BİLİM ADAMLARI İÇİNDEKİLER BİLİM ADAMI ALBERT EİNSTEİN ALBERT MİCHELSON AVOGADRO BENJAMİN THOMPSON CAROLUS LİNNAEUS JAMES HUTTON CHARLES LYELL EDMOND HALLEY EDWİN POWELL HUBBLE ERNEST RUTHERFORD GEORGES CUVİER
SAYFA 1 6 9 10 11 14 16 18 21 23 26
BİLİM ADAMI HENRY CAVENDİSH HUMPHRY DAVY JOHN DALTON ANTOİNE-LAURENT LAVOİSİER LORD KELVİN MAX PLANCK DİMİTRİY İVANOVİÇ MENDELEYEV RİCHARD OWEN RİCHARD NORWOOD NİCOLAUS KOPERNİK JOHANNES KEPLER
SAYFA 29 32 35 38 41 44 47 50 53 54 57
EİNSTEİN VE GÖRECELİK ÜZERİNE NOTLAR
1905 yılında Almanya’da çıkan ‘Annalen der Physic’ adlı bir fizik dergisinde beş tane bilimsel bildiri yayınlandı. Bunlardan bir tanesi, Max Planck tarafından ifade edilen kuvantum kuramının yardımıyla fotoelektrik etkiyi inceliyordu.Bu bildiri ile ışığın doğası açıklanıyordu ve yazarına 1921 yılında Nobel Fizik Ödülü kazandıracaktı.İkinci bildiride Brown hareketi olarak bilinen asıltı durumundaki küçük parçacıkların davranışı anlatılıyordu.Böylece atomların var olduğunu hala kabul etmeyen kişilerin son çırpınışlarını bitiriyordu.Üçüncü bildiri ise özel bir görelilik kuramını ana hatları ile açıklıyordu.Böylece bilim tarihinde yepyeni bir görüşün kapısı aralanıyordu. Bu bildirileri Albert Einstein kaleme almıştı.O sıralar hiçbir üniversite ile bağlantısı yoktu.Deney yapmak için herhangi bir laboratuvarda çalışma olanağı olmadığı gibi büyükçe bir kütüphaneye bile gidememişti.İsviçre’nin Bern kentinde bulunan ulusal patent bürosunda üçüncü sınıf teknik uzman olarak çalışan dar gelirli bir kişiydi.Henüz 26 yaşındaydı. Aslında parasal sıkıntı,1879 yılında Almanya’nın güneyindeki Ulm’da doğduğu yılda zaten mevcuttu.
Aynı sıkıntı Münih’te de sürdü.Babasının iş konusundaki ekonomik darlığı bir türlü sona ermiyordu.Bütün bu yılların olumsuz koşulları Albert’i de etkiliyordu.Üstelik 3 yaşına kadar konuşmayı öğrenememişti.Onun her türlü davranışını gözleyen birisi,bu durumda olan bir çocuğun ileride bilim dünyasını sarsacak olacağını düşünemezdi bile. İçedönük ve oyundan hoşlanmıyan bir karakteri vardı.Annesinin isteği üzerine 6 yaşındayken keman dersleri aldı.Bu dersler sayesinde edindiği klasik müzik kültürü yaşamı boyunca dinlenme zamanlarında kendisine yararlı olmuştur.Daha o yaşlarda amcalarının etkisiyle bilim ve matematikle ilgilenmeye başlamıştı. Yaşantısının ileriki dönemlerinde kaleme aldığı anılarında,daha 4-5 yaşlarında iken eline geçen bir pusula iğnesinin hep aynı yöne dönme olayını merak ettiğini yazmıştı.Gene bu anılarında 12 yaşına geldiğinde tanıştığı Eukledies geometrisi ve Pythagoras teoreminin kendisinde temel düşünceler uyandırdığını belirtmişti.Bunlar,alışılmadık olayların açıklanmasına yönelik bir eğilimi olduğunu göstermektedir.Herşeyde,görünürdeki karmaşıklığın altında mantıksal bir çözümün yattığını o zamanlar anlamış olmalıydı. Münih’te bir katolik okulunda ilk öğrenimini tamamladı.Okulun tek yahudi öğrencisiydi.Aslında katı disiplin ve skolastik eğitim sistemine uyum sağlayamamıştı.Okuduğu popüler bilim kitapları ile zorunlu din derslerinin öğretileri arasında çelişki olduğunu görüyordu.Daha gençliğinin ilk aşamasında dogmatik düşünceye ve otoriter zorlamaya karşı kuşkucu bir tutum benimsemeye başlamıştı.İlköğretimden sonra liseye yazıldı.Ancak 1894 yılında babasının işlettiği elektrik atölyesi iflas etti.Aile Milano’ya göç etti.Bu durumda Einstein liseyi terk etmek zorunda kaldı.Zaten bu okulu da kesinlikle hiç benimseyememişti. Einstein,kör-topal süren eğitimine devam etmek için İsviçre’ye gitti.Ama almış olduğu öğrenim çok zayıf olduğu için ilk üniversite giriş sınavı başarısız oldu.O yıllarda askerlik her Alman vatandaşı için mecburi bir hizmetti.Hem kişisel yapısı hem de eğitime olan isteği nedeniyle 1896 yılında Alman vatandaşlığından çıktı.
Üniversiteye girişini sağlayacak bilgi seviyesine ulaşması gerekiyordu.Diğer taraftan geçinmesini sağlayacak bir mesleğe de ihtiyacı vardı.Kısa bir araştırma sonucunda liselere fen öğretmeni yetiştiren Zürih Politeknik Enstitüsü’nü buldu.Burasının 4 yıl eğitim veren bölümüne girdi.Bu süre içinde parlak bir öğrenci görünümü vermedi. Einstein,1900 yılında Zürih Politeknik Enstitüsü’nden mezun oldu.Hem burada öğrendikleri hem de bulabildiği dergi ve kitaplardan edindiği bilgilerle bilim dünyasını takip etmeye çalışıyordu.Bir taraftan da kendi düşüncelerini yazıyordu.Bu yazıların bir kısmını mezun oluşundan birkaç ay sonra Annalen der Physic dergisine yollamaya başladı.İlk bildirisinin bile konusu ilginçti,içme kamışlarındaki akışkanların fiziği üzerine düşüncelerini açıklıyordu.1902 ile 1904 yılları arasında istatistiksel mekanik alanında düşünceler geliştirdi ve bunları bildirilerine yansıttı.İçinde bulunduğu maddi şartlar bilim dünyasını takip etmede yeterli olmadığı için yazdığı yazıların ve düşündüğü fikirlerin dünyadaki gelişmelerini bilemezdi.O da tıpkı Max Planck’ın entropi konusundaki doktora tezini 1891 yılında bitirdiğinde düştüğü durumda kaldı. İstatistiksel mekanik konusu yıllar önce ABD’de Yale Üniversitesi’nden J.Willard Gibbs tarafından incelenmiş ve yayınlanmıştı. Bu arada okul arkadaşlarından biri olan Macar vatandaşı Mileva Maric ile flört ediyordu.1901 yılında bir kız çocukları oldu.Çocuk evlilik dışı olduğu için onu evlatlık olarak verdiler.Gerçi iki sene sonra evlenmişlerdi,ama Einstein çocuğunu hiç göremedi.İsviçre patent bürosundaki işine 1902 yılında girdi ve orada 7 yıl çalıştı. 1905 yılında Almanya’da çıkan ‘Annalen der Physic’ adlı bir fizik dergisinde yer alan bildirilerini kaleme alırken bu durumdaydı.Bilim dünyasının fizikçileri patent bürosunda çalışan bu genç adamın söylediklerine pek önem vermediler.Bildirileri çok az ilgi çekti.Evrenin en derin sırlarından birkaç tanesini çözmüş olmasına rağmen,öğretim üyeliği için başvurduğu üniversite kendisini kabul etmedi.Öğretmenlik için başvurduğu lise bile teklifini reddetti.Bunun üzerine üçüncü sınıf uzman olarak patent bürosundaki işine devam etti.
Nihayet,1908 yılında molekül boyutlarının hesaplanmasına ilişkin çalışması sonucunda Zürih Üniversitesi’nden doktor ünvanı aldı.Böylece öğretim üyeliği görev dönemi başlamış oldu.1909 yılında Zürih’te,1910 yılında Prag Alman Üniversitesi’nde,1912 yılında yine Zürih’te dersler verdi.1913 yılında Berlin’e yerleşti. Bilimsel başarıları Almanya’da devam ediyordu.Prusya Bilimler Akademisi’nin üyeliğine seçildi. Berlin Üniversitesi’ne profesör olarak atandı. Kaiser Wilhelm Enstitüsü’nün fizik bölümü yöneticiliğini de üstlenmişti. 1905 yılında Almanya’da çıkan ‘Annalen der Physic’ adlı bir fizik dergisinde ‘Durağan Bir Sıvı İçindeki Asıltı Parçacıklarının Moleküler Kinetik Kuramı Çerçevesindeki Hareketleri Üzerine’ başlıklı makalesi,Brown hareketi üzerineydi.1827 yılında İskoçyalı bilim adamı Robert Brown,su içinde asılı haldeki çiçektozlarını mikroskopla incelemiş ve sıvının durgun olmasına karşın çiçektozlarının sürekli ve rastgele hareket ettiğini gözlemişti.1879 yılında İngiliz kimyacı Sir William Ramsay,bu hareketlerin,sıvı moleküllerinin bombardımanından kaynaklandığını öne sürmüştü. Einstein,istatistiksel yöntemle gerçekleştirdiği çalışmalarının sonucunda, Brown hareketli bir parçacığın katedeceği uzaklığın,bu aradaki zamanın karekökü ile ters orantılı olduğunu belirledi.Böylece birim hacimdeki sıvı molekül sayısının hesaplanabileceğini göstermiş oldu. Aynı yıl aynı dergide yayımladığı kuvantum fiziği alanındaki ilk önemli çalışması ise,fotoelektrik etkiyi incelediği ve ‘Işığın Oluşumu ve Dönüşümü Üzerine Bir Görüş’ başlıklı makalesiydi.Alman fizikçi Max Planck,kara cisim üzerinde çalışmış ve enerjinin süreksiz olduğu varsayımını ileri sürmüştü.Ona göre atomlar arasındaki enerji alış verişi,ışımanın frekansıyla doğru orantılı olarak ve kuvantum adını verdiği enerji paketleri biçiminde gerçekleşiyordu. Einstein,ışığın dalga ve parçacık özelliğindeki ikili yapısını vurguladı,bu kesikli enerji alış verişinin,ışığın maddeyle etkileşime girdiği her durumda geçerli olduğunu savundu. Fotoelektrik olayında,üzerine ışık düşen bazı cisimlerin elektron salması olgusunu da,daha sonraları foton olarak adlandırılan bu ışık enerjisi kuvantumlarıyla açıkladı.
Gene aynı yıl aynı dergide yayımladığı özel görelilik kuramına ilişkin ‘Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği’ adlı makalesi,elektromagnetik olguları açıklayan Maxwell yasalarına yeni bir bakış açısı getiriyordu. 19 yüzyılın sonlarında ışığın elektromagnetik bir dalga özelliği taşıdığı ve uzaydaki hızının da saniyede yaklaşık 300.000 km.olduğu görüşü ağırlık kazanmıştı. Bu dalgaların boşlukta ilerleyebilmesini sağlayan ve madde dışındaki tüm boşluğu dolduran esir veya eter adlı ağırlıksız,esnek bir ortamın var olduğu kabul ediliyordu.Ama esirin varlığını kanıtlamak için yapılan tüm deneyler olumsuz sonuç veriyordu. Einstein,iki nokta arasında yol alan ışığın hızının nasıl belirleneceği sorunundan yola çıktı.Bu amaçla iki temel ilke geliştirdi.Bunlardan birincisine göre,mekanik denklemlerinin geçerli olduğu her başvuru sisteminde,elektrodinamik ve optik için de aynı yasalar geçerliydi. Öteki ilke ise,ışığın,kendisini yayan cismin hareketinden bağımsız olarak, boşlukta her zaman aynı hızla yol aldığı biçimindeydi.Böylece,birbirine göre hareket halinde olan iki gözlemcinin hızları sabitse,iki ayrı yerde gerçekleşen iki olay arasında geçen süreyi aynı biçimde değerlendirmek mümkün değildir.Gözlemcilerden biri,bu iki olayı aynı anda,yani eşzamanlı olarak gördüğünde,ötekinin olayları belirli bir zaman aralığıyla gözlemesi gerekir.Eşzamanların göreliliği denilen bu olgunun nedeni,olayların gerçekleştiğine ilişkin en hızlı belirti olan ışığın hızının,her iki gözlemci için de aynı ve sonlu olmasıydı.
Einstein’ın ‘Hareketli Cisimlerin Elektrodinamiği’ adlı makalesi,içeriği ile olduğu kadar sunum tarzıyla da gelmiş geçmiş en olağanüstü bilimsel bildirilerden biri kabul edilir.Dipnot ya da alıntı yoktur.Hemen hemen hiç matematik içermez.Ortaya koyduğu sonuçlara sadece düşünerek varmıştı. Görelilik asıl olarak,uzay ve zamanın mutlak olmadığını söyler,hem gözlemciye hem de gözlemlenen olguya göre değişir.Kişi ne kadar hızlı hareket ederse etsin,bu etkiler o kadar belirgin olur.Hareketimiz hiçbir zaman ışık hızına ulaşamaz.Ne kadar hızlı gidersek,dışarıdan bakan bir gözlemciye göre, giderek o kadar distorsiyona uğrarız,yani onun gözüyle bozulmuş,değişmiş,çarpılmış veya biçim değiştirmiş gibi oluruz.Bilimi halka sevdirmek isteyen kişiler böyle fikir ve kavramları anlaşılır kılmak için birtakım yöntemler aradılar.Bertrand Russel,’Rölativitenin Alfabesi’ adlı kitabında bir benzetmeye yer vermişti. Okuyucudan,ışık hızının %60’ına denk hızla yol alan,100 m. uzunluğunda bir tren düşünmesini istiyordu.Peronda durup trenin geçişini izleyen birine,tren sadece 80 m. uzunluğundaymış gibi görünür.Ayrıca trendeki herşey aynı oranda kısalıp sıkışmış gibi olurdu.Yolcuların konuşmalarını işitmesi mümkün olsaydı,sesler kulağına kalın ve çok yavaş çalınan bir plak gibi ağır gelirdi.Trendeki yolcuların hareketleri de ağır gözükürdü,hatta saatler bile normal hızlarının beşte dördü hızla işler gibi olurdu. Ama trendeki yolcular bu distorsiyonları hiç hissetmezdi.Onlara göre trendeki her şey çok normal gözükürdü.İşin ilginç yanı sıkıştırılmış ve yavaşlamış görünen olay,peron ve peronda duran kişi olurdu.Şu halde her şey,hareket eden cisme göre hangi konumda bulunduğumuzla ilgilidir.Bu tip etkiler her hareket eden insan için geçerlidir.
Uçakla uzun mesafe yolculuk yapan birisi uçaktan indiğinde,geride bıraktığı insanlardan saniyenin çok ufak bir kısmı kadar genç kalmış olur.Bütün mesele,bu değişimlerin bize göre çok küçük olmasıdır.Görelilik kavramlarının yadırganması,normal yaşantımızda bu tür etkileşimler yaşamıyor olmamızdandır.Ama bize hiç yabancı gelmeyen görelilikler de vardır.Bir parkta iken hemen yanıbaşınızda yüksek sesle çalınan bir müzik duyduğunuzu düşünün.Oradan uzaklaştığınızda müzik sesinin kısılmış gibi geldiğini duyarsınız.Elbette ses kısılmış değildir.Asıl neden,müziğin kaynağına göre sizin yerinizi değiştirmiş olmanızdır.Çok yüksek sesle çalınan müzik sesinin iki farklı gözlemci tarafından iki farklı yükseklikte algılanabileceği fikri,çok küçük olan bir canlı veya kaplumbağaya anlamsız gelir. 1905 yılında Almanya’da çıkan ‘Annalen der Physic’ adlı bir fizik dergisinde Einstein’in ‘Bir Cismin Eylemsizliği Enerji İçeriğine Bağlı mıdır?’ başlıklı makalesi,özel görelilik kuramına düştüğü matematiksel bir dip not özelliği taşıyordu. Bu yazısında,bir cismin kütlesi ile enerjisinin eşdeğerli olduğunu ve bu enerjinin,cismin kütlesi ile ışık hızının karesinin çarpımına eşit olduğunu belirtiyordu. Buna göre,bir cismin hızı arttıkça kütlesinin artmasının nedeni,o cismin kazandığı kinetik enerjiydi.Her enerjinin bir kütlesi vardır.Kütle ya da madde,bir enerji biçimidir. Enerji,serbest bırakılmış maddedir.Madde ise meydana çıkmayı bekleyen enerjidir. E=mc2 formulündeki ’c’nin karesi,yani ışık hızının kendisiyle çarpımı, son derece muazzam bir sayı içerdiği için,bu denklem bize,her maddi varlıkta çok büyük miktarda enerji bulunduğunu söyler.
Öyle ki orta boylu yetişkin bir insan bedeni içinde barınan enerji,7x10 üzeri 18 jul potansiyel enerjiden az değildir.Böyle bir enerji 30 tane çok büyük hidrojen bombası kadardır. Madde içinde depolanmış olan enerji için en büyük sorun,bu enerjiyi açığa çıkarmakta henüz tam anlamıyla bilgi sahibi olmayışımızdır.Bu güne dek üretilen en enerjik olay olan uranyum bombası,maddenin serbest bırakabileceği tüm enerjinin sadece %1’i kadardır. Einstein’in kuramı radyasyonun nasıl işlediğine de açıklama getirdi.Birazcık uranyum,durmadan yüksek düzeyde enerji akımları gönderiyor ve bunu yaparken bir buz parçası gibi erimiyordu.Bunun nedeni, E=mc2 sayesinde kütlesini enerjiye çevirmesidir.Böylece yıldızların yakıtlarını tüketmeden milyarlarca yıl yandıkları da açıklanmış oluyordu. O yıllarda Avrupa ulusları arasındaki ilişkiler son derecede gergindi.Birinci dünya Savaşı patladığında eşi ve 2 oğlu İsviçre’de idiler.Ama Berlin’e dönemediler.Savaş yıllarının getirdiği zorunlu ayrılık boşanmayla sonuçlandı. Einstein,savaşa karşı pasifist bir tutum takınmış ve militarizmi eleştirmeye başlamıştı.Ancak bu hümanist ve barışçı tutumu hem akademik çevrelerde hem de kamuoyunda tepkiyle karşılanıyordu.1916 yılında yayınladığı genel görelilik kuramı bilim dünyasını yeniden sarstı.Üstelik kuramının öngördüğü deneysel kanıtlar da elde ediliyordu.Nitekim savaş bitince 1919 yılının Mayıs ayında olan Güneş tutulmasında bu kanıtlardan biri doğrulandı.Büyük kütlelerin yakınından geçen ışık ışınlarının kütleçekimi alanının etkisiyle eğileceğini söylemişti.Bu nedenle uzak bir yıldız ışığının Güneş’in kenarından geçerken yapacağı sapmanın hesapları çok az hata ile doğru çıkmıştı. Einstein,çalışmalarının asıl ağırlığını,görelilik kuramını daha genel bir çerçeveye yerleştirme çabası üzerinde yoğunlaştırmıştır.Bunun için gözlemcilerin birbirlerine göre sabit değil,değişen hızlarda,yani ivmeli olarak hareket ettikleri durumda ortaya çıkan olayları araştırmaya girişmişti.Özel kuramda eksik kalan şeylerden birinin kütleçekimi olduğunun başından beri farkındaydı.Esas olarak hiç engellenmeden hareket eden maddeleri ele almıştı.Ama hareketli bir şey,örneğin ışık, kütleçekimi gibi bir engelle karşılaştığında neler olurdu?Elde ettiği kuramsal bulguları 1916 yılında ‘Genel Görelilik Kuramının Temelleri’ başlığı ile yayınladı.Bu kurama göre,uzaydaki herhangi bir noktada,kütleçekimi ile hızlanma hareketinin etkileri eşdeğerdir ve birbirinden ayırt edilemez.Bu görüş,kütleçekiminin bir kuvvet değil,uzay-zaman sürecinde bir kütlenin etkisiyle oluşan eğrilmiş bir alan olduğunu öngörür.Bu nedenle ,büyük kütlelerin yakınından geçen kuvantumlu ışık ışınlarının doğrultusunda bir sapma oluşur. Genel Görelilik Kuramı,yalnız Newton fiziğinden değil,Eukleidesçi geometriden de kopuşu simgeliyordu.Artık eğri bir uzay-zaman tanımı ortaya çıkmıştı. Einstein’in yeni denklemleri ile Merkür’ün günberi noktasında ortaya çıkan düzensizlikleri açıklanabilecekti. Einstein, genel görelilik kuramını evrenin bütününe uygulayarak sonlu ve sınırsız bir evren modeli kurmuştu.Denklemlerine kozmolojik sabit diye bir unsur koydu.Ama Hubble’nin genişleyen evren modeli,onun durağan modelini geçersiz kıldı. Uzay-zaman için yapılan açıklama bir benzetme ile yapılır.Üzerine demir bir top konulmuş gerili bir lastik çarşaf düşünelim.Demir topun ağırlığı,üstünde durduğu maddeyi esnetir ve hafifçe çökertip çukurlaştırır.Bu durum,demir topun yerine düşüneceğimiz Güneş gibi büyük kütleli cismin,esnek çarşaf yerine düşüneceğimiz uzay-zaman üzerindeki etkisine benzer. Güneş, uzay-zamanı esnetir veya büker.Lastik çarşafın üzerine daha küçük bir top yuvarlarsak,bu top,Newton’un hareket yasalarına uygun olarak düz bir çizgi boyunca ilerlemeye çalışır.Ama büyük kütleli cismin çöküp çukurlaştırdığı bölgeye yaklaşınca,kendisinden daha kütleli olan cisme doğru çekilip aşağıya yuvarlanır.Bu olay,kütleçekimdir.Ama,fizikçi M.Kaku’nun dediği gibi, kütleçekim diye bir şey yoktur.Gezegenleri ve yıldızları hareket ettiren etken,uzayın ve zamanın distorsiyona uğramasıdır. Vardığı sonuçlara düşünerek ulaşan Einstein,herkes tarafından merak edilen bir kişiydi.Bir gün şair Paul Valery,fikirlerini kaydetmek için bir defter tutup tutmadığını sorunca biraz şaşırmış.’Hiç lüzum yok ki’ diye cevap vermiş.’Aklıma nadiren bir fikir gelir’ Göreliliğin anlaşılması çok zor bir konu olduğu her zaman ileri sürülmüştür.Bu konuyu anlayabilen insan sayısının çok az olduğu kanısı çok yaygındı. Gazetecinin biri,İngiliz astronom Sir Arthur Eddington’a şöyle bir soru sormuş: --‘Dünyada Einstein’ın görelilik kuramlarını anlayabilen 3 kişi varmış.Bu 3 kişiden birisi siz oluyormuşunuz.Bu doğru mu?’ Sir Arthur Eddington uzun uzun düşünmüş.Sonra yanıtını söylemiş: --‘Üçüncü kişinin kim olduğunu bulmaya çalışıyorum’ 1919 yılında akrabalarından birisi ile evlendi.Almanya’da güçlenmekte olan ırkçılığa karşı mücadelesini sürdürürken,dünyanın her yerinden konferans davetleri alıyordu.1921 yılında,fotoelektrik etki ve kuramsal fizik alanındaki çalışmaları nedeniyle Nobel Fizik Ödülü aldığını öğrendi.Ancak ödülün gerekçesinde görecelik kuramı ile ilgili çabaları yer almamıştı.Bundan sonraki çalışmalarını elektromagnetizma ile kütleçekimi arasındaki ilişkiler üzerinde yoğunlaştırdı.Birleşik alan kuramına ait bu çabaları sonuç vermeyecektir.Irkçılığa ve savaşa karşı olan mücadelesini uluslar arası toplantılarda sürdürürken 1930 yılında ABD’de konuk profesör olarak bir yıl ders verdi.1932 yılında tekrar ABD’ye gitti,ertesi yıl Hitler iktidara gelince Almanya’ya dönmedi.Aynı yıl,New Jersey’deki Princeton Üniversitesi’nde kurulan Yüksek Araştırma Enstitüsü’nde görev aldı ve ölümüne kadar burada çalıştı. 1939 yılında Alman araştırıcılarının uranyum atomunu parçalamayı başardıklarını öğrenince,başkan Roosevelt’e bir uyarı mektubu yazdı ve atom bombası yapım çalışmalarına katılmadı.1945 yılında Japonya’ya atılan atom bombasından sonra bu yeni silahın kullanılmasını önlemek için tüm gücüyle mücadele etti.Son günlerine kadar bilimsel çalışmalarını ve uluslar arası barış eylemlerini sürdürdü.1955 yılında öldü.
