O CA K-ŞUBAT-M A R T 201 9 SAY I: 239 BÜMED BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ MEZUNLAR DERNEĞİ YAYINI
Yeni dünyaya açılan kapı: Dijitalleşme K E M A L C I L I Z , D Ü N YA N I N V E T Ü R K İ Y E ’ N İ N D İ J İ TA L L E Ş M E S Ü R EC İ N İ A N L AT I YO R . A D İ L S A R I B AY, İ N S A N L I K TA R İ H İ N İ N E N K A P S A M L I D E N E Y İ N İ M A S AYA YAT I R I YO R .
EDİTÖRÜN
SÖZÜ
Dİjİtal devİrde İnsan olmak Boğaziçi Dergisi’ni dijital olarak yayınlama kararı aldığımızdan beri, dijitalleşme ve dijital yayıncılık üzerine daha fazla ve derinlikli düşünmeye başladık. Hayatımızın her alanına sirayet etmiş, bir nevi kuşatmış olan dijitalleşmeyi kapak konusu yapmamızın zamanı da gelmişti.
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kemal Cılız oldu. Psikoloji Bölümü Başkanı Doç. Dr. Adil Sarıbay’la dijitalleşmenin psikolojik etkilerinden insanlarla bilgisayar sistemlerinin benzerlikleri ve farklarına uzanan ilgi çekici bir söyleşi yaptık. Medyascope Genel Yayın Yönetmeni Ruşen Çakır ile medyada dijitalleşmeyi ve yayıncılığın geleceğini konuştuk.
Bu sayıda, kafamızı çevirdiğimiz her yerde karşımıza çıkan dijitalleşmenin izini sürmeye çalıştık. Dijitalleşmeyi; toplumsal ve siyasal hayatımız üzerindeki etkilerinden çalışma hayatımızın kodlarını ve iş yapış biçimlerimizi nasıl dönüştürdüğüne, en yakınlarımızla kurduğumuz kişisel ilişkilerde sahip olduğu yerden çocukların ve gençlerin hayatlarında oynadığı muazzam role uzanan geniş bir yelpazede işledik. Bu önemli dönüşümü kimi zaman çatışan görüşler savunan uzmanları bir araya getirerek, objektif bir biçimde ele almaya çalıştık.
Bu sayımızda ayrıca üniversitemizin değerli öğretim üyelerinden Doç. Dr. Bülent Küçük ile Prof. Dr. Ethem Alpaydın’ın ve mezunlarımızdan Gizem Burteçin, Çiğdem Penn, Hikmet Hükümenoğlu ve Refik Akyüz’ün dijitalleşmeyi farklı yönlerden ele alan yazıları da yer alıyor. Seyahat sayfalarımızda Sinan Can Erdal ile Nepal’e uzanıyoruz; Erdal aynı zamanda gezme eylemi ile bunu sosyal medyada paylaşma pratikleri arasındaki ilişkiye dair de anlamlı sorular soruyor.
Bu sayımızın kapak konuğu; hem akademide, hem sivil toplumda hem de özel sektörde dijitalleşme konusunda önde gelen isimlerden biri olan ElektrikElektronik Mühendisliği Bölümü
Dijitalleşmenin hayatımıza olan etkilerini değerlendirirken unutmamak gerek ki, üniversitemize ulaşmak ve katkıda bulunmak da sadece bir tık uzağımızda…
Yeşim Burul ‘97
4
BÜMED
M E K T U BU
Yarından sonrasını yakalayabilmek… Bundan bir yıldan uzun bir zaman önce sizlerle bu sayfada aşağıdaki satırlarla başlayan bir yazı ile buluşmuştum: “Uzun bir süredir, baş döndürücü bir hızla yaşadığımız teknolojik gelişmeleri ilgiyle izliyor, bu değişimin bir parçası olmaya, bu değişime katkıda bulunmaya çalışıyorum. Bu değişimin yaşamlarımızı, işlerimizi, ülkeleri ve dünyayı, her şeyden önemlisi de geleceği nasıl değiştireceğini anlamaya, bireysel ve kurumsal olarak anlatmaya çalışıyorum. Son derece olumlu ve umutluyum bu değişimden. Çünkü bu teknolojik gelişmelerin çok büyük bir fırsat olduğuna inanıyorum. Onlarca, yüzlerce belki de binlerce yıldır hayalini kurduğumuz her şeyin, çözmeye çalıştığımız her problemin ve bugüne kadar hayal bile edemediğimiz birçok yeniliğin bu teknolojilerle artık çok yakın olduğunu düşünüyorum. Eğer doğru noktalara odaklanır, enerji ve kaynaklarımızı doğru kullanır ve her şeyden önemlisi de hayal edebilirsek; bizi ‘Gelmiş geçmiş en güzel geleceğin’ beklediğini düşünüyorum. Gelecek ile ilgili heyecanlıyım, sabırsızım.”
Bu satırların yazıldığı günden bugüne, hem teknolojik gelişmeler hem de heyecanım artarak devam ediyor. Tüm bu baş döndürücü gelişmelere rağmen beni tek üzen, ülkemizin bu dönüşümün gerisinde kalma olasılığı. Söz konusu dijitalleşme olunca diğer birçok ülkede eğitim kurumları, girişimciler, yatırımcılar, özel sektör ve onların önünü açan devlet kurumları tek vücut olabiliyorken, ülkemizde bu aktörleri bir araya getirmekte ne yazık ki hâlâ zorlanıyoruz. İşte bu noktada 156 yıldır “yarından sonrasını hazırlayan üniversite” misyonuyla çalışan Boğaziçi Üniversitesi’ne ve onun mezunları olarak bizlere tarihi bir görev düşüyor. Ülkemizin yoğun diğer gündemleri arasında adeta bir vaha gibi duran üniversitemizin ve mezunlarının dijitalleşme konusundaki çalışmaları her zamankinden daha fazla ilgi ve destek bekliyor. Bu nedenle dergimizin bu sayısını “dijitalleşme” konusuna ayırıp, ülkemizin bu konuda geri kalmaması için neler yapabileceğimiz üzerine sizlerle birlikte düşünmek istiyoruz. Sadece güzel bir geçmişin değil, “gelmiş geçmiş en güzel geleceğin” bir parçası olabilmek için, sizleri bir kez daha Boğaziçi Üniversitesi çatısı altına bekliyoruz.
BÜMED Yönetim Kurulu adına
Gökhan Öğüt ‘93
6
İÇİNDEKİLER
P R O F E S Ö RÜN ODA SI
D ENEM E
D Ü Ş Ü NC E
Gaye Soley
Çalışma hayatında yeni dönem
Dijital toplumun getirdikleri
A R A Ş T IR MA
SÖY LEŞ İ, AD İ L S ARI BAY
KAPAK, KEM AL C I LI Z
Teknolojik atık kabusu
Tarihteki en geniş ölçekli deney
Dijital Devrim
16
OCA K-ŞUBAT-M ART 2019 S AY I: 239
40
32
42
Kapak fotoğrafı: Emre Güven
36 52
BÜMED üyelik için: uye@bumed.org.tr T. 0212 359 58 35
BÜME D BOĞAZ İÇ İ Ü N İVER S İT ES İ M EZ U N LAR DER N EĞİ YAYIN I
Reklam Satış ve Sponsorluk: TUĞBA ALARSLAN tugbaalarslan@bumed.org.tr Ömür Matbaacılık A.Ş.: Beysan Sanayi Sitesi Yakuplu Mah. Birlik Cad. No. 20/1 34524 Beylikdüzü/İstanbul
Yeni dünyaya açılan kapı: Dijitalleşme K E M A L C I L I Z , D Ü N YA N I N V E T Ü R K İ Y E ’ N İ N D İ J İ TA L L E Ş M E S Ü R E C İ N İ A N L AT I YO R . A D İ L S A R I B AY, İ N S A N L I K TA R İ H İ N İ N E N K A P S A M L I D E N E Y İ N İ M A S AYA YAT I R I YO R .
8
S ÖY L EŞ İ, R UŞE N ÇA K IR
D ENEM E
S İ NEM A
Daktilodan Periscope’a gazetecilik
E-ticarette #10YearsChallenge
Dijital bulutlara asılı filmler
D E N E ME
D ENEM E
S EYAH AT
Modern yazarın alet çantası
Sanatın yeni ekseni
Mağrur ülke: NEPAL
62 78
68 82
74
86
Boğaziçi Dergisi, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği (bümed) tarafından yayımlanan üç aylık, ücretsiz yayındır. Ocak-Şubat-Mart 2019 Sayı: 239 Tüzel Kişi Temsilcisi: Murat Öngör-BÜMED Yönetim Kurulu Başkanı Yayın Direktörü: Damla Kürklü Yayın Koordinatörü: Elvin Vural Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yeşim Burul Editör: Fatima Çelik Yazı İşleri: Deniz Şenliler, Habibe Çıkılıoğlu Kreatif Direktör: Orkun Demirelli Grafik Tasarım: Elif Alım Dergi içerik, strateji ve tasarım: Dükkan Kreatif Reklam ve Yayıncılık Almondo Reklam Hizmetleri A.Ş. Büyükdere Cad. No. 175 Ferko Signature Binası B4 Ofis 19 Levent Şişli, İstanbul www.dukkancreative.com
9
K AT K I D A B U L U N A N L A R
Refik Akyüz ‘00
Hikmet Hükümenoğlu ‘94
Gizem Burteçin ‘06
BÜ Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü’nden mezun olan Refik Akyüz, lisans eğitimi sırasında BUFOK bünyesinde Geniş Açı Fotoğraf Sanatı Dergisi’ni çıkarmaya başladı. Mezuniyetinin ardından bu dergi, 2006 yılına kadar Geniş Açı adıyla bağımsız olarak çıkmaya devam etti. Akyüz, 2007 yılından bu yana ortağı Serdar Darendeliler ‘96 ile beraber, Geniş Açı Proje Ofisi’nde fotoğraf üzerine editoryal ve küratöryal çalışmalara devam ediyor, eğitim ve üretim odaklı projeler gerçekleştiriyor, çeşitli dergi ve gazeteler için yazılar yazıyor.
Lise eğitimini Robert Kolej’de, lisans eğitimini ise Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü’nde tamamladı. Koç Üniversitesi’nde MBA yaptı. Dokuz yıl boyunca çeşitli yatırım bankaları ve aracı kurumlarda analist ve üst düzey yönetici olarak çalıştı. 2004 yılında finans sektörünü bıraktı ve yazmaya başladı. İlk kitabı Kar Kuyusu 2005’te yayınlandı. Bunu Küçük Yalanlar Kitabı (2007), 47 Numaralı Kamara (2010), 04.00 (2012) ve Körburun (2016) adlı kitapları takip etti. Son kitabı Aşka İnanmayanlar İçin Aşk Öyküleri, 2018 yılında Can Yayınları’ndan çıktı.
BÜ Sosyoloji ve Siyaset Bilimi & Uluslararası İlişkiler bölümlerinden çift ana dal derecesiyle mezun olan Gizem Burteçin, profesyonel hayatına Colliers International’da başladı. Ardından Doğuş Holding Gayri Maddi Varlık Yönetimi Bölümü’nde projeler koordinatörü olarak çalıştı. Ağaoğlu Grubu’nda satış ve pazarlama grup başkanı ve Ağaoğlu A.Ş.’de genel müdür olarak görev aldı. Alibaba.com ve Alibaba Cloud’ın Türkiye iş ortağı TradeFive’ta pazarlamadan sorumlu genel müdür yardımcısı olarak çalışıyor.
Doç. Dr. Bülent Küçük
Sinan Can Erdal ‘10
Lisans ve yüksek lisans eğitimini Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Doç. Dr. Bülent Küçük, 2017 yılında aynı üniversiteden doktora derecesini aldı. 2011 yılından bu yana Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde dersler veren Doç. Dr. Küçük’ün çalışma alanları arasında medya ve iletişim, kültürel çalışmalar, siyaset sosyolojisi, sosyal hareketler, vatandaşlık, post-kolonyal teoriler ve AB-Türkiye ilişkileri bulunuyor.
Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümü’nde aldıktan sonra yine Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansını tamamladı. 2014 yılında Avi İsrael ‘09 ile birlikte seyahat tutkusunu işe dönüştürmeye karar verdi ve Patika Travel adlı tur şirketini kurdu. O günden beri hiç durmadan gezen Erdal, aynı zamanda çeşitli yayınlar için seyahat yazıları kaleme alıyor.
10
Çiğdem Penn ‘99
Zeynep Atalay ‘17
Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nden mezun olduktan sonra London School of Economics’te sosyal ve organizasyonel psikoloji eğitimi alan Çiğdem Penn, ‘değişim yönetimi’ alanında uzmanlaştı, kariyerine yönetim danışmanı olarak başladı. 2004 yılında Londra’da Xsights adlı araştırma şirketini kurdu. Avrupa, Orta Doğu ve Güney Asya başta olmak üzere farklı coğrafyalarda çalıştı. ESOMAR, MRS ve TÜAD üyesi de olan Penn, üç dönem DEİK Nepal-Türkiye İş Konseyi’nin başkanlığını yaptı.
Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden mezun olan Zeynep Atalay, 2018 yılından bu yana yeni nesil danışmanlık ajansı GelecekHane’de danışman olarak çalışıyor. Türkiye Yapay Zeka İnisiyatifi (TRAI) başta olmak üzere, birçok girişim ve şirkete dijital kültür dönüşümü konusunda hizmet veriyor. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisans eğitimine devam eden Atalay, GelecekHane bünyesinde düzenli olarak gerçekleştirilen “Black Mirror Geceleri Geri Dönüyor” etkinliğinde de konuşmacı olarak görev alıyor.
Prof. Dr. Ethem Alpaydın ‘87
Minhac Çelik ‘09
Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nde, doktora eğitimini ise 1990 yılında Ecole Polytechnique Fédérale de Lausanne’da tamamlayan Prof. Dr. Ethem Alpaydın, 1991 yılından bu yana Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışıyor. IEEE kıdemli üyesi, The Computer Journal dergisinin yayın kurulu üyesi ve Pattern Recognition dergisinin yardımcı editörü olan Alpaydın’ın 2004 yılında MIT Press tarafından yayınlanan Introduction to Machine Learning adlı kitabı, Yapay Öğrenme adıyla Türkçeye çevrilerek 2010 yılında Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi tarafından yayımlandı.
Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun olan Minhac Çelik, ‘stratejik siber güvenlik’ alanında uzmanlaştı. Birçok konferansa konuşmacı olarak katıldı, makaleleri ulusal ve uluslararası dergilerde yayınlandı. Atlantic Council tarafından ABD’de düzenlenen Siber Güvenlik Stratejisi Yarışması’nda yönettiği takım, 2014 yılının En İyi Karar Ödülü’nü kazandı. NATO’nun Terörle Mücadele Mükemmeliyet Merkezi’nde siber terör hakkında eğitim verdi, TSK’nın düzenlediği harp oyunlarına stratejik siber güvenlik konusunda destek sağladı. Halen Siber Bülten adlı İnternet sitesinde yazılar yazmaya devam ediyor.
Yazı: Abbas Bozkurt ‘08 Fotoğraf: Serkan Eldeleklioğlu İllüstrasyon: Column Five Media, Dalen Banko, Javier Ibanez, Lo Cole, Robert Rurans, Selman Hoşgör Redaksiyon: Nilüfer Şaşmazer Boğaziçi Üniversitesi Kurumsal İletişim Ofisi’ne teşekkür ederiz.
11
PORTRE
Ebru Dorman ‘94 MV Holdİng CEO’su StartersHub Yönetİm Kurulu Başkanı Endüstri mühendisliği okuduktan sonra kariyer yolunuzu çizerken temel motivasyonunuz neydi? Kariyerimin ilk dönemlerinde yaptığım seçimlere “Bu iş bana ne katar, beni nasıl geliştirir?” motivasyonu hakimdi. Son dönemlerde ise “Bu rol sayesinde nasıl pozitif etki yaratırım?” motivasyonuyla hareket ediyorum. Başarıyı bir hedef değil, yolculuk olarak görüyorum. Bu yüzden yaptığım her işten keyif aldım. Dünya büyük bir hızla dijitalleşiyor. Türkiye bu uzun soluklu koşunun neresinde? Türkiye dijital alanda pek çok ülkeden ileri olabiliyor, bankacılık sektörü bunun en iyi örneklerinden biri. Ancak KOBİ’lerin dijital dönüşümü yavaş ilerliyor; bulut tabanlı platformlar dijital çözümlere erişimi kolaylaştırdığı halde farkındalık ve adaptasyon henüz zayıf. Diğer taraftan, iş gücünün nispeten ucuzlaması, büyük şirketlerin otomasyona yatırım yaparken fizibilitelerinin daha az çekici olmasına sebep olabiliyor. Endüstri 4.0 çok konuşuluyor, hayata geçen örneklerinin hızla artmasını ümit ediyorum. Girişimciliğin yükselişe geçmesiyle kadınların iş dünyasındaki görünürlüğü arttı mı? Kadınların iş gücüne katılımından yönetim kurulu seviyesindeki varlığına kadar, ekonomiye katkılarının önemini vurgulayan pek çok araştırma var. Ancak girişimcilikte henüz yolun başındayız. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) açıkladığı rakamlara göre, Türkiye’de kadın girişimci sayısı, 110 bin ile toplamın yüzde 8,5’ine denk düşüyor. Startup.Watch tarafından derlenen verilerde, 2010 yılından itibaren Türkiye’deki teknoloji girişimlerinin
kurucuları arasında kadınların oranının yüzde 14,6 ile sınırlı kaldığını görüyoruz. Bir artış var gibi görünmekle beraber, hâlâ gidilecek yol var. Bir girişimin kurucu ekibi cinsiyet ve tecrübe açısından ne kadar dengeliyse, StartersHub’tan ek yatırım alma olasılığı da bir o kadar yüksek; kadın kurucusu olan girişimlerimiz arasında ek yatırım oranımız yüzde 88 civarında. Gününüzün ne kadarını dijital ortamda geçiriyorsunuz? Hafta içi ortalama üç, beş saatimi dijital ortamda geçiriyorum. Haberleri çoğunlukla dijital ortamdan takip ediyorum. E-posta, rapor, sunum vb. okumalar, yazışmalar bazı günler bilgisayarımdan çok geniş ekran telefonumdan oluyor. Sosyal S ÖY L E Ş İ: FAT İ M A Ç E L İ K ‘18
12
medyaya pek vakit ayırmıyorum. Hafta sonlarımı ise mümkün olduğunca teknolojiden uzak geçirmeye çalışıyorum. Boğaziçi Üniversitesi’nin size kattığı en önemli değer neydi? Boğaziçi bana o kadar çok değer kattı ki… Tek bir cevap vermem gerekirse, “öğrenme merakı” diyebilirim. Öğrenmenin, yepyeni alanlarda ufkumu zenginleştirmenin bu denli keyifli olduğunu ilk kez Boğaziçi’nde keşfettim. Beni hayatım boyunca besleyen ve geliştiren işte bu şevkti. Son olarak, Boğaziçi Üniversitesi’nin size kazandırdığı üç meziyeti sorsak? İletişim becerileri, planlama ve zaman yönetimi, çok yönlü bakış açısı ile karar verme yeteneği.
PORTRE
Savaş Yula ‘12 Apple Kurumsal Müşterİler Satış Müdürü Boğaziçi Üniversitesi’nde (BÜ) işletme alanında yüksek lisans yaptınız. Bu deneyim kariyerinizi nasıl etkiledi? Mühendislik alanında lisans eğitimi aldıktan sonra BÜ’ye gelerek finans, pazarlama ve strateji gibi konuları ülkemizin en yetkin akademisyenlerinden öğrenmek, vizyonumu tamamen değiştirdi. Farklı disiplinlerden gelen sınıf arkadaşlarımın sahip olduğu bakış açıları, iş hayatına başka bir gözle bakmamı, programın sonunda edindiğim birikim ise uzun süredir çalıştığım sektörden farklı bir alana yönelmemi sağladı. Ayrıca bizzat öğretim üyelerimiz tarafından teşvik edilen çok sesliliğin ve katılımın, kendimi her platformda ifade edebilmem konusunda beni cesaretlendirdiğini söyleyebilirim. Dijitalleşme, yarattığı değişim rüzgarı ile neredeyse her alanın yeniden kurgulanmasına sebep oluyor. Müşteri memnuniyeti bu rüzgardan nasıl etkilendi? Halihazırda merkezine müşterisini almayan şirketler zaten günümüzde başarılı olamıyor. Müşteri memnuniyeti odaklı olmayan dijitalleşme projeleri de öyle. Müşteri deneyimine katkı sağlayan, müşteriyi şaşırtan ve müşteriye değer sunan uygulamalar hızla ve keyifle sahiplenilirken, bu rüzgarın dışında kalanlar kısa sürede yok oluyor. İnsanların hızla dijitalleşen bir dünyada yaşamaya hazır olduklarını düşünüyor musunuz? Thank You for Being Late adlı kitabında Thomas Friedman, toplum olarak her beş ile yedi yıl arasında değişen teknolojilere adapte olabilmemiz için 10-15 yıllık bir süreye ihtiyacımız olduğunu anlatıyor. Yani biz bir önceki değişime adapte olduğumuzda yeni bir değişim çoktan başlamış oluyor.
Artık bisikletimizi kenara çekip manzaranın tadını çıkaracağımız günler geride kaldı; düşmeden yola devam edebilmek için sürekli pedal çevirmek zorundayız. Belki bizim jenerasyonumuz yüksek teknolojiye uyum sağlamakta sorun yaşamıyor ama 70 yaş üstü insanların dijital dünyaya adapte olamadıklarını görüyoruz. Dijitalleşme nesiller arasındaki uçurumu derinleştiriyor mu? Peki biz adapte olmaları için ne yapıyoruz? Anne ve babalarımızın mobil cihazlar ve uygulamalarla ilgili sayısız sorusunu veya Facebook’ta bizden çok daha fazla paylaşım yaptıklarını düşünürsek ne kadar çabaladıklarını görebiliriz. Bence bu adaptasyonu sağlamak ve oluşabilecek uçurumu önlemenin yollarını bulmak, bizim jenerasyonumuz için toplumsal bir görev. Türkiye, dijitalleşme sürecinde birtakım kültürel bariyerlerle karşılaşıyor mu? Özellikle kurumsal şirketlerin ve yöneticilerinin dijitalleşme S ÖY L E Ş İ: D e N İ Z Ş E N L İ L E R ‘16
14
yolculuğunda kültürel bariyerlerin büyük oranda kaldırıldığını görüyoruz. Ancak küçük ölçekli işletmelere tamamen farklı bir manzara hakim. Eğitim sistemimiz yeni fikirlere açık olmadığı ve üretimi teşvik etmediği sürece, mevcut kültürel bariyerler ne yazık ki her daim ciddi bir sorun olarak karşımıza çıkacak. Bu hızın içinde siz yeni gelişmeleri takip etmek için neler yapıyorsunuz? Dünyayı elbette herkes gibi yine dijital ortamlardan takip diyorum. Özellikle farklı haber sitelerinin tek bir kaynak üzerinden günlük takip edilebildiği Flipboard benzeri mobil uygulamalar, bana kendimi güncel tutmak için ayırdığım zamanı en verimli şekilde kullanma imkanı sunuyor. Boğaziçi günlerinizden unutamadığınız bir anınızı paylaşabilir misiniz? Mezuniyet töreninde kürsüye bölüm ikinciliği plaketimi almak üzere kucağımda üç aylık oğlumla beraber çıkışım.
