SOSYAL BİLİMLER-2 İÇİNDEKİLER A.B.D.’ DE İÇ SAVAŞ ASUR’UN GADDARLIĞI VE SONU ESKİ ÇAĞLARDAN GÜNÜMÜZE HUKUK GİYOTİN AYIRIM YAPMAZ GLADYATÖRLER KÖLELERE VAHŞİ BİR BASKI YÖNTEMİ KURŞUNLU BENZİNE KARŞI MÜCADELE PARLAMENTER SİSTEMİN BAŞLANGICI ROBESPİERRE TARİHİ NASIL SEVDİM? UZAYLIYA YAPILAN OTOPSİ DEVLET ÖNCESİ EŞİTLİKÇİ KABİLE TOPLUMU DEVLET ÖNCESİ ŞEFLİK VEYA HİYERARŞİK TOPLUM DEVLET ÖNCESİ TOPLUM ESKİ DEVLETLER VE İMPARATORLUKLAR ESKİ DÖNEMLERDE KÖYLÜLER İLKÇAĞDA DEVLET YIKILIŞLARI İLKEL TOPLUMLAR İNSAN TOPLUMUNUN KÖKENLERİ TOPLULUK,TOPLUM VE DİL TOPLUMBİLİMDE İLK ADIMLAR TOPLUMSAL EVRİMİN AŞAMALARI UYGARLIĞIN KÖKENLERİ
1 3 4 7 9 10 12 15 17 19 20 21 23 24 25 27 28 30 32 35 37 39 42
A.B.D.’ DE İÇ SAVAŞ SAVAŞ 19.yüzyılın ortalarında A.B.D.’nin sosyo- ekonomik yapısı özetle şöyleydi: Kuzey eyeletleri sanayileşme sürecine girmişti. O günlerdeki teknolojik gelişmeler üretimde uygulanmaktadır. Sosyal yapı, hızla feodal yapıdan sanayi toplumuna dönüşmeye başlamıştı. Buna bağlı olarak ticaret yaygınlaşmış,bankalar çoğalmıştır. Yaşam tarzı değişmekte,tüketim malları çeşit ve miktar açısından artmaktadır. Bu gibi gelişmeler üretimi teşvik ederek ekonomideki canlılığı sağlar. Buna karşılık güney eyaletlerinin ana ekonomik faaliyeti ise tarımdı. Bu sektörün üretim gücü, büyük bir çoğunlukla ,köle olan zencilerden oluşuyordu. Başka bir ifade ile, güney eyaletleri köle gücüne dayalı feodal alt yapıya sahipti.
Uzmanlar bu tabloyu durgun ve kapalı ekonomi olarak niteler. Kuzeyin kapitalist ilişkileri geliştikçe ülkenin genel toplum bünyesinde bir çelişki oluştu. Bir tarafta dinamik,öbür tarafta ise durgun olan iktisadi bünye. Bu duruma ait örneği canlı bir organizmaya benzeterek te verebiliriz. Büyüdükçe gelişen ve olgunlaşan organlara karşı, ona ayak uyduramayan başka organlar. Pazara arz edilen malları satın alacak halk, büyük çoğunlukla gene kuzey eyaletleri idi. Yani üretilen ticari emtiayı satın alacak insan sayısının tüm ülkeye oranla yetersiz kalma tehlikesi ortaya çıktı. Güney eyaletlerinde bu mallara talep,mevcut feodal durumda yeterli seviyede olamazdı. Zencilerin, köle oldukları için zaten gelirleri yoktu. Dolayısı ile pazardan mal talep etmeleri söz konusu değildi. Güneyde toprak sahipleri ile diğer hür kesimler tarımsal ilişkilerini sürdürmekte direniyorlardı. Bu nedenle buralarda kapitalist üretim araçlarına talep en alt düzeyde kalıyordu. Yani kuzeyin sanayi üretiminde kullanılacak makine arzını güney eyaletleri satın almıyordu. Neticede ekonomik gelişme 19.yüzyılın ortasında bir tıkanma ile karşı karşıya kaldı. Kuzeyin gelişmesini güneyin üretim tarzı ve üstyapısı engelliyordu. Kuzeydeki fabrika ve diğer iş yerlerinin ayrıca insan emeğine de ihtiyaçları vardı. Zenciler köle oldukları için fabrikalarda çalışamazlardı. Böylece mal üretimi için insan emeği ihtiyacı en üst seviyeye ulaştı. Buna paralel olarak, üretilen malları talep edecek tüketim grupları sınırlı kaldı. Kısacası hem üretimde hem de tüketimde zenci köleliği büyük bir engeldi. Diğer taraftan ülkenin siyasi birliğinin hem sağlanması hem de sürdürülmesi çok önemli hale geldi. Ekonomik gelişme, kendine uygun sosyal yapı ile sağlanmalıydı. Böylece kölelik kurumuna karşı bir mücadele başladı. Başta başkan Abraham Lincoln olmak üzere birçok politikacı harekete geçti. Köleliğin insanlık dışı olduğunu,her insanın hür olma hakkına sahip bulunduğunu söylüyorlardı. Zenciler hür işçi olarak çalışmalı,aldıkları ücretleri pazarda harcamalıydılar. Tarımsal üretim, geleneksel metotlardan modern seviyeye dönüştürülmeliydi. Güney eyaletleri,statükolarını korumak için direndiler,sonra birlikten ayrıldılar. Bu durum kuzey eyaletleri açısından asla kabul edilemezdi. Beklenen iç savaş 1861 yılında başladı,1865 yılında kuzeyin galibiyeti ile bitti.
ASUR’UN GADDARLIĞI VE SONU
Asur’lular gaddar oldukları gibi garip geleneklere sahiptiler. Suriye’yi alıp Akdeniz’e ulaştıklarında,söylentiye göre kral,üstünde işlemeli elbisesi olduğu halde kollarını suya soktu ve bir köpekbalığını öldürdü. MÖ.877 tarihinde bir Asur kralı silahlarını Akdeniz’in sularına daldırıp ıslattı. Savaş,devletin en önemli gelir kaynağı idi. Yenilgiye uğrattıkları devletleri haraç vermeye zorladıkları gibi onların bağlılığını çeşitli şekillerde göstermelerini istiyorlardı. Örneğin Med’ler Asur kralına giydirilmiş güzel köpekler gönderdiler. Asur’lular,yüzlerce yıl Sümer ve Babil ile ilişkide oldukları halde onların bilim ve sanatlarından hiç etkilenmediler. Değer verdikleri büyüklük ve özgürlük sadece zor ve şiddet hareketleridir. Mükemmel hayvan kabartmaları ve mükemmel hayvan heykelleri yapmışlardı,ama bu çabaları sanatsal inceliklerinden değil,yırtıcılığı ululamış olmalarından ileri geliyordu. Ninova’daki saray ve tapınakları duvar resimleri ile süslüydü. Fildişi,sandal ağacı,mermer ve bazaltlarla bezenmiş saray salonları zenginliğin ihtişamını yansıtırdı. Ama bu zenginliğin kaynağı sadece savaştı,ve bu sanat eserlerinin konusunu oluşturuyordu. Üstelik bu sanatı yendikleri ülkelerden alıyorlardı. Bütün ihtişam Asur’luların kendi emekleri değildi. Herşey cinayet ve yağma ile sağlanmıştı. Asur’luların en iyi bildikleri şey,savaşmaktır. Her türlü savaş aracını geliştirmede ustaydılar. Kıyıcılıkları masallara geçecek nitelikteydi. Savaş teknikleri tam bir yakıp yıkma üzerine kuruluydu. Yırtıcılıkları da kan dökücülükleri de her zaman uyguladıkları bir siyasetti. Vahşetin en yüksek noktası düşünüş tarzlarının temeliydi ve yenik düşenlerin tamamen yok edilmesine yönelikti. Sitelerin yağma edilmesi,site halkının kılıçtan geçirilmesi ve ezici vergiler sadece bir başlangıçtı. İnsanların boynu belli bir yöntemle vurulurdu. Kesilmiş insan başları ve insan derileri kral sarayının duvarlarını süslerdi. Her savaştan sonra binlerce savaş esiri ateşe atılır veya diri diri duvarlara gömülür ya da kazığa oturtulurdu. İnsanların öldürülmeden önce derilerinin yüzülmesi de olağan uygulamalarıydı. Köylülerin bilekleri,dudakları ve dilleri kesilirdi. Bir keresinde düşman kralı Ninova’ya getirilmiş,çenesi bir köpek zincirine bağlanarak sokaklarda sürüklenerek öldürülmüştü. Asur’luların amacı düşman toplumların büyük ölçüde kökünü kazımak ve sağ kalanların intikam alma olanağını yok etmekti. Bunun için ölümden kurtulmuş olanlar yığınlar halinde yurtlarının dışına sürülürdü. Asur kralı Asurbanipal kendinden önceki bütün krallardan daha kültürlü,daha hoşgörülü ve bağışlayıcı olmakla birlikte MÖ.666 yılında Mısır’ı yağma edip halkı kılıçtan geçirdi. Köyler yakılıp yıkılır,yerle bir edilir,ağaçlar kesilip devrilirdi.
Bir başkaldırma olursa kral,o bölgenin bu kez olduğu gibi yok edilmesini emrederdi. * Asur’lulara karşı özgürlüklerine kavuşma hareketi Med’lerde başladı. Dejones haraç ve vergilerini öderken halkı gizlice örgütlüyordu. Daha sonra General Keyaksar bu çabaya devam etti. Halkı örgütlediği gibi ordusunu sabırla oluşturuyordu. Kendisi Asur okullarında askeri eğitim aldığı için orduyu Asur usullerine göre hazırlıyordu. General Keyaksar komutasındaki birlikler isyan ettikten sonra Asur ordularını üst üste yenmeye başladı. Ancak Asur kralı İskit’lerden yardım istedi. Bunun üzerine Keyaksar geri çekildi. Ama kısa süre sonra Asurbanipal ölünce Asur’da iç karışıklık başladı. General Keyaksar komşularından aldığı yardımla tekrar Asur’un üzerine yürüdü ve Ninova’yı kuşattı. Yeni kral,ailesi ile birlikte kendini alevler içinde kalan sarayına attı. MÖ.612 yılında Ninova yıkılıp ortadan kaldırıldı. Yıkıntıları hiçkimse tarafından onarılmadı. Bütün Asur devleti diğer halkların sevinç duyguları içinde yıkıldı. Yenilen Asur halkı,birlikte varolmalarını sağlayacak özkültüre sahip olmadığı için dağıldı. Kaynak:İnsanlığın Tarihi-Andre Ribard
ESKİ ÇAĞLARDAN GÜNÜMÜZE HUKUK Hukuk sistemlerinde en çok aranan özellik,yasaların açık şekilde anlaşılır olması ve kesinlik göstermesidir. Özellikle yazının icat edilmesinden sonra bütün yasalar yazılı hale getirilmiştir. Yasal kurallar sistemli şekilde toplanmış,açıklık ve kesinlik kazanmış ve kolayca başvurulacak hale getirilmiştir. Bilinen en eski yasa derlemelerinden biri, Babil kralı Hammurabi’nin koyduğu yasalardır. 300 kadar yasadan oluşan bu derleme,bugün de var olan alım satım,miras,iş sözleşmesi,evlenme,hırsızlık ve adam öldürme gibi sorunları ele almıştı. Değişik bir tür yasa da Musa’nın İsrail oğullarına Sina dağından getirdiği öne sürülen ve On Emir olarak bilinen yasalardır. Bunlar hemen hemen bütün dünyada hukukun biçimlenmesine kaynaklık eden ahlak ilkelerini içeriyordu. * Eski Yunanlılar yasalara insancıl nitelik vermeye çalışmışlardı.
O dönemlerde toplumun ihtiyaçlarını karşılamayan birtakım kurallar vardı. Zira mevcut yasaların tanrılar tarafından konulduğunu,bunların değişmez olduğunu sanıyorlardı. Ama Solon,yasaları değiştirme gücünü elde edince toplumu yeniden örgütlemeyi sağlayan kurallar koydu. Adaletsiz olan borçları kaldırdı.Halkın ekonomik durumunu düzelten birçok reformlar getirdi. Ancak o dönemlerin sosyal şartları içinde hak ve görevler ile toplum üyelerinin birbiriyle çatışan çıkarlarını dengelemesi oldukça zordu. Romalılar her işte olduğu gibi hukuk alanında da pratik uygulamaları tercih etmişlerdi. Romalı yasa koyucuların başlıca düşüncesi,ülke yönetiminin etkinliği ve düzeniydi. M.Ö. 450 yılında bir çeşit yasa derlemesi olan Oniki Levha Yasası temeldir. Sonra geliştirilen ilavelerle M.S. altıncı yüzyılda son şeklini aldı. Böylece çağdaş hukukun da temelini oluşturdu. * A.B.D. Anayasası ‘Biz halk’diye başlar. Yeni kurulmuş olan ülkede yasal yetkinin krallardan veya benzeri kişilerden değil,kendi yurttaşlarından kaynaklandığını belirtir. 1804 yılında Fransız yasaları derlenmiş ve ilk büyük medeni yasa özelliğini kazanmıştır. Bu derleme Fransız ve Roma hukukuna dayanıyordu. Kuzeyin geleneksel hukuku ile güney geleneklerinin bir uzlaşmasıydı. Devrim öncesi yasaları ile devrim sonrasının yenilikleri iç içedir. Çeşitli ülkelerin hukuki sistemleri farklı etkilerin izlerini taşır. Medeni hukuk büyük ölçüde Roma’dan kaynaklanır. Genel hukukta yargıçlar,yasa karşısında her insanın eşit olması ilkesini gözetirler. Benzer davalarda daha önce alınmış olan kararlar da göz önünde tutulur. * Çağdaş dünyada pekçok hukuk sistemi bulunmakla beraber çoğu ilke ve yöntemlerin kaynağı aynıdır. Bu nedenle belirli gruplarda toplanabilirler. En büyük iki grup vardır. Birincisi,büyük bölümü medeni hukuktan oluşan sistemlerdir. Diğeri ise genel hükümleri kapsar. Medeni hukuk sistemleri Roma hukukunun deney ve düşüncelerini temel alır. Genel hükümlere dayalı sistemler ise İngiliz hukukundan kaynaklanır. * Hepimiz yasalara uyulması gerektiğini biliriz. Aksi halde yaptırımların hiç te hoş olmayan yanları ile karşı karşıya kalırız. Para cezası,hapis ya da diğer kısıtlamalar hiçbirimizin arzu etmediği örneklerdir. Ancak hemen hemen hepimiz günlük yaşantımızı sürdürürken bu cezaların varlığını pek düşünmeyiz. Zira yasaların, istediğimiz yaşam biçimini koruduğunu peşinen kabul etmişizdir. Yasalara uymamızın başlıca nedenlerinden biri,yaptırımlardan kaçınma isteğidir. Bir başka neden de yasalara uymanın bir gelenek olmasıdır. * Yasal yetkinin kaynağı nedir? Jean-Jacques Rousseau,yasaların uygulanabilecek değerde olmaları için yurttaşlar tarafından özgürce kabul edilebilecek bir toplum sözleşmesi statüsüne sahip olması gerektiğine inanıyordu. John Austin ise yasaların yönetenden yönetilene verilen bir dizi buyruktan başka bir şey olmadığını savunmuştu. Friedrich von Savigny yasayı,bir ulusun ruhundan,çevreden ve tarihinden doğal olarak çıkan bir şey olarak tanımlamıştı. Gerçekten de her ülkenin yasal sistemi kendine özgü nitelikler gösterir. * Her ne kadar yasalar ülkeden ülkeye değişseler bile bazı temel kavramlar bütün hukuk sistemlerinde aynıdır. Bunların en önemlisi adalet kavramıdır. Bu kavram bireyin ihtiyaçları ile toplumun ihtiyaçları arasındaki sınırdır. Böyle bir sınırı bireyin çıkarları ile diğer bireylerin çıkarları arasında da düşünebiliriz. Daha bir genelleme yaparsak,adaletin, kamu hukuku ile özel hukuk arasındaki sınır olduğunu söyleyebiliriz.
Ancak adaletin sağlanmasında birçok problem ortaya çıkmıştır. Hem şu kişiye hem de bu kişiye uygulanan bir yasanın baskıcı özellik taşıdığı öne sürülür. Herhangi bir kişi için adaletli olan bir yasa,başka biri için adaletsiz olabilir. Ancak kabul etmek gerekir ki yasa koyucular toplumun her üyesi için ayrı ayrı yasa yapamazlar. Yasalar toplumun bütünü için yapılır. Bir çok hukuk sisteminde bu tür adaletsizlikleri giderecek çareler ortaya konulmuştur. Bazı toplumlarda yargıçlara yasaları her türlü özel durumu gözönünde tutarak uygulamaları için yetki verilmiştir. Günlük yaşantımızda bazı hallerde kuralların çiğnenmesi bile yasalarda yer alır. Örneğin itfaiye araçları ile ambülanslar ivedi durumlarda trafik kurallarına uymazlar.