ALBERT MICHELSON
YAŞAMI Albert Michelson,1852 yılında Prusya’da doğdu.Ticaretle uğraşan yoksul bir Yahudi ailesinin oğluydu.Aile, Michelson henüz çok küçükken ABD’ye göç etti.Babası California’da bir mensucat işletmesi açtı.O yıllarda bölge altın arama eylemleri ile meşgul olduğundan Michelson bir maden kampında büyüdü.Babasının işi her ne kadar mensucat işletmesi ise de aile çok yoksuldu ve eğitime ayıracak parası yoktu. Albert Michelson,öğrenim konusunu çözmek için Washington D.C.’ye gitti.Her gün Beyaz Saray’ın ön kapısı civarında dolaşmaya başladı.Amacı Başkan Ulysses Grant’la günlük yürüyüşe çıktığı sırada yanına yaklaşıp konuşmaktı.Bu amacında başarılı oldu.Başkan Grant,onu ABD Deniz Kuvvetleri Akademisi’nde parasız olarak okutmayı kabul etti.Böylece Michelson,fizik öğrenmeye başladı. Bu konuda gelişme sağlayabilmesi için optik bilgisinin gerekli olduğunu düşünerek 1880 yılında Avrupa’ya gitti.Ertesi yıl deniz kuvvetlerinden ayrılarak iki yıl Berlin,Heidelberg ve Paris’te çalışmalar yaptı.Çalışmalarını tamamladıktan sonra ABD’ye döndü ve araştırmalarına devam etti.Michelson ,1883 yılında Cleveland’da bulunan Case Uygulamalı Bilimler Okulu’nda fizik profesörlüğüne getirildi.1907 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü aldı.1929 yılında emekli olana değin üniversitelerdeki fizik profesörlüğünü sürdürdü.1931 yılında öldü.
IŞIKLA İLGİLİ BİLİMSEL EYLEMLERİ Michelson 1878 yılında ışık hızının doğru ve kesin olarak ölçülmesine yönelik çalışmalara başladı. Avrupa’da optik bilgisini geliştiriyor ve araştırmalarını sürdürüyordu. Sonuçta ışık hızını saniyede 299.853 km. olarak açıkladı. Michelson,Avrupa’da iken interferometre denilen bir girişimölçer yapmaya başlamıştı. Bu düzenek,bir ışık demetini ikiye ayırıyor ve birbirine dik doğrultularda gönderdikten sonra tekrar birleştiriyordu. Ayrılan ışık dalgaları tekrar birleştirilmeden önce birbirleri ile uyumsuz hale getirilebilirse,dönüşümlü olarak aydınlık ve karanlık çizgilerden oluşan bir girişim saçağı oluşabilecekti. Bu saçakların hem sayısından hem de genişliklerinden yararlanarak duyarlı ölçümler yapmak mümkün hale gelecekti. Michelson,bu girişimölçerle Yerküre’nin esir içindeki hızını ölçmeyi amaçlamıştı.
Esir veya eter,eskiden beri uzay boşluğunu doldurduğu varsayılan esnek bir madde olarak düşünülüyordu. Bu fikir Descartes’ten çıkmış,Newton tarafından benimsenmiş ve sonra herkes tarafından tartışmasız olarak kabul edilmişti. 19. yüzyılın sonlarında bile fizikçiler,havanın ses dalgalarını ilettiği gibi esirin de elektromagnetik dalgaları ilettiğine inanıyorlardı. Zira titreşimler mutlaka bir şeyin içinde oluşmak zorundaydı. Esir ağırlıksız,saydam ve sürtünmesiz,kimyasal ya da fiziksel olarak varlığı saptanamayan ve tüm maddeleri geçiren bir ortamdı. Eğer Yerküre esir içinde yol alıyorsa,Yerküre ile aynı doğrultuda yol alan ışığın hızı,ışık hızı ile Yerküre’nin hızının toplamına eşit olacaktı. Yerküre’nin yoluna dik doğrultuda yol alan ışığın hızı ise sadece ışık hızına eşit olacaktı. * Ancak Michelson’un Berlin’de gerçekleştirdiği deneylerde herhangi bir girişim saçağı elde edilemedi. Bu durumda ışık ışınları arasında herhangi bir fark olmuyor demekti. Dolayısı ile Yerküre,esire göre hareket halinde değildi. O günlerde esirin mutlaka var olduğu kesinlikle kabul edildiği ve ışık hızının sabit olduğu bilinmediği için Michelson hem deneyin hem de girişimölçerin eksik olduğuna karar verdi. * 1883 yılında esir rüzgarı olarak bilinen olguyu gündeme getirmenin sırası geldiğine karar verdi. Esir rüzgarı,uzayda hızla ilerleyen hareketli cisimler tarafından üretilen bir tür baş rüzgarıydı. Yani,denizde seyir halindeki bir teknenin kendi hareketi ile yarattığı,hareket yönüne zıt esen rüzgar gibiydi. O günlerin geçerli Newtoncu görüşlerinin öngörülerinden biri de ışığın esir içindeki hareketiyle ilgiliydi. Işık,esirin içinde kendisine yol açtıkça,gözlemcinin ışık kaynağına yaklaşmakta mı yoksa ondan uzaklaşmakta mı olduğuna bağlı olarak,ışık hızının gözlemciye göre değişkenlik göstermesi gerekirdi. Ama henüz kimse bunu ölçmenin bir yolunu bulamamıştı. Michelson, Yerküre’nin 6 ay boyunca Güneş’e yaklaştığını, 6 ay boyunca ondan uzaklaştığını temel aldı. Zıt mevsimlerde ışığın Güneş’ten Yerküre’ye ulaşma süresini yeterince ve dikkatle yapılacak ölçümlerle saptadığı takdirde, bu iki sonucu karşılaştırdığında cevabı bulabilirdi. * Michelson,A.Graham Bell’in parasal desteği ile girişimölçer deneylerini sürdürdü ve araçların duyarlılıklarını arttırdı. Bu konuda kimyacı Edward Williams Morley ile işbirliği yaptı. Hazırlıkları yıllarca sürdü. Deneyin amacı Yerküre’nin esir içindeki hızını saptamaktı.
Deney ilk kez 1881 yılında yapıldı.Sonra defalarca tekrarlandı. Işık hızının,Yerküre’nin içinde hareket etmekte olduğu esire göre sabit olması varsayılmıştı. Böylece Yerküre’nin hareketi, kendi hareket doğrultusunda yol alan ışığın hızı ile bu doğrultuya dik yol alan ışığın hızının karşılaştırılması ile belirlenecekti. B İLİM A D A M I Edward Williams Morley ile birlikte gerçekleştirdikleri araştırmaların sonuçlarını 1887 yılında ilan etti. Girişim saçakları elde edilememişti. Alınan sonuç,iki bilim adamının bulmayı bekledikleri sonuç değildi. Işık hızının,tüm yönlerde ve tüm mevsimlerde aynı olduğu anlaşılmıştı. Yer ile esir arasında karşılıklı bir hareket ilişkisinin olduğu yönünde bir kanıt bulunamamıştı. Michelson ve Morley,istemeden de olsa,uzun zamandır doğru kabul edilen bir inancın yanlışlığını kanıtlamış oldular. Fizik tarihinin en meşhur olumsuz sonucu ortaya çıkmıştı. Işık hızı ile buna eklenen herhangi bir başka hız toplandığında,gene ışık hızı elde ediliyordu.
1923 yılında ışık hızının ölçülmesi çalışmalarını yeniden başlattı. Birçok denemeden sonra ortaya çıkardığı sonuç,günümüzde kabul edilen değerden sadece 2 km / saniye fazlaydı. Bilimsel başarıları arasında bir yıldızın boyutlarını ölçmek te vardı.
AVOGADRO
YAŞAMI Adı kısaca Avogadro olarak yazılan İtalyan bilim adamının hem ünvanı hem de tam ismi yazılınca oldukça uzun bir yer tutar:Quaregna ve Cerreto Kontu Lorenzo Romano Amedeo Carlo Avogadro.1776 yılında Torino’da doğdu.Önce hukuk ve felsefe öğrenimi gördü.1800-1805 yılları arasında matematik ve fizik okudu.1809 yılında Vercelli Kraliyet Okulu’nda profesör olarak göreve başladı1820 yılında Torino Üniversitesi’nde kurulan matematiksel fizik kürsüsünün başına getirildi.Ancak çıkan iç savaş nedeniyle 2 yıl sonra kürsü kapandı. Tekrar Vercelli Kraliyet Okulu’ndaki görevine döndü.1850 yılında emekli olana kadar bu okulda ders verdi.En önemli yapıtı,1837-1841 yılları arasında yayınladığı ‘Tartılabilir Cisimler Fiziği ve Cisimlerin Genel Bileşimi Üzerine İnceleme’ adlı 4 ciltlik kitabıdır.Kendi adıyla anılan yasanın yaklaşık 50 yıl sonra kabul görmesi Avogadro’nun aşırı utangaç olmasıyla da ilgilidir.Yalnız başına çalışıyordu.Meslektaşları ile az yazışır ve çok az sayıda bildiri yayınlardı.Bilimsel toplantılara ise hiç katılmıyordu.1856 yılında öldü. MOLEKÜL SAYISI
1811 yılında,aynı sıcaklık ve basınç koşulları altında,eşit hacimdeki değişik gazların,türleri ne olursa olsun,eşit sayıda molekül içerdiğini öne süren bir varsayım geliştirdi.Kendi adıyla anılan bu yasa,o dönemde bilim dünyasında kabul görmüş olan Dalton yasasına ters düşüyordu.Bu nedenle benimsenmedi.1858 yılında İtalyan kimyacı Stanislao Cannizzaro, Avogadro’nun varsayımına dayalı mantıksal kimya sistemini oluşturduktan sonra ‘Avogadro Yasası’ kabul edildi.Avogadro Yasası,atomların büyüklüğünü ve ağırlığını doğru olarak ölçmeyi sağlayan bir temel oluşturmuştur.Aynı zamanda kimyanın temel ölçü birimlerinden biri olan Avogadro sayısı ortaya çıkmıştır.Bu sayı,bir maddenin 1 molekül-gramında bulunan molekül miktarıdır.Değeri 6,02 x 10 23 olarak gösterilir.Bu sayı muazzam derecede büyüktür.Göz önüne getirebilmek için pratik benzetmelere gerek duyulur.Bu sayı,ABD’ni 14,5 km. kalınlığında patlamış mısırla kaplamak için gereken mısır tanesi sayısı kadardır.Veya Pasifik Okyanusu’nun tüm suyunu dolduracak bardak sayısına eşittir.Ya da düzgünce istiflendiğinde Yerküre’yi 322 km.kalınlığında bir tabaka halinde kaplayabilecek meşrubat kutusu sayısı kadardır. Şöyle bir örnek daha verilebilir:Aynı sayıda Amerikan senti Yerküre’deki her insanı dolar trilyoneri yapmaya yeter.
BENJAMIN THOMPSON
CASUSLUK YAPAN BİLİMADAMI Benjamin Thompson’un yaşamı boyunca edindiği unvan ve yaptığı görevlerin listesi hayli uzundur.Sosyal yaşamında kont ve sir ünvanları aldığı gibi devlet adamlığı ve askerlik yapmış,bu arada bilim tarihine adını da yazdırmıştır.1753 yılında Massachuetts’te doğdu.1772 yılında,zengin bir dul olan Sarah Walker ile evlendi.New Hampshire’de bugün Concord olarak adlandırılan Rumford’a yerleşti.Henüz 19 yaşındaydı ve karısı kendisinden 14 yaş büyüktü.O tarihlerde yürütülen bağımsızlık savaşında İngiltere kralına bağlı kalanlardan biri oldu ve İngiliz yönetimine sadık kaldı.Üstelik İngiltere hesabına casusluk yaptı.1776 yılında,hürriyet davasına kayıtsız durduğu gerekçesi ileri sürülerek tutuklanma tehlikesi ile karşı karşıya kalınca ailesini geride bırakarak İngiltere’ye kaçmak zorunda kaldı. Benjamin Thompson,Londra’da kısa bir süre hükümet katipliği ve dışişleri bakanı yardımcılığı görevini yürüttü.Daha sonra yarbaylığa atanarak New York’taki İngiliz birliklerinin başına getirildi.İngiliz ordusu yenilip savaşı kaybedince bu görevinden ayrıldı.1784 yılında Kral III.George kendisine sir ünvanı verdi.Kraldan izin alıp Almanya’ya giderek Bavyera elektörünün savaş ve polis bakanı oldu.Aynı zamanda başmabeyincilik görevini de üstlendi.Toplumsal reformların uygulanmasında önemli çabalar gösterdi.1791 yılında Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’ndan Rumford Kontu ünvanını aldı.1798 yılında İngiltere’ye döndü ve ısı üzerindeki çalışmalarını sürdürdü.1799 yılında Sir Joseph Banks ile birlikte Kraliyet Enstitü’sünün kurulmasını sağladı.Sonradan üniversite olan Harvard College’nin kurulmasına öncülük etti.1805 yılında Fransa’da iken Lavoisier’in dul eşi ile evlendi.Ancak bu evlilik yürümedi. Boşandıktan sonra Fransa’da yaşamaya devam etti.1814 yılında öldü. Xxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Xxxxxxxxxxxxxxxxxxx
Xxxxxxxxxxxxxxxxxxx
BİLİMSEL EYLEMLERİ
Benjamin Thompson ,James Watt’ın buhar makinesinin kullanımını yaygınlaştırdı. Ocak ve bacaların tasarımına yenilikler getirdi. Mutfaklarda kullanılmak üzere iç içe geçmiş iki kaptan oluşan çaydanlıklar geliştirdi. Barut ve silahlar üzerinde fiziksel çalışmalar yaptı. Isı ve sürtünme ile ilgili kuramlar ileri sürdü. Mekanik enerji ve ısının eşdeğerliği üzerine ilk ölçümleri gerçekleştirdi. Termodinamik alanında dünyanın en sözü geçer otoritesi idi. Akışkanların konveksiyonu ve okyanus akıntılarının dolaşımı ilkelerini ilk kez açıklığa kavuşturan kişi olmuştur.
CAROLUS LİNNAEUS
ÖZEL VE BİLİMSEL YAŞAMI Carolus Linnaeus 1707 yılında İsveç’te doğdu.Babası papazdı.İleriki yıllarda botanik dalında önemli ilkeler ortaya koyacağını bilirmişçesine,daha çocukken bitkilerle ilgilenmeye başlamıştı.Asıl adı Carl Linne idi.Carolus Linnaeus ise Latinceleştirilmiş adıdır.Linne,Uppsala Üniversite’sinde eğitim görerek tıp diplomasını aldı.Botanik dalında çalışması Olof Celsius’un teşvikiyle olmuştu.
1732 yılında bitki örtüsünü incelemek için,Uppsala Bilim Akademisi tarafından Laponya’ya gönderildi.Linne daha o yıllarda kendi kendine bir sistem icat etmiş,dünyadaki bitki ve hayvan türlerini kapsayan kataloglar oluşturmuştu. 1736 yılında çıktığı gezi ile İngiltere ve Fransa’da çeşitli botanikçilerle tanışıp bilgi alış verişinde bulundu.1738 yılında ülkesine döndü.Kısa bir süre sonra evlendi.1741 yılında Uppsala Üniversite’sinin Botanik Kürsü’sünde göreve başladı.1761 yılında kendisine İsveç soyluluk ünvanı verildi.Bundan sonra Carl von Linne adını kullanmaya başladı.
Linnaeus,kendisini aşırı derecede üstün gören bir kişiliğe sahipti.Övünmeyi o kadar ileri götürmüştü ki,dünyaya o güne dek kendisinden daha büyük botanikçinin gelmediğini ileri sürmüştü.Bulduğu sınıflandırma sisteminin,bilim dünyasının en büyük başarısı olduğunu sık sık açıklıyordu.Onun bu gibi övünmelerine şüpheyle bakan kişileri affetmez,adlarını zararlı otlara vereceğini söylerdi.Linnaeus’un bir diğer aşırı özelliği ise sekse olan yoğun ilgisiydi. Bazı çiftkabuklular ile dişilerin cinsel organları arasındaki benzerlik onun ilgisini çok çekiyordu.Bir midye türünün belli bölümlerine vulva,labia,pubes,anüs ve himen gibi isimler vermişti.Bitkileri sınıflandırmasını üreme organlarının doğasına göre yapmıştı.Bir de bu bitkilere aşırı seviyede insanlara özgü cilveler yakıştırmıştı.Çiçekler ve çiçek davranışları için yaptığı açıklamalarda ‘rastgele cinsel ilişki’,’kısır metres’ ve gerdek yatağı’ gibi benzetmeler yapardı.Bu durumda elbette birçok kişi kendisini yadırgıyordu. Linnaeus botanik bilgini,araştırmacı ve öğretmendi.Ama her insan gibi elbette onun da hataları vardı.O günlerde denizciler ve hayali geniş diğer gezginler,gördüklerini abartılı olarak anlatırlardı.Linnaeus bu öykülere inanır, sisteminde efsanevi hayvanlara ve canavar tipi insanlara da yer verirdi.Örneğin dört ayak üstünde yürüyen ve konuşamayan vahşi insana ‘Homo ferus’ adını vermişti.Gene sisteminde kuyruklu insan anlamında ‘Homo caudatus’ yer alıyordu.1774 yılında bir felç geçirdi,4 yıl sonra öldü. CANLILARIN SINIFLANDIRILMASI
Linnaeus’un 1735-1737 yıllarında yazdığı Systema Natuare geniş kapsamlı bir çalışmadır.Eşey organlar temel alınarak sınıflandırma sistemine yer verilmiştir.1753 yılında yazdığı ‘Bitki Türleri’ eserinde botaniğe olduğu kadar bütün doğa bilimlerine de önemli katkı sağladı.8.000 kadar bitki türüne ‘ikili adlandırma’ sistemini uyguladı.
Pratikte büyük kolaylıklar sağlayan bu sistem,bütün canlıların iki tane adla isimlendirilmesine dayanıyordu: Birincisi canlının cinsini,ikincisi ise türünü belirtiyordu. Hayvanlar dünyasını 6 kategoriye ayırmıştı: 1-Memeliler,2-Sürüngenler,3-Kuşlar,4-Balıklar,5-Böcekler,6-Bu beş sınıf dışında kalan herşey için,solucanlar. Sınıflandırma sistemi olağanüstü güzeldi. Linnaeus’tan önce bitkilere oldukça uzun ve açıklayıcı adlar veriliyordu. Örneğin fındık domatesi şöyle yazılırdı:Physalis amno ramosissime ramis angulosis glabris foliis dentoserratis. Linnaeus bu uzun ismi Physalis angulata haline getirdi. O günlerde adlandırma konusundaki tutarsızlıklar bitkiler aleminde pekçok karmaşa yaratıyordu. Bir botanik uzmanı,’Rosa sylvestris alba cum rubore folio glabro’ ile,‘’Rosa sylvestris inodora seu canina’ olarak adlandırılan diğerinin aynı bitki olup olmadığından emin olamıyordu. Linnaeus onu Rosa canina olarak sadeleştirdi ve karışıklığı sonlandırdı. Linnaeus’un sistemi düzenleme açısından son derece uygundur. Bunun yerine ikame edilecek başka bir sistem bugüne dek bulunamamıştır. Önceleri sınıflandırma sistemleri genellikle kişilerin kendilerine kalmış bir şeydi. Örneğin hayvanlarda şu şekilde kategoriler vardı: Vahşi-evcil , karada yaşayan-suda yaşayan , büyük-küçük. Veya Buffon hayvanları insana faydaları açısından sınıflandırmıştı. Linnaeus canlıların tümünü fiziksel niteliklerine göre sınıflandırma işine kendisini adamıştı. Doğal olarak bu iş yıllarca devam etti. Systema Naturae‘in 1735 yılındaki ilk baskısı 14 sayfaydı.12.baskısı ise 3 cilt ve 2.300 sayfayı buldu. Böylece 13.000 kadar bitki ve hayvan türü adlandırılmıştı. O zamanlar bilim dünyasında bu konuda daha kapsamlı başka eserler de vardı. Örneğin İngiliz botanik bilgini John Ray yıllar önce yazdığı 3 ciltlik ‘Bitkilerin Tarihi’ kitabında 18.600 adet bitki türü sınıflamıştı. Ama Linnaeus’un tutarlılık,düzen,basitlik ve güncellik gibi özellikleri daha üstündü. Bitki ve hayvanlar dışında minerallerin ve hastalıkların sınıflandırılması ile de uğraştı. Balinalar ile inekler, fareler ve karada yaşayan diğer bazı hayvanlar arasındaki ilgiyi görmüştü. Böylece onların Dörtayaklılar takımına ait olduğunu ilk saptayan kişi olmuştu. Daha sonraki yıllarda bu ilişki Memeliler olarak değiştirildi. ESERLERİNDEN BİRKAÇI 1732 yılında Laponya gezisinden sağladığı bilgileri yazdığı ‘Laponya’nın Bitki Örtüsü’ 1735- 1737 arasında botanik dünyasında adını duyurduğu ‘Doğa Sistemi’(Systema natuare), ve ‘Bitki Cinsleri’ 1741 yılında yazdığı ‘İsveç’in Bitki Örtüsü’ , ’İsveç’in Hayvan Varlığı’ ve ‘Botanik Felsefesi’ 1753 yılında büyük üne ulaştığı ‘Bitki Türleri’ (Species plantarum)
JAMES HUTTON
ÖZEL VE BİLİMSEL YAŞAMI James Hutton 1726 yılında Edinburg’da doğdu.Babası kent yönetiminde de görev alan bir tüccardı. Orta dereceli üniversite hazırlık okulu olan bölgesel bir okuldan sonra Edinburg Üniversitesi’ne girdi. Asıl mesleği avukatlık olmasına rağmen,staj döneminde bile ilgi alanı kimya idi. Arkadaşı James Davie ile birlikte kömür isinden amonyum klorür,yani nişadır üretmenin yolunu bulmaya çalışıyordu. Bu nedenle henüz bir yılını doldurmadan avukatlık stajını bıraktı ve tıp öğrenimine başladı. Üç yıl Edinburg Üniversitesi’nde,iki yıl Paris Üniversitesi’nde ders aldıktan sonra 1749 yılında tıp doktoru oldu. Tıp mesleği de ilgisini çekmiyordu.Diğer taraftan,geliştirdiği ucuz nişadır üretimi sayesinde bir hayli gelir elde etmişti. Bu parayla İngiltere’de bir çiftlik satın aldı. Bir yandan da kayaçları inceliyor,akarsuların toprak ve kayaç yapısı üzerindeki etkilerini araştırıyordu. 1768 yılında ekonomik durumu daha da iyileşince çiftçiliği bıraktı ve tüm zamanını bilimsel çalışmalara ayırmak için Edinburg’a yerleşti. O dönemlerde Edinburg,entelektüel alanda oldukça hareketli bir kentti.J.Hutton,Oyster Clup adlı bir derneğin üyesi oldu. Ünlü bilim adamları ile dostluklar kurmuştu. Ekonomist Adam Smith,kimyacı Joseph Black,filozof David Hume ve fizikçi-matematikçi John Playfair bunlardan birkaçı idi. Mineralojiden metafiziğe kadar hemen her konuya ilgi duyuyordu. Kimyasal maddelerle deneyler yaptı. Kömür madenciliği ve kanal inşaatı için yöntemler araştırdı.Tuz madenlerini gezdi.Soyaçekim konusunda fikir yürüttü. Fosil topladı.Havanın bileşimi ve hareket yasalarına ilişkin kuramlar önerdi. Ama asıl ilgisi jeoloji idi. Kayaçları incelemek ve doğal süreçlerin bunlar üzerindeki etkilerini gözlemlemek amacıyla sık sık gezilere çıktı. * J.Hutton yazılarını çok karmaşık bir dille kaleme alıyordu.Cümleleri çok uzundu,imla kurallarına hiç dikkat etmiyordu. Öyle ki bu yazıları okuyup anlamak hemen hemen olanaksızdı. 1785 yılında Royal Society’de, jeolojide dönüm noktası oluşturan yazısını okuduğunda toplantıya katılanların ilgisini çekmedi. Hatta onun hangi konudan bahsettiğini bile anlamadılar. 1793 yılında İrlanda’lı kimyacı ve mineralog Richard Kirwan yaptığı bir konuşma ile J.Hutton’ın kuramını eleştirdi. Kayaçların,okyanuslardaki minerallerin çökelmesiyle oluştuğu savına dayalı çökelme kuramını destekledi. J.Hutton o sıralar çok hasta olmasına rağmen kuramını dayandırdığı kanıtları belgeleyen çalışmasını tamamlamaya başladı. Dört cilt olarak tasarladığı eserinin iki ciltlik kısmını Theory of the Earth (Yer Kuramı) başlığı altında 1795 yılında yayınladı. Yapıtın üçüncü cildi ise ölümü nedeniyle yarım kaldı. Yayınlanan iki ciltlik eserin anlatım tarzı gene anlaşılmaz ve karmaşık tarzdaydı.
