NİSA N-M AYIS-H A ZİR A N 201 9 SAY I: 240 BÜMED BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ MEZUNLAR DERNEĞİ YAYINI
İnsan ve doğanın kesişiminde: Toprak G Ö K H A N Ö Z E R TA N, T Ü R K İ Y E ’N İ N TA R I M P R O F İ L İ N İ D EĞ E R L E N D İ R İ YO R B E G Ü M Ö Z K AY N A K , Y E Ş İ L E K O N O M İ D E N N E A N L A M A M I Z G E R E K T İ Ğ İ N İ İ R D E L İ YO R
Özgürce eğlenmeye, çimlerde uzanmaya, sevdiklerinle yeniden buluşmaya, okul hayatına geri dönmeye, banklarda şarkılar söylemeye, kahve sırasında laflamaya, kısacası özüne geri dönmeye var mısın?
Haydi gel, Boğaziçi ruhu İstanbul’u sarsın.
23 Haziran ’da kimseye söz verme,
unutulmaz bir etkinlik için hep birlikte Boğaziçi’nde buluşalım.
EDİTÖRÜN
SÖZÜ
TOPRAĞIN BEREKETİ, İNSANLIĞIN GELECEĞİ Doğanın bize sunduğu en önemli varlıklardan biri toprak... Beslenmeden barınmaya kadar pek çok temel ihtiyacımızı karşılamasına rağmen belki de en hoyrat kullandığımız doğal varlığımız da o. Bu sayımızda, kapak konumuz olarak “Toprak”ı seçerek, tekrar tekrar ele almamız, sorular sormamız gereken bir alana ilk adımımızı atmak istedik.
nasıl yer alabileceğini konuştuk. Bu yıl Kadir Has Ödülleri’nde Üstün Başarı Ödülü’nü alarak göğsümüzü kabartan mezunumuz ve eski hocamız, dünyanın önde gelen nörobilimcilerinden Prof. Dr. İvet Bahar’la da bu vesileyle buluştuk. Bahar bize Boğaziçi’nde başlayan ve Pittsburgh Üniversitesi’nde kurduğu bölüme uzanan başarılarla dolu akademik yolculuğunu ve mevcut çalışmalarını anlattı.
Bir yandan en temel müşterekimiz olan, öte yandan iklim değişikliği sonucunda elimizden kayarak giden toprağın geleceğine dair konuşmak üzere öncelikle Ekonomi Bölümü Başkanımız Prof. Dr. Gökhan Özertan ile Türkiye’de tarımın ekonomik boyutunu masaya yatırdık. Tarım, toprakla kurduğumuz hayati ilişkilerden en önemlisini teşkil ediyor ve Özertan’ın da belirttiği üzere Türkiye’nin bu alanda bugün yaşadığı sorunlar, son 40-45 senenin mirası. Sürdürülebilir kalkınma ve ekolojik ekonomi gibi konularda çalışan Ekonomi Bölümü Öğretim Üyemiz Prof. Dr. Begüm Özkaynak ile yeşil ekonomi pratiklerini ele alarak, hem meselenin aktivizm boyutuna baktık hem de bu pratiklerin mevcut sistemler içerisinde
Bu sayıda Zeynep Atılgan Boneval ile bereketli topraklarıyla yüzyıllar boyunca çeşitli uygarlıklara ev sahipliği yapmış, her mevsim ayrı güzel Ayvalık’a uzandık. Gülşah Mursaloğlu çağdaş sanatta toprağın kullanımını ve temsil ettiklerini tartışmaya açtı; bir sanat galerisine aktif bir iş olarak yerleştirilen toprağın ve kolektif üretim sonucu ortaya çıkan kompostun ortaya koyduğu yaşam döngüsüne de dikkatimizi çekti. Doğanın şevkle uyandığı bu güzel bahar günlerinde sizlere özel hazırladığımız eğitimlerimiz ve etkinliklerimizde bir araya gelmek umuduyla...
Yeşim Burul ‘97
2
BÜMED
M E K T U BU
Bir dönem daha sona ererken... “You can check-out anytime you like But you can never leave” Eagles grubunun ünlü şarkısı “Hotel California”nın son dizeleri 15. Dönem BÜMED Yönetim Kurulu başkanlığını devretmeye hazırlandığım bu dönemde duygularıma tercüman oldu. Yaklaşık üç yıl önce Genel Kurul bize BÜMED’in bir dönem yönetimini emanet ettiğinde duyduğum heyecanı, şimdi 16. Dönem Yönetim Kurulu’na seçilecek arkadaşlarımıza görevi devrederken yaşayacağım. Bizler ekip olarak, Boğaziçi Üniversitesi gibi bir çınarın mezunlar derneğinde görev almanın sorumluluğunun hep bilincindeydik. Bu görevin kolay olmayacağını tahmin ediyorduk. Bu dönemde küresel ve yerel düzeyde yaşanan ekonomik krizler, hain darbe girişimi, sancılı rektör değişim süreci gibi kontrolümüz dışında gelişen durumlar, bizi derneğimizin varlığı ve sürdürülebilirliği için daha fazla çalışmaya teşvik etti. BÜMED’in bu çalkantılı dönemlerden güçlenerek çıktığına inanıyoruz. Zira çalışmalarımızda tek pusulamız Boğaziçi Üniversitesi’nin bize verdiği değerlerdi. Her kararımızda ve söylemimizde, yaklaşık 19 bin üyemizin farklılıklarını ve renkliliğini göz önünde bulundurduk. Şimdi görevi devretme zamanı. 11 Mayıs’ta gerçekleşecek Olağan Genel Kurul Toplantımıza katılım göstermeniz, bizler için en büyük veda armağanı olacaktır. Hepinizi bekliyoruz...
BÜMED Yönetim Kurulu adına
Murat Öngör ‘93
4
İÇİNDEKİLER
P R O F E S Ö RÜN ODA SI
S İ NEM A
D ENEM E
Mehmet Burçin Ünlü
Orada, bir köy var uzakta...
Hafıza: İnsan çağının arşivi
D Ü Ş Ü N CE
ARAŞ TI RM A
S ÖYLEŞ İ, İ VET BAH AR
İklim değişikliğinin götürdükleri
Çözüme doğru: Hibrit çavdar
Geleceği kimler yazacak?
14
Nİ S AN-M AYI S-HAZİ RAN 2019 S AY I: 240
46
32
48
Kapak fotoğrafı: Mert Terliksiz
36
50
BÜMED üyelik için: uye@bumed.org.tr T. 0212 359 58 35
BÜME D BOĞAZ İÇ İ Ü N İVER S İT ES İ M EZ U N LAR DER N EĞİ YAYIN I
Reklam Satış ve Sponsorluk: TUĞBA ALARSLAN tugbaalarslan@bumed.org.tr İnsan ve doğanın kesişiminde: Toprak G Ö K H A N Ö Z E R TA N, T Ü R K İ Y E ’ N İ N TA R I M P R O F İ L İ N İ D E Ğ E R L E N D İ R İ YO R B E G Ü M Ö Z K AY N A K , Y E Ş İ L E K O N O M İ D E N N E A N L A M A M I Z G E R E K T İ Ğ İ N İ İ R D E L İ YO R
6
K A PA K, G Ö KHA N ÖZ E R TA N
SÖY L E Ş İ, BEGÜ M ÖZKAYNAK
S ANAT
Türkiye’de tarımın ekonomisi
Ekonomi yeşil olabilir mi?
64
Aynı sofrayı paylaşmak
70
B Ü’DE N H A B E R L E R
S EYAH AT
ATÖ LYE TAKVİ M İ
Farklılığın sınırlarını aşmak
Toprağın çocuğu Ayvalık
Nisan, Mayıs, Haziran 2019
56 76
82
88
Boğaziçi Dergisi, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği (BÜMED) tarafından yayımlanan üç aylık, ücretsiz yayındır. Nisan-Mayıs-Haziran 2019 Sayı: 240 Tüzel Kişi Temsilcisi: Murat Öngör-BÜMED Yönetim Kurulu Başkanı Yayın Direktörü: Damla Kürklü Yayın Koordinatörü: Elvin Vural Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yeşim Burul Editör: Fatima Çelik Yazı İşleri: Deniz Şenliler, Habibe Çıkılıoğlu Kreatif Direktör: Orkun Demirelli Grafik Tasarım: Elif Alım Dergi içerik, strateji ve tasarım: Dükkan Kreatif Reklam ve Yayıncılık Almondo Reklam Hizmetleri A.Ş. Büyükdere Cad. No. 175 Ferko Signature Binası B4 Ofis 19 Levent Şişli, İstanbul www.dukkancreative.com
7
K AT K I D A B U L U N A N L A R
Prof. Dr. Levent Kurnaz ‘88
Aslı Ildır ‘15 BÜ Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu; Film Çalışmaları Programı’ndan sertifika aldı. Bahçeşehir Üniversitesi’nde Sinema-Televizyon Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. Koç Üniversitesi’nde Medya Çalışmaları alanında doktora çalışmalarını sürdüren Ildır, Altyazı dergisinde iki yıldır sinema yazıları yazıyor, bir yıldır idari koordinatör olarak çalışıyor. Ildır ayrıca 2017’de sinema yazarı olarak Berlin ve Saraybosna Film Festivallerinin Talent Campus programlarına seçilmiştir.
BÜ Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü’nden 1988 yılında mezun olan Kurnaz, fizik alanındaki doktora çalışmasını 1994 yılında Pittsburgh Üniversitesi’nde tamamladı. Doktora sonrası çalışmalarını 1995-1997 yılları arasında Tulane Üniversitesi Kimya Bölümü’nde yaptı. 1997 yılından bu yana BÜ’de dersler veren Kurnaz’ın bir uluslararası kitabı, 32 uluslararası bilimsel makalesi ve kitap bölümü bulunuyor. Kurnaz aynı zamanda BÜ İklim Değişikliği ve Politikaları Uygulama ve Araştırma Merkezi’nin de müdürü.
Dr. Öğr. Üyesi Hüseyin Sami Karaca
Doç. Dr. İbrahim Raşit Bilgin ‘98
Purdue Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden mezun olan Karaca, yüksek lisansını ve doktorasını Nortwestern Üniversitesi Kellogg School of Management’tan aldı. 2013’ten beri BÜ İşletme Bölümü’nde dersler veren Karaca’nın araştırma alanları arasında data analizi, reklamcılık, fiyatlandırma ve tercih modelleri bulunuyor. Dr. Öğr. Üyesi Hüseyin Sami Karaca, aynı zamanda BÜ bünyesindeki Analitik ve İçgörü Merkezi’nin de kurucusu ve direktörü.
BÜ İnşaat Mühendisliği Bölümü’nden mezun olan Bilgin, 2000 yılında BÜ Çevre Bilimleri Bölümü’nde yüksek lisansını bitirdi. Doktora çalışmalarını 2006 yılında Columbia Üniversitesi Ekoloji Evrimi ve Çevre Biyolojisi alanında tamamladı. 2007 yılından bu yana Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü’nde dersler veren Bilgin’in araştırma alanları arasında ekoloji evrimi, türlerin korunması, filocoğrafya, çevresel niş modelleme ve yarasalar ile omurgasız deniz canlıları yer alıyor.
8
Doç. Dr. Zühre Aksoy ‘95
Gülşah Mursaloğlu ‘12 BÜ Sosyoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra, School of the Art Institute of Chicago’da Güzel Sanatlar alanında yüksek lisansını tamamladı. Sanatçının yakın zamanda katıldığı sergiler arasında “Muğlak Kesişimler için Notasyonlar”, poşe, İstanbul (2019); “Bir İç Mekân Bahçesi”, Depo, İstanbul (2018); “Artificial Life”, Chicago Artists Coalition, Chicago (2018); “Other Hours”, 601 Artspace, New York (2017) ve “Kiralık Satılık”, Protocinema, İstanbul (2017) bulunuyor.
BÜ Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olduktan sonra doktorasını Massachusetts Üniversitesi Amherst’te tamamlayan Zühre Aksoy, doktora sonrası çalışmalarını New York Üniversitesi’nde sürdürdü. Uluslararası çevre siyaseti, uluslararası kurumlar, biyolojik çeşitliliğin korunması, küresel iklim değişikliği, tarım, gıda ve biyoteknoloji politikaları konularında araştırmalar yürüten Aksoy, 2005’ten bu yana BÜ Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi.
Zeynep A. Boneval ‘95 BÜ İşletme ve California San Diego Üniversitesi-MBA mezunu olan Boneval, uzun süre yurt içi ve yurt dışında pazarlama alanında çalıştı. 2004-2008 yılları arasında Türkiye’nin ilk concierge ve seyahat şirketi olan Quintessentially Türkiye’nin genel müdürlüğünü üstlendi. Gezilerine ait seyahat yazı ve fotoğraflarını paylaştığı Yolculukterapisi sitesini 2011 yılında kurdu. Farklı mecralarda seyahat yazılarını paylaşan Boneval, kurumlar için seyahat sunumları gerçekleştiriyor.
Yazı: Elif Bayram Fotoğraf: Mert Terliksiz, Serkan Eldeleklioğlu, UNSPLASH Boğaziçi Üniversitesi Kurumsal İletişim Ofisi’ne ve Heinrich-Böll-Stiftung Türkiye’ye teşekkür ederiz.
9
PORTRE
Esra Yazıcı Tözge ‘88 KALE GRUBU KURUMSAL GELİŞİMDEN SORUMLU BAŞKAN YARDIMCISI Ekonomi eğitiminiz iş hayatınızı nasıl şekillendiriyor? Ekonomi eğitimi stratejik ve analitik düşünme, muhakeme yapma konularında kişiyi güçlendiriyor. Bu da sadece profesyonel alanda değil, hayattaki tüm kararlarda insanın akılcı kalmasını, konuları etraflıca değerlendirebilmesini sağlıyor. Zaten hayat bir kararlar zinciri... Kariyer yolunda verilen doğru ve yanlış kararlar, en kötüsü de kararsızlıklar, kişinin yarattığı katma değeri belirliyor. Günümüzde kurumlar, ekonomik çalkantılardan korunabilmek için hangi özelliklere sahip olmalı? Kalıcı olmak, uzun vadede rekabetçi olmak ve rekabetçi kalmakla mümkün. Kalıcı rekabet avantajına sahip olmak için piyasaya ve müşteriye yakın olmak, farklı segmentlerde sürekli değişen istek ve ihtiyaçları rakiplerden daha çabuk ve daha iyi anlamak, bunlara en uygun ürün ve hizmetleri yine en uygun koşullarda sağlamak gerekiyor. Bugün bilgiye ulaşım her zamankinden daha hızlı, üstelik ulaştığımız bilgi de gerçek... Bilgiye dayalı strateji ve buna bağlı kaynak dağılımı yapmak, finansal açıdan sağlıklı bir kurum olmak için ön şartlar. Bugün içinde bulunduğumuz zorlu piyasa koşullarında var olabilmek ve değişen koşullardan zarar görmemek için sağlam bir finansal yapı ve koşullara hızlı adapte olabilecek esneklik gerekiyor.
Boğaziçi Üniversitesi Vakfı’nda (BÜVAK) aktif görev alıyorsunuz. Sizi bu tür iş dışı faaliyetlere iten motivasyon nedir? BÜVAK benim için çok sevdiğim kıymetli okulumla devam eden özel bağımın en önemli parçasını oluşturuyor. Boğaziçi Üniversitesi’nin kapısından her girdiğimde ilk günkü heyecanı hissediyorum. Üniversitelerin akademik katkılarının yanı sıra, kazandırdıkları kültür, çevre ve dünya görüşünün de gençlerin üzerinde etkili olduğunu düşünüyorum. Üniversitemizin en iyi olanaklara ve akademik kadroya sahip olarak daha yüzyıllarca yaşaması için mezunları olarak bizlere çok görev düşüyor. Bireyler gelip geçici, kurumlar ise kalıcı. Bu nedenle bizler, hayata veda ettikten sonra dahi kurumların yaşamaya devam etmesi için onlara sahip çıkmalıyız. Benim S ÖY L E Ş İ: FAT İ M A Ç E L İ K ‘18
10
de bu doğrultuda motivasyonum bu olsa gerek. Boğaziçi Üniversitesi deyince aklınıza gelen üç özellik? Çağdaşlık, özgüven ve dostluk… Boğaziçi Üniversitesi’ne dair unutamadığınız bir anınızı bizimle paylaşır mısınız? Biliyorsunuz, okulumuzun Robert Kolej olduğu dönemden beri önemli bir komitesi de Spor Kurulu. Benim üniversite dönemimde Spor Kurulu üyeleri sadece erkeklerden oluşurdu. Robert Kolej döneminde adının “Sportsmanship Brotherhood” olması da bunun bir göstergesi. Ben okulumuzda Spor Kurulu’na seçilen ilk kız öğrenci oldum, hem de herhangi bir sporla uğraşmazken! Benden sonra kız öğrencilerin üye olmadığı hiçbir spor kurulumuz olmadı diye biliyorum. Bence bu harika bir gelişmeydi.
PORTRE
Murat Tarakçıoğlu ‘94 CARGILL GIDA ORTADOĞU, TÜRKİYE VE AFRİKA CEO’SU BÜ’den aldığınız eğitimin size kattığı en önemli özellik nedir? Boğaziçi’ne girebilmek, her şeyden önce insana özgüven aşılıyor. Bu güvenle ortaya çıkan “Ben yapabilirim!” hissi, insana hayatın her döneminde yardımcı oluyor. Tabii Boğaziçi Üniversitesi’nin mezunlarına sunduğu bir diğer önemli fırsat da güçlü bir network. Kariyer tercihinizde etkili olan faktörler nelerdi? Aslında profesyonel hayata girmeyi hiç düşünmüyordum. Aile işimizi devam ettirecektim. Değerli hocamız Arman Manukyan, mezun olacağım gün bana ne yapacağımı sordu. Ben aile işimizden bahsederken, o ısrarla “Bu kadar okudun, birkaç yıl da olsa profesyonel hayatı mutlaka denemelisin” dedi ve beni Ernst&Young’a yönlendirdi. Ben de hiç niyetim olmamasına rağmen, hocamı kırmamak adına görüşmeye gittim ve ertesi gün kendimi iş başında buldum. Hayat tesadüflerle dolu. Önemli olan o tesadüfle ya da şansla karşılaştığınızda hazır olmanız. Yoksa şans, bir şekilde, herkesin kapısını çalıyor. Cargill olarak sürdürülebilir tarım ve gıda alanında ne tür çalışmalar yürütüyorsunuz? Bu alanda bizi bir hayli heyecanlandıran çalışmamız “1000 Çiftçi 1000 Bereket” programının lansmanını geçtiğimiz ay gerçekleştirdik. Bu programla dijital ve teknolojik imkanları kullanarak, Türkiye’nin
altı ilinden 1000 çiftçimize üç yıl boyunca ekimden sulamaya, bitki beslenmesinden hasada, tarımın her alanında destek vereceğiz. Tarlalara yerleştireceğimiz sensörlerle düzenli bir şekilde anlık veri toplayacak ve böylelikle çiftçilere ne zaman ve hangi miktarda sulama ve gübreleme yapmaları gerektiğini, akıllı telefonlarından anlık olarak bildireceğiz. Üstelik çiftçilerimiz, sürekli ulaşabilecekleri çağrı merkezi vasıtasıyla problemleri hakkında ziraat mühendislerinden destek alabilecek. Ayrıca Finansal Okur Yazarlık Derneği (FODER) ile iş birliği içinde bir çalışma başlattık. Bu çalışmayla çiftçilere, tarlalarına bir işletme mantığıyla yaklaşıp kâr-zarar hesabı yaparak gelirlerini artırmaya yönelik eğitim vereceğiz. Beslenmenin geleceğinde ne var? 2050 yılına dair S ÖY L E Ş İ: H A B İ B E Ç I K I L I O Ğ L U ‘18
12
öngörüleriniz neler? Dünyanın bir kısmı obeziteden yakınırken, diğer tarafta yeterince beslenemeyen insanlar var. Gıda endüstrisi, istisnasız herkesin hayatına dokunduğu için diğer endüstrilerden ayrı bir yerde duruyor. Bu yönüyle de maalesef bilen bilmeyen herkesin fikir yürüttüğü bir alan. Bugün dünyanın beslenme konusunda farklı ihtiyaçları var ve 2050’de bu ihtiyaçlar daha da farklılaşacak. Gıda endüstrisi olarak insanların güvenilir gıdaya ulaşmasını sağlamak, bunu yaparken de doğaya zarar vermemek gibi bir sorumluluğumuz var. Ayrıca 2050 yılında, şu an halihazırda büyümekte olan ev dışı tüketim pazarının ihtiyaçları da önemli bir yer tutacak. İnsanlar tükettikleri gıdaların nereden geldiğini bilmek isteyecekler. Bu nedenle takip edilebilirlik daha fazla önem kazanacak.
“1000 Çiftçi 1000 Bereket” programı Türkiye’de mısır tarımında verimi de kazancı da katlayacak Programın, 2019’dan başlamak üzere üç sezona yayılacağını belirten Cargill Gıda Orta Doğu Türkiye & Afrika Yönetim Kurulu Başkanı Murat Tarakçıoğlu, “Hedefimiz, tarımda sürdürülebilir uygulamaları yaygınlaştırarak çiftçilerimize ve ülke refahına katkı sağlamak” diyor. Türkiye’deki çiftçilerin tarım uygulamaları konusunda verimlilik ve refahını artırmayı hedefleyen Cargill, bu doğrultuda “1000 Çiftçi 1000 Bereket” kurumsal sosyal sorumluk programını başlattı. 4 Şubat’ta duyurulan program kapsamında, bin çiftçi, uzman ziraat mühendisleriyle iletişime geçip zirai ve teknik danışmanlık alabiliyor, finansal okuryazarlık eğitimlerini tamamlayabiliyor ve tarlaları için dijital toprak analizi yaptırabiliyorlar. “1000 Çiftçi 1000 Bereket” projesinin, hem ekonomik hem de sosyal değer yaratmak üzere başlatıldığını vurgulayan Cargill Gıda Orta Doğu, Türkiye ve Afrika Yönetim Kurulu Başkanı Murat Tarakçıoğlu, programın 2019 üretim sezonundan başlayarak üç sezona yayılmasının planlandığını belirtiyor. Ayrıntıları ise şöyle anlatıyor: “EKONOMİK DEĞER YARATACAĞIZ” “1000 Çiftçi 1000 Bereket kurumsal sosyal sorumluluk programımız, başta çiftçilerimiz olmak üzere ülkemiz için ekonomik ve sosyal değer yaratmak üzere başlattığımız uzun soluklu bir proje. Bu programın, tarımda dijital ve sosyal dönüşümün ülkemizde önemli katalizörlerinden biri olacağına inanıyoruz. Çiftçilerimizin teknolojiyle tarımı birleştirerek toprağından yüksek verim almasını ve daha etkin iş yönetimi yapabilmesini, bu sayede de refahının artmasını sağlamayı amaçlıyoruz.
Cargill Gıda Orta Doğu, Türkiye ve Afrika Yönetim Kurulu Başkanı Murat Tarakçıoğlu, Cargill Gıda Orta Doğu, Türkiye ve Afrika Kurumsal İlişkiler Direktörü Dr. Ediz Aksoy
1000 Çiftçi 1000 Bereket, 2019 üretim sezonundan başlayarak üç sezona yayılması planlanan bir sosyal ve dijital dönüşüm programı olacak. İlk yıl Adana, Mersin, Konya, Karaman, Manisa ve İzmir’de mısır tarımı yapan bin çiftçiye ulaşacağız. Program kapsamında görev alacak 22 ziraat mühendisi çiftçilere ekimden hasada kadar doğru gübreleme, sulama yöntemleri ve hastalıklarla mücadele konusunda danışmanlık verecek. Ekim öncesinde tarımda dijitalleşmenin sağladığı olanaklardan yararlanarak tüm tarlalarda yapılacak dijital toprak analizi sayesinde ise toprağın pH ve benzeri değerlerinin tespit edilmesi sağlanarak doğru sulama ve gübreleme faaliyetleri bu bilgiler ışığında planlanacak. “ÖRNEK BİR PROGRAM OLACAK” Bir diğer önemli amacımız da ülkemizde çiftçinin toprağına bir
işletme bakış açısıyla bakabilmesini sağlamak. Bu doğrultuda Finansal Okuryazarlık ve Erişim Derneği (FODER) ile yaptığımız iş birliği doğrultusunda, çiftçilere finansal okuryazarlık eğitimi veriyoruz. Öte yandan program kapsamında belirlenen lider çiftçilerin tarlalarına kurulacak sensör istasyonları (sıcaklık, nem ve yakın kızılötesi spektrometre) ve uydular aracılığıyla toprak, hava ve bitki gelişimi düzenli olarak takip edilecek. Tarımda sağlanacak dijital dönüşümün, geleneksel yöntemlerin kullanımına kıyasla çiftçilerin refahı üzerindeki katkısını ortaya koymayı hedefliyoruz. Bu bağlamda da bağımsız bir kurumla çalışarak programın sosyal etki ölçümlemesini yaparak kamuoyuyla paylaşacağız. “1000 Çiftçi 1000 Bereket Programı”nın Türkiye’de Gayrı Safi Yurtiçi Hasıla’nın (GSYH) yüzde 6,1’ini 1, ülke toplam ihracatının yüzde 4’ünü2 oluşturan tarımda örnek bir sosyal ve dijital dönüşüm programı olması. Bu program sayesinde yaratılacak katma değerle ise Türkiye’de tarımda 2017 yılında 51,8 milyar dolar3 olarak gerçekleşen tarımsal hasılanın 2023 yılında 150 milyar dolar olması hedefi doğrultusunda yürütülen çalışmalara katkıda bulunabilmeyi hedefliyoruz.
1, 2, 3
TÜİK 2018 verileridir. ADVERTORIAL
PROFESÖRÜN ODASI
Mehmet Burçin Ünlü ‘98 Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü Öğretim Üyesi Mehmet Burçin Ünlü’nün odasındayız.
Medikal ve biyomedikal fizik alanında çalışmalar yapıyorsunuz. Bu alanlara ilginiz nasıl başladı? Doktoramda kuantum elektronik devrelerinin tasarlanması üzerine çalıştım. Doğrusunu isterseniz biraz sıkıldım. Bu arada biyoloji ve tıptaki fizik problemlerine ilgi duymaya başladım. Doktora sonrası çalışmalarımı Prof. Dr. Orhan Nalcıoğlu ve Prof. Dr. Gültekin Gülşen’in yanında California Üniversitesi, Irvine’da yaptım. Bilimsel çalışmalarımın
insanların hayatındaki olumlu etkilerini görece kısa vadede görmek isteyişimin, beni bu alana yönelten temel etmen olduğunu söyleyebilirim. Sizce Türkiye’de bilimsel çalışmalar yeterince maddi destek alıyor mu? Bence alıyor. Çalışan ve iyi fikirleri olanlar için pek çok destek var. Yalnızca Türkiye içinden değil, Avrupa’dan da maddi destek bulmak mümkün. Esas sorunumuz insan kaynağının
zayıf olması. Dışarıya beyin göçü yalnızca bu dönemin değil, her dönemin sorunu. Bu arada, destek sadece maddi anlamda olmaz. Bilimin özendirilmesi, rol modellerinin öne çıkması, bilimin getirisi yüksek bir alan olması için gerekli politikaların oluşturulması da bilim insanının desteklenmesi anlamına gelir. Hayatın her alanında büyük verinin ve yapay zekanın etkin olacağı bir gelecek bizi bekliyor. Eğitim sistemi,
S ÖY L E Ş İ: H A B İ B E Ç I K I L I O Ğ L U ‘1 8 / F O T O Ğ R A F: S E R K A N E L D E L E K L İ O Ğ L U
14
öğrencileri bu yeni dünyaya hazırlayabiliyor mu? Bu soruya evet diyebilmek isterdim ama hayır. 18 yaş altı nüfusumuz 23 milyon. Rakam bu kadar büyük olunca eğitim sisteminde çevik adımlar atmak da, bir standart yakalamak da kolay olmuyor. Yine de gelin iyi olana odaklanalım: Dünyanın bütün bilgisi “world wide web”de, yani İnternet’te duruyor. Bizim yapmamız gereken çocukları bu bilgiye ulaşma konusunda donatmak ve onlara ilham vermek. Kendi kendine öğrenebilen bireyler yetiştirmek temel hedeflerimizden biri olmalı. Yapay zeka, 20 yıl sonra sağlık sektöründe nasıl bir yere sahip olacak? Bırakın 20 yılı, ben beş yıl sonrasını bile tahmin edemiyorum! Öngörüde bulunmanın gittikçe daha zor olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ama şunu söylemek mümkün: İnsan ömrü dramatik bir şekilde uzayacaksa, bunda aslan payı sağlıktaki yapay öğrenme uygulamalarının olacak. Hastalıkların çok erken teşhisi, hatalı doktor kararlarının azalması, yıllar değil haftalar mertebesinde geliştirilmesi beklenen ilaçlar, uzun ömürlü olmamızda itici kuvvet olacak. Sizin gelecekten beklentileriniz neler? Gelecekten bir şey beklemek yerine geleceği inşa eden insanlardan biri olmak için çalışıyorum. Gelecekte ne yapıp edip yapay zeka konusunda söz sahibi bir ülke olmalıyız. Eğer fizikçi olmasaydınız, “büyüyünce” ne olmak isterdiniz? Arkeolog olmak isterdim. Yürümeyi çok seviyorum.
Çocukluğumdan beri ilgim var ama nereden geldiğini hiç bilmiyorum. Son zamanlarda size en çok ilham veren, sizi en çok şaşırtan şey ne oldu? Japonya’da geçirdiğim sabbatical iznim sırasında ilhamla doldum. Japonya çözmekten hiç sıkılmayacağım zor bir bilmece. Yapay zeka ile yeniden şekillenecek sosyal düzenler, tarihin tekerrürlerini değiştirebilir mi? Eskiye kıyasla toplumsal değişimler çok daha hızlı oluyor. Yapay zekanın buna katkısı giderek artacak. Siyasetçiler tarafından kötüye kullanılırsa özgürlüklerin daha da azaldığına, otoriter rejimlerin daha da güçlendiğine tanıklık edebiliriz. İletişim biçimlerini kökten değiştiren sosyal medya ile aranız nasıl? Sosyal medyayı yoğun olarak kullanıyorum. Örnek olarak Boğaziçi Fizik Dörtlüsü’nü verebilirim. Fizik Bölümü’nden dört öğretim üyesi olarak sosyal medya vasıtasıyla topluma bilimi sevdirmeye çalışıyoruz. Ayrıca kendi sosyal medya hesaplarımı da benzer şekilde kullanıyorum. Türkiye’de genç nüfusun fazla olmasının da etkisiyle bilime büyük bir ilgi olduğunu düşünüyorum. Çocuklar ve gençlere ulaşmanın en iyi yolu da sosyal medya. Akademisyenliğe ilk başladığınız yıllara nazaran son yıllarda üniversite öğrencilerinin bilim yapmaktaki motivasyonları nasıl değişti? Öğrencilerin bilim yapmaktaki motivasyonlarında artış var. Ama bu motivasyonu destekleyecek çalışma disiplini ve emek
15
“Öngörüde bulunmanın gittikçe daha zor olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Ama şunu söylemek mümkün: İnsan ömrü dramatik bir şekilde uzayacaksa, bunda aslan payı sağlıktaki yapay öğrenme uygulamalarının olacak.” harcama isteğinde azalma söz konusu. Üniversite öğrencileri çeşitli sebeplerden dolayı odaklanma sorunu yaşıyorlar. Dünya hangi yöne evrilirse evrilsin, başarılı olmak için odaklanmanın ve çok çalışmanın önemi değişmeyecek. Geçtiğimiz günlerde NASA, tarihte ilk kez bir kara deliğin görüntüsünü kaydedip dünyayla paylaştı. Kara delikler uzun zamandır bilimin ve bilim kurgunun en çok ilgilendiği konular arasında. Sizce bu fotoğrafın insanlık tarihi için anlamı neydi? Kara delikler küçüğünden büyüğüne toplumda en ilgi çeken bilimsel konulardan biri. İçine düşünce ne olur? Işığın bile kaçamadığı bir şeyi nasıl görebiliriz? Bu şeyin varlığını nasıl kanıtlayabiliriz? Bu ve benzeri sorular çok soruluyor. Bu fotoğraf, kara delikleri insanlar için bilim kurgu kitaplarının ve filmlerinin popüler bir konusu olmaktan çıkarıp gerçek bir nesneye dönüştürdü. Bilim insanları için de eskiden imkansız olduğu düşünülen bir adım atılmış oldu. Bu gelişmenin bilimsel iştahı da artıracağı fikrindeyim.
En son haberler Bu cihaz, enkaz altında canlı tespit edebiliyor
Boğaziçililerin en büyük buluşması, 23 Haziran’da Boğaziçi Üniversitesi mezunlarının her yıl heyecanla beklediği Homecoming Buluşması, bu yıl 23 Haziran’da Güney Kampüs’te gerçekleşecek. Bu yılın kurgusu “Var mısın?” sorusu üzerinden ilerleyecek. Çok sayıda keyifli etkinlik ve aktivitenin yer alacağı gün boyunca mezunlar, eski günleri doyasıya yad edecek. Homecoming ‘19 programı için BÜMED’in İnternet sitesini ve sosyal medya hesaplarını takip edebilirsiniz. Bütün mezunlarımızı bekliyoruz.
Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi öğrencilerinden oluşan İnsansız Hava Araçları Ar-Ge Topluluğu TeamMystic, toplumun faydasına yönelik insansız hava araçları geliştiriyor. Topluluğun güncel projelerinden biri olan Falcon projesi, özel radar sistemiyle arama kurtarma faaliyetlerini tam otonom şekilde gerçekleştirmeye yönelik tasarlandı. Arama kurtarma çalışmasını en kısa süreye indirgemeyi amaçlayan Falcon, maksimum 15 dakika içinde enkaz altında canlı olup olmadığını saptayabilecek. Alışılagelen yöntemlere göre 20 kat daha hızlı çalışacak sistemin kazazedelerin hayatta kalma şansını beş kata kadar artırması hedefleniyor. Proje ekibi; Makine Mühendisliği Bölümü 3. sınıf öğrencileri Erol Kayataş ve Türkü Açar, Bilgisayar Mühendisliği Bölümü 3. sınıf öğrencileri Kaan Dura ve Ömer Faruk Toktaş’tan oluşuyor. Ekibin danışmanlığını Boğaziçi Üniversitesi Makine Mühendisliği Bölümü’nde görevli Dr. Öğr. Üyesi Murat Çelik üstleniyor. Proje hakkında Kayataş, “Hedef alana bir radyo dalgası gönderilecek ve radyo dalgalarından gelen yansımalara göre de analiz yapılacak. Analiz enkaz altındaki canlı varlığını ortaya koyan bir görüntü oluşturacak” diyor.
Ayvalık Okulları Projesi, UNICEF’in konuğu oldu 2015 yılından bu yana Ayvalık ve civar köylerinde özellikle ekonomik nedenlerden ötürü eğitime ve sosyal etkinliklere erişimi kısıtlı 7-11 yaş aralığındaki çocuklarla bilim, sanat ve spor etkinlikleri aracılığıyla sosyal ve bireysel gücün artırılmasına yönelik çalışmalar yapan Boğaziçi Üniversitesi Ayvalık Okulları Projesi, Birleşmiş Milletler Uluslararası Çocuklara Yardım Fonu’nun (UNICEF) resmi daveti üzerine Ankara’daki ofislerinde kapsamlı bir proje tanıtımı ve sunumu gerçekleştirdi. BÜ öğrencisi ve mezunlarından oluşan ve düzenledikleri birçok farklı atölyeyle dört yıl içinde yaklaşık 500 çocuğa ulaşan Boğaziçi Üniversitesi Ayvalık Okulları proje ekibi, UNICEF’in bünyesinde çocuk hakları ve çocuk koruma alanlarında görev alan uzmanlar ile projenin geçmiş ve güncel faaliyetleri hakkında deneyim paylaşımında ve fikir alışverişinde bulundular. Görüşmede ayrıca, UNICEF ile proje arasında geliştirilebilecek iş birlikleri üzerinde de duruldu. BÜ Ayvalık Okulları Projesi; yaygın eğitim programlarının dışında farklı bir deneyim alanı oluşturmayı ve kısıtlı imkanlara sahip çocukları farklı ilgi alanlarıyla tanıştırmayı amaçlıyor.
H A Z I R L AYA N L A R : B Ü K U R U M S A L İ L E T İ Ş İ M O F İ S İ, B O Ğ A Z İ Ç İ D E R G İ S İ YA Z I İ Ş L E R İ
16
Kayak Takımı’na üçüncülük kupası Türkiye Üniversite Sporları Federasyonu tarafından 2024 Şubat tarihleri arasında düzenlenen Koç Spor Fest Üniversite Oyunları’nda Boğaziçi Üniversitesi Kayak Takımı, İstanbul Üniversiteleri Erkekler kategorisinde üçüncülük kupasını kazandı. Bu yıl dördüncüsü düzenlenen ve Erzurum Palandöken Dağı’nda gerçekleştirilen turnuvaya İstanbul kategorisinde 12, Türkiye kategorisinde 24 üniversite katıldı. Boğaziçi Üniversitesi Kayak Takımı, İstanbul Erkekler kategorisinde Büyük Slalom’da üçüncü, Küçük Slalom’da ikinci ve toplamda aldığı kombine puan ile üçüncü oldu. Onlarca milli sporcunun arasından podyuma çıkmayı başaran BÜ Kayak Takımı, en son ödülünü 2015 yılında yine Erkekler kategorisinde İstanbul üçüncüsü olarak elde etmişti. İstanbul Üniversiteleri Erkekler Kupa sıralamasında ilk sırada İstanbul Üniversitesi, ikinci sırada ise Özyeğin Üniversitesi yer aldı. Takımın sporcuları şu isimlerden oluşuyor: Can Güngör, Çağatay Ergüneş, Sina Atalay, Sertaç Akdoğan, Yiğit Çetin, Alperen Yakıcı, Barış Başmak, Ali Kaan Gündüz, Berk Semiz, Emre Palandüz, Furkan Karakuş, Özüm Habiboğlu, Aysu Kutbay, Melissa Erasoğlu ve Leyla Yaylıdere.
BÜ’den İKSV’ye çocuklar ve gençler için destek İstanbul Kalkınma Ajansı (İSTKA) tarafından “2018 Yılı Çocuklar ve Gençler Mali Destek Programı” kapsamında desteklenen İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) yürütücülüğünü üstlendiği ve BÜ’nün ortak olduğu “İKSV Öğrenme ve Etkileşim Alanı Kurulumu ve Çocuklar ile Gençlere Yönelik Yaratıcı Atölyeler Programı” isimli proje İKSV Alt Kat: Öğrenme ve Etkileşim Alanı’nın açılışı ile başladı. Proje kapsamında Nejat Eczacıbaşı Binası’ndaki 120 metrekarelik alanda çok amaçlı ve erişilebilir bir mekan olarak tasarlanan İKSV Alt Kat alanında, kültür ve sanata erişimi kısıtlı çocuklara ve gençlere yönelik çeşitli kültür ve sanat atölyeleri yürütülecek. BÜ’nün proje ortaklığı kapsamında atölye yürütücülerine çocuk ve gençlerin öğrenme süreçlerini desteklemeye yönelik eğitim seminerlerinin verilmesi, atölye program içeriklerinin geliştirilmesinde destek sağlanması ve atölye programlarının etki değerlendirilmesi konularında katkı sağlanacak. Bu bağlamda, 23-24 Şubat ve 2-3 Mart tarihlerinde, atölye yürütücülerinin katıldığı “Kültür-Sanat Atölyelerinde
17
Çocuk ve Gençlerin Öğrenme Süreçlerini Destekleme Semineri” düzenlendi. Bu seminer dizisi ile atölye yürütücülerinin programlarını geliştirme ve destekleme süreci başlatıldı. Seminerde, farklı konuşmacılar tarafından verilen “21. Yüzyıl Becerileri; Okul Sonrası Programlar; Olumlu Öğrenme Atmosferinin Oluşturulması; Öğrenme ve Öğretim Yaklaşım, Yöntem ve Teknikleri; Engelli Çocuk ve Gençlerle Çalışmak; Mülteci Çocuk ve Gençlerle Çalışmak; Çocuk ve Gençlerle İletişim ve Farklılaştırılmış Öğretim” konularında etkileşimli oturumlar gerçekleştirildi. Çocuklar ve gençlere yönelik yaratıcı atölyeler programı arasında İstanbul Müzik Festivali iş birliğiyle Birlikte Güçlü Sesler Korosu projesiyle farklı engelleri olan çocuk ve gençlerin Barış İçin Müzik Korosu ile bir araya getirilmesi, İstanbul Caz Festivali iş birliğiyle Çocuk Atölyeleri Tasarım Programı düzenlenmesi ve seçilen gösterilerin 26. İstanbul Caz Festivali kapsamında gerçekleştirilmesi planlanıyor. Ayrıca, İstanbul Bienali iş birliğiyle çocuk ve gençlerin profesyonel sanatçılar eşliğinde bir sanat eserinin üretim sürecini deneyimleyecekleri ve 16. İstanbul Bienali’nin başlığı olan “Yedinci Kıta” üzerine birlikte düşünme ve üretme olanağı bulacakları bir atölye programı da gerçekleştirilecek etkinlikler arasında. Proje kapsamında ayrıca Boğaziçi Üniversitesi’nin iş birliğiyle İKSV çalışanları ve saha ekiplerine yönelik olarak düzenlenen eğitim ve seminerlerin yanı sıra, Kasım 2019’da, “Erken Çocukluk Gelişimi ve Kültür-Sanat” başlığı altındaki uluslararası iyi örneklerin bir araya getirileceği bir konferans düzenlenmesi de planlanıyor.
En son haberler BMK’den davet
Türkiye’nin ilk Datathon’u Türkiye’nin 8-9-10 Mart tarihlerinde gerçekleşen ilk Datathon’unun kazananı Boğaziçi Üniversitesi takımı Crawlers oldu. Yapay zeka ve makine öğrenmesinden yola çıkarak verilen probleme özgü bir model geliştiren Crawlers, üç gün süren Datathon’un Satış Tahmini alanında yarıştı ve bu alanda yarışan 400 ekibi geride bıraktı. LC Waikiki tarafından Türkiye’de perakende alanında ilk kez düzenlenen Datathon’da birinci olan Crawlers 15 bin TL’lik büyük ödülün sahibi oldu.
Boğaziçi Mezunlar Korosu’nun (BKM) yıl sonu konseri, 24 Mayıs akşamı Garanti Kültür Merkezi Ayhan Şahenk Salonu’nda gerçekleşecek. BMK, bu sene dinleyicilere şarkılar aracılığıyla gündelik mutlulukları, teslimiyeti, kararsızlıkları, hüzün ve coşkunun kardeşliğini, tutsaklığı, özgürlüğü, gurbeti, korkuyu, cesareti ve direnci anlatacak. Boğaziçi Mezunlar Korosu, konserde dinleyicilerine Nazım Hikmet’ten Orhan Veli’ye, edebiyatımızda hususi bir yere sahip şairlerin dizeleri aracılığıyla seslenecek. Konserin tam biletleri 30 TL, indirimli biletleri ise 15 TL’den satışa sunuldu. Konser için ayrıca BÜ öğrencileri için “Askıda” uygulamasına bilet bırakılabilecek. 2003 yılında kurulan Boğaziçi Mezunlar Korosu, kurulduğu günden bugüne şef Ali Mahmut Abra ‘79 yönetiminde çalışmalarını sürdürüyor. Başlangıçta 12 kişilik küçük bir kadroyla yola çıktıklarını belirten koro üyelerinden BÜ Öğr. Gör. Ayşesim Diri ‘84 hikayenin devamını şöyle anlatıyor: “Zaman içinde aramıza yeni koro sevdalıları katıldı ve üniversitemizin ilk mezunlarından son mezunlarına dek, geniş bir yaş ve bölüm dağılımı ile 50 kişiyi aşan bir kadroya ulaştı. Böylece
18
çok sesli söyleme imkanına kavuştuğumuz gibi, çok sıcak dostluklar ve paylaşım zenginliği de kazandık. İlk konserimizi 2005 yılında verdik, başta Albert Long Hall olmak üzere Çırağan Sarayı, Tiyatro Oyun Atölyesi, Garaj İstanbul, Robert Kolej, Kadıköy Süreyya Operası, Ayvalık Taksiyarhis Kilisesi, Çanakkale Üniversitesi Konser Salonu, Eskişehir Belediyesi Kültür Merkezi, Ayvalık Amfitiyatro gibi farklı mekanlarda konserler verdik ve çalışmalarımızı sevenlerimizle paylaştık.” BMK, bazen profesyonel müzisyenlerle aynı sahneyi paylaşıyor, bazen de başka korolarla iş birliği yaparak ortak projeler gerçekleştiriyor. Her sezon belli bir tema etrafında repertuvar belirleyerek tarzını değiştiren koro, bazen tango, bazen türkü, bazen rembetiko, bazen Türk müziği söylüyor. Koro, çalışmalarını bazen de Boğaziçili besteciler, Nazım Hikmet şiirleri, 1800’lerden günümüze Türk müziğinin yolculuğu, çocuklar için yazılmış şarkılar ya da itiraz ve umut gibi temalar üzerine şekillendiriyor. Koronun çalışmalarına Ceyda Çekmeci piyano ile eşlik ediyor. BMK’nin yeni dönem için seçmeleri, her yıl eylül ayında gerçekleşiyor. Öğr. Gör. Ayşesim Diri, en çok ihtiyaç duydukları ses grubunun, her koroda olduğu gibi tenorlar olduğunu belirtiyor. Özellikle bu eksiği tamamlayabilecek Boğaziçi mezunlarını seçmelere beklediklerini belirten Diri, koronun kapılarının bütün mezunlara açık olduğunu söylüyor. Ayrıntılı bilgi ve bilet satış için: bogazicimezunlarkorosu@ gmail.com; facebook.com/ bogazicimezunlarkorosu
7 Mayıs tarihinde ise “CERN’de Neler Oluyor?” başlıklı Açık Ders, Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Erhan Gülmez tarafından saat 20.00’de Necmettin Tanyolaç Salonu’nda verilecek. Kilyos Spring etkinlikleri ücretsiz olarak düzenleniyor. Detaylı bilgi için: facebook.com/ KilyosEtkinlikleri
Kilyos Spring’le bahar başladı Boğaziçi Üniversitesi’nin Kilyos Sarıtepe Kampüsü’nde 2015 yılında başlatmış olduğu etkinlikler dördüncü yılına girdi. Kilyos Spring etkinlikleri bahar döneminde dinleti, söyleşi, atölye çalışması ve Açık Ders’ten oluşan renkli içeriğiyle Boğaziçili öğrencilerle buluştu. Kilyos Etkinlikleri’nin ilk konuğu müzisyen, eğitmen Rümeysa Çamdereli 26 Mart’ta Kilyos Kampüsü Orta Alan’da bir dinleti sundu ve ardından söyleşiye katıldı. Boğaziçi Üniversitesi Folklor Kulübü (BÜFK)’nde icracı, reji ve ses teknisyeni olarak çalışan Çamdereli, BÜFK ve Boğaziçi Üniversitesi Oyuncuları (BUO) tarafından hazırlanan çeşitli gösteri ve temsillerde ve Kardeş Türküler’in çeşitli konserlerinde icracı müzisyen olarak yer aldı. Spor muhabiri Irmak Kazuk ise 3 Nisan’da Necmettin Tanyolaç Salonu’nda yer alan söyleşiyle öğrencilerle buluştu. Kilyos Spring’de 8-10 Nisan tarihleri arasında “Ayrılık Ölümden Beter” başlıklı bağımlılık üzerine grup çalışmasını içeren; insan bağımlılığı, ilişki bağımlılığı, madde bağımlılığı gibi konuların ele alındığı atölye, uzman psikologlar Sultan Kaleli ve Arzu Aydın Koç tarafından yürütüldü.
Kürek Takımı Türkiye Kupası’nda ikinci oldu BÜ Kürek Takımı 23-24 Mart tarihlerinde Sapanca’da düzenlenen Türkiye Kupası yarışlarından kupa ve madalyalarla döndü. Büyükler ve Deniz Küreği Türkiye Kupası, 2324 Mart tarihlerinde Sapanca’da düzenlendi. Bu yarışta yer alan Boğaziçi Üniversitesi Kürek Takımı, tüm tekne kategorilerinde ilk üçe girerek madalya sahibi oldu. Heyecanla izlenen ve son ana kadar başa baş giden sekiz tek yarışında ise sadece üç saniye ile birinciliği kaçıran Boğaziçi Üniversitesi Kürek Takımı, Akademi Ligi genel klasmanda ikincilik kupasını kucakladı. Boğaziçili kürekçilerin şimdiki hedefi ise 27-28 Nisan tarihinde Sapanca’da düzenlenecek Büyükler Türkiye Şampiyonası’ndan birincilik kupası ile dönmek.
19
BAGEP Ödülleri Bilim Akademisi tarafından başlatılan ve kamu fonları yerine toplumdan gelen maddi destekle yürütülen Bilim Akademisi Genç Bilim İnsanları Ödül Programı’nın (BAGEP) 2019 sahipleri belli oldu. Boğaziçi Üniversitesi’nden Batı Dilleri ve Edebiyatları Bölümü Dr. Öğr. Üyesi Emine Fişek, Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü Dr. Öğr. Üyesi Şükrü Anıl Doğan ve Kimya Mühendisliği Öğretim Üyesi Doç. Dr. Sezen Soyer Uzun’un ödüle değer bulunduğu BAGEP Ödülleri töreni, 26 Nisan Cuma günü Hacettepe Üniversitesi’nde gerçekleşecek. Ödül programına bu yıl 310 başvuru yapıldı. Bu başvurular arasında 43 akademisyen ödüllendirildi. Ödül, iki yıl süreyle yılda 15 bin TL değerinde maddi desteği kapsıyor.
Prof. Dr. İvet Bahar’a önemli ödül BÜ Kimya Mühendisliği Bölümü mezunu Prof. Dr. İvet Bahar ‘83, Kadir Has Ödülleri kapsamında verilen Üstün Başarı Ödülü’ne layık görüldü. Bu yılın Gelecek Vadeden Bilim İnsanı Ödülü’nü ise genç yaşta imza attığı çığır açan araştırmalarla adını sık sık duyduğumuz, Boğaziçi Üniversitesi’nde de konuşmacı olarak bulunmuş olan Dr. Canan Dağdeviren aldı. Bu yıl 15’incisi verilen Kadir Has Ödülleri’nin ana teması, “Karmaşık Sistemler: Çok sayıda ve çok türde serbesti derecelerinin çok yönlü etkileşmelerinden, özgün ve önemli oluşumları doğuran sistemler” olarak belirlenmişti.
En son haberler Boğaziçi’nden genç girişimcilere A’dan Z’ye destek
Meral Serdaroğlu’nun ardından Prof. Dr. Meral Serdaroğlu’nu 7 Nisan’da kaybettik. 9 Nisan’da sonsuzluğa uğurladığımız Serdaroğlu, Fizik alanında lisans, yüksek lisans ve doktora derecelerini ODTÜ’den almıştı. 1978’den bu yana BÜ Fizik Bölümü’nde dersler veren Prof. Dr. Serdaroğlu, BÜ’den emekli olduktan sonra üniversitede yarı zamanlı olarak ders vermeyi sürdürmüştü. Yüksek enerji fiziği, matematiksel fizik ve grup teorisi konularında araştırmalar yapan Serdaroğlu’nun kaleme aldığı, hocası Feza Gürsey’i konu alan Bilim Dervişi Feza Bey başlıklı bir kitabı bulunuyor.
Ortak sinema zevkleri olan insanları online platformda buluşturup sinemaya tek başına gitmek istemeyenlere arkadaş bulan Cosmose uygulaması, kentin yeşil alanlarında vakit geçirmek isteyenlerin oturacak yer sorununu çözen kiralık sandalye fikri, kullanıcıların paylaşımlarıyla indirimli moda ve aksesuar ürünlerinden anında haberdar eden Indream uygulaması… Tüm bu yenilikçi fikirler Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen ve öğrencilerdeki girişimci ruhu ve yaratıcı fikirleri ortaya çıkarmayı amaçlayan Pitching Day’de sunuldu ve desteklenmeye hak kazandı. İlki geçtiğimiz mart ayında Güney Kampüs DreamBU Kuluçka Merkezi’nde gerçekleştirilen ve belli periyotlarla düzenlenecek olan Pitching Day’e katılan fikirlerden beşi seçildi ve bu fikirlerin Boğaziçi Üniversitesi Girişimcilik Merkezi ve Boğaziçi Üniversitesi Teknoloji Transfer Ofisi tarafından desteklenmelerine karar verildi. Etkinliğin açılışında söz alan Girişimcilik Merkezi Müdürü ve Uluslararası Ticaret Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Oğuzhan Aygören, üniversitede girişimcilik kültürünü yaygınlaştırmak
20
için benimsedikleri dört temel felsefeden bahsetti; bunları, düzeni sorgulamak, hatalardan ders çıkarmak, kendinden önce başkalarını düşünmek ve uzun vadeli bakışa sahip olmak olarak özetledi. Yapılan işlerin kalıcı olması için kültürün önemine değinen Dr. Aygören, Pitching Day etkinliği sayesinde girişimcilik kültürüyle tanışan kişilerin girişimcilik yolculuğunda bu kültürü hayatlarına nasıl uygulayabileceklerini ve bu kültürün kendilerine nasıl bir katkı sunacağını anlattı.
BÜ Konfüçyus Enstitüsü’nden 10. yıla özel sergi Bu yıl 10. kuruluş yılını kutlayan Boğaziçi Üniversitesi Konfüçyus Enstitüsü ve Şangay Üniversitesi’nin iş birliğinde, Çin Ulusal Sanat Fonu’nun desteğiyle Boğaziçi Üniversitesi’nde “Shanghai: Style Culture in Modern China” adlı bir sergi gerçekleştirildi. Albert Long Hall Fuaye Alanı’nda yer alan sergide beş bin yıllık Çin uygarlığının 19. yüzyıl ikinci yarısından itibaren Batı kültürüyle olan karşılaşmasının ülkenin sanat ve kültür hayatında yol açtığı değişimlerin izleri Çin’in modern yüzü Şangay üzerinden anlatılıyor. Sergide Şangay’ın 19. yüzyıl sonlarından 21. yüzyıla geçirdiği kültürel dönüşüm ve teknolojik yenilikler, etkileyici görsel-işitsel sunumlarla seyirciye aktarılıyor.
UserGuiding hızla büyüyor Boğaziçi Üniversitesi mezunu Osman Koç ile halen Boğaziçi Üniversitesi’nde eğitimini sürdüren Muhammet Enginar’ın Ocak 2018’de San Francisco’da beraber kurdukları UserGuiding, web uygulamaları için kod yazmadan interaktif ürün turları ve yardım sayfaları hazırlamaya imkan tanıyan bir platform. UserGuiding şu an dördü BÜ’den mezun, biri BÜ öğrencisi beş kişilik bir ekip tarafından yönetiliyor. İki aylık geliştirme sürecinin ardından kullanıma sunulan platform, bir kullanıcı oryantasyon aracı. Bu platform, müşterilerinin web uygulamalarının kullanımını kolaylaştırmayı amaçlıyor. Türkiye İş Bankası’nın girişimcilik programı olan Workup’ın üçüncü dönem mezunlarından olan platformun bir diğer avantajı, kolay bir kullanıma sahip olması. UserGuiding’ı kullananlar, Google Chrome eklentisi sayesinde, herhangi bir teknik bilgiye ihtiyaç duymadan, hızlı ve kolay bir şekilde ürün turları oluşturabiliyor. Bu Chrome eklentisi şu an aktif olarak ortalama 1900 kişi tarafından kullanılıyor. 3 binin üzerinde web uygulaması ise UserGuiding’e kayıt olmuş durumda. 82 ülkeden 900’ün üzerinde kullanıcıdan ödeme alan UserGuiding aracılığıyla oluşturulmuş rehberler
ile oryantasyonu tamamlanan son kullanıcı sayısı ise 3 milyonu aştı. UserGuiding’in hedef kitlesini web uygulaması olan küçükbüyük bütün şirketler oluşturuyor. Bu amaca paralel olarak ürün, hiçbir ek desteğe ihtiyaç olmadan kullanılabilecek şekilde tasarlanmış. Platform, 14 günlük ücretsiz deneme opsiyonu sunuyor. Şimdiye kadar yatırım almamış olan UserGuiding’in iki farklı aylık abonelik paketi mevcut. Startup paketine aylık 99 dolar, Growth paketine ise ayda 249 dolar karşılığında sahip olunabiliyor. Kullanıcı oryantasyonu dendiğinde akla ilk gelen şirket olmayı hedefleyen UserGuiding ile 2019’un dördüncü çeyreği itibarıyla mobil cihazlar ve mobil uygulamalar için ürün rehberleri oluşturulabilecek. UserGuiding’in kurucularından Osman Koç, bu girişimin ortaya çıkış hikayesini şöyle anlatıyor: “Muhammet ile birlikte kurduğumuz bir önceki şirket olan YNOT’da pek çok web geliştirmesi yaptık. İş teslimi yaklaştığında en büyük problemlerden biri web uygulamasının kullanıcılara tanıtımı oluyordu. Açık kaynaklı birkaç yazılım olmasına rağmen segment oluşturamama, görüntülenen ürün rehberlerinin analitik bilgisine ulaşamama gibi problemler yaşıyorduk. Ayrıca müşterilerimiz ürün turlarında pek çok özelleştirme istiyordu. Yaptığımız pazar araştırmasında yalnız olmadığımızı, ajansların yanında SaaS ve e-ticaret sitesi sahiplerinin de bu tür bir ürüne ihtiyaç duyduğunu tespit ettik. UserGuiding’i tam olarak bu ihtiyacı karşılayacak şekilde tasarlayıp geliştirdik.” Ayrıntılı bilgi için: userguiding.com
21
BÜMED Olağan Genel Kurulu toplanıyor BÜMED 2018 yılı çalışma dönemi Olağan Genel Kurul Toplantısı, 2 Mayıs Perşembe günü saat 10.00’da BÜMED Sosyal Tesis, Mustafa Kemal Atatürk Salonu’nda gerçekleşecek. Toplantı yeter sayısı sağlanamaması durumunda, ikinci toplantı 11 Mayıs Cumartesi günü saat 10.00’da aynı yerde yapılacak ve katılan üyelerle genel kurul çalışmalarına başlanacak. Toplantı, Yönetim Kurulu Başkanı Murat Öngör’ün açılış konuşmasıyla başlayacak. Genel Kurul’u yönetmek üzere bir başkan, bir başkan yardımcısı ve iki sekreterden oluşan Divan Heyeti açık oyla seçilecek ve Divan Heyeti’ne toplantı tutanağını imzalama yetkisi verilecek. Toplantı gündeminin okunması ve onaylanmasının ardından Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmed Özkan bir konuşma yapacak. 2018 yılı çalışma döneminin değerlendirilmesinin ardından 2019 yılı çalışma programı okunacak, görüşülecek ve oylanacak. 2019-2021 çalışma dönemleri için Yönetim ve Denetleme Kurulları’nın asil ve yedek üye seçimi gerçekleştirilecek. Genel Kurul Toplantısı’na Ana Tüzük uyarınca yıllık üyelik borcu bulunmayan ve en geç 26 Mart 2019 tarihine kadar BÜMED’e üye olmuş olan üyeler katılabilecek, kurul için seçme ve seçilme hakkına sahip olabilecek. BÜMED’in önümüzdeki dönem projelerine yön vermek isteyen bütün üyelerimizi Olağan Genel Kurul Toplantısı’na bekliyoruz.
En son haberler Moris Farhi’nin ardından...
Lynne Ramsay, BÜ’deydi Son filmi You Were Never Really Here ile büyük beğeni kazanan ve 38. İstanbul Film Festivali’nin Uluslararası Yarışma jüri başkanlığını yürüten Lynne Ramsay, 11 Nisan’da BÜ’deydi. Mithat Alam Film Merkezi’nin iş birliğiyle 38. İstanbul Film Festivali kapsamında düzenlenen etkinlikte Ramsay, akademisyen ve sinema yazarı Melis Behlil’le birlikte kariyeri ve sinema dili üzerine konuştu; genç yönetmenlere tavsiyeler verdi. Ramsay konuşmasında, yönetmenlikte cesur olmanın ve diğer yönetmenlerle birlikte çalışmanın öneminin altını çizdi.
Dünya edebiyatı, fikirler tarihi, dinler sosyolojisi ve dünya tarihi başlıklarında Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi’ne yaptığı 19 bin 363 adet kitap bağışıyla kütüphaneye tarihi boyunca en kapsamlı ve en zengin katkıyı sunan bağışçıların başında yer alan yazar Moris (Musa) Farhi, 9 Mart tarihinde aramızdan ayrıldı. Moris Farhi ile Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi arasındaki bağış anlaşması 13 Kasım 2006 tarihinde dönemin rektörü Prof. Dr. Ayşe Soysal ve Moris Farhi tarafından imzalanmıştı. Moris Farhi, 1935’te Ankara’da doğdu. Farhi, Robert Kolej’den mezun oldu ve ardından Edebiyat Fakültesi’ne girerek 1954’te buradaki eğitimini tamamladı. İngiltere’ye giderek Londra’da Tiyatro Sanatları Kraliyet Akademisi’nde (Royal Academy of Dramatic Art - RADA) eğitim alan Farhi, 1956 yılında mezun olup Londra’da yaşamaya devam etti ve kısa aktörlük kariyerinden sonra kendini tamamen yazıya verdi. Uluslararası PEN Kulübü’nün 1994-1997 yılları arasında Hapishanedeki Yazarlar Komitesi’nin (Writers in Prison Committee) İngiltere yöneticisi olan Moris Farhi, International PEN’in 1997-2000 yılları arasında Yazışma Komitesi’nde
22
görev yaptı. 2001 yılında Kraliçe İkinci Elizabeth adına İngiltere hükümeti tarafından MBE unvanına layık görüldü. 2001 yılından beri Uluslararası PEN Kulübü’nün başkan yardımcılığı görevini sürdürmüş olan Farhi’nin Türkçede yayınlanan eserleri şöyle: Yabanda Yolculuk, Yapı Kredi (1998); Genç Türk, İthaki (2005); Gökkuşağının Çocukları, İthaki (2005); Atanmış Erkek, Everest (2010).
SineBU, Europa Cinemas ağına katıldı Üniversite kampüsünde uygun fiyatlarla “art house” vizyonu gerçekleştirmesiyle dört yıl önce bir ilke imza atmış olan SineBU, şimdi de Türkiye’de yalnızca 15 sinema salonunun dahil olduğu Europa Cinemas ağına katılarak Eurimages fonundan yararlanmaya hak kazandı. Böylece SineBU, İstanbul’da Europa Cinemas ağına katılan üçüncü sinema salonu oldu. Avrupa Konseyi’nin kültürel girişimleri desteklemek için oluşturduğu bir fon olan Eurimages fonu, Europa Cinemas ağı üzerinden 1992 yılından beri belirli kriterleri karşılayan sinema salonlarını destekliyor. Çoğunlukla Avrupa Birliği kökenli filmlerin temsilini artırmak amacıyla Avrupa Konseyi bünyesinde oluşturulan Eurimages fonu, sinema salonlarının yıllık performanslarının değerlendirilmesiyle karşılıksız olarak veriliyor. Şu ana kadar 38 üye ülkedeki salonları destekleyen fon, desteklediği salonların Europa Cinemas ağına da girmesini sağlıyor.
Travmanın sonu Bümed’in 3 Nisan Çarşamba günü ev sahipliği yaptığı “Travmanın Sonu” başlıklı atölyede Organic Intelligence (OI) kurucusu Steven Hoskinson ile biyolojimizin tabiatında yatan beceriler keşfe çıkıldı ve onları değişme, büyüme ve iyileşme yolunda nasıl kullanabileceğimiz tartışıldı. İyi hissetmek, kendimizle barışmanın ve böylelikle kendimizi bir adım öteye taşımanın anahtarı. Ama bazen hayatın getirdiği yükler, sorumluluklar ve kimi tatsız durumlar, iyi hislerin önüne geçebiliyor. Böyle durumlarda her yerde anlatılan, ezberlenmiş yöntemler de işe yaramaz hale geliyor. Tam da bu noktada devreye “Organic Intelligence” (OI) giriyor. Psikolojik gelgitlerimizin, hislerimizin, duygularımızın ve düşüncelerimizin biyolojimizden bağımsız işlemediğini vurgulayan bu klinik yaklaşım, içsel doğamızın biyolojik, psikolojik ve ruhsal bilgeliğiyle modern sistemlerin anlayışını birleştirerek gerçekte ne yaşadığımızı keşfetmek için bize bütüncül bir yaklaşım sunuyor. Daha önce bir terapi seansında gerçeklikten uzaklaştığınızı ya da terapinin, desteğe ihtiyaç duyma sebebiniz olan asıl yaşadıklarınızın önüne geçtiğini düşündüğünüz oldu mu? OI, bu tür hislerimizde yanılmadığımızı söylüyor ve ana akım terapilerde
yanlış olan şeyin, yanlış olan şeye ve travmanın kendisine odaklanma olduğunu ileri sürüyor. Temelde bize kendimizi kötü hissettiren olaylar ve bu olaylar karşısında geliştirdiğimiz semptomların esasen travmatik olmadığını, yaşadıklarımıza dışarıdan bakarak, biyolojik ve davranışsal bütünlüğümüze odaklanmamız gerektiğini öğütlüyor. BÜMED’in 3 Nisan’da düzenlediği “Travmanın Sonu” başlıklı atölyede OI yaklaşımının kurucusu Steven Hoskinson’ı dinlemek, hem zihin açıcıydı hem de kendimizi keşfetme yolunda önemli ipuçları yakalamamızı sağladı. Anlatım tarzı ve hitabeti sayesinde zor konuları bile oldukça anlaşılabilir hale getiren Hoskinson, duygu ve düşüncelerimizin biyolojik ve fizyolojik temellere dayandığını, bilimsel gerekçelerini tek tek göstererek anlattı. Hoskinson’a göre, biyolojimizin ritmini dinlediğimiz sürece her acıdan özgürleşmek mümkün. Ancak bu, acıyı hissetmemek değil, aksine onu tanımak, temellerini anlamak ve biyolojimizle olan ilişkisini keşfetmek anlamına geliyor.
2018’de en çok okunanlar BÜ Aptullah Kuran Kütüphanesi’nin 2018 yılı verilerine göre kütüphane kullanıcılarının geçtiğimiz yıl en fazla okuduğu eser, İhsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası adlı romanı oldu. Listenin ikinci ve üçüncü sıralarına Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve Huzur adlı romanları yerleşirken; Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna ve Kuyucaklı Yusuf adlı romanları dördüncü ve beşinci sırada yer aldı.