PROFESÖRÜN ODASI
Dr. Öğr. Üyesi Gaye Soley ‘06 Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğretim Üyesi Gaye Soley’in odasındayız.
Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü bünyesinde kurulmuş olan Bebek ve Çocuk Gelişimi Laboratuvarı’nın güncel çalışmalarından bahsedebilir misiniz? Yürütmekte olduğumuz araştırmalar algısal ve sosyal-bilişsel gelişim olarak iki ana alanda toplanıyor. Bu
alanlarda bebeklikten yetişkinliğe uzanan farklı yaş gruplarıyla çalışmalar yürütüyoruz. Sosyalbilişsel alandaki araştırmalarımız, çevremizdekilerle nasıl bağ kurduğumuz sorusuna yanıt arıyor. Örneğin bebeklerle kurduğumuz iletişimdeki müzikal unsurların, bebeklerin dikkatleri ve öğrenme
süreçleri üzerindeki etkisini inceliyoruz. Okul öncesi ve ilkokul çağındaki çocuklarla yürüttüğümüz çalışmalarda, çocukların farklı sosyal gruplara mensup kişiler hakkında ne gibi çıkarımlar yaptığını, bu önyargıların nasıl ortaya çıktığını ve negatif çıkarımları nasıl değiştirebileceğimizi araştırıyoruz.
S ÖY L E Ş İ: D en İ z Ş enl İ ler ‘16 / F O T O Ğ R A F: S E R K A N E L D E L E K L İ O Ğ L U
16
Aynı zamanda çocuklar, gençler ve yetişkinler için ortak kültürün sosyal açıdan önemini inceleyen çalışmalar da yürütüyoruz. Algısal gelişim alanında ise çevresel ve doğuştan gelen faktörlerin müzik ve dil edinimini nasıl etkilediğini inceliyoruz. Ritim algısına odaklandığımız çalışmalarda, bu iki işitsel unsurun algılanmasındaki kültürler arasındaki farklılıkları mercek altına alıyoruz. Bu yıl “aile bağları” teması ile düzenlenen 46. İstanbul Müzik Festivali’nde “Müzik ve Aile Arasındaki Çok Yönlü İlişki” başlıklı bir konuşma yaptınız. Çocukların müzik algısı, ana dillerine ve dolayısıyla ailelerine göre nasıl şekilleniyor? Aile, çocuğun hem genetik yapısını hem de içinde büyüdüğü ortamı şekillendirdiği için müzik algısı üzerinde ana dilin çok ötesinde bir etkiye sahip. Çocuğun anne karnından itibaren hangi tür müziklere ne oranda maruz kaldığının müzik algısını etkilediğini, bebeklikten itibaren müzik tercihlerinin şekillenmesinde rol aldığını biliyoruz.
Bununla birlikte müzik, tarih boyunca her kültürde yer edinmiş ve sosyal kimliğimizle oldukça ilişkili bir olgu. Özellikle sosyal kimlik oluşumu açısından önem taşıyan ergenlik döneminde, müzik dinleme süresi maksimum seviyeye ulaşıyor ve bu dönemde dinlenen müzik sosyal bir simge olarak kullanılmaya başlıyor. Yaptığımız çalışmalar ortak müzikal deneyimlerin, özellikle de aynı şarkıları biliyor olmanın küçük çocukların bile arkadaş seçimlerinde belirleyici olduğunu gösteriyor. Siz müzikte tarz ayrımı yapar mısınız? Yakın zamanda çok beğendiğiniz müzisyenler kimler? Konservatuvar geçmişimden ötürü küçük yaştan itibaren klasik müzik hep hayatımda oldu. Bunun yanında caz, elektronik, disko, pop, R&B, hip-hop ve bunların çeşitli kombinasyonlarından oluşan müzik tarzlarını seviyorum. Son dönemde Noname ve Men I Trust’ı severek dinliyorum.
Konuşulan dil de işitsel bir unsur, dolayısıyla müzik ve konuşulan dil arasında da güçlü bir ilişki var. Örneğin tonal dillerin konuşulduğu kültürlerde mutlak kulak yetisinin daha sık görüldüğüne dair bulgular var. Dolayısıyla maruz kaldığımız dil gibi uyaranlar, müzik algımızı şekillendiriyor.
Peki en son hangi kitabı okudunuz? En son Sheila Heti’nin Motherhood ve Han Kang’ın The Vegetarian adlı romanlarını okudum. Aslında konuları tamamen farklı olan bu iki romanda tesadüfi bir şekilde hayatlarıyla ilgili çoğunluktan ayrışan seçimler yapan kişilerin yaşadıkları çelişkiler, tercihleri sonucu çevrelerine yabancılaşmaları ve toplumdan dışlanma hissiyatları işleniyor. Bu açıdan ikisini de oldukça beğendim, ama Han Kang’ın anlatımı benim açımdan daha ilgi çekici ve heyecan uyandırıcıydı.
Çocukların müzik ve ritim algısı ile kültürel deneyimleri ve seçimleri arasında nasıl bir bağlantı var? İçinde büyüdüğümüz kültürün müziğine pasif olarak maruz kalmamız, müzik algımızı ve eğilimlerimizi erken yaşlardan itibaren etkiliyor. Örneğin aksak ritimlere aşina olduğumuz için bizler, bu tür ritmik yapıya sahip müziklerle kolaylıkla senkronize olup ritim tutabilirken; bu tür ritimleri pek duymayan Batılı dinleyiciler, ritimlerdeki ufak değişiklikleri algılamakta zorlanabiliyorlar.
Müzik, kültür, çocuk, aile, psikoloji... Disiplinlerarası araştırmalar yapmanın size ne gibi katkıları oluyor? Bu konuların her birini ayrı ayrı ilgi çekici bulduğum için bunları birleştiren bir alanda araştırma yapabiliyor olmak benim için harika bir durum. Araştırma programım sadece psikolojinin alt dallarına dokunmakla kalmayıp sosyoloji, antropoloji, felsefe ve müzikoloji gibi farklı alanlarla da ilişkileniyor. Bu da bana daha geniş bir perspektif kazandırıyor. İlginç bulduğum konular
17
hakkında yeni şeyler keşfetmek ve bunu yaparken bebek ve çocuklarla çalışıyor olmak hem heyecan verici hem de eğlenceli. Son zamanlarda size en çok ilham veren şey nedir? Bana genellikle direkt ya da dolaylı olarak tanıdığım kişilerin hayat hikayeleri ilham verir. Son olarak birkaç hafta önce bir sergide izlediğim, Arthur Jafa’nın “Love is the Message, the Message is Death” isimli videosunu ilham verici buldum. Sizce psikoloji dalının aciliyetle yoğunlaşması gereken konular neler? Sosyal bölünmeler ve bu bölünmelere dayalı çatışmalar, çözmemiz gereken en önemli sorunlardan. Gelişim psikolojisi alanındaki araştırmalar sosyal bölünmelere dayalı önyargı ve ayrımcılık gibi olumsuz tutum ve davranışların, çok erken yaşlarda ortaya çıktığını gösteriyor. Bu tutum ve davranışların hem kişisel hem de toplumsal seviyede birçok ciddi sonucu var. Bir de bugün artık kritik seviyeleri bulan ve ancak bu bölünmeleri bir kenara bırakıp birlikte hareket ederek çözebileceğimiz global ölçekte çevre ve sağlık sorunlarıyla karşı karşıyayız. Sosyal bölünmelerin gelişimsel olarak nasıl ortaya çıktığını, bunların altında yatan süreçleri ve doğalarını daha iyi anlamanın, toplumların daha eşitlikçi ve olumlu sosyal davranışlara odaklanması açısından kritik olduğunu düşünüyorum.
“Yaptığımız çalışmalar ortak müzikal deneyimlerin, özellikle de aynı şarkıları biliyor olmanın küçük çocukların bile arkadaş seçimlerinde belirleyici olduğunu gösteriyor.”
En son haberler İnsanlar üzerinde denenecek
Boğaziçi: Türkiye’nin en iyi küresel üniversitesi US News & World Report, “Dünyanın En İyi Üniversiteleri” 2019 listesini açıkladı. Küresel sıralamada 234. olan Boğaziçi Üniversitesi, Türkiye’deki üniversiteler arasında en iyi dereceyi elde etti. Asya üniversiteleri arasında değerlendirmeye alınan 393 üniversite arasında ise 29. sıraya yerleşen Boğaziçi Üniversitesi, en yüksek başarıyı fizik alanında gösterdi ve dünya genelinde 66. sırada yer aldı.
Boğaziçi Üniversitesi Kimya Bölümü Başkanı Prof. Dr. Rana Nomak Sanyal, geliştirdiği kanser ilacını insanlar üzerinde denemek için T.C. Sağlık Bakanlığı’ndan izin alarak Türkiye tarihinde bir ilke imza attı. Çalışmalarının tamamını Boğaziçi Üniversitesi Yaşam Bilimleri ve Teknolojileri Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde gerçekleştiren Sanyal’ın, piyasadaki kemoterapi ilaçlarına kimyasal modifikasyon uygulanması yoluyla geliştirdiği bu ilaç, tümöre doğrudan etki edecek. 25 yıldır kanser üzerine araştırmalar yürüten Sanyal’ın ekibiyle birlikte geliştirdiği kanser ilacı, bu yıl içinde hastalığın son evresindeki kanser hastaları üzerinde denenecek.
Endüstri 4.0 için Mükemmeliyet Merkezi Boğaziçi Üniversitesi’nin, TÜBİTAK Mükemmeliyet Merkezi Destek Programı’nın “Yüksek Teknoloji Platformları” çağrısına yolladığı öneri kabul edildi. TÜBİTAK desteği ile kurulacak merkez, üniversite bünyesindeki Teleiletişim ve Enformatik Teknolojileri Uygulama H azırlayan: H A B İ B E Ç I K I L I O Ğ L U ‘18
18
ve Araştırma Merkezi’nde (TETAM) yer alacak. Merkez, Türkiye’de Endüstri 4.0 teknolojileri için araştırma, geliştirme ve uygulama yapılabilecek ulusal bir platform olacak. Dijitalleşme sürecinde iş dünyasının yeni teknolojileri kullanarak daha yüksek katma değer yaratması gerektiğini, gerekli teknoloji kapasitesinin ise üniversitemizde yer aldığını belirten Boğaziçi Üniversitesi Endüstri 4.0 Platformu Başkanı Prof. Dr. Lale Akarun; Boğaziçi Üniversitesi’nin bu alandaki öncülüğünün lisansüstü öğrencilerine kaynak sağlaması ve araştırma ortamını zenginleştirmesi açısından oldukça önemli olduğunu vurguluyor.
Adalet Ağaoğlu’na fahri doktora Boğaziçi Üniversitesi, Türkçe roman alanındaki öncü eserlerinin yanı sıra ülkenin sorunlarına olan somut katkıları için teşekkür etmek amacıyla Adalet Ağaoğlu’na fahri doktora unvanı verdi. Albert Long Hall’da düzenlenen törenin açılış konuşmasını yapan Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmed Özkan, 70 yılı aşan edebiyat serüveniyle Türkiye’nin toplumsal sorunları için ortaya koyduğu çalışmalarından ve değerli katkılarından ötürü bu unvanı Adalet Ağaoğlu’na takdim etmekten gurur duyduğunu belirtti. Adalet Ağaoğlu’nun kişisel arşivi, Boğaziçi Üniversitesi Aptullah Kuran Kütüphanesi’nde bulunan ve bizzat kendisinin tasarladığı Adalet Ağaoğlu Araştırma Odası’nda yer alıyor.
Spor ödülleri sahiplerini buldu 8. Boğaziçi Üniversitesi Spor Ödülleri Töreni, 17 Aralık’ta gerçekleşti. Spor camiasının ünlü isimlerini bir araya getiren ödül töreninde “Yılın Enleri”ne ödülleri takdim edildi. Yılın voleybol oyuncusu Gözde Kırdar olurken, yılın en iyi spor yöneticisi Maurizio Gherardini, yılın en iyi takımı Fenerbahçe Erkek Basketbol Takımı, yılın en iyi antrenörü Zeljko Obradovic ve yılın en iyi çıkış yapan takımı MKE Ankaragücü Erkek Futbol Takımı seçildi. Oylamadan bağımsız belirlenen Sporcu Kardeşliği Özel Ödülü ise bu yıl Gençler Badminton Kadınlar Milli Takımı, Ege Pedal Spor Kulübü, Sümeyye Boyacı, Zübeyde Süpürgeci, Muhsine Gezer ve Ali Topaloğlu’na takdim edildi.
NATO’dan Boğaziçili akademisyene ödül BÜ Kimya Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi ve Polimer Araştırma Merkezi Müdürü Prof. Dr. Türkan Haliloğlu’nun yürüttüğü “Antraks MntABC Taşıyıcıları: Yapı, Dinamik ve Molekül Geliştirme” adlı proje,
NATO Barış ve Güvenlik için Bilim Programı’nın (SPS) Bilim İş Birliğinde Mükemmeliyet Ödülü’nü kazanan üç projeden biri oldu. Proje, SPS Bilim Ortaklığı Programı’nın CBRN etmenlere karşı korunma öncelikli alanında ödüle layık görüldü. 29 Kasım’da Brüksel’deki NATO Genel Merkezi’nde düzenlenen galada Prof. Dr. Haliloğlu’na ödülünü NATO Genel Sekreter Yardımcısı Rose Gottemoeller takdim etti.
UNDP’den Boğaziçi Mezunu İş İnsanları Derneği’ne davet Globalleşen ve dijitalleşen dünyayla birlikte günümüzün sosyal ve ekonomik sorunlarına dair farkındalık her alanda büyümeye devam ediyor. İş dünyasından aktörlerin de toplumsal sorunlara çözüm üreterek ‘sosyal etki’nin bir parçası olacak şekilde dönüşeceğine, bu rüzgarı yakalayamayan kurumların geride kalacağına kesin gözüyle bakılıyor. İş dünyasındaki bu heyecanlı dönüşümün Türkiye’deki öncülüğünü yapma vizyonuyla 2016 yılında kurulan Boğaziçi Mezunu İş İnsanları Derneği (BRM), şimdiye kadarki projeleri için, Eti Gıda ve P&G de dahil olmak üzere özel sektörden birçok kurumun yanı sıra İstanbul Kalkınma Ajansı’nın da desteğini aldı. Dernek üç yıllık sürenin sonunda Türkiye’nin sosyal inovasyon ekosistemine önemli katkılarda bulundu. Bu doğrultuda BRM, Uluslararası İşbirliği Platformu (UIP) tarafından 26-28 Kasım tarihleri arasında
19
gerçekleştirilen 9. Boğaziçi Zirvesi’nde ortak bir panel düzenlemek üzere United Nations Development Program’dan (UNDP) davet aldı. “İş Dünyasının Yeni Büyüme Rotası: Birleşmiş Milletler (BM) Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri” başlıklı panelin açılış konuşmasını T.C. Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı Sektörler ve Kamu Yatırımları Genel Müdürü Emin Sadık Aydın yaptı. ADP Araştırma Merkezi Kurucu Eş Başkanı Dr. Ahu Yıldırmaz ‘89, Mavi Jeans CEO’su Cüneyt Yavuz ‘90, VISA Kurumsal Sosyal Etki Direktörü Hugh Norton ve UNDP Business Call to Action Direktörü Paula Pelaez panelin diğer katılımcıları arasındaydı. Panelde BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ne yönelik kapsayıcı iş modelleri geliştiren kurumların iş dünyasında rakiplerinin önüne geçtiği aktarıldı. Optik cam sektörünün lider kuruluşlarından Essilor’un görme kusuru olan ve çözüme erişimi olmayan 2,5 milyar kişiye ulaşmak için geliştirdiği kapsayıcı iş modelleri örnek gösterildi. Projenin uygulandığı bölgelerde, değişen uzunluklarda eğitimler aracılığıyla gençleri temel görüş sağlığı uzmanı olarak yetiştiren Essilor, sağladığı desteklerle bu gençlerin mikro işletmeler kurmasını sağlıyor; projelerin sürdürülebilirliğini sağlamak için STK’lar, vakıflar ve kalkınma fonlarıyla iş birliği yapıyor. Dr. Ahu Yıldırmaz, çözüm için yeni becerilere sahip çalışanlara ihtiyaç duyulduğuna ve çalışanların iş hayatındaki beklentilerine kulak verilmesi gerektiğine dikkat çekti. Cüneyt Yavuz, sosyal etki beklentisinin kurum kültürlerini dönüştürdüğünü, şirketleri daha duyarlı hale getirdiğini dile getirdi. 2018-2019 döneminin kapanış etkinliği niteliğindeki panelin ardından BRM, 2019-2020 döneminde de İş Dünyası’nda BM Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ni destekleyen yeni ve yaratıcı iş modelleri hakkında farkındalık yaratmak ve kurum içi sosyal girişimciliği tetiklemek için projeler yürütmeye devam edecek. Ayrıntılı bilgi ve BRM’ye üye olmak için: https://www.brm.org.tr
En son haberler BÜDOTEK kapılarını açtı Boğaziçi Üniversitesi ve İstanbul Dudullu Organize Sanayi Bölgesi iş birliğiyle 15 bin 500 metrekarelik kapalı alanda kurulan yeni teknopark şirketi BÜDOTEK, ocak ayı itibarıyla faaliyetlerine başladı. Akademisyen desteğinin ve eğitim altyapısının Boğaziçi Üniversitesi tarafından karşılanacağı bu yeni teknoparkta küçük ölçekli araştırma projeleri için kuluçka merkezi kurulması planlanıyor.
Bir mucize ihtimali Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde doktora eğitimini sürdüren yazar Ekin Can Göksoy ile sanatçı Larissa Araz’ın ortak çalışması olan “Bir Mucize İhtimali” başlıklı sergi, 1-22 Aralık 2018 tarihleri arasında Kadıköy Poşe’de sergilendi. Odağına “İnsan neyi diler, neyi umut eder?” sorusunu alan serginin kavramsal çerçevesi, Ekin Can Göksoy’un yazdığı yedi hikayeyle örüldü.
Kanada’da göçmenlik olanakları BÜMED, 8 Ocak’ta düzenlediği “Kanada’da Yatırım, Ticaret, Göçmenlik ve Eğitim Olanakları” seminerinde, Kanada’nın en büyük avukatlık firmalarından Green and Spiegel LLP’yi ağırladı. Yatırımcı, girişimci ve kalifiye çalışanlar için Kanada’nın sunduğu göçmenlik olanaklarının anlatıldığı seminer; Green and Spiegel LLP Kurucu Ortağı Stephen Green, Green and Spiegel LLP İş Geliştirme Müdürü Eren Sarı, CLN Mortgages Yatırım Danışmanı Sedat Topçu ve EduCan International Educational Consulting Kurucu Direktörü Gülay Metivier’in katılımıyla gerçekleşti.
Sanayi doktora programı TÜBİTAK-BİDEB’in “2244 Sanayi Doktora Programı” kapsamında “Biyomedikal Teknolojiler Sanayi Doktora Programı” başlıyor. BÜ önderliğinde ve Bıçakçılar, Set Medikal, Telemed, Glakolens, Elektrosalus, RS Araştırma’nın destekleriyle sürdürülecek doktora programı sayesinde üniversite ve sanayi iş birliğinin geliştirilmesi ve sanayide doktoralı araştırmacı istihdamının sağlanması amaçlanıyor. Ayrıca bu program ile doktora seviyesindeki araştırma projelerinin sanayi şirketlerinde ekonomik faydaya dönüştürülmesi bekleniyor.
20
İkinci vatandaşlık imkanları Yeni Bir Hayat ve EB5 United, BÜMED iş birliğiyle 12 Kasım’da “Vizesiz Hayat: Yatırım Yoluyla Yurt Dışında Oturum/Vatandaşlık Programları” semineri düzenledi. Yeni Bir Hayat CEO’su Şevki Akaydın ve EB5 United Kıdemli Başkan Yardımcısı Brannan Sim’in katılımıyla gerçekleşen seminerde, farklı ülkelerin vatandaşlık programları ve oturum izinleri ile ilgili önemli bilgiler verildi.
Akaryakıtta Yılın İtibarlısı Petrol Ofisi Türkiye’nin Ofisi Petrol Ofisi, 12 ilde 1.200 kişiyle yüz yüze görüşmelerle yapılan araştırma sonucunda The ONE Awards Bütünleşik Pazarlama Ödülleri Akaryakıt kategorisinde “Yılın İtibarlısı” seçildi. Bundan sonra da birlikte ilerlemek için adım atmaya devam edeceğiz.
En son haberler Kamu politikalarında akademi ile iş birliği
ABD’de gayrimenkul yatırımı BÜMED, 21 Kasım’da düzenlediği “Amerika’da Gayrimenkul Yatırımı ve Green Card Fırsatı” başlıklı seminerinde The LCP Group CEO’su Francis Lively’i ağırladı. Francis Lively, katılımcılara The LCP Group’un ABD’de “Uzay Sahili” olarak bilinen Melbourne Florida’daki Tapestry Hilton Oteli yatırımının ve EB-5 vizesi ile Green Card alma fırsatının detaylarını anlattı.
BÜ; T.C. Ticaret Bakanlığı ve İngiltere Ankara Başkonsolosluğu’nun 1314 Aralık’ta düzenlediği “Nudge Bootcamp” çalıştayına ev sahipliği yaptı. BÜ Ekonomi Bölümü’nden Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Yiğit Gürdal ile BÜ Endüstri 4.0 Platformu Başkan Yrd. Sertaç Kanlı Yerlikaya’nın koordine ettiği çalıştayda, davranışsal ekonomi ve kamu politikaları tüm yönleriyle tartışıldı.