Üstelik bütün çalışmanın hemen hemen yarısını,Fransızca kaynaklardan alınmış ve kitaba orijinal halleriyle Fransızca olarak geçirilmiş alıntılar oluşturuyordu. Üçüncü cildi ancak 1899 yılında yayınlandı.Dördüncü cilt ise hiç basılmadı. Yakın dostu olan John Playfair, J.Hutton’ın ne demek istediğini bilen bir kişiydi. 1802 yılında,yani J.Hutton’ın ölümünden 5 sene sonra onun ilkelerinin basitleştirilmiş bir açıklamasını kaleme aldı. Kendi yorumlarını da ekleyerek ‘Hutton’ın Yer Kuramının Açıklanması’ başlığı ile yayınladı. TEPELERDEKİ MİDYE KABUKLARI
18.yüzyılın başlarında bilimin her dalında herşey merak ediliyor ve araştırılıyordu. Özellikle ilgi çeken bir konu da insanların kafalarını oldukça meşgul ediyordu: İlk çağlardan kaldıkları kanıtlanan midye kabukları ve diğer deniz fosilleri nasıl oluyordu da dağların tepelerinde bulunuyordu? O kadar yüksek yerlere nasıl çıkmışlardı? Bu konuya çözüm getirdiklerini söyleyenler iki ayrı gruba ayrılmıştı. Neptüncüler olarak adlandırılan gruba mensup olanlar,yüksek yerlerde bulunan deniz kabukları ve yeryüzündeki her şeyi, yükselip alçalan deniz seviyeleri ile açıklıyorlardı. Dağların,tepelerin ve diğer yüzey şekillerinin Yerküre’nin kendisi kadar yaşlı olduğuna ve ancak küresel sellerin oluştuğu dönemlerde,sular altında kalınca değişime uğradığına inanıyorlardı. Bu grubun karşısında olan Plütonculara göre,yanardağ ve depremler yeryüzünü durmadan değiştirmişti. Ama denizlerin bu değişime hiçbir katkısı yoktu. Plütoncular’ın rakiplerine sorduğu en önemli soru,sellerin oluşmadığı dönemlerde onca suyun nereye gittiği ile ilgiliydi. Eğer bir zamanlar Alp Dağları’nı kaplayacak kadar su olduysa,bu su şimdi neredeydi? Ama gene de midye kabuklarının dağ tepelerine nasıl çıktığını ikna edici şekilde açıklayamıyorlardı. James Hutton da bu sorulara cevap arıyordu. Kendi çiftliğinde bulunduğu ve henüz Edinburg’a yerleşmediği günlerde arazisini titizlikle incelemişti. Toprağın,erozyona uğrayan kayaçlardan oluştuğunu anlamıştı.
Bu toprak parçaları sularla durmaksızın yıkanıyor,dere veya nehirler tarafından uzak yerlere taşınıyordu. Taşındıkları yerlerde tekrar çökeliyordu. Bu şekilde işleyen bir sürecin sonunda Yerküre’nin iyice aşınıp engebesi olmayan bir düzlük halinde olması gerekirdi. Oysa etraf tepelerle doluydu.O halde başka bir süreç daha olmalıydı. Yerküre’nin düzlük ve tepelerle dolu olmasını sağlayan bir çevirimi devam ettiren,yeni tepe ve dağlar yaratan bir etki,bir çeşit yenileme ve yükseltme süreci olmalıydı. James Hutton,yaptığı gözlemler sonucu şu sonuca ulaştı:Dağ tepelerindeki deniz fosilleri seller sonucu çökelmemişti. Dağlarla birlikte yukarıya yükselmişti.Ama dağlar nasıl yükseliyordu? * James Hutton,yeni kayaçları ve kıtaları yaratıp,sıradağları yerden yükselten nedenin Yerküre’nin içindeki ısı olduğu sonucuna varmıştı. 1785 yılında birörneklilik ilkesini geliştirdi. Birörneklilik ilkesine göre,yer yüzeyi biçimleri,jeolojik çağlarda gerçekleşen uzun fiziksel,kimyasal ve biyolojik süreçlerin sonucunda oluşur. J.Hutton’ın kuramına göre,doğal süreçler,uzun jeolojik çağlar boyunca Yer’in iç kesimlerinde ve yüzeyinde etkili olur. Böylece Yer’i oluşturan değişik kayaçlar birbirinden farklı süreçler sonunda ortaya çıkar. Ayrıca jeolojik olguların gözlenebilir jeolojik süreçlere dayanılarak açıklanabileceğini ileri sürüyordu. Yağmur,akarsu,gelgit ve yanardağ gibi doğal süreçlerin Yer’in gelişimi üzerindeki etkisine ilişkin olarak yıllarca sürdürdüğü çalışmalarının,gözlemlerinin ve tartışmalarının sonuçlarını topladığı bu makalesini 7 Mart 1785 yılında Royal Society’de okudu. * Royal Society’e sunduğu iki makalesi jeolojide bir dönüm noktası oldu. Artık bu bilim, birörneklilik ilkesi üzerinde yükselen duruma geldi.
CHARLES LYELL
ÖZEL VE BİLİMSEL YAŞAMI Charles Lyell,1797 tarihinde İskoçya’da doğdu.Ancak çocukluğu İngiltere’nin en güneyindeki New Forest bölgesinde geçti.Ailenin ekonomik durumu çok iyi olduğu için herhangi bir zorluk görmeden büyüdü.Babası şair Dante konusunda olduğu gibi karayosunları konusunda da otorite idi.Hukuk öğrenimi gördüğü yıllarda tatil zamanı açık alan çalışmaları ve jeoloji incelemeleri yapıyordu.Bu çalışmalarını İngiltere ve Fransa’da sürdürdü.1825 yılında baroya girdi. Babasının mali desteği sayesinde avukatlık yapmaktan vazgeçip jeoloji ile ilgilenmeye devam etti.1830 yılında İtalya gezisinden dönünce ‘Jeolojinin İlkeleri’ adlı kitabının ilk cildini yayımladı.İspanya’da yaptığı incelemeler sonucunda kitabının ikinci cildini 1831 yılında,nihayet üçüncü cildini 1833 yılında yayımladı.Bu kitaplarla,ilk kez bir kuşak önce James Hutton tarafından ileri sürülen düşünceleri pekiştiriyor ve detaylandırıyordu.Charles Lyell aşırı miyoptu. Hemen hemen tüm yaşamı boyunca gözlerini kısmaktan ötürü baş ağrıları çekti.Zaten son yıllarında görme duyusunu tamamen kaybetti.Diğer bir huyu da düşüncelerine odaklanmayı başaramadığı zaman eşyalar üzerinde garip pozisyonlara girmesiydi.
Örneğin iki koltuğa birden uzanıyordu,veya başını koltuğun minderine yaslayıp ayağa kalkıyordu.Düşüncelere daldıığı zaman ise oturduğu koltukta öyle aşağılara kayardı ki kaba etleri neredeyse yere değerdi.1841 yılında Kuzey Amerika’ya gitti.Bir yıl boyunca hem ders verdi hem de araştırma gezilerine çıktı.1845 ile1850 yıllarındaki gezilerinde Mississippi ırmağının doğusunda kalan bölgeler ile Kanada’nın bir bölümünü dolaştı.1848 yılında ‘sir’ ünvanını aldı. Aynı yıl Michael Faraday ile birlikte maden ocaklarında kazaların önlenmesine yönelik çalışmalarda bulundu.Birçok ödülün peşinden Londra’daki Royal Society’in en büyük ödülünü de aldı.C.Darwin’in 1859 yılında yayımladığı Türlerin Kökeni yapıtı Lyell’in çalışmalarına yeni bir hız kazandırdı.1863 yılında doğal seçime dayalı evrimci görüşü açıkça kabul ettiği ‘İnsanın En Eski Geçmişine İlişkin Jeolojik Bulgular’ adlı kitabını yayımladı.1875 yılında öldü.
JEOLOJİDE BİR OTORİTE
Charles Lyell, bütün jeolojik olayların temelinde doğal süreçlerin yattığını kabul etmişti. Günümüzdeki doğal olguların ve bunların sonuçlarının da geçmiş olaylardan farkı bulunmadığını ileri sürüyordu. Etna Yanardağı’nın çevresinde,yüzey şekillerinin doğal süreçler sonunda oluştuğu ve bu süreçlerin Etna dahil, tahmin edilenden çok daha eskilerde gerçekleştiğini öne sürdü. Üstelik bu görüşlerini kanıtlayacak olan bulgular elde etmişti. Charles Lyell ‘den bir kuşak önce James Hutton zamanında dağ tepelerindeki midye kabukları merak edilirdi. (J.Hutton yazısına bakınız.) Charles Lyell döneminde ise yeni bir tartışma konusu gündeme geldi. Yapılan fikir mücadelesi tümyıkımcılık yani katastrofizm ile tekdüzecilik yani üniformitaryanizm arasındaydı. Tümyıkımcılar,Yerküre’nin beklenmedik afetler,öncelikle de seller tarafından şekillendirildiğini düşünüyorlardı. Bu görüşleri nedeniyle rakiplerince Neptüncüler ile aynı paralelde oldukları ileri sürülüyordu. Aslında tümyıkımcılık din adamlarına daha uygundu. Zira Kutsal Kitap’ta anlatılan Nuh tufanı bilimsel tartışmalara girebiliyordu. Karşı görüş olan tekdüzecilik yandaşları ise Yerküre’deki değişimlerin kademeli olduğunu kabul etmişlerdi.
Yerküre sürecinin çok uzun zaman dilimleri içinde yavaş yavaş ilerlediğini savunuyordu. Charles Lyell, Yerküre’deki değişimlerin tekdüze ve kararlı olduğuna inanmıştı. Geçmişte meydana gelmiş herşey,bugün süren olaylarla açıklanabilirdi. 1838 yılında kaleme aldığı ‘Jeolojinin Öğeleri’ adlı yapıtı ile Avrupa’da bulunan en yaşlısından en gencine kadar bütün kayaç ve fosil türlerine açıklama getirdi. Çok sayıda çizim eklediği bu eserini zaman zaman güncelleştirdi,yeni bulgularıyla destekledi. Charles Lyell sıradağların nasıl oluştuğuna dair bir açıklama getirememişti. Buzulların dönüştürücü etkisine gereken önemi vermedi. C.Darwin’in görüşlerini benimsemeden önce memelilerin en eski fosil yataklarında bile bulunduğunu ileri sürüyordu. Hayvan ve bitki nesillerinin aniden tükendiği görüşünü kabul etmiyordu. Ancak C.Darwin’in 1859 yılında yayımladığı ‘Türlerin Kökeni’ adlı kitabını okuyunca evrim teorisini benimsedi ve jeolojik görüşlerini bu kurama göre şekillendirdi.
EDMOND HALLEY
YAŞAMI
Edmond Halley,günümüzde,adının verildiği kuyrukluyıldız nedeni ile anımsanır.Oysa bu kuyrukluyıldızı kendisi keşfetmemişti.1682 yılında gördüğü bu cismin 1456,1531 ve 1607 yıllarında başkaları tarafından görülmüş olan kuyrukluyıldızla aynı olduğunu anladı.Onun yörüngesini hesapladı. Bu gök cismi 1758 yılına kadar,yani ölümünden 16 yıl sonrasına kadar henüz adlandırılmamıştı.
Edmond Halley,1656 yılında Londra yakınlarındaki bir kasabada doğdu.O yıllar,modern düşüncenin temellerinin atıldığı ve bilim alanında önemli gelişmelerin sağlandığı dönemdi.II.Charles krallık rejimini yeniden kurduğunda Halley 4 yaşındaydı.O günlerde doğa felsefecileri,kendi aralarında resmi özelliği bulunmayan bir dernek kurmuşlar ve ona ‘Görünmez Kolej’ demişlerdi. 1662 yılında II.Charles bu topluluğu onayladı.Böylece Royal Society, resmiyet kazandı. Halley,1673 yılında Oxford’da bulunan Queen’s College’a girdi. O günlerde kraliyet astronomu olan John Flamsteed’in çalıştığı Greenwich Gözlemevi’ne birkaç kez gittikten sonra çalışmalarını astronomi alanında sürdürmeye karar verdi. John Flamsteed,o sıralarda kuzey yıldızlarına ait bir katalog hazırlamayı düşünüyordu. Halley,aynı çalışmayı Güney Yarımküre için de yapmayı önerdi. Babasının para katkısını ve kralın desteğini elde ettikten sonra okulunu bıraktı. 1676 yılında Doğu Hindistan Kumpanyası’nın bir gemisi ile Güney Atlas Okyanusu’ndaki St.Helena Adası’na gitti. 1678 yılında Royal Society üyeliğine seçildi ve kralın da önerisi ile Oxford Üniversitesi’nden yüksek lisans derecesi aldı. 1684 yılında bir gün Halley, günümüzde onu hücreyi tanımlayan kişi olmasıyla hatırladığımız Robert Hooke ve hem astronom hem de mimar olan Sir Christopher Wren ile yemek yiyordu. Bundan sonra olanları Bilim tarihi dosyasındaki ‘İ.Newton’un garip huyları’ başlıklı yazımda anlattım. 1704 yılında, John Flamsteed’in karşı çıkmasına rağmen Oxford Üniversitesi Savilian Kürsüsü’ne geometri profesörü olarak atandı.1742 yılında öldü.
ÇOK YÖNLÜ BİLİMADAMI Edmond Halley 1676 yılında gittiği St.Helena Adası’nda kötü hava koşulları nedeniyle projesini gerçekleştiremedi. Ama 341 tane yıldızın enlem ve boylamlarını kaydetti. Merkür’ün Güneş diski önünden geçişini gözlemledi. Bazı yıldızların parlaklığının geçmişteki gözlemlere oranla azaldığını belirledi. 1678 yılında İngiltere’ye döndükten sonra düzenlediği yıldız katalogunu yayımladı. Bu katalog, Güney Yarımküre’deki yıldızların ilk kez bir teleskopla gerçekleştirilen gözlemleri içeriyordu. Halley,çok sayıda bilgiyi anlamlı biçimde düzenleme yeteneğine sahipti. 1686 yılında yayımladığı dünya haritası,okyanus üzerindeki etkin rüzgarları gösteren ilk meteoroloji haritasıdır.
1693 yılında Breslau kenti için hazırladığı ölüm oranı tabloları,bir nüfus içindeki ölüm oranı ile yaş grupları arasındaki bağıntıyı irdeleyen ilk çalışmadır. 1698-1700 yılları arasında Atlas Okyanusu’nun güneyindeki pusula sapmalarını incelemek ve uğradıkları limanların kesin enlem ve boylamlarını belirlemek için bir geziye çıktı. 1701 yılında Atlas Okyanusu’nun ve Büyük Okyanus’un magnetik alanlarını gösteren ilk haritaları yayımladı. Bu haritada okyanusta pusulanın eşit sapmalar gösterdiği noktaları eğrilerle belirtmişti. 1705 yılında,’Kuyrukluyıldız Astronomisinin Bir Özeti’ adlı kitabında,24 tane kuyrukluyıldızın parabolik yörüngelerini gösterdi. 1716 yılında Yer ile Güneş arasındaki uzaklığı doğru olarak belirleyebilmek için Venüs’ün Güneş diski önünden geçişinin gözlemlenmesini sağlayacak bir sistem kurdu. 1720 yılında kraliyet astronomu olarak Greenwich Gözlemevi’ne atandı. Burada yaptığı gözlemlerde,denizde boylamların saptanmasında yararlı olacağını düşünerek Ay’ın meridyenden geçiş zamanını hesapladı. * Halley gerçekten çok yönlü bir bilimadamı idi. Gezegenimizin tarihlendirilmesi konusundaki ilk ciddi önerilerden birisini yaptı. Dünya denizlerindeki toplam tuz miktarının,her yıl eklenen tuz miktarına bölünmesi ile elde edilecek sayının okyanusların yaşını ortaya çıkaracağını ileri sürmüştü. Böylece Yerküre’nin yaşı konusunda kabaca bir fikir edinebilirdik. Ancak o tarihlerde ne denizlerde ne kadar tuz olduğu,ne de her yıl eklenen tuz miktarını bilen yoktu. Böyle bir araştırma yapma olanağı da yoktu. Gemi kaptanlığı,kartograflık ve darphanede kontrolörlük işleri yapmıştı ve derin deniz dalgıç hücresi gibi icatları da vardı. Geniş ilgi alanına afyonun etkileri bile girdiği gibi balıkları dört mevsim taze tutmaya yarayan metot da geliştirmişti.
EDWİN POWELL HUBBLE
BULUŞLARINDAN ÖNCE Edwin Powell Hubble,1889-1953 yılları arasında yaşamış A.B.D.’li astronomdur.Chicago Üniversite’sinde okurken matematik ve astronomi konusunda lisans derecesi aldı.Bu yıllarda iyi bir boksör olarak tanınıyordu.Ayrıca atletizmin pekçok dalıyla da ilgiliydi.Öğrenimini tamamladıktan sonra İngiltere’ye gitti.Oxford Üniversite’sinde hukuk öğrenimine başladı.İngiltere’de üç yıl kalıp döndükten sonra 1913’te avukatlık yaptı.Ancak bu işten kısa süre sonra vazgeçti. Lisede öğretmenlik ve basketbol koçluğu gibi uğraşılarda bulundu.Ama kısa bir süre sonra hepsinden bıktı.Gene astronomiye döndü.Çalışma yeri Wisconsin’deki Yerkes Gözlemevi’ydi.Bu arada doktora çalışmasın tamamladı. Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransa’daydı.Savaştan sonra ülkesine döndü.Bu seferki çalışma yeri Wilson Dağı Gözlemevi idi.Hubble yeni görevine başladığı sıralarda tarih 1919 yılıdır.O günlerde insanlığın astronomi bilgisi bugünkünden oldukça azdı.Tüm evrenin bizim Samanyolu Galaksisi’nden ibaret olduğu sanılıyordu.Başka herşey ya Samanyolu’nun bir parçası ya da uzak kenarlardaki gaz bulutlarıydı.
BAZI KAVRAMLAR Standart mumlar,parlaklığı güvenilir biçimde ölçülebilen yıldızlardır. Böylece diğer yıldızların parlaklığını ve göreceli uzaklıklarını ölçmek için kıstas olarak kullanılırlar. Bu konuyu uygulama alanına sokan Henrietta Swan Leavitt adındaki bir kadın oldu. Leavitt’in görevi fotometristlik,yani ışıkölçümcülük idi. Bu kişilerin işi yıldız fotoğraflarını incelemek ve hesap yapmaktır. Leavitt ,Sefeit değişeni olarak bilinen bir yıldız türünün düzenli ritm sergilediğini farketti. Sefeit,Kutup yıldızı gibi ritmi düzenli olan gök cisimleridir.
Bunlar kırmızı devlerdir ve kalan yakıtlarını ritmik olarak parlama-sönme şeklinde tüketirler. Leavitt,gökyüzünün değişik noktalarındaki Sefeit’lerin göreceli kadirlerini kıyasladı. Kadir,bir yıldızın çıplak gözle görülen parlaklık derecesi anlamına gelir. Böylelikle Sefeit’lerin birbirlerine göre nerede bulundukları hesaplanabiliyordu. Bunlar standart mumlar olarak kullanılabilirlerdi.Yani bu yöntem mutlak uzaklıkları değil,göreli uzaklıkları öngörüyordu. 1920’li yıllarda uzayı gözleyen uzmanlar M31 olarak adlandırılan Andromeda takımyıldızı içinde ağ şeklinde gaz bulutu görüyorlardı.
EVRENİN GENİŞLEMESİ
Hubble 1922-1924 yılları arasında astronomide devrim yapan bulgulara ulaştı. Yaptığı gözlemlerle bulutsularda Sefeitlerin varlığını saptadı. Bu işi gerçekleştirirken kırmızıya kayma metodunu da kullanmıştı. Andromeda takımyıldızı içindekiler gaz bulutu değil,ışıldayan yıldızlardı. Yıldız peryodu, parlaklığın değişimindeki çevrim süresidir. Sefeitlerin peryotları ile mutlak kadirleri arasındaki bağlantı o günlerde biliniyordu. Uzaklık,görünürdeki kadir ve mutlak kadir arasındaki ilişkiye bağlıdır. Hubble,Sefeitlerin birkaç yüz bin ışık yılı uzaklıkta olduklarını anladı. Ayrıca bunları içeren bulutsular,bizim galaksimiz içinde olamazlardı.Bu nedenle Samanyolu’nun dışında olmalıydılar. Bulgularını kısa bir süre sonra bilim dünyasına açıkladı. Bunlar 100.000 ışıkyılı çapında,enaz 900.000 ışıkyılı uzaklıkta başlı başına galaksilerdi. Bu buluş o güne dek süren evrenin yapısına ilişkin görüşleri tümüyle değiştiriyordu. Artık uzay boşluğunda bizimkinden başka galaksiler de vardı. Hubble bundan sonra gökadaların biçimleri ve parlaklıklarını araştırmaya başladı.