23
Venezuela ve Türkiye’nin tarihi dostluğu Bolivarcı Venezuela Cumhuriyeti İstanbul Başkonsolosu Tatiana Lucia Zapata Bracho, Boğaziçi Üniversitesi Atatürkçü Düşünce Kulübü’nün davetiyle 12 Nisan’da kampüste öğrencilerle bir araya geldi. Başkonsolos Bracho, buluşmanın ardından Boğaziçi Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Zeynep Atay’ı ziyaret etti. Başkonsolos, Türkiye ve Venezuela arasındaki ilişkilerin 18. yüzyıla uzandığını belirterek Venezuelalı General Francisco de Miranda’nın 1786 yılında İstanbul’a geldiğini ve bu ziyaretin Missisipi Nehri’nden Ümit Burnu’na kadar uzanan toprakları İspanyol hegemonyasından kurtarmak ve böylece tek ve özgür bir Amerika oluşturmak gibi büyük bir fikre dayandığını belirtti. Branco, General Miranda’nın dönemin en güçlü devletlerinden olan Osmanlı Devleti’nin işleyişini tanımak ve bunu Latin Amerika’da uygulayabilmek hayaliyle bu geziye çıktığını aktardı. Günümüzde Venezuela’da faaliyet gösteren pek çok Türk şirketi olduğunu söyleyen Bracho, iki ülke arasında son yıllarda güçlü ticari ilişkilerin kurulduğunu, bu durumun her iki ülkenin de yararına olduğunu düşündüğünü sözlerine ekledi.
BOĞAZİÇİ’NE SEN DE DESTEK OL BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ VAKFI Boğaziçi Üniversitesi’nde Türkiye’nin en iyi öğrencileri en iyi akademik kadrolarla buluşuyor. Üniversitemizde, öğrencilerimize hayallerini gerçeğe, aklı toplumsal faydaya, farklılıkları yaratıcılığa dönüştürmenin imkanlarını sunan bir alan açıyoruz. Bunun sürdürülebilir olması için Vakfımızın üniversitemize desteği büyük önem taşıyor.
En iyi öğrencilere burs, barınma imkanları, donanımlı bir kütüphane ve zengin kulüp etkinlikleri sunabilmemiz için BÜ’ye vereceğiniz destek çok önemli ve değerlidir. BÜVAK’a aşağıdaki şekillerde bağış yapabilir, Boğaziçi’ne destek olabilir ve dilerseniz vergi muafiyetinden faydalanabilirsiniz.
BAĞIŞ ALTERNATİFLERİ BURSLAR
ARAŞTIRMA FONU ’na Destek ALT / ÜST LIMIT YOK
BURS HAVUZU ALT / ÜST LIMIT YOK
YURT (1 YIL / 1 ÖĞR.) 2.250 TL
ISME BURS (1 YIL / 1 ÖĞR.) 4.050 TL
YEMEK (1 YIL / 1 ÖĞR.) 1.350 TL
BURS FONU Kurmak için Alt limit 70.000 TL
KITAP (1 YIL / 1 ÖĞR.) 450 TL
HAMLIN HALL
THEODORUS HALL
DODGE HALL
SINEBU
İsimlendirme Oda 15.000 TL Tuğla 3.500 TL
İsimlendirme Oda 15.000 TL Tuğla 3.500 TL
İsimlendirme Koltuk 7.500 TL
İsimlendirme Koltuk 2.500 TL
4 FAKÜLTE 4 AĞAÇ
ALH KLASIK MÜZIK KONSERLERI
MITHAT ALAM FILM MERKEZI
ÖZEL GÜN BAĞIŞLARI
ALT VEYA ÜST LIMIT YOK
Bağış alternatifleri için bkz. buvak.org.tr
ALT LIMIT 50 TL ÜST LIMIT YOK
Yaprak İsimlendirme (FEF • MF • İİBF • EF) 1.500 TL
(Taziye / Mutlu Gün)
B O Ğ A Z İ Ç İ Ü N İ V E R S İ T E S İ VA K F I DA H A FA Z L A S I İ Ç İ N S İ Z D E D E S T E K V E R İ N Bağışçı Adı Soyadı
HAVALE ile ÖDEME T. GARANTİ BANKASI, Boğaziçi Üniversitesi Şubesi (303)
Bölüm
Hesap Adı: Boğaziçi Üniversitesi Vakfı
Mezuniyet Yılı
TL Hesabı: TR 18 0006 2000 3030 0006 2999 05
Adres
Açıklama:
Bağışı
Bağış Adı
YAPI KREDİ BANKASI, Etiler Şubesi (0237)
Toplam Bağış Tutarı
Hesap Adı: Boğaziçi Üniversitesi Vakfı
Taksit Sayısı • Tek seferde • 3 taksit • 6 taksit
TL Hesabı: TR 18 0006 7010 0000 0061 2901 94
Makbuzun Düzenleneceği Adres (Yukarıdakinden farklıysa)
Açıklama:
Bağışı
KREDİ KARTI ile ÖDEME Banka Adı: Kredi Kartı Cinsi • Visa • Master • Amex
E-posta ONAY Adımın bağışçı onur listesinde yayınlanmasını onaylıyorum: • Evet • Hayır Tarih
/
Geçerlilik Tarihi
Mobil Tel
/
Kart No
/
/ /
/
CVV Bağışçı İmza
/
Vakfımız, Bakanlar Kurulu’nun 12 Ağustos 1993 tarih ve 93/4805 sayılı kararı ile vergi bağışıklığı hakkına sahip bulunmaktadır. Kamu Yararı Gözeten Vakıf statüsündedir.
AYDINLATMA METNİ 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (“Kanun”) uyarınca “Veri Sorumlusu” sıfatına sahip Boğaziçi Üniversitesi Vakfı (“BÜVAK”) olarak bilgilerinizin tarafımızca güvenli bir şekilde saklanıp, kişisel verilerin korunması mevzuatına uygun şekilde, aşağıda açıklanan kapsamda işlendiğini belirtmek isteriz. 1. Kişisel Verilerin Hangi Amaçla İşleneceği: Kişisel verileriniz, BÜVAK’ın vakıf senedinde yer alan amaçlar ve hizmet konuları doğrultusunda sağlanacak hizmetlerin yasal çerçevede sunulabilmesi, BÜVAK bünyesine bağış ve yardımların alınması, BÜVAK tarafından burs imkanlarının sağlanması, yardımlarda bulunulması, BÜVAK’ın etkinlik ve organizasyon yönetim süreçlerinin icra edilebilmesi için ilgili kişilerle iletişimin sağlanması amacıyla iş birimleri tarafından gerekli faaliyetlerin yürütülmesi, süreli veya süresiz yayınlar yapılması, sözleşme ve mevzuattan doğan sorumlulukların yerine getirilmesi amaçlarıyla BÜVAK tarafından işlenecektir. 2. İşlenen Kişisel Verilerin Kimlere ve Hangi Amaçla Aktarılabileceği: Kişisel verileriniz, BÜVAK’ın vakıf senedinde yer alan amaçlar ve hizmet konuları doğrultusunda sağlanacak hizmetlerin yasal çerçevede sunulabilmesi, BÜVAK bünyesine bağış ve yardımların alınması, BÜVAK tarafından burs imkanlarının sağlanması, yardımlarda bulunulması, BÜVAK’ın etkinlik ve organizasyon yönetim süreçlerinin icra edilebilmesi için ilgili kişilerle iletişimin sağlanması amacıyla iş birimleri tarafından gerekli faaliyetlerin yürütülmesi, süreli veya süresiz yayınlar yapılması, sözleşme ve mevzuattan doğan sorumlulukların yerine getirilmesi amaçlarıyla, hizmet aldığımız iş ortaklarımızla, tedarikçilerimizle, Boğaziçi Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği de dahil işbirliği yaptığımız program ortağı kuruluşlarla ve hukuki yükümlülüğümüzü yerine getirebilmek amacıyla kanunen yetkili kılınan mercilerle paylaşılabilecektir. 3. Kişisel Veri Toplamanın Yöntemi ve Hukuki Sebebi: Kişisel verileriniz, kanunlarda açıkça öngörülmesi, bir sözleşmenin kurulması veya ifasıyla doğrudan doğruya ilgili olması kaydıyla sözleşmenin taraflarına ait kişisel verilerin işlenmesinin gerekli olması ve BÜVAK’ın hukuki yükümlülüklerini eksiksiz ve doğru bir şekilde yerine getirebilmesi amacıyla edinilmekte ve bu hukuki sebeple edinilen kişisel verileriniz sözlü, yazılı veya elektronik ortam da dahil olmak üzere çeşitli toplama yöntemleri ile toplanmaktadır. 4. Veri Sahibinin Kanun’un 11. maddesinde Sayılan Hakları: Kanun’un 11. maddesi uyarınca; veri sahipleri, yazılı olarak veya Kişisel Verileri Koruma Kurulu’nun belirlediği diğer yöntemlerle ¹ BÜVAK’a başvurarak; kişisel verilerinin işlenip işlenmediğini öğrenme, kişisel verileri işlenmişse, buna ilişkin bilgi talep etme, kişisel verileri işleniyorsa, kişisel verilerin işlenme amacını ve bunların amacına uygun kullanılıp kullanılmadığını öğrenme, kişisel verileri yurt içinde veya yurt dışında üçüncü kişilere aktarılıyorsa, kişisel verilerin aktarıldığı üçüncü kişileri bilme, kişisel verilerinin eksik tveya yanlış işlenmiş olması halinde bunların düzeltilmesini isteme ve bu kapsamda yapılan işlemin kişisel verilerin aktarıldığı üçüncü kişilere bildirilmesini isteme, Kanun ve ilgili diğer kanun hükümlerine uygun olarak işlenmiş olmasına rağmen, işlenmesini gerektiren sebeplerin ortadan kalkması halinde kişisel verilerinin silinmesini veya yok edilmesini isteme ve bu kapsamda yapılan işlemin kişisel verilerin aktarıldığı üçüncü kişilere bildirilmesini isteme, işlenen verilerin münhasıran otomatik sistemler vasıtasıyla analiz edilmesi suretiyle kendisi aleyhine bir sonucun ortaya çıkmasına itiraz etme, kişisel verilerinin kanuna aykırı olarak işlenmesi sebebiyle zarara uğraması halinde, zararın giderilmesini talep etme haklarına sahiptir. 2 1 10.03.2018 tarih ve 30356 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Veri Sorumlusuna Başvuru Usul ve Esasları Hakkında Tebliğ” uyarınca; veri sahipleri, Kanun’un 11. maddesinde belirtilen hakları kapsamında taleplerini, yazılı olarak veya kayıtlı elektronik posta (KEP) adresi, güvenli elektronik imza, mobil imza ya da veri sahibi tarafından BÜVAK’a daha önce bildirilen ve BÜVAK’ın sisteminde kayıtlı bulunan elektronik posta adresini kullanmak suretiyle veya başvuru amacına yönelik geliştirilmiş bir yazılım ya da uygulama vasıtasıyla BÜVAK’a iletir. 2 Bu konuda detaylı bilgi için https://www.buvak.org.tr/index.php?sayfa=67 internet adresini ziyaret edebilirsiniz.
Boğaziçi Üniversitesi Vakfı tarafından yürütülen bağış toplama kampanyaları, 2860 sayılı Yardım Toplama Kanunu’nun 2. Maddesinin 2. Fıkrası hükmü uyarınca sadece Boğaziçi Üniversitesi Mensuplarına, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlarına, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği üyelerine, Boğaziçi Üniversitesi Vakfı Mütevellilerine yönelik hazırlanmıştır.
online bağış www.buvak.org.tr buvakbagis@boun.edu.tr T 0 212 359 72 50 F 0 212 257 37 62
K İ TA P
En son çıkanlar Boğaziçi Üniversitesi mezunu ve öğretim üyesi yazarların son kitapları, raflardaki yerini aldı.
Modernlik paradigmasının bir asırlık analitik tarihçesini konu alan kitabında, BÜ Sosyoloji Bölümü Emeritus Öğr. Üyesi Prof. Dr. Faruk Birtek, “modern”in çöküşünü ve çöküşün ardındaki nedenleri irdeliyor. Faruk Birtek & Paul G. Laszlo, “Hundred Years of Modernity 1889-1989 : A Paradigm Story”, Vilnius Academic Publishing, 2018, 296 sayfa, 64 TL Tuncay Birkan ‘91, 1930-1960 yılları arasında çıkan gazete ve dergileri tarayarak Cumhuriyet’in erken dönemlerinde yaşamış yazarların devlet ve piyasa karşısındaki tutumlarını incelediği kitabında, geçmişin perspektife bağlı olarak değişeceği fikrinden yola çıkıyor ve yeni bir miras okuması öneriyor.
William Gibson, 80’li yıllarda yazdığı bilim kurgu romanı Neuromancer’da İstanbul’u hep aynı kalan kent olarak tarif etmişti. Kitabın üzerinden geçen çeyrek asırda şehir, baş döndürücü bir hızla değişti. İstanbul 2099, 16 yazarın kaleminden 21. yüzyıl sonundaki İstanbul’a dair 16 çarpıcı tasavvur içeriyor. Toplumsal, mimari, teknolojik ve coğrafi açıdan farklı 16 İstanbul... Kitapta BÜ’den mezun olmuş Barış Müstecaplıoğlu’nun “Yabancı”, Afşin Kum’un “Ekmek Parası”, Mehmet Açar’ın “Üçüncü Çocuk” ve Cem Akaş’ın “Uzun Siyah Tül” adlı hikayeleri de yer alıyor.
Tuncay Birkan, “Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri”, Metis Kitap, 2019, 526 sayfa, 54 TL BÜ Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Selçuk Esenbel’in ve BÜ Çeviribilim Böl. Öğretim Üyesi Oğuz Baykara’nın editörlüğünde çıkan bu kitap, 2016 yılında üçüncüsü gerçekleştirilen Türkiye’de Japonya Çalışmaları Konferansı’nda sunulan ve sonradan geliştirilen makalelerden oluşuyor. “Türkiye’de Japonya Çalışmaları 3”, Editörler: S. Esenbel, O. Baykara, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2018, 341 sayfa, 36,50 TL “Odalar ve Şehir”, dizeleriyle kısa sürede dikkat çeken ve BÜ Felsefe Bölümü’nde eğitimini sürdüren Zeliha Cenkci’nin ilk şiir kitabı. 2018 yılı “Arkadaş Z. Özger Şiir Ödülü”nün de sahibi olan Cenkci, şiirlerinde toplumsallıkla bireyselliğin birbirinden ayrılamayacağı fikri üzerinde duruyor.
“İstanbul 2099”, Derleyenler: Kutlukhan Kutlu & Aslı Tohumcu, Doğan Kitap, 2019, 264 sayfa, 26,85 TL
Zeliha Cenkci, “Odalar ve Şehir”, Mayıs Yayınları, 2018, 96 sayfa, 15 TL H A Z I R L AYA N: E LV İ N V U R A L ‘12
26
İ S TAT İ S T İ K
Rakamlarla toprak Her geçen gün artan dünya nüfusu ve tüketim çılgınlığı, toplumları ihtiyaç duyulandan fazlasını üretmeye ve tüketmeye sürüklüyor. Bu durum üzerinde yaşadığımız toprağın kalitesizleşmesine ve ekosisteminin değişmesine sebep oluyor. Oysa bir avuç toprağın içinde dünya nüfusundan çok daha fazla canlı organizma yaşıyor. • Bir avuç sağlıklı toprağın içinde 1 trilyondan fazla bakteri, 10 bin öglena, amip ve terliksi hayvan ve 10 bin çok hücreli mikroskobik canlı yaşıyor. • Bir hektar toprak, 20 ineğin toplam ağırlığına eşit miktarda, yani 15 ton organizma içeriyor. Bu da her bir metrekarelik arazi başına 1,5 kilogramlık hayata denk geliyor. • Toprağın yüzde 25’i su, yüzde 25’i hava, yüzde 45’i mineraller, yüzde 5’i ise bitki kökleri, canlı organizmalar ve humus gibi organik materyallerden oluşuyor. • Dünyadaki toprak alanının yüzde 26’sını otlaklar oluşturuyor. • Tüm dünyada üretilen gıdanın yüzde 95’i doğrudan veya dolaylı olarak toprakta üretiliyor. - Tüm dünyadaki orman alanı: 4 milyar hektar - Tüm dünyadaki doğal orman alanı: 3,7 milyar hektar - Her yıl yok olan ortalama orman alanı: 14 milyon hektar - Ormanların yok olmasına bağlı olarak 2045 yılına dek yok olabilecek bitki ve hayvan türü sayısı: 28 bin
• Sadece 2011 yılında dünya genelinde 24 milyar ton verimli toprak kayboldu. • 2050 yılında kişi başına düşen ekilebilir arazi miktarı yarı yarıya düşecek. • Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2018 yılı verilerine göre tarım sektörünün Türkiye Gayri Safi Milli Hasılası’ndaki payı yüzde 6 oranında. • Türkiye’de tarım arazilerinin yarısından fazlasında organik madde oranı yüzde 2’nin altında. Bu oran, Türkiye tarım arazilerinin yarısının “ölü” olduğunu gösteriyor. • Dünyadaki toplam toprak alanı, 13,4 milyar hektar büyüklüğünde. Dünyadaki toplam tarım alanı, toprak yüzeyinin yüzde 11’ini oluşturuyor. • Asya’daki toprak alanı 1,6 milyar hektar ve bu oran, toprak yüzeyinin yüzde 48’i.
- Türkiye’nin toplam toprak alanı: 78 milyon hektar - Ekilen tarım alanı: 28 milyon hektar - Sulanabilecek arazi miktarı: 8,5 milyon hektar - Nadasa bırakılan alan: 3,5 milyon hektar - Sebze bahçeleri alanı: 784 bin hektar - Meyve içecek ve baharat alanı: 3,5 milyon hektar - Çayır ve mera alanı: 14,5 milyon hektar - Süs bitkileri alanı: 5 bin hektar
Kaynakça: “6 Fabulous Infographics about Soil Health.” www.holganix.com/blog/6fabulous-infographics-about-soilhealth-infographic (Erişim tarihi: 8 Nisan 2019) FAO, www.fao.org/resources/ infographics/en/ (Erişim tarihi: 8 Nisan 2019)
• ABD’deki toprak alanı, 983 milyon hektar. Bu oran, toprak yüzeyinin yüzde 44’üne tekabül ediyor.
“Trading Economics | 20 Million Indicators From 196 Countries.” www.tradingeconomics.com/ (Erişim tarihi: 8 Nisan 2019)
• Avrupa’daki toprak alanı 424 milyon hektar ve bu oran, toprak yüzeyinin yüzde 43’ünü oluşturuyor.
TÜİK, “Dönemsel Gayrisafi Yurt İçi Hasıla, I. Çeyrek: Ocak - Mart, 2018”, www.tuik.gov.tr/HbPrint. do?id=27826 (Erişim tarihi: 8 Nisan 2019)
H A Z I R L AYA N: D E N İ Z Ş E N L İ L E R ‘16
28
DERLEME
Evde üretmek Şehir hayatı bizi toprakla haşır neşir olmaktan alıkoyuyor gibi görünebilir. Sadece biraz istekle doğayı evlerimizin içine taşıyabilir ve her doğal malzemeyi yeniden kullanabiliriz.
Kompost gübre
Temizlik için doğal çözüm: Sirke
Kompost yapmak için temelde yeşil ve kahverengi olmak üzere iki tip malzemeye ihtiyacımız var. En kolay bulunabilen yeşil malzemeler; meyve ve sebze kabukları, çay posası, yumurta kabukları ve taze otlar. Ayrıca birlikte yaşadığımız evcil hayvan dostlarımızın atıklarını da kompost yapımında kullanabiliriz. Peçete, gazete, ağaç kabuğu, torf ve ahşap atıklarını da kompostun içine karıştırabiliriz. Sağlıklı bir gübre oluşturmak için yeşil ve kahverengi malzemelerin oranı eşit olmalı. Bu malzemeleri, en fazla 120 santimetre yükseklikteki bir kabın içine katmanlar halinde eklemeliyiz. Sıcaklığı içeride tutmak için üzerini kapatmalıyız. Malzemelerin nemli kalması için yeterli su eklemeli ve kompostu 15 günde bir karıştırarak havalandırmalıyız. Dört ay sonra karışımımız kahverengine dönerek toprak kokusu yaymaya başlayacak. Bu da kompost gübrenin hazır olduğu anlamına gelecek.
Hem tek başına hem de çeşitli doğal karışımlarla hazırlayabileceğimiz sirke, evimizdeki çoğu kimyasal temizleyicinin yerini alabilen ve giderek popülerleşen bir ürün. Örneğin, elma sirkesi üretmek için tek yapmamız gereken; içme suyu, sirke ve şekeri elma kabuklarıyla karıştırmak ve kavanozun üzerini bir bezle kapatıp oda sıcaklığında ışık almayan bir yerde saklamak. İçeride zararlı mikroorganizmaların ürememesi için kavanozun ağzını her gün açıp biraz karıştırmalıyız. Bu işlemi bir ay boyunca tekrarladığımızda sirkemiz hazır. Farklı kokular elde etmek için kavanozun içine limon veya portakal kabuğu da ekleyebiliriz. Tüm turunçgiller antibakteriyel özelliklere sahip olduğu için bu işlem, sirkemizin temizleyici özelliğini de artıracaktır.
Meyve, sebze ve taze baharat
Mikro yeşillikler
Birkaç basit adımı takip ederek evimizin ışık alan bir köşesini minik bir seraya dönüştürmemiz mümkün. Evimizdeki küçük yoğurt ve yumurta kaplarını veya eski gazeteleri tohumlar için birer yuva haline getirebilir; nane, fesleğen, reyhan, biberiye, domates, biber veya tatlı çilek yetiştirebiliriz. Eğer bir tohumun meyve verene kadar olan büyüleyici serüvenini izleyecek vaktimiz yoksa, market veya pazarlarda satılan fideleri de kullanabiliriz. Ayrıca satın aldığımız marulların yapraklarını ayırıp dibini suya koyarak köklendirebilir veya bir diş sarımsağı toprağın üç veya dört santimetre altına gömerek taze sarımsak da yetiştirebiliriz.
Son yıllarda şeflerin ve beslenme uzmanlarının vazgeçilmezleri arasında yerini alan mikro yeşillikler; vitamin, mineral ve antioksidanlar bakımından zengin oldukları için “süper yemek” olarak adlandırılıyorlar. Bitkilerin tohumdan çıkan ilk yapraklı halleri olan mikro yeşillikleri, aklımıza gelebilecek tüm sebze, bakliyat ve baharatları kullanarak yetiştirebiliriz. Mikro yeşillik yetiştirmek için öncelikle derin olmayan geniş bir kabın içine organik saksı toprağı koymalıyız. Toprağı kaba ve pürüzsüz bir şekilde yaydıktan sonra tohumları ekmeli ve gün boyu en az dört saat ışık almalarını sağlamalıyız. Yeşillikler 5 santimetre boyuna ulaştıktan sonra onları bir bitki makasıyla kesmeliyiz. Mikro yeşilliklerin bir başka özelliği de kökleri toprakta kaldıkça yeniden büyümeleri.
H A Z I R L AYA N: D E N İ Z Ş E N L İ L E R ‘16
29
DERLEME
Evde bitki yetiştirmenin yedi adımı Birbirinden renkli ve sağlıklı ev bitkileriyle dolu bir iç mekan bahçesi, evinizi daha canlı göstereceği gibi çok da talepkar olmayan arkadaşlar edinmenizi sağlar. Gelin, bir bitkiyi sahiplenirken izlemeniz gereken adımları tek tek gözden geçirelim.
Sizin için en doğru bitkiyi nasıl seçersiniz?
12
Evinizi oksijenle dolduran ve stresli şehir yaşamından sizi bir nebze de olsa uzaklaştıran yeşil bir ortam yaratmanın ilk adımı araştırma yapmaktan geçiyor. Eviniz az mı ışık alıyor? Yaşadığınız şehir çok mu nemli? Bu sorulara verdiğiniz her cevap, sizi bambaşka bir bitkiye yönlendirir. Çünkü bitkiler, bulundukları alanın ışık, nem ve hava miktarına bağlı olarak farklı şekillerde gelişirler ve birbirlerinden çok farklı ihtiyaçları vardır. Burada dikkat etmeniz gereken nokta, ev koşullarınızın seçtiğiniz bitkinin ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamadığı. Evinize bir göz atın. Küçük bir apartman dairesinde büyük bir palmiye yetiştirmek için yeterli alanınız olmayabilir; ama daireniz de kendine özgü bir mikroiklime sahiptir. Bu nedenle bitkinin sağlığı için tek yapmanız gereken, bitkinizin doğal ortamını en iyi şekilde yeniden canlandırmaya çalışmak. Doğru seçimi yapmak için güvendiğiniz kaynaklardan bilgi edinebilir, uzmanlardan görüş alarak sağlıklı bitkilerle dolu bir iç mekan bahçesi yaratabilirsiniz.
Kil mi, plastik mi? Bakımını üstlenmek istediğiniz bitkileri seçtikten sonra onlara büyüyecekleri doğru alanı sağlamak, bitki bakımının en önemli adımlarından biri. Genellikle yeni bir bitki satın aldığınızda, plastik saksıları onlar için küçük kalmaya başlamış oluyor. Örneğin; bitkinize göre çok büyük bir saksı seçerseniz içindeki toprak küçük bir saksıya göre çok daha yavaş kuruyacağı için bitkilerin kök çürümesine karşı hassasiyeti artar. Küçük bir saksı ise bitkinin çok hızlı kök salarak saksıyı kaplamasına ve büyümesinin yavaşlamasına sebep olur. Bu noktada saksının boyutu kadar yapıldığı malzeme de önemli. Farklı boyut, renk ve desenlerde seramik ve beton saksıların evinize renk katacağı ve her gördüğünüzde sizi mutlu edeceği şüphesiz. Tercihiniz bu yönde olacaksa, bitki köklerinin çok nemli kalıp çürümemesi için saksının tabanına mutlaka taşlarla drenaj yapmalı veya bu dış saksıları mutlaka plastik birer iç saksıyla birlikte kullanmalısınız.
H A Z I R L AYA N: D E N İ Z Ş E N L İ L E R ‘16
30
Güzel bir güneş banyosu
3
Her şeyin fazlası zarar Bitkiye iyi bakayım derken fazla su vermeniz köklerinin çürümesine sebep olur. Bu yüzden onu yalnızca ihtiyacı kadar sulamalısınız. Bitkiler, kış mevsiminde daha az suya ihtiyaç duyar. Kışın haftada bir, yazın haftada iki veya üç kez toprağını kontrol etmelisiniz. Eğer toprağın rengi koyulaşmışsa ve parmağınıza yapışıyorsa, bu, bitkinizin yeterli neme sahip olduğu anlamına gelir. Yapraklar yeşil renkte fakat normalden daha solgun görünüyor ve aşağı doğru bakıyorsa, bu da bitkinizin susadığı anlamına gelir.
Bitkinizin yaşamasını istiyorsanız öncelikle yapmanız gereken, bitkinize iyi bir hava akışı sağlamak. Böylelikle bitki, sıcaklık kontrolünü daha iyi yapar ve ortamda bulunan karbondioksit miktarından yeterli ölçüde faydalanabilir. Doğru hava akımı ortamdaki nemi azaltacağı için bitkinin hastalanmasını da önler. Buradaki önemli bir diğer nokta da bitkinin ana besin kaynağı olan güneşi yeterince alabilmesi. Bu yüzden bitkinizi seçerken evinizin aldığı güneş ışığı miktarını kontrol etmelisiniz. Ayrıca, anlık ve aşırı değişimler bitkiyi strese sokabileceği için evinizdeki koşulları mümkün olduğunca sabit tutmalısınız.
Toprak seçimi
5
Tabaktan saksıya
4
Ev bitkileri için gübre bir zorunluluk değil. Yine de kullanmak isterseniz bunu ilkbahardan başlayıp büyüme mevsiminin sonuna, yani sonbahara kadar devam ettirmelisiniz. Eğer bu alanda yeniyseniz, işe suyun içinde eriyen gübrelerle başlayabilirsiniz. Bitkinizin türüne göre haftada veya iki haftada bir kez, gübreyi sulama suyuna karıştırabilirsiniz. Ayrıca hazır karışımlar yerine evdeki organik atıklarınızdan da bitki besinleri elde edebilirsiniz; böylelikle hem bitkinize doğal malzemelerle besin üretmiş, hem de geri dönüşüme ve doğal döngüye katkı sağlamış olursunuz.
Marketlerde toprak paketlerinin üzerinde “torf” yazdığını görmüşsünüzdür. Torf, göl yatağı veya bataklık gibi nemli bölgelerde yetişen bitkilerin suda çürüyüp birikmesiyle oluşur ve organik madde açısından oldukça zengindir. Ayrıca piyasada saksı bitkileri için hazırlanmış farklı toprak karışımları da mevcut. Bu karışımlar, genellikle kompost haline gelmiş ağaç kabukları, kara yosunları ve taşlaşmış bazı doğal maddeler içerir. Seçenekler arasından bitkinize en yüksek faydayı sağlayacak olanı belirlemek için toprağın tutuculuk, nem, hava akışı ve besin içeriğini kontrol etmelisiniz.
7
6
Ortak düşman: Bitki zararlıları Kemirgenler, yaprak bitleri, meyve sinekleri ve örümcekler gibi bitkilerinize saldırabilecek yaygın böceklere karşı bitkilerinizi eve getirmeden önce mutlaka kontrol etmelisiniz. Böceklere karşı en önemli savunma bitkilerinizi temizlemek. Yaprakların tozunu düzenli olarak almalısınız. Zararlıları tespit ettiğiniz noktada üzerlerine bir kulak pamuğu yardımıyla alkol sürebilirsiniz. Zararlıların diğer bitkilere bulaşmaması için hasta bitkinizi izole etmelisiniz.
31
SİNEMA
Orada, bir köy var uzakta... Bolluk ve kıtlık, yaşam ve ölüm, insan ve doğa... Bünyesinde barındırdığı zıtlıklarla ve bir tür geçiş mekanı olmasıyla toprak, beyaz perdenin işlemekten hiç sıkılmayacağı bir kavram.
YA Z I: A S L I I L D I R ‘15
32
Belki yaşam ve ölümün bir arada olduğu bir tür geçiş mekanı olması; belki de köklere, aidiyete ve eve dair çağrıştırdıkları nedeniyle sinemada sıkça bahsi geçen bir mesele “toprak”. Örneğin korku sineması için toprak imgesi, ölülerin baş kaldırarak hayata geri döndüğü bir isyan mekanıdır. Saklamaya çabalanan suçların, hataların ve günahların üstünü kapatmayı reddeder, intikamın ve yüzleşmenin önünü açar. Kimi zamansa hayatın ve yeniden doğuşun simgesi haline gelir. Karakterler şehirden, karmaşadan, gürültüden kaçmak için doğaya, taşraya sığınır, çıplak ayaklarıyla toprağa basarlar. Bir tür “nereden geldiğini” hatırlama, köklerine dönme çabasıdır bu. Kimi zamansa uçsuz bucaksız çöllerin ve bozkırların ortasında kaybolur karakterler; unutulmuşluğu ve kayboluşu hatırlatır bize çorak topraklar. Kiarostami imzalı Kirazın Tadı (1997), toprağa dair en etkileyici filmlerden biri. İntihar etmek isteyen ama öncesinde bedenini toprağa gömecek birini arayan baş karakter, film boyunca çorak topraklar üzerinde dolaşır durur, uzun yollardan, dönemeçlerden geçer. Kamera ise bize karakterin toprağa düşen gölgesini gösterir. Bu tekinsiz ve aşkın imge, toprağa yüklenen tüm anlamları içinde barındırır. Karakterin kazdığı mezara yatıp beklediği son sahnede “Ölüm dediğin şey yaşama içkindir, topraktan korkma” der sanki. Toprağın düzensiz ve kaotik doğasına karşı gelen tarım ise insanın “betondan ormanları” inşa etmeden hemen önce evcilleştirme, kontrol etme ve bir tür egemenlik kurma çabasının başlangıcı. Doğa üzerindeki
tahakkümle başlayan bu zincir; insanın insana, makinenin insana ve makinenin makineye kurduğu egemenliğe dönüşerek ilerledi. Yaşama ve ölüme dair söylediklerinin yanında toplumsal ve politik bir hafızaya sahip olan toprak ve tarım, özellikle sinemada toplumsal hiyerarşileri anlamak için elverişli imgeler haline geldi. En basitinden sömürgeciliğin şiddet dolu tarihi toprak savaşları üzerine kurulu. Toprak üzerinde kurulan hakimiyet, bir süre sonra onu kendisinden bağımsız bir sembole dönüştürür. “Orada, bir köy var uzakta, gitmesek de kalmasak da o köy bizim köyümüzdür” dizesindeki mesafe ve aidiyet/sahiplik ilişkisi, ulus devletlerin ve milliyetçi ideolojinin en temel söylemlerinden biri. Aradaki tüm mesafeye rağmen toprak, sadece sembolik anlamıyla bile “bizi birbirimize bağlar.”