SociaLINK’te Pub Story Boğaziçi Üniversitesi mezunlarının bir araya gelmekten en çok keyif aldığı etkinliklerden SociaLINK’in 41. buluşması, 27 Kasım’da Mentha Nova’da gerçekleşti. Mezunlar, yaratıcı bir sosyal deneyim sunan Pub Story oyunuyla hem arkadaşlarıyla doyasıya eğlendi hem de yeni dostluklar kazandı. Oyun sayesinde etkileşim ve katılım oranı kayda değer biçimde
22
artmış oldu. Hafta içi salı akşamı düzenlenen aktiviteye 150’nin üzerinde mezun katıldı. Katılımcı kitlesinin gençleştiği etkinliğe yeni mezunlar yoğun ilgi gösterdi. 20.30 dolaylarında başlayan PubStory oyunu, yaklaşık bir buçuk saat sürdü. Geceye özel “Boğaziçi” kategorisinin eklendiği oyunda, katılımcılar telefonlarındaki uygulama aracılığıyla diğer katılımcılarla eşleşip birtakım meydan okumaları yerine getirerek puan topladılar. Oyunun 22.30 gibi sona ermesinin ardından katılımcılar, Mentha Nova’da eğlenmeye devam ettiler.
Türkiye’nin kadın girişimcileri ödüllerini aldı Garanti Bankası’nın, Ekonomist Dergisi ve Türkiye Kadın Girişimciler Derneği (KAGİDER) iş birliğiyle bu yıl 12. kez düzenlediği “Türkiye’nin Kadın Girişimcisi Yarışması”nın kazananları belli oldu. Geleceğe güvenle bakan kadınlardan oluşan güçlü ve büyük bir platforma dönüşen yarışmada, Türkiye’nin ilk yerli e-kitap okuyucu markası olan Redeer’ın kurucusu Müşerref Sezen Saral ‘05, “Türkiye’nin Kadın Girişimcisi” seçildi. Boğaziçi Üniversitesi Kimya Bölümü Başkanı ve RS Research Kurucusu Prof. Dr. Rana Sanyal ise “Türkiye’nin Gelecek Vaat Eden Kadın Girişimcisi” ödülünü aldı.
Boğaziçi Marka Zirvesi BÜİK’in bu yıl 6. kez düzenlediği Boğaziçi Marka Zirvesi, 8-9 Aralık’ta “şimdi daha hızlı” mottosuyla GKM’de gerçekleşti. Etkinlikte öğrenciler ile marka, pazarlama ve satış sektörlerinin önde gelen profesyonelleri bir araya geldi. Nestlé ana sponsorluğunda düzenlenen zirvede “dijital dönüşümün pazarlamaya etkisi”, “tüketici davranışlarının analizi”, “sanat ve pazarlamanın birlikteliği” öne çıkan başlıklar arasındaydı.
En son haberler “Hep Sonradan”
Neolokal’e beş inci Hürriyet ve Karaca iş birliğiyle Türkiye’nin ilk ve tek özgün gastronomi derecelendirme sistemi baz alınarak hazırlanan ve bu yıl ikincisi yayınlanan “İncili Gastronomi Rehberi” raflarda yerini aldı. Bir yılı aşkın süredir titizlik ve şeffaflıkla yapılan değerlendirmeler sonucu ‘inci’ kazanan restoranlar Swissotel’de yapılan ödül töreniyle sahiplerini buldu. Rehberde Maksut Aşkar’ın (‘99) kurduğu ve geleneksel Türk yemeklerine modern yorumunu kattığı Neolokal, beş inci ile değerlendirildi.
Ahmet Kaya’nın yaşamından kesitlerin sergilendiği müzikli tiyatro oyunu “Hep Sonradan”, 9 Ocak’ta ilk kez seyircisiyle buluştu. Yönetmen Onur Ünlü’nün süpervizörlüğünü, Metin Göksel’in (‘95) ise yönetmenliğini üstlendiği “Hep Sonradan”ın kadrosunda Cüneyt Yalaz, Elit Andaç Çam, Ahmet Melih Yılmaz, Saim Güveloğlu, Ferya Soysal ve Banu Açıkdeniz gibi deneyimli oyuncular yer alıyor. Ahmet Kaya şarkılarını Kardeş Türküler yorumuyla sahneye taşıyan oyun, 27 Şubat’a kadar UNIQ Hall’da sahnelenmeye devam edecek.
Özgen Ulukutlu’dan kişisel resim sergisi BCB Danışmanı ve Benefit Danışmanlık Kurucusu Özge Ulukutlu’nun (‘85) “Soyut Resimler” adlı kişisel resim sergisi, sanatseverlerle buluştu. 1-16 Aralık tarihleri arasında düzenlenen sergiye öğrenciler, mezunlar ve misafirlerden oluşan çok sayıda ziyaretçi katıldı.
24
“Boğaziçili Yıllar” konseri BÜMED, YCHORUS Vokal Topluluğu’nun 1 Kasım’da gerçekleşen “Boğaziçili Yıllar” konserine ev sahipliği yaptı. 1996 yılında Hakan Polat tarafından Boğaziçi Üniversitesi Müzik Kulübü’nde (BÜMK) kurulan YCHORUS, ilk albümleri “Renkler”den günümüze kadar yaptıkları müzikal çalışmalarını sahneye taşıdıkları bu konserde izleyicileri Boğaziçili yıllarına götürdü.
Boğaziçi Üniversitesi’nde engelliliğin 50 yılı “Boğaziçi Üniversitesi’nde Engelliliğin 50 Yılı” adlı belgesel, 8 Kasım’da SineBU’da izleyicilerle buluştu. GETEM’in görme engelli bireylerin hayatlarında yarattığı değişimi anlatan belgeselde 1970’li yıllardan bu yana BÜ’de eğitim görmüş, mezun olmuş ve halen eğitim görmeye devam eden görme engelli öğrencilerin deneyimlerine yer verildi. “Boğaziçi Üniversitesi’nde Engelliliğin 50 Yılı”, görme engellilerin bilgiye erişim süreçlerinin nasıl ilerlediğini anlatan ilk belgesel olma özelliği taşıyor.
K İ TA P
En son çıkanlar Ekonomi ve cinsellik tartışmalarından ödüllü kitaplara ve çocuk hikayelerine, yolu Boğaziçi Üniversitesi’nden geçmiş yazarların yeni kitapları raflarda yerlerini aldı. Aykırı Cinsellikler, Kıvanç Tanrıyar ‘03 tarafından arzunun kategorilere ayrılamayacağı prensibiyle hazırlandı. Türkçe edebiyatı cinsellik ve cinsiyet ekseninde inceleyen bu kitap, Tanzimat’tan Cumhuriyet rejiminin olgunlaştığı çok partili döneme kadar olan süreyi kapsıyor. Kitap, “normal” cinselliği dışarıda bırakarak bir bütün olarak arzuya ve bedene dair olmaya çalışıyor. Kıvanç Tanrıyar, “Aykırı Cinsellikler”, 2018, Ayrıntı Yayınları, 352 sayfa, 35 TL Zeytin ağacı kimi zaman vefanın, kimi zaman ustalığın, kimi zaman inceliğin sembolü oldu. Peki siz bin yaşındaki bir zeytin ağacıyla tanışıp dost olmak, zeytinin ve Anadolu’nun son bin yılını bir de ondan dinlemek ister misiniz? İsmail Keskin ‘08 tarafından kaleme alınan ve Eren Topcu tarafından resimlenen Hatırlayan Zeytin Ağacı, tanışmak ve hikayesini anlatmak için çocuk dostlarını bekliyor.
Fatih Türkmenoğlu ‘90, Her Perşembe Saat 4’te adlı son kitabında, dört kadının birbirinin içinden geçen hikayelerini anlatıyor. Kitap; birbirinden farklı görünen ve uzakta yaşayan bu kadınların arasındaki ince bağları, Denizli’den Miami’ye, İstanbul’dan Chicago’ya, farklı zamanlarda ve farklı şehirlerde görünür kılıyor. İç ısıtan gözlemleriyle okuyucuya çok yakın bir yerde duran Türkmenoğlu, titizlikle kurgulanmış karakterlerin hayatları ve hayalleri üzerinden, bizi yine bizden ama başka dünyalara götürüyor.
İsmail Keskin, “Hatırlayan Zeytin Ağacı”, 2018, Hayy Kitap, 72 sayfa, 24 TL Doç. Dr. Aslıhan Aykaç ‘97 bu kitabında, üretimde ve bölüşümde dayanışmayı odağına alan ekonomilerin imkan ve sınırlarını inceliyor, “iş yeri demokrasisi”ne vurgu yapıyor. Küresel ekonomi içinde emeğin bugünkü durumunu değerlendiriyor, dünyanın farklı yerlerinden dayanışma ekonomilerine örnekler veriyor ve küresel ekonominin devlet ve piyasa dışındaki alternatiflerini tartışıyor. Aslıhan Aykaç, “Dayanışma Ekonomileri”, 2018, Metis Kitap, 280 sayfa, 30 TL
Fatih Türkmenoğlu, “Her Perşembe Saat 4’te”, 2019, İnkılap Kitabevi, 176 sayfa, 19 TL
Susan Faludi’nin 2017 Pulitzer Biyografi Ödülü’nün üç finalistinden biri olan, Elvin Vural ‘12 çevirisiyle yayımlanan Karanlık Odada adlı kitabı; Macaristan Yahudilerinin tarihi, İkinci Dünya Savaşı ve ABD’de savaş sonrası gelişen orta sınıf aile yaşamı ekseninde trans bireylerin farklı toplumlarda ve yaşlarda nasıl görüldüklerini; daha önemlisi, kendilerini nasıl gördüklerini anlatıyor. Susan Faludi, “Karanlık Odada”, 2018, Çeviren: Elvin Vural, Kaplumbaa Kitap, 459 sayfa, 39 TL H A Z I R L AYA N: Fat İ ma Ç el İ k ‘18
25
bu yana geçen 40 yılda Üniversiteye ve
10.000’den fazla burs
BÜVAK kuruluşundan bu yana
Burs Desteği %14
Üniversite’ye 88 M $ bağış aktardı, 10.000’den fazla BÜ öğrencisine burs sağladı. Akademik Destek ve Teşvik Faaliyetleri
45,0 M $
Sosyal, Kültürel ve İdari Destekler
Sosyal, Kültürel ve İdari Destekler %29
Akademik Destek ve Teşvik Faaliyetleri %51
BU YI L Bİ RLİ KTE B AŞARACAĞI Z !
25,4 M $
Bina Yapımı ve Restorasyonlar %6
Burs Desteği
12,4 M $
Bina Yapımı ve Restorasyonlar
5,3 M $
DA HA FA Z LA S I İ Çİ N Sİ Z D E D ESTEK VERİ N! BÜVAK, kuruluşundan bu yana, Üniversitesiye 88 M $ bağış aktardı, 10.000 öğrenciye burs desteği sağladı. Akademik destek ve teşvik faaliyetlerine 45 M $, sosyal, kültürel ve idari faaliyetlere 25.4 M $, burslara 12.4 M $, bina yapımı ve restorasyonlara 5.3 M $ destek verdi.
BURS HAVUZU
Alt veya üst limit olmaksızın tüm bağışlarla gereksinimi olan öğrencilerimize aktarılan burs desteğidir.
İSME BURS (450x 9 ay =4050 TL)
Kişi veya kurumlar adına, bir öğrencimize akademik yıl boyunca aylık verilen burstur.
Burs Ad ı
GEREKSİNİM BURSU
Bir öğrencimize akademik yıl boyunca belirli bir gereksinim için verilen burstur. YURT (2.250 TL)
YEMEK (1.350 TL)
KİTAP (450 TL)
B O Ğ A Z İ Ç İ Ü N İ V E R S İ T E S İ VA K F I BURS BAĞIŞI Bağışçı Adı Soyadı
Burs Adı HAVALE ile ÖDEME
Bölüm
T. GARANTİ BANKASI, Boğaziçi Üniversitesi Şubesi (303)
Mezuniyet Yılı
Hesap Adı: Boğaziçi Üniversitesi Vakfı
Adres
TL Hesabı: TR 18 0006 2000 3030 0006 2999 05 Açıklama: Burs Bağışı YAPI KREDİ BANKASI, Etiler Şubesi (0237)
Toplam Bağış Tutarı Taksit Sayısı • Tek seferde • 3 taksit • 6 taksit • 9 taksit Makbuzun Düzenleneceği Adres (Yukarıdakinden farklıysa)
Hesap Adı: Boğaziçi Üniversitesi Vakfı TL Hesabı: TR 18 0006 7010 0000 0061 2901 94 Açıklama: Burs Bağışı
KREDİ KARTI ile ÖDEME Banka Adı: E-posta
Kredi Kartı Cinsi • Visa • Master • Amex
Mobil Tel
Geçerlilik Tarihi
ONAY Adımın bağışçı onur listesinde yayınlanmasını onaylıyorum:
Kart No
• Evet • Hayır
CVV
Tarih
/
/ /
/ /
/
Bağışçı İmza
/
Vakfımız, Bakanlar Kurulu’nun 12 Ağustos 1993 tarih ve 93/4805 sayılı kararı ile vergi bağışıklığı hakkına sahip bulunmaktadır. Kamu Yararı Gözeten Vakıf statüsündedir.
AYDINLATMA METNİ 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (“Kanun”) uyarınca “Veri Sorumlusu” sıfatına sahip Boğaziçi Üniversitesi Vakfı (“BÜVAK”) olarak bilgilerinizin tarafımızca güvenli bir şekilde saklanıp, kişisel verilerin korunması mevzuatına uygun şekilde, aşağıda açıklanan kapsamda işlendiğini belirtmek isteriz. 1. Kişisel Verilerin Hangi Amaçla İşleneceği: Kişisel verileriniz, BÜVAK’ın vakıf senedinde yer alan amaçlar ve hizmet konuları doğrultusunda sağlanacak hizmetlerin yasal çerçevede sunulabilmesi, BÜVAK bünyesine bağış ve yardımların alınması, BÜVAK tarafından burs imkanlarının sağlanması, yardımlarda bulunulması, BÜVAK’ın etkinlik ve organizasyon yönetim süreçlerinin icra edilebilmesi için ilgili kişilerle iletişimin sağlanması amacıyla iş birimleri tarafından gerekli faaliyetlerin yürütülmesi, süreli veya süresiz yayınlar yapılması, sözleşme ve mevzuattan doğan sorumlulukların yerine getirilmesi amaçlarıyla BÜVAK tarafından işlenecektir. 2. İşlenen Kişisel Verilerin Kimlere ve Hangi Amaçla Aktarılabileceği: Kişisel verileriniz, BÜVAK’ın vakıf senedinde yer alan amaçlar ve hizmet konuları doğrultusunda sağlanacak hizmetlerin yasal çerçevede sunulabilmesi, BÜVAK bünyesine bağış ve yardımların alınması, BÜVAK tarafından burs imkanlarının sağlanması, yardımlarda bulunulması, BÜVAK’ın etkinlik ve organizasyon yönetim süreçlerinin icra edilebilmesi için ilgili kişilerle iletişimin sağlanması amacıyla iş birimleri tarafından gerekli faaliyetlerin yürütülmesi, süreli veya süresiz yayınlar yapılması, sözleşme ve mevzuattan doğan sorumlulukların yerine getirilmesi amaçlarıyla, hizmet aldığımız iş ortaklarımızla, tedarikçilerimizle, Boğaziçi Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği de dahil işbirliği yaptığımız program ortağı kuruluşlarla ve hukuki yükümlülüğümüzü yerine getirebilmek amacıyla kanunen yetkili kılınan mercilerle paylaşılabilecektir. 3. Kişisel Veri Toplamanın Yöntemi ve Hukuki Sebebi: Kişisel verileriniz, kanunlarda açıkça öngörülmesi, bir sözleşmenin kurulması veya ifasıyla doğrudan doğruya ilgili olması kaydıyla sözleşmenin taraflarına ait kişisel verilerin işlenmesinin gerekli olması ve BÜVAK’ın hukuki yükümlülüklerini eksiksiz ve doğru bir şekilde yerine getirebilmesi amacıyla edinilmekte ve bu hukuki sebeple edinilen kişisel verileriniz sözlü, yazılı veya elektronik ortam da dahil olmak üzere çeşitli toplama yöntemleri ile toplanmaktadır. 4. Veri Sahibinin Kanun’un 11. maddesinde Sayılan Hakları: Kanun’un 11. maddesi uyarınca; veri sahipleri, yazılı olarak veya Kişisel Verileri Koruma Kurulu’nun belirlediği diğer yöntemlerle ¹ BÜVAK’a başvurarak; kişisel verilerinin işlenip işlenmediğini öğrenme, kişisel verileri işlenmişse, buna ilişkin bilgi talep etme, kişisel verileri işleniyorsa, kişisel verilerin işlenme amacını ve bunların amacına uygun kullanılıp kullanılmadığını öğrenme, kişisel verileri yurt içinde veya yurt dışında üçüncü kişilere aktarılıyorsa, kişisel verilerin aktarıldığı üçüncü kişileri bilme, kişisel verilerinin eksik tveya yanlış işlenmiş olması halinde bunların düzeltilmesini isteme ve bu kapsamda yapılan işlemin kişisel verilerin aktarıldığı üçüncü kişilere bildirilmesini isteme, Kanun ve ilgili diğer kanun hükümlerine uygun olarak işlenmiş olmasına rağmen, işlenmesini gerektiren sebeplerin ortadan kalkması halinde kişisel verilerinin silinmesini veya yok edilmesini isteme ve bu kapsamda yapılan işlemin kişisel verilerin aktarıldığı üçüncü kişilere bildirilmesini isteme, işlenen verilerin münhasıran otomatik sistemler vasıtasıyla analiz edilmesi suretiyle kendisi aleyhine bir sonucun ortaya çıkmasına itiraz etme, kişisel verilerinin kanuna aykırı olarak işlenmesi sebebiyle zarara uğraması halinde, zararın giderilmesini talep etme haklarına sahiptir. 2 1 10.03.2018 tarih ve 30356 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Veri Sorumlusuna Başvuru Usul ve Esasları Hakkında Tebliğ” uyarınca; veri sahipleri, Kanun’un 11. maddesinde belirtilen hakları kapsamında taleplerini, yazılı olarak veya kayıtlı elektronik posta (KEP) adresi, güvenli elektronik imza, mobil imza ya da veri sahibi tarafından BÜVAK’a daha önce bildirilen ve BÜVAK’ın sisteminde kayıtlı bulunan elektronik posta adresini kullanmak suretiyle veya başvuru amacına yönelik geliştirilmiş bir yazılım ya da uygulama vasıtasıyla BÜVAK’a iletir. 2 Bu konuda detaylı bilgi için https://www.buvak.org.tr/index.php?sayfa=67 internet adresini ziyaret edebilirsiniz.
Boğaziçi Üniversitesi Vakfı tarafından yürütülen bağış toplama kampanyaları, 2860 sayılı Yardım Toplama Kanunu’nun 2. Maddesinin 2. Fıkrası hükmü uyarınca sadece Boğaziçi Üniversitesi Mensuplarına, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlarına, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği üyelerine, Boğaziçi Üniversitesi Vakfı Mütevellilerine yönelik hazırlanmıştır.
online bağış www.buvak.org.tr buvakbagis@boun.edu.tr T 0 212 359 72 50 F 0 212 257 37 62
ANKET
Ne kadar dijitalsiniz? Bu sayıda yine sadece “bir bilene” değil, herkese danıştık. Anketlerimize katılmak için BÜMED’in veri sistemindeki e-posta adresinizi güncellemeyi unutmayın. 1
14 Daha önce hiç gitmediğiniz bir yere seyahat edeceksiniz. Bu yer hakkında bilgi edinmek için aklınıza ilk gelen yöntem hangisi olur?
13
Basılı kılavuzlar, haritalar ve seyahat rehberlerinden faydalanırım: %2
İnternet siteleri: %60 Sosyal medya: %51 Televizyon: %30 Telefonunuza bildirim geldiğinde ne yaparsınız?
2
İnternet’ten araştırma yaparım: %88 Oraya gitmiş insanlardan tavsiye isterim: %10
Haberleri nereden takip ediyorsunuz?
12
Hangi dijital cihazlara sahipsiniz?
Basılı gazeteler: %18 Haberleri takip etmem: %9
Bildirimleri biriktirir, toplu bakarım: %70
Tuvalete giderken telefonunuzu yanınıza alır mısınız?
Cep telefonu: %98 Dizüstü bilgisayar: %94 Tablet: %67 Masaüstü bilgisayar: %26
Evet: %57
3
Akıllı saat: %14 Hayır: %43
Navigasyon cihazı: %12
1-3 saat: %32
Diğer: %2
3-5 saat: %28
Herhangi bir mobil cihazınız olmadan en fazla ne kadar süre geçirebilirsiniz?
5-10 saat: %16
Her gelen bildirimi o an açarım: %30
1 gün: %14 1 hafta: %6
11
İnsanlık tarihinin en hızlı, en kapsamlı ve sonuçları en az hesaplanmış kırılması olarak değerlendirilen dijitalleşme, gündelik hayatlarımızın neredeyse her alanına nüfuz etmiş gibi görünüyor.
Alışveriş merkezleri: %61 Giyim alışverişiniz için en çok hangisini tercih edersiniz?
Alışveriş merkezleri dışındaki mağaza ve butikler: %23 Online mağazalar ve alışveriş siteleri: %16 1 saatten az: %26 1-2 saat: %8 5-7 saat: %12
10
2-4 saat: %45
2 gün: %4
Günde kaç saatinizi çevrim içi platformlarda geçiriyorsunuz?
Telefonum: %40
Çalar saat: %19
Cep telefonum: %67
Hiçbiri: <%1
Instagram: %45
Eski fotoğraf albümüm: %33
8
7
Tek bir tercih hakkınız olsaydı hangisini kullanırdınız?
Yangında ilk olarak hangisini kurtarırsınız?
28
5 Uyanmanızda hangisi daha etkili?
2016: %17
Facebook: %30
Televizyonum: %6
Uykuya dalmadan önce en son hangisine bakarsınız?
2018: %32
Telefon alarmı: %81
2017: %29
Kitabım: %23
9
2019: %2
Twitter: %24
Partnerim: %30
Uyumadan önce telefonunuzu nereye bırakırsınız?
Yatak odamın dışına: %37
10 saatten fazla: %6
8-10 saat: %3
4
Baş ucuma: %63
2016 yılından önce: %21
6 Şu anki telefonunuzu ne zaman kullanmaya başladınız?
İ S TAT İ S T İ K
Rakamlarla dijital dünya Son bir yılın dijital mecra kullanım oranları ve bu oranların yükseliş ivmesi, dünya nüfusunun beklenenden de yakın bir zamanda neredeyse tamamen “dijitalleşmiş” hale geleceğini gösteriyor.