Böylece 1927 yılında ikinci buluşunu gerçekleştirdi.Bu gökadalar Yer’den uzaklaşmaktaydı. Üstelik daha uzaklardakilerin bizden uzaklaşma hızları daha fazlaydı.Bu buluş son derece önemli sonuçlar doğurdu. * O güne kadar durağan olduğu kabul edilen evren,genişlemekteydi. Hubble 1929 yılında çarpıcı buluşlarına bir yenisini daha ekledi. Evren içindeki gökadaların tümünü birden gözönünde tuttu. Birbirlerinden uzaklaşma hızları ile birbirlerine olan uzaklıkları arasındaki oranı buldu. Evren,bu oran sabit kalacak biçimde genişliyordu. Ancak kısa bir süre sonra anlaşıldı ki bu sabit değere ilişkin hesaplar hatalıydı. Zira bu hesaplara göre Samanyolu diğer tüm gökadalardan daha büyük çıkıyordu. Üstelik evrenin yaşının,Yerküre yaşından küçük olduğu gibi olanaksız sonuçlar veriyordu. Astronomide sağlanan ek bilgilerle bu durum kısa süre sonra bilimadamlarınca düzeltildi. Bu birikimler iyice olgunlaştıktan sonra Big-Bang teorisi ileri sürülmüştür. Hubble birçok ödül aldı.1990 yılında kullanıma sunulan uzay teleskopu onun adını taşır.
ERNEST RUTHERFORD
YENİ ZELANDA’LI GENÇ BİR BİLİMADAMI Ernest Rutherford,1871 yılında Yeni Zelanda’da doğdu.Göç etmiş olan bir İskoçya’lı ailenin 12 çocuğundan dördüncüsüydü. Liseyi burslu olarak okudu. Canterbury College’yi de bursla bitirdikten sonra 1893 yılında yüksek lisans derecesi aldı.
Okula bir yıl daha devam etti ve demirin yüksek frekanslı magnetik alanlardaki mıknatıslanma özellikleri konusunda araştırmalar yaptı. Bu çalışmasının sonunda Hertz’in birkaç yıl önce bulmuş olduğu elektromagnetik dalgaları algılayan bir dedektör icat etti. Bulgularını yansıtan iki makalesi,İngiltere’de araştırmalarına devam etmesini sağlayacak olan bir burs kazandırdı. * Rutherford 1895 yılında İngiltere’ye gitti ve Cambridge Üniversitesi’ndeki Cavendish Laboratuvarı’nda J.J.Thomson’ın yanında çalışmaya başladı. Burada elektromagnetizma üzerinde deneyler yapıyordu.Sonuçta Hertz dalgalarını 3 km. uzaklıktan gönderip almayı başardı. Ancak bazı meslektaşları radyonun pek geleceği olmadığını söylediği zaman bu çabasından vazgeçti. Aynı yılın Aralık ayında Wilhelm K.Röntgen, X ışınlarını buldu. Thomson ve Rutherford aynı konu üzerinde çalışmaya başladılar. X ışınlarının gazlar içinden geçerken çok sayıda artı ve eksi elektrik yüklü parçacık ortaya çıkmasına,yani iyonlaşmaya yol açtığını gördüler. Bu parçacıklar yeniden birleşiyorlar ve nötr atomlar oluşturuyorlardı. Bu olgudan yola çıkan Rutherford,iyonların hızını ve birbirleriyle birleşerek yeniden gaz molekülleri oluşturma süresini belirlemeye yönelik bir yöntem geliştirdi. * 1896 yılında Henri Becquerel,uranyumun X ışınları gibi fotoğraf levhasını etkileyen ışınlar saldığını bulmuştu. Rutherford, uranyumun saldığı ışınların da,X ışınları gibi havayı iyonlaştırdığını,ama bu ışınların X ışınlarından farklı olduğunu ve iki ayrı türden ışınım içerdiğini belirledi. Böylece,iyonlaştırma gücü yüksek olan,fakat kolayca soğurulabilen ışın türünü alfa ışınları,daha az iyonlaşmaya yol açan ama etki gücü daha yüksek olan ışınları da beta ışınları olarak adlandırdı. Rutherford,yeni bulunan radyoaktif maddeler karşısında giderek daha fazla ilgi duyuyordu. Arkadaşı F.Soddy ile birlikte,bu maddelerin çok küçük miktarlarında bile çok büyük enerji depolandığını anlamışlardı. Kararsız bir atom çekirdeğinin parçacık ve enerji salarak daha hafif ve kararlı başka bir çekirdeğe dönüşmesi olan radyoaktif bozunmanın da farkına varmışlardı. Bu gözlemlerini doğrulamak için araştırmalarını hızlandırdılar.
SABIRLI ÇALIŞMALAR 19.yüzyılın sonuna gelinirken birçok bilim adamı, fizik alanında yeni bir konunun kalmadığını düşünüyordu. Rutherford,3 yıl içinde yepyeni bir fizik dalı ortaya çıkardı.Bu yeni fizik dalı Marie Curie’nin adlandırdığı gibi ‘radyoaktiflik’ idi. Toryum ve bileşiklerinin bozunarak bir gaza dönüştüğünü bulan Rutherford, F.Soddy ile birlikte çalışmalarına hız verdi. Üç radyoaktif element grubu olan radyum, toryum ve aktinyum üzerinde yaptığı araştırmalar başarılı oldu. Radyoaktifliğin,bir elementin atomlarının başka bir elementin atomlarına kendiliğinden dönüşmesi süreci olduğu sonucuna vardı. O günlerde birçok bilim adamı maddenin değişmezliği kuramına bağlı olduğu için bu görüşe karşı çıktılar. Rutherford,radyoaktiflik olgusunun pratik yaşamda kullanım alanı bulacağını da anlamıştı. Kısa zaman içinde,her radyoaktif maddeye ait örneğin yarı miktarlık bir kısmının bozunması için gereken zaman miktarının,yani yarı ömrün hep aynı olduğunu keşfetti. Üstelik bu sabit ve güvenilir bozunma hızı bir çeşit saat olarak ta kullanılabilinirdi.
Bir maddenin şu anda ne kadar radyasyonu olduğu ve hangi süratte bozunduğu bilinirse,geriye doğru yapılacak bir hesaplama o maddenin yaşını verecektir. Bu görüşünü hemen uyguladı.Bir parça uranyumlu maden cevherinin yaşını 700 milyon yıl olarak hesapladı. Bu başarıları üzerine Rutherford,1903 yılında Royal Society’nin üyeliğine seçildi. Ertesi yıl aynı kurumun Rumford Madalyası ile ödüllendirildi. 1904 yılında yayınladığı ‘Radyoaktiflik’ adlı yapıtında bu konudaki araştırmalarının sonuçlarını özetledi. Radyoaktiflik etkinliğinin sıcaklık,kimyasal değişimler gibi dış koşullardan etkilenmediğini, radyoaktif süreçlerde kimyasal tepkimelere oranla daha fazla miktarda ısı açığa çıktığını, radyoaktif dönüşüm sonucunda kimyasal nitelikleri farklı yeni ürünlerin oluştuğunu ve benzeri konuları ortaya koydu. * Rutherford,1903 yılında alfa ışınlarının elektrik ve magnetik alanlarda sapmaya uğradığını belirlemişti. Daha sonra sapmanın yönünü inceledi ve bu ışınların artı elektrik yüklü parçacıklardan oluştuğu sonucuna vardı. Ayrıca bu parçacıkların hızı ile elektrik yükü / kütle oranını ölçtü. 1904 yılında Londra’ya gitti. Kraliyet Enstitüsü’nde bir konferans veriyordu. Konusu,yeni radyoaktif bozunma kuramı idi.Konuyu açıkladıktan sonra sözü uranyumlu maden cevherine getirecekti. Salonda bulunan kişiler arasında artık iyice ihtiyarlamış olan Lord Kelvin de vardı. Kelvin bilimsel konuda faaliyette bulunmayı bırakmıştı.Yeni fikirleri kabul etmeye de yanaşmıyordu. Buna rağmen Rutherford saygıyı elden bırakmadan bir hatırlatma yaptı. Kelvin bir süre önce başka ısı kaynağı bulunursa Yerküre’nin yaşı üzerindeki hesaplarının geçersiz hale geleceğini söylemişti. Rutherford,başka olan o kaynağı bulduğunu belirtti. Radyoaktiflik sayesinde, Yerküre’nin yaşının, Lord Kelvin’in belirttiği gibi 24 milyon yıl olmadığı anlaşılmıştı. Yerküre çok daha yaşlıydı. * McGill Üniversitesi’nde 7 yıl çalışma süresi içinde 80 tane bilimsel makale yayınladı. Kendisine teklif edilen birçok üniversite profesörlüğü içinde Manchester Üniversitesi’nin önerisini kabul ederek 1907 yılında İngiltere’ye döndü. Alfa parçacığına ilişkin araştırmalarını burada sürdürdü. Yardımcılarından birisi olan H. Geiger ile birlikte geliştirdikleri parçacık sayacıyla radyumun saldığı alfa parçacıklarını tek tek saydı. Bu şekilde toplam elektrik yükünü ölçerek tek bir alfa parçacığının yükünü belirledi. 1908 yılında alfa parçacığının,+2 yüklü helyum iyonu,yani iki elektronunu da kaybetmiş helyum çekirdeği olduğunu saptadı. Aynı yıl Nobel Kimya Ödülü aldı. 1911 yılında geliştirdiği atom modeli ile bilim dünyasına büyük bir katkıda bulundu. Alfa parçacıklarının ince metal levhalardan geçişini incelerken, alfa parçacığının artı yüklü olduğunu,levhadan geçişi sırasında metal atomlarındaki artı yüklerin itici etkisiyle sapmaya uğrayacağını,ama parçacığın kütlesi çok büyük olduğu için bu sapmaların çok küçük olacağını düşünüyordu. Yapılan deneylerde alfa parçacıklarının gerçekten de çok küçük sapmalar gösterdiği,ama arada büyük açılarla sapan parçacıkların da bulunduğu gözlendi. Hatta bazen bir parçacığın hareket yönünü değiştirip geriye döndüğü görüldü. Bu olay,kendi sözleriyle ‘bir top mermisinin ince bir kağıt tabakasına çarparak geri dönmesi’ kadar şaşırtıcıydı. En önemlisi de o günlerin atom modeline uymuyordu. Büyük kütleli alfa parçacığını bu kadar saptırabilmesi için metal atomundaki bütün artı yüklerin küçük bir hacimde yoğunlaşmış olması gerekiyordu. Rutherford,bu olayın bir tek açıklaması olabileceğini anladı. Geri tepen parçacıklar atomun merkezindeki küçük ve yoğun bir şeye çarparken,diğer parçacıklar hiçbir engele rastlamadan atomun içinden geçiyordu. Bir atomun büyük kısmının boşluktan,sadece merkezinin çok yoğun bir çekirdekten oluştuğu besbelliydi. *
Rutherford,fizik ile kimyanın birbirini desteklediğini pek kabul etmiyordu.Ama gerçekte bu iki bilim dalı rahatça örtüşmüştü. Nitekim kendisine 1908 yılında verilen Nobel Ödülü,kimya dalında olmuştu. Matematikte kötü olduğu söyleniyordu. Nötronu keşfeden James Chadwick,onun deney sırasında da beceriksiz olduğunu anlatmıştı.Ancak azimli ve açık fikirliydi. Çalışmaları sırasında bir sorunla karşılaştığında yılmaz ve çabasını bir kat daha arttırırdı.İşlerin çoğunu da kendisi yapıyordu. Örneğin,saatler boyunca sayacın başından kalkmaz,alfa parçacılarını tek tek sayardı. * 1914 yılında ‘sir’ ünvanını aldı.Birinci Dünya Savaşı yıllarında sualtı akustiği ve denizaltıların algılanması üzerine çalıştı. 1919 yılında ilk kez yapay yoldan bir elementi başka bir elemente dönüştürdü. Azot atomunun, alfa parçacıkları ile bombardımanı sonucunda proton,yani hidrojen çekirdeği salarak oksijen atomuna dönüşmesi biçiminde gerçekleştirilen bu ilk yapay dönüşüm,nükleer enerji çağının başlangıcı olmuştur. Aynı yıl Cambridge Üniversitesi fizik profesörlüğüne ve buradaki Cavendish Laboratuvarı yöneticiliğine getirildi. 1922 yılında Royal Society’nin en büyük ödülü olan Copley Madalyası’nı aldı. 1925 yılında Royal Society’nin başına getirildi.1931 yılında kendisine baron ünvanı verildi.1937 yılında öldü.
GEORGES CUVİER
ÖZEL VE BİLİMSEL YAŞAMI
Georges Cuvier 1769 yılında doğdu. 1784-1788 yılları arasında Almanya’da öğrenim görürken karşılaştırmalı anatomi ve teşrih çalışmalarını ön planda tuttu. 1788-1795 yılları arasında özel öğretmenlik yaparken,bir taraftan da deniz omurgasızları konusundaki araştırmalarına devam ediyordu. Bu çalışmalarını Paris’te bulunan Doğa Tarihi Müzesi zooloji profesörü Etienne Geoffroy Saint-Hilaire’ye gönderdi. Profesörün isteği üzerine müzede göreve başladı. 1795 yılında prof. Saint-Hilaire ile birlikte memelilerin sınıflandırılması üzerine yaptıkları ortak çalışmasını yayımladı. Daha sonra iki bilim adamı çalışmalarını ayırdılar. Cuvier,1798-1801 yılları arasında Mısır seferine doğa bilimci olarak katılması için yapılan çağrıyı kabul etmedi. Karşılaştırmalı anatomi araştırmalarını sürdürmeyi tercih ederek müzedeki görevine devam etti. 1797 tarihinde ‘Hayvanların Temel Doğa Tarihi Tablosu’ ve 1800-1805 yılları arasında ‘Karşılaştırmalı Anatomi Dersleri’ adlı yazıları müzede verdiği ders notlarından oluşuyordu. 1795 yılında Amerika’dan Paris’e gönderilen bazı kemikler Cuvier tarafından incelendi. Eklemlerinden ayrılmış kemik yığınlarını biçimli formlara sokma konusunda bir hayli tecrübe kazanmıştı. Bir hayvanın görünümünü ve doğasını tek bir diş veya çene kemiği parçasından anlayıp tanımlayabiliyordu. Bazen de yanıldığı oluyordu. Bir ara bir diş fosilini inceledikten sonra onun bir hipopotama ait olduğunu söylemişti. Sonra böyle olmadığı anlaşılınca defalarca özür diledi. * Cuvier,zooloji çalışmalarına devam ederken eğitim sisteminde yenilikler yaptı. Eğitim müfettişliği yapıyor,Paris dışında yeni üniversitelerin kurulmasına yardımcı oluyordu. 1832 yılında öldü.
FOSİLBİLİMİN ÖNCÜLERİNDEN BİRİ
Cuvier,’organların bağımlılığı’ ilkesini ileri sürdü.
Bu ilkeye göre,hayvan vücudundaki her organın anatomik yapısı ile diğer organlar arasında fonksiyonel bir bağlantı vardır. Tüm organların işlevsel ve yapısal özellikleri,çevreyle olan etkileşimin bir sonucudur. Etienne Geoffroy Saint-Hilaire,anatomik yapının her şeyden önce geldiğini ve canlıyı belirli bir yaşam biçimine zorladığını savunuyordu. Cuvier ise bir hayvanın işlev ve alışkanlılıklarının anatomik yapısını belirlediğini ileri sürüyordu. Cuvier’e göre,hayvan gruplarını birbirinden ayıran anatomik özellikler,türlerin yaratılmış olmalarından bu yana değişmemiş olduklarının kanıtıdır. Bütün türler,yapısal ve işlevsel olarak başlangıçta mükemmel şekilde tasarlanmıştır,bu nedenle önemli bir değişikliğe uğramazlar. Hatta,her organın özel bir görevi vardır.Her tür, özel bir amaç için yaratılmıştır. Cuvier bu fikirleri nedeniyle evrim teorisini kabul etmemiş oluyordu.
Organların bağımlılığı ilkesini,bulmuş olduğu fosillerin sistematik incelemeleri için uyguluyordu. O güne kadar bilinmeyen dört ayaklı fosil hayvanların eksiksiz iskelet yapılarını kurdu. Soyu tükenmiş türlere ait yeni kanıtlar buldu. Bu çalışmaları sırasında,kazılarda bulunan fosillerin belli bir sıra izlediği dikkatini çekti. Daha eskiye ait jeolojik çağlarda oluşan ve daha derin katmanlarda yer alan uçan sürüngenler ve soyu tükenmiş filller gibi hayvan fosilleri bulunmuştu. Bunların yaşayan hayvanlarla çok az benzerliği vardı.Ama daha yeni katmanlardaki fosiller bugünkü örneklere benziyordu. Bütün bu bilgileri 1812 yılında yazdığı ‘Dörtayaklıların Fosilleşmiş Kemikleri Üzerine Araştırmalar’ yazısında açıkladı. Bu yazısını 1825 yılında ‘Yeryüzündeki Köklü Değişiklikler Üzerine Açıklamalar’ eserinde genişletti. * Cuvier,Yerküre’nin fazla yaşlı olmadığına inanıyordu ama jeolojik geçmişinde büyük değişim geçirdiğini kabul ediyordu. Jeoloji dünyasında doğal afetler kuramını yeniden gündeme getirdi. Bu kurama göre yerkabuğu ya sular altında kalıyor ya da birden yükseliyordu. Bu türlü değişimler sırasında var olan bütün canlı türler yok olmuştu. En son Nuh tufanında yaşanan afetin canlı hayvanları yok ettiği bölgelere afet olmayan yerlerden hayvanlar göç etmişti. Cuvier,daha 1796 yılında kaleme aldığı ‘Canlı ve Fosil Fil Türleri Üzerine’ adlı yapıtında,nesil tükenişlerine ilişkin kuramını açıklamış ve Yerküre’de zaman zaman küresel afetler sonucu hayvanların topluca yok olduğunu ileri sürmüştü. Ancak dindar çevreler böyle fikirlerden rahatsız oluyorlardı. Zira böyle açıklamalarla Tanrı umursamaz bir tavır içinde gösterilmiş oluyordu. * Cuvier, anatomik özellikleri farklı olan hayvanların çizgisel bir sistem üzerinde sınıflandırılamayacaklarını gösterdi. Hayvanları anatomik yapılarına göre 4 büyük gruba ayırdı: 1-Omurgalılar,2-yumuşakçalar,3-eklemliler,4-ışınlılar. Aynı gruptaki hayvanların tümünü tek bir anatomik tipin değişikliğe uğramış üyeleri olarak niteliyordu. Bu sebeple onları aynı sınıf içinde göstermişti. Cuvier’in bu sınıflandırma sistemi kısa bir süre sonra geçersiz oldu. Ama 18.yüzyılda o güne kadar geçerli olan,en ilkelinden en gelişmişine kadar tüm canlıların kesintisiz bir dizi oluşturduğu düşüncesine son verdi. * Geoffroy Saint-Hilaire ile Cuvier 1830 yılında Fransa Bilimler Akademisi’nin halka açık bir tartışmasında karşı karşıya geldiler.
Geoffroy Saint Hilaire, omurgalılar ve yumuşakçalar ile birlikte bütün hayvanların ortak bir anatomik yapıyı bölüştüklerini savunuyordu. Cuvier ise tanımladığı dört tipin birbirinden farklı olduğunu ileri sürüyordu. Aralarında oluşan görüş ayrılığının nedeni,hayvanlar arasındaki benzerlik ve farklılıkların nasıl açıklanacağı idi. Bu konuya çözümü C.Darwin getirecekti. * Cuvier,zooloji sınıflandırılmasına fosilleri de katarak kayaç katmanları ile bu katmanlarda bulunan fosil kalıntıları arasındaki ilişkileri ortaya koydu. Hem fosil iskeletler hem de karşılaştırmalı anatomi üzerindeki çalışmaları sırasında organların anatomik ve işlevsel ilişkilerinin önemini kanıtladı. Böylece paleontoloji bilimini sağlam ve deneysel temeller üzerine oturttu.
HENRY CAVENDISH
AŞIRI DERECEDE ÇEKİNGEN BİR KİŞİ Henry Cavendish,1731 yılında Fransa’nın Nice şehrinde doğmuş bir İngiliz vatandaşıdır. Annesi ve babası tarafından büyükbabaları Devonshire ve Kent dükleri idi. 1742 yılında Londra yakınlarında bulunan bir ilahiyat okuluna girdi. 1749-1753 yılları arasında Cambridge Üniversitesi’nde bir koleje devam etti ise de İngiltere Kilisesi’ne bağlılık sözü vermekten kaçındığı için burayı bitiremedi. Babasının 1783 yılında ölümüne kadar onunla birlikte yaşadı. Baba-oğul oldukça sade bir yaşam sürdürüyorlar ve beraberce bilimsel araştırmalar yapıyorlardı. Henry Cavendish 40 yaşında iken kendisine miras kalan bir servet sonunda birdenbire zengin oldu.
Bir başka bilimadamının deyişiyle,hem tüm bilginlerin en zengini,hem de tüm zenginlerin en bilgini durumuna gelmişti.
Zenginlik,yaşam tarzını fazla değiştirmedi.Harcamalarının çoğunu kitaplar ve bilimsel araçlar için yapıyordu. Evini büyük bir laboratuvara çevirmişti. Zamanla büyük bir kitaplık kurdu ve burasını bilimadamlarının yararına sundu. Giyimine hiç özen göstermezdi. Bilimsel yeteneği çok kuvvetliydi.Ama çalışmaları fazla yaygınlık kazanmadı. 1760 yılında Royal Society’e üye olarak kabul edildi. 1766 yılında çeşitli gazların elde edilmesine ait makalelerden başlayarak yayımlamak amacı ile yazdığı konular olduysa da pek çok araştırmasının ayrıntılarını yayımlamadı. Son derecede ketum bir kişiydi.Bilimsel alanın pek çok konusunda yaptığı deneylerden ve öngördüğü tezlerinden bahsetmezdi. Oysa bu deney ve öngörüleri kendi zamanının en az yüz yıl ilerisindeydi. James Clerk Maxwell 19.yüzyılın sonlarında onun notlarını yayımlamasaydı,yaptıklarının büyük kısmından kimsenin haberi olmayacaktı. * O zamanlar elektrik akımını ölçme olanağı olmadığı için kendi vucudunu ölçü aracı olarak kullanırdı. Akım şiddetini anlayabilmek amacıyla elektrotların uçlarını elleriyle tutuyor,elektrik şokunu parmaklarında mı, bileklerine kadar mı,yoksa dirseklerine kadar mı duyduğuna bakıyordu. Bir ara bir barut deposunun yıldırıma karşı en iyi korunma yöntemini bulmakla görevlendirilen komiteye üye olarak katıldı. O günlerde hükümet,altın paraların kullanım sırasında aşınmaları konusuna eğilmişti. Bunun üzerine altın alaşımlarının fiziksel niteliklerini araştıran çalışmalara yardımcı oldu. * Henry Cavendish,çok aşırı derecede çekingendi. Herhangi bir insanla temas etmesi onun açısından büyük rahatsızlığa neden oluyordu. Bir gün kapısı çalınıp açtığında Avusturya’dan gelen bir hayranını karşısında bulmuştu. Gelen kişinin övgü dolu sözlerine birkaç dakika dayanabilmiş,hemen bahçeye kaçmıştı. Konutuna geri dönmeye ancak saatler sonra ikna edilebilmişti. Evin kahyası ile görüşmesi ancak mektuplaşarak mümkün oluyordu. İnsan içine çıkması sadece bilimsel toplantılarda gerçekleşiyordu.O da diğer konukların sıkıca uyarılmaları ile sağlanırdı. Kimse ona yaklaşmamalı,hatta bakmamalıydı. Eğer bir konu hakkındaki görüşlerini merak eden olursa,ona sanki tesadüfen rastlamış gibi yaklaşmalıydı. Tabii ki bu görüşme oldukça kısa sürerdi. 1803 yılında Fransız Enstitüsü’ne seçilen 8 yabancıdan biri idi.1810 yılında 78 yaşında iken öldü. KETUM BİR BİLİM ADAMI Henry Cavendish’in kimya alanındaki araştırmalarının büyük bölümünü gazlar üzerindeki deneyleri oluşturur. İlk makalesinde asitlerle metallerin tepkimesinden ‘yanar hava’ diye adlandırdığı hidrojen gazının oluştuğunu belirtti. Asitlerle bazı alkalilerin tepkimesinden de ‘sabit hava’ diye adlandırdığı karbon dioksit gazının ortaya çıktığını söyledi. Ayrıca,havanın oksijen ve azota ayrıştırılmasından sonra geride bir miktar gazın kaldığını gözlemledi. Onun bu buluşu,100 yıl sonra argon ve öteki soy gazların bulunmasını kolay hale getirmiştir. Cavendish’in,soy gazların keşfini mümkün kılan öngörüsü çok önemlidir.