GİYOTİN AYIRIM YAPMAZ
Paris : 8 Mayıs 1794 günü akşamüstü. Antoine-Laurent Lavoisier, 27 kişi ile beraber at arabası üzerindedir. Giyotinle idam edilmek üzere Devrim Meydanı’na götürülüyordu. Mahkemeleri biraz önce sonuçlanmıştı. O zamanlar temyiz,itiraz gibi şeyler sözkonusu değildi ve kararlar hemen uygulanıyordu. Hepsinin elleri arkalarında bağlıydı. Lavoisier’in neler düşündüğünü bilemeyiz. Ama devrim önderlerinin her kararını gönülden desteklediğini sanmıyorum. * Eğer 51 yıl süren yaşamında ne gibi hatalar yaptığını düşünmüşse,kimbilir neleri anımsamıştı? Babası yıllar önce aile için soyluluk ünvanı satın almıştı. Jean-Paul Marat’ın 1780 yılında akademiye sunduğu yanma kuramını reddettiği aklına gelmiş miydi? Marat,o tarihte akademiye kendi icadı olan bir buluşu sunmuştu. Bu buluş ilkel bir kızılötesi dürbündü. Bunun sayesinde bir mum alevinden yükselen titrek ısıyı görmenin mümkün olduğunu ileri sürmüştü. Lavoisier,işte bu teklifi geri çevirmişti. Zira ısı dalgaları kesin olarak ölçülemezdi. Genç adamın kuramı gerçekten yanlıştı. Ama Marat bu olayı asla unutmamıştı. * Giyotine yaklaşıyorlardı. Az önce bitmiş olan mahkemede bilim adamı olmasının hiçbir yararı olmamıştı. Kimya dalında büyük atılımlar gerçekleştirdiği halde bu ününün hiç dikkate alınmadığını, ölüm cezasına engel olmadığını şaşkınlıkla karşılamış olmalı. Devrimden önce halkın hislerini duymayacak kadar sağır mıydı? Nitekim Ferme Generale denilen,hükümet adına vergi toplayan bir kuruluştan hisse satın almıştı. Bu kurumun hiç te adil olmadığı herkesçe biliniyordu. Bu yetmiyormuş gibi Paris’i kuşatan bir duvar ördürmüştü. Pek çok giriş kapısı olan,girip çıkan kişileri denetleyen bu duvara karşı halkın nefretini görememiş miydi? * Gerçi kendisi reformcu ve liberal görüşlü biriydi. Devrimden hemen sonra Etats-generaux toplandığında yedek halk temsilcisi seçilmişti. Meclis tüzüğünü hazırlayıp,Paris Komünü’ne de seçilmiş ve 1789 Derneği’ne katılmıştı. Devletteki görevleri artıyordu. Hazinenin yönetiminde çalışmalarda bulunup mali durum ve tarımla ilgili planlar geliştiriyordu.
* Ancak Ferme Generale’de hissedar olması ve Paris Duvarı unutulmamıştı. Ülkesine yaptığı hizmetler yanında dünyaca tanınmış bilimadamı olmasına rağmen halkın nefreti sürüyordu. Radikal basın onun aleyhine saldırısını arttırmıştı. Marat,öldürülünceye kadar Ulusal Meclis’in etkili liderlerinden biriydi ve Lavoisier’ın asılması gerektiğini her yerde söylüyordu. Terör döneminin en hareketli günleriydi. Kaçınılmaz sonucu görebilmiş miydi? * 1791 yılında Ferme Generale kapatılmış,Lavoisier barut fabrikalarındaki görevinden alınmıştı. Cephanelikteki evinden ve laboratuvarından çıkarılmıştı. 1793 yılında Terör dönemi en yüksek seviyeye ulaşınca,kasım ayında Ferme Generale’nin yöneticileri ile birlikte Lavoisier de tutuklanmıştı. Kayınpederi de tutuklananlar arasındaydı. Biraz önce biten mahkeme heyeti ile juri arasında bir berber,bir arabacı ve bir kuyumcu gibi çeşitli meslekten kişiler vardı. İddianamede sanıkların bulundukları mevkiyi kullanarak kazanç sağladıkları ileri sürüldü. Duruşma sırasında onun bilim adamlığı söz konusu edildi,ama kısa bir süre için. Duruşma boyunca bir daha Lavoisier özel olarak ele alınmadı. Suçlama yöneticilerin hepsineydi. * Kendisinin sonunu getiren o dönemde iktidarda olan Robespierre ve arkadaşlarının sadece 2,5 ay sonra aynı meydanda idam edileceklerini bilse içi biraz rahatlar mıydı? Ama büyük bir ihtimalle çok küçük yaşta iken evlendiği genç karısı Marie Anne’nin 11 yıl sonra Benjamin Thompson’la evleneceğini bilse ölüme daha da buruk halde giderdi. Her insan gibi onun içinde de fırtınalar kopmuş olmalı. Herhalde araba giyotinin kurulduğu alana yaklaştıkça ölümün kaçınılamayacak derecede yakın olduğunun iyice bilincine varmıştır. Düşünmek için kalan kısacık zaman içinde aklına gelen son şeyler nelerdi? * Veya belki de artık hiçbir şey düşünecek halde değildi. Kısa süre sonra giyotinin kurulduğu meydana ulaşıldı. Mahkumlar arabadan indirildi. Hemen infaz işlemi başladı. Giyotin ayırım yapmıyordu. O,en serseri kişilerden kral ve kraliçeye uzanan geniş sosyal sınıflardan pekçok kafayı kesmişti. Şimdi, o günlerin bilim dünyasının en ünlü kişisi olan kendisi için de ayırım yapmayacaktı. Üçüncü kişi olan kayınpederinin başı kesilince sıra kendisine geldi. Yavaşça ayağa kalktı. Görevliler eşliğinde merdivenlerden çıktı. Giyotin bıçağının altındaki yere yüzükoyun uzatıldı. * Onun da başı kesildikten sonra diğerlerinin infazı hızla tamamlandı. Hepsinin cesedi toplu bir mezara atıldı.
GLADYATÖRLER
Gladyatör, Latincede kılıç ustası anlamına gelir(gladius). Roma İmparatorluğu döneminde ise profesyonel dövüşçülere verilen addır. Bu kişiler çoğunlukla köle veya suçlu insanlardı. Gladyatörlüğün tarihi daha da eskidir. Etrükslerdeki cenaze törenlerinde bazı özel dövüşler yapılırdı ve bunlar ölümle biterdi. Amaç ,ölen kişiye öbür dünyada silahlı bir hizmetkar sunmaktı. Sonraları bu uygulama bölgesel olarak yayıldı ve nitelik değiştirdi. Sözkonusu yerler Roma İmparatorluğunun yönetimine geçtikçe gladyatörlük benimsendi. * Roma’da dövüşler iki kişi arasında yapılıyordu. Çiftlerin sayısı ilk günlerde 3 idi. Sonraları bu sayı 300’e kadar yükseldi. Zamanla daha da arttı. Öyle ki İ.S. 107 yılında 5 bin çift dövüşmüştü. Gladyatörler,kullandıkları silahlar ve dövüş stilleri yönünden çeşitli gruplardan oluşmuştu. Muhtelif kılıç,kalkan,miğfer,ağ,mızrak,kement ve zırh bellibaşlı silah çeşitleri idi. Atlı ve arabalı gladyatörler olduğu gibi,siperlikli miğferlerle görmeden dövüşler de oluyordu. Gladyatör dövüşleri ekonomik bir faaliyettir. Üstelik yasalara göre belirlenmiş kurallar uygulanıyordu. Okullar kurulmuş,özel öğretmenler ders vermiştir. Dövüşecek kişilerin sahipleri sermayelerini bu uğurda değerlendiriyorlardı. Bazı tüccarlar dövüşçü kiralayarak ta bu alana katılıyorlardı. Bugünkü terimlerle konuşursak,gladyatör bir işveren emrinde çalışan işçidir. Ancak onun emek olarak sunduğu iş, dövüşmekti. Ölüm de bu işin kaçınılamaz eklentisidir. * Arenaya çıkan birisinin yapacağı tek şey ölümüne dövüşmektir. Korkan veya tereddüt eden kişi,kamçı ile, kızgın demirle dövüşe zorlanırdı. Yaralanan birisi,hasmının insafındadır. Hayatta kalabilmesi için işaret parmağını havaya kaldırır. İlk zamanlarda yaralının yaşaması veya ölmesi kararını gösteriyi düzenleyen kişi verirdi. Sonraları bu karar izleyici olan halka bırakıldı. Uygulama ,mendil sallamak veya çeşitli parmak hareketleri ile verilen işaretlerdi. Başarılı olan gladyatörler arasında ün sahibi olanlar, toplumda önemli yerlere gelenler olmuştur. Hatta siyasette bile yer aldıkları görülür. İşin içinde ticari kazanç olduğu için ,iflas etmiş iş adamları bile gladyatör olmuştur. Özellikle köleler her an ölümle burun buruna olduklarından sık sık isyan etmişlerdi. Bu isyanların en önemlisi Spartaküs’ün önderliğindeki ayaklanmadır.
Bütün bunları bugünkü bakış açısıyla değerlendirmek hatalıdır. İnsan hakları,yaşam hakkı gibi değerler elbette o dönemlerde söz konusu değildir. Gladyatörlerin büyük çoğunluğu köle olduğu için bu kavramlar zaten olamazdı. Zira kölelik te o dönemlerin kabul ettiği,aksinin düşünülemediği bir sosyal kurumdur. Ekonomik altyapı, köleliği gereksiz ve anlamsız kılacak şekilde geliştikçe gladyatörlük te önemini kaybetti.
KÖLELERE VAHŞİ BİR BASKI YÖNTEMİ
Andre Ribard’ın ‘İnsanlığın Tarihi’ adlı kitabını okurken şu cümle dikkatimi çekti: ‘Ukrayna’da İskitler toprak emekçileri,ırgat haline gelmişlerdi:köleler toprağı işlerlerdi ve süt sağmakta kullanılanların gözleri kör edilirdi.’ Yazar bu cümlesi için başka bir açıklama yapmamış ve herhangi bir kaynak göstermemiş. Başlangıcından 1970’li yıllara dek ele aldığı dünya tarihi içinde o dönemdeki süt sağıcılarının maruz kaldığı bu eylem için elinde bir ipucu olmalı. O zaman bu yöntemi uygulayanların amacını anlamaya çalıştım,ama cevabını bulamadım. Kölelerin süt çalmasını mı önlemek istiyorlardı? Süte kutsal bir değer biçmişlerdi de kölelerin onu görmemesini mi istiyorlardı? Bir ara aklıma tercüme hatası geldi.Ama cümleye bakınca pek ihtimal vermedim. Yeri gelmişken bu kitabın okunmasının zor olduğunu belirteyim.Sebebi dizgi hatalarının oldukça çok oluşu. Bu tip hatalar eski basım kitaplarda çok olurdu ama bu eserde olağanüstü fazla. İmla hataları ve noktalama işaretlerinin yanlış olması veya hiç olmaması nedeniyle cümleler karmakarışık. Kitabın basım işini yürütenler o denli özensiz davranmışlar ki güzelim eser tanınmaz hale gelmiş. * İnsanlar sürüler halinde dolaştıkları dönemlerde çok basit aletlerle toplayıcılık ve avcılık yaparlarken oldukça vahşi idiler. Hazır buldukları taşlar ve kemikler en önemli silahlardı. Taşları yontarak daha elverişli hale getirdikçe daha güçlü oldular.
Ağaç dallarından oluşturdukları sopalar ve oklar sayesinde üstünlükleri iyice belirginleşti. Ateşin bulunması insan toplumuna zaten önemli bir avantaj sağlamıştı. Hayvanların evcilleştirilmesi ve ilkel tarıma geçiş ilk yerleşim birimlerini oluşturdu. Daha önceleri savaşı kazananlar,hiç tutsak almazlar,herkesi öldürürlerdi. Bu doğal bir davranıştı. Zira topluluğun ürettiği ürünün tamamı üyelerine ancak yeter seviyedeydi,ek bir talebe yetecek miktar olamıyordu. Evcilleştirilmiş olan hayvanlar ve ilkel tarım,topluluğun ihtiyacına yetme seviyesine gelince,hatta artı ürün oluşma potansiyeline ulaşınca ek emek gücüne ihtiyaç duyuldu. Bu ek emek gücü elbette düşman toplumun bireylerinden sağlanacaktı. İşte köleliğin doğuş nedeni buydu. Köleler sadece düşman toplumlarından sağlanmaz. Birçok halde toplumun kendi içinde oluşan ekonomik farklılıklardan da kölelik oluşmuştur. Özellikle tarımsal üretimde kullanılan kölelerin maliyeti oldukça düşüktür. Hiçbir hakları olmadığı için sadece hayatta kalmalarına yetecek miktarda yiyecek, üretimin emek giderini oluşturur. Ancak üretim güçlerini oluşturan aletlerin ve teknolojinin gelişmesi karşısında köle emeği artık istenilen verimlilikte olamaz. Olağanüstü zor koşullar altında sadece yaşamlarına devam etmelerini sağlayacak kadar yiyecek verilen insanların üretimi arttıracak gayretleri göstermesi beklenemez. Emek,ne kadar baskı uygulanırsa uygulansın daha fazla ürün elde etme isteği duymaz. Bu nedenle kölelik sona erdi. Aslında sona eren köleliğin sosyal sınıflar içindeki yeri idi. Ekonomik olarak birtakım bağımlılıklar nedeniyle köleliğin kavram olarak bugün bile adından söz edilmesi bir realitedir.
KURŞUNLU BENZİNE KARŞI MÜCADELE
Thomas Midgley 1889 yılında Pennsylvania’da doğdu. 1916 yılında Dayton Engineering Laboratories Company’de araştırmacı olarak çalışmaya başladı. Motorlardaki vuruntu sorunu üzerine yaptığı araştırmalarla içten yanma konusundaki çalışmalara öncülük etti. 1921 yılında tetraetil kurşunu buldu. Böylece motorlarda sarsılma sorunu büyük ölçüde azalmış oldu. * Kurşunun tehlikeli olduğu bilindiği halde,20.yüzyılın başlarında her türlü tüketim maddesinde bulunuyordu. Gıdalar kurşunla lehimlenmiş konserve kutularında satılıyordu. Kurşunla astarlanmış tanklarda su depolanıyordu. Böcek ilacı olarak meyvelere kurşun arsenat püskürtülürdü. Diş macunu tüplerinin bileşiminde bile biraz kurşun vardı. Elbette insanları kurşunla içli-dışlı ilişkiye sokan olay,onun benzine karıştırılması oldu. Tetraetil kurşun,etil klorürün toz halindeki kurşun ve sodyum alaşımıyla tepkimeye sokulması yoluyla hazırlanır. Yoğun,renksiz ve oldukça uçucu bir sıvıdır. Benzinin bir litresine en çok 0,8 santimetreküp tetraetil kurşun eklenir. Motorlarda kurşunun çökelerek birikmemesi amacıyla çok az miktarda etilen dibromür veya bazen etilen diklorür birlikte eklenir. * Kurşun bir nörotoksindir. Çok fazla kurşun alan bir insan,beynini ve merkezi sinir sistemini tedavi edilemeyecek şekilde hasara uğratmış olur. Diğer semptomlardan bazısı,körlük,uykusuzluk,böbrek yetersizliği,işitme kaybı,kanser ve diğer olumsuz olgulardır. Ancak kurşun,hem elde edilmesi hem de işlenmesi kolay bir maddedir. Endüstri alanında son derece kazanç sağlar. Üstelik tetraetil kurşunun motorlardaki vuruntuyu giderdiği de kanıtlanmıştı. Thomas Midgley ,kurşunlu katkı maddelerinin kullanılması sonucunda ortaya çıkan sorunları incelerken,bromun deniz suyundan özütlenebileceğini gösterdi. Birinci Dünya Savaş’ı devam ederken,daha sonra İkinci Dünya Savaş’ında kullanılan güdümlü bombalara benzeyen pervaneli hava torpilleri için bir denetim sistemi geliştirdi. Thomas Midgley ,doğal ve yapay kauçukların bileşimiyle ilgili geniş bir araştırma yürüttü. Hidrokarbonların parçalanmasında yararlanılan iki katalizörden birini buldu. * 1923 yılında ABD’nin en büyük şirketlerinden üç tanesi General Motors,Du Pont ve Standard Oil of New Jersey birleşerek Ethyl Gasoline Corporation ortaklığını kurdular. Amaçları, dünya talebini karşılayacak miktarda tetraetil kurşun üretmekti. İnsan sağlığına zehiri kurşundan daha az bir ürün izlenimi yaratmak için katkı maddelerine ‘etil’ adını vermişlerdi. Bu ürün 1 Şubat 1923 günü halkın tüketimine sunuldu.