İNTERNET KULLANIMI:
Dünya genelindeki toplam İnternet kullanıcısı sayısı
İnternet’e ilk kez son bir yıl içinde giriş yapan insan sayısı
2018 yılı boyunca insanların online geçirdiği toplam süre
Bir insanın İnternet’te günde geçirdiği ortalama süre
MOBİL CİHAZ KULLANIMI:
%52
%4
Cep telefonu
Tablet
%43
Bilgisayar
Dünya genelindeki cep telefonu kullanan insan sayısı
İlk mobil cihazını 2017 yılında satın alan insan sayısı
İnternet trafiğinin cihazlara göre dağılımı
H A Z I R L AYA N L A R : E lv İ n Vural ‘1 2, H ab İ be Ç ıkılıoğlu ‘18 / G R A F İ K L E R : E l İ F A L I M
29
SOSYAL MEDYA KULLANIMI: KATAR %99
%42
BİRLEŞİK ARAP EMİRLİKLERİ %99 KUVEYT %98
Aktif sosyal medya kullanıcılarının toplam dünya nüfusuna oranı
Sosyal medya kullanıcıların sayısının yıllık artış oranı
Sosyal medyanın nüfusa oranla en çok kişi tarafından kullanıldığı ülkeler
UYGULAMA KULLANIMI:
Akıllı telefonlara yüklenen ortalama uygulama sayısı
Akıllı telefonlara yüklenen uygulamalardan her ay en az bir kez kullanılanların sayısı
2017 yılında dünya çapında mobil uygulamaların toplam indirilme sayısı (tüm platformlar)
2017 yılında dünya çapında kullanıcıların mobil uygulamalara harcadığı toplam meblağ
M İ LYA R $
İNTERNET ÜZERİNDEN YAPILAN HARCAMALAR: 408 360
Dünyanın 15 yaşından büyük nüfusunun;
341 225
213 ’sinin banka hesabı var.
’i kredi kartı kullanıyor.
MODA & GÜZELLİK
ELEKTRONİK CİHAZLAR
OYUNCAK & HOBİ
MOBİLYA & ARAÇ GEREÇ
2017 yılı boyunca global e-ticarette en çok harcama yapılan alanlar
30
SEYAHAT & KONAKLAMA
’si online alışveriş yapıyor, fatura ödüyor.
DİJİTAL BECERİLER: SİBER SUÇLAR: 265 milyar € Avrupa’da siber suçlar nedeniyle bir yılda kaybedilen yaklaşık meblağ
AB’de 16-74 yaş aralığındaki, dijital becerilere sahip bireylerin toplam nüfusa oranı
Türkiye’de 16-74 yaş aralığındaki, dijital becerilere sahip bireylerin toplam nüfusa oranı
Türkiye’de 2020’lerde otomasyon riski altında olacak işlerin genele oranı
Türkiye’de 2030’larda otomasyon riski altında olacak işlerin genele oranı
Türkiye’de en az temel düzeyde dijital becerilere sahip iş gücü oranı
AB’de en az temel düzeyde dijital becerilere sahip iş gücü oranı
%30 Avrupa’da düzgün bir şekilde tanımlanmış dijital güvenlik politikasına sahip kurum oranı %20 Türkiye’de düzgün bir şekilde tanımlanmış dijital güvenlik politikasına sahip kurum oranı
YAPAY ZEKA: 50 Günümüz itibarıyla yapay zeka üzerine çalışmalar yürüten, Türkiye’deki startup sayısı %83 Uluslararası alanda yapay zekaya yapılan yatırımlarda ABD ve Çin’in payı Tüketicilerin ve işletme yöneticilerinin %60’ı yapay zekanın temiz enerji, kanser ve diğer hastalıklar gibi toplumun önemli sorunlarına çözüm sunabileceğine inanıyor.
E-DEVLET: Türkiye, BM’nin açıkladığı e-Devlet Araştırma Raporu’na göre 193 ülke arasında e-Devlet gelişmişlik endeksinde
e-katılım endeksinde ise
sırada.
Türkiye’de 2018 yılı itibarıyla e-Devlet kullanım oranı
Türkiye’de e-Devlet kapısında sağlanan hizmet sayısı
Kaynakça: Global Digital Report 2018. We are social. https://wearesocial.com/blog/2018/01/global-digital-report-2018 Gordon, Kyle. “Internet Usage Worldwide.” Statista, Statista, www.statista.com/topics/1145/internet-usage-worldwide/. Dijitalleşme Yolunda Türkiye Raporu. (Ocak 2019). Dijital Türkiye Platformu & PwC.
31
DENEME
Çalışma hayatında
Yeni bir dönem Dijitalleşmenin getiri ve götürüleriyle kuralları yeniden tanımlanan ofis ortamına bireyler nasıl adapte olacak? Özgür olmak için özgürlüklerinizden feragat edeceğiniz bir çalışma hayatına hazır mısınız?
YA Z I: D E N İ Z Ş E N L İ L E R ‘1 6 / İ L L Ü S T R A S YO N: R O B E R T S R U R A N S
32
G
eçmişte bilim kurgu filmlerinde rastladığımız dijital araçlar ve öğrenebilen makineler, Endüstri 4.0 ile günlük hayatımızın neredeyse sıradan bir parçası oldu. Bu dönüşümle beraber iletişim kurma ve öğrenme yöntemlerimiz de çağın gerekliliklerini yakalamak için şekil değiştiriyor. Teknolojinin okyanus ötesi mesafedeki kişi ve yerleri ya da eskiden günlerce sürebilecek bir araştırma ile ulaşabileceğimiz bilgiyi saniyeler içinde parmaklarımızın ucuna getirmesi, şirketlerin çalışma alanlarını ve araçlarını da dijitalleşmeye itiyor. Google Europe tarafından yapılan bir araştırma, tamamen dijitalleşen şirketlerin rakiplerine göre altı kat daha fazla kâr ettiğini, bu şirketlerin çalışanlarının yüzde 50 oranında daha sağlıklı olduğunu ortaya koyuyor.1 Dijital anlamda olgun kurumlar daha esnek mesai saatlerine sahip, hiyerarşik yapıya çok daha az bağlılık gösteren, çalışanlarının yaratıcılığını körükleyen ve onlara otonomi sağlayan kültüre sahip organizasyonlar olarak tanımlanıyor.
Esnek saatler özgürlüğümüzü kısıtlıyor Esnek saatler içerisinde herhangi bir yerden çalışma olanağı her ne kadar bize zamanımızı kişisel ihtiyaçlarımıza göre ayarlama özgürlüğü kazandırsa da iş yaşamının özel zamanımıza müdahale etme oranı giderek yükseliyor. İngiltere’deki Kent Üniversitesi’nde yapılan bir araştırmaya göre, çalışanların mesai saatleri konusunda daha otonom olmaları; çalışma saatlerinin hiç olmadığı kadar uzamasına sebep oluyor.2 Aynı zamanda çalışanlar ofis mekanından farklı bir ortamda çalışmanın sonucu olarak giderek yalnızlaştıklarını hissettiklerini ifade ediyorlar.
“Artık ofis dışında görüntülü aramalarla gerçekleştirilen toplantılar, iş görüşmelerini ve iş ortaklarımızla kurduğumuz iletişimi yeniden tanımlıyor.“
Makro düzeyde düşünüldüğünde dijitalleşme, daha mobil ve esnek çalışma koşullarının ve daha verimli, yaratıcı iş birliklerinin önünü açan çalışma ortamlarını ortaya çıkarıyor. Uzaktan çalışma imkanının sosyal medyanın evrimiyle birlikte yarattığı kitlesel iletişim devrimi, ofis içinde ve dışında kurulan iletişimi ve bilgi paylaşımını çok daha dinamik hale getirdi. Artık ofis dışında görüntülü aramalarla gerçekleştirilen toplantılar, iş görüşmelerini ve iş ortaklarımızla kurduğumuz iletişimi yeniden tanımlıyor.
Tabii ki dijitalleşmenin çalışma alışkanlıklarımız üzerinde yarattığı olumsuz etkileri çözmek adına alternatif yöntemler de geliştiriyoruz. Bilginin herkes tarafından ulaşılabilir ve paylaşılabilir olduğu bu yeni çağ, çalışma ortamlarındaki geleneksel organizasyonu baştan aşağı değiştiriyor, çalışanların karar alırken daha özgür ve otonom olmalarına imkan tanıyor. Bu da geleneksel hiyerarşik patron-çalışan ilişkisini daha samimi ve rahat bir noktaya taşıyor.
Facebook ve WhatsApp gibi mobilde de etkinlik gösteren sosyal uygulamalar, kişisel yaşamımızda olduğu kadar iş yaşamımızda da işlev sahibi. Peki bu durum iş ve özel hayatımız arasındaki sınırların kaybolmasına sebep oluyor mu?
Ayrıca; e-posta hizmetleri, sosyal medya araçları ve çevrim içi kullanabildiğimiz bütün uygulamalar, çalışmanın işleyişi için gereken dokümantasyona erişimi her yerde ve her saatte mümkün kılıyor. Bunun bir sonucu olarak bilgi, paylaşıma
33
çok daha elverişli hale geliyor ve yaratıcı fikirlere, yüksek performanslı çalışmaya ve iş birliklerine verimli bir ortam oluşuyor. Bu etkileşimle birlikte alternatif çalışma alanlarının doğuşuna da şahit oluyoruz. İlk kez 1999 yılında Bernard Dekoven’in ortaya attığı “coworking” konsepti, bu alternatifler arasında giderek popülerleşiyor. O dönemde bu kavram bilgisayarların temel iletişim aracı olarak konumlandığı ortak bir çalışma şeklini ifade ediyordu. Günümüzdeyse “coworking” anlayışı; farklı şirketlere bağlı veya bağımsız çalışan insanların, paylaşımlı olarak kullanabildiği ofis alanları içinde neredeyse tamamen dijitalleşmiş iletişim yöntemleriyle iş yapması ve bir ekosistem kurması olarak tanımlanıyor. Artık çok daha geniş bir kültüre karşılık gelen bu kavram, pek çok insan tarafından geleceğin iş hayatının olmazsa olmazları arasında görülüyor. Small Business Labs’in yayınladığı bir araştırmaya göre; 2017’de 1,74 milyon üyeye sahip olan bu yeni nesil çalışma alanları, 2022 yılına gelindiğinde 5,1 milyon kişiye ev sahipliği yapacak.3 Bu popülerliğin arkasında şüphesiz dijitalleşmenin iletişim ve bilgi alışverişine getirdiği devrimsel yenilikler var. Farklı sektörlerden bambaşka yeteneklere sahip insanların oluşturduğu bu ortak çalışma ağı, hayal gücümüzün ötesinde fikirlerin doğmasına zemin hazırlıyor. Gelecekte çok daha farklı iş kollarının hayatımıza gireceğini tahmin etmek bu anlamda hiç de zor değil. Peki ya dijitalleşen ofis alanlarında yapay zeka galip gelirse?
Otomatizasyon: Dost mu, düşman mı? İş dünyasındaki otomatizasyon ve robotlaşma, günümüzde insanlar tarafından yapılan işlerin tamamen dijitalleşeceği korkusu yaratıyor. Yapay öğrenme bir süredir tekrar gerektiren işleri devraldı bile. Ekonomi alanında araştırmalar yürüten, Brüksel’deki düşünce
kuruluşu Bruegel’ın yaptığı bir araştırma Avrupa’daki iş alanlarının yüzde 54’ünün otomatizasyona uğrama riski taşıdığını gösteriyor.4 Bu alanların arasında finans, ulaşım, savunma ve enerji yönetimi gibi sektörler var. Fakat OECD’nin iş yerinde mesleğin dışında yapılan günlük rutin görevler üzerine yayımladığı veriler aksini kanıtlar nitelikte.5 Yapay zekanın iş alanlarının sadece yüzde 9’unda insanların yerini alacağını öngören bu araştırma; otomatizasyonun işsizlik yaratmayacağını, aksine rutin görevleri makinelere devrederek çalışanların daha verimli olabileceğini ve yaratıcılık gerektiren işlere odaklanabileceğini vurguluyor.
Dijital dönüşüm yeni meslekler yaratıyor Buna rağmen, yapay öğrenmeyle neredeyse yetişkin bir insanın yapabileceği her işe kabiliyetli olmayı başaran robotların yarattığı işsiz kalma endişesi, çalışanlar arasında epey yaygın. Bu kaygının temelsiz olmadığını gösteren veriler de mevcut. McKinsey’nin yaptığı bir araştırma, 2016-2030 yılları arasında küresel iş gücünün yüzde 15’inin makinelerle yer değiştireceğini öngörüyor.6 Bu yüzde, yaklaşık 400 milyon işçiye karşılık geliyor. Peki bu, çalışanlar için gerçekten korkunç bir tahmin mi? McKinsey araştırmacıları, aynı araştırma kapsamında, şu an elimizde var olan iş gücü talebi verilerine uygun alternatif gelecek senaryoları üretmiş. Bu senaryolara göre 2030 yılına kadar yüzde 21 ila yüzde 33 oranları arasında değişen, küresel çapta fazladan bir iş talebi oluşabilir. Bu oranlar, otomatizasyonun yok ettiğinden fazla iş alanı yaratabileceğinin bir kanıtı. Üstelik ekonomik büyüme ve iş dünyasındaki verimlilik artışı da yeni iş alanlarının oluşmasında etkili olacak gibi görünüyor. Teknolojik devrimin halihazırda kendine ait bir sektör yaratması da şu anda aklımızın ucundan
geçmeyecek yeni iş alanlarının habercisi. Bilgi-işlem, Büyük Veri analizi, mobil uygulama tasarımı gibi tamamen dijital ortama ait işler, geçmişin en popüler meslekleri arasında sayılan doktorluk, öğretmenlik ve avukatlık gibi alanları alt etmeye başladı bile. Tamamen dijital ortamda ve dijital araçlarla çalışmayı gerektiren bu yeni meslekler, çalışanda aranan beceri ve yeteneklerin de form değiştirmesine sebep oluyor. Örneğin programlama dili bilmek artık çoğu iş kolunda fazladan bir yetenek olarak görülmüyor. Teknolojik becerilere sahip olmak günümüzde sadece bilgi-işlem elemanları için değil, neredeyse çoğu sektörde çalışanlar için bir zorunluluk haline geldi. Ayrıca iletişimin tamamıyla dijital ortama taşındığı bir dönemde yaratıcılık, eleştirel düşünme ve karmaşık verileri anlamlı bütünler haline getirme gibi sosyal, duygusal ve bilişsel becerilere de teknolojik beceriler kadar hakim olmak şart. Dolayısıyla günümüzde fazlasıyla rekabetçi olan iş dünyası gelecekte rekabet gücünü arttırabilen çalışanların hayatta kaldığı bir sisteme dönüşecek izlenimi yaratıyor. Peki bu durumun çalışan maaşlarına etkisi nasıl olacak? Mesleki gerekliliklerin birbirine yakınsadığı ve iş tanımlarının iç içe geçtiği dijital dünyada çalışan maaşlarının geleceği üzerine de distopik senaryolar üretiliyor. Tahminlere göre, imalat sanayii veya muhasebe gibi alanlarda çalışan günümüzün orta seviye maaş alan çalışanları, gelişmiş ekonomilerde yerini çoğunlukla robotlara bırakacak. Bunun yerine yüksek seviyede beceri gerektiren ve karşılığında ortalamanın çok üzerinde maaşların verildiği tıp veya teknoloji alanları büyüyor. Uzmanlar bu durumun çalışanlar arasındaki kutuplaşmayı, maaş eşitsizliğini, sosyal sınıflaşmayı ve politik gerilimi körükleyeceğini düşünüyor. Dönüşümün yarattığı ve yok ettiği onlarca alışkanlık, geleceğin iş dünyasını zihnimizde canlandırmaya
34
yarayan birer örnek olarak karşımızda duruyor. Senaryoların bir bölümü dünya için kötü tahminler içerse de yeni nesil çalışma kültürünü oluşturan tüm bu öğeler, çok yakında henüz hayal edemediğimiz buluşları ve iletişim biçimlerini ortaya çıkarma potansiyeline de sahip. Ama bu geleceğin içinde yer almak isteyen herkesin, değişen ve dönüşen çalışma alışkanlıklarına ve dijital dünyaya adapte olması gerekiyor.
Kaynakça: Bouée, C. (14 Ekim, 2015). Digital Transformation Doesn’t Have to Leave Employees Behind. https://hbr. org/2015/09/digital-transformationdoesnt-have-to-leave-employeesbehind (Erişim tarihi: 25 Aralık 2018)
1
Chung, H., & Chung, H. (27 Nisan, 2017). Flexible working is making us work longer. https://qz.com/765908/flexibleworking-is-making-us-work-longer/ (Erişim tarihi: 25 Aralık 2018)
2
https://www.smallbizlabs.com/ coworking/ (Erişim tarihi: 25 Aralık 2018) 3
4 Chart of the Week: 54% of EU jobs at risk of computerisation. http://bruegel. org/2014/07/chart-of-the-week-54of-eu-jobs-at-risk-of-computerisation/ (Erişim tarihi: 25 Aralık 2018) 4 Arntz, M., Gregory, T., & Zierahn, U. (14 Mayıs, 2016). The Risk of Automation for Jobs in OECD Countries. https:// www.oecd-ilibrary.org/socialissues-migration-health/the-riskof-automation-for-jobs-in-oecdcountries_5jlz9h56dvq7-en (Erişim tarihi: 25 Aralık 2018)
Arntz, M., Gregory, T., & Zierahn, U. (14 Mayıs, 2016). The Risk of Automation for Jobs in OECD Countries. https:// www.oecd-ilibrary.org/socialissues-migration-health/the-riskof-automation-for-jobs-in-oecdcountries_5jlz9h56dvq7-en (Erişim tarihi: 25 Aralık 2018)
5
Manyika, J., & Sneader, K. AI, automation, and the future of work: Ten things to solve for. https://www. mckinsey.com/featured-insights/futureof-work/ai-automation-and-the-futureof-work-ten-things-to-solve-for#part2 (Erişim tarihi: 25 Aralık 2018)
6
DÜŞÜNCE
Geleceğin ayak sesleri Piyasada yerini sağlamlaştırmak ve gelecekte var olmaya devam etmek isteyen her kurum ve birey, dijital çağın gereklerine uyum sağlamak zorunda. Peki gelecekte iş dünyasında kimler kendilerine yer bulabilecek?
D
ijitalleşme, içinde barındırdığı teknolojik aktörler aracılığıyla yalnızca iş dünyasını değil, bir bütün olarak çalışma ortamını ve olanaklarını, eğitimi, sağlığı, hukuku, toplumu, yani kısacası tüm insanlığı ve sistemleri değiştiriyor. Bunun sebebi, insan kaynaklarından kültüre, yönetimden vizyona, tüm süreçlerin dijital ortamda yeniden tanımlanıyor olması. Bir başka deyişle, şu an içinde bulunduğumuz fiziki dünyanın tüm aktörleri, dijital dünyada yeniden yaratılıyor. Dijitalleşme, çok uzun bir süredir gündemimizde olsa da özellikle 2012’de ortaya çıkan Endüstri 4.0 ile birlikte büyük oranda ivme kazandı. Çünkü Endüstri Devrimi, kas gücü gerektiren işleri gelecekte robotlara bırakmanın önünü açıyor; katma değeri düşük olan iş kolları ise geliştirilen yazılımlara devredilip tarihe karışacak gibi görünüyor. The Business Romantic kitabının yazarı Tim Leberecht’e göre, şu an insanların çalıştığı işlerin yüzde 50’si 20 yıl içerisinde robotlara devredilecek. Dijital teknolojiler; katma değer, verimlilik, kârlılık ve kalite gibi alanlarda büyük faydalar sağlarken, insanların şimdiye kadar geleneksel yöntemlerle yaptığı birçok işin de otonom olarak ve daha az kişiyi istihdam ederek yapılmasını
mümkün kılıyor. Belli ki bu durum, şu an insanların istihdam edildiği birçok alanın gelecekte yok olmasına sebep olacak.
Geleceğin iş insanları Tüm bu teknolojik gelişmeler ile birlikte dünya hiç olmadığı kadar hızlı değişim ve dönüşümlere tanıklık ediyor. Bu evrimden en fazla etkilenen alanlardan biri de iş dünyası. Peki, bu noktada gelecekte iş dünyasında kimler kendilerine yer bulabilecek? Bu kişilerin elbette ilk özelliği hızla değişen durumlara ayak uydurabilmeleri. Çünkü dünya, geçirdiği evrime çabucak uyum sağlayabilecek insanlara ihtiyaç duyuyor. Bunun yanı sıra sosyal yönü kuvvetli, başkalarıyla samimi bağlar kurabilen, farklı kültürleri anlayıp onlara uyum sağlayabilen, temel insani değerlere önem veren bireyler, geleceğin iş dünyasında bir adım önde olacaklar. Yapay zekanın, süreçleri insandan daha iyi bir şekilde yürütüp aktif olarak rol oynayacağı bir çağda empati, samimiyet ve duygusal tepki gibi yalnızca insana özgü olan sosyal zeka unsurları, her alanda önemli bir yer tutacak. Ayrıca geleceğin iş dünyasında yer edinmek isteyen kişilerin bir alanda uzmanlaşmış fakat diğer alanlarda YA Z I: Z E Y N E P ATA L AY ‘17
35
da bilgi sahibi, yani disiplinler arası yetkinliği olan bireyler olmaları beklenecek. Kurumlara gelecek olursak, bugün henüz yeni yeni uygulamaya çalışılan cinsiyet eşitliği, çalışan hakları, adil ücretlendirme gibi kriterler, gelecekte şirketlerin daha fazla ciddiye alması gereken unsurlar haline gelecek. Çalışanlarına bireysel bazda değer veren kurumların ayakta kalması, bu konuya değer vermeyenlerin ise piyasadan silinmesi bekleniyor. Çünkü bundan 20 yıl sonra, üst kademelerde görev alacak Y kuşağı ve onların ardından gelecek milenyum kuşağının talepleri, bireysel değeri hissetme doğrultusunda şekilleniyor. Dolayısıyla, gelecekte sosyal sorumluluk projelerini gündemine alan ve çalışan haklarına gerçekten değer veren bir sistem bizleri bekliyor diyebiliriz. Bugün değişimin yalnızca ayak seslerini duyuyoruz. Oysa dijitalleşme, bizlere şimdiye kadar tanıklık ettiğimiz dünyadan çok daha farklı bir dünyanın kapılarını aralıyor. Kendi ellerimizle kurguladığımız dijital dünyamızı etik değerlere ve insan haklarına uyumlu bir sistem haline getirebilmek için çok yönlü bireysel gelişime önem vermeli ve katma değeri yüksek bireyler olabilmeliyiz.
DÜŞÜNCE
Dijital toplumsallığın getirdikleri Artık eskinin dışlanmış kesimleri seslerini duyurabiliyor, ulaşılmaz liderler ise sıradanın “ahbabı” kimliğine bürünüyor. Bu durum bizi demokratikleşmeye mi, yoksa otoriterleşmeye mi götürüyor?