Lazzaro’nun şefkati Önceki filmlerinde de natüralist üslubuyla dikkat çeken Alice Rohrwacher’in Cannes Film Festivali’nden En İyi Senaryo Ödülü’yle dönen son filmi Mutlu Lazzaro (2018), toprağın hem varoluşsal hem de politik çağrışımlarına yakından bakan, hatta bir adım öteye geçerek toprağın büyülü taraflarını keşfe çıkan modern bir masal. Filmde bakışları saf, ifadesi duru ama bir yandan da gizemli, genç bir adam olan Lazzaro; köleliğin hâlâ mevcut olduğunu sandığımız feodal dönemden kalma bir köyün ayak işlerine bakar. Köydeki herkesin onunla bir derdi vardır ama Lazzaro’nun yüzündeki anlayışlı gülümseme hiç eksilmez. Bir yandan her şeyi bilen ama diğer yandan
33
hiçbir şey bilmeyen bir hali vardır. Başlarındaki markiz Alfonsina De Luna’ya asla bitiremeyecekleri bir borcu ödediklerini düşünen köylüler ise durmadan toprak işlerler. Sarı ve kahverengi tonlarında, toprağı imleyen soluk renk paletiyle köyü dış dünyadan tamamen kopuk bir şekilde resmeden film, markiz ve oğlunun köye gelişiyle zaman ve mekan hissini yitirir. Toprağa, köye, tarıma ve pastoral yaşama atfedilen o “masumiyet”, basitlik, sıradanlık ve doğayla özdeşleştirilen huzur
halinin gitgide bozulduğunu görürüz. Huzurun ve saflığın sömürüye ve şiddete ne denli içkin olduğunu ve iktidar ilişkilerini görünmez kılmaya çalışan bir tür şehirli fantezisi olduğunu fark ederiz. Polisin kazara köye ulaşmasıyla markizin köylüleri yıllardır sömürdüğünü ve hikayenin 1980’ler civarında geçtiğini anlarız. Köylülerin evi ve işi, kısacası hayatı olan toprağın mülkiyet değiştirmesiyle tamamen yeni bir yüzyıla geçeriz. Köylüler üzerinden yıllardır sürdürülen bu anakronik sömürü düzeninin dış dünyayla bir anlık temas sonucu yerle bir oluşu, bize, “alt tarafı” toprağın abartısız her şeyin temeli olduğunu bir kez daha hatırlatır. Bu ani zamanmekan atlaması, şaşkınlık daha öfkeye dönüşmeden hemen önce insana “her şeyin değişeceğine ya da hiçbir şeyin değişmeyeceğine” dair bir his verir. Bu kargaşa esnasında ifadesi değişmeyen, saflığını yitirmeyen ve olanları bir “aziz” sakinliği ve hoşgörüsüyle karşılayan tek kişi ise elbette Lazzaro’dur. Bir köpeğin peşinden köyden uzaklaşan ve çorak bir bozkırın ortasında uyuyakalan Lazzaro’yu uyandığında yaşlanmamış bir halde görürüz. Doğanın bir parçasıdır sanki Lazzaro, kafasını çarpıp yere düştüğünde onu öldü zannederiz. Ama toprak; insandan uzak, doğaya yakın bu azizi bağrına basar ve tekrar filizlendirir, Lazzaro yeniden doğar. Şehre ulaştığında ve köylülerin yaşlandığını gördüğünde anlarız ki düzen pek de değişmemiştir. Hırsızlıkla ve dolandırıcılıkla geçinen köylüler, yersiz yurtsuz bir yaşam sürerler. Filmin ilk yarısındaki o saf, temiz ve huzurlu pastoral görüntünün yerini, ne olduğu belirsiz, şehirle
34
iç içe geçmiş bir yol kenarı mekanı alır. Oysa toprağın sahibi değişmiş, markizin yerini devlet almıştır. Köylülerse sadece köyün birkaç kilometre ötesine kadar gidebilmişlerdir. Köylüler, Lazzaro’nun gelişiyle bir an şaşırsalar da belli ki mucizeler artık onları pek sarsmıyordur. Şehirlinin “huzurlu köylü” fantezisi boşa çıkar, büyüsünü, renklerini yitirir. Yerine ekonominin tamamen dışına itilen, yol kenarına sıkıştırılan ve görünmez kılınan evsizler gelir. Toprakla ilişkisini çoktan unutan ve yemek için hırsızlık yapmak durumunda kalan köylüler, yıllar önce birkaç kilometre ötede tarım yaptıklarını ve kimseye muhtaç olmadıklarını da unutmuş gibi davranırlar. Lazzaro, kaldırımların kenarındaki otları fark edip onlardan yemek yaptığında şaşırırlar, kendileri kadar “işe yaramaz ve anlamsız” gözüken bu otların bir değeri olabileceğini akılları almaz. Artık karşılığı para olmayan bir şeyin besin değeri taşıyabileceği, doğanın aslında karşılıksız çalıştığını anlamak güçleşir. Lazzaro’nun sihri ise toprak gibi yaş almamasında, ilerlemeyi kafaya koymuş tarihe inat yerinde durmasında, geçen zamana ve iktidar ilişkilerine rağmen merakını ve şefkatini yitirmemesinde gizlidir. Çöplerin atıldığı kaldırım kenarında yabani otlar gibi Lazzaro da toprağın içinden çıkıp gelmiştir. Yıllarca markizin ve köylülerin onu sömürdüğünü fark etmemiş ya da fark etmişse bile onları affetmiş gibi, toprak gibi, yüzyıllardır süregelen tüm müdahalelere rağmen her bahar yeniden uyanmaya; kaldırımların, betondan ormanların içinden filizlenmeye devam eder.
Temizler. Korur. Tasarruf Sağlar.
KİRLİ YAKIT ENJEKTÖRÜ
TEMİZ YAKIT ENJEKTÖRÜ
Katkısız yakıtlara göre test edilmiştir. Active-3 teknolojili yakıtların etkileri; yakıt tipi, araç türü, yaşı, bakım durumu, sürüş şekli ve hava ve yol şartlarına bağlı olarak değişiklik gösterir. V/Max EuroDiesel %100’e kadar, V/Max Kurşunsuz 95 %75’e kadar motoru temizler. V/Max Kurşunsuz 95’in %5,1, V/Max EuroDiesel’in %3,7, V/Pro EuroDiesel’in %2,6 yakıt tasarrufu sağladığı, bağımsız kuruluşlarca tespit edilmiştir. Görseldeki motor, dizel araçlar için temsilidir. Detaylar için: www.petrolofisi.com.tr
DENEME
Hafıza: İnsan çağının arşivi Toprak, geçmişe açılan bir kapıdır. İnsanlığın tarihini yansıtır. Üzerinde yaşadığı, neredeyse her şeyini borçlu olduğu toprağa göre, kim bu insan?
G
erçek şarapta gizlidir, bölgenin toprağı da öyle. Belirli bir bölgedeki mikroklima ve toprağın eşsiz bileşiminin oluşturduğu özel bir karakter vardır. Güneşin yarattığı tatlar ve toprakta depolanan besinler şarapta ortaya çıkar. Bağcılık en eski tarım çeşitlerinden biri, şarap bağlarında özenle idare edilen topraklar ise insanlık tarihin detaylı bir arşividir. Toprak, coğrafyanın ve orada yaşayan insanların tarihine tanıklık eder. Toprak, geçmişe açılan bir kapıdır. Polen tanecikleri, bitki artıkları ve toprağı oluşturan minerallerin çözünme miktarları önceki devirlerin iklim koşullarını yansıtır. Tortul tabakalarını ve özellikle de insan kaynaklı erozyonları inceleyerek coğrafyanın geçirdiği evrim yeniden canlandırılabilir. Bu tür izler medeniyet tarihindeki dramatik dönemeçlere ışık tutar. Toprak profilleri ve döküntü birikimleri, aşırı kullanım ve ormansızlaştırma sonucunda Orta Avrupa’nın 1342 yılında yıkıcı sellere maruz kaldığını ortaya koyuyor. Kiel Üniversitesi’nden coğrafyacı Hans-Rudolf Bork’a göre yaklaşık 13 milyar ton toprak erozyona uğramış durumda. Peşi sıra ekinlerde yaşanan kayıplar kıtlığa
ve Avrupa nüfusunun 1/3’ünün vebadan ölmesine yol açmış. Veba, yani kara ölüm, ormanların geri dönüşüyle sonlanmış. Toprağın çeşidi ve bileşen yapısı, arazinin geçmişte nasıl kullanılıp idare edildiğine dair sonuçlara varmamıza olanak tanır. “İyileştirme” bizi daha iyi bir hasada, “bozunma” ise daha kötü bir hasada götürür. Bu değişimler son derece çarpıcı olabilir. Roma İmparatorluğu döneminde İtalya’daki Apeninler, Yunanistan’daki Mora Yarımadası ve İspanya’nın bir kısmında geniş bölgeler ormansızlaştırıldı. Yakacak ve inşaat için odun talebi öyle büyük bir erozyona sebep oldu ki; bugün bile bu coğrafyalarda yer şekilleri, iklim ve toprak bu bozunmanın izlerini taşıyor. Dünya çapında tarımın etkileri ciddi boyutlarda ve toprakların orijinal özelliklerini ayırt etmek zor. Mesleki dilde bunlara “anthrosoller” deniyor. Hollanda, Almanya ve Danimarka’nın kuzeyindeki kumlu ve verimsiz topraklarda nesiller boyu çiftçiler, tarım toprağı ve bitki örtüsünün en üst katmanını alıp ahırlara taşımış ve hayvanlara altlık yapmışlar. Hayvan dışkısı ve idrarıyla zenginleştikten
sonra ise çiftçiler bunu gübre olarak tarlalarına serpmişler. Bu uygulama Orta Çağ’da başlayıp kimyasal gübrelerin ortaya çıktığı 1930’lara kadar devam etmiş. Uygulamanın izleri hâlâ ilgili bölgelerin toprağı ve bitki örtüsünde görülebiliyor. Orta Çağ’dan kalma diğer bir uygulama ise öküzlerin çektiği tek taraflı sabanla toprağı şeritler halinde sürmek. Saban, toprağı sağa doğru yığar. Zaman içinde sürekli tekrarlanan sürme işleminin meydana getirdiği tepe-oluk örüntüsü o zamandan beri sürülmeyen toprakta bile hâlâ gözlemlenebilir. Toprak insanlık tarihini yansıtır. Odun ve kömür kalıntıları arkeologların bölge sakinlerinin yaklaşık nüfusunu tahmin etmelerini sağlar. Bulunan objelerin parçaları gündelik hayat ve ticaret hakkında fikir verir. Mezarlarda bulunan mallar kült uygulamaları ortaya çıkarır. Sahiller boyunca bulunan insan ve hayvan kemiklerinin kalıntıları yeme-içme alışkanlıkları ve yaşam tarzlarına dair kanıtlar sunar. Ayrıca deniz seviyesindeki alçalma ve yükselmeler sahil çizgisinin değişen yerlerini gösterir. 2000 yılında kimya alanında
YA Z I: C A R O L I N S P E R K / İ L L Ü S T R A S YO N L A R : T O P R A K AT L A S I 2 0 15
36
Nobel Ödülü’nü kazanan Paul Crutzen “Anthropocene - İnsan Çağı” deyişini bilimsel bir konferansta kullanırken meslektaşlarına insanın uzun zamandır jeoloji üzerinde belirleyici bir etmen olduğunu sadece hatırlatmak istemişti. Fakat bu terim literatüre yerleşti. Artık insanın izlerini her yere bıraktığına dair kimsenin şüphesi yok. Üstelik ekosistem üzerindeki bilinçli ve bilinçsiz etkilerimizin çoğu geri çevrilemez nitelikte. Gelecek kuşaklar bunu özellikle kentsel topraklarda görecekler. Kentsel toprakların biyolojik ve kimyasal bileşimi ve fiziksel yapısında yaşanan değişim herhangi bir topraktakinin çok ötesinde. Kentsel topraklar gerçekten “insan toprağı”dır. “Teknotopraklar” ise daha ziyade beton, cam, tuğla kırığı, inşaat molozu, çöp ve çeşitli endüstriyel atıklar gibi yapay malzemeden oluşan topraklardır. İnsan Çağı’nın toprakları olan insan toprakları ve teknotopraklar insanlığın jeolojik etkisini yansıtıyorlar. Uzmanlar hâlâ İnsan Çağı’nın gelecekteki kaya oluşumlarında nasıl görüneceğini tartışıyorlar. Kaya gazı çıkarmak için gerçekleştirilen hidrolik çatlatmayla, karbondioksit enjeksiyonuyla ve yer altında yapılan nükleer denemelerle bu soru aslında çoktan yanıt buldu. *Bu yazı ve görseller, Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Şubesi’nin 2015 yılında yayımladığı Toprak Atlası yayınından, kurumun izniyle alınmıştır.
Kaynakça: Mobiles Landschaftsmuseum, http://bit.ly/1sJk7OW Hessisches Landesamt für Denkmalpflege: Ursprünge, 3. Aufl. 2001. Isao Hashimoto: A time-lapse map ofevery nuclear explosion since 1945, http://bit.ly/1gKBMBn updatet. Vietnam: Washington Post, Dec. 5, 2011, http://bit.ly/1zQMfHu Bosnia and Herzegovina: landmine. de, 9 Mart 2014, http://bit.ly/1wXU37J Angola: GTAI, 7 Mayıs 2014, http://bit.ly/1oRMmP8
37
ARAŞTIRMA
Küresel
çevre sorunları
tarımsal
biyoçeşitliliğin önemi Sürdürülebilirliğin en önemli bileşenlerinden biri, bugünkü kuşakların gelecek kuşakları göz önünde bulundurduğu, uzun dönemli bir bakış açısı. İklim değişikliğinin getirdiği ve getireceği koşullarda tarımsal üretimde gerekli adaptasyonu sağlayabilecek küçük üreticilerin üretim koşullarının devamını sağlamak, bu işin olmazsa olmazı.
B
irleşmiş Milletler Çevre Programı’nın (UNEP) geçtiğimiz günlerde yayınlamış olduğu Altıncı Küresel Çevre Görünümü Raporu (GEO-6, 2019) çevrenin içinde bulunduğu durumu özetleyen önemli bilgiler içeriyor. Alt başlığı “Sağlıklı Gezegen, Sağlıklı İnsanlar” olan rapora göre çevre kirliliği halen gezegenin sağlığı, insan sağlığı, eşitlik ve ekonomik sürdürülebilirlik için önemli bir tehdit. Raporun altını çizdiği gibi iklim değişikliği, biyolojik çeşitliliğin (biyoçeşitlilik) kaybı gibi çok sayıdaki riskle, ancak sistemik ve bilgiye dayalı çözümlerle başa çıkılabilir. Çokça tartışılan küresel iklim değişikliğine
yakından baktığımızda, yeryüzü ortalama sıcaklığının 19. yüzyılın ortalarından itibaren 1 derece arttığı ve sera gazı salımlarının şu anki hızıyla devam etmesi halinde pek de uzak olmayan bir gelecekte (önümüzdeki 20 yıl) bu sıcaklık artışının 1,5 dereceyi geçeceğinin altını çizen rapor; iklim değişikliğinin etkilerinin ulaşımdan ekosistemlere, suya erişimden enerji sektörüne, çok geniş bir çerçevede görüleceğini belirtiyor. Çevre sorunlarının önemli özelliklerinden biri de sorunların birbirleriyle olan bağlantısı. 1970’lerden bu yana sayısı giderek artan uluslararası çevre sözleşmelerinin pek çoğu bir YA Z I: D O Ç . D R . Z Ü H R E A K S O Y ‘95
38
çevre sorununa (iklim değişikliği, asit yağmuru, ozon tabakasının delinmesi gibi) çözüm bulmak amacıyla ortaya kondu. Bu sözleşmelerin aynı zamanda, ele aldıkları çevre sorununun diğer sorunlarla olan ilişkisini de yoğun bir biçimde değerlendirdiğini görüyoruz. Ayrıca, uluslararası düzeyde 1987’den bu yana Brundtland Raporu ile yaygınlaşan sürdürülebilir kalkınma kavramının 2015’te Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri bağlamında ele alınması hem çevre sorunlarının hem de çevre koruma ve kalkınma süreçlerinin birbirlerinden bağımsız ele alınamayacağına dair perspektifin pekiştiğini gösteriyor. Altıncı
Küresel Çevre Görünümü Raporu’nun da çevrenin durumunu ayrı birer başlık olarak ele almasının yanı sıra (örneğin hava, biyoçeşitlilik, okyanuslar ve kıyılar, arazi ve toprak gibi), kesişen konulara da özel yer ayırması, bu etkileşime verilen önemi gösteriyor. Bilim insanlarının uzun yıllardır altını çizdiği bir olgu olan ekosistemlerle sosyoekonomik sistemler arasındaki karşılıklı ilişkinin önemi artık daha güçlü bir şekilde dile getiriliyor. Biyoçeşitliliğin kaybı, günümüzde iklim değişikliğiyle birlikte en önemli çevre sorunlarından biri. Biyoçeşitlilik; ekosistem çeşitliliği, tür çeşitliliği ve genetik çeşitlilik olmak üzere birbiriyle ilişkili üç temel boyutta tanımlanıyor. 1992’de Rio’da gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı’nda Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi ile birlikte Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi de imzaya açıldı. Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi’nin amaçları biyolojik çeşitliliğin korunması, sürdürülebilir bir şekilde kullanımı ve genetik kaynakların kullanımından elde edilen faydanın adil ve hakkaniyetli bir şekilde paylaşımı olarak belirleniyor. Bu noktada, insan-doğa etkileşiminin en açık örneklerinden biri olan tarımsal biyoçeşitlilikten bahsedeceğim. Tarımsal biyoçeşitlilik, daha genel anlamıyla biyolojik çeşitliliğin önemli bileşenlerinden biri. Buğday gibi temel tahılların yabani çeşitlerinin tarımının ilk olarak yapıldığı Anadolu’da, yüzyıllardır atalarının geleneksel tarım pratiklerini, bilgisini ve tohum çeşitlerini nesilden nesile devam ettiren çiftçiler sayesinde
tarımsal biyoçeşitlilik korunuyor. Anadolu sadece buğdayın değil, pek çok farklı tahıl, meyve, sebze ve baklagilin gen merkezi konumunda. Bu bölgelerde, çiftçiler tarafından ekilmeye devam edilen yerel çeşitler, müthiş bir gen çeşitliliğini içlerinde barındırdıkları için, bitki ıslahında çok önemli rol oynuyor ve küresel gıda güvenliğinin temelini oluşturuyorlar. Geliştirilmiş tohum çeşitleri bu tohumlardan elden ediliyor.
“Anadolu pek çok farklı tahıl, meyve, sebze ve baklagilin gen merkezi. Yerel çeşitler, müthiş bir gen çeşitliliğini içlerinde barındırdıkları için, bitki ıslahında önemli rol oynuyor ve küresel gıda güvenliğinin temelini oluşturuyorlar. Geliştirilmiş tohum çeşitleri bu tohumlardan elde ediliyor.“ Çevre ile ilgili tartışmalarda uzun bir süre ağırlıklı olarak tarımsal üretimin çevre üzerindeki olumsuz etkileri konu edildi. Oysa genetik çeşitlilik açısından önemli tarımsal ürünleri üreten özellikle küçük üreticilerin tarımsal biyoçeşitliliğe ve doğal kaynakların korunmasına katkıları çok önemli ve bu katkılar üzerinde giderek daha çok durulduğunu görüyoruz.
39
Dünyada gıda güvenliği açısından çok önemli rol oynayan tarımsal biyoçeşitlilik, aynı zamanda küresel iklim değişikliğinden kaynaklanan sorunlara da bu değişikliğe adapte olabilecek tahıl çeşitlerini koruyarak önemli çözümler getirebilir. Sonuç olarak, gen merkezlerinde halen yerel tohum çeşitlerini ekmeye devam eden çiftçiler tarımsal biyoçeşitliliğini koruyorlar. Sürdürülebilir kalkınmanın anlamına baktığımızda, bugünkü kuşakların ihtiyaçlarını karşılarken, gelecek kuşakların da kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmelerini sağlayacak şekilde kaynakların kullanımı, yani bu kaynakların geleceğe aktarılabilmesi önem kazanıyor. Bu nedenle sürdürülebilirliğin en önemli bileşenlerinden biri, bugünkü kuşakların, gelecek kuşakları göz önünde bulundurduğu, uzun dönemli bir bakış açısı. Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’nden ikincisi olan açlığa son, sürdürülebilir tarımın desteklenmesi ve tarımsal biyoçeşitliliğin korunması hedeflerini de içeriyor. Özellikle iklim değişikliğinin getirdiği ve getireceği koşullarda tarımsal üretimde gerekli adaptasyonu sağlayabilecek, küresel gıda güvenliğinin en temel yapı taşlarını koruyan küçük üreticilerin üretim koşullarının devamını sağlamak, bugünün ve gelecek kuşakların gıda gereksinimleri gibi temel bir ihtiyaç bağlamında daha da önem kazanıyor.
Kaynakça: UN Environment, 2019. Global Environment Outlook -- GEO-6: Healthy Planet, Healthy People. Nairobi. DOI 10.1017/9781108627146.
DÜŞÜNCE
Kelimeler ve kültür: Kaygan zeminde dans ARKTİKA
ORTA ASYA
BOŞ BÖLGE AFRİKA’NIN İÇ KISIMLARI
AMAZONLAR
PATAGONYA
Tarihe şöyle bir bakmak, üzerinde gezindiğimiz toprakla ilgili düşüncemizde yaşanan köklü değişiklikleri ortaya çıkarıyor ve kim olduğumuzu anlamamıza yardım ediyor.
YA Z I: D I E T M A R B A R T Z / İ L L Ü S T R A S YO N: T O P R A K AT L A S I 2 0 15
40
T
oprak, arazi ve tarım... Gıda üretimi için gereken materyal altyapıyı tanımlamak için kullandığımız kelimeler, kültürümüzün birer parçası. Hepsi Hint-Avrupa kökenli olsalar da aslında farklı ve hatta bazen de birbirleriyle çelişen anlamlara sahipler. İngilizcede kullanılan “soil” kelimesi, Latince “solum” kelimesinden gelir ve toprak [elle tutulan, üzerinde tarım yapılan toprak] anlamı taşır. Bunun Fransızcada eşik, alan anlamına gelen “soeul” ile batak, çamurlu bölge anlamına gelen “soille” kelimelerinin bir karışımı olduğu düşünülebilir. “Land” kelimesi ise daha ziyade arazi, arsa anlamında kullanılır ve tıpkı fethedilen topraklar gibi genişleme, ele geçirme anlamlarını içerir.
GÜNEY DENİZİ
BORNEO YENİ GİNE
ANTARKTİKA
AVUSTRALYA
BOŞ TOPRAKLAR 1900’lerin başında keşfedilmemiş dünya
Arazi ve iklim koşullarının insanların yerleşik hayata geçmesine izin verdiği her yerde yapılan ilk iş, toprağı işlemek oldu. Bunu, toprağın kontrolünü ve mülkiyetini ele geçirmek takip etti. İnsan emeği, orman örtüsünün ortadan kaldırılması ve toprağın iyileşmesi ile ödüllendirildi. Bu emeğin bir kısmı özel mülkler, bir kısmı müşterek araziler için kullanıldı, ama genellikle bir toprak sahibine bağımlı serflerin (derebeylik köylüleri) emeğiydi bu. “Agriculture” yani “tarım” ya da tarlaların (ager) ekilip biçilmesi, hakim faaliyet haline geldi. Kelimenin etimolojisi bir değişimi ortaya koyuyor. Eski İngilizcedeki “æcer” kelimesi, hayvanların otlatılmaya götürüldüğü açık arazi anlamına gelir. Bu topraklar ekin yetiştirmek için kullanılmaya başladığında ise kelimenin kullanımı devam etmiştir. Bu daha sonra “acre” yani bir çift
41
öküzün bir günde sürebildiği alan haline gelmiştir. Dünyanın pek çok yerinde iklim koşulları sürekli tarımsal faaliyet için uygun değildir. Kurak alanlarda temel olarak toprağı göçebe hayvanlar kullandığı için özel mülkiyet hakları gelişmemiştir. İnsanlar yazılı değil sözlü anlaşmalara itibar ederler. Hayvanların sınırlı bir bitki örtüsü içinde hayatta kalması gerektiği durumlarda arazilerin ortak kullanımı hassas anlaşmalara, geleneklere ve güvene dayanır. Bu anlaşmaların geniş arazilere dair uzun süreli geçerliliği vardır ve anlaşmalar sıklıkla dilsel ve kültürel sınırları aşar. Toprak mülkiyeti özel bir tür dünyevi iktidar yarattı. Eski zamanlarda mülkiyet kavramını, yani taşınmaz mallar tartışmasını ortaya çıkaran şey toprak mülkiyetiydi. Yunanlılar taşınmaz malları, verilen kredilere teminat olarak kullandılar ki bu, “mortgage” kavramının atasıdır. Terhis olan Romalı askerler, emeklilik ikramiyelerini toprak olarak alırlardı. Onların varlığı, imparatorluğun Akdeniz kıyılarındaki nüfuzunun artmasını sağladı. Barbarların istilaları Avrupa’daki yerleşim ve toprak kullanım kalıplarının yeniden düzenlenmesine yol açtı. İslamcı yayılma ise ıssız ve harap İspanya’da gelişkin bir tarım kültürünün ortaya çıkmasını sağladı. Orta Çağ’da “land” [toprak] yeni anlamlar edindi. Toprak suyun, taşra da şehrin karşıtı oldu. Bu kelime sınırları belli bir alanı, bir devlet ya da bölge topraklarını işaret etti, “England” (Anglus Ülkesi: İngiltere) ya da “Scotland” (İskoç Ülkesi: İskoçya) gibi. Toprak hem merakı hem de hırsı
“Toprak mülkiyeti özel bir tür dünyevi iktidar yarattı. Eski zamanlarda mülkiyet kavramını, yani taşınmaz mallar tartışmasını ortaya çıkaran şey toprak mülkiyetiydi. Yunanlılar, taşınmaz malları verilen kredilere teminat olarak kullandılar ki bu, ‘mortgage’ kavramının atasıdır.“ tetikledi. Eski zamanda haberciler uzak diyarlardan eve dönerken yanlarında salt rapordan başka şeyler de getirirlerdi. 14. yüzyılda Venedikli Marco Polo, Çin’in harikalarından bahsederken Faslı kaşif İbn-i Battuta, Orta ve Doğu Asya, Zanzibar ve Timbuktu gibi çok uzak yerlere seyahatler yaptı. Asya’dan gelen karabiber, ipek ve porselen gibi mucizeler cezbediciydi fakat Müslüman ve Venedikli yöneticiler ve tüccarlar fiyatları öyle artırdılar ki, bu mallar Avrupa’da lüks haline geldi. 15. yüzyılda Çinli amiral Zheng He, Pasifik ve Hint okyanuslarında dev ticaret filolarına hükmediyordu, hatta Mogadişu’ya, yani günümüzün Somali’sine kadar ulaşmıştı. Onun seyahatleri ve Kolomb’un Amerika’yı keşfi işin daha başlangıcıydı. Deniz yolculuğu kara yolculuğunu sollamıştı.
Vasco da Gama’nın 1498’de Afrika’nın çevresini dolaşması Hindistan’a doğru deniz yolunu açmış oldu. Baharat Adaları ve Çin’e ulaşmak anlamına gelen bu rota sayesinde eski kervan yollarının pabucu dama atıldı. İspanya ve Portekiz, dünyayı kendi aralarında bölüştüler. Nihayet Macellan 1519-1522 arasında dünyanın çevresini dolaşarak gezegenin yuvarlak, toprağın ise sınırlı olduğunu kanıtlamış oldu. Avrupa açısından dünyanın dev kara parçalarını ele geçirme yarışı başlamıştı. Yüzyıllarca süren bu döneme yaşanan korkunç vahşetler damga vurdu. Avrupalılar olarak hâlâ bu gerçeği sıklıkla unutmaya çalışıyoruz ve bunun yerine yabancı olanın çekiciliğine, zenginliğin ele geçirilmesine ve fetihçilerin “üstün” kültürüne odaklanmayı tercih ediyoruz. İncil’den yapılan “verimli olun ve çoğalın, yeryüzünü doldurun ve ele geçirin” alıntısı oldukça popüler hale gelmişti. 1600’lerde Hollandalı filozof Hugo Grotius, o zamana kadar hakim olan Roma ve Venedik kanunu Mare Nostrum’a karşı “denizlerin serbestliği” kavramını önerdi. Bu serbest erişim prensibi hâlâ pek çok deniz ve Antarktika için geçerlidir. Buralar milli sınırlara dahil olma furyasından şimdilik kurtulmuştur. Mitler, Atlantis gibi aslında var olmayan toprakların efsanevi hikayelerini yazdı ve insanları, aslında olmayan bazı kara parçalarının var olduğuna inandırdı. Mesela Avrupalı denizciler Avustralya’yı 17. yüzyılda keşfetti ama Ptolemy, henüz 2. yüzyılda Kuzey Yarımküre’deki kara kütlelerini
42
dengeleyecek bir unsurun varlığına inanıyordu. Kaşiflerin, koloni idarecilerinin ve hazine avcılarının haritalarında “terra incognita” adıyla bilinmeyen topraklar belirtilmiş ve bu boş alanlar ejderha ve benzeri fantastik canlılarla süslenmişti. Okul atlaslarındaki bu “beyaz alanlar” kaşifleri büyülüyor ve onları uzun ve zor yolculuklar yapmaya teşvik ediyordu. Günümüzde bilim insanları, gazeteciler ve koltuk seyyahları hâlâ “uncharted territory” [haritalarda olmayan topraklar] terimini kullanıyorlar. Araştırmacılar, yeni keşiflerinin geleneksel, bilimsel kalıplara sokulamayacağını biliyor. Beşeri eylemlerin küresel sonuçları olabileceğinin farkındalar. Uluslararası iş birliği ve bilimsel bulgulara açık erişim, arazi yapısını da değiştiriyor. Benzer şekilde toplum artık “toprak” kavramının geleneksel algılarını tekrar değerlendiriyor. Ayrıca toprak deyince eski ekonomik ve hukuki tanımların yanı sıra ekolojik etkileşimleri, soyut değerleri ve geleceğin korunmasını da vurgulamaya başlıyoruz. *Bu yazı ve görsel, Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Şubesi’nin 2015 yılında yayımladığı Toprak Atlası yayınından, kurumun izniyle alınmıştır.
Kaynakça: Petermanns Mitteilungen, Band 55 (1909), Tafel 25. Julius Pokorny, Indogermanisches Etymologisches Wörterbuch (IEW), 5. Auflage 2005. Teksas Üniversitesi, Indo-European Lexicon, http://bit.ly/1xCKDwD.
LEKEYE KARŞI GÜÇLÜ GÜNEŞ KORUMASI:
Photoderm
SPOT SPF 50+ / UVA 38
ARAŞTIRMA
Organik gıda tüketiminde motivasyon ve bariyerler Son yıllarda yükselişe geçen sağlıklı yaşam trendi, organik gıda pazarının büyümesinin önünü açtı. Ancak organik gıdaya karşı hâlâ mesafeli bir tutum var. Tüketicileri organiğe yaklaştırmanın yolu: Bu yönelimin altında yatan motivasyonları anlamak ve bariyerleri ortadan kaldırmak.
S
ağlıklı yaşam ve zindelik, tüm dünyada son yılların yükselen trendleri arasında yer alıyor. Tüketiciler, sağlıklı yaşam hedeflerine ulaşmalarına destek olacak ürün, servis ve markaları daha fazla tercih ediyor. Organik ürünler de bu trende paralel olarak tüketicinin tercihleri arasına giriyor. Bu yüzden organik gıda pazarında ilgi çekici bir büyüme eğilimi var. Pazardaki bu ivmeli büyümeye rağmen birçok tüketici, organik ürünün ne olduğuna dair bir kavram kargaşası yaşıyor. Güven ve fiyat kaynaklı bariyerler de bu pazarda aşılmayı bekleyen sorunlar arasında yer alıyor.
(AIM) çatısı altında yürüttüğümüz çalışmada, Türkiye’de organik gıda sektörünü masaya yatırıyoruz. Çalışma kapsamında tüketici, üretici ve satıcılarla yaptığımız derinlemesine mülakat ve anketlerde topladığımız veriler; pazarın durumuna, bariyer ve fırsatlarına, tüketici tutum ve davranışlarına ışık tutmamıza yardımcı oluyor. Organik gıda kullanmayı tercih etmeyen tüketicilere bunun sebebini sorduğumuzda karşımıza çıkan en büyük bariyer “fiyat” unsuru oluyor. Ancak organik gıda talebinin hâlâ istenen ölçüde büyümemesini sadece fiyatla açıklamak mümkün değil. Organik ürünün ve faydalarının tam anlaşılamaması; dolayısıyla, tüketicinin organik gıdaya “inanmaması” en az fiyat
Biz de Doç. Dr. Özlem Hesapçı ‘01 ve araştırmacı Gözde Baycur ‘11 ile birlikte BÜ Analitik ve İçgörü Araştırma Merkezi
YA Z I: D R . H Ü S E Y İ N S A M İ K A R A C A
44
kadar önemli bir başka engel. Tüketicilerin yüzde 37’si organiğin bir tür pazarlama stratejisi olduğunu düşünüyor; yüzde 15’i ise organik sertifikasına sahip bir ürünün gerçekten organik olup olmadığı şüphesine düşüyor. Organik ürün ile doğal ürün arasındaki farkın tüketicilerce anlaşılamaması, organik ürünlerin konvansiyonel ürünlere karşı rekabetini zorlaştıran bir başka unsur. Bir ürün, renklendirici, tatlandırıcı ve sentetik madde benzeri yapay katkı maddeleri içermiyorsa, “doğal” olarak etiketlenebiliyor. Yumurta, et ya da meyvenin katkı maddesi içermesi mümkün olmadığından, bu kıstaslara göre “doğal” olmaması da söz konusu değil. Haliyle pestisitler, antibiyotikler ve genetiğiyle oynanmış tohumlar hâlâ “doğal” sınıfına dahil edilebiliyor. Oysa organik ürün sertifikası alabilmek için atılan tohumdan yetiştirilen toprağa ve tarım metotlarına, pek çok konuda önemli kriterlerin karşılanması gerekiyor. Organik gıda, tüketiciye, ürününün topraktan sofrasına gelene kadar izlediği yolu takip etme şansı veriyor. Tüketici, ürünün nerede yetiştiğini ya da hasat zamanını görebiliyor; yetiştirilme sürecinde kimyasal gübre ya da tarım ilacı kullanılmadığından emin olabiliyor. Kısacası, organik ürünün iddiası yok, ispatı var. Tüketicinin rafta gördüğü bir ürünün gerçekten organik olup olmadığına dair şüphesi varsa, emin olmak için yapması gereken şey çok basit: Ürünün sertifikasını kontrol etmek.