Hemen hemen aynı günlerde üretimde çalışan işçilerde yürüme dengesizliği ve zehirlenmenin ilk aşamasına özgü zihin bulanıklıkları görüldü. O andan itibaren de Ethyl Gasoline Corporation bir inkar politikası belirledi. Thomas Midgley ,aynı yıl Ethyl Gasoline Corporation’un başkan yardımcılığına getirildi. Ethyl’nin bir fabrikasında işçiler tedavisi olanaksız hezeyanlara sürüklendiğinde,şirketin basın sözcüsü,gazetecilere bu işçilerin çok çalışmaktan akıllarını kaçırdığını söylüyordu. Ama diğer taraftan kurşunlu benzin üretiminin daha ilk günlerinde ölen işçi sayısı en az 15 kişi oldu. Açıklanmayan sayıda işçi ağır şekilde hastalandı. Şirket her türlü sızıntı,serpinti ve zehirlenmeye ilişkin haberleri her zaman susturuyordu. * Bazı durumlarda söylentilerin önüne geçilemez. 1924 yılında birkaç gün içinde üretimde çalışan 5 işçi öldü. Bir tesiste yeterince havalandırma olmadığı için 35 işçi kalıcı hasar sonucu yürüyemez hale geldi. Olaylar artık gizlenecek halden çıkmıştı. Bu durumda Thomas Midgley,gazetecilerin önüne çıktı. Şirketin güvenlik tedbirleri hakkında bilgiler verdi. Bu arada ellerine tetraetil kurşun döktü. Sonra tetraetil kurşun dolu bir bardağı bir dakika süreyle burnuna dayadı. Bu işlemi her gün hiç zarar görmeden tekrarlayabileceğini iddia etti. Aslında birkaç ay önce aşırı kurşun zehirlenmesinden yatağa düşmüştü. O günden beri gazetecilere güvence verdiği dakikalar hariç,bu maddeden hep uzak durmaya çalışıyordu. * 1920’li yıllarda buzdolaplarının kullanımı risk taşıyordu. Tehlikeli gazlarla çalıştırılıyorlar ve zaman zaman sızıntı yapıyorlardı. 1929 yılında Cleveland kentinde bulunan bir hastahanede buzdolabı sızıntısı nedeniyle yüzü aşkın sayıda insan öldü. Thomas Midgley,kararlı,tutuşmayan,paslanmaya neden olmayan ve solunduğunda zarar vermeyecek bir gaz yaratmak için çalışmalara başladı. Zehirleyici ve yanıcı olmayan bir soğutucu madde geliştirmek için giriştiği araştırmaları sonucunda diklorodiflüorometanı buldu. Bu madde Freon-12 ticari adıyla üretildi. Freon-12 ve benzeri bileşikler bütün dünyada soğutucu ve aerosol itici olarak yaygın biçimde kullanılmaya başlandı. * Thomas Midgley ,1930 yılında Kinetic Chemicals Incorporation’un başkan yardımcılığına getirildi. 1933 yılında Ethyl-Dow Chemical Company’nin yöneticisi oldu. 1940-1944 yılları arasında Ohio Eyalet Üniversitesi Araştırma Vakfı’nın başkan yardımcılığını ve yöneticiliğini yaptı. İkinci Dünya Savaş’ında Ulusal Savunma Araştırmaları Komitesi’nde görev aldı. 1944 yılında çocuk felci geçirip kötürüm kaldı. Kendisini otomatik olarak kaldırması ya da yatağa yatırması için motorlu makara takımıyla çalışan bir mekanizma icat etti. 1 Kasım 1944 günü,dalgın bir durumdayken makine harekete geçince kordonlara dolandı ve boğularak öldü. * Clair Patterson,1953 yılında Yerküre’nin yaşını belirledikten sonra,dikkatini atmosferdeki onca kurşunun nereden geldiği sorusuna yöneltti. Kurşunun insanlar üzerindeki etkileri hakkında bilinen her şeyin yanlış ya da yanıltıcı olduğunu kısa sürede anladı. Kurşunun etkilerini ele alan her araştırmanın son 40 yıldır kurşunlu katkı maddeleri üreticileri tarafından finanse edildiği de hemen dikkatini çekti. Konuyu irdeledikçe şaşkınlığı artıyordu. Yapılan araştırmalardan birinde,kimyasal patoloji alanında uzmanlık eğitimi almamış bir doktor 5 yıllık bir programın sorumluluğunu üstlenmişti. Programda, gönüllülerden yüksek miktarlarda kurşun solumaları ya da yutmaları isteniyor,sonra da idrarları ve dışkıları test ediliyordu. Sorumlu doktorun konuyu bilmediği apaçıktı.
Zira kurşun idrar ya da dışkı yoluyla vücuttan atılmaz. Kemik ve kaslarda birikir. Söz konusu araştırmada ise kan ve kemik testi yoktu. Kurşuna temiz raporu verilmişti. Clair Patterson, atmosferde çok fazla kurşun olduğunu ve bunun yüzde 90’ının otomobillerin egzoz borularından geldiğini hemen saptadı,ama kanıtlayamadı. Araştırma yaptığı günlerde atmosferdeki kurşun düzeylerini, tetraetil kurşunun piyasaya sürüldüğü 1923 yılından önceki düzeylerle karşılaştırmanın bir yolunu arıyordu. Cevabı buz çekirdeklerinde bulabileceğini düşündü. * Grönland gibi yerlere yağan karlar,birbirinden ayırt edilebilecek yıllık katmanlar halinde birikir. Bunun nedeni,mevsimsel sıcaklık farklarının kış ile yaz mevsimleri arasında hafif renk değişimleri yaratmasıdır. Bu katmanları geriye doğru sayarak ve her birindeki kurşun miktarını ölçerek binlerce yıl içindeki herhangi bir zamanda geçerli olan global kurşun konsantrasyonlarını hesaplamak mümkündür. Patterson,1923 yılından önce atmosferde yok denecek kadar kurşun bulunduğunu saptadı. O zamandan beri kurşun düzeyi tehlikeli bir hızla yükselmişti. Bulgusunu kanıtladığı anda kurşunu benzinden çıkarmayı yaşantısının davası haline getirmeye,kurşun endüstrisini eleştirmeye karar verdi. * Ethyl,yüksek mevkilerde adamları olan bir şirketti. Patterson,çok kısa süre içinde araştırmalarına kaynak sağlayan kuruluşlardan desteğin azalmakta olduğunu gördü. Giderek kaynak bulamamaya başladı. Petrol Enstitüsü,araştırma sözleşmesini feshetti. Halk Sağlığı Servisi de aynısını yaptı. Şirket,akademik çevrelere baskı yapıyor, Patterson’u susturmak için her yola başvuruyordu. İşler o duruma geldi ki,atmosferik kurşun konusunda bir numaralı uzman olduğu halde,1971 yılında atmosferik kurşun zehirlenmesinin tehlikelerini soruşturan bir Ulusal Araştırma Konseyi paneline davet edilmedi. Ama Patterson yılmadı,bütün baskılara rağmen mücadelesini sürdürdü. 1986 yılında ABD’nde tüm kurşunlu benzin satışlarının durdurulması onun bu mücadelesinin sonucudur. Ancak Yerküre’nin yaşını belirlemesi ve kurşunlu benzine karşı yürüttüğü mücadele ona herhangi bir Nobel Ödülü getirmedi. Ödül bir tarafa,şöhret bile kazanamadı. Pekçok jeoloji kitabında adı geçmez. Yerküre’nin tarihlendirilmesi konusunu inceleyen iki tane popüler kitapta adı geçse bile yanlış yazılmıştır. 1995 yılında öldüğünde yaptığı işler unutulmuş gibiydi. Bugün hatırlanması ciddi bilimsel çevreler sayesindedir.
PARLAMENTER SİSTEMİN SİSTEMİN BAŞLANGICI
Batı Avrupa’da feodal düzen sürerken bazı bölgelerde krallıklar güçlenip otoriteyi ele aldılar. Ekonomik ilişkilerin oluşturduğu sosyal kurumlar ve yönetim tarzı feodal karakterini uzun süre devam ettirmiştir. Zamanla güçlenen burjuva sınıfının egemenliği eline almak için yürüttüğü mücadele toprak sahiplerini temsil eden krallıklara karşı olmuştur. İngiltere’nin coğrafi ve sosyal dokusu biraz değişik özellikler taşıdığı için feodalite,Batı Avrupa’da olduğu gibi sağlam köklere dayanmıyordu. Dolayısı ile krallık,güçlü konumunu daha kolay koruyabiliyordu. Burjuva sınıfının ülke otoritesini temsil eden krallığa karşı olan mücadelesinin Batı Avrupa’ya oranla daha erken başlamasının sebeplerinden en önemlisi bu durumdur. Fransa’da feodalite daha kuvvetli,krallığın bu düzen üzerindeki otoritesi sağlam olduğu için sınıflar arasındaki çatışma daha geç başlamış ve kanlı bir devrimle bitmiştir. * Günümüzdeki demokrasi kavramı ve onu algılama tarzımız ile geçmişteki anlamını karıştırmamak için yirminci yüzyıldan önceki dönemlerdekilere ‘Klasik Demokrasi’ denir. Klasik demokrasi bugünkü niteliklerine doğru gelişim gösterirken,parlamenter sistemin de gelişmesini ele alma zorunluğu vardır. Belki de parlamento kurumunun gelişmesini incelemeyi ön planda tutmalıyız. Zira parlamenter sistemin kapsamı büyüdükçe halkın daha geniş şekilde temsil edilmesi mümkün olmuştu. Uzun bir zaman sürecini göz önünde tutarsak kral ile parlamento arasında karşılıklı yetki ve sorumluluk ilişkisini daha kolay anlayabiliriz. İngiltere’nin Batı Roma İmparatorluğunun egemenliğinden kurtulması hemen hemen beşinci yüzyılda gerçekleşti. Her türlü ekonomik ve sosyal mücadele 600 yıl kadar sürdükten sonra siyasi birlik ancak onbirinci yüzyılda sağlanabildi. 1066 yılında gerçekleşen Norman saldırılarından önce kurulmuş olan krallıklarda danışma meclisleri diyebileceğimiz kurumlar vardı. Vitan adı verilen bu meclislerde kralın danışmanları,kontlar,baronlar ve yüksek rütbeli subaylar biraraya geliyorlardı. Kralların sadece fikir almak için oluşturdukları bu müesseselerin hiçbir yasama yetkisi yoktu.
Normandiya dükü Guillaume İngiltere tahtı üzerinde hak sahibi olduğunu ileri sürerek 1066 yılında Britanya adasına saldırdı. Tarihte Hastings Savaşı adı verilen son bir çarpışmadan sonra ülkenin tümünü eline geçirdi. Guillaume toprakları kendi adamları arasında paylaştırdı. Böylece toprak sahibi olan yeni soylu sınıfın merkezi otoriteye karşı başkaldırması önlenmiş oluyordu. O dönemlerin ekonomik yapısından dolayı devlet feodal özelliktedir,ülkedeki siyasi birliği mutlak monarşi olarak kral sağlamaktadır. Üstelik Guillaume Normandiya’da uyguladığı feodal düzeni şimdi İngiltere’de yerleştirmişti. Artık ülkede zayıf değil sağlam bir feodalite uygulaması vardı. Ancak istila öncesi Vitan’ın etkileri tümüyle ortadan kalkmış değildi. Feodalitenin kendine özgü olan hukuk kurallarına göre vasallar,senyörlerini askeri güç ve mali olarak destekledikleri gibi kurmuş oldukları birtakım örgütlerle de katkıda bulunurlardı. Buna karşılık krallar da uygun dönemlerde vasalları ile toplanır,onlara danışırdı. Ama en önemli olay, vergi konusunda vasalların rıza göstermesidir.İngiltere’de bu olay biraz farklılık göstermiştir. * Magnum Concilium danışma meclisi ,bir diğer latince deyim olan Curia Regis ise kral meclisi anlamına gelirler. 1066 yılından önce mevcut olan Vitan’ların etkisi bu meclislerde kendisini göstermişti. Soylu sınıflar ile din adamlarının üst kademelerdeki temsilcilerinin oluşturduğu bu meclisler,kralın fikir danıştığı sosyal kurumlardır. Başlangıçta kurumsal olarak sürekli bir fonksiyonları yoktu.Dolayısı ile toplantıları da belirli zamanları kapsamıyordu. Daha çok yargı alanında faaliyet gösteriyordu. O zamanlar kralın bizzat kendisinin baktığı davalara bakıyorlar veya diğer yargı kararları için bir çeşit yargıtay görevi yürütüyorlardı. Diğer taraftan idari işlerde yaptıkları önerilere uyup uymamak kralın takdirine kalmış bir olaydı. * Feodal düzen iyice yerleştikten sonra toprak sahiplerinin gücü iyice pekişti. Soylu sınıf olarak üretim araçlarının sahibi oldukları için toplumun üstyapısını oluşturan sosyal olgularda daha fazla sözsahibi olmaya başladılar. Onikinci yüzyıla gelindiğinde krallar,kendi kişiliklerinde toplamış oldukları birçok yetkiyi soylu sınıflara mensup kişilerle paylaşmak zorunda kalmışlardı. Olayların gelişim sürecinde yetki paylaşması feodal soyluların lehinine doğru sapmasına devam etti. Nihayet 1215 yılında kral Yurtsuz John imzaladığı Magna Carta Libertatum,yani Büyük Özgürlük Fermanı ile egemenliğinin soylular adına kısıtlanmasını kabul etti. * Magna Carta Libertatum’un imzalanması için mücadele eden feodal beylerin en büyük destekçisi orta sınıf halktı. Artık kral ile soylu sınıfın görev ve yetkileri karşılıklı olarak belirlenmişti. Kral eskisi gibi başına buyruk davranamayacak,yürürlüğe konan yasalara uymak zorunda kalacak ve kişilere tanıdığı hakları koruyacaktı.
Batı Avrupa’da feodal ilişkilerin en koyu olduğu bir dönemde İngiltere’de gelinen bu aşama her yönüyle ilginçti. Sözkonusu fermanda kişi dokunulmazlığı ile kişi güvenliği ön planda tutulmuştu. Bir yargı organı tarafından karar verilmemişse kişiler tutuklanamıyordu. Kralın halktan keyfine göre vergi toplaması artık sözkonusu bile değildir. Ayrıca kralın kendisi olsun,veya kendisinin görevlendirdiği kişiler olsun devlet adına görev yapan herkes denetlenebilecekti. * Magnum Concilium’un danışma kurulu olmaktan çıkıp denetleme fonksiyonunu kazanma süreci ileriki yıllarda daha da kapsamlı olacak ve parlamenter sisteme kadar gidecektir.
ROBESPİERRE 28 Temmuz 1794 günü Robespierre,beraberinde 22 kişi ile birlikte Paris’te bugünkü Concorde Meydanı,o günkü adıyla Devrim Meydanı’na giyotinle idam edilmek üzere götürülürken acaba ne düşünüyordu? Kendisi,bir gece önce tutuklanırken ağır şekilde yaralanmıştı. Mahkumların içinde bulunduğu arabalar giyotinin bulunduğu noktaya yaklaşırken halk sevinç çığlıkları atıyor,özellikle işçiler,ücret tavanlarını belirleyen yasayı protesto ediyordu. * Kamu Selamet Komitesi’nin liderliğini yürütürken küçük burjuva çıkarlarını gözeten politikalar üretiyordu. Hem aristokrasiye hem de büyük burjuvaziye karşı olmakla birlikte bir türlü emekçi halkın isteklerine cevap veremiyordu.