S
on 10 yılda dijital medyanın toplumsal ve siyasal dönüşüme etkileri sosyal bilimlerin gündeminden düşmüyor. Bunda şaşılacak bir durum yok. Zira Batı toplumlarında İnternet ve akıllı telefon üzerinden haber kaynaklarını takip edenlerin oranı yüzde 45 ile televizyon ve diğer elektronik araçların kullanıcılarını geride bıraktı. Konda’nın açıkladığı bir rapora
göre, 2000-2016 yılları arasında Türkiye’de televizyondan haber izleyenlerin oranı gittikçe düşerken, aynı dönemde sosyal medya kullanım oranı yüzde 38’den 72’ye çıktı.1 Ancak televizyon izleme oranı ve süresi hâlâ AB’nin çok üstünde, sinema ve tiyatro izleyicisi ise yüzde 1’e sıkışmış durumda. Elbette bu farklılığın hem maddi hem de sembolik kaynakların eşitsiz dağılımı
YA Z I: D O Ç . D R . B Ü L E N T K Ü Ç Ü K / İ L L Ü S T R A S YO N: j av ier ıbanez
36
ile ilgili olduğu herkesin malumu. Akademik alanda bu konuya dair yapılan tartışmalar iki temel nokta etrafında şekilleniyor. Özellikle siyaset sosyolojisinde dijital medyanın demokratikleşmeyi mi, yoksa otoriterleşmeyi mi mümkün kıldığı sorusu öne çıkıyor. Kültür sosyolojisi ise odağına bu yeniliklerin gündelik hayat üzerindeki etkilerini alıyor: Dijital medya yersiz, yurtsuz ve güvencesiz modern insanı yeniden toplumsallaştıran bir sosyalleşme mecrası olarak mı görülmeli? Yoksa zaten köksüzleşmiş modern insanı geçici ve sahte hayallerle meşgul edip “gerçek” hayattan kopararak kitlesel patolojiler mi üretiyor?
“Sosyal” medya İyimser bakışın temel iki nedeni var. Birincisi ana akım medya sadece belirli tekellerin denetiminde olduğundan dışlanmış sesler kamusal alanda görünür olamıyordu. Sosyal medya ise bu sesi kısılmış ve sureti kamusal alanda görünmez kılınmış kesimlere katılım ve görünürlük imkanı veriyordu. Üstelik yeni teknoloji, sıradan kullanıcılar ile tüketicileri piyasanın (reklamın) ve siyasetin (propagandanın) pasif nesneleri olmaktan kurtarıyor; bilginin, idarenin ve sermayenin bürokratik tekelini kırıyor ve bu alanları toplumsallaştırıyor; bireyleri bilgi üretebilen ve yayabilen aktif üreticilere dönüştürüyordu. Sosyal medya ile birlikte artık becerikli insanlar yeni zenginleşme kanallarına kavuşarak sınıf atlayabiliyor, sıradan insan şöhrete kavuşabiliyor, böylece elitlerin tekelindeki şöhret ve saygınlık tekeli demokratikleşiyordu. Bu yeni teknolojiler fiziksel ve sembolik mesafeleri kapatarak, cemaatlere ve kıtalara bölünmüş dünyayı birleştiriyor; toplumsallaşabilmek için yeni imkanlar sunuyordu. Sosyal medyayı “sosyal” yapan işte içinde taşıdığı bu normatif beklentiydi. Şunu hatırlatmakta fayda var. Tarihte telgraf, telefon, gazete
ve televizyon gibi her icat kendi fantastik rüyasını da beraberinde taşıdı. Bu teknolojiler her seferinde insanları medenileştiren, demokratik prensipleri yaygınlaştıran, kamusal alanı genişletip çeşitlendiren ve dolayısıyla görünürlük eşitliği sağlayan ve hatta dünya barışını mümkün kılacak araçlar olarak görüldüler.
“Araç mesajdır” Öte yandan, bu masalsı anlatının yeni teknolojilerin karamsar sonuçlarını görünmez kıldığını söyleyebiliriz. Bürokratik idareyi aşındırmak, (doğrudan) demokratikleşmeye ve özgürleşmeye alan açabiliyor. Ancak diğer yandan, dijital teknolojiler yoluyla memnuniyetsiz kitlelerle doğrudan iletişime geçebilen keyfi, öngörülemez ve otoriter rejimlerin şekillenmesine de yol açıyor. Geçmişte büyük kıyımların bürokrasi yoluyla icra edildiğini hatırlayalım. Bugünün toplumsal felaketleri ise demokratik kurumların devre dışı bırakılması ve kitlelerin doğrudan seferberliğiyle ortaya çıkıyor. Gazetecilik alanlarının aşınması ve yalanın yeni medya ile çabucak yaygınlaşması suretiyle bu durum her zamankinden daha fazla mümkün gibi görünüyor. Çünkü sosyal medya; “bizden biri” gibi olma iddiasıyla “otantizm” güzellemesine alan açarak, şahsileşmiş otoritenin yüceltilmesinin önünü açıyor.2 Trump gibi ergen-arkaik duygularına hakim olamayan bir fert, umutsuz, yabancılaşmış ve azgın takipçileriyle sosyal medyada şakalaşan, onlarla eşitmiş gibi davranarak doğrudan ilişki kuran biri, birdenbire asrın karizmatik liderine dönüşebiliyor. Lideri milletin doğrudan iradesine dönüştüren çağımızın bu semptomatik durumu, aslında otantik olma iddiasından besleniyor. Popüler İnternet platformlarının yüzde 98’inin büyük şirketlere ait olduğunu da unutmamak gerek. Örneğin bugün 2,2 milyar insan –yani dünyadaki her üç kişiden
37
biri– Facebook müşterisi. İnsanlık tarihinde sanırım hiçbir şirket veya kamusal mecra bu kadar yaygın bir müşteri veya katılımcı profiline nail olamamıştı. Haliyle böylesi bir asimetrik mülkiyet ilişkisi içinde var olan yeni medyanın demokratikleşme, toplumsallaşma ve çoğullaşmadan çok, bizi hem yurttaş hem de tüketici olarak içeriden fetheden sinsi bir Truva atı gibi iş gördüğünü bile düşünebiliriz.3 Daha nesnel bir yerden baktığımızda, belki de Marshall McLuhan’ın elektronik medya çağında dile getirdiği “araç mesajdır” (the medium is the message) ifadesini, dijital medya çağında da tekrarlayabiliriz. Zira, dijital araçların bedenimizin uzamları ve uzuvları haline geldiği ve kendimizi onlarsız eksik ve çıplak hissettiğimiz aşikar. Bu paradoksal meseleye hem siyasal hem de toplumsal açıdan en yerinde tespiti yapan Walter Benjamin, sanatın büyülü halesini ortadan kaldırdığı ve sanatsal alanı seçkinlerin/kilisenin tekelinden kurtardığı için matbaa gibi yeniden üretim teknolojilerini demokratikleşme araçları olarak görüyordu. Diğer yandan, aynı teknolojilerin, toplumsal şartları dönüştürmeksizin kitlelere kendilerini ifade edebilme kanalları açan faşist rejimleri olanaklı kıldığını da söylüyordu.4 Sonuç olarak bu paradoksal tespitin halen geçerli olduğunu söyleyebiliriz.
Kaynakça: Konda. (2016). Kitle İletişim Araçları ve Sosyal Medya Etkisi. Konda Araştırma ve Danışmanlık.
1
Turner, F. (2018). Trump and the Media. MIT Press.
2
Aronczyk, M. (2014). What’s So Social About Social Media? Publicbooks.
3
Benjamin, W. (2013). Teknik Araçlarla Yeniden Üretim Çağında Sanat Eseri. Fotoğrafın Kısa Tarihi. İstanbul: Agora Kitaplığı. 4
DÜŞÜNCE
Baskıcı rejimler,
özgürleşen dünya ve yeni bir
tahakküm alanı Önümüzdeki yıllarda, demokrasiyi İnternet’ten mi kurtarmaya çalışacağız? 10 yıl önce mezun olduğum Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde, POLS101 dersi için okuduğum bir makale beni oldukça etkilemişti. Yazara göre İnternet’in ve iletişim teknolojilerinin hayatımıza getirdiği yenilikler sayesinde, bireyler kendilerini ilgilendiren kararların alınma sürecine doğrudan dahil olabilecek, böylece Yunan şehir devletlerinde uygulanan radikal demokrasi yeniden hayat bulabilecekti. “Teknolojik gelişme; demokrasinin en duru halini, her bireyin görüşlerini dile getirdiği formunu getirebilir” düşüncesi, yeni bir üniversite öğrencisini heyecanlandırmaya yetmişti. Fakat yıllar gösterdi ki, bireysel hak ve özgürlükleri genişletmesi ve devlet otoritesini makul bir çizgiye çekmesi beklenen İnternet teknolojileri, baskıcı rejimlerin elinde, aksi sonuçlar üretmeye hayli müsait bir gerece dönüşebiliyor.
Sokaktaki vatandaşlıktan siyasi aktivistliğe Mezun olup medya sektörüne adım attığımda, dünyanın gözü İran’da yapılan seçimler sonrasında seçimlerin usulsüz olduğunu iddia eden muhaliflerin düzenlediği protesto gösterilerindeydi. Sosyal
medya henüz bugünkü kadar yaygın değildi. İranlı muhalifler, blog’lar üzerinden mobilize oluyor ve rejime bağlı kolluk kuvvetlerinin engelleyemediği gösteriler organize ediyordu. Dünya; bir taraftan iletişim teknolojilerinin baskıcı rejimler altında yaşayan insanları siyasi aktivistlere dönüştürme yolundaki kolaylaştırıcı rolünü kavramaya çalışıyor, diğer taraftan teknoloji ve politikanın yakınsamasına şahit oluyordu. 2009 yılındaki İran Seçimleri’nde gözler önüne serilen bu süreç, “Twitter Devrimleri” olarak da anılan Arap Baharı ayaklanmalarıyla zirveye ulaşmıştı. Artık teknolojinin diktatörlükleri nasıl yerle bir ettiği konuşuluyor, teknolojik değişimin önünde duramayan tek adam rejimlerinin yerine sağlıklı işleyen demokrasilerin geleceği umut ediliyordu. Rüya uzun sürmedi. İnternet’in nimetlerine rağmen, demokrasi o topraklara yerleşmedi. Bu arada baskıcı rejimler İnternet’i güvenlik algılarına çoktan varoluşsal bir tehdit olarak yerleştirmişlerdi. Üstelik isyanlardan sonra bu rejimler, İnternet’in kendi otoritelerinin bekasını sağlamaya, hatta bu otoriteleri güçlendirmeye yarayacak yönlerini de keşfettiler. Örneğin Suriye’de devlet destekli bir hacker grubu olan Suriye Elektronik Ordusu, hem rejim muhalifleriyle siber alanda mücadele etti hem de küresel medya YA Z I: M İ N H A C Ç E L İ K ‘0 9
38
kuruluşlarını hedef alan ve bir hayli ses getiren saldırılar düzenledi.
Kırılma noktası: 2016 ABD Başkanlık Seçimleri Siber alan ve siyaset arasında 2012’den bu yana dünyanın hemen her yerinde gözlemlenen yakınsamanın en büyük örneği, 2016 ABD Başkanlık Seçimleri’nin siber alan operasyonlarıyla manipüle edilmesi oldu. Başka bir deyişle, demokratik dünyanın en güçlü savunucusunda, demokrasinin en temel şartlarından biri olan seçimler, demokrasiyi güçlendireceği varsayılan İnternet üzerinden manipüle edildi. Böyle bir durumun sonucu ise demokrasiye yönelik güvenin küresel ölçekte sarsılması oldu. “Bizi nasıl bir gelecek bekliyor?” sorusunun cevabı her geçen gün daha belirsiz hale geliyor. Kabul etmek gerek ki İnternet sayesinde birey, tarihsel olarak hiç olmadığı kadar güçlü. Fakat bir muharebe alanı olarak kabul edilen siber alanın giderek daha da militarize olup bugüne kadarki kazanımları yok edecek büyük bir tehdide dönüşmesinin önüne nasıl geçilebileceği, büyük bir soru işareti olarak dünya vatandaşlarının önünde duruyor.
ARAŞTIRMA
‘Silikon’ Vadim ne kadar yeşil? Dünyadaki enerji kaynakları hızla tükeniyor, ekolojik denge bozuluyor. Tüketim alışkanlıklarımızı gözden geçirmedikçe bu kötü gidişata dur diyemeyeceğimizin belki farkındayız. Ancak kağıt, plastik ya da petrol gibi “somut” harcamalarımızı asgari düzeye indirmenin peşindeyken, her gün saatlerimizi geçirdiğimiz dijital ortamların doğayı nasıl etkilediğini düşünmüyoruz bile. Bilgi işlem sistemlerinin genelde “kağıtsız ortam” özelliği öne çıkarılır: “Bilgilere ekrandan ulaşır, formları klavyeden doldurur, gönderileri ağ üzerinden yollarsak hem maliyet düşer hem de dünya daha yeşil kalır.” Evet, bu nispeten doğru. Örneğin haberleri bilgisayarımızdan, tabletimizden ya da cep telefonumuzdan okursak basılı gazete için yeni ağaç kesmeye, gazetenin dağıtımı için enerji harcamaya ve okunmuş gazeteleri geri dönüştürmeye gerek kalmaz. Ancak çoğu zaman bu kağıtsız sayısal ortamın da bir maliyeti olduğu unutuluyor. Dijital yayınları okumak için kullandığımız cihazın üretilmesinden çalıştırılmasına, bu yayınların depolandığı veri merkezlerinin işleyişine ve içeriklerin cihazlarımıza iletilmesine, tüm bu sürecin ucu doğaya dokunan bir maliyeti var. Bilgisayarlar görece az, sayısallaşma nispeten kısıtlıyken belki bu maliyet göz ardı edilebilirdi. Ancak bilgisayarın bilgi işlem merkezlerini aşarak önce masamızda, daha sonra mobil cihaz olarak cebimizde kendine yer bulmasıyla sayısal dünyanın çevreye etkisi küçümsenemeyecek bir düzeye ulaştı. Sayısal çevrim içi sistemlerin işleyiş modeli, bu durumu tetikleyen temel etmenlerden biri. YouTube,
Facebook, Twitter gibi sosyal medya platformları, güncel gelişmeleri takip ettiğimiz çoğu haber sitesi, Gmail gibi e-posta hizmetleri ve Dropbox gibi paylaşım ağı programlarını bedava kullanabiliyoruz. Eskiden fotoğraf çekebilmek için bir analog fotoğraf makinesi ve haricen negatif film satın almamız, çektiğimiz fotoğrafları görebilmek için ise ekstra masrafa girmemiz gerekiyordu. Haliyle yalnızca tüm bu uğraşa ve maliyete değecek anları ölümsüzleştiriyorduk. Şimdiyse cep telefonlarımızla istediğimiz her anın fotoğrafını çekebiliyor, tüm bunları sosyal medya platformları sayesinde başkalarıyla paylaşabiliyoruz. Üstelik aylık İnternet aboneliği dışında ek bir masrafa girmediğimiz için tüm bu süreci maliyetsiz sanıyoruz. Oysa bir anı fotoğraflamaktan o içeriği aynı cihazda görüntülemeye, fotoğrafın bir veri merkezinde saklanmasından başka insanların o içeriğe ulaşabilmesine, tüm bu basit gibi görünen işler yoğun bir enerji gerektiriyor. Üstelik yaygınlaşan sayısallaşmayla enerji tüketimi hızla artıyor. Gerekli enerjiyi üretmek için harcanan maliyet ise doğaya zarar veriyor.
Maliyetin tüketici boyutu Bir bilgisayar programının karmaşıklığını (maliyetini) ölçmek YA Z I: P R O F. D R . E T H E M A L PAY D I N ‘87
39
için işin üretim kısmını ilgilendiren “hesap” ve “bellek” gereksinimi gibi geleneksel kıstaslar kullanılır. Bu kıstaslara yakın zamanda “enerji” de eklendi. Ancak sayısal dünyanın genişlemesi ve talebi karşılayabilmek için gereken enerji miktarının hızla artması, kullanıcıları da maliyetten “sorumlu” hale getirmeye başladı. Örneğin evimizde gereksiz yere yanan bir lamba, elektrik faturamıza yansıyarak kendini belli ettiği için bizi rahatsız edebiliyor. Ama çok da gerekli olmayan, uzun bir videoyu arkadaşımıza göndermekten çekinmiyoruz. Oysa bu veri alışverişi, karşımızdakinin evinde –kısa süreliğine de olsa– gereksiz bir lambayı yakmaktan farksız bir eylem. Bu yüzden yakın gelecekte maliyet kıstaslarının arasına “bilinçli tüketim” ve “israf” gibi etik kavramların da girmesini bekliyorum. Özetle, tüm diğer ortamlar ve makineler gibi sayısal dünyanın ve bilgisayar gibi dijital cihazların çevre dostu olup olmadığı, onları nasıl kullandığımıza bağlı. Sayısal tüketim şu anda olduğu gibi “öz denetimsiz” artmaya devam ederse, uzak olmayan bir gelecekte, (naylon poşetin ücretli hale geldiği gibi) İnternet üzerinde yarattığımız her ek gigabayt veri trafiğine vergi getirilmesine hiç şaşırmayacağım.
ARAŞTIRMA
Elektronik cihazları kullanırken ne kadar enerji harcadığımız, doğayı nasıl etkilediğimiz konunun yalnızca bir boyutu. Bu yazıyı okuduğunuz aygıtın kaderi, üst modelini aldığınızda ne olacak? H A Z I R L AYA N: E LV İ N V U R A L ‘1 2 / İ L L Ü S T R A S YO N L A R : C O L U M N F I V E M E D I A
40
4
1 2
Dünya genelinde her yıl 20 ila 50 milyon ton arası teknolojik atık üretiyoruz. Katı atıkların toplamının yüzde 5’i teknolojik atıklardan oluşuyor. United States Environmental Protection Agency’nin raporuna göre 2009 yılında 2,37 milyon ton elektronik cihaz çöpe atıldı. Bu sayı, çöpe giden elektronik cihazların ağırlığının 10 yılda yüzde 120 oranında arttığı anlamına geliyor.
3
2010 yılında çöpe atılan 152 milyon mobil cihazın sadece yüzde 11’i geri dönüştürürken, 2011 yılında bu oran, yalnızca yüzde 24,9 seviyesine ulaştı.
Bir bilgisayarı üretmek için kullanılan enerji, aynı bilgisayarın kullanım ömrü boyunca harcayacağı enerjiden daha fazla. Birleşmiş Milletler’in araştırmasına göre ortalama bir bilgisayarı ve ekranını üretmek için 240 kg fosil yakıt, 22 kg kimyasal ve 1,5 ton su harcanıyor.
5
Google arama motorunda 100 arama yapmak için gereken enerji, 28 dakika boyunca 60 wattlık bir ampulü yakmak için gereken enerjiye eş değer. Google bir sorguyu yanıtlamak için ortalama 0,0003 kWh enerji harcıyor ve bu da yaklaşık 0,2 g karbondioksit salımına sebep oluyor.
6
ABD, e-atıklarının yüzde 50 ila 80’ini geri dönüşüm için Asya ülkelerine gönderiyor. İlk bakışta bu olumlu bir durum gibi görünse de işin aslı şu: Geri dönüşüm için gerekli teknoloji ve altyapısı olmayan şehirlerde insanlar, zararlı kimyasallar kullanarak, şaşırtıcı seviyelerde toksik salımına sebep olacak, sağlıklarını ve doğayı tehlikeye atacak şekilde bu atıkların değerli kısımlarını ayıklamaya çalışıyorlar. Bu süreç sonucu geri dönüşümün yapıldığı, Gana’daki Agbogbloşe gibi bölgeler, başa çıkılması imkansız zehirli çöplüklere dönüşüyor. Asya’ya veya Afrika’ya ulaşamayan elektronik atıklar ise üretildikleri bölgelerde birikiyor.
E-ATIK GÜZERGAHLARI
RUSYA
AVRUPA BİRLİĞİ
ABD
JAPONYA
UKRAYNA ÇİN PAKİSTAN
HAİTİ MEKSİKA
MISIR
VENEZÜELLA
BAE
MALEZYA
NİJERYA
BREZİLYA
HİNDİSTAN TAYLAND
KENYA
SİNGAPUR
TANZANYA
GÜNEY KORE
VİETNAM FİLİPİNLER ENDONEZYA AVUSTRALYA
ŞİLİ ARJANTİN KAYNAK ÜLKELER
ALICI ÜLKELER
resmi bilgilere göre
resmi ve tahmin edilen bilgilere göre
Kaynakça: Impact on Environment and Society. http://www.digitalresponsibility.org/environmental-and-societal-impact-of-technology/ adresinden erişildi (09.01.18) The Digital Dump. https://visual.ly/community/infographic/technology/digital-dump adresinden erişildi (09.01.18)
41
SÖYLEŞİ
Uygarlık tarihinin en geniş ölçekli deneyi Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Başkanı Doç. Dr. Adil Sarıbay ‘02, ekranların çağrısına neden karşı koyamadığımızı anlatıyor. nitelendirdiği uyaranlardan azade, izole Güney Kampüs’teki ofisinde buluştuk. Teknolojiyle ilişkimizden dijitalleşmeyle birlikte hayatlarımızın nasıl değiştiğine, bilgisayar sistemleri ile aramızdaki benzerlikler ve farklılıklardan sosyal medya bağımlılığına uzanan kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik. İnsan ile bilgisayar sistemleri arasında hiyerarşik bir konumlandırma yapmayı doğru bulmayan Doç. Dr. Sarıbay’a göre bu iki sistem birbirini çok iyi tamamlıyor, yeter ki yapay zeka teknolojileri iyi amaçlarla kullanılsın.
Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü Başkanı olan Doç. Dr. Sarıbay, aynı zamanda bir müzisyen ve söz yazarı. Daha önce “Bellow” ve “Lifespace” adında müzik gruplarında çalan ve “Tendril” adında ilk solo albümü Aralık, 2018’de çıkan Doç. Dr. Sarıbay, “Tetkik ve Tedavi” adı altında müzikal çalışmalarına devam ediyor. Doç. Dr. Adil Sarıbay’la, üzerine araştırmalar yaptığı analitik düşünme eğilimi için olmazsa olmaz olarak
S ÖY L E Ş İ: E LV İ N V U R A L ‘1 2 / F O T O Ğ R A F L A R : S E R K A N E L D E L E K L İ O Ğ L U
42
43
Dijital dünyada herkes kendine göre bir uğraş bulabiliyor. En olmadı saatlerce ‘scroll down’ ediyoruz ve kendimizi oyalıyoruz. Bu süreç bireyin sıkılma olasılığını geride mi bıraktı? Ya da ancak sıkıldığımız zaman başka bir şey üzerine mesai harcayıp düşündüğümüzü göz önünde bulundurursak ‘sıkılma fırsatı’ demeliyiz belki de... Sıkılmak yaratıcılığın da çıkış noktası. En basit hayvanlar bile kortekslerinin gelişmişliği oranında, kuvvetli bir uyaran veya tehlike yoksa çevrelerini keşfetmeye çalışırlar. Kedileri düşünün. Kendilerini eğlendirmek için oyunlar icat ederler. İnsan da farklı değil, uyarana ihtiyaç duyuyor. Kişisel farklılıklar elbette var, bazı insanlar daha az, bazıları daha çok uyaranla hayatını sürdürebiliyor. Artık cebimizde sürekli çevrim içi olan ufak birer bilgisayarla geziyoruz. Bu kanal aracılığıyla ciddi bir uyaran ve bilgi bombardımanına maruz kalıyoruz. Kendimizi bu kanala teslim edersek düşüncelerimizle baş başa kalma ve sıkılma şansımız, bir nevi elimizden alınmış oluyor. Telefona yapışık yaşamak, söylendiği kadar kötü bir durum mu? Zaman zaman dijital diyete girmemiz gerekiyor mu? Şeytan yaratmadan önce, insanların telefonlarını ne için kullandıklarını bilmemiz lazım. Bilimsel literatür bu açıdan henüz kuvvetli değil, tutarsız bulgular mevcut. Bunun sebeplerinden biri de araştırmaların yöntemsel zayıflıkları. Bazı araştırmacılar ya da örgütler, belli teknolojileri kötü, kendilerini de kurtarıcı gibi göstererek avantaj elde etmeye çalışıyorlar. Veri analizindeki esnekliği bu stratejiye göre kullanarak istedikleri sonuçları bulabiliyorlar. Bu sorunu yenilikçi bazı yöntemlerle çözmeye çalışan, benim önceki literatürden daha çok güvendiğim yeni bir çalışma çıktı ve dijital teknoloji kullanım sıklığının ergenlerin psikolojik durumlarındaki varyasyonun sadece yüzde 0,4’üyle ilişkili olduğunu gösteriyor. Yani nedensel bir etki
44
olup olmadığına bu verilere göre karar veremeyiz; psikolojik sorunlar da teknoloji kullanımını artırıyor olabilir. Karşılaştırma için şu örneği verebiliriz: Aynı kitlede, patates yeme sıklığıyla psikolojik durum arasındaki ilişki de benzer seviyede. Gözlük takmanın ise psikolojik durum ile olumsuz ilişkisi daha yüksek, ancak bildiğim hiçbir aile, çocuğu gözlük takıyor diye endişe etmiyor. Bazı veri setlerinde, psikolojik durumun uyku süresiyle olumlu ilişkisi, teknoloji kullanımıyla ilişkisine oranla 44 kat daha kuvvetli. Dolayısıyla teknoloji kullanımı bizi otomatik olarak psikolojik sorunlara itmese de, uykumuzu bozmasına izin veriyorsak daha dikkatli olmamız gerekir. Burada ipleri kendi elimize almaya çalışmalıyız. Herkeste oluyor mudur bilmiyorum ama ben sosyal medyada veya telefonumda oyun oynarken çok vakit geçirdiğim zaman rahatsızlık duyuyorum; ödev yapmam gerekirken çizgi film izlediğim yıllardakine benzer bir rahatsızlık hissi... Bu sefer yapılması gereken bir ödev olmasına da gerek yok. İpleri elimize almak noktasında bu rahatsızlık bize yardımcı olabilir mi? Evet, bir başkasının, örneğin Facebook’un gündemine eklemlenerek bir algoritmanın parçası olduğumuzu hissediyoruz belki de içten içe. Yavaş yavaş rahatsız olmaya, sorgulamaya başlıyoruz. Sürece müdahale etmeye çalışıyoruz. Bunlar çoğu zaman yetersiz kalsa da, belli sınırlar çizmeye çalışmak bence önemli. Ancak bireysel düzeyde sandığımızdan daha dar bir kapasitemiz var. Çünkü karşımızda çok ciddi bir altyapı ile bize verilen, kopmamamızı sağlayan bir uyaranlar bütünü, bir sistem var. Bunu Google ve Facebook gibi şirketlerin eski çalışanları açık açık söylüyor. Bu da çok şaşırtıcı değil çünkü bu şirketlerin birincil kuruluş amacı kâr elde etmek ve bu da daha fazla sayıda kullanıcının ürün ile birlikte daha çok vakit geçirmesinden geçiyor. O ekranlara bağlı kalmamız bekleniyor.
Dolayısıyla bu kadar bariz görünen bir gerçekle bireysel bazda mücadele edebileceğimizi düşünmek, biraz naif kalıyor. Birleşip kolektif bir mücadele sergileyelim demiyorum, sonuçta bu aygıtlar cebimizde ve kişisel alanımızın bir parçası. Bu cihazlarla baş başayız. Ama diyet olmasa da bazı sınırları çizme çabası bile önemli diye düşünüyorum. Dijital diyete girmek gibi agresif ve potansiyel olarak ters tepebilecek bir yöntemle değil belki ama kişinin kendince çaba göstermesinde fayda var. Kamusal alanda dijital cihazların yeri nedir, bu cihazların birebir ilişkilerimize dahil olmasına ne kadar izin vermeliyiz; bu soruları sormaya devam etmemiz gerekiyor. Elimizdeki imkanlar, imkansızlıklar, zayıflıklar ve güçlü noktalar nelerdir; hem birey bazında hem toplum bazında bunları sorgulamaya devam etmek gerek. İş bu noktaya gelmeden önce önlem alsaydık keşke... Uygarlık tarihinin en geniş ölçekli deneyi ve etkileri hesaplanmamış devrimi bu. Şöyle düşünün: Dijital aygıtlar, araç sürücülerinin performansını nasıl etkileyecekleri hiç düşünülmeden, hayatımızın vazgeçilmez birer parçası haline geldi. Öncesinde düşünmedik. Düşünmeye başladığımızda artık olan olmuştu. Diğer teknolojilerin etki alanı çok daha dar. Örneğin lazerle göz ameliyatı, sadece gözü etkileyen bir yenilik ve kişinin bu teknolojiyi seçme veya reddetme kapasitesi çok daha fazla. Telefon ve sosyal medya teknolojilerinin etki alanı ise çok daha geniş ve reddetme kapasitemiz çok daha sınırlı—bir cep telefonu olmadan banka hesabı açmayı veya akıllı telefon kullanmayıp iş arkadaşlarımızın WhatsApp’te paylaştığı bilgilerden mahrum kalmayı kaçımız göze alırız? Peki bir ekrana bakmak kişiye neden ve nasıl haz veriyor? Arkasında çok ciddi bir tasarım süreci var. İnsan psikolojisi ve motivasyonu kullanılarak renk, ışık gibi insana çekici gelen uyaranların sistematik kullanımıyla kişiyi bağlıyor. Beyin
45
yıkama diye bir şeyden bahsedilir. Bunun aslında çok mistik bir durum olduğu sanılır, ezoterik metotlarla insanın programlanabileceği düşünülür ama aslında bunların işe yaradığına dair hiç kanıt yok elimizde. Ama eğer beyin yıkama diye bir şey varsa, o da bu, yani tek başlarına kabul edilebilir düzeydeki uyaranlara eş zamanlı ve aşırı düzeyde maruz bırakılmak. Sosyal kabul edilebilirlik de elbette önemli bir etmen. Ama bu beğeninin, kabul edilmenin soyut bir kavramdan ibaret olmadığını, yanıp sönen kırmızı bir bildirim simgesi ya da bir anda parlayan kırmızı bir kalp ile birlikte paket olarak geldiğini fark etmek gerek. İnsanın zaten temel yönelimleri ve ihtiyaçları belli. Bunların çoğuna bir anda hitap etmeye çalışan bir sistemle karşı karşıyasınız. Bu yüzden kişisel olarak bununla başa çıkmakta çok zorlanıyoruz. Bizler biyolojik canlılarız ve her canlı gibi uyaranlara doğal tepkiler veriyoruz. Evrimsel birtakım ihtiyaçlarımız var; güçlü olmak, aç kalmamak gibi. Bu yüzden mesela şeker gibi hoşumuza giden uyaranlar ile karşı karşıya kaldığımızda depolama dürtümüz tetikleniyor. Sosyal medya da bu altyapıyı kullanarak hayatlarımızda bu denli yer kaplar hale gelmiş durumda. Ve arkasında ekonomik bir sistem var. Şeker demişken, sosyal medya ve telefon bağımlılığı diğer madde bağımlılıklarına benziyor mu? Madde bağımlılıkları ve davranışsal bağımlılıklar, nöral olarak hemen hemen aynı mekanizma üzerinden ilerliyor. Buna benim bildiğim bir istisna yok. Şeker, kokain, sosyal medya... Dijital iletişim yüz yüze iletişimi azaltıyor, bu bir gerçek. Ancak mesafeleri yakınlaştırması bakımından da bazı ilişki formlarını mümkün kılmıyor mu? Hiçbir madde ve davranışı otomatik olarak şeytanlaştırmamak lazım. Çünkü kötü taraflarını konuştuğumuz
tüm bu süreçlerin insan hayatını kolaylaştırıcı birçok yönü var. Banka işlemlerini halletmekten tutun da uzun mesafeli ilişki yürütmeye kadar. Herhalde çok azımız, istediğimiz zaman binlerce kilometre ötedeki özlediğimiz biriyle göz teması kurarak görüşmenin kötü bir şey olduğunu söyleyecektir. Teknoloji çok güzel bir şey. Her şey yerinde, zamanında ve kararında kullanmakla alakalı. Bu teknolojiler hayatımıza, etkileri bilinmeden, araştırılmadan dahil oldu. Dolayısıyla kullanımlarına dair sağlıklı normların oluşması için hiç fırsat olmadı. Tarihte yaşanmış önceki kırılmalarda, toplumun, adapte olma, belli kurallar ve genel kabuller oluşturma refleksi gösterebileceği kadar zamanı olmuştu. Normların oturması için hem devletlerin hem de bireylerin zamana ihtiyacı var. Günümüzün gençleri arasında sosyal medyaya çok ciddi tepki gösteren gruplar da var; ileride cep telefonu ve sosyal medya kullanım normlarının şimdikinden farklı yönlere evrildiğini görebiliriz. Ekranlara çok hazırlıksız yakalandık galiba... Hazırlıksız yakalandık ve hâlâ bunun adabı nedir diye tartışmıyoruz. Mesela bazı ortamlarda, mecburiyetten, kendi kendimize derme çatma kurallar getirmeye çalışıyoruz. Bazı şirketlerin toplantılarında, sınıflarda cep telefonları kapatılıyor, hatta bazen toplanıyor. Çünkü ekranlara direnmek bazen gerçekten çok zor ve cep telefonu masanın üzerinde dururken sadece direnmeye çalışmanın bile dikkat verme kapasitemizi düşürdüğünü biliyoruz. Ama en yakın sosyal etkileşimlerde, biriyle yemeğe çıktığımız zaman, beraber vakit geçirdiğimiz zaman, ortada net bir kural olmadığı için bir gözümüz ekranda oluyor yine. Dijitalleşmenin hayatımıza ne kadar dahil olduğunun farkında mıyız? Genelde öngörülerle gerçekler örtüşmüyor. Burada
yatan bir tehdit unsuru var mı? Var gibi gözüküyor. Sosyal medya başta olmak üzere tüm mobil uygulamalar, bizi “flow” yani ‘akış’ denen psikolojik bir duruma sokmaya çalışıyor. Her şeyin çabasız ilerlediği, zorlanma ve keyif alma dengesinin optimal bir noktada kaldığı bir akış. Bunu spor yaparken de yaşayabilirsiniz. Çok ağır bir egzersiz yaparsanız, çok zorlandığınız için hoşlanmaz bırakırsınız; çok hafif gelirse de canınız sıkılır. Ama optimal bir noktada, biraz zorlanarak egzersize devam etmekten keyif alırsınız. Bu akış durumunda zaman algısı çarpıtılmaya başlar. Ekranlara bakarken ne kadar zamanın geçtiğini fark edememeye başlıyoruz. Algoritmalar da zaten kopacağınızı anladığı noktada sizi bir şekilde ekrana tekrar çekmeye yönelik olarak tasarlanmış. İndirim çeki olabilir, oyunda ekstra can olabilir; belli uyaranlarla sizi ekranda tutmaya çalışıyor. “Screentime” diye bir uygulama var örneğin, bir arkadaşımla bugün konuşuyorduk. Bir gün içinde ekrana bakarak geçirdiği süreyi önce bir hafta zannetmiş. Düşünün; ekranlarla sandığımızdan ne kadar çok vakit geçiriyoruz. Belirsizlik dolayısıyla ciddi bir tehlike de var; hâlâ hazırlıksız yakalandığımız bu değişimle nasıl başa çıkacağımızla ilgili karanlıkta yürüyoruz. Biraz da yürüttüğünüz araştırmaları konuşalım. Analitik düşünce eğilimi nedir, öncelikle açıklayabilir misiniz? İnsanın zihinsel yetileri, birisi evrimsel olarak daha eski olan iki temel öbekten oluşuyor. Bunlar Tip 1-Tip 2, Sistem 1-Sistem 2 gibi adlarla tanımlanıyorlar. Tip 1 süreçler, daha otomatik tepkilerimizi kapsıyor; hayatta kalmamızı garanti altına almaya çalışan, örüntüleri zaman içinde zor ve yavaş öğrenen ama öğrendikleri ve evrimsel birikimler bazında çok hızlı tepkiler verebilen bir sistem. Yılan veya ayı gördüğünüzde bu nedir diye düşünüp incelemezsiniz çünkü
46
hayatınız tehlikeye girmiş olur. İşte bu tür hızla ve içgüdüsel olarak verdiğimiz tepkiler daha ilkel olan Tip 1 süreçlerden kaynaklanıyor. Tip 2 ise analitik düşünme eylemini gerçekleştiren süreçler. Tip 1’den gelen çıktıyı veya eğilimi kontrol altında tutmak ya da bastırmak gerekiyorsa, Tip 2 devreye giriyor. Tip 2, Tip 1’den gelen verileri sorgulayıp sistematik bir temele oturtmaya çalışıyor, rasyonelliğin vuku bulduğu taraf burası. Yani insan davranışını esnekleştiren, hayatta kalma yönünde değil de gelişme ve ilerleme yönündeki yetiler, Tip 2 süreçleri tarafından besleniyor. Çok önemli bir literatür, hatta yakın zamanda Daniel Kahneman, ekonomi alanındaki Nobel’i bu konuda araştırmaları sayesinde aldı. Bu iki dünya genelde birbiriyle çakışıyor mu? Tip 1’in ürettiği sezgiler tabii ki bazen analitik düşünceyle uyumlu olabilir. Doğada hiçbir şey siyah beyaz değil; analitik düşüncenin oluşması için zemin hazırlayan da sezgiler aslında. Ama basitleştirmek adına bir ayrım yapalım. Önünüze bir cheesecake konduğunda Tip 1, yiyebildiğiniz kadar yemenizi söylüyor. Çünkü evrimsel olarak baktığınızda enerjiye ihtiyacınız var, şeker almanız lazım, şekeri her zaman bulamayabilirsiniz, bulmuşken yemelisiniz. Tip 1 süreçler sayesinde, o cheesecake’i tüketmek adına kuvvetli bir çekim hissediyorsunuz. Ancak Tip 2 süreçler, belli başlı soyut kavramlarla davranışınızı farklı yöne çekmeye çalışıyor: “Diyettesin, şeker zararlı, işlenmiş şekerle mi yapıldı acaba?” Tip 1 ve Tip 2 arasında sürekli böyle bir çatışma veya dans mevcut. Hangisinin baskın geleceği, psikolojik ve ekolojik faktörlerle doğrudan alakalı. Tip 2 süreçleri çok kırılgan süreçler. Örneğin yorgunsanız, uykusuzsanız, stres altındaysanız, çevrenizde çok fazla uyaran varsa Tip 2, yani analitik düşünce çöküyor. Bilim, Tip 2 süreçlerle yapılıyor ve bu yüzden bilim yapmak için böyle yeşil, izole,
sakin kampüslere ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü Tip 2 süreçler dinginlik istiyor, emek istiyor. Tip 1 süreçler ise bizi hayatta tutmakla yükümlü olduklarından çok daha kuvvetli ve sarsılmazlar. İki saat uykuyla işten çıktınız ve yolda yürürken bir patlama sesi duydunuz: “Yorgunum, şu anda tepki veremeyeceğim” diye bir seçeneğiniz yok; düşünmeden ve çabalamadan irkilip en yakında bir kovuğa sığınacaksınız. Tip 1 süreçleri kapatamazsınız. İnsanlarda analitik düşünce eğilimi nasıl aktive edilir ve bunu laboratuvarlarda yapabilir miyiz? Evet bu mümkün. Günlük hayatta da bunu sık sık yapıyoruz aslında. Literatürde yaygın olarak kullanılan bir mantık testi var, son zamanlarda bilgi yarışmalarına da malzeme olduğuna şahit olduk. Bu testin içindeki problemlerin özelliği, ilk bakışta sezgisel tarafı devreye sokması. Ne var ki bu soruları sezgisel olarak cevaplarsanız yanlış cevap veriyorsunuz. Doğru cevabı bulmak için analitik düşünmek zorundasınız. Maraton koşuyorsunuz diyelim; ikinci kişiyi geçtiğinizde kaçıncı olursunuz? Sezgisel taraf, birinci diyor ama aslında ikinciyi geçtiğinizde ikinci olursunuz. Düşünmeden cevap verirseniz birinci deme olasılığınız daha fazla. İnsanlara bir iki soruyu doğru ve yanlış cevaplarını da açıklayarak anlattığımızda, analitik düşünce eğiliminin aktive olduğunu görüyoruz; kişi, kendine sorulan diğer soruları artık daha etraflı ve daha dikkatli düşünür hale geliyor. Analitik düşünce eğilimi aktif olan insanların sosyo-politik görüşlerinin de değiştiğini gözlemledik. Ne yönde değişiyor görüşler, burayı biraz açabilir misiniz? Temelde daha özgürlükçü oluyorlar diyebiliriz, daha liberal tarafa kayıyorlar. Hem korelasyonel hem deneysel çok fazla veri var elimizde. Analitik düşünce aktive olduğu zaman insanlar, eşitlik veya adalet gibi soyut kavramları daha iyi idrak edebiliyorlar. Analitik düşünce, insanların sezgi ve hassasiyetleriyle
bağlı oldukları düşünce yapılarına şüpheyle bakabilmelerini sağlıyor. Peki geleceğin bireyleri arasında yer alacağına kesin gözüyle bakılan robotlar ve yapay zekaya sahip aygıtların analitik düşünce kapasitesi insanlarınkinden farklı mı olacak? Çok güzel bir soru bu. Ben yapay zeka uzmanı değilim o yüzden sınırlı cevap verebilirim ama yapay zekalı aygıtların net avantajları söz konusu. İnsanın hafızası yanılmaya müsait—hatta yanılması kuraldır diyebiliriz. Bir şeyleri olduğu gibi kaydetmek yerine yapılandırabiliyor
47
ve geri çağırırken olduğundan farklı hatırlayabiliyor. Bilgisayarların bu konuda inanılmaz bir avantajı var. İnsanın işlem kapasitesi de çok dar. Yani bir anda aklınızda tutabileceğiniz bilgi öbeği sınırlı. Bilgisayarlar son 20-30 yıl içinde bu alanda ciddi bir gelişme gösterdi ve insanın potansiyelinin çok çok önüne geçti. Bilgisayarın en büyük avantajı bence bu: Bilgiyi olduğu gibi geri çağırabilmesi ve çok fazla bilgiyi aynı anda işleyebilmesi. Bilgisayarın bir başka avantajı da hafızasının esnek olması. İnsan, hafızasını silemiyor. Bilgisayarda ise
“Eğer beyin yıkama diye bir şey varsa, o da bu, yani tek başlarına kabul edilebilir düzeydeki uyaranlara eş zamanlı ve aşırı düzeyde maruz bırakılmak. Sosyal kabul edilebilirlik de elbette önemli bir etmen. Ama bu beğeninin, kabul edilmenin soyut bir kavramdan ibaret olmadığını, yanıp sönen kırmızı bir bildirim simgesi ya da bir anda parlayan kırmızı bir kalp ile birlikte paket olarak geldiğini fark etmek gerek.“
dosyayı sonsuza kadar silebilirsiniz, hiçbir şey hatırlamaz. Dolayısıyla insan ve bilgisayar birbirinden çok farklı sistemler ve bilgisayarların kapasitesi bahsettiğim açılardan kesinlikle çok daha yüksek. Bilgisayarlar rasyonel düşünce konusunda da bize göre avantajlılar: Cheesecake’e duyulan çekim gibi onlara yük oluşturan, hedeften saptırabilecek dürtüleri yok. İnsan olarak bu tür çatışmalardan galip çıksanız da belli bir efor ve vakit harcıyorsunuz bilişsel olarak. Peki ya liderlik? İnsan; liderlik pozisyonunu beceremeyen, taşıyamayan, yönetici olarak çok zayıf bir varlık. Sezgisel özellikleri dolayısıyla eline güç verildiği zaman, çok ciddi sıkıntılar ortaya çıkıyor. Bilgisayarların yönetimsel süreçlerde belediyelerden başlayarak insanlara destek olmaya başlaması potansiyeli beni çok heyecanlandırıyor. Trafikten örnek verelim: Ben otonom araçlara pozitif bakıyorum. Açıkçası kendimi çok daha güvende hissederdim, özellikle Türkiye’de. Arabayı yöneten yapay zekanın “drift” yapmak gibi bir dürtüsü yok ve uykusu geldiği veya cep telefonundan mesaj geldiği için dikkati dağılmıyor. Yapılan araştırmalar insanların duygu ve düşüncelerinin de manipüle edilebileceğini ortaya koyuyor. Bu durum, insanın üstün, özgün ve otonom bir varlık olduğunu savunanların tezini çürütüyor mu? Çünkü insanın iç dünyası da aynı bir makine gibi kendisine verilen uyaranlarla şekillendirilebiliyor. İnsan ile makine arasında hiyerarşik bir konumlandırma yapmak mümkün mü? Çok farklı iki sistemden bahsediyoruz, ikisinin de birbirine ihtiyacı var. Bilgisayarların potansiyeli çok yüksek ama kendi başlarına bıraktığınızda ciddi sıkıntılar oluşabiliyor. Mesela bir araştırmaya göre insanlar, hiçbir açıklama verilmeden önlerine konan basit bir bilgisayar oyununu ortalama 2 dakika içinde bitirebilirken,
48
bilgisayarın ateşe, tuğlaya, başka şeylere çarptığında ne olduğunu deneyerek öğrenmesi lazım. Derin öğrenme tarzı yapay zeka yöntemlerini kullanan bir bilgisayarın aynı basit oyunu çözme süresi, ortalama 37 saat. Çünkü genel dünya bilgisi yok bilgisayarın, dolayısıyla gerçek hayattan bildiklerini oyuna uygulayamıyor. Tuğlanın sembolik bir tuğla olduğunu, yani üzerine basıp zıplayabileceğini; ateşin de aynı şekilde kaçınması gereken bir şey olduğunu denemeden anlayamıyor. Dolayısıyla alakalı bilgiyi, görevin gerektirdikleri ışığında kararlara dahil etme konusunda insan çok daha esnek. Bu sayede sağduyu, yaratıcılık, belirsizlik içinde karar verebilme gibi becerilerde insan bir adım önde. Dolayısıyla insan ve bilgisayar kombinasyonunun en iyisi olduğunu söyleyebiliriz. Dijitalleşmenin bir sonucu olarak sahte haberlerin sayısı da bir hayli artı. Çok ciddi bir veri kirliliğinden bahsediyoruz. İnsan beyni sahte haberin bu kadar yaygınlaşmasına nasıl bir tepki gösteriyor? Sahte haber, modern çağda çok ciddi bir sorun. Yine tasarım aracılığıyla sezgilere basarak, korku yaratarak tahakküm kuruyorlar. Bu konuda çok ciddi açılımlar yaşayacağız, sahte haberlerin tespit ve ayıklanmasına ciddi yatırımlar yapılıyor. İnsan cep telefonuyla ve ekranlarla nasıl kişisel bir çatışma yaşıyorsa ve süreç içinde bazı zayıflıkları baskın geliyorsa, sahte haberlerde de aynı durum söz konusu. Bireysel olarak neyin gerçek neyin sahte olduğunu teyit etmek için kimsenin kapasitesi de, zamanı da yok. Sahte haberlerle başa çıkmak için yine toplumsal düzeyde organize olarak derme çatma yöntemlerle geçici çözümler arıyoruz. Şu an zayıf konumdayız ve bu bilgi bombardımanı altında, bizi bu zayıflıktan kurtarabilecek olan da yapay zekadan başkası değil. Sahte haberleri temizleme yönünde bize yine bilgisayar teknolojisi yardım edecek.