Kilit nokta: Bilinç Organik ürün kullanma motivasyonlarını incelediğimizde, Türkiyeli tüketiciler ile Batılı
tüketiciler arasında bazı farklar ortaya çıkıyor. Türkiye’deki tüketiciler, organik ürünle genelde gebelik dönemlerinde ya da ciddi bir hastalık sonrasında tanışıyor. Batılı tüketiciler, organik gıdayı daha iyi ve sağlıklı hissetmek, kendi bedenlerine iyi davranmak için tercih ederken, Türkiye’de organik gıda tercih etme motivasyonu, sevdiklerimizi ve çocuklarımızı koruma isteği. Bu motivasyon farkını “düzenleyici odak” teorisiyle açıklamak mümkün. Düzenleyici odak teorisi, kişilerin hedefe yönelik davranışlarının “kaçınmacı” ve “yönelimci” olmak üzere iki farklı motivasyon sistemi tarafından düzenlendiğini öne sürüyor. Kaçınmacı sistem, güvenliği sağlama ve koruma; yönelimci sistem ise ödül kazanma odaklı. Literatürdeki çalışmalar, Batılı bireylerin daha çok yönelimci, Doğu toplumlarındaki bireylerin ise kaçınmacı odakla hareket ettiğini gösteriyor. Organik gıda tüketicilerinin profillerini göz önüne aldığımızda Türkiyeli tüketicinin Batılı tüketiciden ayrıştığı başka bir nokta daha ortaya çıkıyor. Organik ürün tüketenler, Batı’da toplumun en varlıklı kesiminden, Türkiye’de ise daha çok eğitimli üst-orta sınıftan geliyor. Bu içgörünün de işaret ettiği üzere, organik gıda tüketimindeki kilit nokta, fiyattan çok bilinç düzeyi. Uygun arazi kıtlığı, tohum ve doğal gübre pahalılığı, lojistik ve insan gücü gibi faktörler sebebiyle yüksek maliyetli organik ürünlerin fiyatlarını düşürmek, kârlılığın sürdürülmesi açısından mümkün görünmüyor. Bu yüzden sektörün, tüketicilerin bilgi düzeyini artırmaya odaklanması gerekiyor. Organik gıda kategorilerini
45
incelediğimizde, açık ara farkla en çok yumurtanın tercih edildiğini görüyoruz. Bunda dört kategoriden oluşan yumurta numaralandırma sistemiyle organik olan ve olmayan ürünün net bir şekilde ayrılması ve basın-yayın organlarında fikir önderlerinin “gezen tavuk yumurtası” benzeri vurgularla organik yumurtanın faydalarının altını çizmesi etkili oluyor. Tüketici bilinçlenmesinin en önemli parçalarından bir diğeri ise “etiket okuma alışkanlığı”. Bilinçli bir tüketici satın aldığı ürünün üreticisini, üretim tarihini, menşeini ve en önemlisi içeriğini kontrol etmeli çünkü etiket okuma alışkanlığı kazanmak tüketicinin daha sağlıklı tercihler yapmasına yardım ediyor. Bu noktada böylesi bir alışkanlığın bir kamu politikası olarak teşvik edilmesi kritik bir öneme sahip. Organik gıda sektörü, hem gıda talebinin bu kadar yüksek olup hem de üretim için elverişli toprakların çoğu ülkeden daha fazla olduğu Türkiye gibi bir ülkede henüz hak edilen büyüklüğe ulaşamadı. Organik üretimin artması; çevreye, toprağa ve suya zarar vermeyen sürdürülebilir bir büyümeyle önemli bir avantaj haline gelebilir. Ekonomik faydalar kadar sağlık faydaları da göz önüne alındığında organik gıda tüketimini artırmak için devletin, özel sektörün, fikir önderlerinin ve medyanın birlikte adımlar atması gerekiyor. Sektörün şu an en önemli ihtiyacı, büyük bir markanın sektörü sahiplenmesi; hem sertifikasyon hem de üretim ve perakende kanallarında aktif olması ve tüketiciyi bilinçlendirmek, güven sağlamak ve organik gıdaya erişimi kolaylaştırmak için yatırımlar yapması.
DÜŞÜNCE
İklim değişikliğinin götürdükleri Tarımın ve gıdanın her an var olduğunu ve olacağını düşünmeye meyilliyiz. Bu konuda yanıldığımızı çok yakın bir gelecekte görmemek için, iklim değişikliğini durdurmak zorundayız.
1
8 bin yıl önce Buzul Çağı’ndan çıktığımızda ilginç bir durumla karşılaştık. Artık iklim, bir seneden diğerine değişiklik göstermiyordu. Bu durum, doğayı eşit koşullarda gözlemleme ve özellikle de bitkilerin nasıl büyüdüğüne dair çıkarımlar yapmamıza imkan tanıdı. Bugünkü tarım üretimimizin temelinde, hava durumunun mart ayından ağustos ayına kadar nasıl seyredeceğini belirli sınırlar
içerisinde bilebilmemiz yatıyor. Bu kararlılığın arkasındaki en önemli güçse son 18 bin yılda ortalama sıcaklığın 0,5 dereceden fazla değişmemiş olması. Sanayi Devrimi ile birlikte kömür, petrol ve doğal gaz yakmaya başladık ve beraberinde atmosfere bolca karbondioksit saldık. Saldığımız karbondioksit atmosferin enerji dengesini bozduğu için tüm dünya hızla ısınmaya başladı. Son 18 bin yılda YA Z I: P R O F. D R . L E V E N T K U R N A Z ‘88
46
0,5 dereceden fazla değişmemiş olan ortalama sıcaklık, son 150 yılda 1,5 derece arttı. Bu durumun alışık olduğumuz tarım düzenini çok fazla etkilediği ve etkilemeye devam edeceği tartışmasız bir gerçek. Gerçi tarımla ilgilenenlere ve özellikle de çiftçilere iklim değişikliğini anlatmamıza gerek yok. Her gününü doğayla birlikte geçirenler, bir yanda iklimin diğer yanda da çevrenin değiştiğini çok daha rahat fark edebiliyorlar. Karar vericilerin bu konuya
eğilmeleriyse nispeten gecikmeli olarak gerçekleşiyor. Günümüzde insanların çoğu bu değişikliklerin farkında olsa da, hükümetlerin çoğunun konunun ciddiyetini kavrayabildiklerini söylemek oldukça zor. 1992 yılında yapılan BM Çevre ve Kalkınma Konferansı (Rio Konferansı) sonunda devletler, iklim değişikliğinin önemli bir sorun olduğuna ve en kısa sürede önlenmesi gerektiğine karar verdiler. Bu noktada devletlerin vardıkları anlaşmaya Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (UNFCCC) adı veriliyor. Ancak geçen sürede maalesef ciddi bir adım atılmadı. UNFCCC’nin Aralık 2015’te Paris’te yapılan 21. Taraflar Konferansı’nda sıcaklık ortalamalarındaki artışı 2 derecenin altında tutmak için gerekli önlemlerin alınmasına karar verildi. Hatta iklim değişikliğinin kötü etkilerini görmemek için ısınmanın eğer mümkünse 1,5 derece ile sınırlandırılması gerektiğine vurgu yapıldı. Ekim 2018’in başında BM’nin bir alt kuruluşu olan Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli (IPCC), kendisine verilen görev çıktısı olan 1,5 derece raporunu açıkladı. Bu rapor, bizim açımızdan bakıldığında iklim değişikliğinin vardığı noktayı gösteren en yeni ve en bilimsel rapor olma özelliği taşıyor.
Yoksulluk ve eşitsizlik İklim değişikliği, tarımı gıda ve beslenme güvenliği açısından oldukça etkiliyor. Bu etki, gıda varlığı, kalitesi, erişilebilirliği, arzı ve dağıtımı üzerindeki değişimler nedeniyle ortaya çıkıyor. Örneğin, 2016 yılında dünya genelinde nüfusun yüzde 11’ine denk gelen 815 milyondan fazla insan
yetersiz beslendi. Ancak, yetersiz beslenme tüm dünyaya eşit şekilde dağılmıyor. Afrika’da (yüzde 20), Güney Asya’da (yüzde 14,4) ve Karayipler’de (yüzde 17,7) yetersiz beslenme, gıda güvenliğindeki düşüşe paralel olarak daha yüksek oranlarda görülüyor. Dünya daha fazla ısındıkça yaşanan aşırı hava olayları nedeniyle gıda güvenliği, yetiştirilen besinin içeriği ve verimi, hayvancılık, balıkçılık ve su ürünlerinin kalitesi ve miktarı kötüleşecek. Bundan dolayı iklim değişikliğinin; Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri (SDG) kapsamındaki hedeflere (başta yoksulluğun ve eşitsizliğin ortadan kaldırılması) ulaşılmasını engelleyeceği tahmin ediliyor. Buğday, pirinç ve patates gibi C3 bitkilerinin teorik olarak atmosferde artan karbondioksit oranından dolayı daha hızlı büyümeleri beklenirken bu etki sahada yeterince görülmüyor. Dahası, sıcaklık stresi altında büyüyen bitkilerde protein ve besin içeriğinde sıklıkla kayıplar yaşanıyor. Sıcaklıklar arttıkça, bitkilerde demir ve çinko gibi bazı mikro besinler de daha az birikiyor. Bu etkilerin tümünü bir araya getirdiğimizde protein eksikliğinin 2050 yılına kadar fazladan 150 milyon insanı etkileyeceğini söyleyebiliriz. Gıda güvenliği projeksiyonlarını etkileyen faktörler arasında bölgesel iklim projeksiyonlarında değişkenlik, iklim değişikliğine karşı yapılan çalışmalar, tarım ürünlerinden beklenen biyolojik tepkiler, kuraklık ve sel gibi aşırı hava olayları, finansal dalgalanmalar ile haşere ve hastalıkların dağılımının değişmesi de yer alıyor. İklim değişikliğinin gıda fiyatlarına olan etkisi arazi
47
kullanım değişiklikleri, enerji politikaları ve gıda ticaretindeki farklılıklarla birlikte ele alınmalı. Sıcaklık ve yağış değişikliklerinin küresel gıda fiyatlarını 2050 yılına kadar yüzde 3 ila 84 oranında artıracağı öngörülüyor. Tarım alanlarının enerji üretimi için kullanılması ve özellikle bunun bir politika aracı olarak geliştirilmesi, problemleri daha da ciddileştirebilir. Çalışmalar, başta buğday ve mısır olmak üzere tüm tahıllarda, 2 derecelik sıcaklık eşiğinin aşılmasının ardından verimin düştüğünü gösteriyor. Tropik bölgelerde ortalama her 1 derecelik sıcaklık artışı, mısır tarımında hektar başına verimin 0,5 ton azalmasına neden oluyor. Benzer çalışmalar, her 1 derecelik sıcaklık artışında; buğday için yüzde 6, pirinç için yüzde 3, mısır için yüzde 7 ve soya fasulyesi için yüzde 3 oranında verimin azaldığını ortaya koyuyor. Ülkemiz, iklim değişikliğinden en fazla etkilenmesi beklenen yerlerden biri olan Akdeniz Havzası’nda yer alıyor. Akdeniz Havzası’nda bugüne kadar gözlemlenen sıcaklık artışı, dünya ortalamasının bir buçuk katı düzeyinde. Yani önlem alınmadığı takdirde bu yüzyılın sonuna kadar sıcaklık dünya ortalamasında en az 3 derece artacaksa, bu artış ülkemizde en az 4,5 derece olacak. Bu sıcaklık artışının etkileri, yağışların yüzde 20 ila 30 aralığında azalması ve yağışın da sağanak halinde gelmesi nedeniyle daha da kötüleşecek. Bundan dolayı, dünya genelindeki verim düşüşlerinden yola çıkarak yüzyıl sonuna kadar buğdayda yüzde 27, pirinçte yüzde 14,4, mısırda yüzde 33,3 ve soya fasulyesinde yüzde 14 verim düşüşü beklememiz gerekiyor.
ARAŞTIRMA
Çözüme doğru:
Hibrit çavdar Küresel iklim değişikliği ile artan sıcaklıklar, bitkisel ürünlerin miktar ve kalitesinin düşmesine sebep oluyor, bu doğru. Yine de bazı tarımsal bitkiler, iklim değişikliğine karşı tarımsal üretim ve gıda güvenliği konularında alternatif oluşturabilirler. Bunlardan biri de çavdar bitkisi.
S
ıcaklık artışlarına paralel olarak hidrolojik dengenin ve yağış rejimlerinin değişmesi, kuraklık ve sel baskını gibi iklimsel olayların sıklık ve şiddetinin artması ve deniz sularının yükselmesiyle, bazı bölgelerde toprak tuzluluk oranlarının artması bekleniyor.
akrabalarının ve yerel çeşitlerin yok olma tehdidiyle karşı karşıya olduğu biliniyor. Ancak küresel iklim değişikliğinin tarımsal ekosistemler üzerindeki etkisi her bölgede aynı olmayacak. Yapılan çalışmalar orta ve yüksek enlemlerde ortalama sıcaklığın 2050 yılında 1 ila 3 derece arasında artacağını ve buna bağlı olarak tarımsal üretimin de az miktarda artacağını gösteriyor. Düşük enlemlerde ise sıcaklık artışları, başta tahıllar olmak üzere pek çok tarımsal ürün için
Sıcaklıkların artması, bitkisel ürünlerin miktar ve kalitesinde düşüşlere sebep oluyor. Küresel sıcaklık değişikliklerine bağlı kuraklık ve toprak tuzluluğundaki artışa paralel olarak bazı kültür bitkilerinin, bunların yabani
YA Z I: D O Ç . D R . İ B R A H İ M R A Ş İ T B İ L G İ N ‘98
48
olumsuz sonuçlar doğuracak. Küresel ısınmadan en fazla etkilenecek bölgeler Güney Afrika ve Latin Amerika ile Avustralya’nın kurak alanları. Bulgular, bu bölgelerde kuraklık ve tuzluluk artışı ve artan yangın riski nedeniyle ciddi habitat kayıplarının yaşanacağı, tarımsal üretimin büyük ölçüde düşeceği, mısır, buğday gibi bazı kültür bitkilerinin yok olacağı yönünde. Sıcaklık artışlarının Kuzey Amerika’nın bazı bölgelerinde tarımsal üretimde artışlara, ancak bölgenin güneydoğusunda pamuk, soya, buğday gibi ürünlerin miktar ve kalitesinde düşüşlere sebep olması bekleniyor. Benzer şekilde Doğu ve Güneydoğu Asya’da ürün miktarı artarken, Orta ve Güney Asya’da tarımsal üretimin yüzde 30 oranında azalacağı düşünülüyor. Tarımsal üretim yine Kuzey Avrupa’da artarken, Güneydoğu Avrupa’da ve Akdeniz kıyısında azalacak. Güney Avrupa’da halihazırda yetişmekte olan mısır, ay çekirdeği, patates ve tahıllar gibi bazı kültür bitkilerinin ve bunların yabani akrabalarının dağılım alanları kuzeye ve yüksek enlemlere doğru kayacak. Güney Avrupa’nın iklimsel koşulları ise bu bitkiler için uygun olmayacak. Akdeniz Havzası içinde bulunan Türkiye de küresel iklim değişikliğinin etkilerinin en fazla görüleceği bölgelerden biri. Türkiye’de ortalama hava sıcaklıklarının 3 ila 7 derece arasında artacağı, güney ve batı bölgelerde yağış miktarının azalacağı öngörülüyor. Hem sıcaklık artışları hem de küresel ısınmaya bağlı olarak ortaya çıkacak kuraklık, Türkiye tarımını olumsuz etkileyecek. İklim değişikliğinin etkileri, bölge
ve ekosistemlere ek olarak, ülkelerin gelişmişlik seviyeleri, sosyal gruplar ve sınıflara göre de farklılık gösterecek. Örneğin kuraklık, çölleşme, sel ve tropik tayfunlar gibi iklim değişikliğinden ötürü artmaya devam edecek ekstrem hava olaylarından küçük ve az gelişmiş ada ülkelerinin daha fazla etkileneceği düşünülüyor.
“Ehlileştirilmiş çavdar bitkisiyle yüksek sıcaklıklara ve kuraklığa karşı dayanıklı oldukları bilinen çok yıllık yabani çavdar türlerini melezleştirmek için ilk adımları atıyoruz.“ Benzer şekilde, ekonomik açıdan en kırılgan insan grupları ve bölgeler, iklimsel değişimden genele kıyasla çok daha fazla etkilenecek. Duruma tarımsal ürünler ve gıda güvenliği perspektifinden baktığımızda, iklim değişikliğinin gıdaya ulaşım, gıda kullanımı ve gıda fiyatlarının istikrarı gibi konuları olumsuz yönde etkileyeceğini görebiliriz. Haliyle, küçük çiftçiler de dahil olmak üzere, gıda güvenliği düzeyleri düşük olan insanlar oldukça savunmasız kalacak.
Her yıl ekmeye gerek olmayacak Bu bağlamda MIT ile Boğaziçi Üniversitesi arasında ikili bir iş birliği programı olan MISTI çerçevesinde desteklenen “İklim Değişikliğine Karşı Gıda
49
Güvenliği İçin Tek Yıllık Tarımsal Bitki Geliştirilmesi” projesi ile çözüm üretmeye katkıda bulunacak bir adım attık. Bu projenin ana amacı, iklim değişikliğine karşı tarımsal üretim ve gıda güvenliği konularında alternatif yaratmak için yıllık (yani her yıl ekilmesi gereken) bazı tarımsal bitkilerin çok yıllık versiyonlarını geliştirmek. Bu çalışmada öncelikle bir tahıl türü olarak Türkiye’de yıllık ve çok yıllık cinsleri olan çavdara odaklanıyoruz. Şu anda, özellikle yıllık üretilen ehlileştirilmiş çavdar bitkisiyle yüksek sıcaklıklara ve kuraklığa karşı dayanıklı oldukları bilinen çok yıllık yabani çavdar türlerini melezleştirmek için ilk adımları atıyoruz. Böylelikle iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine karşı dayanıklı çok yıllık, hibrit bir çavdar türü geliştirebileceğiz. Fakat daha önce de bahsettiğim gibi, iklim değişikliğinin biyolojik etkilerine ek olarak sosyal, tarımsal ve ekonomik etkileri de olacak. MISTI projemizin bir diğer kritik özelliği de MIT ve Boğaziçi Üniversitesi’nden uzman akademisyenlerden oluşan bir ağ oluşturulması ve böylece çalışmanın biyolojik odağının daha geniş bir sosyo-ekonomik perspektife oturtulması. Farklı disiplinleri bir araya getiren bu proje çerçevesinde olası çok yıllık çavdar alternatiflerini geliştirmeyi (çalışmanın biyolojik bileşeni), ekonomik ve sosyal analizler (örneğin yeni türlerin çiftçiler tarafından benimsenmesinin araştırılması), tarımsal analizler (büyüme ve ürün miktarının optimizasyonu) ve gastronomik analizler (lezzet testleri) ile harmanlayarak ilerletmeyi planlıyoruz.
S ÖY L E Ş İ
Biyologlar ve bilgisayar uzmanları:
Geleceği onlar yazacak Dünyanın önde gelen nörobilimcilerinden, Boğaziçi Üniversitesi’nde uzun yıllar ders vermiş Prof. Dr. İvet Bahar ‘80, tıpta özellikle teşhis alanında çığır açacak gelişmelere gebe olan çalışmaları anlatıyor. dönemlerde belki de en çok umut vadeden alanlarından biri olan hesaplamalı ve sistem biyoloji alanını, ABD’de kurduğu bölüm ve başlattığı araştırma programlarını, beyni, DNA’yı ve DNA’nın ötesini konuştuk.
Prof. Dr. İvet Bahar, bilim insanı yetiştirilmedeki katkılarından dolayı, Kadir Has Üniversitesi’nin bu yıl verdiği Üstün Başarı Ödülü’nün sahibi oldu. İlham veren, ilham dolu hocamızla buluştuk ve bilimin son
S ÖY L E Ş İ: E LV İ N V U R A L ‘1 2 / F O T O Ğ R A F L A R : S E R K A N E L D E L E K L İ O Ğ L U
50
İvet Hanım, alışılagelmişin dışında bir eğitim hayatınız var. Lisans, yüksek lisans ve doktora eğitimlerinizi Türkiye’de tamamladıktan sonra ABD’ye gittiniz. Öğrencilik yıllarınızdan biraz bahseder misiniz? Evet, benim için bütün eğitim hayatımı Türkiye’de tamamlamış olmak çok anlamlı. İstanbul doğumluyum, Özel Notre Dame de Sion Lisesi’nden mezun oldum. Daha liseden itibaren, ne konuda olduğunu bilmesem de araştırma yapmak, bilim insanı olmak istiyordum. 1975 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nin önce Kimya Bölümü’ne girip sonra Kimya Mühendisliği Bölümü’ne geçtikten sonra dile kolay çeyrek asrımı burada geçirip 2001’de buradan çıktım. Sadece iki kısa ara oldu; biri bir yıl çocuk izni, diğeri de İTÜ’de yaptığım üç yıllık doktora eğitimim. 1986 yılında, daha sonra Protein Araştırma Merkezi adını alacak olan, Polimer Araştırma Merkezi’ni kurdunuz... Evet, Boğaziçi Üniversitesi’nde 1986-2001 arasında 15 sene boyunca ders verdim. Sonra Polimer Araştırma Merkezi’ni kurduk. Çok iyi öğrencilerim oldu; 2001 yılında ABD’ye gidene kadar bu merkezde gerçekleştirdiğimiz araştırmalar, bize uluslararası alanda büyük bir tanınırlık ve bilinirlik kazandırdı. Bu başarıların faydasını görmeye devam ediyoruz. Tüm eğitim hayatınızı Türkiye’de tamamlamış olmak, sizin için neden önemli? Çünkü bir sürü insan, bilimsel araştırmada aşama kat etmek için yurt dışına gitmeyi tercih ediyor. Yurt dışında olmak büyük ayrıcalık ve avantaj. Böyle bir ayrıcalıktan yararlanmadan araştırmalarımın temelini burada
atmış olmak, benim için gurur verici. Biz burada, Boğaziçi Üniversitesi’nde çok güzel işler yaptık. Hatta ilginçtir; Boğaziçi Üniversitesi’nde göreve başlar başlamaz verdiğim ilk dersin öğrencilerinden Türkan Haliloğlu, Boğaziçi Üniversitesi Kimya Mühendisliği Bölümü’nün ilk doktora öğrencisi oldu. Türkan ile beraber yine aynı dersi alan dördüncü sınıf öğrencilerimden Pemra Doruker de daha sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi, hatta bölüm başkanı oldu. Diğer öğrencilerim de akademide çok iyi yerlere geldiler. ABD’ye gitmeye nasıl karar verdiniz? ABD’ye tatilleri değerlendirmek, araştırma konularını bilmek ve gelişmelerden haberdar olmak için yazları gidiyordum. Bu seyahatler esnasında karşıma birtakım fırsatlar çıktı, ben de Boğaziçi Üniversitesi’nin öğretim üyelerine sunduğu sabbatical hakkımı değerlendirmek istedim. O sırada iki oğlum da ABD’deydi. Eşim ilk başta benimle gelmedi ve şöyle dedi: “Sen bir git gör, hevesini al, sonra gelirsin.” Fakat altı ay sonra pek de gelmeye niyetim olmadığını görünce, o da aramıza katılmaya karar verdi. O günden bu yana 18 sene olmuş. 18 senedir Pittsburgh Üniversitesi’ndeyiz. Nörobiyoloji alanında çalışmaya nasıl karar verdiniz? O da ilginç. Az önce bahsettiğim gibi araştırma yapmaktan, bir şeyleri bulmaya çalışmaktan, hatta bilgisayar programı yazmaya çalışmaktan, bilmecebulmaca çözer gibi zevk alıyorum. İşimi çok severek yapıyorum. Son yıllarda beynin nasıl çalıştığını merak etmeye başladım. ABD’de sizi zaten
51
“Bir sürü insan, bilimsel araştırmada aşama kat etmek için yurt dışına gitmeyi tercih ediyor. Yurt dışında olmak büyük ayrıcalık ve avantaj. Böyle bir ayrıcalıktan yararlanmadan araştırmalarımın temellerini burada atmış olmak, benim için gurur verici.“ kaynakların daha fazla olduğu alanlara yönlendirme gibi bir âdet var. ABD’ye ilk gidişimden bir yıl önce, insan genomu bulunmuş, muazzam bir veri yığını ortaya çıkmıştı. Bu verileri analiz edecek, verilerden bilgi üretecek kişilere ihtiyaç vardı. Ben tam o sırada ABD’ye gittim. Bilgisayar destekli data analizi yaparak tıp alanında nasıl uygulamalar geliştirilebileceğini araştıracak bir merkez kurmak üzere beni davet etmişlerdi. Komik bir ayrıntı; bunlar olurken benim en son aldığım biyoloji dersi, lise çağlarındaydı. ABD’ye gider gitmez yaptığım ilk iş “computational biology”, yani hesaplamalı biyoloji alanında Pittsburgh Üniversitesi ve Carnegie Mellon Üniversitesi arasında ortak bir doktora programı başlatmak oldu. Carnegie Mellon Üniversitesi bilgisayar alanında, Pittsburgh Üniversitesi de tıp alanında çok iddialı. Bir de şu anda 100’den fazla kişinin görev aldığı, halen
“Bizler yüzde 99,9 aynıyız. İki insan arasındaki genetik farklılık binde 1’den az aslında. Hep o binde 1 farklılığın peşindeyiz. O minik farklılıktan dolayı göz rengimiz, duygusal durumumuz, her şeyimiz farklı olabiliyor. Bu gen değişiklikleri kalıtımsal hastalıklara da neden oluyor. Hangi gen bozukluğunun, hangi mutasyonun hangi hastalıkla ilintili olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Bunu bildiğimiz zaman hedefe yönelik bir tedavi geliştirebiliriz.“
başkanlığını yürüttüğüm bir bölüm kurdum. Sorunuza döneyim; genom odaklı araştırmalara hâlâ devam ediyoruz ama ben önce malzeme bilimiyle başladım, yani plastik polimerler. Sonra biyolojik malzemelere, daha sonra moleküler biyoloji alanına yöneldim. Şimdilerde ise en çok destek ve kaynak bulabileceğimiz konu, beyin araştırmaları. Sanırım bizim alanda çok önemli bir durum var: Eğer siz başka bir bölümden gelip, o bölümden öğrendiklerinizi bizim bölüme uygulayabiliyorsanız çok avantajlı bir konumda oluyorsunuz. Farklı bir bilgi setiyle geldiğiniz için fark yaratıyorsunuz. Benim avantajım sanırım bu oldu, bir konudan diğerine kolaylıkla geçebildim ve kimya mühendisliğinde öğrendiklerimi nörobilime uygulayabildim. Buna şimdi disiplinlerarası veya çok disiplinli araştırmalar deniyor. Dolayısıyla artık araştırmacıları kimyager ya da biyolog olarak ayıramıyorsunuz. Her araştırmacı biraz matematik, biraz fizik, biraz tıp bilmek zorunda. Hesaplamalı ve sistem biyoloji deyince ne anlamalıyız? Biyolojik deneyleri biz laboratuvarda değil, tamamen simülasyon yoluyla ekranda yapıyoruz. Oyun gibi aslında, çok keyifli bir iş. Molekülleri ve ilaçları modelliyoruz. İlaçlar moleküllere nasıl bağlanıyor, bağlandığında hücrede nasıl değişiklikler meydana getiriyor, bunların hepsinin simülasyonunu yapıyoruz. Böylece sizin herhangi bir ilaca, genetik altyapınıza da paralel olarak nasıl reaksiyon göstereceğinizi görmeye çalışıyoruz. O bilgilerin ışığında deneycilere aslında yapacakları birçok deneyi yapmalarına
52
gerek olmadığını, daha az seçenekten yola çıkabileceklerini anlatıyoruz. Onlar deneysel bulgularını bize tekrar veriyorlar, bir döngü aslında; sonra biz o bilgileri kullanarak daha iyi bir modelleme yapıyoruz. Bu şekilde birçok potansiyel ilaç bulduk. Fare olsaydık herhalde hiçbir hastalığımız kalmazdı, farelerde elde ettiğimiz başarılar o kadar yüksek, özellikle nörodejeneratif hastalıklar konusunda. Farelerin beyinlerinin nasıl çalıştığını yüksek oranda anlıyoruz artık. Peki ya insan? İnsan çok daha karmaşık bir canlı. Dolayısıyla insan söz konusu olunca birtakım yan tesirleri dikkate almamız lazım, çok daha karmaşık bir sistem. O nedenle ‘sistemler biyolojisi’ diye bir bilgi alanı önem kazandı. Halen başkanlığını yaptığım bölümün adı da bildiğiniz gibi Hesaplamalı Biyoloji ve Sistemler Biyolojisi. Konu çok yönlü araştırmayı gerektiriyor ama her gün yeni ilerlemeler kaydediliyor. Yaptığınız bu araştırmalar hayvanlar üzerinde yapılacak deneyleri sayıca epey azaltan gelişmeler, değil mi? Kesinlikle. Bilinen her şeyi, bilgi bankalarında toplanmış bütün dataları alıp, makine öğrenmesi sistemi ile birtakım örüntüler yakalıyor, korelasyonlar kuruyor, çıkarımlar yapıyoruz. Hem zamandan ve maliyetten tasarruf ediyoruz hem de canlılar üzerinde daha az test yaparak sorulara rasyonel açıklamalar getirebiliyoruz. Çünkü olayların neden gerçekleştiğini anlıyoruz. Bir olayın ancak nedenini anladığınız zaman konuya dair mantıklı bir açıklama getirebilirsiniz. Şu an teşhis ve tanıda çok iyi durumdayız. Tedaviye gelince problemler
başlıyor çünkü herkes farklı. Bizler yüzde 99,9 aynıyız. İki insan arasındaki genetik farklılık binde 1’den az aslında. Hep o binde 1 farklılığın peşindeyiz. O minik farklılıktan dolayı göz rengimiz, duygusal durumumuz, her şeyimiz farklı olabiliyor. Bu gen değişiklikleri kalıtımsal hastalıklara da neden oluyor. Hangi gen bozukluğunun, hangi mutasyonun hangi hastalıkla ilintili olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Bunu bildiğimiz zaman hedefe yönelik bir tedavi geliştirebiliriz.