Aslında büyük ve küçük burjuvazi,işçi sınıfı gibi kavramlar sanayi devrimi ile oluşmuştur. 1794 yıllarında Fransa’da bu ölçekte bir üretim söz konusu değildi. Buhar gücü henüz yeni yeni uygulanıyordu. Tezgahlarda kullanılan makineler mekanik tipte idiler ve insangücü ön plandaydı. Bu nedenle burjuvaziye hangi kıstasla büyük veya küçük ölçeğini verebiliriz? Nüfusun ezici bir çoğunluğu köylüydü ve bugünkü anlamıyla işçi sınıfından da bahsedemeyiz. Söz konusu olan hem tarım hem de ticaret ve ilkel sanayi kesiminde çalışan emekçilerdi. * Doğruluğu temel ilke edinen ve felsefi anlamıyla erdeme inanan bir kişi olarak izlediği terör politikası ile çelişkiye düştüğü söylenebilir mi? Hürriyetin despotizme üstün gelebilmesi için barışta erdeme,ihtilalde hem erdeme hem de teröre inanıyordu. Ona göre terör,hızlı,bükülmez ve affetmez adaletten başka bir şey değildir,varılacak hedef için uygulanan bir demokrasi aracıdır. Hürriyet düşmanlarına hürriyet olamazdı. Robespierre ve arkadaşları,kendi ölçülerine göre belirledikleri halkın mutluluğu hedefi için sol görüşlü Öfkeliler’i destekleyen Hebertçileri ve ılımlı olan Danton ve yandaşlarını giyotine gönderdiler.
Bu idamlar gerçekleşirken,Anatole France’nin ‘Tanrılar Susamışlardı’ romanından öğrendiğimiz,aslında yalnız bir kişi olan Robespierre’nin basit anlamıyla terör uygulayan bir sadist değil,erdeme dayanan bir yönetimin gereklerini yerine getirdiğini düşünen bir kişi olduğunu sanıyorum.
Ama feodalitenin kanlı bir şekilde yıkıldığı,insan hakları gibi kavramların oluştuğu,yepyeni bir üretim tarzının kurulduğu o karmaşık günlerde her bir kişinin beklentilerini karşılamak mümkün olamazdı. Hele burjuvanın çeşitli kesimlerinin ülke yönetiminde yer kapmak için yaptığı mücadele içinde halk kitlelerinin ihtiyacına cevap vermek ne derece mümkündü? Zaten meclisteki üyeler büyük çoğunlukla burjuva temsilcisi idiler. İki kesim arasında kalan Robespierre, bir taraftan sosyal güvenlik tedbirleri alıyor,ama diğer taraftan ücretlere üst sınır koymak zorunda kalıyordu. Yaralı haldeki Robespierre,giyotinin boynuna inmesini beklerken,eğer bilinci yerinde ise bütün bunlar için acaba ne düşünüyordu? Bu olayları bugünkü kavramlarla tartışmanın mümkün olduğunu sanmıyorum.Kişileri de öyle. Unutmayalım ki o günlerde 18.yüzyıl daha bitmemişti.
TARİHİ NASIL SEVDİM?
Ortaokul ve lise dönemlerinde tarih benim için ilginç,ama o derecede de sıkıcı bir konuydu. İlginçti,bu dünyada yer almış toplumların kimler olduğunu öğreniyordum. Sıkıcıydı,hep savaşlar anlatılıyordu ve hepsi de birbirine benziyordu. Benim dönemimde bilim,felsefe ve sanat konuları tarih dersi içinde incelenmezdi,onlar ayrıca ele alınırdı. Böylece tarih sadece savaş ve anlaşma olayları ile sınırlı kalırdı. İyi ama insanlar birbirleri ile niye savaşmışlardı? Krallıklar niye el değiştiriyordu? Veya bir ülkenin krallığı niye bir sülaleden ötekine geçiyordu? Sebep sadece süslü bir taht üzerinde oturabilmek miydi? İsyan edenlerin,göç edenlerin ve diğer toplumsal olayların bir öykü niteliğinden öte temel nedenleri olmalıydı.
Geçmişteki olayların yorumunun tarihsel materyalizm yöntemi ile incelenmesini öğrenince herşey yoluna girdi. Artık savaşların niye yapıldığını,kralların ne şekilde davrandıklarını,ihtilallerin nasıl gerçekleştiğini ve bunlara benzer konuları çözebilmiştim.
Üretici güçler ile üretim ilişkileri,alt ve üst yapı gibi kavramlar,tarihin yorumu için en uygun anahtardır. Geçmişteki olayların açıklaması için her zaman ille de tarihsel materyalizm mi gerekir? Yüzde yüz gerektiğini söyleyemem. Ama gene de bu yöntemin doğrudan doğruya değil de dolaylı olarak uygulanması bile yararlıdır.
UZAYLIYA YAPILAN OTOPSİ
Bir uzaylıya yapılan otopsi görüntülerini izlediniz mi? Ben izlemiştim. Daha ilk sahnelerden itibaren bu filmin bir sahtekarlık olduğunu anladım. Bu görüntüleri de kapsayan olaylara ‘Roswell vakası’ deniliyor. Kısaca özetlersem; Roswell kasabası yakınına 1947 yılında kimliği belirsiz bir cismin düştüğü iddia edilmişti. Resmi görevliler olay yerinde bulduğu enkazı alıp götürdüler. Ancak bu enkazın bir uçan daireye ait olduğu söylentisi dünyanın her yanına yayıldı. Bu olay defalarca gündeme getirildi. Nihayet cismin yere çakılmasından sonra öldüğü söylenen bir uzaylıya yapılan otopsiye ait görüntüler ortaya çıktı. Bu konudaki yazımı,aşağıda belirttiğim kaynağa dayanarak,kitabın yazarı gibi sürdüreceğim. * Bu otopsiyi görmek istiyorsanız YouTube’ye girin. Search kısmına ‘roswell’ yazın. Roswell alien autopsy videosunu izleyin. Daha fazla bilgi almak istiyorsanız ve ingilizce biliyorsanız internet arama çubuğuna ‘skeptical inquirer’ yazın,çıkan sitede gene ‘roswell’ yazıp ilgili makaleleri bulun. * Trey Stokes;The Abyss,Batman Returns,RoboCop II,The Blob gibi filmler için canavar ve uzaylı yaratan bir sanatçıdır. Kendisi böyle bir sahteciliğin nasıl yapılabileceğini çok iyi bilenler arasındadır. Herşeyden önce film, 1940 yıllarında çekilmiş belgeseller gibi olmalıydı. Dekorda kullanılan eşyalar da bu yıllara uygun düşmeliydi. Otopsisi yapılacak olan uzaylı ise,insanların hayalgüçlerinde canlandırdıkları imge ile paralellik göstermelidir. Hemen hemen insana benzemeli,ama tam olarak aynı olmamalıdır. Bu çerçeve içinde insanlara ait olmayan birtakım organlara da sahip bulunmalıydı. Bu model çok iyi şekilde dizayn edilmeliydi. Öyle ki tıp araştırıcısı rolündeki aktörler,yapacakları otopsi sırasında bu organları kolayca keşfetmeliydiler. * İşe başlanınca vucut ölçüleri, yapılması tasarlanan uzaylıya benzeyen birisini bulmak ve onun plastikten kalıbını almak gerekir. Sonra yaratığa garip bir görünüm vermek için çalışmalar başlar.
Bunun için en uygun yol,dişçilerin diş kalıbı almak için kullandığı ve hızlı şekilde donarak elastik bir yarı katıya dönüşen macunumsu madde hazırlamaktır. Bu madde yaratığın plastik kalıbının üzerine sürülür. Sonra altışar tane el ve ayak parmağı takılır. Bu iş yapılırken el ve ayaklara uzun ve belirgin görülebilsin diye teller konur. Seyircilerin ilk bakacakları yer olduğu için yüze garip bir ifade verilir ve baş yeniden şekillendirilir. Büyük bir ihtimalle böyle oluşan uzaylının hazırlanması artık bitmiştir. Sıra çekim yapmaya gelmiştir. * Kameralar çalışmaya başlar. Sözde araştırıcılar gövdeyi kesmeye koyulurlar. Trey Stokes’in tahminine göre bir neşterin kameraya bakmayan tarafına küçük bir tüp iliştirilmiştir. Böylece neşter keserken uzaylının kanı tüpten dışarı sızar,elbette neşter ardında bir iz de bırakılmış olur. Daha sonra, en yakın kasaptan alınıp gereken işlemler uygulanarak yerleştirilmiş olan ciğer veya böbrekler karından çıkarılır. * Görüntüler boyunca kadavranın etrafındaki başlıklı adamların;hem kendi mikroplarının saçılmasını,hem de uzaylının mikroplarını engelleyecek arıtıcı maskeler takmadıklarını görüyoruz. Daha ilk bakışta hiç tecrübesi olmayan ve beceriksiz olduğu anlaşılan kişiler organların yapılarını,birbirleriyle ilişkilerini anlamaya veya incelemeye hiç gayret göstermiyorlar. Elleri ile rastgele ve plansız bir biçimde oradan oraya saldırıyorlar. Vucuttan çıkarılan garip şeyler adeta körlemesine kesilip tasların içine fırlatılıyor. * Tecrübeli bir cerrah,filmin son derece beceriksiz çekildiğini ve iyi yönlendirilmemiş amatörlerin işi olduğunu söylemişti. Adı Joseph Bauer olan bu cerrah,konuşmasına şöyle devam etmişti: ’Bu uzaylı gerçek olsaydı,film yüzyılın cinayetinin belgeseli olurdu. ’Elbette buna ilave olarak barbarca bir kasaplığın ve hem bu deforme yaratık hakkında biraz bilgi edinme fırsatının hem de eşsiz delillerin yok edilmesinin de kıyımı olurdu. Kaynak: Adrian Berry : Galileo and the Dolphins-Amazing But True Stories from Science
DEVLET ÖNCESİ EŞİTLİKÇİ KABİLE TOPLUMU Eşitlikçi kabile toplumunda aile,soy zinciri ve klan gibi bölümlerde üretim eylemlerinde uzmanlaşma yoktur. Her bölümün yetkilisi ayrıdır. Aile reisi,aile içindeki kadın ve çocukların başıdır. Aile işlerinde yaşlılar,genç üyelerden daha çok söz sahibidir. Ancak toplumsal bölümler arasındaki ilişkileri ve üretimi koordine eden herhangi bir lider veya grup yoktur.
Erkeklerle kadınlar arasında bazı işbölümleri varsa da her biri kendi çalışma alanlarında aynı işlerle uğraşırlar. Böylece bütün ailelerin ekonomik faaliyetleri birbirine benzer. Başka bir ifade ile,her ailede aynı tip işbölümü bulunduğundan,bütün aileler yapı bakımından birbirine benzer. Ev,giysi ve süs biçimi hemen herkeste aynıdır. Bütün kabile üyeleri aynı çeşit araçları kullanır,aynı yiyecekleri yer,aynı dinsel töreyi uygular ve aynı tanrılara taparlar. Bu tür birkaç toplumsal bölümün aynı oluşu,benzerlik üzerine kurulu bir toplumsal birliğin ortaya çıkışına neden olur. Fakat toplumsal bölümlerin kendi kendilerine yetmeleri,gerçek anlamda birbirleriyle kaynaşmalarına engeldir. Öyle ki bir veya birkaç bölümün kaybından toplum hiçbir zarar görmez. Diğer taraftan bütün toplumlar liderden büsbütün yoksun değildir. Ancak kabile başkanının genellikle emir verme yetkisi yoktur,ya da olsa bile içinde bulunulan durum ve zamanla sınırlıdır. Örneğin bu yetkisini ancak av sırasında,savaşta veya törenlerde kullanabilir.
Eşitlikçi kabile toplumu için bir örnek verelim. Bir kabile köyü 4 klan veya yerel bölüm içersin: Kuş bölümü,Kartal klanı ve Akbaba klanı, Çiçek bölümü,Zambak klanı ve Lale klanından oluşsun. Bu durumda başlıca iki bölüm Kuş ve Çiçek bölümüdür. Bunlar birbirleriyle evlenen iki yarı şeklindedir. Zira soy zinciri gerçek bir kan bağı sistemidir. Kartal ve Akbaba klanları üyelerinin aynı atadan gelen gelenekleri vardır ve birbirleriyle çok yakın akraba olduklarından Çiçek bölümündeki Zambak ve Lale klanlarının üyeleriyle evlenmeleri gerekmektedir. Klan,nüfusu artınca parçalanır ve bazı üyeler yeni bir köy kurarlar. Bunlar da zamanla öteki bölümlerin parçalanmış soylarıyla birleşirler. Bu şekilde klan ve ikili örgütlenme bir başka üçüncü yerleşme bölgesinde de tekrarlanır.
Böylece büyüme ve parçalanmayla klan üyeleri kabile bölgesine dağılmış olurlar. Ancak evlilikler aynı ya da farklı köylerde gene iki ayrı bölüm arasında yapılır. İkili bölüm arasındaki karşılıklı evlilik ve klanlar arasındaki ilişkiler,kabileyi kaynaştıran bağlardır. Kartal klanından bir kişi,öteki köylerde de kendi klanının ve kardeş klanın üyelerini bulabilir. Gerektiğinde bu kişilerden konukseverlik, koruma ve yardım bekleyebilir. Ayrıca kendi klanından kadınlarla evli Zambak va Lale klanlarıyla da akrabadır.
DEVLET ÖNCESİ ŞEFLİK VEYA HİYERARŞİK TOPLUM
Eşitlikçi kabile toplumunda aile,soy zinciri ve klan gibi bölümlerde üretim eylemlerinde uzmanlaşma yoktur. Şeflik veya hiyerarşik toplumlarda ise uzmanlaşmış bölümler birbirlerine bağımlı olduklarından,bir ölçüde organik dayanışma sağlanmıştır. Eşitlikçi kabile toplumunda bölümler genel anlamı ile eşittir. Şeflik veya hiyerarşik toplumlarda ise bölümler birbirlerine benzemekle birlikte siyasal işlev ve ekonomik rollerde rütbe ve mevki bakımından farklılık vardır. Bazı aile ve gruplar şefler düzeyindedir,ötekiler ise halk olarak kabul edilir. Bireyler,aileler ve köy toplulukları,ekonomik uğraşlarında uzmanlaşmışlardır. Kimileri el sanatları,kimileri balıkçılık,kimileri de çiftçilikle uğraşır. Bu uzmanlaşma büyük ölçüde şeflerin yönetsel rolünden kaynaklanır.
Bir şefin gücü,öteki kabile liderlerininkinden birkaç bakımdan ayrılır. Herşeyden önce şefler ekonominin yöneticileridir.
Herkese ev,tarla ve otlak için yeterince toprak sağlamak veya toprak dağıtımı yapmak zorundadırlar. Bazı kaynakların mevsimlik kullanımını önlemek için tabular koymak ve ortak avlar düzenlemek te onların işidir. Şefler vergileri yeniden dağıtarak uzman zanaatçıların çalışmalarını destekler. Dinsel güçlerinin yanısıra çatışan taraflar arasında arabuluculuk yaptıkları için hukuksal görevleri vardır Şeflik veya hiyerarşik toplumlarda uzmanlaşmış bölümler birbirlerine bağımlı olduklarından ve bir ölçüde organik dayanışma sağlandığından ekonomik faaliyetler, eşitlikçi kabile toplumuna göre daha dinamiktir.
DEVLET ÖNCESİ TOPLUM
Bugün bizler yaşamımızın her alanında ve her anında devletin varlığını farkında olsak ta olmasak ta hissederiz. Devlet,kişilere ve eşyaların mülkiyetine güvence sağlayan bir kurumdur. Bizim bakış açımıza bağlı olarak onu ne şekilde nitelersek niteleyelim politik bir otorite olmaksızın düzenli işleyen toplumsal yaşam düşünemeyiz. Oysa tarihin eski dönemlerinde devletin olmadığı toplumlar vardı. Resmi hukuk sistemine sahip olmayan bu tip toplumlar,kişisel çıkarların şiddet ve anarşiye yol açmaması için çok kuvvetli olan geleneksel kurallara uymak zorundaydılar. Yani toplumların düzenini devlet değil,örf ve adetler sağlıyordu. Devlet öncesi toplumları tanıyabilmek için bazı kavramların yakından incelenmesi gereklidir. * İlkel toplumda üyelik,yani o topluma mensup olmak,ortak bir atadan gelmekle mümkündür. Devlet dediğimiz organizasyonun henüz oluşmadığı zamanlarda veya henüz devlet aşamasına ulaşamamış insan toplumları kabile şeklindedir. Kabile toplumları çeşitli bölümlerden oluşur. Bu bölümler arasında kan bağı , evlilik , gelenekler , ortak bir ata , alış-veriş ve törensel iş bölümü gibi ilişkiler vardır. Bölümler genel anlamı ile eşittir. Kan bağı, evlilik ve soy gibi ilişkilerle kaynaşmıştır. Soy grubunda üyelik ortak bir atadan ya erkekler ya da kadınlar yoluyla belirlenir. Bu tanımlama babayanlı ve anayanlı olarak ta yapılır.(Babaerkil,anaerkil) Soy zincirleri,soy grubu anlamına gelir. Dış evliliğe dayanır.(Egzogami) Yani eşler başka gruplardan seçilir. Bu nedenle toplum birden fazla soydan oluşur. Soy zincirleri gerçek bir kan bağları sistemidir. Klan,genel anlamı ile akraba topluluğudur. Ortak bir ataya dayanan soya göre tanımlanır. Klanda da genellikle dışarıdan evlenme,yani egzogami ilkesi geçerlidir.