Bu gazlardan bazılarını ele geçirmek o kadar zordur ki,sonuncusu 1962 yılına kadar bulunamamıştı. 1784 ve 1785 yıllarında hava üzerinde yaptığı araştırmaların sonuçlarını açıkladı. Bu çalışmasında atmosferin bileşimini verdi. Suyun bir element olmadığını, oksijen ve hidrojenin birleşmesinden sentez yoluyla elde edilebileceğini gösterdi. Joseph Priestley, hidrojen ve hava karışımının bir elektrik kıvılcımı ile patlatılması durumunda,kabın iç yüzünün nemle kaplandığını gözlemlemişti. Cavendish bu deneyi dikkatle yineledi ve sözkonusu nemin su olduğunu kanıtladı. Elektrik yüklü iki cisim arasındaki kuvvetin,aralarındaki uzaklığın karesi ile ters orantılı olduğunu buldu. Elektrostatiğin bu temel yasası daha sonra C.A.Coulomb tarafından ortaya konmuş ve onun adını almıştır. Bir kondansatör sığasının ,sığacı oluşturan levhaların arasına yerleştirilen maddenin cinsine bağlı olduğunu M.Faraday’dan önce gösterdi. O yıllarda elektriğin ölçümü,bir elektrometre içindeki iki altın yaprağın,elektrikle yüklendiklerinde birbirlerini itmeleri nedeniyle aralarında oluşan açıya bakılarak yapıldığından herkes,’elektriklenme derecesi’ kavramını kullanırdı. Cavendish,potansiyel kavramını kullanarak iyi bir iletkenin yüzeyindeki bütün noktaların ortak bir referans noktasına göre aynı potansiyele sahip oldukları görüşünü geliştirdi. * Henry Cavendish’in en ünlü deneyi,kütleçekim ile ilgili çalışmasıydı. Aslında konuya öncülük eden, büyük kentlerden uzak bir köyde çok mütevazı yaşam sürmesine rağmen 18.yüzyılın önemli bilim adamlarından biri olan John Mitchell adında bir kır papazı idi. Henry Cavendish, John Mitchell’in tasarladığı düzeneği kendi malikanesinde kurdu. Bu düzenekte ağırlıklar,karşı ağırlıklar,pandüller,şaftlar ve burulma teller gibi pek çok aygıt vardı. Bu düzeneğin ortasında 160 kilo gelen iki adet çelik top bulunuyordu.Bunlar da daha küçük olan iki kürenin yanına asılıydı. H. Cavendish’in amacı,küçük kürelerde büyük küreler sebebi ile oluşan kütleçekimsel sapmayı ölçmekti. Böylece kütleçekimi sabiti olarak bilinen ve saptanması zor olan kuvvetin ilk ölçümünü mümkün hale getirecekti. Elde edeceği verileri değerlendirerek Yerküre’nin kütlesini bulacaktı. Kütleçekimi komple bir düzeyde güçlüdür,örneğin Güneş gibi büyük kütleli bir cismin gene Yerküre gibi büyük kütleli başka bir cismi çekmesinde olduğu gibi. Basit düzeylerde kütleçekimi çok zayıftır. Yerden bir taş parçası aldığımızda bütün bir gezegenin birleşik kütleçekimsel etkisini kolayca yenmiş oluruz. İşte H. Cavendish’in amaçladığı olay,çok hafif düzeydeki bu kütleçekimini ölçmekti. * Deney,küreler arasındaki kütleçekimi kuvvetinin ölçülmesi yoluyla evrensel kütleçekimi sabiti olan G değerinin hesaplanmasını olanaklı kılacaktı. G değeri,iki cismin birbirlerine uyguladıkları çekim kuvveti ile bu cisimlerin kütlelerin çarpımının,aralarındaki uzaklığın karesine bölümüyle elde edilen değer arasındaki oranı ifade eder. H. Cavendish çok titiz olarak çalıştı.Düzeneğin yerleştirildiği odaya en ufak fısıltı bile girmeyecek şekilde tedbir almıştı. Bu sebeple bitişik odalardan birisine yerleşti.Gözlemlerini teleskopla bir gözetleme deliğinden yapıyordu. Elde edilecek sonuç birbirine bağlantılı 17 tane ince ölçüme bağlıydı.
Bütün bunların tamamlanması bir yıl sürdü. H. Cavendish bütün hesapları bitirdiğinde Yerküre’nin 6 milyar trilyon tondan biraz daha ağır olduğunu açıkladı. Bu sayı kendi ülkesinin ölçüm birimi ile 13’ün yanında yirmibir sıfır olan libreydi. Bugün için Yerküre’nin 5,9725 milyar trilyon ton olduğu tahmin ediliyor. Aradaki fark göz önünde tutulmayacak derecede azdır. Unutmayalım ki H. Cavendish ölçümünü yaptığı zaman takvimler 1797 yılını gösteriyordu
HUMPHRY DAVY
GÜLDÜRÜCÜ GAZ TUTKUNU BİLİMADAMI Humphry Davy,1778 yılında Cornwall’da doğdu.Babası orta sınıfa mensup ve arazi sahibi bir kişiydi. Orta dereceli üniversite hazırlık okulunu bitirince Truro’da öğrenim gördü. Babasının ölümünden sonra 1795 yılında bir cerrahın yanına çırak olarak girdi ve kendisini tıp alanında yetiştirmeye başladı. Diğer taraftan şiir yazıyor,taslaklar çiziyor,avlanıyor ve mineral topluyordu. 1797 yılından sonra bilimsel çalışmalara ağırlık verdi. Daha sonra Royal Society’da başkanlık yapacak olan Davies Giddy, Humphry Davy’e kendi kütüphanesini açtı. Ayrıca çok iyi donatılmış olan bir kimya laboratuvarında çalışmasını sağladı. Davy buradaki çalışmalarında ısının,ışığın ve elektriğin yapısı ile ilgili kendine ait görüşler geliştirdi. 1800’lü yılların başında İngiltere’de güldürücü gaz olarak bilinen diazot monoksit kullanımı oldukça yaygınlaşmıştı. İnsanlara son derece keyifli bir sarhoşluk duygusu verdiğinden herkes bu gazı solumak için fırsat kolluyordu. Nitekim 50 yıl boyunca özellikle gençler,uyuşturucu olarak diazot monoksit kullandı. Tiyatrolarda gönüllüler sıkı nefesler çekip neşeleniyorlar ve komik sendeleyişlerle izleyenleri eğlendiriyorlardı. Bu gaz ancak 1846 yılından sonra anestezik olarak kullanılmaya başlandı. İşte diazot monoksit gazının neşe veren sarhoşluğuna kendini kaptıranlardan birisi de Humphry Davy oldu. Ama aynı zamanda bu gazın herhangi bir hastalığa neden olup olmadığını sınıyordu. Humphry Davy,1798 yılında Clifton’daki Pnömatik Enstitüsü’nde gazların tedavi amacıyla kullanımını araştırmak gayesi ile kurulan kimya bölümünün yöneticiliğine getirildi. Olağanüstü bir konuşmacı özelliği vardı.Deney çalışmaları üretkendi. 1800 yılında ‘Kimyasal ve Felsefi Araştırmalar’ başlığı ile yayınladığı çalışmaları ününü arttırdı. Aynı yıl Londra’da kurulmuş olan Kraliyet Enstitüsü’nde kimya dersleri vermeye başladı. * Humphry Davy’in özenle hazırlayıp verdiği dersler ilgiyle izleniyordu. 1802 yılında kimya profesörü oldu. 1812 yılında sir ünvanı aldıktan sonra Kraliyet Enstitüsü’ndeki görevinden ayrıldı. Kültür ve edebiyat dünyasının tanınmış kişilerinden biri olan zengin ve dul bayan Jane Apreece ile evlendi. Yaşamının sonuna kadar onursal profesör olarak kalacağı Kraliyet Enstitüsü’ndeki önemli bir girişimi,Michael Faraday’ı bilim dünyasına tanıtmak oldu. Faraday 1813 yılında kurumun laboratuvar asistanı oldu ve karı-koca Davy’lerin 1813-1815 Avrupa gezisine katıldı.
1815 yılındaki bilimsel başarıları sonucunda Royal Society’nin altın ve gümüş Rumford madalyaları,maden sahiplerinin hizmet plaketi ile ödüllendirildi. 1820 yılında Royal Society’nin başkanlığına seçildi ve bu görevini 7 yıl sürdürdü. * Humphry Davy,Zooloji Derneği’nin kurulması ve hayvanat bahçeleri açılması gibi konulara da yardımcı oluyordu. Elektrokimya konusundaki son görüşlerini bir konferansta açıkladıktan sonra Royal Society’nin Kraliyet Madalyası ile ödüllendirildi. Sağlığı gittikçe bozuluyordu. 1827 yılında Avrupa’da geziye çıktı.Çalışmayı bırakmasına rağmen balıkçılık üzerine bir kitap yazdı. Bu kitapta kendi çizimlerini kabartmalarla göstermişti. 1829 yılında İtalya’ya yerleşti. Yarı felçli olarak yaşadığı son aylarında ‘Yolculukla Avunma ya da Bir Düşünürün Son Günleri’ adlı yaşam öyküsünü yazdı. Aynı yıl içinde öldü. BİLİMSEL EYLEMLERİ
Humphry Davy,kimya dalında ilk önce amonyak ile azotun asit ve oksit bileşiklerinin yapısını inceledi. Diazot monoksitin solunum etkilerini deneyen bilim ve edebiyat çevresindeki dostlarını,düşüncelerini açıklamaları için çaba gösteriyordu. Bu arada hidrojen ve karbon monoksitten oluşan ve çoğu kez yakıt olarak ta kullanılan su gazını deneme amacıyla solurken neredeyse yaşamını yitiriyordu. Görevlerinden birisi sepileme yani tabaklama konusunda araştırma yapmaktı. Kısa sürede tropik bir bitkiden elde edilen bir maddenin meşe özleri kadar etkili olduğunu,üstelik daha ucuza mal edildiğini buldu. Bu konuda yazdığı makale uzun yıllar sepicilerin rehberi olarak kaldı. 1803 yılında Royal Society üyeliğine seçildi.Dublin’de bulunan bir tarım kuruluşu için her yıl bir konferans dizisi başlattı. Bu konuşmalarından derlediği eserini 1813 yılında ‘Tarım Kimyasının Öğeleri’ başlığında yayınladı. Bu yapıt yıllarca bu alandaki tek kaynak olarak kaldı. 1805 yılında Volta pilleri,sepileme ve mineral çözümlemeleri üzerine yaptığı çalışmalarla Copley Madalyası aldı. Humphry Davy,1800’lerin başında basit elektroliz kaplarıyla deneyler yapmış,bu kaplarda oluşan elektriğin,kimyasal tepkimelerin etkisiyle oluştuğunu ve kimyasal birleşmenin zıt yüklü maddeler arasında gerçekleştiğini anlamıştı.
Bu bulgusundan hareket ederek,elektrik akımlarının kimyasal bileşiklerle etkileşime girme süreci olan elektrolizin,tüm maddeleri bileşenlerine ayırmanın en etkili yolu olacağını düşündü. Bu görüşlerini 1806 yılında bilim dünyasına duyurdu. O yıllarda İngiltere ile Fransa savaşta olmasına rağmen Fransız Enstitüsü’nün Napoleon Ödülü’nü aldı. 1807 yılında sodyum ile potasyumu,1808 yılında toprak alkali metallerini bileşiklerinden ayırmayı başardı. Boraksı potasyumla ısıtarak bor elementini, hidrojen tellürü ve fosfini buldu. * Humphry Davy Kraliyet Enstitüsü’ndeki görevine başladığından kısa bir süre sonra ayrıca magnezyum, kalsiyum, stronsiyum ve alüminyum gibi elementleri de keşfetmişti. Keşfettiği element sayısı 12 tanedir ve o zamanlar bilinen element toplamının beşte birini oluşturur. Alüminyum,Amerika’da aluminum,İngiltere’de aluminium olarak yazılır. Bu yazım farklılığını Humphry Davy yaratmıştır. 1808 yılında bu elementi ilk kez izole ettiğinde ona alumium adını verdi. 4 yıl sonra fikrini değiştirdi ve aluminum dedi. Bu yeni terim Amerika’da kabul edildi. Ancak birçok İngiliz bilimci sodium,calcium ve strontium terimlerindeki ‘ium’ kalıbını bozduğu gerekçesi ile aluminum’u kabul etmedi. Bir sesli harf ve bir hece ekleyerek aluminium haline getirdiler. * Humphry Davy,1811 yılında klorun,sudan oksijen açığa çıkartma yoluyla ağartıcı etkisini keşfetti. Ama bu elementin yapısına ilişkin görüşleri kabul görmedi. Aslında klorun kimyasal bir element olduğunun farkına varamamıştı. Bu nedenle oksijenli bileşik sandığı bu maddeden oksijen açığa çıkarmaya yönelik deneyleri başarılı olmadı. 1813-1815 gezisinde Fransa’da birçok bilim adamı ile tanıştı. Yanında küçük ve portatif bir laboratuvar taşıyordu. Daha sonra iyot adı verilecek olan maddeyi inceledi. Bilinen çeşitli pigmentleri araştırdı ve elmasın bir karbon türü olduğunu kanıtladı. 1818 yılında kendisine baronet ünvanı verildikten sonra İtalya’ya giderek yanardağ etkinliklerini inceledi. 1823 yılından sonra elektrik etkisiyle ortaya çıkan magnetik olgulara eğildi. Ayrıca gemilerdeki bakır malzemeler ile tuzlu suyun ilişkisini inceledi. Fransa’dan İngiltere’ye döndükten sonra hava ile metan gazı karışımlarının hangi koşullar altında patladığını araştırdı. Madencilerin kullandığı güvenlik lambasını da icat etmişti.
JOHN DALTON
MÜTEVAZI YAŞAM John Dalton,1766 yılında Manchester’de doğdu. Babası Quaker mezhebine mensup bir dokumacıydı. Quaker’lar 17.yüzyılın ortalarında İngiltere ve Amerikan kolonilerinde ortaya çıkan bir hıristiyan tarikatıdır. Tanrı’yı kavrayabilmek için dinsel kurumlara,din adamlarına ve ayinlere gerek olmadığını savunuyorlardı. Dalton, Cumberland’da bulunan bir Quaker okulunun yönetimini üstlendiğinde henüz 12 yaşındaydı. Alışılmadık derecede parlak bir öğrenciydi. Daha çocuk sayılacak yaşta olmasına rağmen Newton’un Principia’sını hem de Latincesini okumuştu. Kendi tuttuğu günlüklerde belirttiği gibi buna benzer daha pekçok bilimsel kitabı da okumuştu. 2 yıl sonra, kardeşiyle birlikte 12 yıl görev yapacağı Kendal’daki bir okulda öğretmenliğe başladı. 10 yıl sonra da Manchester’e taşındı ve ömrünün geride kalan 50 yılını burada geçirdi. * 1787 yılında başlattığı bilimsel çalışmasının ilki ,yaşadığı göl bölgesindeki iklim değişikliklerini inceleyen ve 200.000’in üzerinde kayıtın yer aldığı bir günce tutmaktı. Aynı yıl,atmosferdeki elektrik çalkantılarının etkisiyle gökyüzünde oluşan renkli şekillere,yani kutup ışığına tanık olmuştu. Kuzey yarıküredeki kutup ışığı olayları üzerine yazdıkları,kendi özgün düşüncesinin ilk ürünleri oldu. Matematik ve meteoroloji konularıyla da ilgilenmeye başlaması öğretmenliğinin ilk yıllarına rastlar. Kutup ışıkları üzerindeki araştırmaları sonucunda Yer’in magnetikliği ile kutup ışığı arasında bir ilişki olması gerektiği sonucuna vardı. Ona göre, kutup ışığı ışınlarının demire benzer bir yapıda olması mümkündü.Zira başka hiçbir madde magnetik değildir. Bu durumda atmosferin üst bölümlerinde mıknatıs çeliğinin bazı özelliklerine sahip bir akışkan bulunmalıydı. Bu akışkan, magnetik özelliklerinin etkisiyle silindir biçimli ışın durumunu alır. Meteoroloji alanında yaptığı araştırmaları sonucunda alize rüzgarlarının, Yer’in kendi çevresindeki dönme hareketinin ve sıcaklık farklarının etkisiyle oluştuğu sonucuna vardı. Oysa bu kuram daha kendisi doğmadan 1735 yılında George Hadley tarafından öne sürülmüştü. Barometre,termometre,nemölçü aleti, yağmur,bulutlar,atmosfer nemi gibi pekçok meteoroloji konusunda makaleler yazdı. Yağmurun,atmosfer basıncındaki değişiklikten değil,sıcaklığın düşmesinden kaynaklandığını belirleyen kişi oldu. * Hem kendisinde hem de kardeşinde bulunan renk körlüğü üzerine diğer bilim adamları ile birlikte incelemeler yaptı. Renk körlüğü,özellikle kırmızı ve yeşil renkleri ayırt edememe biçiminde ortaya çıkar. Bu kusur ilk kez Dalton’un gözünde saptanarak kendisinin de katıldığı çalışmalarla tanımlandığı için bugün ‘Daltonizm’ olarak adlandırılır. Bulduğu sonuçları 1794 yılında ‘Renklerin Görülmesine İlişkin Olağandışı Olgular’ başlıklı makalesinde açıkladı.
O yıllarda İngiltere Kilisesi’ne bağlı olmayanlar Cambridge ve Oxford üniversitelerine alınmıyorlardı. Bu nedenle Presbiteryenler, Manchester’de New College’ı kurmuşlardı. Böylece papaz adaylarına ve halktan kişilere nitelikli öğrenim sağlanmış oluyordu. Dalton, New College’da bir süre matematik ve doğa felsefesi öğretmenliği yaptı. Henüz çözüme ulaşmamış olan bilimsel olayları kolayca belirleme becerisi vardı. Çeşitli konular üzerinde araştırmalar örgütleme yeteneğine de sahipti. Bir takım verilerden kolayca kuram çıkarabiliyordu. 1800 yılında Manchester Edebiyat ve Felsefe Derneği’nin sekreterliğini üstlendi. Burada hem halka açık hem de özel olarak matematik ve kimya dersleri veriyordu. 1817 yılında Felsefe Derneği’nin başkanlığına getirildi.Bu ünvanını ölünceye kadar koruyacaktır. 3 cilt ve 900 sahifeyi bulan ‘Yeni Kimya Felsefesi Sistemi’ adlı kitabı,yöntem olarak bağımsız ve tamamen özgündü. Dalton,başka bilimadamlarının yaptıkları çalışmalardan yararlanmak için oldukça çekingen davranmıştı. Kendi bilim adamlığını sık sık sorgulamış ve pekçok yanılgısını belirtmiştir. Çok az dostu vardı.Hiç evlenmedi. 1822 yılında Royal Society’nin üyeliğine seçildi. 1826 yılında bu derneğin Altın Madalyası’nı kazandı.İngiliz Bilim Geliştirme Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. Dalton özel yaşamında da Quaker’ların mütevazı davranış kurallarını uyguluyordu. 1826 yılında bir Fransız kimyacı onunla tanışmak için Manchester’e geldi. Ünü bu kadar yaygın olan Dalton’u büyük bir enstitü binasında bulacağını sanmıştı. Sora sora şehrin arka sokaklarından birinde bulunduğunu öğrendi. Oraya varınca küçük çocuklara temel aritmetik dersleri verdiğini gördü. Oldukça şaşırıp Bay Dalton’la mı karşı karşıya olduğunu sordu. Zira aritmetiğin ilk 4 kuralını küçük bir çocuğa öğreten bu kişinin Avrupa’da nam salan kimyacı olduğuna inanamıyordu. Ama Dalton,aradığı kişinin kendisi olduğunu söyledi. Küçük çocuğun aritmetiğini düzeltinceye kadar biraz oturmasını rica etti. 1844 yılında öldü.Tabutunu 40.000 kişi izledi.Cenaze alayının uzunluğu üç kilometreyi geçmişti. KİMYADA YENİ ATILIMLAR John Dalton bilim dünyasını etkileyen ürünlerini kimya çalışmalarında gösterdi. Aslında kimya araştırmaları alanında bir deneyimi yoktu. Buna rağmen çalışmalarında sezgi gücünü ve bağımsız düşünme yeteneğini kullandı. Mevcut olgulardan hareket ederek bir kurama ulaşma becerisini kimya için de gösterdi. Gazlar üzerinde yaptığı ilk çalışması sonucunda kendi adıyla tanınan yasayı buldu. Buna göre,değişik gazlardan oluşan bir karışımın toplam basıncı, bileşimde yer alan gazlardan her birinin tek başına uyguladığı kısmi basınçların toplamına eşittir. Aynı deneylerden,gazların mutlak sıcaklıklarıyla doğru orantılı olarak genleştiklerine ilişkin yasayı da geliştirdi. Bütün bu çabaları sonucunda elde ettiği bulgulardan yola çıkarak gazların suda çözünürlüğünü kanıtlayan ve yayınım hızlarını belirleyen yeni deneyler yaptı. Atmosferin yapısına dair araştırmaları sonucunda ,kimyasal bileşimin 4.500 m. yüksekliğe kadar sabit kaldığını saptadı. 1803 yılında kimyasal elementlerin gösterilmesine ilişkin bir simgeler sistemi geliştirdi ve elementlerin bağıl atom ağırlıklarını saptayarak bunları bir tablo halinde düzenledi. Kimyasal bileşiklerin,elementlerin ağırlıkça belirli basit sayısal oranlarda birleşmeleriyle oluştuğunu ileri sürdü. Bu görüş,daha sonra belirli ve katlı oranlar yasalarının geliştirilmesine temel olacaktır.
