kurulu’nu şiddetle göreve çağırıyoruz.

32

kınıyor

Rasim

ve

Radyo


ÇARE Bu

bir

propaganda

yazısı

değildir.

DROGBA İstanbul

üzerinden

yürütülen

türlü

rant

kavgalarının gölgesinde halkımızın çokça kısmısının bel bağladığı, hedef maçların nihai ve alternatifsiz santraforudur kastımız. Ülkemize geldiği günden kelli adeta bir Mesih itkisiyle kenar çizgisinden kesilen her ortada heveslendiğimiz son vuruştur. Dahası toplumsal muhalefetin simge vak’alarından sayılabileceği su götürmez “Gezi Direnişi” süresince duvarlara nakşedilmiş bir çeşit tahayyül imlasıdır. Alkış tutunuz.

Anonim

33


34


35



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.