49
K A PA K S ÖY L E Ş İ S İ
Bilişim + Telekomünikasyon =
Dijital Devrim “Dijital Devrim dediğimiz olay, bilişim ve telekomünikasyon sektörlerinin yakınsayarak ufalıp cebimize girmesinin doğal bir sonucu” diyen Boğaziçi Üniversitesi Elektrik-Elektronik Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kemal Cılız’dan, dünyanın ve Türkiye’nin dijitalleşme öyküsünü dinledik. faaliyet gösteren Prof. Dr. Cılız’ın kapısını çaldık ve bu sayının kapak röportajını kendisiyle gerçekleştirdik.
Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden Syracuse Üniversitesi’ne, Yale Üniversitesi’nden Boğaziçi Üniversitesi’ne, ilham verici bir akademik kariyere sahip Prof. Dr. Kemal Cılız; şu an Boğaziçi Üniversitesi Elektrik Elektronik Mühendisliği Bölümü Öğretim Üyesi, aynı zamanda Türkiye Bilişim Sanayicileri Derneği (TÜBİSAD) ve Türkiye Bilişim Vakfı Yönetim Kurulu Üyesi. Haliyle dijitalleşme söz konusu olunca, hem akademide hem sivil toplumda hem de kamu ve özel sektörde oldukça aktif
Kendisiyle yaptığımız söyleşide bize dijitalleşmeye dair geniş bir perspektif sunan Prof. Dr. Cılız ile TÜBİSAD’ın faaliyetlerini, Türkiye’nin ve dünyanın dijitalleşme süreçlerini, dijital ile analog yaşam arasındaki değişkenleri, dijitalleşmenin kamu ve özel sektöre etkilerini ve gelecekte bizi neler beklediğini konuştuk.
S ÖY L E Ş İ: E LV İ N V U R A L ‘1 2 / F O T O Ğ R A F L A R : S E R K A N E L D E L E K L İ O Ğ L U
52
53
Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Elektrik Elektronik Mühendisliği Bölümü’nde okuduktan sonra ABD’deki Syracuse Üniversitesi’nde aynı alanda yüksek lisans ve doktoranızı tamamladınız. Sonra Yale Üniversitesi’nde finans ve ekonomi alanında bir yüksek lisans daha yaptınız. Bilişim ile alakalı birçok şirketin kuruluş aşamasında yer aldınız. Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) ElektrikElektronik Mühendisliği Bölümü’nde akademisyenlik kariyeriniz nasıl başladı, yolunuz BÜ’yle nasıl kesişti? ABD’de iki seneye yakın çalıştıktan sonra 1991 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olmak üzere Türkiye’ye döndüm. Doktoramı, bugün çok popüler bir konu olan yapay zeka üzerine yapmıştım. BÜ’nün de bu konuda çalışan öğretim üyesi ihtiyacı vardı. ElektrikElektronik Mühendisliği Bölümü’ne yaptığım ziyaret esnasında o zamanki bölüm başkan yardımcısı ve bölümün efsane hocası Prof. Dr. Yorgo Istefanopulos ile tanıştım ve bir anlamda hayatımın akışı değişti. Bölüme başvurdum ve bölümün akademik kadrosuna dahil oldum. Yorgo hocanın ABD’den dönme kararımda etkisi çok büyüktür. 1993 yılında doçentliğimi aldıktan sonra şirketlere bilişim ve İnternet teknolojileri alanında danışmanlık vermeye başladım. Yale’e gidişim zaten bu deneyimlerin üzerine oldu. Sonra da 1995 yılında, daha önce danışmanlık verdiğim konularda girişimcilik maceram başladı. 2000’li yılların başından itibaren de işin sivil toplum tarafında, sektördeki dernek ve vakıflarda görevler üstleniyorum. Türkiye Bilişim Sanayicileri Derneği’nin (TÜBİSAD) 2012-2015 yılları arasında başkanlığını yaptınız, halen yönetim kurulu üyesisiniz. Aynı zamanda Türkiye Bilişim Vakfı’nda yönetim kurulu üyesi olarak görev yapıyorsunuz. TÜBİSAD ne amaçla kuruldu ve üye olan şirketlere ne gibi hizmet ve destekler sağlıyor? 1979 yılında kurulan TÜBİSAD, Türkiye’nin ilk sektörel
derneklerinden biri. İlk ismi Servis Büro Derneği. O yıllarda bilgisayarlar bugünkü kadar yaygın değil. “Mainframe” olarak adlandırdığımız büyük, ana bilgisayarlar var; şirketlere bordrolama, faturalama gibi birtakım hizmetler veriliyor. Dernek daha sonra Türkiye Bilişim Sanayicileri Derneği adını alıyor. TÜBİSAD bugün 200’e yakın kurumsal üyesiyle bilişim sektörünün en etkin derneği. Türkiye’de faaliyet gösteren hem yerli hem yabancı bilişim şirketlerinin temsil edildiği bir platform. Ciro bazında baktığımızda ise bilişim ve telekomünikasyon pazarının yaklaşık yüzde 90’ından fazlasının temsil edildiği bir dernek. Yaptığı çalışmalar ve etkinliklerle sektöre yön veren bir sivil toplum örgütü. Kemal Cılız’ın dijitalleşmeden anladığı tabloyu biraz anlatabilir misiniz? Dijitalleşme aslında son birkaç yılın değil, son 50-60 yılın olgusu. Analog sistemlerin yerini yavaş yavaş dijital sistemlere bırakmasını mümkün kılan transistörün 1940’larda icadıyla beraber, dijitalleşmenin ayak seslerini duymaya başladığımızı söyleyebiliriz. Transistörün icadıyla birlikte elektronik sektörü muazzam bir biçimde büyüdü. Böylelikle o zamana kadar görüntü, ses, doküman gibi bilgi içeren ve ‘analog’ olarak oluşan verileri dijital formata çevirip saklamak mümkün oldu. Mevzu saklamak mı temelde? Hem saklamak, hem işlemek hem de paylaşabilmek; bunların hepsi önemli. Aklınıza gelebilecek her türlü veriyi saklamak ve işlemek dijitalleşmeyle birlikte daha kolay hale geldi. Ama dijitalleşmenin günlük hayatımıza girişi, bir anlamda telekomünikasyon (haberleşme) teknolojilerinin dijitalleşmesiyle oldu. Çünkü haberleşme teknolojilerinin dijitalleşmesi, verinin bir noktadan başka bir noktaya güvenilir, hızlı, kolay iletilmesini ve paylaşılmasını sağladı. Yani dijital haberleşme teknolojileri olmadan dijitalleşmeden bahsetmek mümkün değil. Bu son 10-15 yıldır bahsettiğimiz dijitalleşme kavramı, bilişim ve haberleşme
54
“Haberleşme teknolojilerinin dijitalleşmesi, verinin bir noktadan başka bir noktaya güvenilir, hızlı, kolay iletilmesini ve paylaşılmasını sağladı. Yani dijital haberleşme teknolojileri olmadan dijitalleşmeden bahsetmek mümkün değil.“ sistemlerindeki yakınsamanın doğal bir sonucu. Siz de dijitalleşmenin bir “devrim” olduğunu düşünüyor musunuz? Evet, bence devrim olarak tanımlamanın sakıncası yok. Veri işlemenin ve haberleşmenin dijitalleştiği bu tabloda eksik olan bir unsur var: Yaygınlaşma. İşte bu noktada, 1960’larda keşfedilen İnternet teknolojisinin hızlı yaygınlaşması devreye giriyor. İnternet aslında verinin kişi ve kurumlar arasında çok hızlı paylaşılmasını sağlayan bir telekomünikasyon protokolü. İnternet’in yaygınlık kazanmasıyla beraber verinin bir noktadan başka bir noktaya ulaşması, gündelik ve rutin hale geliyor. Elektronik teknolojisindeki gelişmeler, çiplerin içine her geçen gün daha fazla transistör sığdırılması, işlemci hızlarının artışı ve işlemcilerin ucuzlaması, bu teknolojilerin günlük kullanımını da artırıyor. Kullanıcı sayılarındaki ve veri transfer hızlarındaki inanılmaz artış, işlenebilecek verinin üstel (eksponansiyel) olarak artmasına neden oluyor. Tüm bunlar bir araya geldiğinde ise son 5-6 yıldır çokça telaffuz edilen Büyük Veri’den ve bu verinin daha akıllı yöntemlerle
55
gündelik. Bu durum yakın zamanda değişir mi? Bu konuda yorum yaparken nereden nereye geldiğimize bakmanın ve karşılaştırma yapmanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. İnternet altyapısı konusunda Türkiye son 10-15 yılda çok ciddi bir gelişme gösterdi. 1994-1995 yıllarında İnternet teknolojisi ABD’de, çoğunlukla akademik dünyada, biraz da endüstride olmak üzere yaygın biçimde kullanılıyor, yavaş yavaş Avrupa’da da yaygınlık kazanıyordu. Türkiye’de henüz İnternet yoktu. Türkiye’nin ilk İnternet bağlantısı, 1995 yılında Ankara, ODTÜ’den yapıldı. Bundan birkaç ay sonra ikinci bağlantıyı İstanbul’da, Boğaziçi Üniversitesi’nde Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nden Ufuk Çağlayan ile beraber biz gerçekleştirdik. Devlet Planlama Teşkilatı’ndan alınan bir fon yardımıyla, Boğaziçi Üniversitesi ABD’deki bir İnternet değişim noktasına bağlandı. Bağlantı hızı 64 KB/saniyeydi.
“ABD ve Avrupa gibi dijitalleşmenin öncülerinden veya yarışa bizimle ortalama aynı zamanlarda başlayan Kore gibi ülkelerden, teknolojik altyapı olarak çok geride değiliz.“
işlenmesinden, yani Yapay Zeka’dan bahsediyoruz. Haliyle dijitalleşmenin bir “devrim” olduğunu söyleyebiliriz. Tüm bu söylediklerim, aslında 5-6 yıldan çok daha eski bir geçmişe sahip, uzunca bir süredir bilinen, yeni olmayan teknolojiler. Esas kırılmayı veriyi işleme hızında ve verinin yaygınlaşmaya dayalı üstel artışında yaşıyoruz. Bu yüzden şu an bir devrim geçirdiğimiz duygusunu eskiye nazaran daha güçlü hissediyoruz. Türkiye’de dünyanın en pahalı İnternet hizmetlerinden birini kullanıyoruz. Kota problemleri, hız düşümü gibi sorunlar son derece
56
Boğaziçi Üniversitesi’nin bağlantısı daha sonra öğretim üyelerinin kullanımına açıldı. Zaman içerisinde özel sektör ve kamudaki yatırımlar ile servis sağlayıcılar devreye girdi, İnternet altyapısı genişledi ve İnternet’i çok daha fazla insan, çok daha kolay biçimde kullanmaya başladı. Tüm bunları neden anlatıyorum: “Türkiye’de İnternet pahalı mıdır, ucuz mudur?” tartışmasına girerken unutmamamız gereken bir gerçek var, o da 1995 yılından bu yana İnternet alanında Türkiye’de azımsanmayacak bir özel sektör ve kamu sektörü yatırımı oluşu. Bugün Türkiye, gigabit/saniye hızları ile ana İnternet omurgalarına bağlanıyor. ABD gibi, Avrupa gibi bu konuda ileride olan ve yarışa bizimle ortalama aynı zamanlarda başlayan Kore gibi ülkelerden teknolojik altyapı açısından çok geride değiliz. Satın alma paritesi açısından bakarsak İnternet hizmet
bedellerinde bu ülkelere göre belki biraz geride olabiliriz ama teknolojik altyapı açısından geride değiliz. Adil kullanım kotası gibi uygulamalar, verilen hizmetin ekonomik tarafıyla ilgili; servis sağlayıcının hizmeti ne kadara sattığıyla alakalı bir durum. Özetle, teknolojik olarak iyi durumdayız ama bu hizmetin toplumun her katmanına eşit olarak dağıtılması noktasında önümüzde daha yol var. Peki, dijitalleşme akademik dünyayı kendi içerisinde nasıl dönüştürdü? İşin aslına bakacak olursak esas akademik dünyada dijitalleşme yeni bir olgu değil. Biraz önce anlattığım gibi dünyada ve Türkiye’de İnternet’i ilk kullanan, bu işin öncülüğünü yapan hep üniversiteler. Özel sektörün ve kamunun bu işlere girmesi 6-7 yıl kadar sonra oldu. Üniversiteler her zaman, teknolojinin ilk geliştirildiği, yeşerdiği yerler olmuştur. Fakat dijitalleşmenin akademik dünyaya etkisi yok mu? Elbette var. Bir defa, akademisyenlerin işi artık çok daha kolay. Herhangi bir makaleyi parmağınızın ucuyla buluyorsunuz. Bundan 20 sene önce akademik araştırmalarda tek bir dergiye erişmek için kütüphaneye gidip araştırmanız, bazen dergiyi birkaç ay beklemeniz ve aradığınız bilgiyi, şansa o derginin o sayısında bulmanız gerekiyordu.
üretenlerin ve biz daha genç jenerasyonların nasıl bir rolü var? Bence yaşlıların Dijital Devrim’in dışında kaldıklarını söylemek çok doğru değil. Dijitalleşme çok dinamik bir süreç. Şimdiye kadar dijitalleşmemiştik, artık dijitalleşmeye başladık gibi kesin bir ayrımdan zaten bahsedemiyoruz. 20-30 yıldır yavaş yavaş kendini göstererek, kar topu gibi büyüyerek gelen bir süreç bu. Dolayısıyla adaptasyon meselesi de yaştan bağımsız olarak kişinin yeniliklere açık olup olmamasıyla alakalı bence. Dijital ortamda halledemediğimiz günlük bir aktivite kaldı mı? Ben hâlâ yazılı ajanda kullanıyorum.
Dijitalleşmenin akademik iş birliği olanakları bakımından da çok faydasını görüyoruz. Artık oturduğumuz yerden dünyanın farklı noktalarında yaşayan akademisyenlerle ortak araştırmalar geliştirebiliyoruz. Dolayısıyla bilgiyi paylaşma imkanlarının dijitalleşme sonucu artması ve hızlanması, elbette akademiyi son derece olumlu etkileyen bir durum. Dijital Devrim, jenerasyonlar arasında bir uçurum oluşmasına neden oluyor mu? Yaşlı jenerasyonun dijitalleşme ile verdiği ya da vermeyi tercih etmediği mücadelede görece başarısız olmasında, teknolojiyi
57
Ama bu da tamamen kişisel bir tercih. Dijitalleşmenin günlük yaşantıya katkısı, penetrasyon oranı gerçekten çok yüksek. Sıradan bir bireyin sabah yataktan kalktığında, çevresinde gördüğü dijital olmayan çok az nesne kalmış durumda. Uyanmak için kullandığı telefon alarmından o gün yapması gereken işlere şöyle bir göz attığı ajandaya, işe geldiğinde başına oturduğu bilgisayara, yemeğe çıktığında ödemesini yaptığı kredi kartına kadar birçok detaya sızmış dijital bir dünya bu. Günlük yaşamın her noktasına dokunmuş vaziyette. Ama eğer kişi dijitalleşmeden uzak kalmak istiyorsa, bu durumun elbette istisnası olabilir. Doğada
vakit geçirmeyi seven biriyseniz ya da zanaatkarsanız örneğin, dijitalleşmeden uzak kalmanız halen biraz mümkün. Tabii yaratıcılık gerektiren fotoğrafçılık gibi alanlarda da artık dijitalleşmenin nimetlerinden faydalanılıyor. Ve bu devrim, belki zahmetsizce milyon tane fotoğraf çekmeyi mümkün kılıyor ama en iyi fotoğrafı çekme becerisini bence halen etkileyemiyor. Dijital ve analog arasında algı açısından sizce bir fark var mı? Etkinlikler için kullanılan davetiyelerden bir örnek vereyim. Artık basılı mecra, azınlık haline gelmiş durumda. Masama gelen bir davetiyeyi açıp bakıyorum, o davete katılmaya çalışıyorum. E-postama gönderilmiş bir davetiye ise kolaylıkla gözümden kaçabiliyor. Artık dijitalde yığılma olduğu için, basılı olan, benzerlerinden daha kolay ayırt edilebiliyor. Eskiden durum tam tersiydi. Dijitalleşmenin topyekun yaşandığı bir dönemde, korkmamız gereken noktalar da var mı? Dijitalleşen her bilgi, bilgi güvenliği açısından aslında bir tehdit. İnternet’ten örnek vereyim. İnternet ortamında arama geçmişiniz, sizinle ilgili birçok bilgiyi açığa çıkarıyor. Konuştuklarımız dinleniyor mu diye sorarsanız; kötü niyetli bir yazılım bilgisayarınıza erişip de mikrofon ya da kameranızı kontrol edebiliyorsa, bu durumda evet, sizi de dinliyor ve izliyor olabilirler. Yani bunlar haklı endişeler ama sürekli dinleniyoruz, sürekli izleniyoruz gibi bir durum yok. Ancak bunun teknolojik olarak mümkün olduğunu bilmekte fayda var. Bu noktada şifrelerinizi doğru belirlemek, doğru güvenlik yazılımları kullanmak devreye giriyor. Yine de sıfır tehdit diye bir olasılığın olmadığının altını çizmem gerek. Özel sektör, dijitalleşmenin barındırdığı potansiyelin farkında. Peki ya kamu sektörü? Türkiye, kamu sektöründe son 10-15 yıl içinde çok ciddi bir dijitalleşme gelişimi gösterdi. Çok değil, bundan 5-6 sene önce devletin verdiği
hizmetlerin önemli bir kısmı halen basılı ortamdaydı. Şimdiyse devletin sunduğu dijital hizmet oranı yüzde 90’lara varmıştır diye düşünüyorum. Sabıka kaydı almaktan tutun da işsizlik maaşı başvurusuna, vergi beyannamesi düzenlemeye kadar birçok işlemi artık İnternet üzerinden yapabiliyorsunuz. Örneğin Adalet Bakanlığı’nın kurduğu sistemi burada anmak gerek; hukuk sektöründe çalışan profesyoneller için çok faydalı. Bu verimliliğin beraberinde getirdiği en önemli olgu ise şeffaflık. Dijitalleşme gerçekten de kurum ve kuruluşlar üzerinde şeffaflaşma baskısı yaratıyor mu? Yaratıyor, kesinlikle. Artık herhangi bir şeyi gizleme lüksümüz yok. Bitti. Özel sektörde ya da kamuda, herhangi bir verinin dijital ortamda kaydedilmesi durumunda, gizli kalması artık çok zor. Dolayısıyla risk ve güvenlik endişesi doğurduğundan bahsettiğimiz dijitalleşmenin, beraberinde şeffaflaşmayı da getiriyor olması, aslında konunun ne kadar karmaşık olduğunun göstergesi. Türkiye’nin dijital rekabetteki konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Sayılardan bağımsız olarak baktığımızda bence ortalarda bir yerdeyiz. Çok iyi bir yerde değiliz ama kötü bir yerde de değiliz. Niceliksel verilere, yani kullanım verilerine baktığımızda İnternet’in penetrasyonu yüksek. Ama işi niteliksel tarafından da araştırmamız gerekiyor. Teknolojik altyapı açısından her ne kadar iyi durumda olsak da, teknolojik inovasyon karnemiz çok iyi değil. Kendimizi bu noktada geliştirmemiz gerek. Nitelikli iş gücünün derhal artması gerekiyor, sektörün en büyük problemlerinden biri bu. Elle tutulur para birimleri, gelecekte de varlığını sürdürecek mi? Yoksa Starbucks, Amazon gibi büyük şirketlerin kendi para birimlerini piyasaya sürmesinin ardından, bugün bildiğimiz anlamıyla para tedavülden mi kalkacak?