En önemli çalışması atom konusunda olmuştu. Ona göre tüm elementler, atom denilen aynı ağırlığa ve aynı yapıya sahip olan çok küçük ve bölünmez parçacıklardan oluşur. Bu görüşlerini 1808 yılında yayınladığı ‘Yeni Kimya Felsefesi Sistemi’ adlı kitabında belirtmişti. Kitabın tamamı 900 sayfadan fazlaydı ve atom konusu sadece 5 sayfa tutuyordu. Ama bilim dünyası modern atom anlayışına yakın bir düşünüş tarzıyla ilk kez karşı karşıya kalıyordu. Kitabında belirttiğine göre,bir hidrojen parçacığını yaratmaya ya da yok etmeye kalkmak,güneş sistemine yeni bir gezegen katmaya ya da var olan bir gezegeni yok etmeye yeltenmekle birdir. Aslında atom fikri eski Yunanlılardan beri bilinen bir olguydu. Dalton’un katkısı,bu atomların göreli olan büyüklükleri,karakterleri ve bir araya geliş süreçleri üzerinde düşünmekti. Örneğin hidrojenin en hafif element olduğunu biliyordu.Bu nedenle ona 1 değerinde atom ağırlığı vermişti. Suyun 7 parça oksijenden ve 1 parça hidrojenden oluştuğuna inanmıştı. Bu yüzden oksijene 7 değerinde bir atom ağırlığı öngördü.Elbette bu tahminleri oksijende olduğu gibi doğru değildi. Ama prensibi doğruydu.
ANTOİNEANTOİNE-LAURENT LAVOİSİER LAVOİSİER
LABORATUVARDAN GİYOTİNE Antoine-Laurent Lavoisier 1743 yılında Paris’te doğdu. Babası Yüksek Mahkeme’de hukuk danışmanı idi. College Mazarin’de klasik dil,edebiyat,felsefe,matematik,astronomi,kimya ve botanik öğrendi. Aile fertlerinde hukuk alanına eğilim olduğu için o da 1764 yılında bu dalda lisans derecesi aldı. Ama fen bilimlerine olan ilgisi daha fazlaydı.İlk ilgi odağı jeoloji oldu.Sonra kimyaya yöneldi. 1766 yılında bir makale yazarak büyük bir kentin en verimli biçimde nasıl aydınlatılacağını inceledi. Bu çalışma kendisine Fransız Bilimler Akademisi’nin altın madalyasını kazandırdı. 1789 ihtilali öncesinde Ferme Generale, Fransız hükümeti adına dolaylı vergi toplayan özel bir kuruluştu. Bu kuruluşta çalışan yüksek görevlilerden birisinin kızı Marie Paulze 1771 yılında henüz 13 yaşındaydı. Lavoisier kendisine aşık oldu.Aynı yıl evlendiler. 1778 yılında Bilimler Akademisi’nin tam üyeliğine kabul edildi. Madam Lavoisier,evlendikleri günden itibaren kocasının bilimsel çalışmasına katıldı. Her ikisi günde beş saatlerini ve pazar günlerinin tamamını bilime ayırmışlardı. Lavoisier’in kendisi kimyadan ayrı pek çok alanda da faaliyet halindeydi. Barut imalatının resmi yetkilisi idi. Metrik sistemin bulunup uygulanmasına yardım ediyordu. O zamana kadar bulunan ve üzerinde görüş birliğine varılan element adlarının rehberini hazırladı. Hipnoz,hapishane reformu,böceklerin solunumu,Paris’in su kaynakları ilgilendiği diğer işlerdi. * O yıllarda Fransa’daki yönetim biçimi feodal krallıktır. Ticaret yapan,sanayide üretimi yürüten zengin burjuva kesiminin devlet yönetiminde rolü yoktu. Kanunlar feodal aristokrat sınıfın çıkarlarını gözetecek şekilde düzenlenmişti. Bu nedenle soylu sınıfa mensup olmak son derece önemliydi. İşin ilginç yönü,bu ünvanları parayla satın almak mümkündü. Babası da Lavoisier’e 1772 yılında bir soyluluk ünvanı satın almıştı. Ferme Generale halk tarafından hiç sevilmezdi. Zenginlerden değil,sadece yoksullardan vergi topladığı ileri sürülüyordu. Lavoisier daha 1768 yılında bu kurumdan hisse satın almıştı. Bu hisselerden sağladığı gelirler,bilimsel çalışmalarına katkı sağlıyordu. O zamanlar için dünyanın en gelişmiş özel laboratuvarına sahipti. * Ferme Generale’nin hissedarı olmak,halkın Lavoisier’den nefret etmesine sebep olmuştu. Lavoisier sanki bu nefreti çoğaltmak istercesine bir işe daha girişti. Paris’i çeviren duvarlar artık eskimişti. Geçiş kapıları da çürüdüğü için kente girenlerden alınan vergi azalmıştı. Yeni bir duvar yaptırdı.Artık birçok geçiş kapısı ve silahlı muhafızlar için devriye yolları vardı. Paris’liler bu duvardan zerre kadar hoşlanmamıştı. Zaten devrim başlayınca,Bastille’den iki gün önce bu duvara saldırdılar.
Lavoisier en büyük hatasını elinde olmayarak yaptı. 1780 yılında genç bir bilim adamı akademiye kendi icadı olan bir buluşu sundu. Bu buluş ilkel bir kızılötesi dürbündü. Bunun sayesinde bir mum alevinden yükselen titrek ısıyı görmek mümkündü. Lavoisier,bu teklifi geri çevirdi. Zira ısı dalgaları kesin olarak ölçülemezdi.Genç adamın kuramı gerçekten yanlıştı. Ama o bunu hiç unutmadı ve Lavoisier’i hiç bağışlamadı. Bu genç adam,Fransız devriminin önderlerinden biri olacak kişi idi : Jean-Paul Marat. Fransız Büyük Devrimi 1789 yılında gerçekleşti. Lavoisier aslında reformcu ve liberal görüşlü biriydi. Etats-generaux toplandığında yedek halk temsilcisi seçildi. Meclis tüzüğünü hazırladı.Paris Komünü’ne de seçilip 1789 Derneği’ne katıldı. Devletteki görevleri artıyordu.Hazinenin yönetiminde çalışmalarda bulunup mali durum ve tarımla ilgili planlar geliştirdi. Ancak Ferme Generale’de hissedar olması ve Paris Duvarı unutulmamıştı. Ülkesine yaptığı hizmetler yanında dünyaca tanınmış bilimadamı olmasına rağmen halkın nefreti sürüyordu. Radikal basın onun aleyhine saldırısını arttırdı. Marat,şimdi Ulusal Meclis’in etkili liderlerinden biriydi ve Lavoisier’ın asılması gerektiğini her yerde söylüyordu. 1791 yılında Ferme Generale kapatıldı. Lavoisier barut fabrikalarındaki görevinden alındı. Cephanelikteki evinden ve laboratuvarından da çıkarıldı. 1793 yılında Terör dönemi en yüksek seviyeye ulaşmıştı. Kasım ayında Ferme Generale’nin yöneticileri ile birlikte Lavoisier de tutuklandı. Kayınpederi de tutuklananlar arasındaydı. 8 Mayıs 1794 günü 31 Ferme Generale üyesiyle birlikte Devrim Mahkemesi’ne çıkarıldı. Mahkeme heyeti ile juri arasında bir berber,bir arabacı ve bir kuyumcu gibi çeşitli meslekten kişiler vardı. İddianamede sanıkların bulundukları mevkiyi kullanarak kazanç sağladıkları ileri sürüldü. Duruşma sırasında onun bilim adamlığı söz konusu edildi.Ama kısa bir süre için. Yargıçlardan birinin ’Devrimin bilim adamlarına ihtiyacı yoktur’ dediği söylenir,ancak bu konuda bir belge yoktur. Zaten duruşma boyunca Lavoisier kişisel olarak bir daha ele alınmadı.Suçlama yöneticilerin hepsineydi. Sekiz kişi beraat etmişti. Lavoisier ve diğerleri ölüm cezasına çarptırıldı.Mahkeme akşamüstü bitmişti. O zamanlar temyiz,itiraz gibi şeyler sözkonusu değildi ve kararlar hemen uygulanıyordu. Bir at arabasına bindirilip giyotinin kurulduğu Devrim Meydanı’na götürüldüler. Hepsinin elleri arkalarından bağlıydı. Meydana gelince arabadan indirildiler. İdamlar hemen başladı. Kayınpederinin başı kesildikten sonra sıra kendisine gelmişti,yavaşça ayağa kalktı. Onun da başı kesildikten sonra diğerlerinin infazı hızla tamamlandı.Hepsinin cesedi toplu bir mezara atıldı.
BİLİMSEL EYLEMLERİ
Kimya bilimi onun sayesinde sağlamlık,açıklık ve yöntem kazanıp modern çağa taşınmıştır. Kimya alanında ilk araştırmasını jipsi (alçıtaşı) çözümlemesi ile yaptı. Oksijen ve hidrojeni gerçeğe uygun biçimde tanımladı. Yanma olayını açıklığa kavuşturmuş,element ve bileşik arasındaki farkı açıklamıştı. Laboratuvardaki deneyleri en titiz bir insanı bile tatmin edecek derecede mükemmeldi. Kimya dalında çok meşhur olmasına rağmen hiçbir element keşfetmemiştir. Ama başkalarının keşfettiği elementleri çok iyi inceliyor ve anlamlandırıyordu. Filojistona ve kirli havaları başından beri önemsememişti. Yanma olayını açıklayan yeni bir kuram geliştirdi. Oksijenin kimyasal süreçlerdeki rolünü açıkladı. Kimyasal tepkimelerde maddenin korunumu ilkesini ortaya koydu. Kimyaya yeni bir adlandırma sistemi getirdi. * Karısı ile birlikte hassas ölçümler gerektiren deneylerle yıllarca uğraştılar. Bu deneylerden bir tanesi paslanma ile ilgiliydi. Paslanan bir nesnenin ağırlık kazandığını saptadılar. Nesne paslanırken havadaki temel parçacıkları kendine çeker. Böylece maddenin dönüşebileceğini,ama ortadan kalkmayacağını ilk farkeden kişiler oldular. Örneğin on kilo odun yakılınca odunun maddesi küle ve dumana dönüşür.Ama evrendeki net madde miktarı aynı kalır. Aslında maddenin korunumu konusunda Lavoisier’i ilginç kılan şey,bu konuya dikkat çekmesidir. Günümüzdeki anlayışa göre kütle ile maddenin her zaman birbiriyle bağlantılı olması gerekmez. İşin temeli atomların korunumudur,ama o çağlarda hiçkimse onların varlığını bilmiyordu. Lavoisier ve karısı paslanma konusunda yapacakları deneye çok önem verdiler. Bir metal parçasının yavaşça yanmasını,muhtemelen paslanmasını izleyeceklerdi. Çözmeyi düşündükleri soru şuydu: Paslanan metalin ağırlığı artar mı?,azalır mı?veya değişmez mi? Tamamen kapalı bir kutu yaptılar ve evlerindeki salonlardan birine geçtiler. Bu kutunun içine çeşitli maddelerle birlikte bir metal parçası koydular ve sıkıca kapadılar. Amaçlarına çabuk ulaşmak istedikleri için paslanmayı hızlandırmak gayesi ile kutuya ısı verdiler. Bir müddet sonra kutu ve içindeki maddeler soğudu. Sonra kutuyu açtılar. Metal parçası şeklini kaybetmiş,paslanmış ve kısmen yanmıştı. O şekliyle dikkatlice tarttılar.
Araya zaman koymadan ne kadar hava kaybedildiğini de ölçmüşlerdi.Tartım ve ölçümleri defalarca tekrarladılar. Sonuç hep aynıydı: Paslı metal,öncesinden daha ağırdı. Peki bu fazladan ilave olunan ağırlık nasıl oluşmuştu? Tartı aletindeki toz ve önceki deneylerden kalmış çok ufak metal parçalarından ileri gelmiyordu. Zira bu konuda gereken tedbirleri almışlar ve çok dikkat etmişlerdi. * Hepimizin soluduğu havada çeşitli gazlar vardır. Lavoisier’in hemen anladığı şey,bu gazlardan bir kısmının metale yapışmış olması gereğiydi. Sözkonusu ağırlığa neden olan buydu. Deneyde kullandıkları bütün maddelerin toplam miktarı değişmemişti. Sadece daha önce havada bulunan oksijen şimdi yoktu. Bu oksijen yok mu olmuştu? Hayır. Metale yapışmıştı.
LORD KELVIN
YAŞLILIKTA GELEN ÜNVAN Lord Kelvin,1824 İrlanda doğumlu William Thomson’un 1892 yılında yani 68 yaşında iken aldığı ünvandır. Bu nedenle yaşantısı incelenirken 1824-1892 yılları arasında adı William Thomson,1892 ile ölüm yılı olan 1907 tarihleri arası Lord Kelvin olarak yazılmalıdır. Babası matematik profesörü idi. William’a henüz çocuk yaşında iken matematiğin en yeni konularını öğretmişti.
10 yaşında iken 1834 yılında Glasgow Üniversitesi’ne kabul edildi.16 ve 17 yaşlarında iken ilk bilimsel makalelerini yayımladı. O tarihlerde Fransız matematikçi J.Fourier’in ‘Isının Analitik Kuramı’ adlı eserinde ileri sürdüğü görüşler İngiliz bilim adamlarınca kabul edilmiyordu. William Thomson, J.Fourier’in görüşlerini benimsemişti.Bu görüşlerde yer alan matematiksel yöntemlerin hem ısı akışına hem de başka enerji biçimlerine uygulanabileceğini ileri sürdü. ’Yer’in Biçimi Üzerine Deneme’ başlıklı makalesi ile altın madalya kazandı. * 1841 yılında girdiği Cambridge Üniversitesi’ni dört yıl içinde bitirdi ve Paris’e gitti. Burada gazların ısıl özellikleri üzerinde kendini yetiştirdi. 1846 yılında Glasgow Üniversitesi’nde ilk önce doğa felsefesi,sonra fizik kürsüsü profesörlüğüne seçildiğinde 22 yaşındaydı. Bu görevini 1899 yılına kadar 53 yıl sürdürecekti.Bütün bilimsel çalışmalarını da Glasgow’da gerçekleştirecektir. Üniversite öğretiminde deneysel çalışmanın önemini kavramıştı.Bu nedenle İngiltere’nin ilk fizik laboratuvarını kurdu. Madde ve enerjiye ilişkin bütün kuramların tek bir kuram içinde birleşebileceğine inanmıştı. Bilimsel kuramlarını yaşamın pratik uygulamalarına yansıtan William Thomson,hem servet hem de ün sahibi oluyordu. 1866 yılında ‘sir’ ünvanını aldı. 1892 yılında İskoçya’daki Largs dolaylarında Kelvin baronluğu kuruldu.Bundan sonra Lord Kelvin olarak anıldı. Gemici pusulasının mucidi oldu.İlk derinlikölçer yani iskandilin yaratıcısıdır. 1907 tarihinde öldüğünde 83 yaşındaydı.
İNATÇI BİLİMADAMI William Thomson hidrodinamik olgular ile bir telden geçen elektrik akımı arasındaki benzerliği 1842 yılında yazdığı bir makale ile dile getirdi. 1847 yılında Joule’un ısı ile mekanik enerjinin birbirine dönüşebileceğine ilişkin kuramını öğrendi ve bu kuramı bilim çevrelerine tanıtmak için yoğun çaba harcadı. Zira Joule’un kuramı,‘ısının ağırlıksız bir akışkan’ olduğu düşüncesine son veriyordu. 1851 yılında yazdığı matematiksel incelemesinde Joule’un görüşlerini doğruladı. Bu çalışma, kendisinin bağımsız olarak ortaya koyduğu termodinamiğin ikinci yasasını da içeriyordu. * William Thomson ve Joule birlikte çalışarak 1852 yılında bir gazın iş üretmeden ya da ısı aktarımı olmadan genleşmesi durumunda sıcaklığın azaldığını buldular. Bu olgudan yararlanılarak gazların sıvılaştırılması gerçekleştirilmiş ve soğutma sanayii gelişmiştir. Carnot,ısı makinelerinin verimini ısının kalorik kuramına dayanarak açıklamıştı. William Thomson,bu çalışmayı, ısının mekanik enerjiyle eşdeğer olduğunu kanıtlayan Joule’un bulguları ile bağdaştırarak ısı kuramını bir mekanik ilkeye dönüştürmek istiyordu. Böylece 1848 yılında mutlak sıcaklık ölçeğini geliştirdi. * Fransız fizikçi C.Charles,1787 yılında gazların genleşme yasasını bulmuştu. Bu yasa,soğutulan bir gazın hacminin,her 1 derece sıcaklık farkı için,sıfır derecedeki hacminin 273’te biri kadar küçüldüğünü belirliyordu.
Buradan,eksi 273 derecede gazın hacminin sıfır olacağı sonucu çıkıyordu. W. Thomson, eksi 273 derecede hacmin sıfır olmayacağını,ama gazı oluşturan moleküllerin hareketlerinin ortadan kalkacağını öne sürdü. Böylece, daha sonraki tarihlerde kinetik enerji olarak adlandıracağı hareket enerjisinin sıfır olacağını belirlemiş oluyordu. Bu olay bütün madde molekülleri için geçerliydi. Bütün molekül hareketinin durduğu ve herhangi bir sonlu süreçle erişilmesi olanaksız bir alt sınır olan eksi 273 derecelik sıcaklığın mutlak sıfır olarak kabul edilmesini önerdi. Bu sıcaklıktan yukarıya doğru Celsius ölçeğiyle derecelendirilen bir sıcaklık ölçeği ortaya koydu. Eksi 273 derece sıcaklık,ısının tümüyle işe dönüşebilmesi için gerekli alt sınırdı. Mutlak sıcaklık ölçeği,günümüzde Kelvin ölçeği olarak adlandırılır ve bütün bilimsel sıcaklık ölçümlerinin temelini oluşturur. * William Thomson’un elektrik akımı ile ısı akışı arasındaki matematiksel benzerliğe ilişkin çalışmaları,Atlas Okyanusu’nda döşenen ilk denizaltı telgraf kablosunun başarılı olmasında yardımcı oldu. 1850 yılında döşenen bu denizaltı kablosunda ilk önceleri sinyaller düşük hızla yol alıyor ve bozuluyordu. William Thomson,bunun elektriksel bir iletken olan deniz suyu ile kablonun bir kondansatör oluşturmasından kaynaklandığını belirledi. Sinyaldeki gecikmenin önlenebilmesi için kablo çapının büyük olması,iletkenliği yüksek malzemeden yapılması ve iletilen sinyallerin genliğinin çok küçük olması gerektiğini öne sürdü. Böylece zayıf gerilimleri algılayabilen ve günümüzde aynalı galvanometre denilen bir aygıt geliştirdi.
William Thomson,soğuma olayını Yerküre’in yaşının belirlenmesine uygulamak istiyordu. Yerküre’in Güneş’ten koptuğunda onunla aynı sıcaklıkta olduğunu ve sürekli soğuduğunu varsayıyordu. 1862 yılında Yerküre’in yaşının 200 milyon yıldan fazla olamayacağını hesapladı.Kesin olarak 98 milyon yıl olduğunu söyledi.Zaman içinde yeni yeni rakamlar öne sürdü.1897 yılındaki tahmini 24 milyon yıldı. 1899 yılında bu sürenin 20-40 milyon yıl arasında olduğunu ileri sürdü. Oysa jeolojik bulgular bu sürenin 200 milyon yıldan çok daha fazla olduğunu ortaya koymuştu. Bu konuda kesin bir rakam önerememesi,Yerküre’in gerçek yaşının çok ötesinde tahminler yapması o günlerin bilim dünyası içinde normaldi. Zira henüz radyoaktivite olayı bilinmiyordu. Yerküre’in Güneş’ten bağımsız bir ısı kaynağına sahip olduğu anlaşılmamıştı.En önemlisi,Güneş büyüklüğünde bir cismin en fazla birkaç on milyon yıldan uzun süre boyunca ve yakıtını tüketmeden nasıl yandığını açıklayacak bilgi yoktu.
Herkes Güneş ve gezegenlerin genç olması gerektiğini düşünüyordu. Kelvin,yaşamı boyunca 600’den fazla bilimsel makale yazdı.69 tane patent sahibi oldu. Yaşamının son yıllarında fizikte ortaya çıkan yeniliklere ilgisiz kaldı.Hatta karşı çıktı.
MAX PLANCK
TALİHSİZ BİLİMADAMI Max Planck (Karl Ernst Ludwig) 1858 yılında Almanya’da doğdu. Doktora çalışmasını 1879 yılında tamamladıktan sonra çeşitli üniversitelerde öğretim görevlisi ve doçent olarak görev aldı. 1892 yılında Berlin Üniversitesi’nde kuramsal fizik profesörü oldu. Max Planck,1912 yılında Prusya Bilimler Akademisi’nde matematik ve fizik ile ilgili bölümlerde görev aldıktan sonra 1918 yılında Nobel Fizik Ödülü’nü kazandı. 1930 yılında Berlin’deki Kaiser Wilhelm Enstitüsü’nün başkanlığına seçildi. 1933 yılında Hitler’in iktidara gelmesi ile birçok bilimadamı Almanya’yı terk etmişti veya terk etmek zorunda bırakılmıştı.
Max Planck,uygulanan bu politikanın yanlış olduğunu sürekli vurguluyordu. 1937 yılında Kaiser Wilhelm Enstitüsü’nün başkanlığından,ertesi yıl Prusya Bilimler Akademisi’nden ayrıldı. Max Planck,yaşantısı boyunca mutsuz olaylarla karşılaştı. Çok sevdiği ilk karısını 1909 yılında kaybetti. Büyük oğlu Karl,1916 yılında,Birinci Dünya Savaşı’nda cephede öldü. Çok bağlı olduğu ikiz kızları vardı.Biri doğum yaparken öldü. Hayatta kalan diğer kızı,kardeşinin bebeğini bakmak üzere aldı,ama eniştesine aşık oldu. Evlendiler ve iki sene sonra doğum yaparken o da öldü. 1944 yılında Berlin’deki evi müttefik bombardımanları sırasında isabet aldı. Bütün notlarını,günlüklerini,kitaplarını ve belgelerini kaybetti. Aynı yıl,hayatta kalmış tek oğlu olan Erwin,Hitler’e karşı girişilen suikasta katıldığı gerekçesi ile kurşuna dizildi. İkinci Dünya savaşının bitmesinden sonra Göttingen’e yerleşen Max Planck,1947 yılında öldü.
ENTROPİDEN KUVANTUMA Max Planck daha lise yıllarında enerjinin korunumu ile ilgili termodinamiğin birinci yasasına ilgi duymuştu. Üniversite yıllarında entropi ile ilgili termodinamiğin ikinci yasasını mutlak bir doğa kanunu olarak benimsedi. Doktora tezinin konusu da entropi yasası idi. Bu alandaki çalışmaları,günümüzde Planck sabiti olarak anılan eylem kuvantumunu 1900 yılında bulması ile sonuçlandı. Entropi,bir sistem içindeki düzensizlik ölçüsüdür. Bu konuda bir bilim adamının şöyle bir benzetmesi vardır: Bir deste iskambil kağıdı düşünelim. Paketinden yeni çıkmış,önce suitlerine,yani maça,kupa,karo ve sinek olarak,sonra da astan papaza kadar rakamlarına göre sıralanmış bu kağıtların düzenli halde bulunduğu söylenebilir. Şimdi kağıtları karıştırarak desteyi düzensiz hale getirelim. Entropi,bu halin tam olarak ne kadar düzensiz olduğunu ölçmenin bir yoludur. Kağıtlar daha fazla karıştırıldığında ortaya çıkabilecek belli sonuç olasılıklarını da belirler.