Klan,soy zincirinin ve aile bağlarının ötesinde,üyelerini bağlayan,savaş ya da din gibi ortak çıkarda birleştiren kültürel bir gruplaşmadır. * Devlet öncesi toplumda sosyal faaliyetler akrabalar arasındadır. Bir soy zinciri içindeki yaşlı kuşaktan olan tüm erkekler ‘baba’,onların karıları ise ‘ana’dır. Bir kişinin karısının soy zincirinden olan tüm kadınlar ‘gelin’,onların erkek kardeşleri ‘kayınbirader’dir. Aynı kuşaktan olan tüm klan üyeleri ‘kardeş’ ve ‘bacı’dır. Akrabalığa ait görgü kuralları günümüz kanunları gibidir. Bu kuralların çiğnenmesi mutlaka cezalandırılmayla sonuçlanır. Örneğin bir babaya saygı göstermemek,bacıların yanında cinsel konulardan söz edilmesi,bir kardeşle yemeğin paylaşılmaması gibi suçlar,alaya alınmaktan başlayıp toplumdan kovulmaya kadar uzanan cezaları kapsar. Elbette yasa uygulayıcı resmi bir kurum yoktur. Ama yanlış davranışlarla başa çıkmanın belirli yolları vardır. Suç işleyen kişiler suçu işledikleri şekilde ceza görürler. Öç almak, zarara uğrayan kişinin hakkıdır. Bu durum ilkel toplumlarda görülen bireycilik olgusu ile ilgili bir konudur. Devlet öncesi toplumlar,büyüklükleri,bölümlerinin özellikleri ve bunların birleşme biçimleri göz önünde tutularak iki ayrı türde incelenir: 1-Eşitlikçi kabile toplumu. 2-Şeflik veya hiyerarşik toplum.
ESKİ DEVLETLER VE İMPARATORLUKLAR
Uygarlık kavramının bizde çağrıştırdığı düşünce, teknoloji alanındaki yaratıcılıktır. Bu nedenle eski uygarlıklardan söz ederken onların yaratıcılık özelliğinden yoksun olduklarını görme eğilimimiz vardır. Buna bağlı olarak durgun toplumlar olduklarını düşünebiliriz. Ancak kaba taslak bir tarih incelemesi bile bunun pek doğru olmadığını ortaya çıkarır. Daha işin başında gözümüze çarpan en büyük özellik,geçmişteki uygarlıkların siyasal devlet örgütüne dayanmış olmasıdır. Böyle bir örgütlenmenin temelinde çeşitli sosyal ve ekonomik kurumlar olması gerektiğine göre,eski uygarlıkların hiç te küçümsenmeyecek işleri başarmış olduklarını anlarız. * Eski uygarlıklar zaman süreci içinde birçok siyasal ideoloji oluşturmuşlardır. Toplumların her türlü yaşam alanını kapsayacak biçimde toplumsal kurumlar ve bunların örgütlenme biçimleri yer almıştır.
Hem ideoloji hem de toplumsal kurumların örgütlenme biçimleri oldukça kapsamlıdır. Yönetim biçimleri totaliter veya o günkü şartlar çerçevesinde demokratik tarzdaydı. Devler işlerinin yürütülmesi için zaman zaman aşırıya kaçan bürokrasileri vardı. Sınıf veya kast sistemleri toplumun temelini oluşturuyordu. * Eski uygarlıklardaki kentler, günümüzdekilerden hem işlevleri yönünden hem de nitelikleri bakımından oldukça farklı özellikler gösterir. O dönemdeki kentllerin birkaçı hariç hepsi çok küçüktü. Bazısı kent devlet şeklinde örgütlenmişti ve nufuslarının büyük bölümünü köylüler oluşturuyordu. Eski Mısır ve Amerika toplumlarındaki kentler daha da değişik özelliktedir. Buralarda memur,rahip ve zanaatçılar yerleşmişti,dolayısı ile kentler küçük tören merkezi konumundaydılar. Eski toplumların başlıca geçim kaynağı tarım olduğu için tarımla uğraşanların kurdukları kentler elbette sanayi,ticaret ve mali faaliyetlerin yürütüldüğü merkezler olamazdı. İnka’larda olduğu gibi bazı kentler de bugünkülere benzer şekilde siyasal yönetim merkezleriydi. * Eski uygarlıklardaki toplumsal kurumların örgütlenme biçimlerinden birisi de yerel yönetimler ve profesyonel ordulardır. Özellikle imparatorluklarda tüm toplumu teşkil eden halklar arasında kültürel farklılıklar olduğu için ve topraklar bir hayli geniş yer kapladığından profesyonel ordu gereksinimi en yüksek noktadaydı. Savunma ve fetih için olduğu kadar iç düzenin korunması için de gerekliydi. Bu konudaki en önemli örneği Roma İmparatorluğunda görüyoruz. Romalılar,değişik bölgeler ve bağımlı krallıklarda bulunan çeşitli halkları bir arada tutma başarısı göstermişlerdir. Bu başarılarının temeli, askerlerine kollektif bir kişilik kazandırmaları olmuştur. * Ordular önemli kaynakların kontrolunu yaparlarken bir taraftan da ulaşım yollarını geliştiriyorlardı. Nüfus sayımı eski devletlerin önemli bir özelliği olmuştur. Devletin toplayacağı vergi ancak bu yolla belirlenirdi. Vergilendirme şekli ise kişilerin emeğini kullanmak veya tarımsal ürünlerden pay almaktı. Eski dönemlerde bilim adamları devlet tarafından desteklenmek durumundaydılar. Zira planlama ve yönetim işleri için bilimsel yöntem gerekir. Eski Mısırlıların 365 günlük takvimi bulmaları ve Nil nehrinin taşkınlık dönemlerini takip, yıldızları gözlemlemek sayesindedir. Eski uygarlıklardaki toplumsal kurumların örgütlenme biçimlerine verilecek diğer örnekler arasında mahkemeleri,site denetçilerini ve dinsel kurumları sayabiliriz. * Sümer ve Akad gibi devletlerin nüfusları ve yerleşim alanları oldukça küçüktü. Yönetim tarzı teokratikti ve idareyi rahipler yürütüyordu. Rahip-kral denilen bu tip devletlerde din adamları , insanlar ile tanrı arasında aracılık görevini üstlenmişlerdi. O günlerin inanışını kabullenen halk,zor kullanmaya gerek kalmadan topluma yararlı olan dinsel görev ve törenlerde bir araya gelirdi. İnsanların devlete bağlılığı ve hizmeti bu şekilde güvence altına alınırdı. Sosyal ve ekonomik yönden güç kazanan kişilerin ordu liderliğini ele geçirmesi ile sivil yönetim etkili olmaya başladı. Bu sivil kişiler,yani rahip olmayanlar ordularını beslemek ve onların donanımını sağlamak için gerekli kaynakları da kontrolleri altına aldılar. Askeri yayılma da bu şekilde başlamış oldu. Asur,Hitit,Mısır ve Pers gibi ilk imparatorluklar,fetih yoluyla birleştirilmiş tek tek devletlerdi. * Çok güçlü görünmelerine rağmen eski imparatorlukların çok önemli zaafları vardı. Bunlardan birisi toplum birliğinin zayıflığı idi. İmparatorluk yönetimi konusunda henüz deneyim yoktu, imparatorluk kültürü yetersizdi. Bu nedenle yapılan fetihler,çok derin olan etnik ve bölgesel farklılıkları ortadan kaldıramadı veya ayırımları törpülüyemedi. Diğer taraftan bu tip imparatorlukların oluşturdukları siyasal örgütlerin merkezi hükümetlere karşı bağlılığı sağlanamıyordu.
O günün şartları gereğince ulaşım ve haberleşme çok sınırlı olduğu için merkezi hükümet, çekirdek diyebileceğimiz dar bir alanda bulunuyor,bu alan dışındaki bağımlı bölgelerin yönetimi yerel yöneticilere bırakılıyordu. Bu yöneticiler kendi bölgelerine ait geliri gene kendileri topluyor,ordularını kendi denetimlerine aldıkları zaman merkeze kolayca baş kaldırabiliyorlardı. Böyle kopmalar sonucu imparatorluk zayıflıyor,komşu devletler veya göçebe kabilelerin saldırıları karşısında dağılıp gidiyordu. * Eski hükümdarların merkezi bürokrasiyi geliştirmeleri ve süreç içinde oluşacak dağılmaları önlemek için çözümler üretmesi gerekiyordu. Yerel yöneticilerin sık sık değiştirilmesi,onlarla hükümdar ailesi arasında evlilik bağları kurulması gibi çareler bulundu. Ayrıca görevlilerin bağlılığını güvence altına almak için onların akrabalarından bazılarının merkezde rehin tutulması gibi kurnazlıklar uygulandı. Zaman geçtikçe yerel yönetimleri denetim altında tutma yöntemleri bir hayli genişledi. Etkili bir casusluk sistemi kuruldu. Siyasal destek verme karşılığında tüccarlara,kentlere ve din adamlarına ayrıcalıklar tanındı. Yolların,kanalların,haberleşme sistemlerinin ve gemiciliğin geliştirilmesi hızlandı. Ama tarihin gelişim süreci içinde toplumların geçireceği dönüşümler karşısında bu çareler de yetersiz kalmaya mahkumdu.
ESKİ DÖNEMLERDE KÖYLÜLER
Eski uygarlıkların yazılı olan tarihlerini gözden geçirirken karşımıza hep krallar,imparatorlar,rahipler,düşünürler,sanatkarlar ve kentliler çıkar. Onların yazdıklarını okur,yaptıkları eserleri inceler ve bize ulaşan etkinliklerini değerlendiririz. Oysa eski uygarlıkların nüfusunun büyük bir çoğunluğunu köylü ve çiftçiler oluşturuyordu.
Buna rağmen bu insanların yaşamları siyasal gelişmelerden çok az etkilenirdi. Ama yarattıkları ekonomik ürünlerle tarım dışında faaliyet gösteren uzmanların çalışmalarını sağlıyorlardı. Devletin köylülere sağladığı olanaklar sulama,sellerin kontrol sistemleri,düşmanlara karşı koruma ve kıtlık durumunda yardım gibi alanları kapsıyordu. Buna karşılık köylüler,ürünlerinin büyük bir bölümünü diğer sınıfları beslemek için vergi olarak ödemek zorundaydılar. Üstelik askerlik yapma yükümlülükleri de vardı. * Eski uygarlıklar döneminde köylülerin yaşam biçimleri,ekonomik düzeyleri ve yaptıkları işler bakımından, kendilerinden önceki tarımsal kabile üyelerinden pek farkı yoktu. Sadece toplumda bir sınıf olarak yer alıyorlardı. Tarımsal kabile konumundan köylü sınıfının oluşması,devlet dediğimiz kurum sayesindedir. O dönemler için yeni bir yönetim biçimi olan devlet,köylüye tarlasını sürmek için saban,toprakları için sulama olanakları ve üretimde bulunmaları için tarla sağlamıştı. Böylece köylüler daha disiplin gerektiren daha ileri bir tarımsal sistem içinde çalışıyorlardı. Bu durumda kabile üyelerinden farklı olarak pazarda satmak üzere bazı ürünler yetiştirebiliyorlardı. Sattığı ürünler karşılığında kendisinin üretemediği malları ve uzmanlaşmış hizmetleri satın alıyorlardı. Diğer taraftan devletin memurları ve din adamları köylere gittikçe köylü,kendi topluluğundan daha geniş bir sosyo-ekonomik sistemle ilişkiye giriyordu. Ayrıca kentlerde ortaya çıkan bilgi ve kültürden yararlanma şansları da vardı. Kendilerinden önceki kabile toplumundan farkları bu kadardı. * Yapılan her türlü sosyolojik araştırmalar, köylülerin, yaşamlarını geliştirecek nesne ve düşünce unsurları ile ilgilenmeye gerek duymadıklarını ortaya çıkarmaktadır. Kentlerde bulunan vasıfsız kişiler gibi köylüler de siyasi faaliyet alanında kısırdılar. Bu nedenle her türlü politik mücadelede kolayca saf dışı kaldılar. Daha sonra yeni bir insan tipi olan ‘yurttaş’ sadece kentlerde ortaya çıkınca da köylüler bu konuma uzak kaldılar. Yurttaşlar devlet karşısında yasalara dayalı hak ve yetkileri olan insanlardı. Eski yasaların daha çok devleti korumaya yönelik hükümleri zamanla yurttaşı korumaya doğru oldu. Bütün bunlardan köylülerin yararlanması genellikle gecikmeli bir seyir izlemiştir.
İLKÇAĞDA DEVLET YIKILIŞLARI İlkçağda,aynı bölgelerde birbirinin peşisıra birçok devlet veya imparatorlukların kurulup yıkılmaları sürecinde toplumların bireylerine ne oluyordu? Belli bir coğrafi bölgede bir toplum yaşamını sürdürürken başka bir toplum o bölgeyi istila edince,ilki tümüyle yok mu ediliyordu? Veya tümüyle yerlerini yeni gelenlere terk edip topluca başka yerlere mi göç ediyorlardı? Her ikisi de olmuştur. Ama daha önce yerleşmiş olanlar ile yeni gelenlerin kaynaştıkları da sıkça görülen bir durumdu.
O zaman birbirinin peşisıra birçok devlet veya imparatorlukların kurulup yıkılmaları sürecinde tarih kaynaklarında gördüğümüz toplum adları neye göre değişiyordu? * MÖ.4000 yılından önce,Asya’dan gelen insanlar,zencilerle ve Kuzey Afrikalılarla kaynaşarak Nil boyunca klanlar oluşturdular. Bu klanlar yüzlerce yıl boyunca birbirleriyle savaştıktan sonra Fokon klanı üstün geldi. Şef Menes Yukarı Mısır ile Aşağı Mısır’ı tek bir krallık halinde örgütledi. Bu olaylardan sonra Mısır’ın gittikçe geliştiği belli. Ancak MÖ.1790 yılları civarında,ilk önce İran bölgesini,sonra da Mezopotamya’yı işgal eden Ari’ler ve onların beraberlerinde sürükledikleri kabilelerden oluşan Hiksos’lar Mısır’a girdiklerinde kaç kişi idiler? Bunlar bütün Mısır toplumunu yok etmediklerine göre oralarda kaldıkları 100 yıl boyunca bütün toplumun hangi katmanları ile kaynaşmıştı? Nihayet Teb sülalesine mensup kralların önderliğinde toplanan Mısır’lılar,Hiksos’ları ülke dışına kovalarlarken bunların hangi fertlerini saf dışı bırakmış oluyorlardı?
Ninova yok olunca Asur devleti yıkıldı. Ama halk ne oldu? Mezopotamya ve çevresi daha da karışık bir durum gösterir. Aynı bölgeleri farklı tarihlerde gösteren haritaları incelediğimizde farklı devlet adlarına rastlarız. Bir toplumun olduğu gibi yok edilip yerine farklı toplumun yerleştiği,sonra onun da yok edilip bir başkasının yerleştiğini düşünmek zordur. Akad,Elam,Babil,bölgeye hakim olan Asur,Hitit ve pek çok istilacı kavim tarihte birbirlerinin peşisıra yerlerini alırken elbette halkın bir kısmı öldürülüyor,esir edilip köle olarak kullanılıyor veya sürgün ediliyordu. Ama yerlerinde kalan ve neslini devam ettiren insanlar olduğu gibi bunların bir kısmı da yeni gelenlerle kaynaşıyorlardı. Devlet ve imparatorlukların adları da işgal edenlerin adlarıydı. Mezopotamya’da ilkçağın başlarında Sümer ülkesinde bağımsız sitelerden zaman zaman birisinin üstünlük sağladığını biliyoruz.