hastalıklara karşı altyapınızı, o hastalıklara yakalanma olasılığınızı veya risk faktörünü de öğrenebiliyorsunuz. Beynin kapasitesinin ne kadar farkındayız? Binde 4’ünü kullanıyoruz, değil mi? Beynin kapasitesini kesinlikle çok az oranda kullanıyoruz. Bir şey daha var: Her hücremizde bir DNA molekülü var. Sizdeki ve bendeki, biraz önce söylediğim gibi yüzde 99,9 oranında aynı. Bu
Artık sağlık sektörünün merkezinde hastalık değil, hasta var. Kişisel tıp olgusundan sık sık bahsetmeye başladık. Bundan ne anlamalıyız ve neler bekleyebiliriz? Sizin genetik yapınız, hangi hastalıklara meyilli olduğunuzu da, belli ilaçlara nasıl cevap verdiğinizi de belirliyor. Artık önleyici tedaviler geliştirmek mümkün. Mikrobiyolojide yapılan kültür uygulamasının bir adım ötesindeyiz. Mikrobu biliyoruz ama ortam ne, zemin ne? Aynı mikrop farklı ortamlarda, farklı şekillerde ürer, tıpkı toprakta olduğu gibi. İnsan vücudunu toprak olarak düşünebiliriz. Hastalık ve rahatsızlıkların farklı topraklarda nasıl şekillendiğini anlamamızın ve toprağa göre tedavi geliştirmemizin yolu, kişisel tıptan geçiyor. Peki bu uygulamaların masrafı ne olacak? Artık genom haritası çıkartmanın masrafları çok azaldı. Şu an sanıyorum 99 dolara gen haritanızı çıkartabiliyorsunuz. Size bir kit geliyor, içine tükürüyorsunuz, gönderiyorsunuz. Yaklaşık 15 gün sonra sonuçlar ortaya çıkıyor. Sadece soyunuzu değil, belirli
53
DNA’nın yalnızda yüzde 5-10’unu kullanıyoruz. Geriye kalan kısım işe yaramayan, çöp bölge olarak adlandırılıyor. Bu işe yaramayan bölgeye dair her geçen gün yeni şeyler öğreniyoruz. Aslında genlerin düzgün çalışabilmesi için, o işe yaramadığı söylenen bölgeye de ihtiyaç var. Biz DNA’mızda yer alan bölgelerin ne işe yaradığını bile anlamış değiliz henüz. Daha keşfedilecek çok şey var, beyinde de DNA’da da. Bu da öğrenciler için çok güzel bir şey. Ne varsa gençlerde
“Aynı mikrop farklı ortamlarda, farklı şekillerde ürer, tıpkı toprakta olduğu gibi. İnsan vücudunu toprağa benzetebiliriz. Hastalık ve rahatsızlıkların farklı topraklarda nasıl şekillendiğini anlamamızın ve toprağa göre tedavi geliştirmemizin yolu, kişisel tıptan geçiyor.“
var, buna gönülden inanıyorum. Türkiye’deki araştırmacıların da bilgisayarı tıp sistemine uygulayabildikleri takdirde çok büyük açılımlara önayak olabileceklerine inanıyorum. Bence gelecek, bu konuda. Hem psikolojik hem fiziksel hastalıklar kapsamında nörobiyoloji araştırmaları büyük önem taşıyor. Özellikle psikolojik rahatsızlıklar konusunda araştırmaların kapasitesini merak ediyorum. Psikolojik hastalık diye bir şey yok. Bütün psikolojik hastalıkların temelinde yine fizyolojik rahatsızlıklar var. Depresyon, belli enzim ve reseptörlerin düzgün çalışmamasından kaynaklanıyor. Bir de herhangi bir olaydan dolayı yaşadığınız stres de aynı otoimün sistem bozukluğu veya başka bir hastalık durumunda olduğu gibi fiziksel rahatsızlıklara yol açıyor. Sözlü telkinler bile süreç içinde vücutta birtakım fiziksel
54
reaksiyonların tetiklenmesine, bazı hormonların salgılanmasına vesile oluyor. Yani ortada soyut bir şey yok; her şey somut. Biyologlar ve bilgisayar uzmanları arasında ciddi bir boşluk olduğu ve nörobiyoloji alanındaki gelişmeler için bu boşluğun doldurulması gerektiği söyleniyor. Bu iki alan arasındaki boşluk nasıl kapanır? Ortak bir dil kurmak, ilk adım olmalı. Pittsburgh’a ilk gittiğim zaman bana dediler ki, “Sen bir araştırma merkezi kuracaksın, ders vermene gerek yok, öğrenciyle vakit kaybetme, sadece araştırmana odaklan.” Ben burada, Boğaziçi’nde 16 yıl boyunca ders vermişim, kesinlikle olmaz dedim. Çünkü araştırma yapmak için, araştırmacılara ihtiyacınız var. Burada itici güç de baş araştırmacılar, yani doktora öğrencileri. Doktora öğrencilerinin yetişmesi için ders görmeleri lazım. Pittsburgh ve Carnegie
Mellon arasındaki doktora programına farklı bölümlerden; fizik, biyoloji, kimya, hatta edebiyat gibi bölümlerden çok sayıda öğrenci getirdik. Bizim ilk amacımız, ortak bir dil oluşturmaktı. Farklı grupların birbirine karışması, yani “peer learning” denen eş konumdakiler arasında öğrenme sistemi, herkes için çok faydalı oluyor. Şu sıralar üzerinde çalıştığınız konular neler? Bu aralar bölümü yönetmek dışında National Institute of Health’in desteğiyle üç araştırma merkezinin yöneticiliğini üstleniyorum, bu araştırma merkezlerinde yürüttüğümüz araştırmalardan genel olarak bahsedeyim. Biri uyuşturucu konusuna yoğunlaşmış durumda. Uyuşturucu bağımlılığına yatkın olma nedenlerini araştırıyoruz; hem engelleyici, hem yan tesirleri azaltıcı hem de süreci kontrol altına almaya yönelik uygulamalar geliştirmeye çalışıyoruz.
temel bilimler üzerine. Hepimizin bir genotipi, bir de fenotipi var. Fenotip, gözlemlenen özelliklerimizi, hastalıklarımızı anlatıyor. Bilimin en çok ilgilendiği alanlardan biri genotip ile fenotipin arasındaki bağlantıyı kurmak, nedenselliği açıklamak. Davranış biçiminizin özünde hangi genetik özelliğinizin yattığı anlamak. Üçüncü merkez de bu araştırmalara yoğunlaşmış durumda. Nörobiyoloji alanındaki gelişmeler konusunda Türkiye’de durum nasıl? Genetik araştırmaları konusunda Türkiye çok iyi durumda. İzmir
İkinci çalışma konumuz, giderek önem kazanan bir bilim dalı olan yaşlanma ve yaşlanmayla beraber gelen hastalıklar üzerine. İnsanların ömrü uzuyor, daha önce bilmediğimiz hastalıklar ortaya çıkıyor ve bazı hastalıklar önem kazanıyor. Kanser ve Parkinson bu hastalıklardan bazıları. ABD’de yapılan bir araştırmaya göre Alzheimer, insanların en çok korktuğu hastalık. Aslında inanılmaz derecede dayanıklı canlılarız, vücut bir şekilde kendini sürekli düzeltiyor, buna homeostaz diyoruz. Ama bir yerde homeostaz süreci de aksamaya başlıyor ve bu yüzden yaşlılıkta hastalıkların önünü bir yerden sonra alamıyorsunuz. Üçüncü araştırma alanımız ise
55
Yüksek Teknoloji Enstitüsü örneğin bu konuda önemli atılımlar yapıyor. Kadir Has Üniversitesi nörobiyoloji ve bilgisayar teknolojisi konularına öncelik vermeyi planlıyor. Bence Türkiye’de vizyonu olan insanlar var ve ben bu konuda iyimserim. Peki yıllar sonra Boğaziçi Üniversitesi’ne gelmek size kendinizi nasıl hissettirdi? Burası, özellikle Polimer (Protein) Araştırma Merkezi, benim çocuğum gibi. Kurduğumuz araştırma merkezinin çalışmalarına devam ettiğini, uluslararası alanda başarılara imza attığını görmek gurur verici.
K A PA K S ÖY L E Ş İ S İ
Türkiye’de tarımın
ekonomi boyutu Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü Başkanı Prof. Dr. Gökhan Özertan ‘94 ile tarımda karşımıza çıkan tabloyu enine boyuna konuştuk.
Türkiye’de tarım politikalarının temel sorunları neler? Türkiye’de tarım politikalarının temel sorunlarından bazıları, diğer sektörlerdeki sorunlarla örtüşüyor. Bu sorunlardan biri, yeterli düzeyde planlama olmaması. Hayatı kısa vadeli yaşıyoruz. Hükümetler yakın zamanda pratik olarak hayata geçirebilecekleri işlere odaklanıyorlar ama uzun soluklu, detaylı analiz, araştırma ve çaba gerektiren, sonuçları ancak uzun vadede alınacak işlere girmeyi çok tercih etmiyorlar. İkinci sorun, veri. Türkiye’de çok ciddi bir veri üretme problemi var, veriyi üretemediğinizde hem ne olup bittiğinin resmini görmek zor oluyor hem de uzun dönemli planlama yapmak zorlaşıyor. Bir diğer sorun insan kaynağı. Ülke genelinde tüm sektörlerde iyi eğitim almış, yetişmiş insan bulmak zor.
2001 yılından beri Boğaziçi Üniversitesi’nde lisans ve yüksek lisans düzeyinde dersler veren Prof. Dr. Gökhan Özertan, tarım denince akla gelen ilk isimlerden biri. Tarım ve çevre süreçlerinin modellenmesi, tarımda teknoloji kullanımı ve iklim değişikliğinin tarıma etkileri, araştırdığı konulardan yalnızca birkaçı. Türkiye’de tarımın bugününü ve yarınını dinlemek için buluştuğumuz Prof. Dr. Özertan, Türkiye’nin tarım alanındaki birçok sorunun yapısal olduğunu belirtiyor, tarımda kalıcı çözümler için mikro düzeyde çabalardan ziyade, sektörün tüm aktörlerinin bir araya gelerek ortaya koyacağı uzun yol haritalarının olmazsa olmaz olduğunun altını çiziyor.
S ÖY L E Ş İ: E LV İ N V U R A L ‘12 / F O T O Ğ R A F L A R : M E R T T E R L İ K S İ Z
56
57
“Türkiye’nin bugün yaşadığı sorunlar, son 40-45 senenin mirası. İyileştirememe sebebimiz kısa vadeli hareketler. Sektördeki paydaşların birlikte hareket etmemesi; üreticinin de, tüketicinin de, finansçının da, tedarikçinin de kendi derdinde olması. Herkes kendi alanında iyileştirme yapmaya çalışıyor ama bütüncül olarak sektörü iyileştirme yönünde bir hareket yok.“
Veri eksikliğinden tam olarak ne anlamalıyız? Makro veriler var ama mikroya indiğimiz zaman çok veri yok. Türkiye’nin en son kapsamlı tarım sayımı 2001 yılına ait. Son 18 senedir parça parça halde, daha küçük ölçekli sayımlar yapılmış ama bütün sektörün detaylı analizini yapacak ölçekte bir tarım sayımı yapılmamış. Benzer durum başka sektörler için de geçerli; hukuk da, telif hakları da böyle. İnsanlar hep aynı durumlardan yakınıyor. Ne olduğunu göremediğimiz için ölçüm yapmak zor, ölçüm olmayınca planlama yapmak da. Tarımın kendine has bazı sorunları var. Türkiye’nin tarımı ölçek olarak büyük. Avrupa’nın en büyük tarım sektörü Türkiye’de, dünyada ise ilk 10’a giriyoruz. Ama verimliliğe geldiğimizde sıralamamız 20 ila 30 arasına geriliyor. Bu verimsizliğin bir sebebi iklim. Türkiye, yoğun olarak tahıl ekilen bir ülke. Tahılın yağışa ihtiyacı var, Türkiye’nin aldığı doğal yağış miktarı çok yüksek değil. Bu yüzden örneğin İngiltere’nin tarım verimliliğine kolay kolay ulaşamıyorsunuz. Tahıl üretiminde dışarıdan sulama yapmak pek makul bir yol değil çünkü Türkiye su kaynakları ve sulama sistemleri açısından da çok iç açıcı bir noktada değil. Dolayısıyla neredeyse her noktada olumsuzluklar söz konusu olduğu için, diğer ülkelerin verim düzeyini yakalamak kolay olmuyor. Türkiye’deki çiftçiler ortalamada ilkokul mezunu. Giderek yaşlanan ve düşük eğitim seviyeli çiftçilere yeni teknolojileri benimsetmek de zor. Hem yeniliklere açık değiller hem de ancak çevrelerindeki biri denedikten sonra bazı yolları denemeye
58
sıcak bakıyorlar. Dünyanın her yerinde bu böyle ama özellikle Avrupa, Amerika, Avustralya ve Çin’de daha eğitimli çiftçiler var ve yeniliklerde öncü olabiliyorlar. Çin’de uygulanan bir model var. Küçük köyler üzerinden kurgulanmış bir sistem oturtmuşlar. Özel sektörü, üniversiteleri, çiftçileri ve kamu sektörünü bir arada görüyorsunuz. Önder çiftçiler modelleri uyguluyorlar, ardından daha küçük çiftçiler de değişimin takipçisi oluyorlar. Türkiye’de de benzer bir model vardı ancak bir türlü ölçeklendirilemedi ve proje yarım kaldı. Anlattıklarımın hepsi yapısal sorunlar. Yağış rejimini değiştiremezsiniz, eğitim düzeyini bir anda yükseltemezsiniz. Bu yüzden uzun soluklu hamlelerin yapılması kritik önem taşıyor. Diğer bir sorun, üreticilerin örgütlenememesi. Tarım sektörünü verimli hale getirmiş hemen hemen tüm ülkelerin çiftçi örgütlenmelerini başarıyla gerçekleştirdiğini görüyoruz. Türkiye’de bunun eksikliğinin de birçok sebebi var. Öncelikle mevzuat çok karışık, ben bile içinden çıkamıyorum. Organizasyonel ve kurumsal sorunlar da var. Kooperatiflerin yöneticileri iyi eğitimli değil; bu işi, işin uzmanları yapmıyor. Beşeri sermaye tarafı da dolayısıyla çok önemli. Bir başka etmen, geçmiş deneyimler sebebiyle güven unsurunun olmaması. Çiftçiler kooperatiflere güvenmiyorlar, aidiyet de hissetmiyorlar. Türkiye’deki tarım işletmeleri, diğer ülkelerdekilerden sayıca fazla, değil mi?
Türkiye’de 2,5 milyona yakın tarım işletmesi var. İngiltere sadece 200 bin işletmeyle bizim kadar katma değer üretebiliyor. Türkiye’de çok fazla insan tarım alanında istihdam ediliyor, toplam iş gücünün beşte biri tarım sektöründe çalışıyor ama tarımın gayri safi hasılaya katkısı, yüzde 6 civarında. Bu da verimsizliğin göstergesi. Bu kadar olumsuz yapısal sorunun olması, hayatınıza birçok açıdan yansıyor. Öncelikle girdi tarafında ithalata bağımlıyız. Döviz kurlarındaki dalgalanmalar, olumsuz etkiler yaşamamıza sebep oluyor. 2018 yılında tohumların, gübre ve zirai ilaçların fiyatları yüzde 60 ila 120 arasında zamlandı. Dolayısıyla sektör genel olarak dışa bağımlı; döviz kurlarına karşı çok hassas, bu da beraberinde kırılganlık getiriyor. Maliyetlerin artması sadece üretici tarafını değil, tüketici tarafını da etkiliyor. Türkiye küresel olarak hem en yüksek maliyetlerden birine sahip hem de bu ürünleri tüketiciye çok pahalı şekilde ulaştırıyor. Bir konuşmanızda kısır döngülerden çıkamadığımızdan bahsetmiştiniz. Bunun sebebi nedir? Türkiye’nin bugün yaşadığı sorunlar, son 40-45 senenin mirası. İyileştirememe sebebimiz kısa vadeli hareketler. Sektördeki paydaşların birlikte hareket etmemesi; üreticinin de, tüketicinin de, finansçının da, tedarikçinin de kendi derdinde olması. Herkes kendi alanında iyileştirme yapmaya çalışıyor ama bütüncül olarak sektörü iyileştirme yönünde bir hareket yok. Biz kervan yolda düzülür misali önce yola çıkıyoruz, sonra hep mikro ölçekte iyileştirmeler düşünüyoruz. Geçtiğimiz aylarda
yaşadığımız tanzim satışlar örneğinde olduğu gibi. Bu tür uygulamalar günü ya da ayı kurtarıyor ama sektörün yapısal sorunlarını çözemiyorsunuz. Yani kısır döngülerden çıkamıyoruz çünkü uzun soluklu yol haritaları oluşturamıyoruz. Atalık tohumların üretimi ve daha doğrusu üretilememesi sık sık gündeme geliyor. Sizce çiftçi tohumunu kendi mi üretmeli yoksa büyük şirketlerden satın mı almalı?
59
Çiftçi, sizden benden farklı değil. Yaptığımız işi nasıl para kazanmak için yapıyorsak, çiftçi de onun için yapıyor. Genelde daha çok verim getiren tohumlar, şirketlerin sattığı tohumlar. Biz işin ekonomi boyutunu konuşuyoruz ama bunun ekoloji tarafı da var. Çiftçinin egemenliği Türkiye’de en az konuşulan konulardan biri. Atalık tohumlar bu denklem içerisinde sembolik ölçekte kalıyor. Keşke daha fazla olsalar, çeşitliliği sağlayacak farklı tohumlar ekilmeye devam
“Yağış rejimini değiştiremezsiniz, eğitim düzeyini bir anda yükseltemezsiniz. Bu yüzden uzun soluklu hamlelerin yapılması kritik önem taşıyor. Diğer bir sorun, üreticilerin örgütlenememesi. Tarım sektörünü verimli hale getirmiş hemen hemen tüm ülkelerin çiftçi örgütlenmelerini başarıyla gerçekleştirdiğini görüyoruz.“
etse ama, dediğim gibi, çiftçi ekonomik kaygılardan dolayı yüksek verim sağlayacak olan, şirket tohumlarına yöneliyor. Son yıllarda çok konuşulan “connected agriculture” yani “bağlantılı tarım” kavramından ne anlamalıyız? Connected agriculture işin teknoloji tarafını anlatıyor. Bütün cihazların birbirine bağlı olduğu bir dünya. Bilgisayarınız, telefonunuz, traktörünüz, drone’unuz, yazılımlar, uydu görüntüleri hep birbirine bağlı. Connected agriculture Türkiye’de sembolik olarak birkaç yerde uygulanıyor sadece. Ama olması gereken bu mu? İşin tek bir reçetesi yok. Türkiye tarımının problemlerini sebep değil sonuç olarak değerlendirmek gerek. Hasta olmak gibi düşünebiliriz. Nasıl hasta olduğunuzda doktora gidiyorsunuz ve ilaç istiyorsunuz, bunu da aynı şekilde düşünebiliriz. Yani bu semptomları iyileştirmeden, sizin de iyileşmeniz mümkün değil. Biz hep hap gibi pratik, hızlı çözümler bulmaya çalışıyoruz. Yapıdaki problemlerden biri de bu. Çünkü sorunlar dinamik ve sizin tek bir reçeteyle tüm sorunları çözmeniz mümkün değil. Günümüzde teknoloji, tarımın hangi safhalarında kullanılabiliyor? Her safhasında. Toprağın hazırlanması, tohumun atılması, ilaç ve gübre uygulanması, hasat... Toprak ve verim analizi gibi aklınıza gelebilecek her alana teknoloji uydu görüntüleri, drone’lar, sensörler aracılığıyla entegre edilebiliyor. Problem, bu verileri toplamakta. Bazı ülkeler bu verileri toplayıp pozitif sonuçlar yaratmak için üretime
60
geri döndürme evresine geçti. Biz henüz veri toplama kısmını bile sağlıklı bir şekilde yapamıyoruz. Kat etmemiz gereken çok yol var. Bu noktada cep telefonu örneğini veriyorum: 2008 yılına kadar sadece konuşma ve kısa mesaj göndermek için kullanabildiğimiz cep telefonuyla şu an aklımıza gelebilecek neredeyse her şeyi yapmak mümkün. Cep telefonundan kitap yazanlar var. Demek ki teknoloji, tarıma da tamamen girecek. Bazı sektörlere teknolojinin girişi çok hızlı, mesela otomotiv sektöründe robotlar çok faal. Tarıma da robotlar pilot uygulamalarla dahil oluyor. Meyveleri toplayan robotlar dahi var. Gelecekte belki de hiç işçi kullanmadan, tamamen robotlarla tarım yapabilir hale geleceğiz. Gelecekte çiftçinin tamamen denklem dışına çıkması söz konusu olabilir mi? Olabilir. Burada birkaç nokta var. Çiftçiler para kazanamamaktan dolayı zaten genel olarak tarımı terk ediyorlar. Köyden kente göç söz konusu. Ama tamamen mekanik hale gelmiş ve robotlar tarafından idare edilen bir tarım dünyasına daha vakit var. Bir de işin maliyet tarafı var. O robotları kullanabilmek için ciddi bütçelerin ayrılması gerek. Bu bütçeler otomotiv sektöründe var ama tarım sektörü küçük ölçekli işletmelerden oluştuğu için robot almak, bozulan robotu tamir ettirmek öyle pek kolay değil. Peki kentten kırsala dönüşün tarım üzerinde bir etkisi var mı? O rakamlar çok sembolik. Hem bunu yapan çok az insan var hem de olumsuz tecrübeler mevcut. Esas işi doktorluk, mühendislik, yöneticilik olan
61
bir grup insan, arazi alıp tarıma döndüğünde, sürdürülebilirlik önemli. Çünkü tarım, uzaktan yapabileceğiniz bir iş değil. Her hafta çiftliğe gitmeniz gerekiyor. Tamamen taşınayım dediğinizde de gidebileceğiniz birkaç yer var: Urla, Muğla gibi seçilmiş, daha cazip yerler. Bu kişiler buralarda zaten çok küçük ölçekli işler yapıyorlar, bunlar tarıma etki edebilecek kapsamda değiller. Son dönemde besinlerin “tarladan sofraya” şeklindeki tedarik zincirinde ne gibi değişiklikler yaşandı? Bazı startup’lar devreye girdi. Üreticilerin organize olamamasından bahsettik biraz önce, bunu aklımızda tutalım. Türkiye’nin yapısındaki sorunlardan biri de aracılar. Aracılar hem tohum, gübre gibi girdileri hem de ihtiyaç durumunda finansal desteği çiftçiye sağlayabiliyorlar. Bu finansal destek karşılığında aracılar, çiftçileri kendileriyle daha uzun süre çalışmaya veya sene sonu hasadından pay vermeye ikna edebiliyorlar. Biraz kilit bir süreç. O aracıları ortadan kaldırmak çok zor çünkü Türkiye’nin gerçeği haline gelmiş durumdalar. Tüketiciye aracı olmadan direkt ulaşabilen çok az üretici var ve ufak ölçekte kalıyorlar. Tüm Türkiye’yi bu üreticilerle doyurmanız mümkün değil. Katma değer üretme meselesine dönelim... Biz katma değer üretemiyor muyuz? Bizim ürettiğimiz, büyük ölçüde bizi doyurabiliyor. Başta biraz tahıllardan bahsetmiştim, Türkiye tahıllarda kendine yetiyor. Çok az miktarda buğday ithal edip onu makarna, bulgur gibi gıdalara dönüştürüp ihraç edebiliyoruz.
Burası aynı zamanda bir meyve ülkesi. Sorunumuzun olduğu alanlar, yağlı tohumlar ve pamuk. Yani ithalat genelde çok büyük bir sorun değil Türkiye için. Bizim sorunumuz tarımın verimsiz oluşu ve ürünün tüketiciye yüksek fiyatlarla ulaşması. İhracat keşke daha fazla olsa ama yine benzer bir durum var orada: Türkiye fındığı üretiyor ama o fındığı ürününe katarak katma değer oluşturan şirketler, yurt dışında. Aynı durum zeytinde de var. İspanya zeytini bizden alıyor, yağını çıkartıyor, bizden 1 birime aldığı ürünü 10 birime satıyor. Türkiye hep üretim safhasında takılıp kalmış. Esas para, üretimden sonra, işletme sırasında kazanılıyor. Keşke bu kadar çeşitli ürünün yetiştiği toprakları daha verimli kullanabilsek, ihracatı artırabilsek, katma değer üretebilsek de hem çevre dostu üretim yapılsa hem de ülkeye para girse.
üretimi çok verimli bir şekilde gerçekleştirdiği ve bu işin ticaretiyle zekice ilgilenebildiği için başarılı. Sera teknolojisinde en ileri konumdaki ülkelerden biri ve bu teknolojiyi de ihraç ediyor. Bir de konumu da çok avantajlı tabii, hem liman ülkesi hem de etrafında ürünlerini satabileceği nüfusu ve gelir seviyesi yüksek çok sayıda ülke var.
Tarımsal süreçler açısından yurt dışından gösterilebilecek iyi örnekler hangileri? Birkaç başarı örneği var. Hollanda, örneğin, fason olarak da tarım yapıyor. Tarım deyince biz hep gıda tarafını düşünüyoruz ama çiçekçilik de başlı başına bir sektör. Hollanda, çiçekçiliği Afrika’da gerçekleştiriyor ama menşei olarak Hollanda’yı gösteriyor. Yani Hollanda’nın tarım ihracat oranı çok yüksek ama bu ihracatı oluşturan ürünlerin hepsi Hollanda’da üretilmiyor.
Türkiye’de insanlar problemleri konuşmayı seviyor. Bütün gün durmadan yakınıyoruz. Hollanda ise “Sadece yakınarak ben etrafımdaki diğer güçlü Avrupa ülkeleriyle rekabet edemem” diyor ve mevcut durumu için çözümler üretmeye çalışıyor.
Hollanda, ülke sınırları içinde ürettiklerini ise çok verimli bir şekilde üretiyor; kısmen seralarla, kısmen teknolojiyi kullanarak, denizi doldurarak çok verimli bir şekilde yürütüyor. Ayrıca hayvancılıkta da çok iyi durumdalar. Yani Hollanda,
62
Hollanda’nın bir de altın üçgeni var, başarısında etkili olan bir diğer model de bu: Akademi, özel sektör ve kamu sektörü dengeli bir iş birliği içerisinde. Hep dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz gördüğünüz gibi. İş birliği olduğu zaman başarı geliyor. Biz Türkiye’de iş birliğini çok sevmiyoruz, kooperatifte de, şehirde de. Sadece üretici tarafında da değil, Türkiye’de tüketici tarafında da bir birlik söz konusu değil.
Türkiye’nin Sudan’dan toprak satın alıp burada tarım yapacağına dair haberler çıktı. Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Daha önce Türkiye menşeili tarım şirketleri Afrika’da bazı faaliyetlerde bulunmuştu ancak bu girişimler çok başarılı olmamıştı. Dolayısıyla bu girişimin ben çok fark yaratacağını düşünmüyorum. Bana kalırsa biz önce kendi ülkemizin tarım sorunlarını çözelim, daha sonra Afrika’ya ya da başka yerlere bakalım. Türkiye’nin tarım potansiyeli
gerçekten çok yüksek. Başarılı bir kooperatif örneği verebilir misiniz? Avrupa’daki kooperatifler, sektörü yüzde 90’a kadar domine edebiliyor. Bu örnekler, özel sektörle baş edebilecek düzeye gelmiş ölçekte. Hep verdiğim örneği vereyim: Hollanda menşeili Friesland Campina. Bu üretici örgütünün 12 milyar euro hasılatı var. 35 ülkede ofisleri var ve 100 ülkeye ihracat yapıyorlar. O kadar başarılılar ki özel sektörden yönetici transfer edebiliyorlar, özel sektörde başarılı olamamış şirketleri satın alıp bünyelerine katıyorlar. Bu nasıl oluyor? Çiftçiler çok iyi organize oluyorlar; para kazanmak ve sürdürülebilir tarım için iş birliği yapmaları gerektiğini biliyorlar. Türkiye’de kooperatifçilik açısından paylaşabileceğiniz rakamlar var mı? Türkiye’de kağıt üzerinde 12 bin kooperatif var. Ama çok bilinmiyorlar. En çok bilinenleri Tire Süt, Torku... Örnekleri en fazla 20’ye çıkarabilirsiniz. Yani kooperatifler de Türkiye’de çok verimsiz. Şu an karşı karşıya olduğumuz enflasyonun birçok sebebi var ama üreticinin organize olmaması da bu sebeplerden biri. Boğaziçi Üniversitesi bünyesinde de çeşitli kooperatif ve tarım girişimi örnekleri var. Siz bu girişimlerin içinde yer alıyor musunuz? Çok içlerinde olamadım, ben de kendimi eleştirmeliyim bu konuda. Ama bu tür irili ufaklı girişimlere çok pozitif bakıyorum ve Boğaziçi Üniversitesi’nin iyi bir örnek teşkil ettiğini düşünüyorum.
63
S ÖY L E Ş İ
Ekonomi
yeşil olabilir mi? Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Begüm Özkaynak’tan (‘97); yeşil ekonomiyi ve bu düzenin var olan koşullar altında ne şekilde uygulanabileceğini dinledik. ne anlamalıyız?” diye sorduk. Prof. Dr. Özkaynak’a göre bu kavramı, yerelde yürütülen çevre mücadelelerinden ve sosyal adalet kavramından bağımsız olarak düşünmek mümkün değil.
Sürdürülebilir kalkınma ve yönetişim, çevre iktisadı, ekolojik ekonomi, politik ekoloji ve çevre ihtilafları üzerine çalışmalar yürüten Prof. Dr. Begüm Özkaynak ile bir araya geldik ve kendisine “Yeşil ekonomiden
S ÖY L E Ş İ: FAT İ M A Ç E L İ K ‘1 8 / F O T O Ğ R A F L A R : S E R K A N E L D E L E K L İ O Ğ L U
64
Yeşil ekonomi kavramı ne zaman ortaya çıktı? 1980-1990’lar, “sürdürülebilir kalkınma” kavramının tedavülde olduğu dönemler. 1980’lerde sürdürülebilir kalkınma anlayışıyla hem çevre sorunlarının hem de yoksulluk, açlık gibi sosyal problemlerin altından kalkılabileceği düşüncesi hakimdi. O dönemler sürdürülebilir kalkınma kavramı, her boyuta ilişkin, dengeli bir anlayış getiriyor gibi düşünülse de, kavramın hayata nasıl geçirileceği konusunda farklı görüşler vardı ve ekonomik büyüme her zaman ön planda tutuluyordu. Ama bu kavram üzerine, 10-15 sene boyunca öyle çok konuşuldu ki sürdürülebilir kalkınma adeta demode, içi boşaltılmış bir kavram haline geldi. Yeşil ekonomi kavramının ilk kez 2012’de Rio+20 Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı’nda kullanıldığını görüyoruz. Bu kavram, iklim değişikliğinin gerektirdiği acil çözüm ihtiyacına bağlı olarak “Ekonomiyi ekolojik modernizasyonla nasıl hızlıca düşük karbonlu hale getirebiliriz?” sorusunun cevabı olarak ortaya atıldı. Yeşil ekonominin kabul gören genel bir tanımı var mı? Raporlar yeşil ekonomiyi, “çevresel riskler ve ekolojik kıtlıklar önemli ölçüde azalırken insan refahının ve sosyal eşitlik düzeyinin arttığı bir ekonomi” olarak tanımlıyor. Ne güzel. Ancak sorun, yeşil ekonominin ekonomi ya da çevre boyutunun konuşulduğu kadar sosyal boyutunun konuşulmaması. Kavramın tanımının her daim biraz muğlak bırakılması da başka bir problem. Mesela bu
anlayışın ekonomik büyümeye karşı nasıl bir pozisyon alacağı, sosyal adalete ve çevre adaletine ilişkin farkındalığının olup olmayacağı gibi konular netlik kazanmış değil. Burada “yeşil”i tırnak içinde kullanmak lazım, çünkü kavram fazlasıyla retorikte kalıyor. Kavramın içini doldurabilmek için sera gazı emisyonları, toplam materyal kullanımı ya da ekolojik ayak izi gibi fiziksel göstergelerin sosyal haklar ve adaletle birlikte ön planda olduğu daha net bir çerçeveye ihtiyacımız var. Yeşil ekonomiden var olan sistemin dönüşümünü mü, yoksa her şeyin sil baştan yazılmasını mı anlamalıyız? Ana akım raporlarda yeşil ekonomi, statükonun sahiplendiği bir kavram olarak göze çarpıyor. Genelde piyasalar ve özel sektör, yeşil ekonomi kavramına reformist bir yerden bakıyor. Yani var olan problemleri düşük karbonlu ekonomiye geçerek, büyük ölçüde yenilenebilir enerji ve çevre dostu teknolojiler kullanarak çözebileceğini düşünüyor. Bu, hayat tarzlarımıza çok da dokunmayan, zamana yayılmış bir geçiş hayali. Oysa kendisinden çok medet umulan yenilenebilir enerji de yanlış uygulandığı zaman bir kabusa dönüşebilir. Yeşil ekonomi vaadi piyasaya dost bir şekilde hayata geçirilebilir mi? Bu, büyük bir soru işareti. Hem fosil yakıt bağımlılığı olmayan düşük karbonlu bir ekonomiye geçmek hem de sosyal ve çevresel adalet istiyoruz. Ancak, eldeki veriye baktığımızda, ekonomik büyümenin mutlak anlamda çevre dostu olduğu bir gerçeklik henüz yok. Verimlilikle gelen göreceli
65
kaynak kazanımları, çoğu zaman ürünlerin ya da teknolojinin ucuzlayarak daha yaygın kullanılması demek. Dolayısıyla, kaynağa olan mutlak talepte, birim tasarruf olmasına rağmen, tam tersi artış gözlemleniyor. Buna “geri tepme etkisi” ya da “Jevons’ın paradoksu” diyoruz. Ayrıca piyasalar, sosyal adalet oluşturmak için doğru mecra değil. Kirli sanayilerin üçüncü dünya ülkelerine kaydırıldığını biliyoruz. Yine çözüm olarak öne çıkan karbon ticareti, iklim değişikliğine çözüm üretme potansiyelinden uzak, finansal piyasalarda kâr amaçlı yeni bir ürün gibi. Yeşil ekonomiye geçiş için ne gibi adımlar atılıyor? Bir yanda düşük karbonlu ekonomiye geçmek için yenilenebilir enerji yatırımları yapılıyor ve bu yatırımları teşvik edecek sistemler kuruluyor. Üretim süreçlerinde de birtakım iyileşmeler söz konusu, dünyada fosil yakıta dayalı sektörlerin küçüleceği öngörülüyor. Ancak sektörlerdeki küçülme bir yanıyla da iş gücü kaybı demek ki bu da toplumsal bir sorun. Bu yüzden yoğun karbonlu sektörlerde çalışan insanların başka sektörlere, yeşil işlere kaydırılması gerekiyor. Tabii bir de çalışanların adaptasyon ve eğitim süreçleri var. Diğer yanda yeşil ekonomi için kamusal altyapı ihtiyacı var. Yani sadece bireysel anlamda çevresel sorumlulukları yerine getirmek yeterli değil, tüm kamusal mekanizmaların kendini bu yeni anlayışa adapte etmesi gerekiyor. Çöp ayrıştırmadan toplu taşımaya ve alternatif üretim-tüketim pratiklerine kadar gerçek anlamda bir toplumsal dönüşüm gerekiyor.