Max Planck entropi konusundaki doktora tezini 1891 yılında bitirdiğinde bir hayli üzüldü. Zira bu konudaki bir çalışma yıllar önce Yale Üniversitesi’nden J.Willard Gibbs tarafından yapılmıştı. 1860’lı yıllarda,üzerine düşen ışınım enerjisinin tümünü yeniden salan maddeler ‘kara cisim’ olarak adlandırılmıştı. 1890’lı yıllarda kara cismin saldığı ışınımın tayftaki dağılımı ele alınmıştı. Belirli bir sıcaklıkta,salınan enerjinin ne kadarının hangi frekansta olduğunu gösteren eğrinin deneysel ve kuramsal olarak belirlenmesine yönelik çabalar sürdürülüyordu. Wilhelm Wien,bir kara cismin saldığı ışınımın geniş bir dalgaboyu bölgesine yayıldığını,ancak salınan enerjinin belirli bir dalgaboyu için en büyük değeri aldığını gözlemlemişti. Sonra,bu dalgaboyunun,cismin mutlak sıcaklığı ile ters orantılı olduğunu 1896 yılında ortaya koydu. Max Planck, Wien’in kuramını entropi yasası ile ilişkilendirme çabalarına girişti. Ancak,aynı konuda araştırmalar yapan deneysel fizikçiler, Wien kuramının yüksek frekanslarda geçerli olduğunu,tayfın alçak frekans bölgesinde geçerli olmadığını saptadılar. Max Planck, Wien kuramının geçerli olduğu yüksek frekans bölgesinde ışınım entropisi ile enerji arasında matematiksel ilişki kurmayı düşündü. Böylece bu matematiksel ilişkiyi alçak frekans bölgesinde elde edilmiş olan deneysel bulgulara da uyacak biçimde ifade etti . 19 Ekim 1900 yılında sonradan ‘Planck Işınım Yasası’ olarak adlandırılan kuramını açıkladı.
Max Planck,görüşlerini herhangi bir fizik kuramına dayandırmamıştı. Bu nedenle ileri sürdüğü görüşler,kara cismin ışımasını gözlemlere uyan bir biçimde belirlemekten öteye gitmiyordu. Böylece çok yoğun bir çalışmaya girişerek 14 Aralık 1900 yılında görüşlerinin kuramsal temellerini oluşturdu. Ancak bu işi yaparken entropi ile ilgili termodinamiğin ikinci yasasının mutlak bir doğa yasası olduğu görüşünden vazgeçmek zorunda kaldı.
Bu kuramın istatiksel niteliğini benimsedi. Işıma olgusunda enerjinin sürekli biçimde değil,enerji paketleri halinde kesikli olarak açığa çıktığını varsaydı. Bir benzetme yapılacak olursa,enerji,bir akarsu gibi süreklilik gösteren bir olgu değildir. Her biri belirli enerji miktarını içeren bu paketlere ‘kuvantum’ adını verdi. Bir kuvantum enerjisinin,ışınımın frekansıyla orantılı olduğunu ileri sürdü. Bu enerji, ışınım frekansının bir sabitle çarpımına eşitti. Bu olgu sonradan ‘Planck Sabiti’ olarak adlandırıldı.
DİMİTRİY İVANOVİÇ MENDELEYEV
YAŞAMI Dimitriy İvanoviç Mendeleyev 1834 yılında Sibirya’da bulunan Tobolsk kentinde doğdu.Ailesinin 17. ve son çocuğu idi. Mendeleyev’in doğduğu yıl babası kör oldu ve emekliye ayrıldı.Ailenin geçimi annesinin üzerinde kalmıştı. Bayan Mendeleyev çalışkan bir kadındı. Nitekim sonunda bir cam fabrikasının müdürlüğüne yükseldi.1848 yılına kadar herşey iyi görünüyordu. Ama o yıl fabrika yanınca ailede maddi sıkıntı yeniden başladı. Mendeleyev oldukça zor bir çocukluk dönemi geçiriyordu. Bayan Mendeleyev en küçük çocuğunu okutmaya kararlıydı. 1849 yılında liseyi bitirince onu yanına alıp otostopla 6.436 km. yol katederek Petersburg’a vardı. Vucudu bu denli bir yorgunluğu kaldıramadığı için kısa süre içinde öldü. * Mendeleyev,Sibirya kökenli olduğu için hem Moskova Üniversitesi,hem de Petersburg Üniversitesi kendisini kabul etmiyordu. 1850 yılında Petersburg Pedagoji Enstitüsü’ne kabul edildi.1855 yılında altın madalya ödülü kazanarak mezun oldu. Kırım’da bulunan Simferopol Üniversite Hazırlık Okulu’na öğretmen olarak atandı. Oradan Odessa Lisesi’ne geçti ve kimya çalışmalarını burada sürdürdü. Bu dalda yetkin bir kişi olduğunu kanıtlamıştı,ancak laboratuvar çalışmalarında o denli başarılı değildi. Biraz da darmadağınık olan saç ve sakalları nedeniyle tanınıyordu.Yılda sadece bir kez traş olduğu söylenmekteydi. Ama kısa süre sonra toparlandı. * 1856 yılında Petersburg Üniversitesi’nden kimya dalında lisansüstü derecesini aldı ve 1857 yılında üniversitedeki görevine başladı. 1860 yılında hükümet tarafından Heidelberg Üniversitesi’ne gönderildi. Molekül kohezyonu,yani molekülleri bir arada tutan çekim kuvvetine ilişkin araştırmalara başladı.
Eylül ayında katıldığı bir kongrede İtalyan kimyacı Stanislao Cannizzaro ile tanıştı. Cannizzaro’nun atom ağırlığı ile molekül ağırlığı arasında yaptığı ayırım kendisini bir hayli etkiledi. 1861 ile 1864 yılları arasında bilimsel makaleler yazdı. 1864 yılında Petersburg Teknoloji Enstitüsü’nde kimya profesörü,3 yıl sonra da Petersburg Üniversitesi’nde genel kimya profesörü oldu. 1868-1870 yılları arasında,kısa süre sonra klasik bir ders kitabı durumuna gelecek olan ‘Kimyanın İlkeleri’ adlı kitabını yazdı. Mendeleyev,1867 yılında bir sergi nedeniyle Fransa’ya gitmişti.Orada kaldığı süre içinde sanayi kimyasını incelemişti. Ülkesine dönünce soda üretimine katkıda bulundu. 1876 yılında ABD’ye yaptığı gezide petrol ürünlerinin verimliliğini ve üretim sürecini gözden geçirdi. Dönüşünde bu konulardaki önerilerini Rusya yöneticilerine iletti.Havacılık faaliyetleri de ilgi alanındaydı. Çeşitli bilimsel çalışmalarında balonlardan yararlandı. Siyasi görüşleri ilerici ve toplumsal reformlardan yanaydı.Bu nedenle sık sık çarlık rejiminin baskısı ile karşılaşıyordu. Sanatla ilgili bazı kuruluşlara üye olması engelleniyordu.Öğrencilerin uğradığı haksızlıklara karşı mücadele etti. Hükümetle düştüğü anlaşmazlık üzerine üniversitedeki görevinden istifa etti. Ama bilim dünyasında kazandığı başarı sayesinde çarlık rejimince işsiz bırakılmadı. 1891 yılında ağır kimyasal maddelerin dışalımı konusunda yeni bir sistem kurmakla görevlendirildi. 1893 yılında Ağırlıklar ve Ölçüler Bürosu’nun başına getirildi.Ölünceye dek bu görevi yaptı.1907 yılında öldü. PERİYODİK TABLO
19.yüzyılın ilk yarısına gelindiğinde bile kimyacılar birbirlerinden kopuk halde çalışıyorlardı. Bu nedenle bilimsel teamüller oluşamıyordu. Yüzyılın ikinci yarısında H2O2 formülü bazı kimyacılar için su,bazıları için de oksijenli su anlamına geliyordu. C2H 4 formülü ise ya etilen ya da bataklık gazına ait simgeydi. Her yerde aynı simge ile gösterilen bir molekül hemen hemen yoktu. Kimyacılar genellikle kendilerinin buldukları sembolleri veya kısaltmaları kullanıyorlardı.
İsviçre’li J.Berzelius,elementlerin Yunanca veya Latince isimlerini temel almış ve bu isimlerden birtakım kısaltmalar yapmıştı. Probleme bir ölçüde düzen gelmişti.Bugün kullanılan bazı semboller bu uygulamadan kalmadır. Örneğin Latincede ferrum olan demirin kısaltması Fe,argentum olan gümüşün kısaltması Ag böyledir. Diğer kısaltmalardan bir çoğu İngilizce adlarıyla uyumludur.Örneğin nitrojen için N,oksijen için O,hidrojen için H kullanılır. J.Berzelius,bir molekül içindeki atom sayısını göstermek için üst im kullandı: H2O gibi. Sonraları özel bir neden olmadığı halde atom sayısı için alt im kullanılmaya başlandı. * 1869 yılına gelindiğinde elementler iki şekilde gruplara ayrılmış durumdaydı. Gruplardan biri elementlerin atom ağırlıklarına göreydi. Diğer gruptaki elementleri ise ortak özellikleri niteliyordu.Örneğin metaller ve gazlar şeklinde kategoriler vardı. Yapılması gereken iş,bu iki ayırımı aynı tabloda birleştirmekti.Bunu gören Mendeleyev oldu. Aslında 3 yıl önce bu ilkeyi John Newlands adında amatör bir kimyacı İngiltere’de öngörmüştü. Elementlerin atom ağırlıklarına göre dizildikleri zaman, peşpeşe gelen her sekiz elementin bazı özelliklerini tekrarlar ya da birbirleri ile uyuşur gibi göründüğünü ileri sürmüştü. Ancak koşullar henüz oluşmamıştı ve Newlands doğru bir sunum yapamamıştı. * Mendeleyev ‘Kimyanın İlkeleri’ adlı kitabını yazdığı sırada,elementleri sınıflandıracak bir sistem kurmayı planlamıştı. Bu nedenle elementlerin özellikleri ve aralarındaki ilişkileri araştırmaya başladı. Başka bilim adamları da bu tür bir sınıflandırma sistemi üzerinde çalışmaktaydılar. John Dalton’un atom ağırlıkları kavramını ele alan kimyacılar,bütün elementlerin basit ve ortak bir maddeden oluşması olasılığını araştırıyorlardı. Diğer taraftan elementlerin özelliklerindeki raslantısal benzerliklerin, yapılarındaki benzerliklerinden ileri gelip gelmediğini inceliyorlardı. Bu amaçla elementlerin özellikleri arasında aritmetik bağıntılar kurmaya çalışıyorlardı. Sonuçta Periyotlar yasasını Mendeleyev buldu. Elementlerin atom ağırlıklarına ve ortak özelliklerine göre yapılan ayırımın aynı tabloda birleşebileceğini görmüştü. * Mendeleyev’in Kuzey Amerika’da solitarie,başka yerlerde patience adıyla tanınan tek kişilik bir kağıt oyunundan esinlendiği söylenir. Bu oyunda kartlar suitlerine göre,yani maça,kupa,karo ve sinek sırasına göre yatay doğrultuda,rakamlarına göre ise dikey doğrultuda sıralanır. Mendeleyev,benzer bir anlayışla,elementleri periyotlar denilen yatay diziler halinde ve gruplar denilen dikey sütunlar halinde sıraladı. Meydana gelmiş olan tablo,boyuna okunduğu zaman bir ilişki grubunu,enine okunduğu zaman başka bir ilişki grubunu gösteriyordu. Buna göre,dikey sütunlar benzer özelliklere sahip kimyasalları bir araya getirir. Metallere ait kimyasal benzerlikleri nedeniyle bakır gümüşün,gümüş te altının üzerinde yer alır. Aynı zamanda helyum,neon ve argon gazlar sütununa yerleşir. Yatay diziler de kimyasal elementleri atom çekirdeklerindeki proton sayısına,yani atom numarası olarak bilinen değere göre küçükten büyüğe doğru sıralar. Hidrojende bir proton bulunur.Bu nedenle atom numarası 1’dir ve tablonun ilk elementidir. Uranyumun 92 tane protonu vardır.Bu nedenle tablonun sonlarında yer alır,atom numarası 92’dir. Periyotlar yasasına göre elementler artan atom ağırlıklarına göre sıralandığında,ortaya çıkan tabloda elementlerin özellikleri de periyodik olarak sıralanır. Bu tablo,o güne değin tek başına incelenmiş kimyasal bağıntıların bir çoğunun birlikte gözlemlenmesini olanaklı hale getirmişti. Mendeleyev, tablosunda boşluklar bıraktı ve bu yerlerin henüz bulunmamış elementlerle doldurulacağını öngördü.
RICHARD OWEN
ÖZEL VE BİLİMSEL YAŞAMI Richard Owen 1804 yılında İngiltere’nin kuzeyindeki Lancaster’de doğdu. 1824 yılında tıp eğitimi için Edinburg’a gitti. Anatomiye merakı aşırı derecedeydi. Sık sık yasakları çiğniyor,kadavralardan aldığı parçaları gizlice evine götürüyordu. 1826’da İngiltere Kraliyet Cerrahlık Okulu’na girmeye hak kazandı. Görevi,tıp ve anatomik örneklerden oluşan çok geniş,fakat düzensiz olan kolleksiyonları düzenlemekti. 1833 yılında çalışmalarının ilkini yayınladı. Bu çalışmasında Kraliyet Cerrahlık Okulu Müzesi’nden yararlandı. Yapıtında oradaki karşılaştırmalı anatomi kolleksiyonunun resimli ve açıklamalı katologuna yer verdi. Bu koleksiyon ona ileride yapacağı hem canlı hem de fosil hayvanlara ait araştırmalarında yardımcı olacaktır. 1836 yılında Kraliyet Cerrahlık Okulu’nun Hunter Kürsüsü’nde profesör,1837 yılında da anatomi ve fizyoloji profesörü oldu. Hekimliği bıraktıktan sonra zamanının tümünü araştırmalara ayırdı. * R.Owen,organizasyon yönünden oldukça yetenekliydi. Çalışmalarındaki akılcı yöntemiyle hızla başarıya ulaşıyordu. Fosil kemiklerini birleştirip iskelet haline getirme işinde uzmanlaştı. Hemen hemen hiç yanılmayan içgüdüleri ile kısa zamanda üstün nitelikli bir anatomist oldu. Ancak bu yanılmayan içgüdüsü, her zaman doğru sonuçlara ulaşacağının garantisi değildi. Nitekim,ileriki tarihlerde birçok hata yaptığı kanıtlanmıştır. Ama hayvanların anatomisi alanında zamanının en ünlü kişisi olmuştu. Bu sebeple Londra Zooloji Bahçeleri’nde ölen hayvanları satın alma önceliği kendisine tanındı. * R.Owen en çok dinozorlar üzerindeki uzmanlığından dolayı hatırlanır. Dinosauria terimini bilim dünyasına o kazandırmıştı. Dinosauria ,korkunç kertenkele anlamına gelir.Ancak dinozorlar kesinlikle kertenkele değillerdi. Bugün için kertenkelelerin dinozorlardan otuz milyon yıl önce başka bir soydan geldikleri anlaşılmıştır. R.Owen,dinozorların sürüngen olduklarını elbette biliyordu.Bu sebeple onlara herpeton adını verebilirdi. Ayrıca bir tane değil,iki tane sürüngen takımı olduğunun da farkına varamadı. Nitekim dinozorlar kuş kalçalı Ornithischia takımı ile kertenkele kalçalı Saurishchia takımını kapsar. * Thomas Huxley’in gayretleri ile Zooloji Derneği ve Royal Society’nin komitelerindeki görevinden alınıp British Museum’da doğa bilimleri bölümlerinin yöneticiliğine atandı. Bu dönemdeki çalışmaları bilimin bulgularını halkın her kesimine sunmak içindi. Özellikle South Kensington’daki Doğa Tarihi Müzesi’nin geliştirilmesi ile ilgileniyordu. Nitekim 1880 yılında hizmete açılan Doğa Tarihi müzesi onun eseridir.1892 yılında öldü.
BİLİMSEL DÜZENBAZLIK
R.Owen hem tip hem de huy olarak insanlara sevimli gelmezdi. Herkes onun soğuk karakterli ve küstah davranışlı olduğunda hemfikirdi. Amacına ulaşmak için düşünmeksizin herşeyi yapacağından kuşku duyulmuyordu. Ancak anatomi alanındaki tartışma götürmez yeteneği tüm olumsuzluklarını perdeliyordu. Diğer taraftan R.Owen’ın neden olduğu problemler birbirinin peşisıra ortaya çıkıyordu. Thomas Huxley 1857 yılında Churchill’s Medical Directory’in yeni baskısında bir şey fark etti. R.Owen’ın ismini rehberde görmüştü. Londra’daki Madencilik Okulu’nun Karşılaştırmalı Anatomi ve Fizyoloji Profesörü olarak görünüyordu. Oysa o mevkide Thomas Huxley’in kendisi bulunmaktaydı. Araştırınca bu bilgiyi yayıncılara R.Owen’ın ilettiğini öğrendi. * O günlerde Hugh Falconer adlı bir doğabilimci,heryerde şikayet edip duruyordu. İddiasına göre kendi keşiflerinden birini R.Owen sahiplenmişti. Bu tip iddialar sürekli ortalıkta dolaşıyordu. Birkaç kişi,kendi örneklerini R.Owen’a incelemesi için verdiklerini,ancak onun bu çalışmalara el koyduğunu söylüyorlardı. En dikkat çekici olay ise bir hekimin başına gelenler oldu. Gideon Mantell uzun yıllar çalışarak çok sayıda fosil biriktirmiş ve kayıtlara geçirmişti. Ancak şanslı bir kişi değildi,işleri hep ters gitti. Zaman içinde karısını,çocuklarını,hekimliğini ve fosil kolleksiyonunu kaybetti. Zavallı adam Londra’ya taşınmıştı ki kısa bir süre sonra kaza geçirdi. Bir at arabası kendisine çarpınca,belinden sakatlandı. R.Owen sistemli bir çalışmayla Mantell’in katkılarını kayıtlardan sildi. Onun yıllar önce adlandırdığı türlere yeni isimler verdi ve keşifleri kendisi üstlendi. * R.Owen’ın kuşkulu işlerinin sonu gelmiyordu. Royal Society’nin bir komitesi (ki başkanı da R.Owen’di) ödül verecekti. Belemnit adlı nesli tükenmiş bir yumuşakça için yazılan bildiri birincilik kazanmıştı. Bu bildiriyi yazan R.Owen’di ve kendisine Kraliyet Madalyası verilmesi kararlaştırıldı. Oysa belemnit 4 yıl önce Chaning Pearce adındaki amatör bir doğabilimci tarafından keşfedilmişti. Üstelik bu keşfin bildirisi Jeoloji Derneği’nin bir toplantısında sunulmuştu. İşin ilginç tarafı o toplantıya R.Owen’ın kendisi de katılmıştı. Ama şimdi, Royal Society’e kendi bildirisi gibi sunuyordu. Bu yaratığa kendi adını da veriyordu:Belemnites owenii. Durum ortaya çıkınca Kraliyet Madalyası gene de elinden alınmadı. Bütün bu olayların intikamını Thomas Huxley aldı. Büyük gayretlerle, R.Owen’i Zooloji Derneği ve Royal Society’nin komitelerinden attırdı. R.Owen,1863 yılında bilinen en eski kuş cinsi olan Archaeopteryx’i müzesine kazandırmıştı. 90 sene sonra,yani 1954 yılında bu kuş için yeni bir araştırma yapıldı. Elde edilen sonuca göre R Owen kuşun iskeletini düzenlerken sırt ve karın bölümlerini birbirine karıştırmıştı.
Ayrıca en önemli iki özelliği gözden kaçırdığı anlaşıldı.Bu özellikler çok önemliydi. Zira kuş,düz olan göğüs kemiğinden dolayı havada sadece süzülebilirdi. Ayrıca,kafatasının yapısı sürüngenlerle büyük benzerlik taşıyordu. Aslında onun yaptığı bilimsel hatalar,henüz hayatta iken saptanmıştı. Anatomi konusunda,omurgalı kafatasının değişikliğe uğramış omurlardan oluştuğunu iddia ediyordu. Bu görüş,Thomas Huxley tarafından tamamen çürütülmüştü.
ESERLERİNDEN BİRKAÇI 1832 : ‘Memoir on the Pearly Nautilus’ 1845 :‘Odontography’ 1846 :‘Lectures on Comparative Anatomy and Physiology of the Vertebrate Animals’ (Omurgalıların Fizyolojisi ve Karşılaştırmalı Anatomisi Üzerine Dersler) 1846 :‘A History of British Fossil Mammals and Birds’ (Britanya’daki Fosil Memelilerin ve Kuşların Tarihi) Daha ileriki yıllarda:A History of British Fossil Reptiles’ (Britanya’daki Fosil Sürüngenlerin Tarihi) ‘On the Anatomy of Vertebrates’ (Omurgalıların Anatomisi Üzerine)
RICHARD NORWOOD
MUTSUZ BİR YAŞAM 1590 doğumlu Richard Norwood henüz genç yaşlarında iken deniz diplerinden inci toplayıp zengin olmak istemişti. Edmond Halley’in icat ettiği dalgıç-hücresini model olarak alıp yeni bir tane yaparak Bermuda’ya gitti. Ancak zengin olma hayali kısa sürede sona erdi.Herşeyden önce orada inci yoktu. Olsa bile bir şey farketmeyecekti.Zira yaptığı dalgıç-hücresi bir işe yaramamıştı. Mecburen ülkesine geri döndü. İngiltere’deki çalışmalarını tamamladıktan sonra,bu kez yerleşmek için ailesi ile birlikte Bermuda’ya gitti. Tarım ile uğraştı.Boş zamanlarını trigonometriye ayırmıştı. Orada 38 sene yaşadı.Ancak yaşamının son yılları mutlu olmadı. * Richard Norwood,ailesi ile Bermuda’ya giderlerken,iki küçük oğlu,genç bir piskopos vekili ile aynı kamarayı paylaşmıştı. Çocuklar,Nathaniel White adındaki bu piskopos vekilini yaptıkları yaramazlıklar ile çileden çıkarmışlardı. Nathaniel White da bunun üzerine Richard Norwood’un yaşamını zehir etmeye and içmişti. Richard Norwood’un iki kızının da evlilikleri çok kötü oldu. Onların mutsuzlukları kendisine büyük üzüntüler yüklüyordu. Büyük bir ihtimalle piskopos vekili ile işbirliği yaparak kızlarından birisinin kocası Richard Norwood’u ufak tefek suçlardan dolayı sürekli mahkemeye veriyordu. Duruşmalara gidip gelmek kendisini bir hayli yoruyordu. 1650 yıllarında Bermuda’da cadı mahkemeleri başladı. Richard Norwood,trigonometri çalışmaları için aldığı notlarda kullandığı birtakım sembollerden dolayı tedirginlik duydu. Bu sembollerin şeytanla iletişim kurduğunun işareti olarak algılanmasından korkmuştu. Bütün bu nedenlerden ötürü son yıllarını kuşku içinde geçirdi. 1675 yılında öldü. BİLİMSEL EYLEMLERİ
17.yüzyılın ilk yarısında bilimadamları son derece olumsuz şartlar altında birtakım ölçümler yaparak Yerküre’nin büyüklüğünü hesaplamaya çalışıyorlardı. Bu çalışmaların ilki bir matematikçi olan İngiliz yurttaşı Richard Norwood’a aittir. Richard Norwood,genç olmasına rağmen trigonometri ve açılar konusunda uzmandı. Bu bilgisini kullanarak bir meridyen derecesinin uzunluğunu hesaplamaya karar verdi. Londra Kulesi’ne sırtını döndü ve yola koyuldu.İki sene boyunca şehrin kuzeyinde 335 kilometre yürüdü. Yürüyüşü boyunca bir parça zinciri defalarca gerip ölçüyordu. Bir taraftan da geçmiş olduğu yerlerdeki iniş-çıkışlı yollar ve virajlar için çok hassas ayarlamalar yapıyordu.