Yaklaşık MÖ. 2700’lü yıllarda Akad Sami’lerinin bölgeye tamamen hakim olduğunu,kısa süre sonra kuzeydoğudan gelen barbarların istilasını,bu istilacıların Sümer medeniyeti içinde bölge halkıyla kaynaştığını görüyoruz. Daha sonra Hitit ve Asur istilasına kadar Elam ve Babil hakimiyeti oluşmuştu. Bütün bu olaylar olurken,örneğin MÖ.2500’lü yıllarda diyelim ki Ur sitesi yakınlarındaki bir çiftçi ailesinden devam eden sülalenin bugüne ulaşmış fertleri acaba şimdi nerelerdedir?
İLKEL TOPLUMLAR
Antropologların, basit kültürel oluşumları ‘ilkel’ olarak adlandırmaları, o toplumları küçük düşürmek amacı taşımaz. ’İlkel’ kelimesi,incelenen toplumun sosyo-ekonomik yapısının niteliği ile ilgilidir. Üretim süreçlerinde ve yaşam ortamında basit teknoloji kullanan,nufusu az,kan bağlarına dayalı,eşitlikçi ve kurumsal olarak uzmanlaşmamış kültürler için kullanılır. İnsanlık tarihinin çok büyük bir bölümü ilkel kültürlerin tarihidir. Tarihte o kadar uzun sayılmayacak bir süre öncesine kadar,yani yaklaşık beşyüz yıl öncesine kadar toplumlar böyleydi. Afrika,Kuzey Avrasya,Avustralya,Pasifik Adaları ve Amerika’da yayılmış haldeydiler. Ama 5.000 yıl öncesine gidilirse ilkel kabilelerin bütün dünyada bulunduğunu görürüz. Uygarlık oluşmaya başladıkça kabile kültürü daha karmaşık örgütlenmelere girişti. Böylece etnik gruplara dönüşüm başladı. Ancak bu gibi gelişmeler dünya geneli göz önüne alındığında çok sınırlı bölgeleri kapsıyordu. Örneğin Romalılar Breton kabilelerinin bölgelerine girdikçe onları Romalılaştırıyorlardı.
* İlkel toplumlarda başlıca ekonomik uğraş yabani yiyecek toplamak,balıkçılık,tarım ve hayvancılık olup amaç besin sağlamaktır. Erkek ve kadınların yaptıkları işler birbirinden farklıdır. Yani sosyal işbölümü aile içinde cinsiyete dayalı olarak gerçekleşir. İlkel toplumların yaşamın çetin koşulları karşısında edindikleri bazı özellikler vardır. Örneğin her aile,kendi başına yaşamını sürdürmesi için gerekli ustalığa,araçlara ve kaynaklara sahiptir. Bazı işler için diğer ailelerle işbirliğine gidilir,ama bu yeteneklerin ve araçların varlığı şarttır. Topluluk sayısı birkaç yüz kişiden oluşur. Ancak işbirliği gerektiren ekonomik faaliyetlerin sürdürülmesi için en az 30-40 kişiye gereksinim duyulacağı için bu sayı ilkel toplum için alt sınırdır. Üst sınır sayısının miktarını belirleyen en önemli etken yiyecek miktarıdır. Gene de bu tarz bir örgütlenmede birtakım baskı ve gerilimler ergeç oluşacağı için üst sınırın çok fazla olması beklenemez. Bu sebeple barış içinde yaşamayı zorlayacak kadar genişleyen ilkel toplum,zorunlu olarak ikiye bölünür. * İlkel yoplumlar,aile kültürleridir. Ana,baba ve çocukların oluşturduğu çekirdek aile,daha büyük birim olan iki veya üç kuşaklı ailenin bir parçasıdır. Örneğin çocukları kriter olarak ele alırsak,büyük anneler,büyük babalar,amcalar,teyzeler gibi bir kuşak birliği vardır. Bu durumda aile dışındaki toplumsal ilişkiler kan bağı sınırları içinde kalır. Zira toplumun tümü göz önünde tutulursa sonuçta herkes birbiri ile akrabadır. Zaten bu tip toplumlar bir akraba toplamı olarak algılanır. İlkel toplumlarda törensel eylemler çok önemlidir. Doğum,ergenlik,evlilik ve ölüm gibi olaylar bireysel yaşamın dönüm noktaları olduğu kadar sosyoekonomik yaşamdaki rolleri de belirler. Her kültürde toplumsal ayırımlar vardır. En başta, erkeklerin toplumdaki yeri kadınlardan daha ayrıcalıklıdır. Yaşlıların gençlerden daha üstün olduğu kabul edilir. Başarılı bir avcı veya çalışkan bir üretici toplumda saygı görür. Ancak ekonomik faaliyeti oluşturan üretim veya avcılık-toplayıcılık eylemi için yeterli insan sayısı vazgeçilemez önemdedir. * İlkel toplumların temelinin aile olması,basit örgütlenme biçimine uygun bir çözümdür. Ekonomik yaşamın olduğu gibi daha geniş olan akrabalık gruplarının da merkezi olması ona toplumsal,siyasal ve törensel görevler yükler. İlkel kültürlerin tanımında uzmanlaşma olmayan kurumlardan oluştuğu söylense de,bütün kültürlerin fiziksel çevreye uyum sağlarken bir miktar uzmanlık kazanmaları gerektiği göz önünde tutulur. Sahip olunan teknolojik seviye çok düşük olduğu için fiziksel çevrenin sert koşulları ile başa çıkmak,ancak uyum sağlama ile kazanılan uzmanlıktır. Toplum birkaç tane bazen de tek bir kaynağa bağımlıdır. Örneğin Sibiryalılar için ren geyiği,Kuzey batı Amerika kıyısı yerlileri için som balığı veya Amazon’daki kabileler için manyok kökü tek kaynaktır. Her ne kadar çevredeki fiziksel değişme toplumu etkilese de bireyler arasındaki uzmanlaşma gene de sınırlıdır. Toplumu değişikliğe götüren en önemli etken,komşu toplumlarla kurulan yeni ilişkilerdir. * Tarımsal üretime geçiş ileriki yıllarda daha da geniş çaplı değişikliği doğurdu. Tarım toplumları,avcı ve toplayıcı toplumlardan hem daha kalabalık hem de daha güçlüdür. Üretimim hem niceliği hem de niteliği değiştiği için doğadan daha fazla yarar sağlanır. Böylece yayılma başlar. Bu aşamaya gelememiş olan diğer avcı ve toplayıcı kabileler çöl,tundra ve kutup gibi daha olumsuz bölgelere sürülür. 16.yüzyılda Batı kültürlerinin yayılmaya başlaması, ilkel toplumlar için sonun başlangıcı oldu. Avrupalılar topraklarına el koydukça ya göç ettiler ya hastalık veya silahla yok edildiler.
Geriye kalmayı başaranlar şartları iyi olmayan alanlarda yaşamak zorunda kaldılar. Avrupalıların eline düşenler hayatta kalmışlarsa tarım alanlarında veya madenlerde çalıştırıldılar. * Günümüzde ilkel yaşamlarını sürdüren sayılı toplumlar bazen ilginç etkilenmeler altında kalmışlardır. Kuzey Amerika Eskimolarının bazılarına motorlu kızak verilince onların av bölgelerine ulaşmaları kolaylaşmış oldu. Böylece köpekli kızak sahipleri ile diğerleri arasında zenginlik-yoksulluk ayırımı doğmuş oldu. Böyle bir durum ilkel kabile kültüründe çok ender rastlanan bir olaydır. Pueblo yerlileri Amerika’nın güney batısında tarım yapan toplumdu. Uzun süre İspanyolların egemenliğinde kalmalarına karşın geleneklerini sürdürdüler,şeflik gibi hiyerarşik yapıya geçmediler. Avustralya yerlileri devletin resmi kaynaştırma politikasına karşın medeni toplum dışındaki yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Sayıları oldukça azalmasına rağmen beyaz yayılmacılığı sürdükçe kıtanın kurak iç bölgelerinde kültürlerine bağlı kalarak varlıklarını devam ettirdiler. Afrika’da hala yaşamlarını sürdüren ilkel kabileler vardır. Ancak dünyanın her tarafında teknoloji etkisini arttırdıkça bu tip toplumlar artık turistik birimler haline dönüşmektedirler.
İNSAN TOPLUMUNUN KÖKENLERİ
Toplumsal evrimciler adı verilen ilk antropologların bilimsel incelemeleri ile insan toplumunun kökenleri 18.ve 19. yüzyılda ele alınmaya başlamıştı. Bu bilim adamları Adam Ferguson,Lewis H.Morgan,J.J.Bachofen,Edward B.Tylor,Andrew Lang ve J.F.McLennan gibi isimlerden oluşuyordu. Bu kişiler herhangi bir topluluğu incelemeye başlarlarken,o topluluğu oluşturan temel birimleri ve bu temel birimlerin birbirleriyle olan ilişkisini göz önünde tutmak zorundaydılar. Bu bakımdan en başta aile kurumu incelemeye alındı.
İlkel toplulukların en önemli yönü olan yakınlar arasındaki cinsel ilişkilere ait tabular ile akrabalık gibi temel ve evrensel kurumlar da inceleme alanına giriyordu. Bu araştırmalar ile ilk insan toplumunun modeli kuruldu. Klasik evrimcileri oluşturan bilim adamları arasında en etkili kuramları ileri süren kişinin Lewis H.Morgan olduğu söylenebilir. 1877 yılında kaleme aldığı ‘Ancient Society’ (Eski Toplum) adlı eseri,Marx’çı kuramın gelişmesine katkıda bulunmuştur. * Tribü,ilkel bir topluluk formudur. Bir kişinin bir topluluğun mülkiyetine ortak olması ve üründen pay alması için o kişinin Tribü’ye ait olması gerekir. Bir diğer kavram da ‘Kan bağının sınıflandırılması’ dır. Yakın aile üyelerinin ve daha uzak akrabaların aynı adla çağrılması anlamına gelir ve tribü örgütlenmesinin temelini oluşturur. Morgan, ‘Ancient Society’ adlı eserinde bu iki kavramla,daha sonra yapılacak olan antropoloji çalışmalarına etkide bulunacaktır. * İnsan toplumunun kökenleri konusuna önemli katkılarda bulunan diğer bir bilimadamı da Edward B.Tylor olmuştur. Ekzogami denilen dışarıdan evlenme veya grup içi evlenme yasağı evrensel bir uygulamadır. Bu evrensel uygulamanın nedenlerini arayan Tylor,dışarıdan evlenmenin daha geniş bir işbirliği ve yardımlaşma sağladığını iddia ediyordu. Böylece mutlaka kendi üyelerine ve kendi kaynaklarına dayanmak yerine,öteki yerel gruplarla kurulan evlilik bağları ve akrabalık aracılığı ile başkalarını yardıma çağırmak mümkün oluyordu. Tylor’un ileri sürdüğü gibi dışarıdan evlenme, bir ölüm-kalım meselesi olacak derecede önemliydi. * İlk antropologların kısa süre sonra yanlış olduğu ortaya çıkan görüşleri de vardı. Bunlardan birisi toplumsal evrim ile ilgiliydi. Buna göre ilkel insan akıl yoluyla toplumsal kurallar ve gelenekler yaratır. Böylece aile aşağıdan yukarıya,veya basitten karmaşığa doğru en yüksek biçime doğru bir evrim geçirir. Yani toplumsal evrim,bir zihin süreci gibi açıklanmıştı. Oysa bugün biliyoruz ki aile kurumu klasik evrimcilerin iddia ettikleri şekilde bir evrimden geçmemiştir. Hatta tam tersi olmuş,eskiden aile tarafından yürütülen işlevler toplumun diğer kurumları tarafından devralınmış,aile daha da basit bir yapıya indirgenmiştir. * İlkel insan nasıl bir tipti,neye benzerdi? Hangi araçları kullanmıştı? Ne yemiş ne içmişti? En azından tarım öncesi dönemde avcılık ve toplayıcılık yaptığı apaçık bir gerçekti. Daha ayrıntılı bilgiler arkeoloji ve fosil araştırmaları ile elde edildi. Diğer taraftan tarım öncesi ilkel yaşamın canlı örnekleri halen varlıklarını sürdürmekte idiler. Kalahari Çölü’nde yaşamakta olan Boşimanlar ile Avustralya’da yaşayan yerliler çeşitli incelemelere müsait canlı müze gibiydiler. Nitekim çalışmalar bu topluluklar üzerinde yoğunlaştı. Evet,bunlar avcı ve toplayıcı idiler. Teorik olarak ileri sürüldüğü gibi ilk bakışta biraz karmaşık gözüken ama evrensel olan insana ait birtakım kurumları sistemli biçimde oluşturmuşlardı. Aile içi yakınlar arası cinsel ilişki tabuydu. Temel olarak belirlenen bir gruptan daha büyük bir grup belirleniyor,bunun dışında kalan gruplardan evlenme şart koşuluyordu. Çeşitli kan bağına dayanan akrabalıklar bir nevi kategori şeklinde belirlenmişti. İnsanlar birbirlerine belirli kurallara uygun olarak davranıyorlardı. Evlilikler, hem çocukları meşru olan hem de karı kocanın aileleri arasında hısımlık bağları yaratan özellikteydi. Aile kurumu ekonomik alanda temel birimdi. İşbölümü cinsiyete ve yaşa göreydi. Her türlü mal ve yiyecek paylaşıma açıktı.
* İlkel toplulukların en can alıcı özelliği olan cinsellik ,klasik evrimcileri oluşturan bilim adamlarını en çok uğraştıran konu olmuştur. Aile üyeleri arasındaki cinsel rekabetin özgürce uygulanması durumunda aile örgütünü dağıtacağı,böyle bir rekabetin yıkıcı bir güç oluşturacağı belli bir şeydir. Belki çok eski çağlarda aile içindeki cinsel ilişkiler insan toplulukları içinde çok ciddi sorunlar yaratmıştı. Belki de bu sorun,aile içi evliliği veya aile içi cinsel ilişkiyi yasaklayan tabu ile çözüme ulaştırılmıştı. Zaten şimdi incelenen ilkel topluluklarda durum böyleydi. Evliliğin evrensel bir insan kurumu olduğu her toplumda söylenmektedir. Evlilik kurumunun biçimi değişse bile işlevleri bakımından,en basit topluluklardan en karmaşık toplumlara kadar her yerde pek az farklılık göze çarpar. Pek iyi bilinmeyen çok eski insan toplulukları hariç bilinen bütün toplumlarda aile içi evlilik tabusu geçerlidir. * ‘Soya ilişkin Kurallar’ adı verilen sosyal kurum eski dönemlere ait bir özelliktir. Ortak bir akrabadan olan erkekler yoluyla oluşmuş baba yanlı soyağacı vardır. Aynı şekilde kadınlar yoluyla oluşmuş ana yanlı soyağacı da mevcuttur. Bu esasa göre çizilen soy şeması,bir kişiyi,üyeliği önemli haklar ve sorumluluklar getiren bir ya da birkaç gruba sokar. Bu şema altında bulunan insanlar aynı soy grubundan olan bir başkasıyla evlenemezler. Baba yanlı sistemde veraset ve aile reisliği erkek yoluyla geçer. Kocanın karısı ve çocukları üzerinde ekonomik hakları vardır. Ana yanlı soy sisteminde ise bir gruba üyelik,ana yoluyla geçer. Ancak bu durum kadınların yönetimi anlamında değildir. Nitekim bu sistemde temel kişi genellikle dayıdır. * Çağımızda yaşayan ilkel toplulukların bir başka özelliğine verilecek örnek,iktisadi karakterdedir. Avustralya yerlilerine ait gelenekler,hak ve görevlerin akrabalık statüsüne bağlı olduğunu gösterir. Bir kanguru öldüren avcı,hayvanın belirli parçalarını belirli akrabalarına vermek zorundadır. Örneğin kuyruk ve omurganın bir bölümü ana-babasına,sırtı büyük kız kardeşe,boyun altı küçük kız kardeşe ve arka sağ bacak büyük erkek kardeşe verilir. * İlkel toplulukların içindeki çeşitli grupların kadınlara ve maddi servete ilişkin çatışmaları da tehlikeli görülmüştür. Bu tehlikenin çözümü de dışarıdan evlenmeyle kurulan aile bağları ile sağlanmaya çalışılmıştır. Bu tür bağların en basit biçimi,erkek gruplarının kuşaklar boyunca kız kardeş alış verişinde bulunmalarıdır. Biraz daha karmaşık sistem içeren toplumlarda bir topluluk,kadın aldığı gruba kadın vermez. Bu tip alış veriş için daha fazla sayıda gruba gerek vardır. Böylece daha geniş bir bağlantılar sistemi kurulur.