“Doğa metalaştıkça, doğayı tüketmeye daha meyilli hale geliyor, tüketmeyi hak olarak görmeye başlıyoruz. Örneğin, karbona parasal bir değer biçtikçe ticaretinin yapılması da, dolayısıyla maddi imkanları el verenlerin daha fazla karbon salımı yapması da insanların gözünde normalleşiyor.“ Biz yeşil ekonomiyi büyük ölçüde günümüzde var olan finansal ve ekonomik sistem içinde ele alıyoruz ama ekonominin ne kadar yeşil olduğunu anlayabilmek için ne kadar enerji kullandığını, ne kadar doğal alanı yok ettiğini, ne kadar karbon saldığını, ne kadar su kullandığını fiziksel göstergelerle anlamamız lazım. Yani bize ekonomiekosistem etkileşimlerinde doğru sinyalleri verecek ve ekonominin ölçeğini ekosistem sınırları içinde tutacak bir yapı kurmamız gerekiyor. Bu sistemde düzen, yerel toplulukların karar alma mekanizmalarında söz sahibi olduğu ve böylelikle tek bir bakış açısından ziyade farklı perspektiflerin de kabul gördüğü bir sürece dönüşmeli. Büyük resimde bu adımları atmaktan oldukça uzağız. Şu an var olanlar arasında yeşil ekonomi pratikleriyle uyum sağlayabilecek bir sistem
var mı? Yoksa yeşil ekonomi, yeni dünyaya ait bir söylem mi? Bakış açılarından biri, var olan kapitalist düzen içerisinde çevre sorunlarına çare bulunabileceğini savunuyor. Parasal göstergeleri kullanarak dışsallıkları piyasa mekanizması içinde bir şekilde içselleştirerek, örneğin karbon piyasaları kurarak, yaratılan tahribata karşılık ağaç dikerek karbon salımlarını telafi edebileceğini düşünen bir anlayış. Bunlar şu an bir kısım yapılıyor ve yeşil ekonomi pratikleriyle uyumlu gibi duruyor. Oysa ekosistem bizim düşündüğümüz gibi işlemiyor. Çevreye verdiğimiz tahribatı ve yok ettiğimiz ormanları yeni fidan dikerek telafi edemeyiz. Faydamaliyet analizlerinin ve parasal değerlemelerin bazı noktalarda tabii ki işlevsellikleri var ama bu yöntemleri ekosistemi sağlıklı tutmak için temel araç olarak kullanamayız. Baktığınızda emisyon piyasalarında karbonun fiyatı, gerçek maliyeti karşılayamayacak kadar düşük. Nasıl organ ticareti yapmıyorsak, etik çerçevede ekosistemi de metalaştırmamak gerekiyor. Doğa metalaştıkça, doğayı tüketmeye meyilli hale geliyoruz. Tüketmeyi hakkımız olarak görmeye başlıyoruz. Örneğin, karbona parasal bir değer biçtikçe ticaretinin yapılması da, dolayısıyla maddi imkanları el verenlerin daha fazla karbon salımı yapması da insanların gözünde normalleşiyor. Bireyleri piyasa mantığıyla tüketici konumuna hapsetmektense, onlara bir toplumun ve ekosistemin parçası olduklarını; dünyaya karşı sorumluluklarının olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Bunu da ancak piyasa dışı kurumlar ve toplumsal normlar başarabilir.
66
Bugün çözümü kapitalist düzen içinde arayanlar dahi bunu piyasa mantığıyla mı, yoksa farklı kurumsal ve toplumsal mekanizmaları harekete geçirerek mi yapacaklarını tartışıyorlar. Bu bir yol ayrımı. Dayanışmacı ve kamusal pratiklerin ağırlığının olduğu bir düzen çok önemli. Diğer türlüsü, sanki bir şeyler yapıyormuşuz hissi veriyor ama bir yandan da gerçek çözümü öteliyor, bir ilerleme kaydedilemiyor. 20 yıldır bu alanda çalışıyorum, kavramlar değişse de aslında hep aynı şeyleri konuşuyoruz. Farkındalık artıyor ama pratikler ve tartışılan hususlar pek de değişmiyor. Yeşil ekonomi pratiklerinin uygulandığı örneklerden bahsedebilir misiniz? İyi yaşam söylemleri ve pratikleri dünyanın farklı coğrafyalarında karşımıza çıkıyor. Hindistan’da, Latin Amerika’da küçük ölçekte de olsa alternatifler, bugün hayata geçiriliyor. La Via Campesina, örneğin, hem yerelde hem de küreselde etkili bir gıda hareketi, alternatif tarım pratikleri için gıda toplululuklarını bir araya getirmiş durumda. Dünyada kâr amacı gütmeyen tüketim ve üretim kooperatifleri, insanların gönüllü katıldıkları, beraber organize ettikleri yerel inisiyatifler çoğalıyor. “Yavaş şehir” ya da “yavaş gıda” toplulukları kendi aralarında çok güzel ağlar kuruyorlar. En nihayetinde insan refahını artırmak, iyi ve kaliteli yaşamak istiyoruz. İyi yaşam derken yalnızca tükettiğimiz değil, biraz da ürettiğimiz, tükettiğimizin nereden ve nasıl geldiğinin farkında olduğumuz bir yaşamdan bahsediyoruz. Bu çerçevede, müştereklerin ve ortaklaşma pratiklerinin önemi
sektörel ya da genel anlamda çok iyi bir performans sergileyemedik ama Türkiye’de özellikle yerel toplulukların başını çektiği, ulusal düzeyde sivil toplum örgütlerinin de desteğini alan ve dünyadaki çevre adaleti söylemine eklemlenmiş ciddi bir çevre mücadelesi veriliyor. Bu anlamda umudumuz var.
de son yıllarda daha yaygın kullanılmaya, fark edilmeye başladı. Peki Türkiye için yeşil bir gelecekten bahsetmek mümkün mü? Henüz dünyada bile yolun çok başındayız. Gelişmekte olan bir ülke olarak Türkiye’de normalde yapılabileceklerin çoğunda henüz yol kat edilemedi. Aksine, yapılabilecekleri öteleyici bir yaklaşım hakim. Türkiye, enerji yoğun bir ekonomiye sahip, enerji verimliliği de oldukça düşük. Son yıllarda karbondioksit emisyonlarında inanılmaz artışlar
var, halihazırda enerji ihtiyacı ve bağımsızlığı söylemiyle beraber yeni kömür santrallerine teşvikler veriliyor, ciddi yatırımlar yapılıyor. Aynı zamanda, hafriyat ekonomisi dediğimiz, inşaat odaklı, yüksek ekolojik tahribata yol açan bir büyüme söz konusu, üstelik bu tahribatların bir kısmı artık geri dönülemez boyutlara ulaştı. Tabii diğer yandan tüm bu olumsuzluklara karşı verilen çevre mücadeleleri de gelişti. Yerel topluluklar HES’lere, ormansızlaşmaya karşı mücadele ediyorlar. Yani yeşil ekonomide
67
Sanırım büyümeyi öncelik olarak benimseyen, yeşil ekonomiye geçişi büyüme sonrasına erteleyen bir bakış açısı hakim. Bu, özellikle Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde çok sık görülen bir yaklaşım. Oysa gerçekleşmesi mümkün değil çünkü kalitesiz büyümenin geri dönülemez maliyetleri oluyor. Bugün yapılan birtakım yatırımlar ekonominin eksenini uzun yıllar bir yöne kilitliyor. Yapılması gerekenlere ilişkin var olan fırsat penceresini de yitiriyorsunuz. Bu yüzden öncelikle maliyetleri önleyici, etkilerin ortaya çıkmasını en baştan engelleyen tedbirlerin alınması gerekiyor. Var olan tüm kömür rezervlerini kullanma anlayışı, hem yenilenebilir enerji altyapılarında gelinebilecek noktayı öteliyor hem de sizi Ar-Ge’de ve rekabette geri plana itiyor. Aslında bu tür yatırımları terk etmek, yeni düzene ve en son teknolojiye geçişi de hızlandırır. Bir perspektif, büyümenin ekosisteme baskı yaratmadan sağlanabileceğini iddia ediyor ama bu hiç gerçekçi değil. Ekonominin ölçeğini gözetmek ve kalkınmaya odaklanmak gerekiyor. Yani önce ekosistemin sınırları içinde olmamız şart; yeşil ekonomiye geçiş, yeni sosyal sorunlar yaratmamak adına adil de olmak durumda. Oysa genelde bu sıralama
“Yeşil ekonomide sektörel ya da genel anlamda çok iyi bir performans sergileyemedik ama Türkiye’de özellikle yerel toplulukların başını çektiği, ulusal düzeyde sivil toplum örgütlerinin de desteğini alan ve dünyadaki çevre adaleti söylemine eklemlenmiş ciddi bir çevre mücadelesi veriliyor. Bu anlamda umudumuz var.“ reel politik içinde tam tersi şekilde işliyor. Yani ekonomik faaliyetler zarar görmesin diye geri kalan her şeyi ona adapte etmek gibi bir eğilim var. Bu yaklaşımın bizi hedeflediğimiz noktaya taşıması mümkün değil. Gözlemler, bize üretimi ve tüketimini azaltmadan ya da radikal biçimde dönüştürmeden ekosistem üzerindeki baskıyı azaltmanın ya da sosyal ve çevre adaletini sağlamanın çok da mümkün olmadığını söylüyor. Çizdiğiniz perspektifte istihdam nerede duruyor? Bir yanda sosyal boyutta istihdamı sağlamak, diğer yanda ekonomiyi ekolojinin sınırları içinde tutmak gerekiyor. Öngörülen sistem verimlilik üzerine kurulu ama verimlilik artışı ve teknolojik ilerleme insanların bir şekilde istihdamdan uzaklaşması anlamına da geliyor. Çoğu zaman
büyüme dahi istihdam sorununa cevap veremiyor, büyümenin devam ettiği bir senaryoda da işsiz kalacak milyonlar var. Bu tür sorulara hızlı cevaplar üretmektense ekonomiyi adil ve yeşil bir düzleme oturtmak ve bu esnada istihdam gibi toplumsal sorunların üzerine planlı bir şekilde gitmek gerekiyor. Yönetişimin daha ön planda olduğu, bu tür sorunlara beraber çözüm üretildiği ve istihdamın farklı kurgulandığı bir sisteme ihtiyacımız var. Yeşil ekonomi söyleminin toplumsal bir karşılığı var mı? 2012-2015 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi olarak Avrupa Birliği’nin 7. Çerçeve Programı ekseninde fonlanmış bir projenin parçasıydık. Bu projede atık yönetiminden endüstriyel faaliyetlere, nükleer santrallerden altın madeni çıkarmaya, altyapı projelerinden baraj politikalarına, çevresel tahribata yol açan faaliyetlere karşı yerel toplulukların yerel düzlemde verdikleri mücadeleler haritalandı. Herkes girip bakabilir (www. ejatlas.org). Burada birbirinden çok farklı coğrafyalardaki yerel toplulukların çok benzer söylemlerle çevre hareketinin içinde olduğunu gördük. Eskiden çevreci olmak gelişmiş ülkelerin harcı gibi düşünülürdü ama artık yoksulların çevreciliği söz konusu. Yerel topluluklar, yaşam alanlarında tahribata yol açan şirketlerle mücadele ediyor. Yerelde insanlar, doğa ile simbiyotik, ortaklaşa bir ilişki içinde olduğu için çevresel tahribatları, şehirlerde yaşayanlara kıyasla daha yoğun hissediyorlar. Diğer yanda kentsel dönüşüm ya da altyapı projeleri de şehirdeki insanları harekete
68
geçiriyor. Çünkü artık şehirdeki bizler de nefes alabileceğimiz bir alanın kalmadığının farkındayız. Türkiye’deki farkındalık ve ihtilaflar son 15 yılda hızlı bir artış sergiledi. Eskiden çevre mücadelesi derken neden bahsettiğimizi anlatmak gerekiyordu. Ama özellikle 2013’teki Gezi Parkı eylemlerinden sonra neredeyse herkes çevre ihtilafının ne anlama geldiğini öğrendi. İnsanlar artık temel sorunun ekonomik büyümenin kalitesi ve buna bağlı maliyetler olduğunun, bu maliyetlerin telafisinin mümkün olmadığının farkında. Karşımızda kendi yaşam alanlarında söz sahibi olmak isteyen ve bu hakkını aramaya çalışan bir toplum var. Çevreye karşı olan farkındalığımız arttıkça bireysel mücadele alanlarına hapsolduğumuzu hissetmemiz normal mi? Bu aslında mevcut düzenin bize empoze etmeye çalıştığı bir durum. Gereken yapısal dönüşümler yapılmadığı için, sanki çözüm bizim bireysel gayretlerimizde saklıymış gibi bir hissiyat ve suçluluk duygusu aşılanıyor. Sistem, bize belirli imkanları tanıyor da bizden sorumlu davranmamızı bekliyor sanki... Halbuki toplu taşıma imkanları yeterli ölçüde sağlandığında insanlar şahsi arabalarını bırakıp toplu taşımaya yöneliyorlar, evlerine geri dönüşüm hizmeti götürülse çöplerini daha doğru ve sistemli bir şekilde ayrıştırıyorlar. Yani bize sunulan altyapı ve kurallar gün içinde nasıl davrandığımızı da biraz belirliyor. Diğer yandan çok ciddi çevresel maliyetleri olan şirketlerin çevreyi korumaya ilişkin “yeşil badana”
diye tabir ettiğimiz göstermelik pratikleri oluyor. Örneğin, araba markaları, göz alıcı ormanlarda reklam çekip, sıfır karbon hedefini ön plana çıkarıyor. Kirli enerjiye yatırım yapan şirketlerin logoları yeşil olabiliyor. Bu süslemelerle işin içinden çıkabileceklerini sanarak suçu bireylere atıyorlar. Bireysel davranışımız şüphesiz önemli ama inşaat, enerji ve fosil yakıta dayalı yatırımlar bu kadar revaçtayken maalesef bireysel yaşantımızdaki küçük gayretler karbon emisyonlarını ve ekolojik tahribatı azaltmaktan uzak. Bunu bireysel sorumluklarımızı göz ardı edelim; örneğin istediğimiz kadar uçak yolculuğu yapalım; dört çeker yüksek aracımıza binmeye devam edelim diye söylemiyorum. Günlük yaşam pratikleri ve tutarlılık çok önemli. Üretim, tüketicilerden ve vatandaştan gelen taleplerle de dönüşüyor, dönüşmeye devam edecek. Ancak çözüm için daha dengeli bir yaklaşım gerekli.
söylüyor. Ama özellikle ana akım kurumların yayınladığı raporlar, ne yapılması gerektiğini anlatan bölümlerde, genelde suya sabuna dokunmayan reformist iyileştirmeler öneriyor, kimseyi rahatsız etmemeye, korkutmamaya çalışıyorlar. Ama bizim çok daha radikal adımlar atmaya ihtiyacımız var. Örneğin bugün fosil yakıtları hala pervasızca kullanıyoruz ama aslında bu rezervlerin üçte ikisinin toprağın altında kalması gerekiyor. Şu andan itibaren fosil yakıtlara yatırım yapmamamız, yenilenebilir kaynaklara yönelmemiz gerekiyor, sadece enerji verimliliğine odaklanmak da yetmiyor. Yeşil
20 yıldır bu alanda çalışan biri olarak sizin gelecekten umudunuz var mı? Güç odakları kısa ya da orta vadeli çıkarlarını her şeyin üzerine tuttuğu sürece sistemin kendiliğinden gerçek anlamda dönüşebileceğine inanmıyorum. Açıkçası reformist bakış açısından pek umudum yok. Buna zaman da kalmadı. Belki kalp krizine benzer ciddi bir felaketle karşılaşıldığında bakış açısı değişebilir ve geniş çapta bir dönüşüme gidilebilir. Sistemin bir şok yaşaması gerekiyor. Halihazırda bu tür şoklar yaşıyoruz aslında ama genelde kaygılar bölgesel düzeyde kalıyor. İklim değişikliği raporları, sorunlara teşhisi genelde doğru koyarak hem üretimde hem de tüketimde köklü değişikliklere gidilmesi gerektiğini
69
ekonomi, büyük ölçüde ekolojik modernizasyon üzerine kurulu bir söylem, yani teknolojiyle birlikte çevresel sorunların üstesinden gelineceğine inanılıyor. Burada elbette birtakım verimlilik artışları söz konusu. Ancak ekonomik faaliyetlerin kaynaklara baskı yapmadığı, ağırlıksız bir ekonomi yok. Dolayısıyla gerçekçi olmamız gerekiyor. Belki çok ileri teknolojik imkanlar bize yüzyıl sonra çözüm getirebilir ama bizim o kadar vaktimiz yok. Her teknoloji riskleriyle birlikte geliyor. Bu yüzden, ekosistemimiz de hastalandığına göre, daha acil ve radikal bir dönüşüme ihtiyacımız var.
S A N AT
Bir kayıt formu olarak kompost ve aynı sofrayı paylaşmak
Sibel Horada, “Bir İç Mekan Bahçesi”, 2018. Fotoğraf: Yusuf Coşkun
Sanat eserinin mutlak ve kalıcı olması gerektiğine dair inancımız 20. yüzyılın sonlarından bu yana yavaş yavaş değişiyor. Sanat alanında yaşayan, kontrolü zor malzemelerle daha çok karşılaşır olduk. Toprağın ve kompostun sanat alanında karşımıza çıkması ise günümüzün ekolojik koşullarından bağımsız olarak düşünülemez. YA Z I: G Ü L Ş A H M U R S A L O Ğ L U ‘12
70
S
ibel Horada’nın 17 Kasım-31 Aralık 2018 tarihleri arasında Depo’da yer alan sergisi “Bir İç Mekan Bahçesi”ne, Sibel’in daveti üzerine ürettiğim Ölçülü Uğraşları Olan Bir Operatör işimle katıldım. Normal şartlarda bir sanatçının kişisel sergisine başka sanatçıları davet etmesi pek sık karşılaşılan bir durum değil. Ancak bütün sergisini bir toprak metaforu etrafında kurgulayan Sibel, toprağı bir ilişkiler ağı olarak yorumluyordu. Dolayısıyla bu sergide başka sanatçılarla, konuşmacılarla, her yaştan ziyaretçilerle ve diğer türlerle ilişki kurmak onun için önemliydi. Sıkça yaptığımız sergi turlarında, Sibel benim işimin sergiye hazırlık sürecinde toprağın içinde olduğunu ve onun yüzeye çıkması için alan açmak istediğini, sergiye dahil olan diğer sanatçı Cevdet Erek’in işiyle ise arkeolojik bir karşılaşması olduğunu söylüyordu. Merkezine büyük ölçekte bir kompost düzeneğini ve toprak üretme fikrini alan sergide Sibel, toprağın derinliklerinde, yüzeyinde ve üzerindeki birçok katmanla ilişki kuruyordu. Tıpkı toprakta olduğu gibi, “Bir İç Mekan Bahçesi”nin oluşumunda, yaşatılmasında ve sürdürülebilmesinde de birçok aktör rol oynadı: Serginin küratörü Lara Fresko, vermikültür danışmanı Hakan Türkkuşu, bütün gün Depo’daki ofislerde ve Açık Radyo’da çay ve kahve içip posalarını itinayla biriktirenler, sergiye bahçelerinden çelikler kesip getirenler, gün sonunda artıklarını getiren manav, programda kullandıkları gazeteleri bağışlayan Açık Gazete ekibi, sergideki kompost atölyelerine gelen meraklı katılımcılar, kağıttan komposta karışan karbon, kahveden gelen nitrojen ve tabii ki kırmızı
kompost solucanları (eisenia fetida) ve tüm bu birlikteliklerde yaşam bulan bakteriler ve mikroorganizmalar... Sanat eserinin mutlak ve kalıcı olması gerektiğine dair inancımız 20. yüzyılın sonlarından beri yavaş yavaş değişiyor. Bu fikir kırıldıkça sanat alanında yaşayan, kontrolü zor malzemelerle ve tabiattan öğelerle daha çok karşılaşır olduk. Toprağın ve kompostun sanat alanında karşımıza çıkması ise günümüzün ekolojik koşullarından bağımsız olarak düşünülemez. İklim değişikliği ve insanın Antroposen dediğimiz çağda doğaya yaptığı tahribatın geri döndürülmez oluşu artık yadsınamaz gerçekler ve bunlarla ilişkili olarak kendimizi toprak ve sürdürülebilirlik üzerine her zamankinden daha çok düşünürken buluyoruz. Kompost ve içerisine girenler bir mekanın atığı, ürettiği çöp gibi düşünülebilirken aynı zamanda bir mekanda olan bitenin organik bir kaydı olarak da yorumlanabilir. “Bir İç Mekan Bahçesi” için her gün biriktirilen çay ve kahve posalarının miktarının günün bir nevi ritmini,
manavdan gelen artıkların ise günün hasılatını yansıtması gibi. Sanat alanında kompostla ilk karşılaştığım iş ise kompostu bambaşka bir bağlamda benzer bir kayıt tutma yöntemi olarak kullanıyordu. Rosella Biscotti’nin “The Encyclopedic Palace” (Ansiklopedik Saray) başlıklı 55. Venedik Bienali’nin ana sergisi kapsamında gösterilen “I dreamt that you changed into a cat... gatto...ha ha ha” (Rüyamda bir kediye dönüştüğünü gördüm...bir gatto’ya...ha ha ha) işi, izleyiciyi ilk bakışta malzemesini ele vermeyen minimalist heykeller ve bir ses kaydıyla karşılıyordu. İşin ortaya çıkışının ise formların belli ettiğinden çok daha katmanlı ve uzun vadeli bir kurgusu vardı. Mekana bir krokiyi andıran şekilde yerleştirilmiş bu formlar, Venedik’teki Giudecca adasında bulunan kadın hapishanesinde mahkumların ürettiği/topladığı organik atıklardan oluşan komposttan yapılmıştı. 2013 yılında bu işi üretirken Biscotti, altı ayını bu hapishanede düzenli olarak çalışarak geçirmiş ve hapishanede bir ‘düşsel laboratuvar’ kurmuş. Bu aylar boyunca bütün mahkumlarla teker teker tanışıp onlardan rüyalarını kendisiyle
Claire Pentecost, “soil-erg”, 2012. Fotoğraf: Jürgen Hess
71
paylaşmalarını istemiş ve bu rüyaları kaydetmiş. Biscotti’nin laboratuvar kapsamında aldığı ve mekanda formlara eşlik eden ses kayıtları; kurumun, mahkumların kişisel hikayelerinin, hayallerinin, gerçekliklerinin ve bilinçaltlarının kaydını tutarken, üretilen kompost; mahkumların emeğinin, orada geçirilen zamanın ve hapishanenin tekrar eden döngüsünün kaydını tutuyordu. Toprak üretme fikrinden yola çıkan bir başka iş ise Claire Pentecost’un documenta 13 için ürettiği ve daha sonra 13. İstanbul Bienali’nde de gösterilen “soil-erg” adlı işi. Bu proje kapsamında Pentecost, el yapımı topraktan, komposttan yapılmış altın külçelerini andıran formları, petro-dolara alternatif bir para birimi yani ‘soil-erg’ olarak sunuyordu. Diğer para birimleri gibi soil-erg de son derece soyut, ancak maddeselliği tüketilmesi için farklı bir bağlamı gerekli kılıyor. Ağır ve kırılgan olduğu için dolaşıma girmesi pratik değil ve bu sebepten de işlevselliği belli bir bölgeden bağımsız düşünülemiyor. Sibel’e benzer şekilde Pentecost da toprağı yaşayan bir sistem olarak yorumluyor. Aynı zamanda sağlıklı toprağın ancak mekana özgü bilgiler ve devamlı bir emeğin bir araya gelmesiyle oluşabileceğini ekliyor. Toprak üretmeyi sosyal ve biyolojik süreçlerin buluştuğu bir pratik olarak kavramsallaştırıyor. “Bir İç Mekan Bahçesi” boyunca koreografisini Sibel’in üstlendiği birçok süreç işledi. Duvarlara kelepçelerle tutturulmuş kavanozlardaki çelikler haftalar boyunca köklendi, kompost solucanları düzenli olarak toplanan atıklarla beslendi,
Sibel Horada, “Bir İç Mekan Bahçesi”, 2018. Fotoğraf: Yusuf Coşkun
sulandı ve çalıştı, Açık Gazete’den alınan gazeteler periyodik olarak doğrandı; sergi turları ve atölyelere gelen katılımcıların yardımıyla suda çözünen saksılara dönüştürüldü. Serginin son günündeyse köklenen çelikler üretilen kompostla buluştu, yapılan saksılara dikildi ve gelen ziyaretçilere dağıtıldı. Sergi bitmiş olsa da ürettikleri ve bunların sürdürülebilirliği yine birçok farklı aktöre teslim edildi: Toprağa karbon sağlayacak gazeteden saksılara, bitkileri ve solucanları sahiplenenlere, suda ve toprakta farklı büyüyen bitki köklerine... Tek bir sanatçının iradesiyle başlayan sürecin birçok farklı iradeye teslimi ve bu işte en başından beri olan kolektif var etme, üretme ve sürdürme hali, Pentecost’un “soil-erg”e eşlik eden “Notes from the Underground” (Yer Altından Notlar) yayınındaki şu cümleleri getiriyor aklıma: “Toprak sürekliliği olan bir toplumsal yapı. Ben de öyleyim. İnsan vücudu dediğimiz şey,
72
içerdiği insan hücresi sayısından 10 kat fazla bakteriden oluşuyor. Cildimizde, bağırsaklarımızda, her bir oluğumuzda ve daha kim bilir nerelerde yaşıyorlar. Bu bakterilerin çoğu bizimle ‘komensal’. İki tür birbiriyle komensal bir ilişkide olduğunda, türlerden biri diğerine zarar vermeden yarar sağlar. Komensal aynı zamanda Latincedeki kom (beraber) ve mensa (masa) köklerinden gelir ve ‘aynı sofrayı paylaşmak’ anlamını taşır.” Toprak farklı türlerin beraber çalışmasının, üretmesinin ve bu üretimden beraber fayda sağlamasının gündelik yaşantımızdaki en belirgin örneği. Alışılageldik üretim ve tüketim biçimlerimizin vadesini doldurduğu ve artık işlemediği günümüzde ise vücudumuzda hazırda var olan bu komensal ilişki formu her zamankinden daha çok öne çıkıyor.
Kaynakça: Claire Pentecost, 2012. “Notes from the Underground”, s. 12.
B Ü ’D E N H A B E R L E R
Korkarak yaşamak BÜMED Kafa Kafaya sohbet serisinin 20 Şubat’ta gerçekleşen buluşmasının odağında “Korkunun Hafızası” vardı. Etkinlikte Dr. Gizem Şimşek Kaya ile Doç. Dr. Güneş Ünal ‘08, korkunun hayatımızdaki yerini tartışmak üzere bir araya geldi. Korku, öfke, tiksinti, üzüntü, şaşkınlık ve mutluluk... Genlerimize kodlanmış bu hisler, tarihin başlangıcından beri davranışlarımıza, rüyalarımıza ve tarihsel çizgideki ilerleyişimize yön veriyor. Özellikle korku, bütün canlılar için en kaçınılmaz olanı. Günlük hayatta artık karşılaşmasak bile, zihnimize kodlanmış korku öğeleri farklı formlarda kendini yeniden var ediyor. Peki korku kolektif hafızada nasıl bir yer tutuyor? Doğuştan gelen korkuyla öğrenilmiş korku arasındaki farklar neler? Temel hislerin olumsuz çağrışımlarının altında hangi sebepler yatıyor? BÜMED Kafa Kafaya sohbet serisi, 20 Şubat’ta bu sorulara yanıt aramak üzere Dr. Gizem Şimşek Kaya’yı ve Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Güneş Ünal’ı ağırladı. İnteraktif geçen sohbette öne çıkan konular arasında korkunun temelleri, farklı kültürlerde sergilenişi ve diğer hislerle olan bağlantıları
vardı. Doç. Dr. Güneş Ünal, korkunun insanı hayatta tutan temel güdü olduğunu belirterek korkmayan atalarımızın evrimsel süreçte yok olduğunu anlattı. Deney bulguları paylaşan Ünal, beyninde korkuyu uyaran hücreleri olmayan farelerin öldüğünü aktardı. Yani araştırmalar, korkunun hayat için vazgeçilmez olduğunu kanıtlıyor. Ancak belleğimizde yer alan her korku öğesi doğuştan gelmiyor. Ünal, toplumdan uzakta yetişmiş bir insanın toplumsal hafızada yer edinmiş sembollerden etkilenmeyeceğini söyleyerek öğrenilmiş korkunun hayatımızdaki yerine işaret etti. Ayrıca canlılarda belli bir limitin üzerindeki herhangi bir uyarana karşı tepkinin korkmak olduğunun altını çizdi. Türk korku sineması üzerine çalışan Dr. Gizem Şimşek Kaya ise bilinmeyenin insanlık için korkutucu olduğuna değinerek söze başladı. Tarihteki ilk sinema gösterimi olan Trenin Gara Girişi adlı film, insanların kendilerine doğru gelen trenden H A B E R : H A B İ B E Ç I K I L I O Ğ L U ‘18
74
korktukları bir deneyime dönüşmüştü. Şimşek bu örnek üzerinden korku, bilinmezlik ve inançlar arasındaki ilişkiyi değerlendirdi. Sanatın her dalının toplumu yansıttığını belirten Şimşek; korku filmlerinin de her dönemin ve ideolojinin izlerini taşıdığını aktardı. Yabancı korku literatüründeki vampir gibi canavarların Türkiye’de karşılık bulmamasını ise inançlarla korku arasındaki ilişkiye bağladı. Kontrollü deneyimlerle korkularla yüzleşmek ve korkunun toplum inşasındaki rolü de sohbette öne çıkan başlıkları arasında yer aldı. Hayatın özünde yer alan duyguların hafızadaki yerinin tartışıldığı etkinlikte, medeniyetin içinde katmanlaşan içgüdülerimiz ele alındı. Temellerini keşfetsek dahi, korkmaktan kaçamayacağımız aşikar. Kolektif hafızamıza yerleşmiş bu duygunun ayak sesleri, uygarlık tarihi boyunca bizi takip edecek gibi görünüyor. Kaliteli bir yaşam için bu varoluşsal duyguyla yaşamayı, onu yönetmeyi öğrenmemiz gerekiyor.
B Ü ’D E N H A B E R L E R
Farklılığın sınırlarını aşmak BÜMED, Kafa Kafaya konuşma serisinin 6 Mart’taki buluşmasında, Tohum Otizm Vakfı Kurucu Başkan Yardımcısı Aylin Sezgin ‘86 ile Fizyoterapist Sedef Tezer’i ağırladı. Çoğunluktan farklı olanları ayrıştıran bir toplumun içinde yaşıyoruz. Her bilgiye ulaşmanın mümkün olduğu bu çağda dahi, kendimizden olmayanın sesini duymakta zorlanıyoruz. Farklılık hep kapalı kapılar ardında. Peki farklı olanı neye göre tanımlayabiliriz? Toplum farklılıkların farkında mı? Otizm hakkında ne kadar bilgi sahibiyiz? 6 Mart’ta gerçekleşen BÜMED Kafa Kafaya sohbeti bu sorular üzerine şekillendi. Fizyoterapist Sedef Tezer ile Tohum Otizm Vakfı Kurucu Başkan Yardımcısı Aylin Sezgin; kendi tecrübeleri üzerinden Türkiye’deki ve dünyadaki eğitim yöntemlerinden, toplumun farkındalık seviyesinden ve otizm hakkında yapılması gerekenlerden bahsetti. Benzer deneyimlere sahip katılımcıların da söz aldığı ve otizme dair deneyimlerin samimiyetle ele alındığı sohbette toplumu bilinçlendirmenin önemine işaret edildi. Aylin Sezgin söze vakfın
kuruluşuna uzanan hikayesini anlatarak başladı. Türkiye’deki kliniklerde tanık olduğu etik dışı uygulamalara değinen Sezgin, bu alanda verilen eğitimin yetersiz olduğunun altını çizdi. Vakfın Türkiye’de otizm algısıyla ilgili yaptığı araştırmanın sonuçlarını paylaşan Sezgin, otizmin ne olduğunu tanımlayabilen kişi sayısının 2017’de yüzde 58; belirtileri bilen kişi sayısının ise 2018’de yüzde 17 olduğunu aktardı. Bu üzücü rakamların yanı sıra insanların otizmi akraba evliliğinin sonucu ya da hastanede tedavi edilebilir bir durum olarak görmeleri, ülkenin farkındalık seviyesini ortaya koyuyor. Sezgin ayrıca, otizmi üç saat içinde teşhis edebilen testlerin Türkiye’ye gelmediğini ve henüz gidilecek çok yolumuz olduğunu ifade etti. Sezgin, çocukların zarar görmemesi için dünyaya adapte olacak şekilde eğitim almaları gerektiğini de vurguladı. Sedef Tezer, özel eğitimin yanı H A B E R : H A B İ B E Ç I K I L I O Ğ L U ‘18
76
sıra nöro-gelişimsel bozukluk olarak tanımlanan otizmin tedavisinde fizyoterapinin öneminden bahsetti. Çocuğun erken aşamada beden aklının oluşmasının tüm geleceğinde etkili olduğunu söyledi ve sinirsel gelişimin önemine işaret etti. Bedeni akıllanan çocuklarda kaygı seviyesinin azaldığını aktaran Tezer, bu sayede ortama daha iyi uyum sağlayabildiklerini belirtti. Herkesin birbirinden bir şeyler öğrendiği buluşmada, birlik olmanın ve farkındalığın önemi vurgulandı. Ben-öteki ayrımı yapmadan farklılığın sınırları empati ve hoşgörüyle çizilebilir. Fakat otizmin belirtilerini bile bilmeyen bir topluluktan empati kurmasını bekleyemeyiz. Bunun içinse farkındalık yaratarak bilinçli bir toplum oluşturmak ve farklılıkları kapalı kapılar ardında tutmamak gerekiyor. “Bu çocukları istemiyoruz” cümlesini lügatımızdan çıkarmak ve farklı renklerimizle bir arada yaşamak için, hepimizin üzerine düşen görevler var.