En son olarak Londra’da ilk ölçümü yaptığı günün aynı saatinde ve yılın aynı gününde Güneş’in York’taki açısını ölçmeyi tasarlamıştı. Elde edeceği verilerden yararlanarak Yerküre’nin bir meridyen derecesinin uzunluğunu belirlemeyi düşünüyordu. Buradan da çevre mesafesinin tamamını hesaplayacaktı.O günlerin şartları içinde bu girişim oldukça iddialı olmuştu. En ufak bir ölçüm hatası bütün hesabı geçersiz kılardı. Ancak Richard Norwood’un vardığı sonuç 550 metrelik farkla doğru oldu: Bir derecelik meridyen yayı için uzunluğunu 110,72 kilometre olarak açıkladı. * O zamanlar gemi kaptanlarının en büyük sorunlarından biri Bermuda idi.Buranın yerini saptamak oldukça zordu. Okyanus’un muazzam büyüklüğü yanında Bermuda oldukça küçük bir yer tutar.Dönemin seyir araçları çok yetersizdi. Üstelik deniz milinin uzunluğu konusunda bir uzlaşma da yoktu. Korkunç derecede engin olan Okyanus’ta en ufak bir hesap hatası oldukça büyük sorunlara yol açıyordu. Bu durumda gemiler Bermuda hacmindeki yerleri çok defa açık farkla ıska geçiyorlardı. Richard Norwood matematik bilgisini ve denizcilik tecrübesini kullanarak bu soruna çözüm getirdi. 1637 yılında denizcilik konusundaki eseri olan ‘The Seaman’s Practice’ kitabını yayınladı.Bu kitap 17 baskı yaptı. Ölümünden 25 yıl geçtikten sonra bile kitap satışı devam ediyordu.
KOPERNİK (NİCOLAUS COPERNİCUS) Asıl ön adı Mikolaj,Latincede Nicolaus olan Kopernik 1473 yılında Polonya’da doğdu. Varlıklı bir tüccar olan babası, Kopernik 10 yaşında iken ölünce,eğitimini dayısı üstlendi. Krakow Üniversitesi’nden sonra 1497 yılında Bologna Üniversitesi’ne girdi. Burada matematik ve felsefe öğrenirken astronomiye de ilgi duyuyordu. İlk gözlemi 9 Mart 1497 günü Aldebaran yıldızının Ay tarafından örtülmesi idi. Aynı yıl Frombork kilise kuruluna seçildi.Böylece yaşamı boyunca sürecek olan mali güvenceye kavuşmuş oldu. 1501 yılında İtalya’ya giderek Padova Üniversitesi’nde hukuk ve tıp öğrenimi gördü. 1503 yılında Ferrara Üniversitesi’nde kilise hukuku doktora çalışmasını tamamladı. Aynı yıl ülkesine döndü.1512 yılından itibaren Frombork katedral kurulu temsilciliği görevine başladı. Ayrıca hekimlik te yapıyordu. * Kopernik 1497 yılından itibaren astronomi ile fiilen ilgilenmekteydi. Aslında yaptığı gözlem sayısı azdı. Ama gerçekleştirdiği gözlemler Güneş,Ay ve gezegenlerin Yer’in çevresinde izledikleri öngörülen yörüngelerin temel bileşenlerini yeniden hesaplamaya yetecek sayıdaydı. 1497-1529 yılları arasında yapmış olduğu 27 gözlemin sonuçlarını yayımladı. Yoğun astronomi araştırmalarının yanısıra daha pekçok çalışmalar da yapıyordu. Örneğin şairlerin şiirlerini Latinceye çeviriyor,para konusunu inceliyordu. Kopernik,astronomi alanındaki çalışmalarında ilerledikçe,Ptolemaios’un evren modelinden kuşku duymaya başlamıştı.
Zaten aynı kuşkuyu başka bilimadamları da dile getirmişlerdi.Kopernik,bu görüşlerden etkilendiğini yapıtlarında belitmiştir. Ptolemaios’un evren modeli,eski Yunan filozoflarının görüşlerinin bileşimine dayanıyordu,ama kendi katkılarını da içeriyordu. Bu model yermerkezli,yani jeosantrik idi ve yörüngelerin çemberlerden oluştuğu görüşünü varsayıyordu. 16.yüzyıla gelininceye değin Ptolemaios’un görüşleri astronomiye tümüyle egemendi. Öyle ki bir dinsel inanç biçimine dönüşmüştü. Aslında filozoflar arasında evren merkezinin Yer değil Güneş olduğunu öne sürenler olmuştu,ama kabul görmemişti. Ptolemaios, Güneş,Ay ve gezegenlerin hareketlerine ilişkin gözlemlerin yermerkezli modele uygunluğunu sağlamak amacındaydı. Bunun için taşıyıcı çember ve ilmek kavramlarını ortaya atmıştı. Bu sistemde her gezegen ilmek olarak adlandırdığı bir çember üzerinde dolanıyordu. Bu çemberlerin merkezleri de taşıyıcı çember adını verdiği büyük bir çember üzerinde hareket ediyordu. Ptolemaios’un sistemi,gezegenlerin gözlenen hareketlerinde ortaya çıkan düzensizlikleri açıklayabilmek için onun zamanında gerekliydi. Nitekim bu sistem 16.yüzyıla gelininceye değin gözlenen olguları açıklayabilmiş ve astronomlara gök olaylarını önceden haber vermeyi sağlamıştı. Ama yüzyıllar geçtikçe daha duyarlı gözlemler yapılmaya başlanmıştı. Artık gökcisimlerinin gelecekteki konumlarının bu modele göre hesaplanması giderek güçleşmişti. * Kopernik,çok sayıda ve dışmerkezli çemberlerden oluşan bu karmaşık Ptolemaios sistemine göre daha sade bir sistem düşünüyordu. Yer’in hareketli olduğu varsayımından yola çıktı. Gezegenlerin çembersel yörüngeler üzerinde düzgün olarak hareket ettiklerini kabul etti. Yıllar süren matematiksel hesaplar sonucu yeni modelini oluşturdu.Ama görüşlerini hemen yayımlamadı. 1510-1514 yılları arasında hazırladığı ve sadece yakın dostlarına dağıttığı el yazması incelemede Güneş’in gezegenler sisteminin merkezinde yer aldığını ve durağan olduğunu belirtiyordu. Yıldızların görünürdeki günlük hareketlerinin,Güneş’in yıllık hareketinin ve gezegenlerin görünürdeki geri hareketlerinin Yer’in ekseni çevresindeki günlük dönüşü ile Güneş çevresindeki yıllık dolanımından kaynaklandığını söylüyordu. Kopernik,günmerkezli sistem üzerindeki çalışmalarını sonraki yıllarda da sürdürdü. 1533 yılında Papa VII. Clemens bu görüşleri olumlu karşıladı. Ancak Martin Luther,Yer’in ayrıcalıklı konumuna son verdiği ve Kutsal Kitap’a ters düştüğü gerekçesi ile Kopernik’e karşı çıktı. Kopernik uzun süre tereddüt etti. Yakın dostlarının ısrarları ile görüşlerini yayımlamayı kabul etti.
Reform öncülerinin karşı çıkmaları sürse de kitap1543 yılında ‘Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine’ adıyla yayımlandı. * Kitabın basımına öncülük eden Andreas Osiander adındaki Lutherci din adamı,aslında Güneş’in durağan,Yer’in hareketli oluşunu öne süren bir yapıtın şiddetle tepki göreceğini tahmin ediyordu. Bu nedenle imzasız olarak yazdığı önsözde,kitapta öne sürülen sistemin, gerçekleri yansıtan bir kuramdan çok,gezegenlere ilişkin hesaplamaları kolaylaştıran bir varsayım olarak ele alınması gerektiğini belirtmişti. Oysa kitapta Kopernik ,günmerkezli sistemi evrenin gerçek modeli olarak kabul ettiğini açıkça anlatıyordu. * Kopernik’in ‘Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine’ adlı kitabı 6 bölümden oluşur. Birinci bölümde bazı temel matematik kurallar yer alır. Yer’in durağan olduğu görüşüne karşı çıkar. Yermerkezli sistemde diziliş şöyle idi:Yer,Ay,Merkür,Venüs,Güneş,Mars,Jupiter,Satürn. Kopernik şu sıralamayı öngördü:Merkezde Güneş,Merkür,Venüs,çevresinde Ay olan Yer, Mars,Jupiter,Satürn. İkinci bölümde yıldızların ve gezegenlerin görünürdeki hareketleri daha önce verilen matematik kuralları ile açıklanır. Güneş’in görünürdeki hareketinin Yer’in hareketinden kaynaklandığı ortaya konur. Üçüncü bölüm Yer’in hareketinin matematiksel açıklanması ile ilgilidir. Diğer üç bölümde Ay’ın ve gezegenlerin hareketleri ele alınır. * Kopernik’in günmerkezli kuramı,Ay ve gezegen hareketlerini Ptolemaios’un sistemine oranla daha iyi açıklar. Ancak Kopernik,gezegenlerin çembersel yörüngeler üzerinde sabit hızla dolandıkları görüşünden vazgeçmemişti. Bu nedenle gözlem sonuçları ile model arasında uygunluk sağlamak için,Güneş’in,yörüngelerin tam merkezinde yer almadığını kabul etmek zorunda kaldı. Bu model aynı nedenlerle karmaşık ilmekler sistemini de içeriyordu. Ama Kopernik,gene de ortaya koyduğu sistemin daha estetik ve ilahi takdire daha uygun olduğuna inanıyordu. * Kopernik’in günmerkezli sistemi özgür düşünceli bilim adamlarınca benimsendi. Herşeyden önce bu model daha yetkindi ve aynı zamanda geleneksel inanışlardan kopuşun simgesiydi. O güne kadar Aristo’nun savunduğu Yer’in durağan olduğu görüşü ile Ptolemaios’un Yer’in evrenin merkezinde olduğu görüşü kilise tarafından dinsel bir dogma haline gelmişti. İleri görüşlü bilim adamları kilisenin bu tutumunun bilimsel gelişmeleri engellediğini görüyorlardı. Kopernik’in kuramı evrene bakış açısında iki önemli değişikliğe yol açtı: Birinci değişiklik evrenin boyutları ile ilgiliydi. Yıldızlar gökyüzünde hep aynı sabit konumlarda gözlenmekteydi. Oysa Yer,Güneş’in çevresinde dolanıyorsa,yıldızların konumlarında dönemsel küçük değişmeler olması gerekirdi. Kopernik,bu durumu,yıldızları taşıyan kürenin Yer’den çok uzakta oluşuyla açıkladı. Böylece günmerkezli sistem,evrenin daha önce sanıldığından çok daha büyük olduğu görüşüne yol açtı. İkinci değişiklik,cisimlerin neden yere düştüklerini açıklıyordu. Aristo öğretisine göre cisimler,doğal konumları olan evrenin merkezine doğru düşerdi. Günmerkezli sistem evrenin merkezinin Yer’in merkezi olmadığını ortaya koyunca düşme olgusu yeni bir açıklamayı gerektiriyordu.
Bu açıklama 150 yıl sonra Newton’un evrensel kütleçekimi kavramı ile sonuçlandı. Yerküre artık evrenin merkezi değildi.Normal bir gezegendi. Bir yaratılış simgesi değildi,öteki gezegenlere bir üstünlüğü de yoktu. Çevresindeki değişmez evrenin ortasında tek değişim merkezi de değildi. Artık insanoğlu geleneksel inançlar ve kalıplar sistemine karşı çıkmaya başlamıştı. Kopernik 1543 yılında öldü.
JOHANNES KEPLER
1571 yılında Württemberg’de doğan Johannes Kepler’in babası yoksul bir paralı asker,annesi ise bir hancının kızıydı. 3 yaşında iken yakalandığı çiçek hastalığı nedeniyle gözleri ve elleri zayıf kalmıştı. Zaten doğduğundan itibaren sağlığı bozuktu. Buna rağmen üstün bir zekaya sahipti. Württemberg dükünün yardımıyla Tübingen Üniversitesi’ni 1588 yılında bitirdi. 1591 yılında aynı üniversitede lisansüstü çalışmasını tamamladı. Hocası,Kopernik’in günmerkezli sistemini savunan az sayıdaki bilim adamlarından biriydi. Kepler de aynı görüşü benimsedi. 1595 yılında gittiği Graz’da evrenin yapısına ilişkin araştırmalarına başladı. * Kepler,Platoncu felsefenin ve Pythagorasçı matematiğin etkisindeydi. Bu nedenle evrende var olduğuna inandığı matematiksel uyumu ortaya çıkarmak istiyordu. Bu amaçla Platon cisimleri olarak adlandırılan beş adet düzgün çokyüzlüden yararlanmayı düşündü. Eski Yunanlılar uzayda yalnızca bu beş düzgün çok yüzlünün var olabileceğini kanıtlamışlardı. Beş düzgün çok yüzlü denilen olgu kısaca şöyledir: 1-Dörtyüzlü,yani yüzleri dört eşkenar üçgen olan piramit. 2-Küp. 3-Sekizyüzlü,yani 8 eşkenar üçgen. 4-Onikiyüzlü,yani 12 düzgün beşgen. 5-Yirmiyüzlü,yani 20 eşkenar üçgen. Bu çokyüzlüler,köşelerinden geçen birer küre içine yerleşebilirler. Ayrıca bunların içine,yüzlerine orta noktalarından teğet olacak biçimde,birer küre konabilir. Kopernik’in sistemi her biri bir küre üzerinde dolanan altı gezegen içeriyordu. Kepler ise,bu altı gezegenin üzerinde dolandığı kürelerin,aralarında beş Platon cismi bulunacak biçimde iç içe yerleşmiş durumda olduklarını öne sürdü. Bu görüş, 1596 tarihli ilk yapıtı olan ‘Evrenin Gizlerini İçeren Matematiksel Araştırmaların Habercisi’ adlı kitabının ana konusunu oluşturdu. Kepler,bu yapıtını o dönemin tanınmış bilim adamlarına,bu arada imparatorluk matematikçisi olan Tycho Brahe’ye de gönderdi. Tycho Brahe,Kepler’in Kopernikçi görüşlerini benimsememişti. Ama onun astronomi ve matematik bilgisinden yararlanmak istedi. Kepler’i Prag yakınlarında olan gözlemevine çağırdı. O yıllarda Graz’daki protestanların kenti terk etmesi isteniyordu. Bunun üzerine Kepler 1600 yılında Tycho Brahe’nin yanına gitti ve onun asistanı oldu. Tycho Brahe ertesi yıl ölünce Kutsal Roma-Germen imparatoru II.Rudolf,Kepler’i imparatorluk matematikçiliğine atadı. 1601 yılında yazdığı ‘Astrolojinin Güvenilir Temelleri’ adlı kitabında yıldızların insan yaşamını yönlendirdiği inancı reddetti. Buna karşılık evren ile insan arasında belirli bir uyum olduğuna inanıyordu. Kepler,çok ender oluşan Mars,Jupiter ve Satürn’ün birlikte kavuşma konumuna gelmelerini inceleme fırsatını bulmuştu. Bu gözlemini yaparken Ekim 1604 tarihinde bu gezegenlerin yakınında ortaya çıkan bir süpernovayı 17 ay boyunca izledi. O güne değin değişmez ve kusursuz olarak kabul edilen yıldızlar dünyasında böyle bir süpernova olayı,evrende değişimler olabileceğinin bir kanıtıydı. Kepler bu olayı kapsayan gözlemlerini 1606 yılında ‘Yalancı Takımyıldızının Ayağındaki Yeni Yıldız’ adıyla yayımladı. Aslında Kepler’in gözlem evindeki görevi Mars’ı incelemekti. Ancak daha önce ışığın atmosferde kırılma olgusunu incelemek istiyordu. Dış uzaydaki gökcisimlerinden gelen ışık ışınlarının atmosfere girdiklerinde nasıl kırıldığı konusundaki araştırmalarının sonuçlarını ‘Astronomideki Optik Konularının İncelenmesi Konusunda Vitellio’ya Ek’ başlığı ile 1604 yılında yayımladı. Vitellio,optik konusunda önemli araştırmalar yapmış ve yayımlamış bir bilim adamıydı. Ancak Kepler bu kitabında Vitellio’nun yapıtına ek yapmanın çok ötesinde bir başarı sergilemiş oluyordu. İnsan gözünün yapısı ve çalışması hakkında sonraki yıllarda gerçekleşecek olan bütün araştırmalara temel oluşturacak katkılarda bulunmuştu. Nitekim ışık yayan bir cisimden her doğrultuda ışınlar çıktığını,ancak bunlardan sadece gözbebeğine düşenlerin gözün içine girdiğini anlamıştı. Bu ışınların tabanı gözbebeği olan bir koni oluşturduğunu öne sürmüş,normal bir gözde bu ışınların kırılarak ağtabaka üzerindeki bir noktada birleştiklerini öne sürmüştü. Normal olmayan bir gözde ışınlar ağtabakanın önünde ya da arkasında birleşirler. Gerçi gözlük Kepler’den önce de kullanılıyordu. Ama bu kıvrımlı camların düzgün görmeyi nasıl sağladığını ilk açıklayan kendisi olmuştu.
Teleskopun keşfi Galilei tarafından açıklanınca Kepler bu aletin optik çalışma ilkelerini açıklayan bir kitap yazdı. Bu kitabın bir kopyasını 1610 yılında Galilei’ye gönderdi.Ancak Galilei bu yapıtı görmezden geldi. Kepler’in asıl çığır açıcı kitabı 1609 yılında kaleme aldığı ‘Yeni Astronomi’ oldu. Bu kitabında Mars’ın yörüngesinin eliptik olduğunu ortaya koydu. Aynı zamanda 1596 yılında öne sürdüğü düzgün çokyüzlülere dayandırdığı modelin gezegenler arasındaki uzaklıkları açıklamadığını kavramış oluyordu. Tycho Brahe teleskop öncesi dönemin en büyük gözlemcisi idi ve yapmış olduğu gözlem sonuçlarını Kepler’e bırakmıştı. Kepler bu sonuçlar üzerinde yıllarca çalıştı. Eski çağlardan beri gezegenlerin dairesel yörüngeler üzerinde dolandıklarına inanılıyordu. Bunun nedeni ise gökcisimlerinin yetkin kabul edilmesi,dolayısı ile yörüngelerinin de yine yetkin bir geometrik şekil olan daire olması gerekeceği idi. Ama Kopernik Yer’in de bir gezegen olduğunu ve hiç te yetkin bir gök cismi olmadığını göstermişti. Kepler, Tycho Brahe’nin gözlem sonuçlarını dairelerden oluşan,ayrıca düşünebildiği diğer yörünge biçimlerine uydurmaya çalıştı.Ancak başaramadı. Böylece dairesel olmayan yörüngeleri ele aldı ve doğru sonuca ulaştı. Mars,odaklarından birinde Güneş bulunan eliptik bir yörüngede dolanıyordu. * Yörüngelerin sadece dairesel olabileceği inancı,hareketin de düzgün olması gereğini içerir. Başka bir deyişle, gökcisimleri yörünge üzerinde eşit zaman aralıklarında eşit uzunlukta yaylar boyunca yol alıyor olmalıydılar. Ancak,böyle bir düzgün hareket eliptik yörüngeler için söz konusu olamaz. Nitekim,Kepler,gezegenlerin hareketlerinde değişik türden bir düzgünlük olduğunu belirledi. Gezegenler yörüngede dolanırken eşit zaman aralıklarında eşit yol almıyordu. Ama gezegeni Güneş’e birleştiren doğru parçası eşit zaman aralıklarında eşit alanlar tarıyordu. İşte Kepler’in ‘Yeni Astronomi’ kitabında ortaya koyduğu yörüngelerin eliptik olması ve eşit alanların taranması,Kepler’in 1. ve 2. yasalarıdır. * Kepler 1619 yılında ‘Dünya’nın Uyumu’ kitabını yayımladı. Kitabın büyük bir bölümü mistik görüşlerden oluşsa da üçüncü yasayı içeriyordu. Gezegenlerin Güneş’e olan ortalama uzaklıklarının üçüncü kuvveti,yörüngedeki dolanma sürelerinin karesiyle orantılıdır. Keplerin bu üç yasası I.Newton’un evrensel kütleçekimi yasasını bulmasında yardımcı olmuştur. 1611 yılında yayımladığı ‘Kırılma’ kitabı, Galilei’nin bir yakınsak mercek ile bir ıraksak mercekten oluşan teleskobuna oranla büyütme gücü çok daha yüksek olan ve iki yakınsak mercekten oluşan bir teleskopu anlatıyordu. * 1611 yılında II.Rudolf,kardeşi tarafından tahttan çekilmeye zorlandı.Bunun üzerine Kepler Prag’dan ayrıldı. Yeni imparator da kendisini imparatorluk matematikçisi olarak atadı ama o,Linz’e yerleşti. Linz’de kaldığı 14 yıl içinde ‘Harmonice Mundi’ ve ‘Epitome Astronomiae Copernicanae’ (Kopernik Astronomisinin Özeti) adlı kitaplar ile ‘Rudof Cetvelleri’ni yayımladı. Epitome’de hem kendisinin hem de Galilei’nin gerçekleştirdiği buluşları sergiler.Kopernik’in görüşlerini savunur. 1. ve 2. yasaları Mars’tan başka gezegenler ve Ay için,3.yasası gezegenlerin yanısıra Jupiter’in dört uydusu için de geçerliliğini saptar.
‘Rudof Cetvelleri’ temel olarak Tycho Brahe’nin gözlem sonuçlarına dayanır. Tycho Brahe’nin incelemiş olduğu 777 yıldıza Kepler 228 yıldız daha eklemiştir. Bu yıldızların konumu birkaç açı dakikası doğrulukla belirlenmiştir. Kitap,gezegenlere ve bunların konumlarının saptanmasına ilişkin cetvelleri de içerir. Kepler bu yapıtında ışığın atmosferde kırılmasını da hesaba katmış ve yıldızların konumunda gerekli düzeltmeleri yapmıştır. Ayrıca logaritma cetvelleri de eklemiştir. Ay’a düşsel bir yolculuğu anlatan ve bilimkurgu türünün ilk örneği sayılan ‘Düş’ adlı bir romanı da vardır. * Kepler Linz’de yaşarken Katolikliğe dönmeye zorlanan ve ağır vergiler altında ezilen köylüler 1626 yılında isyan ederek kenti kuşattı. Kepler kenti terk etti. 1618-1648 yılları arasında süren Otuz Yıl Savaşları sırasında 1628’de Zagan’a giderek bir basımevi kurdu. 1630 yılında ailesini geride bırakarak Avusturya’ya Regenburg kentine gitti. Amacı burada bırakmış olduğu parasının gelirini almaktı. Ancak ateşli bir hastalık sonucu öldü. Otuz Yıl Savaşları’nın çalkantıları içinde mezarı kayboldu.
SON