TOPLULUK,TOPLUM VE DİL
Kurt Schilling, ’Toplumsal Düşünce Tarihi’ adlı kitabının giriş bölümünde,eserinin başlığını oluşturan üç kelimeyi ele alır. Toplumsal terimini incelerken,kabul edilmiş olan ‘insan,toplumsal bir hayvandır’ deyişini irdeler. Ben de yazarla paralellik kurarak bu konuda bir açılım yapmaya çalışacağım. * Bilimadamları canlılar alemini incelemeye başladıklarından itibaren bitki ve hayvanlarda toplulukların varlığını saptamışlardı. Bu topluluklar nicelik ve nitelik olarak farklı özellikler gösterir. Geniş bir yelpaze içinde yer alan toplulukların en basit şekli,aynı türden veya farklı türlerden iki yaratığın ortak yaşama halidir. Yelpazenin diğer ucunda,işbölümü ve hiyerarşinin çok geniş şekilde yer aldığı örgütlenmiş topluluklar bulunur. Aynı türden olsun,farklı türden olsun,iki yaratığın oluşturduğu ortak yaşam şekline biyolojide sembiyoz denir. Örneklerini daha çok mikroskopik boyutlarda veya basit organizmalarda görürüz. Örgütlenmiş topluluk örneklerine ise memeli hayvan sürülerinde veya karınca ve arı gibi böcek türlerinde sıkça rastlarız. İşin içine bitkiler katılınca durum biraz farklı bir özellik gösterir. Bitkiler,hem kendilerini koruyan hem de kendilerini topraktan söküp çıkaran hayvanlarla geçici de olsa topluluklar kurarlar. Burada önemli olan,tek tek bireylerin değil,yaşamın devamlılığını sağlayan türlerin göz önünde tutulmasıdır. Sonuçta bir denge oluşur. Canlılardan birisi ötekine hizmet eder,aynı zamanda ölçüsüz şekilde büyümesini önler. Topluluklarda canlılar farklı derecelerde birlikte yaşadıkları hayat ortaklarına bağlı oldukları için yalnız kalacak olurlarsa ölürler. * Toplum kavramını ele alınca konuya insanı katmış oluyoruz. Toplumsal grupların oluşması,insan yaşamının en önemli özelliği midir? Veya hayvan ve bitkiler toplumsal canlılar mıdır? Soruyu şu şekilde de sorabiliriz: Yaşam biçimi ne gibi özellikler gösterince toplumsal nitelik kazanır? * Aristo,insanı ‘toplumsal hayvan’ olarak tanımladıktan sonra bu tanıma ‘rasyonel hayvan’ veya ‘ussal hayvan’ niteliği eklenmiştir. Bu durumda insan,biyolojik olarak hayvandır,ama onlardan farklı olarak toplumsal bir özellik kazanmış oluyor. Zira hem konuşabilmekte hem de bilinçli davranmaktadır. Konuşma,dil ile mümkündür. Hayvanların çıkardıkları uyarım çığlıkları,zevk ve acı sesleri dil değildir.
Şu halde insan topluluğu ile hayvan topluluğunu birbirinden ayırabilmek ve insana toplumsal özellik verebilmek için dil, incelenmesi gereken en önemli bir olgudur. * Dil,basit bir anlaşma değildir. Biraz başka şekilde de olsa hayvanlarda anlaşma vardır. Örneğin iki karınca duyargaları ile iletişim kurabilir. Arılar bal alınacak bir yeri özel uçuş şekilleri ile belirtirler. İnsanlar bazı durumlarda dil olmadan da birbirlerini anlayabilirler. Bakışlar,jest ve mimikler bu işlevi yerine getirir. Bazı böceklerin ve topluluk halinde yaşayan hayvanların birbirleri ile birtakım anlaşma usulleri,onlara insan toplumuna ait özellik kazandırmaz. * Şu halde işe insan topluluğunu meydana getiren özelliğin ne olduğunu sorarak başlamalıyız. Bunun için hayvan yaşamını iyice anlamak gerekir. Hayvanların yaşamına doğuşlarında var olan birtakım tepkiler yön verir. Ancak hiçbir birey bu tepkilerin birbiri ile olan ilişkisini ve anlamını algılayamaz. Duyu yapısında,herhangi bir imge daha doğumunda vardır ve bu imge,bireyde kendine özgü bir davranış yaratır. Örneğin yeni doğmuş bir ördek yavrusu yüzebilir. Civciv hemen gagalama eyleminde bulunur. Bu doğuştan gelen davranışlar öylesine egemendir ki,kuluçka makinesinden çıkan yaban ördekleri bile, bir deniz kartalının kartondan maketini görünce kaçmaya çabalar. Zira deniz kartalları,yaban ördeklerinin başlıca düşmanıdır ve bu durum genlerine işlemiştir. Başka bir deyimle,bu davranışlar öğrenilmez. Hayvanların yaşamı,bireysel tepkilerden hareketle örülür. Bir tepki kendinden sonrakini oluşturur. Tepkilerin algı ve eylem dünyasında oluşturduğu imgeler ve dürtüler birbirini izler. Bütün bunlar önceden saptanmıştır,türün korunması amacına uygundur. Beslenme,çiftleşme,saldırma,korunma,yavru yetiştirme ve bunlara benzer olgular doğuştan gelen tepkiler zinciridir. Ancak hiçbir hayvan bu ilişkinin bilincinde değildir. Sadece içinde yaşadığı anda kendisine yön veren içgüdüsüne uyar. O anda ve o yerde yapması gerekeni yapar. Davranışı,dış alemden gelen dürtüye uygundur. Bir öngörü veya bir tasarı hazırlaması söz konusu değildir,böyle bir amacı yoktur. Öğrenmek eylemi,daha geniş bir hareket kolaylığı sağlamak için yapılan bir alıştırmadır.
En genel tanımlama ile dil,insanın kendi varlığının temel özelliği olarak dış alemin bilincine varmasıdır. Birbirleri ile ilişkisi olmayan birkaç sözcük dil değildir. Her sözcük,başka hiçbir şey ifade etmez.
Bir ayırım ifadesidir. Başka sözcüklerle bağlantılıdır. Veya her sözcük ayırım ilişkisini içerir. Bütün bu özellikler,dış dünyanın bilincine dil aracılığı ile varılmasını kanıtlar. Burada gözümüze çarpan en önemli olgu,dilin öğrenilmesidir. Yani dil, içgüdü gibi doğuştan var değildir,öğrenilmesi gerekir. Bir dil öğrenen kişi,bu dili konuşarak,onu eşyaya uygular. Bu yolla bir şeyi belirtir,tanımlar. Böylece herhangi bir nesneyi, orada olmasa bile karşımızdaki kişiye belirtmiş oluruz.
TOPLUMBİLİMDE İLK ADIMLAR
Yunan,Roma ve Çin gibi ilk çağa ait olan toplumlar örgütlenmeleri ile daha güçlü konuma gelmişlerdi. Bu toplumlar,kendilerinden daha az gelişmiş toplulukların sınırlarından sızmalarını önleyecek şekilde tedbirler alıyorlardı. Ya da onların topraklarını işgal ederek baskı altında tutuyorlardı. Ancak bu ilkel toplulukların gelenekleri ve sosyal kurumları hakkında bilgi sahibi olmayı pek önemsemiyorlardı. En çok bunların askerlik ve yönetimleri ile ilgili örgütlenme konuları ilgilerini çekiyordu. Görece kendilerinden daha ilkel olan komşuları hakkındaki yargıları kendilerinin kültürel değerlerine bağlıydı. Örneğin Han Dönemi olarak adlandırılan M.Ö. 206 ile M.S. 220 tarihleri arasında Çinliler,kendi sınırlarında yaşayan birçok az gelişmiş topluluk tanıyorlardı. Barbar olarak nitelendirdikleri bu halklar konusundaki görüşleri onlara taktıkları adlara yansıyordu. Yüksek itibarı olan halkların adları,insan anlamına gelen jen köküyle birlikte yazılırdı. İmparatorla arası iyi olmayan ya da itibarsız halkların adlarının yanına ç’uan yani köpek anlamına gelen harf konulurdu. Tamamen farklı olan ve gelenekleri itici gelen halkların adına ise c’ung yani böcek takısı eklenirdi. * M.Ö. 485-425 yılları arasında yaşayan Herodotus,İskitlerin gelenek ve kurumlarıyla ilgili oldukça geniş bilgiler toplamıştır.
Gerçi bunlar bir Karadeniz kenti olan Olbia’da yaşayan Yunanlılardan edinilmiş ikinci el bilgilerdi ama belge olarak çok değerlidir. Bu belgede İskitler Yunanlılarla ticaret yapan kültürlü insanlar olarak anlatılır. Ancak neticede Herodotus ilkçağ bilginidir. Nitekim İskitlerden daha uzaklarda yaşayan halklarla ilgili öykülerinde bu insanların bazısının tek gözlü olduğunu,bazısının kış uykusuna yattığını bazısının da keçi ayaklı olduğunu söylemiştir. 19.yüzyıla gelindiğinde,bu dönemin antropologları,kendilerine tuhaf görünen ve garip geleneklere sahip olan insan topluluklarının yaşam biçimlerini bilimsel araştırma konusu haline getirdiler. Ancak bu işe girişirlerken güttükleri amaç kapsam olarak bir hayli genişti. Bu toplulukların basit olan kültürlerinin temel verilerini değerlendirerek tüm insanlık tarihinin genel motiflerini ortaya koymak istemişlerdi. Bu yöntemin oldukça yetersizliği anlaşılınca kısa bir süre sonra bunun yerini modern antropolojinin kendi amaçları aldı. Artık insan kültüründeki benzerlikler ve farklılıklar hem tanımlanacak hem de açıklanacaktı. * 15.yüzyılın sonunda başlayan coğrafi keşifler,batılı olmayan toplumların, batılılarca uygarlık dışı olarak nitelendirilen yaşantıları hakkında pekçok bilgi sağladı. Yolculuğa çıkan denizciler,kaşifler,tüccarlar,avcılar,askerler ve misyonerler yaptıkları gözlemlerle bu bilgilere katkıda bulundular. Ama bu bilgilerin hiçbirisi bilimsel bir inceleme amacı taşımıyordu. Tümü de maddi çıkarlar sağlamak için derleniyordu. Ticaret yollarının belirlenmesi onlar için çok önemliydi. Batılı hükümetlerin desteğiyle güdülen diğer bir amaç ise anavatana bağlanacak yeni toprakların ve sömürgelerin kazanılmasıydı. Din adamları açısından da başlıca amaç,misyonerlerin yerleşecekleri yerlerin belirlenmesiydi. Elbette Altın Ülkesi gibi bölgeler,gençlik çeşmesi gibi ilginç objeler ve hayal gücünü kışkırtan topraklar gibi yerleri bulabilme umutları da vardı. Afrika,Pasifik Adaları ve Asya’daki ilkel topluluklara ait bilgilerin artmasına paralel olarak Avrupa emperyalizmi de genişlemeye başladı. Birkaç tane Avrupa ülkesi, batı dışında kalan dünyanın büyük bir bölümünü paylaşmış ve sömürge haline getirmişti. * Sömürgelerde yaşayan yerli halkın yaşam biçimi konusunda bilgi edinmek için yapılan araştırma ve uygulamalar yöneticiden yöneticiye değişiklik gösteriyordu. Bazıları yerlilerin gelenek ve göreneklerinin karmaşık dokusunu hiç hesaba katmıyor,görevlerini kendi yöntemlerine göre sürdürebileceklerini düşünüyorlardı. Onlara göre yerli yarı insandı,madenlerde veya özel çiftliklerde çalışacak olan ucuz emek kaynağıydı. Bu arada keşifler de hızla artmaktaydı. Kaptan James Cook’un Pasifik Okyanusu’nda yaptığı üç keşif gezisi birçok ada ve toplumun ortaya çıkarılması ile sonuçlandı. Richard Burton ve John Speke Afrika’da Tanganika Gölü’ne kadar ilerlediler. 1860’lı yıllara gelindiğinde insanlığın kültürel yönden farklı görünümleri konusunda toplanan bilgiler, antropoloji bilimini örgütlemeye ve elde bulunan çok sayıdaki ayrıntıyı düzenlemeye yetecek kadar genişlemişti. * Şimdi bir takım soruların cevabının verilmesi gerekiyordu. Örneğin bir adam karısının gebeliği boyunca niye hamağında yatıp duruyordu? Veya karısının kızkardeşine neden ‘karım’ diyordu? Buna benzer birçok gelenekler ne anlama geliyordu? Üstelik dünyanın farklı bölgelerindeki kabileler aynı geleneklere sahipti. Bunların aralarında bir tarihsel bağ mı vardı? Edward B.Tylor,kaşif,misyoner ve gezginlerin yazmış oldukları gözlemleri sıkı biçimde elden geçirdi. Lewis M.Morgan ve diğerleri ilkel yaşamları yerinde incelediler,ilkel kültürlerle ilgili sistemli araştırmalar yaptılar. İlkel kurumların ne anlama geldiğini,aralarında hangi bağlantılar bulunduğunu anlamak için birtakım sorular sordular. Bu sorulara cevap vermek için birtakım yöntemler ve kuramlar geliştirdiler.
Böylece ilkel halkların gerçek şekilde keşfedilmesinin yolunu açtılar. * Antropologlar,insan kavramını farklı kültürlere sahip bir tür olarak geliştirdiler. Böylece insanlığın evrensel tarihi konusunda çeşitli tasarılar ürettiler. Bu görüşler,tarihin büyük bir bölümünde insanın kan bağına dayalı ilkel topluluklar halinde yaşadığını içeriyordu. Bunun önemli bir kanıtı olarak çağdaş dünyada halen yaşayan bu tür toplumların olduğunu gösteriyorlardı. Bütün bunlara rağmen genelleme için gerekli temel olan etnografik bilgi,yani toplulukları karşılaştırarak inceleyen,kültür oluşumlarını araştıran sistemli bilgi yoktu. Gerçi Morgan’ın Iraquois yerlileri ile ilgili incelemesi etnografikti. Ancak diğer ilkel topluluklar konusundaki verilerin çoğu Avrupa’ya özgü görüş açıları içeren dağınık gözlemlerdi. Yapılacak dikkatli karşılaştırmalarla bu bilgilerden birtakım anlamlar çıkarmak mümkündü. Ama ilkel kültürler hakkında gerçek olan kavrayışa varmak için antropologların kendi verilerini kendilerinin toplaması gereği iyice anlaşılmıştı. * Etnografik bilim,yerli kültürlerin uzun süre ve yoğun şekilde incelenmesini gerektirir. Araştırmalar yerinde yapılmalıdır. Yerli yaşamına katılmak,incelenen kültürü kendi insanlarının bakış açısına uygun olarak değerlendirmek önemlidir. Bu yöntemin öncüsü 1920’li yıllarda Trobriand Adaları’nda yaptığı incelemesiyle Polonya’lı antropolog Bronislaw Malinowski olmuştur.