E-POSTA TASARLAMAK ARTIK DAHA KOLAY Kitlenize şık e-postalar gönderip, kampanya veriminizi artırmak artık çok basit. SmartMessage sürükle bırak e-posta editörü ile dakikalar içinde tasarımınızı tamamlayın ve gönderimlerinizi gerçekleştirin. Tüm dünyada SmartMessage’ı tercih eden 2000’i aşkın kuruma siz de katılın.
Teknik bilgi gerektirmeyen kolay kullanım Hazır şablonlar ile dakikalar içinde gönderim Dizüstü bilgisayar, mobil ve tablete uyumlu görünüm Detaylı raporlama ile performans ölçümü
B Ü ’D E N H A B E R L E R
Stil üzerine BÜMED, Kafa Kafaya sohbet serisinin 13 Mart’taki etkinliğinde, marka yönetimi uzmanı Yelda İpekli ile moda tasarımcısı Hakan Akkaya’yı konuşmacı olarak ağırladı. Her şeyin seri üretildiği ve tüketildiği çağımızda artık sadece fast food değil, fast fashion ürünleri de hayatımızın ayrılmaz bir parçası. Özgün olmanın imkansıza yaklaştığı bir zamanda yaşasak da hâlâ her şeyiyle bütünlüklü bir imaja ulaşma peşindeyiz. Seçtiğimiz markalar sadece işlevleri için kullandığımız eşyalar değil, aynı zamanda birer ifade aracı. Peki, stil günümüz dünyasında ne anlama geliyor? Bireyler mi modayı yönlendiriyor, yoksa tam tersi mi? Moda endüstrisi taklit kültüründen mi besleniyor? 13 Mart’ta BÜMED’de gerçekleşen Kafa Kafaya buluşması, bu sorular üzerine marka yönetimi uzmanı Yelda İpekli ile moda tasarımcısı Hakan Akkaya’yı konuk etti. Etkinlikte kariyer yolculuklarını paylaşan konuşmacılar, Türkiye’de markalaşma konusunu ve
modanın bireyler için ne ifade ettiğini tartıştı. İçinde yaşadığımız zamanın önkoşulu haline gelen yıkıcı eleştirelliğin bir kenara bırakıldığı sohbette stilin hayatımızdaki yerine sonuç odaklı değil, yaratıcı bir süreç olarak yaklaşıldı. Hakan Akkaya, moda sektöründe başarılı olmanın eğitimden ziyade deneyime bağlı olduğunun altını çizerken, Türkiye’de markalara sahip çıkılmadığını ifade etti. Markalaşma dinamiklerini değerlendiren Yelda İpekli başarılı üretimler yapılmasına rağmen, Türkiye’de marka konseptinin doğru anlaşılmadığını belirtti. İpekli’ye göre marka olmak, yurt dışına satış yapmaktan ya da yurt dışı mağazaları açmaktan çok, vizyonla alakalı. Yani ticari bir sonuçtan ziyade, uzun süreçte tercih edilebilir olmak H A B E R : H A B İ B E Ç I K I L I O Ğ L U ‘18
78
markalaşmanın olmazsa olmazı. Yelda İpekli ayrıca pazarlamanın tasarım gibi duygu ile matematiğin harmanlandığı bir bilim dalı olduğuna da işaret etti. Başarılı pazarlamanın anahtarının yaratıcılığı sınırlamadan çözüm üretmek olduğunu söyleyen İpekli, körü körüne bağlanmadan yorum katabilmenin öneminin altını çizdi. Stil, bugün giydiğimiz giysilerden çok daha fazlasını ifade ediyor. Giysileri nasıl taşıdığımızı; duruş, davranış ve ses tonu gibi bileşenleri de kapsıyor. Ancak kavramın bütünleyici çağrışımları ve hayatla ilişkisi henüz göstergelerimize yerleşmedi. Oysa stil, binaların görünüşünden evimizdeki eşyaların seçimine kadar birçok unsura bağlı. Stil sahibi olmak da dolayısıyla, hayatta farklı bir çözüm yaklaşımına sahip olmak anlamına geliyor.
B U TA R I M
BÜMED’in BUTarım Projesi devam ediyor BUTarım, 2015 yılında tarıma ilgi duyan Boğaziçi mezunlarının güçlerini birleştirmesi sonucu ortaya çıkmış, doğası gereği uzun dönemli, sürdürülebilir bir girişim. İlk hedefi zorlu şartlarda şirketi kurup arazi satın almak olan proje, 2016 yılında 50 tona yakın mahsul çıkararak, belirlediği ilk hedefin çok daha ötesine ulaşmıştı. Başta yola elma tarımı ile çıkan BUTarım, alanını genişletip badem, ceviz, zeytin, nar gibi farklı ürünlerin yetişeceği projeler geliştiriyor. Efektif tarım, dünyanın içinden geçtiği dönüşümden dolayı artık eskisinden de önemli. Ekili alanların giderek azalması, ekili alanlardan verim alınamaması, küçük çiftçilerin yüksek maliyetler yüzünden tarım harici gelir kaynaklarını tercih etmesi, giderek daha çok insanın şehir hayatını ve şehirdeki işleri tercih etmesi dolayısıyla
tarım alanında yapılacak girişimler de öyle. BUTarım, tohumları 2015 yılında ekilen, BÜMED bünyesindeki ilk anonim şirket. Boğaziçi mezunlarının veya birinci derece yakınlarının hisse alarak ortak olabileceği BUTarım; projelerine, sebze ve meyve üretimlerine bir yenisini eklemek için
YA Z I: E L İ F B AY R A M
80
var gücüyle çalışıyor. Kolay yetiştiği ve raf ömrü uzun olduğu için kârlı olan elma, BUTarım’ın 183 dönümlük alana yayılan ve Manisa’nın Salihli ilçesine bağlı Köprübaşı köyünde bulunan arazisinde yetişen ilk ürün. Tarla olarak alındığında ilk mahsulünü dört yıl sonra verebilecek bahçe projesi, içinde üç yaşında dikili ağaçların bulunduğu bir arazi alınarak bir yıl sonra mahsul alınmasını sağlayan bir projeye dönüştü. BUTarım’ın elma üretimi böylece daha da ivme kazandı. Bu atakla BUTarım, hedeflerine hızlı ve emin adımlarla yürüyen bir kurumsal girişim örneği olarak dikkatleri üzerine çekti. BUTarım Projesi’nin Başkanı Cenk Erten ‘93 şöyle diyor: “Şu anda 3-6 yaşlarında 10 binin üzerinde, Fuji, Scarlet Spur ve Pink Lady çeşitlerinde ağacımız var. Bahçemizin İyi Tarım Uygulamaları (İTU) sertifikası mevcut. Bölge için örnek tarım işletmelerinden birini oluşturmayı da amaçlıyoruz.” Bir dernek bünyesinden çıkıp anonim bir tarım şirketi olmaya uzanan yol; hisselerin devri, projenin başarılı olması ve tabii ki tarımın doğasında olan hava şartları gibi çeşitli risklerle dolu. BUTarım’ı benzeri diğer girişimlerden ayıran bir özelliği de bugüne kadar aldığı hızlı ve doğru kararlarla bu riskleri avantaja çevirebilmesi. BUTarım, konuyla ilgili bir uzmanlığı olmayan, üniversite mezunu tarım meraklılarının bir araya gelmesinden oluşuyor. Kimi beyaz yakalı, kimi şirket sahibi, kimi akademisyen, farklı meslek gruplarından gelen ve ortak
payda olarak tarımla ilgilenen Boğaziçi mezunları (veya birinci dereceden yakınları), bir araya gelerek toprak alıyor ve üretim yapmaya başlıyor. Bu özelliğiyle BUTarım, eskisine göre çok daha az rağbet gören tarım ve çiftçilik fikrini yeniden gündeme getiriyor, yeni teknolojilerin ve modellerin tarımda kullanılması için aracı olmaya çalışıyor.
Bilinçli büyüme Türkiye’de tarım sektörünün en önemli problemlerinden olan hacim-verim meselesi BUTarım’ın çıkış noktalarından biri. Türkiye’de küçük çiftçilerin sayısı fazla, ekili alanların hacmi ise küçük ama hacim küçüldükçe sabit maliyet artıyor ve verim azalıyor. Sonrasında küçük çiftçi ekonomik sıkıntılarla baş başa kalıyor, bir süre sonra ise borca girerek toprağını büyük çiftliklere satmayı tercih etmek zorunda kalıyor. İşte bu aşamada BUTarım anonim bir şirket olarak kolları sıvıyor. Ortaklık modeliyle sabit maliyetler en aza indiriliyor ve hep birlikte daha büyük bir arazi alınıyor, gerekli yatırımlar yapılabiliyor. Her çiftçi 5 dönüm araziye sahip olabilecekken 50 kişi birleşip 250 dönümlük bir araziye sahip olunca, daha az masraf çıkıyor ve ortaya daha iyi ürün konuyor.
Tarımda bugün ve yarın Tarım sektöründe büyümeyi hedefleyen bir şirket olarak BUTarım için Türkiye’de tarımın bugünü ve yarını önem arz ediyor. Tarımın küçük yatırımlarla yapılması, hem üreticiyi hem tüketiciyi; dolayısıyla aracı dışında sistemin içindeki herkesi
81
kötü etkiliyor. Hasat az olunca, çiftçi mahsul çıkar çıkmaz satmak zorunda kalıyor. Asıl kazanç bu durumda çiftçiden ürünü alıp pazara getiren aracının oluyor. Türkiye’nin ihtiyacı, BUTarım gibi ortaklık modelleriyle tarımda geniş alanda yapılacak büyük yatırımlar. Bu şekilde olduğu zaman sabit maliyet düşerken, kâr payı da artıyor. Bu modellerin uygulanamaması noktasında Türkiye’nin yaşadığı en büyük sorun, bilimden ve teknikten gereği kadar yararlanılamaması. Dünya çapında düşünüldüğünde de artan nüfus ve yerleşmeyle tarım arazileri hem sayıca azalıyor hem boyut olarak küçülüyor. Az alandan çok ürün almak olarak özetlenebilecek dikey tarım gibi mevcut ve yaygınlaştırılmaya çalışılan modellerin dışında, BUTarım yeni alternatiflerin neler olabileceğini de düşünmeye devam ediyor. Bu işi Türkiye’de uygulamaya çalışırken, hem bilimden hem ticaretten anlayan iş ortaklarıyla yoluna devam etmeyi planlıyor. Başkan Erten ‘93, projenin geleceğine dair şunları söylüyor: “Takip eden süreçte her ne kadar iklim değişikliği dolayısıyla maruz kalabileceğimiz olumsuz doğa olayları, azalan yer altı suları gibi mücadele etmemizi ve çözüm bulmamızı gerektiren gerçekler olsa da, farklı tarım ürünleri ile riskimizi dağıtacak ve gelirimizi artıracak yatırımlar üzerine araştırmalarımız devam ediyor. Gerçeği söylemek gerekirse tarımsal üretimi ve bu araştırmaları birlikte yapmak, bizi heyecanlandırıyor.” Ayrıntılı bilgi ve iletişim için: 0533 411 66 16; butarim@bumed.org.tr
SEYAHAT
Toprağın çocuğu
AYVALIK Doğanın ve toprağın cömertliğini, insanın toprağa duyduğu saygıyı ve sevgiyi, her an, her adımda hissettiğiniz bir zeytin diyarı Ayvalık. Ve Ayvalıklılar; insanın, Toprak Ana’nın çocuğu olduğunu gönülden biliyorlar.
YA Z I: Z E Y N E P AT I L G A N B O N E VA L ‘95 / F O T O Ğ R A F L A R : A L P B O N E VA L , U N S P L A S H
82
A
yvalık doğa, tarih, kültür, sanat ve lezzet zenginliğinin iç içe geçmiş beraberliğinin yaşandığı, eşsiz güzellikte bir yer. Burayı ziyaret etmek için bahar ayları doğru bir tercih...
ÇAMLARLA DENİZ ARASINDA BİR NOSTALJİ: AYVALIK Oksijen dolu mis gibi tertemiz hava, masmavi gökyüzünde şekilden şekle giren pamuk gibi bulutlar, güneşin yakmadan ısıtan, daha keskinleşmediği için her yeri yumuşacık aydınlatan nefis ışığı, aşağıda pırıl pırıl lacivert deniz, tepede yemyeşil dev çam ormanları, tarihi taş evlerin dizildiği labirent sokaklar, bahçelerde pembe ve beyaz çiçeklerle bezenmiş baharlar, eflatun erguvanlar, kapı
83
önlerinde renk renk sardunyalar, akşamsefaları, güneşe uzanmış kediler, ev önüne park etmiş traktörler, sokaklarda oynayan çocuklar, kapı önü sohbet eden komşular, gelen geçene selam veren nineler, kahvede dedeler… Yağmur sonrası taze toprak kokusu, deniz kıyısına hafifçe vuran dalga sesi… Ayvalık gerçekten çamlar ile deniz arasında bir nostalji. Kasaba dışına adımınızı atar atmaz fıstık yeşili çimenlerin üzerine bir battaniye gibi örtülmüş beyaz papatyalar ve sarı çiğdemler ile karşılaşıyorsunuz. Gelincik, ıtır, ballıbaba, yaban gülleri, iğde çiçeklerinin renk cümbüşü… Rüzgarla denizden gelen yosun ve iyot kokusuna karışan kekik aromaları… Alabildiğine uzanan zeytinliklerin rüzgarla salınan gümüş yeşili yaprakları… Cunda yollarında yabani lavantalar, Kozak’a doğru dere tepe yükselip alçalan yollarda dev fıstık çamları… Yollarda inekler, koyunlar, otlayan atlar… Göletlerde toplanmış flamingolar… Buralar baharda adeta bir doğa harikası.
ADA RUHU Ayvalık’ta tam bir ada ruhu var. Herkes birbirini tanıyor, günde beş kez karşılaşıp selamlaşıyor. Yöreliler kalender, geniş gönüllü, bol muhabbetli, samimi insanlar. Herkes güler yüzlü, yardımsever, dayanışmacı, misafirperver. Ziyarete gelenlere yardımcı olmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bir soruyorsunuz, bin işitiyorsunuz; iyi anlamda. Yol mu tarif edilecek, en detaylısı, bir anıt hakkında bilgi mi soruldu, tarihinden hikayesine tam teşekküllü bilgi aktarımı… Zeytincisinden sabuncusuna, tatlıcısından bakkalına, pazarcısından esnafına,
mandırasından kahvesine, herkes yaptığı işi seviyor. Kuşaklardır devam eden baba mesleği, aynı mahallede aynı ev, aynı komşular, aynı kahveler, aynı deniz, aynı gökyüzü; bildikleri sevdikleri yaşamları bu. Hırslar, yapmacıklıklar, rant hesapları karışmamış; bulandırmamış masum kasaba yaşantısını. Bir yörenin geçim kaynağı halkının sosyolojik ve psikolojik profilini tanımlar derler ya, kuşaklardır zeytinci olan Ayvalıklılar, zeytinin toprağa kök saldığı gibi köklenmişler memleketlerine. Zeytin için boşuna “yaşam ağacı” dememişler; Ayvalıklılar da
84
yaşamlarına ve topraklarına sahip çıkıyorlar; “yabancılara sat, çık git” demiyorlar. Ayvalık’tayken mutlaka bir pazar deneyimi yaşamanızı öneriyorum. Ziyaretiniz perşembe gününe denk gelirse Ayvalık’ta, cumartesi gününe denk gelirse Cunda’da kurulan pazarı sabahtan bir dolaşın. Otların en çeşitlisi, en tazesi Ayvalık civarında: İzvinya (yabani kuşkonmaz), deniz fasulyesi, arapsaçı (rezene), turp otu, ebegümeci, akkız (şevketibostan kökleri), cibez, istifno, hindiba (radika), papule, hardal otu, deniz börülcesi, zaho, ısırgan otu, kuzukulağı,
muhliye, kazayağı. Bazılarının ismini ilk defa duyduğumuz bu yabani otlar; kimileri taze bırakılarak, kimileri haşlanarak kimileri de kavrularak, yumurtalı izvinya, ahtapotlu akkız, supyalı arapsaçı, kıymalı ebegümeci gibi yemeklere dönüşüyor. Her salataya, sıcak ve soğuk mezeye, deniz mahsulüne ve et yemeğine mutlaka birisi lezzetini katıyor. Kimileri mevsiminde, kimileri yıl boyunca bulunabilen bu otların, gelinlik kız gibi demetlenerek sergilendiği Ayvalık pazarları, adeta birer aromatik geçit töreni yaşatıyor.
Sızma Han Otel
Baharda deniz sezonu açılmamış olduğu için Ayvalık, Cunda, Madra Dağları, zeytinci köyleri ve Kozak Yaylası gibi civar bölgeleri keşfe çıkabilir; günübirlik sürüş ve yürüyüş rotaları belirleyebilirsiniz.
KONAKLAMA ÖNERİLERİ Sızma Han Otel: Denize uyanmak, göl gibi sakin suyun sükunetini, yavaş yavaş kalkan sisin fısıltısını, güneşin ılık ışıltısını, hafifçe esen meltemin serinliğini, balıkçı teknelerinin dalga dalga izlerini içine çekmek. Sızma Han’da uyanmak gerçekten büyük bir nimet. Bir de mutfakta Aslı, Hüseyin, Mürşide’nin elinden tazecik çıkmış böreklerin, pişilerin mis gibi kokularına, otelin mucizesi Şımarık’ın masum bakışları ve uzanan patileri eklendi mi, her yeni sabah büyük bir armağan gibi geliyor insana. Otelin sahibi ise Ali Sinan Sabuncu ‘07. Beyaz Yalı Otel: Ayvalık’ta her kapı size yeni bir keşif, yeni bir cevher sunuyor. Denizin kenarında 1908’de yapılmış taş bir binada yer alan Beyaz Yalı, rüya gibi bir otel. Tuba & Murat Özcan çifti ve kızları Ezgi ile
Yasemin’in ev sahibesi olduğu altı odalı otel, son derece zarif ve zevkli döşenmiş. Sarımsak taşı ve ahşap ağırlıklı doğal yapı; ferforje aydınlatmalar, lifli doğal sazdan halılar ve kilimler, şamdanlar, cam sürahiler, fincanlarla süslenmiş. Ama burada başrol, Tuba Hanım’ın doğadan ve kadın figürlerinden ilham alarak ürettiği el emeği seramikleri. Otelin ikramları ise oldukça lezzetli. Ekşi mayalı börekler, lorlu ve Kars kaşarlı kol börekleri, siyezli mantılar, gözlemeler, balık çorbaları, taze lor tatlısı, hepsi enfes.
GİTMEDEN DÖNMEYİN Sızma Han Restoran: Sızma Han’ın denizin yanı başında, yemek yediğiniz restoranı Ayvalık’ın en rafine mutfağının kurucusu Hande Solakoğlu’na emanet. Hande; Osmanlı, Türk ve Ege mutfaklarında adeta bir tarihçi ve arkeolog gibi çalışıp, köklerimize dair lezzetleri bir bir kazıyarak çıkarıp, onları yeniden
85
Beyaz Yalı Otel Santimetre Porselen
Ayvalık tarihi: Tarihte Cisthna, Taliani ve Kydonia gibi isimler alan Ayvalık’ın bilinen ilk sakinleri Edremit Körfezi adalarında koloniler kuran Misyalılar. Yerleşim; MÖ 330-30 arası Makedonyalıların, MÖ 30MS 395 arası Romalıların, 395-1453 arası Bizanslıların hakimiyetinde kalmış. Ayvalık’ın bilinen tarihiyse 1623 yılına kadar uzanıyor. Nüfusu: 69 bin 880 (2014 nüfus sayımına göre) Yüzölçümü: 265 km2 Ulaşım: Denizle çevrili olmasına karşın Ayvalık’a ulaşımda doğrudan deniz yolu kullanılmıyor. Balıkesir, Çanakkale ya da İzmir üzerinden kara yoluyla ulaşım sağlanıyor.
yorumlayarak sunmakta usta. Sızma Han’ın sabit bir menüsü yok, Hande her gün mevsiminde taze taze ne bulunursa onu pişirmek, günlük sürprizler sunmak istiyor. Burada yiyeceğiniz, mutfakta pişen, yemeklere katılan her şey yerel: Küçük aile tipi mandıralardan aldıkları tereyağı ve süt ürünleri, tahinler, köylü teyzelerin topladıkları otlar… Mevsimine denk geldiğinizde rezene veya izvinya çorbasının tadına bakabilirsiniz. Bizim şansımıza bakla favası, zerdeçallı badalan fasulyesi favası, Girit ezmesi, kılıç carpaccio, fırın pancar, topik, taze mevsimlik yöre ot salatası, uykuluk, kendi suyunda buharda pişmiş enginar, sote izvinya ve kuzugöbeği mantarı düştü. Yediğimiz her şey gerçekten Hande’nin ustalığını sergilediği mükemmel lezzetlerdi.
86
Deniz Yıldızı Restoran: Ayvalık otlarının ve yüzlerce yıllık mutfak geleneğinin hakkını veren en güzel deniz mahsulü restoranı Deniz Yıldızı. Ortam bildiğimiz balıkçı ortamı ancak lezzetler şahsına münhasır. En güzel saatleri gün batımı zamanı. Önündeki terasta oturduğunuzda, deniz ayaklarınızın altında, karşınızda Ayvalık adaları, güneşin gökte ve denizde sergilediği ışık oyunlarını izlerken her yemeğin tadına daha çok varıyorsunuz. Ayvalık’a özgü otlarla başlamak bir gelenek: Akkız (şevketibostan), hindiba, zaho, yabani turp otu, deniz fasulyesi, Girit ezmesi gibi salata ve mezelerin her biri enfes. Ara sıcaklar ise çeşit çeşit ve her biri tazecik hazırlanan, her lezzeti damağınızda şölen yaşatacak cinsten. Peynirli baharatlı fırın patlıcan, deniz mahsullü gemici böreği, beğendili ahtapot, kremalı sübye kavurma, baharatlı ahtapot
kavurma, lorlu patlıcanlı Rum böreği, deniz mahsullü erişte... Hepsinin lezzeti harika.
Taksiyarhis Kilisesi
Santimetre Porselen: Ayvalık’ın harikalar diyarı Santimetre. Renkli minikleri, çiçekli tabakları, muhteşem porselen tasarımları ile gönüllerimizi ve sofralarımızı fetheden Santimetre’de her biri muhteşem renklerde ve tasarımlarda, nevi şahsına münhasır gündelik kullanıma uygun kahve bardaklarından sütlüklere, kaselerden kupalara, tabaktan sürahiye, harika porselen ürünler var. Mekan, az ama öz üretmeyi tercih ettiği, bu sebeple de ufak adımlarla öğrenerek büyümeyi sembolize ettiği için “santimetre” ismini almış. Eskilerden esintiler taşıyan tasarımları ile hikayesi olan objeler yaratıyorlar. Kürşat Zeytincilik: “Yaşam ağacı” olarak bilinen zeytinin Ayvalık hasadından nefis zeytinyağı ve sofralık zeytinler üretiliyor. En beğendiklerimizden birisi de, zeytinci aile geleneğini devam ettiren, kendi zeytinliklerinden her bir zeytini elle toplayan, tazecik günlük işleyen, soğuk sıkımla tadını doruğa taşıyan Kürşat Zeytincilik. Her biri farklı bir hikayeye sahip sabunları harika. Dükkanda ayrıca seramik sofra ve mutfak gereçleri, ahşap ürünler, ev tekstil ürünleri de var. Ma’adra Bağcılık: Bugi bugi gibi yükselip alçalan Madra tepelerine yayılmış bağlar, ufukta deniz, adalar ve gökyüzünün nefes kesen manzarası ile 270 derecelik bir kaptan köşkü adeta bu bağ evi. Son derece zevkli bir estetik duygusu ve özenle tasarlanmış, tavandan yere kadar camları sayesinde manzarayı kucaklamış mekana girdiğinizde, müthiş bir hayranlık
Taksiyarhis Kilisesi
ve huşu içinizi kaplıyor. Ardından Ma’adra’nın ev sahibi olan Didem ve Avşar İlter çiftinin bağlarına, üzümlerine, şaraplarına, bağ evlerine duydukları gönül bağını deneyimledikçe, hikayelerini dinleyip misafirperverliklerinden nasibinizi aldıkça ve son derece karakterli ve kaliteli şarapları tattıkça, bütün duyularınıza ve kalbinize hitap eden büyülü bir adanmışlık masalı yaşıyorsunuz. Ayvalık keşifleri için: yolculukterapisi.com/ayvalıkrota Ayvalık izlenimleri için: yolculukterapisi.com/ayvalik
87
Taksiyarhis Kilisesi
Atölye Takvimi
Nisan – Mayıs – Haziran
2019
20 NİSAN 2019
Dilek Er ‘90 ile NSP METHODU İLE KENDİNE KOÇLUK 20 Nisan Cumartesi günü, 09.30-18.30 arası. Katılım bedeli üyelere 550 TL, misafirlere 650 TL’dir. Bu atölye ayrıca 11 Mayıs tarihinde tekrar düzenlenecektir.
NEDEN GİTMELİ? Hayatınızın daha dengeli, uyumlu ve anlamlı olmasını mı istiyorsunuz? Bunun yolu kendinize özel yaşam stratejinizi belirlemekten geçiyor. “NSP Methodu ile Kendine Koçluk” atölyesinde davranış profilinizi
tanıyacak, kabullenecek ve yönetebilecek stratejileri öğreneceksiniz. Maksimum potansiyelinizi kullanarak hayatınızı güzelleştirebilmeniz için kendinize güvenmenizi sağlayacak yeni bakış açıları edineceksiniz.
24 NİSAN 2019
Ozan Vural ile FIÇIDAN GELEN MUCİZE: VİSKİ
NEDEN GİTMELİ? Üretim ve tüketimiyle adeta bir sanat olan viskinin tarihini, üretim yöntemlerini ve lezzet sırlarını keşfedeceğiniz bu atölyede, viskinin ana vatanı İskoçya’nın geleneklerini, malt
ve harman viski yapımını öğrenecek, viski tadım tekniklerini deneyimleyeceksiniz. Etkinlikten ayrılırken çok daha rafine bir damak zevkine sahip olacağınızın garantisini veriyoruz.
88
24 Nisan Çarşamba günü, 19.30-21.30 arası. Katılım bedeli üyelere 120 TL, misafirlere 160 TL’dir. Bu atölye ayrıca 29 Mayıs tarihinde tekrar düzenlenecektir.
28 NİSAN 2019
İbrahim Yıldız ile HIZLI OKUMA VE ETKİN ALGILAMA
28 Nisan Pazar günü, 10.00-17.00 arası. Katılım bedeli üyelere 250 TL, misafirlere 325 TL’dir. Bu atölye ayrıca 26 Mayıs tarihinde tekrar düzenlenecektir.
NEDEN GİTMELİ? İbrahim Yıldız’ın eğitmenliğinde gerçekleşecek bu atölyede yöneticilerin, çalışanların, öğrencilerin ve öğretmenlerin hızlı okuma ve etkin algılama becerilerini geliştirerek kendilerine zaman kazandırmaları, enerji seviyelerini yükseltmeleri, gizli potansiyellerini keşfetmeleri ve başarılarını artırmaları amaçlanıyor. Bu atölye sayesinde olayları daha iyi anlayacak, analiz edecek ve değerlendireceksiniz.
29 NİSAN 2019
Deniz Akıncılar ile ŞARAP KÜLTÜRÜ Altı hafta, pazartesi günleri, 19.30-21.45 arası. Katılım bedeli üyelere 600 TL, misafirlere 750 TL’dir.
NEDEN GİTMELİ? Şarabın tarihsel gelişimi, şarap üretiminde kullanılacak ürün ve malzemeler ile bölgesel şarap analizleri gibi teorik ve pratik bilgilerin yer alacağı bu programın her dersinde iki farklı şarap tadacak, grup olarak tattığınız şaraplar hakkında fikir alışverişi ve değerlendirmeler yapabileceksiniz.
89
29 NİSAN 2019
Engin Baydar ile TEMEL DENİZCİLİK VE KAPTANLIK NEDEN GİTMELİ? Pratikte yolunuzun ne kadar uzun olduğu size bağlı ama yelkenli veya motor yat, büyük veya küçük, her sınıftan tekneyi komuta etmek ve deniz tutkunuzun ardından gitmek için önünüzde tek bir engel var: Amatör Denizci Belgesi Sınavı. Sınava hazırlık sürecinizdeki kılavuzunuz ise öğrenmeyi eğlenmekten ayrı tutmayan eğitmeniniz Engin Baydar olacak. Sekiz derslik bu teorik eğitimi tamamladıktan sonra pratik eğitime geçme imkanı yakalayacaksınız.
Dört hafta, pazartesi ve çarşamba günleri, 19.00-21.45 arası. Katılım bedeli üyelere 700 TL, misafirlere 850 TL’dir.
6
MAYIS 2019
Zeynep Akçay ile FENG SHUI VE HAYAT
6 Mayıs Pazartesi günü, 19.30-21.30 arası. Katılım bedeli üyelere 125 TL, misafirlere 150 TL’dir.
NEDEN GİTMELİ? Aksilikler, şanssızlıklar, başarısızlıklar ya da ilişkilerimizde karşılaştığımız sorunlar... Hayatta bizi nelerin beklediğini öngörmek ne yazık ki mümkün değil. Aşılması zor gibi görünen problemlerimizin ve iç sıkıntılarımızın sebebi, her şeyden önce içinde yaşadığımız “hasta” mekanlar olabilir. Sorunun kaynağı içimizde değil de dışarıda ise, sorun ve sıkıntıları ortadan kaldırmak için büyük hamleler yapmamıza gerek olmayabilir. Yaşam alanlarımızda yapacağımız küçük değişiklikler, hayatımızda büyük değişimlerin önünü açabilir. Feng Shui ayrıca, kurumların da arzuladıkları performansa gelmesini sağlamakta yardımcı olabilir. Kişileri ve kurumları hedeflerine Feng Shui yöntemleriyle ulaştıran Zeynep Akçay, bizi yeni ihtimallerle, düşünce biçimleriyle tanıştırıyor. Akçay, minimal müdahalelerle bize hayatımızı nasıl yeniden güzelleştireceğimizi gösteriyor. Şansla dans etmeye hazır olun!
14 MAYIS 2019 Sava Panayotidis ile SİRTAKİ ATÖLYESİ Dört hafta, salı günleri, 19.30-21.30 arası. Katılım bedeli üyelere 300 TL, misafirlere 400 TL’dir.
NEDEN GİTMELİ? BÜMED’in en çok ilgi gören atölyelerinden biri olan Sirtaki, bahar ve yaz döneminde de düzenlenmeye devam ediyor. Coşkunun ve birlikteliğin dansı Sirtaki ezgilerini duyduğunuz gibi kanınız kaynar ama bu dans dışarıdan öyle zor görünür ki denemeye korkarsınız. Oysa Sirtaki, inandırıcı gelmiyor biliyoruz ama dünyanın en basit danslarından biri! Ne kadar çabuk öğrendiğinizi görünce siz de şaşıracaksınız.
90
15 MAYIS 2019 Gönenç Sılay ‘00 ile FARKINDALIK VE NEFES TEKNİKLERİ Üç hafta, perşembe günleri, 19.30-21.30 arası. Katılım bedeli üyelere 300 TL, misafirlere 400 TL’dir.
NEDEN GİTMELİ? “Anda kalabilmek”, irili ufaklı stres kaynaklarıyla dolu günümüz hayatının üzerine en çok konuşulan olgularından biri. İçinde bulunduğunuz “an”a odaklanabilmek, sağlıklı bir iş hayatı için de olmazsa olmazlardan. “Farkındalık ve nefes teknikleri” atölyesinde, sandalye yogası ile nefes ve meditasyon teknikleri öğreneceksiniz. Bu sayede ani ve tepkisel davranışlarınızı azaltacak, öfkenizi kontrol edebilecek ve kendinizi iyiye doğru yeniden programlayabileceksiniz.
16 MAYIS 2019
Sepin İnceer ‘99 ile EBEVEYNLİKTE VE EĞİTİMDE MINDFULNESS
NEDEN GİTMELİ? Eline Snel tarafından çocuklar ve ergenlerle çalışanlar ya da ilişkisi olanlar için geliştirilen MiE Programı’nın amacı ilişkileriniz ile iş, aile ve sosyal hayatınıza Mindfulness pratikleriyle yaklaşmanıza yardımcı olmak. Sekiz hafta boyunca sürecek bu eğitim dizisinde, kendi hislerinizi ve çocuğunuzun hislerini, düşüncelerini ve fiziksel tepkilerini fark etmeyi öğrenecek; ilişkilerinizde daha bilinçli, kibar ve yargısız olmaya bir adım daha yaklaşacaksınız.
91
Sekiz hafta, perşembe günleri, 10.00-12.30 arası. Katılım bedeli üyelere 2200 TL, misafirlere 2500 TL’dir.
Şehrin tam kalbinde, orman içerisinde bir toplantı deneyimi Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği bünyesinde 7 adet toplantı salonu + 1 adet VIP salon ve organizasyonlarınıza ev sahipliği yapabileceğimiz açık alanlarımız olduğunu biliyor muydunuz? BÜMED Toplantı Odaları her türlü toplantı ve organizasyonlarınızda sizlere İstanbul’un merkezinde doğayla iç içe bir ortamda, gün ışığı alan salonları ile birlikte keyifli bir toplantı imkanı sunuyor.
Detaylı bilgi: +90 (212) 359 58 19 / toplantisalonlari@bumed.org.tr /bumedofficial /bumedofficial /bumed
www.bumed.org.tr
/bumedofficial