TOPLUMSAL EVRİMİN AŞAMALARI
Toplumsal evrim kavramı ile,toplumların örgütlenme biçimlerini değiştirme sürecini anlarız. Ancak, tarihçilerin olaylara göre ayırdığı dönemlerle,toplumsal evrim aşamaları sınıflandırılması herzaman birbirine uymayabilir. Çoğunlukla yapıldığı gibi Avrupa tarihinin eski,orta ve modern çağlar şeklinde bölünmesi,burada görülen toplumsal evrime uygun olmayabilir. Belirli toplumsal aşamaya ulaşmış bir toplumun daha sonraki tarihlerde daha ileri aşamaya ulaşacağı kesin bir olgu değildir. Nitekim eski Avrupa veya Roma yönetimi altındaki dönem,arkaik devlet örgütlü toplum aşamasıdır. Oysa bu dönemi izleyen ortaçağ toplumları,aynı aşamanın az gelişmiş ve küçük örnekleridir. Yani ortaçağ eskiçağdan sonra geldiği için toplumsal aşamanın daha gelişmiş olması gerektiği gibi bir mantık yanıltıcıdır. * Birbirinden ayrılmış zaman dönemleri,bölgeler veya belirli olaylar toplumsal evrimin farklı aşamalarının belirleyici unsurlarıdır. Buna rağmen,asıl önemli unsur örgütlenme biçimidir. Süreç içindeki evrim aşamaları birbirlerinden belirli teknolojilere göre ayrılamazlar. Veya evrim aşamaları belirli teknolojiler ölçü alınarak tanımlanamazlar. Örneğin bir göçebe grubu küçük klan şeklinde olabileceği gibi merkezi bir otoriteye bağlı olabilir. Diğer taraftan,önceden belirlenmiş ve şaşmaz bir aşama zinciri olan toplum yoktur. Lewis H.Morgan bütün toplumların aynı aşamadan geçtiğini ileri sürmüştü. Ancak bu tek çizgili evrim düşüncesi günümüzde önemini kaybetmiştir. Evrim süreci,toplumun olanakları değerlendirmesiyle yakından ilgilidir. Toplumlar,fiziksel açıdan içinde bulundukları konumlarından ve komşu toplumlarla ilişkilerinden kaynaklanan çevresel etkilere kendilerini uydururlar. * Tarihte, herhangi bir toplumun geçirdiği kültürel evrimin,kendinden daha ileri bir başka toplumun istilası sonucu ortaya çıktığı çok görülmüştür. Öyle ki toplumların kendi içlerinde büyümeleri bile bu kadar önemli sonuçlar doğurmamıştır. Bin yıl kadar önce Kuzey Amerika’da yaşayan yerli kabile toplumları,Meksika’dan gelen kültürel etkilerle daha karmaşık olan merkezi otoriteye geçtiler. Daha sonraki tarihlerde Avrupalı sömürgeciler güneyde köleliğe dayalı tarım toplumu oluşturdular. A.B.D. dönemindeki iç savaşta sanayileşmiş kuzeye yenilen güney bölgeleri uzun yıllar gelişme gösteremedi. Sanayileşmiş kent toplumuna geçmeleri İkinci Dünya Savaşı sonrasında mümkün oldu. 1960’lı yıllarda yapılan çalışmalarla uzay çağına,sonra da sanayi ötesi elektronik topluma geçen toplumun bir parçası oldu. * Bazı durumlarda fiziksel çevreye uyum,daha yüksek örgütlenme biçimine yol açar. Yani toplum bir önceki aşamasına oranla daha karmaşık bir örgütlenmeye girmiş olur. Sosyo-ekonomik kalkınma bu şekilde mümkün hale gelir. Nitekim Kuzey Avrupa’da sanayi devrimi sonucu yeni bir toplum oluşmuştur. Çok daha eski dönemlerde Yakın Doğu’da tarımın ilk kez ortaya çıkmasıyla yeni bir toplumun oluşması da bilinen örneklerdendir. Şu halde toplumsal evrim,temel olarak toplumların değişik çevrelere uyum sağlamakta gösterdikleri farklılaşma sürecidir. Bu süreç aynı örgütsel yapıda çeşitlemeler getirdiği gibi,bazen de değişiklikler yeni örgütlenmelere yol açarlar. * Tarımsal üretimin başlaması toplumda temel değişikliklere yol açmıştır. Birtakım bitki ve hayvanların evcilleştirilmesi sonucunda ,insanların fiziksel çevreyle ilişkisi kökten değişmiştir. Teknik aşamalarla tarım geliştikçe nufus ta artmıştır. Bu nufus artışının,avcı ve toplayıcı topluluklardaki nufus artışından yirmi katı fazla olduğu tahmin edilmektedir. Ancak bazı toplumlar yerleşik düzene geçmiş olmalarına rağmen yeni örgütlenme biçimi oluşturamadılar. Bunlar, tarım öncesi avcı ve toplayıcı toplumlar gibi eşitliğe ve kan bağına dayanan toplum anlayışını sürdürdüler. Basit tekniklerle yapılan tarıma dayalı üretimde,elde edilen ürünlerin eşit şekilde tüketilmesi ve kan bağına dayalı sosyal ilişkilerin sürdürülmesi ekonomik gelişmeyi engeller.
Ancak belirli bölgelerde,o döneme özgü teknolojik ve ekonomik özellikler nedeniyle merkezi otoriteye,yani hiyerarşiye dayalı daha gelişmiş ve daha karmaşık toplumlar oluştu. * Eşitlikçi kabile toplumları ile merkezi otoriteye bağlı toplumlar arasındaki fark,kurumsal yönden merkezileşme derecesidir. Kabile toplumlarında önderlik kısa sürelidir. Zira önderlik eden kişinin bu görevi sürdürmesi genellikle onun fiziksel gücü ile ilgilidir. Oysa veraset yolu ile geçen şeflik kurumu otoritenin daha kalıcı olmasına yol açar. Böylece belirli politikaların daha uzun süre uygulanmasına fırsat verir. Sonuçta kabile toplumlarına oranla merkezi otoriteler daha büyük,daha karmaşık ve daha sıkı kaynaşmış toplum yapısı ortaya çıkarır. Toplum böyle bir yapıya ulaşınca tek tek kişiler veya bazı aileler ya da bir takım gruplar hem siyasal iktidar hem de servetler üzerinde söz sahibi olurlar. Aynı zamanda ekonomik yaşamdaki rolleri açısından da farklı konum elde ederler. Böylece merkezi otoriteye bağlı toplumlar hem genişlemeye hem de daha büyük ölçüde merkezileşmeye hazır hale gelirler. * Akrabalığa dayanan eşitlikçi toplumların sosyal kurumları,çok sayıdaki insanın birbiriyle çatışan isteklerini denetleyecek güçte değildir. Bu tip toplumlar akrabalık etkisi ile kendilerini belirli alanlarda sınırlama yolunu seçerler. Buna karşılık merkezi otorite uygulayan toplumlar daha geniş coğrafi bölgelerde ve daha fazla insan üzerinde egemenlik kurarlar. Böyle özellikteki toplumların eski Mezopotamya’da ilk devlet düzeyinde örgütlenmiş toplumların öncüleri olduğu sanılmaktadır. Bunlar merkezi otoriteyle başlayan evrim çizgisini devam ettirdiler. Egemenlik, ailelerden baskı gücü bulunan gruplara geçti. Farklı grupları zorla birleştiren,nufusun artmasına ve merkezileşmeye yol açan bu gelişme,yeni bir aşama başlattı. Böylece daha basit toplumlar yok oldu.
UYGARLIĞIN KÖKENLERİ
Uygarlıktan bahsedilirken genellikle yazı,yönetim,hukuk,kentler,sanat,madencilik,bilim ve bunlar gibi bir takım ögelerin karmaşık bir bütünlüğünden söz edilir. Konuya bu açıdan bakılınca,uygarlığın kökeni için bu tip ögelerin ne olduğu ve nereden kaynaklandığı sorgulanır. Bazı bilim adamları ise uygarlığın gelişmesinde bu ögelerden herhangi birisinin daha önemli olduğunu düşünerek çalışmalarını onun üzerinde yoğunlaştırmıştır. Örneğin bir bilim adamı metalurjinin uygarlığın gelişmesinde önemli yer tuttuğunu kabul ederse,en eski uygarlıkları tunç devri adı altında sınıflandırır. Veya uygarlığın gelişmesinde yazının çok önemli olduğunu düşünür ve yazı kullananları uygar toplum,yazı kullanmayanları ise ilkel toplum olarak birbirinden ayırır. Bir başkası ise kentleri ön plana çıkarır ve kent devrimi dediği olayı uygarlığın tanımında kullanır. * Sıhhatli bir uygarlık tanımlaması yapabilmek için yukarıda sıralanan ögelerin hiçbiri tek başına yeterli değildir. Örneğin tek başına metalurjiyi ölçü olarak ele alırsak doğru sonuçlara ulaşamayız. Nitekim maden işçiliği bazı yörelerde uygar toplumların gelişmesinden önce ortaya çıkmıştır. Üstelik hem Amerika’da hem de birçok bölgede hiçbir zaman teknolojik bir öneme kavuşmamıştır. Yazının kullanılması da böyledir. Niteliği ne olursa olsun Sümerlerde yazı toplumun önemli bir özelliği idi. Ama bugünkü Peru’nun bulunduğu bölgedeki eski uygarlıklarda bir yazı sistemi yoktu. Aynı şekilde kentleşme de eski uygarlıkların vazgeçilmez bir ögesi olmamıştır. Hem eski Mısır’da hem de Orta Amerika’da bulunan kentler,kent özelliğinden çok törensel merkez işlevini görüyordu. * Uygarlığın tanımında tek tek ögelerin ele alınmasının yanlış olduğunu belirtmekle beraber,onların önem sıralamasını yapmamızın bir sakıncası yoktur. Bu bağlamda siyasal örgütlenmenin uygarlığın kurulmasında çok etkili bir öge olduğunu söyleyebiliriz. Siyasal örgütlenmenin en belirgin modeli ise devlettir. Gerçekten devlet, hem toprak hem de nüfus olarak büyük olan toplumların sosyal ve ekonomik faaliyetlerini düzenleyen yeni ve güçlü bir araçtı. Kentleri,tapınakları ve sulama kanallarını inşa etmek,düzenleyici bir otorite olmadan o dönemde mümkün değildi. Hele ticareti örgütlemek,fetih savaşlarını yürütmek,zanaat işlerini desteklemek kabile toplumlarının başaracağı işler olamazdı.
Aynı şekilde madenlerin bulunmasını,arıtılmasını ve dökülmesini gerçekleştirmek te niteliği ne olursa olsun bir devletin varlığını gerektiriyordu. * Piramitlerin yapımı, incelenmesi gereken bir konudur. Aslında eskiden yapılmış olan anıtların büyüklüğü,bunların yapımı için uygulanan örgütlenmeyi kanıtlamaz. Zira bunların yapımında hem zaman süreci olarak hem de işgücünün niceliği olarak değişik oranlar kullanılmış olma ihtimali vardır. Örneğin az sayıda insan ile birkaç kuşak boyunca bir anıt inşa etmek mümkündür. Veya çok sayıda insan kullanarak ta kısa sürede aynı iş bitebilir. Mısır piramitlerinin çok sayıda insanın çalışmasıyla yapıldığı anlaşılmıştır. Büyük piramitlerin hepsi Mısır uygarlığının ilk dönemlerinde tamamlanmıştı. Bu işin başarılmasındaki en etkili unsurun,o zamanlar için yeni olan devletin işgücü ve mali gelirler üzerindeki denetim gücü olduğunu söyleyebiliriz. * Eski veya çağdaş olması fark etmez,siyasal anlamıyla devlet,zor kullanan bir örgüttür. Aynı zamanda bu zor kullanımın yasal hakkını kendi tekelinde tutan bir yönetim grubunu barındırır. Ancak devletle toplum arasındaki ilişki her zaman bir tartışma konusu olmuştur.Olmaya da devam edeceği bellidir. Her karmaşık ilişkide sorunların çözümü için o ilişkinin zaman süreci içindeki başlangıcına gidilerek basit olan modeli ele alınır. Bu konuda da devlet örgütünü ilk kez kurmuş olan toplumları incelemek gerekir. Kabile ortamından doğrudan doğruya devlet çıkmamıştır. Yani kabile bir gün kendi düzeninde iken ertesi gün uyandığında devlet düzenine geçmiş değildir. Genellikle babadan oğula geçen şefliğin yürürlükte olduğu bir sistemde sınıf ayırımı oluşmuştu. Şefin otoriter yönetimi altında toplumun ekonomik yaşamı merkezi bir özellikteydi. Gene de şefler,merkezi otoriteyi temsil etmelerine rağmen zor kullanma hakları yoktu ve henüz kral sayılmıyorlardı. Bu hiyerarşik toplumun evrimi ile devlet oluşmuştur. * Devletin sosyal ve ekonomik yaşamı düzenleyen siyasal bir örgüt olarak ortaya çıkışındaki temel etkenlerin ne olduğunu belirlemeye çalışan birkaç tane kuram vardır. Bunlardan bir tanesi fetih kuramıdır. Buna göre bir toplum öteki toplumun topraklarını eline geçirir ve galipler egemen sınıf olarak devlet örgütünü kurar. Ancak tarihi inceleyen araştırıcılar,karmaşık toplumların fetihlerden önce de varolduğunu görmüşlerdir. Ya fetheden ya da fethedilen veya herikisi birden zaten devlet özelliği ağır basan karmaşık toplumlardı. Bu konuda göz önünde tutulması gereken nokta,fetih savaşlarının yeni topraklar,ilave insan ve ekonomik kaynaklar elde etmek için yapılmasıdır. * Bazı kuramlar, devletin oluşumunu ve gelişimini belirleyen etkenler arasında ticareti ön planda tutarlar. Eski dönemlerde ana ticaret yollarının kesiştiği belli bölgeler vardı. Buralarda değişik toplumlardan gelen tüccar toplulukları sık sık bir araya geliyorlardı. Ancak bunların arasında ortak bir kültür olmadığı gibi toplumsal kurumları da birbirlerinden farklıydı. İşte bu topluluklar işlerini yürütebilmek için bir otoriteye ihtiyaç duymuşlardı. Kendi aralarında kurdukları bu otoriter kurum zamanla gelişecek ve devlet haline gelecektir. Bu kuramın çelişkili bir temeli olduğu için kabul edilmesi olanaksızdır. Zira uzun yol ticareti sadece devleti olan toplumlarca yapılmışlardı. * Tarımda sulama sisteminin önemini vurgulayan bilimadamları,kendine özgü bir modeli olan yönetim şekli ile ırmak vadileri arasında ilişki kurmuşlardı. Çin’de Sarı Irmak,Hindistan’da İndus,Mezopotamya’da Dicle ve Fırat,Mısır’da Nil,ve başka bölgelerdeki ırmakların kıyılarında hem sulama işleminin hem de taşkınları önleme tedbirlerinin bir örgüt tarafından yönetilmesi gerektiğinden yola çıkıyorlardı. Bu örgüt ise, kitlesel işgücü sağlayan ve denetleme işini düzenleyen devlettir.
Eski uygarlıklar döneminde sulamanın yaşamsal olarak çok önemli olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Ancak sulama işleri devlet kuruluşunun nedeni değil,tam tersi devlete bağlı bir olaydır. Yani sulama işleri ancak bir devlet tarafından organize edilebilir. Nitekim büyük sulama sistemleri,kabile toplulukları tarafından yapılabilecek olan küçük sistemlerin devletçe birleştirilmesi ile ortaya çıkmıştır. Tarımda sulama sisteminin önemini vurgulayan bilimadamlarının bir örneği de Çin uygarlığıdır. Çin’de sulama yoluyla yılda birkaç kez ürün alınır. Böylece tarım dışı sınıflar için yiyecek sağlanmış olur. Bu sistemin işleyebilmesi için merkezi otorite gücüne sahip olan bir örgütün sulama işlerinin devamını sağlaması gerekir. Oluşacak sel baskınlarına karşı baraj yapımı da önemlidir. Bu hizmetleri sağlayacak işçilerin çalışması böyle bir otorite sayesinde olabileceği için devlet oluşmuştur. Ancak birtakım eski uygarlıklarda bu tip sulama tesislerinin varlığına ilişkin bir kanıt bulunamamıştır. * Devletin kökenlerini araştıran kuramlardan bir diğeri sınırlar üzerinde durur ve tarımın gelişmesi ile nüfus artışını birlikte inceler. Zengin kaynakları içeren bölgeler çöl,dağ veya deniz gibi coğrafi engellerle çevrilmiştir. Bu doğal yapıların korumasında kalan toplumlar siyasal evrime daha yatkındır. Bu kuramı önerenlere göre böyle alanlarda tarımsal üretim nüfusun artmasına neden olur. Böylece kaynaklar üzerindeki rekabet,ekonomik savaşa dönüşür. Yenilgiye uğrayanlar galiplere boyun eğer. Toplumsal evrimin bu aşamasında şeflikler belirir. Çatışmanın daha da ilerlemesi devletin kurulması ile sonuçlanır. Uygar toplumun kökenini fazladan üretimde görenler de vardır. İhtiyaçların dışında yapılan fazla üretim,toplumu besin üreticisi ve besin dışı madde üreticisi olarak ikiye ayırır. Besin dışı üretim daha çeşitli mal üretiminin hammaddesini oluşturduğu için bu tip tarımla uğraşanların gelişme süreci hızlanır. * Devletin kökenini açıklamaya çalışan bütün kuramların asıl noktası, basit bir toplumdan karmaşık bir hiyerarşik topluma geçişin nasıl olduğudur. İlkel toplumların başlıca ekonomik yapısı tarımdır. Sosyal yapılarını ise eşit bireyler oluşturur. Böyle bir sosyo ekonomik yapıya sahip olan toplumların devlet şeklinde örgütlenmiş toplumlara dönüşmesi,bazı kollarının çıkmaz sokaklarla biten yollarda ilerlemesine benzer. Eşitlikçi toplumların çoğu ya doğanın elverişsiz olması nedeniyle ya da gereken sosyal dönüşümü gerçekleştiremedikleri için yok olup gitmişlerdir.