58
Paranın varlığı yaklaşık 20002500 yıl öncesine gidiyor. Aslında bir transfer aracı. Şimdiye kadar kullanılmış farklı formları var. Son 30-40 yıla baktığımızda dijital işlemlerin hacim olarak artmasıyla paranın türü de değişti. Makro ekonomi dersi alanlar bilirler; kullanımdaki paranın M1, M2, M3 gibi farklı ölçüm yöntemleri vardır ve kullanımdaki bu para, devletin kontrolü altındadır. Günümüzde geçerlilik kazanan kripto para düzeninin bu eski para türlerinden farkı, herhangi bir merkezi yapı tarafından düzenlenmemesi. Herkes birbirine bağlı ve ağın içindekiler birbirinin güvenliğini sağlıyor. Para birimlerinin ne yöne gideceği konusunda fikir yürütmek, bence kehanette bulunmaktan hallice. Merkezi otoritenin olmaması bir avantaj ancak kontrol ve güvenilirlik açısından bu durum, gelecekte sorun yaratabilir. Kripto para çoğu zaman transfer yapıldığında bilgi verilmemesi gereken koşul ve durumlarda kullanılıyor. Kara para yani… Bu biraz ağır bir tabir olabilir. Kripto para sisteminde standart para yerine dijital olarak imzalanmış bir kod el değiştirmiş oluyor. Aslında tam olarak el değiştirmiş bile olmuyor. Yapılan işlemin kaydı, kanıtı eğer istenmezse yok. Bu yüzden tüm ekonominin kripto paralar üzerine kurulması, bence biraz düşük bir ihtimal. Merkezi otoritenin olmaması, kaosun hüküm sürdüğü anlamına gelir. Kaosu kontrol etmek de zordur. Gerçek dünyadan alınan veri ile oluşturulan bir sanal dünya, gözlerimizin önünde, parmaklarımızın ucunda uzanıyor. Sizce bu iki dünya birbirine sadık mı? Dijitalleşme gerçeklik algımızı nasıl değiştiriyor? Ekranlarda gördüğümüz dünya, gerçek dünyanın kaydedilmiş hali. Ama bu bilgileri kaydeden de bizler olduğumuz için, dijital dünyaya aktarılan verinin doğru olup olmadığı konusu sorgulanabilir. Gerçek dünyadan sanal ortama geçen bilgi ya da veri, gerçek hayatı temsil
59
“Artık herhangi bir şeyi gizleme lüksümüz yok. Özel sektörde ya da kamuda, herhangi bir verinin dijital ortamda kaydedilmesi durumunda, gizli kalması artık çok zor. Dolayısıyla risk ve güvenlik endişesi doğurduğundan bahsettiğimiz dijitalleşmenin, beraberinde şeffaflaşmayı da getiriyor olması, aslında konunun ne kadar karmaşık olduğunun göstergesi.“ ediyor mu? Bunun doğruluğunun kanıtlanmasına imkan yok çünkü sanal dünyada da bir otorite yok! Bu şu demek: Birey olarak biz sanal dünyaya hangi veriyi koyarsak, sanal dünya o veriyi gösteriyor. Kendine ait bir kontrol mekanizması yok. Dolayısıyla sanal dünyada çok ciddi bir veri kirliliği var. Artık sanal ortamda edindiğimiz her bilgiyi teyit etmek zorundayız. Analog düzende birçok işlemi zihinden yapar, yapmamız gerekenleri hatırlamak için türlü yollar geliştirirdik. İş yaparken, beynimizi daha çok kullanırdık. Şimdi ise her konuda dijitalleşmenin desteğine başvurabiliyoruz. Bu kırılma, zihinsel kapasitemizi sizce nasıl etkiliyor? Bu soruyu aslında tıp uzmanlarına sormak lazım. Örneğin bazı öğrenciler artık çarpım tablosunu ezberden sayamıyor. Sayması lazım mı bilmiyorum. Normalde çok daha fazla zaman harcayarak yapabileceğiniz işleri iki tıkla
çözüyorsunuz. Bu, insanın kendine çok daha fazla zaman ayırabilmesini mümkün kılıyor. Ama biz, arta kalan zaman refahını ne yazık ki tekrar bir şekilde dijital dünyaya dalarak, verimsiz şekilde harcayabiliyoruz. Dijital ortamla çok fazla iç içe olmak, beynimizi kullanma hızımızı yavaşlatıyordur muhakkak. Yine de işlem yapmayınca beyin yavaşlar veya etkilenir mi bilmiyorum ama dijitalleşme sayesinde insanın çarpım tablosunu bilmek yerine yaratıcı özellikleri artıyorsa, bu bence iyi bir sonuç. Bağımsız devletlerin çoğunun tanımadığı Kosova ve Filistin gibi ülkeler, artık Facebook tarafından “tanınıyor.” Dijitalleşme devletler arası ilişkileri de yeniden şekillendiriyor. Yepyeni bir uluslararası ilişkiler diskuruyla mı karşı karşıyayız? Bu diskurda artık devletlerin yanı sıra şirketler de mi aktör statüsünde değerlendirilmeli? Burada devlet dediğimiz kavramı da sorgulamak lazım. Bundan 50 yıl önceki bağımsız ülke sayısı ile şu anki farklı. Uluslararası ilişkiler disiplininin öznesi olan devletlerin tanımı da zaman içerisinde değişiyor. Bilginin hızlı iletimi ve penetrasyonu, toplumları ve sosyal grupları çok hızlı şekilde harekete geçirebiliyor. Farklı sosyal grupların politik hayata dahil olması, teknoloji sayesinde kolaylaşıyor. Facebook, Google gibi verileri elinde tutan şirketlerin bu süreçlere ne kadar dahli var bundan emin değilim. Hizmeti sunuyor; örneğin Kosova’daki veya Filistin’deki insanların konum bildirmelerine izin veriyor fakat bu hizmetinin nasıl sonuçlar doğurabileceğini bence hesaplamadan yapıyor. Yani etki varsa da isteyerek yapılmıyordur. Sonuçta şirketlerin temel varoluş amacını unutmamak lazım: Şirketler, kâr etmek için varlar, kârı maksimize etmek temel amaç. Dünyanın neresine giderseniz gidin, tüzel kişilik olarak baktığımızda, bir şirketin ana amacı kârı maksimize etmektir. Kâr amacı gütmeyen sivil
60
toplum kuruluşları ise farklı birer ajandaya sahip olabilir. Dolayısıyla bence uluslararası ilişkiler diskurunu dönüştürmek noktasında üçüncü sektör örgütlerinin ajandası, şirketlere göre daha etkili. Dijital devrim farklı işleri ortadan mı kaldıracak, yoksa yeni iş dallarının oluşmasını mı sağlayacak? Çok tartışılan bir konu, sizin fikrinizi merak ediyorum. Değişim kaçınılmaz. Bunu bir örnekle açıklayayım. Elektrik enerjisi kullanımı 1800’lerin sonlarında yaygınlaşmaya başlamış. 1900’lerin başlarında, elektrik enerjisini yaygın olarak kullanmaya başlayanlar, özel sektördeki şirketler. Şirketlerde elektrik kullanımı ile ilgili birimler var. Yani şirketlerin elektrik işlerinden sorumlu departmanları ve bu departmanların da müdürleri var. Çünkü bu yeni bir teknoloji. Bugün şirketlerde elektrikle ilgili ayrı bir birim var mı? Hayır yok çünkü elektrik kullanımı normalleşti, sıradanlaştı. Eve geliyorsunuz, düğmeye basıyorsunuz, elektrik enerjisinin tüm nimetlerinden yararlanıyorsunuz, hiç sorgulamıyorsunuz. Düşünün elektrik teknolojisi hayatlarımıza nasıl penetre etmiş… Şimdiyse hayatımızda yeni olan bilgi teknolojileri var. Her şirkette bilgi teknolojisi departmanları ve yöneticileri var. Kimileri bundan 100 yıl sonra bilgi teknolojileri uzmanı diye bir pozisyon da kalmayacağını söylüyor. Dolayısıyla dijitalleşme hızlandıkça bazı meslek gruplarına ihtiyaç kalmayacak. Ama bu demek değil ki istihdam azalacak. Bundan 10 sene önce veri mühendisi diye bir meslek yoktu. Oysa şimdinin en popüler mesleklerinden biri. Peki ya tasarruf ve verimlilik? Bu sorunun cevabı kısa: Yüzde 100! Dijitalleşme kesinlikle tasarrufu ve verimliliği artırıyor. Bizim dijitalleşmenin nimetlerinden ve bize sağladığı ek zamandan ne kadar faydalandığımız ise başka bir soru. Şirketler bu optimizasyonu iyi başarıyor, ancak bireyler bu konuda ne kadar başarılı, bilemiyorum.
61
SÖYLEŞİ
Daktilodan Periscope’a uzanan
Bir gazetecilik serüveni Ruşen Çakır ile medyanın 30 yıllık dönüşümünü, gazeteciliğin inceliklerini; kişisel bir hikaye olarak başlayıp kurumsallaşarak yayın hayatına devam eden, yayıncılığa yeni bir yaklaşım getiren Medyascope’u konuştuk. Kişisel bir hikaye olarak başladığı Periscope yayınları büyüyerek kurumsallaştı ve Medyascope’a dönüştü.
Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra bir süre Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde okuyan Ruşen Çakır, gazeteciliğe 1985 yılında Nokta Dergisi’nde başladı. Sırasıyla Tempo, Cumhuriyet, Milliyet, CNN Türk, NTV, Vatan ve Habertürk’te çalıştı. TESEV’de “Demokrasi, Sivil Toplum ve İslam Dünyası” adlı bir program yönetti. Marmara Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nde “Çağdaş İslami Siyasi Düşünce ve Türkiye”, Buffalo New York Devlet Üniversitesi’nde “İslam, Demokrasi ve Sivil Toplum” dersleri verdi. Kariyeri boyunca Türkiye’nin ağır meselelerine eğildi ve 20’ye yakın rapor ve kitap yazdı.
Şu an Medyascope’un genel yayın yönetmeni olan Ruşen Çakır ile Türkiye’de yayıncılığın dönüşümünü, geleneksel medya dışındaki yayın organlarının sektör üzerindeki rolünü ve dijitalleşmenin medyaya etkilerini konuştuk. 2015 yılından bu yana yayın hayatına devam eden Medyascope’un hikayesini de dinlediğimiz röportaja, platformun eş kurucusu Nurdan Üçer’den aldığımız görüş eşlik ediyor.
S ÖY L E Ş İ: FAT İ M A Ç E L İ K ‘1 8 / F O T O Ğ R A F L A R : S E R K A N E L D E L E K L İ O Ğ L U
62
1985’ten bu yana dergilerde, gazetelerde ve televizyon kanallarında hiç durmadan gazetecilik yaptınız. İlk başladığınız günden bugüne medyada teknolojik açıdan neler değişti? Çok şey değişti. Benim başladığım zamanlarda haberleri daktiloyla yazar, faksla iletirdik. Bilgisayarlar yavaştan haber merkezlerine girmeye başlamıştı ama yalnızca sayfa çizmek için kullanılırdı. Mesela telefoto makinesini ilk defa Diyarbakır’da bir foto muhabirinin elinde görmüştüm ve çok şaşırmıştım. Milliyet’te çalışırken, Milli Görüş’ün bir futbol sahasında gerçekleştirdiği faaliyeti izlemek için Almanya’ya gitmiştim. Yanımda Milliyet’in Almanya temsilcisi olan bir gazeteci arkadaşım vardı ve bir anda tribününün fotoğrafını çekip İstanbul’a göndermişti. Tabii o zamanlarki teknoloji, bu tür dokümanları doğrudan haber merkezine göndermeye imkan tanımıyordu. Önce Frankfurt’taki merkeze, ardından İstanbul’a iletmesi gerekmişti ama yine de ağzım açık kalmıştı. Çünkü o zamanlar bir gazetecinin, özellikle sahada haber yapan bir gazetecinin en büyük sorunu, haber merkeziyle iletişim kurmak ve haber kaynaklarına ulaşmaktı. Daha sonra cep telefonu kullanmaya başladık ve çok rahatladık. Teknolojinin gelişmesi, haber mecralarına ulaşmayı da kolaylaştırdı. Eskiden bir bilgiye ulaşmak ya da var olan bir bilgiyi teyit etmek için gazete, dergi satın almanız, Milli Kütüphane’ye giderek arşivleri taramanız ya da o konunun uzmanı olduğunu düşündüğünüz kişilere ulaşmanız gerekirdi. Oysa artık Google gibi dijital mecralar tüm süreci değiştirdi. Şimdi insanlar bunların hiçbirini yapmadan, oturdukları yerden her türlü bilgiye ulaşabiliyor. Bu, belki teknolojinin içine doğmuş nesiller için değil ama eski dönemleri yaşayan insanlar için olağanüstü bir durum. Dijitalleşme medyadan neleri götürdü? Örneğin şimdilerde basılı
yayınların yok olup olmayacağı üzerine çok tartışılıyor. Teknolojik imkanlar işimizi kolaylaştırdı ama bir o kadar da zorlaştırdı. Çünkü mecraların atmosferi değişti. Milliyet Gazetesi’nde çalıştığım dönemi ele alalım. Gazetelerin daha güçlü, televizyonun ise henüz zayıf olduğu dönemler... O zamanlar işimizi bu denli kolay yapabilseydik muazzam bir ortam oluşurdu ama şimdi bu mümkün değil. Şu an gazeteler satmıyor çünkü yeni olanaklarla birlikte şekillenen bu ortam, gazetelerin değerini azalttı. Bu, basılı yayınların öleceği anlamına gelmiyor tabii ki. Ama bu tür yayınların varlıklarını sürdürebilmeleri için yeni koşullar üzerine kafa yormaları lazım. İnternet’in yaygınlaşmaya başladığı zamanlarda basılı bir gazetede çalışıyordum. O zamanlar gazeteciler, gazeteyi her şeyin önüne koyup İnternet’i geri plana atarak büyük bir yanlış yaptılar. Şu an dünyada etkili olan The New York Times, The Washington Post, The Guardian gibi büyük yayınların en önemli avantajları İnternet ortamlarının çok güçlü olması. Bizde ise “gazeteyi yaşatmak için İnternet’i çok öne çıkarmamak” gibi bir mantık hakimdi, kaldı ki hâlâ bu mantıkla hareket ediliyor. Oysa İnternet’te ne kadar başarılı olursan, basılı gazetenin ömrü bir o kadar uzun, etkisi bir o kadar güçlü olur. Birini diğerinin engelleyicisi olarak değil, tamamlayıcısı olarak görmek ve her iki mecrayı da ortak bir markaya dönüştürmek gerekiyor. Ancak Türkiye henüz bu noktaya gelebilmiş değil. Eskiden bir gazetecinin hızlı ve atik olması beklenirdi. Günümüzde iyi bir gazeteci hangi özelliklere sahip olmalı? İyi bir gazeteci her şeyden önce araştırmayı ve okumayı iyi bilmeli. Google’a hakim olmaktan değil; kitap, dergi gibi gerçek kaynakları bulmak ve okumaktan bahsediyorum. Yabancı dil zaten şarttı ama artık bir dil yeterli değil, iyi bir gazeteci olmak için birden fazla dile hakim olmak gerekiyor. Niteliği
63
“Gazetecinin sosyal yönünün kuvvetli olması gerekiyor çünkü haberin en önemli ayağı haber kaynaklarıyla ilişkidir. O ilişkiyi kurmadan masa başı yapılan işler, insanı belli bir noktadan öteye taşıyamaz. Ben hep ‘Gazeteci her şeyi bilen değil, her şeyi bilenleri bilendir’ derim. İşin özü muhatapları bulmak, konuşmaya ikna etmek ve konuşturmak.“ belirleyen en önemli unsurlar merak ve sorumluluk duygusu. Gazeteciliği bir fırsat kapısı olarak gören çok insan var, zaten sektörün atmosferi de bu yönde. Ama o insanların hiçbiri kalıcı olamıyor. Acele etmeden, ciddiyetle ve sorumluluk duygusuyla hareket eden, teknolojiye hakim, dünyayı bilen ve dünyayla ilgilenen kişiler ancak iyi gazeteci olabilir. Gazetecinin bir de sosyal yönünün kuvvetli olması gerekiyor çünkü haberin en önemli ayağı haber kaynaklarıyla ilişkidir. O ilişkiyi kurmadan masa başı yapılan işler, insanı belli bir noktadan öteye taşıyamaz. Ben hep “Gazeteci her şeyi bilen değil, her şeyi bilenleri bilendir” derim. İşin özü muhatapları bulmak, konuşmaya ikna etmek ve konuşturmak. Kimi durumlarda insanlar konuşmak istemeyebilir ama kayda geçmeseniz de bilgiyi ondan almanız gerekir. Tabii tüm bunları yaparken belli kurallar çerçevesinde hareket etmelisiniz. Şu an Türkiye’de gazetecilik dibe vurduğu için her şey serbestmiş gibi bir algı oluştu ama
bu mesleğin adı konmamış kuralları var ve onlara bağlı kalmak şart. Tüm bunların yanında artık bir de teknolojiye hakim olmak gerekiyor. CNN Türk ilk açıldığı zamanlarda ABD’den gazeteciler gelmişti ve herkesin kendi haberini kendisinin montajlaması gerektiğini söylemişlerdi. Tabii o zamanlar biz kazan kaldırmıştık. Ama haklıydılar, bir gazeteci artık her şeyi tek başına da yapabilmeli. Türkiye’deki ana akım medyanın şu anki durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Şu an Türkiye’de ana akım medya olduğunu düşünmüyorum. Ana akım medyanın birtakım özellikleri vardır. Olabildiğince satmak, etkili olmak ve para kazanmak gibi dertlere sahiptir. Ana akım gazetelerde ve televizyon kanallarında toplumun her kesimi bir şekilde yansıtılır; herhangi bir yere tam anlamıyla angaje olmamak, herkese hitap edebilmek gibi prensipler gözetilir. Şu anda Türkiye’de bu özelliklere sahip bir gazete ya da televizyon kanalı yok. Ana akımın eski sahipleri ya da temsilcileri olan birtakım medya kuruluşları varlıklarını sürdürüyor ama bunu ancak ana akım özelliklerini yok ederek yapabiliyorlar. Bu durum, eskiden iyi kötü kendi ayakları üzerinde durabilen bir kuruluş olan Doğan Grubu’nun satılmasıyla daha da belirginleşti. Şu an ana akım diye bilinen medyanın içerisinde kendi ayakları üzerinde durabilen herhangi bir kurum yok, yani devletten bağımsız bir medya yok. Hepsi resmi yayın organı haline geldiler. Tabii ki ana akım medya kuruluşları geçmişte de devleti gözetiyor, onunla kavga etmemeye çalışıyordu ama yine de belli bir bağımsızlıkları vardı. Şu anda tamamen devlete bağımlı haldeler. Yani çok satmak, daha fazla izlenmek, toplumun her kesimine hitap etmek yerine, Ankara’yı ve Cumhurbaşkanı’nı tatmin ederek devletin tepkisini üzerlerine çekmemeye yönelik bir yayın
politikası izliyorlar. Topluma hesap vermek ya da toplumla ilişki kurmak gibi bir dertleri kalmadı, devletle ilişki her şeyin önüne geçti. Bunu yapınca haliyle ana akım olmaktan uzaklaşıyorsunuz. Bu durumda Türkiye’deki mevcut gazete ve televizyonlarda sadece birileri tarafından onaylanmış cümleleri duyuyor, bu mecralardan öğrenmemizin sorun teşkil etmeyeceği haberleri mi öğreniyoruz? Tam olarak öyle değil. Medya, dengedenetleme mekanizmalarından biridir, yani medyanın kamu adına devleti denetleme gibi bir rolü vardır. Devletin her şeyini kabul eden bir medya kuruluşu, bu görevinden istifa etmiş olur. Böylelikle devletin her istediğini söylemesi gerekmez ama söylediği hiçbir söz devleti rahatsız etmez. Yani resmi bülten gibi işleyen, işin püf noktalarına dokunmayan, araştırmacı-gazetecilik rolü iyice budanmış, gazetecilik reflekslerinden arınmış etkisiz bir elemana dönüşür. Örneğin Türkiye gibi bir ülkede yaşanan bir tren kazasını araştırdığınız, uzmanlarla konuştuğunuz zaman mutlaka birtakım devlet kurumları tarafından işlenmiş ihmal, rüşvet, kayırma suçlarını keşfedersiniz. Ama mevcut medya kuruluşlarında bu haber, “Devlet Demiryolları’nın bu olayda hiçbir sorumluluğu yoktur” şeklinde geçer. Bu, ana akım olmayı çoktan bıraktıkları anlamına gelir. Şu anda ana akım medyada yer alamayan kesimlerin söz üretebilecekleri alternatif yollar var mı? İşte burada yeni teknolojiler devreye giriyor. Artık herkes, çoğu ücretsiz olan sosyal medya platformlarından insanlara ulaşabiliyor. Cep telefonu tek başına haber yapmak için yeterli. Ama burada şöyle bir sorun ortaya çıkıyor: Evet herkes haber yapabiliyor ama haberi yalnızca kendine yapmış oluyor. İnsanların bireysel çabalarıyla yaptıkları bu haberleri kim izleyecek? En fazla eş, dost ya da yakın çevre… Bir cep telefonuyla yaptığınız haberi Youtube’a koymanız ya da çeşitli
64
sosyal medya platformlarından canlı yayın yapmanız tek başına gazetecilik faaliyeti yürütebileceğiniz anlamına gelmiyor. Çünkü gazeteciliğin en önemli kriteri izleyiciye, okuyucuya ulaşabilmektir. Bu tür bireysel inisiyatiflerin birtakım merkezi platformlarda toplanması, yaygınlaştırılması ve geniş kitlelere ulaştırılması gerekiyor. Böyle olunca da işin içine para, imkan gibi faktörler giriyor ve ister istemez kurumsallaşmaya gidiliyor. Normal şartlar altında Amazon, Facebook gibi büyük teknoloji şirketlerinin bu tür çabaları desteklemesi, teşvik etmesi gerekirdi ama sermaye bu tür platformlara yatırım yapmıyor. Çünkü buralardan gelir elde edemeyeceğini düşünüyor. Haliyle her türden gazeteciliği desteklemeye yönelik sivil inisiyatifler, vakıflar ve çeşitli fonlar ortaya çıkıyor. Aslında ideal olan, insanların tükettikleri haberlere sponsor olması. Yani son zamanlarda çokça dillendirilen “vatandaş gazeteciliği”nden ziyade, vatandaşların sahip çıktığı gazetecilik pratiğine geçmenin zamanı geldi. Medyascope Türkiye’de bu ihtiyacı karşılıyor mu? Medyascope benim kişisel hikayemle başladı. Sonra bu kişisel hikaye ilgi gördü ve kolektif bir yapıya dönüştü. Mottomuz “çünkü özgür”. İnsanlar bunu genelde siyasi iktidara yönelik bir söylem olarak ele alıyorlar. Evet, o boyutu da var ama aslında burada bahsettiğimiz özgürlük, “reyting” özgürlüğü. Televizyon reytingleri, İnternet tıklanmaları, gazete tirajları… Gazetecilik genelde hep reyting esaretine düşüyor. Oysa biz Medyascope’ta daha çok okunmak, izlenmek ya da tıklanmak uğruna istediğimiz konulardan kaçınmıyor veya istemediğimiz konulara yönelmiyoruz. Dolayısıyla özgürüz ve utanmayacağımız bir iş yapıyoruz. Önemsediğimiz bir başka husus da kullandığımız içeriklerin tamamen bize ait olması. “Kopyala-yapıştır” mantığıyla iş yapmıyoruz. Yabancı basından aldığımız haberleri kendimiz çeviriyoruz. Medyascope dışında çalışan gazetecilerin
ürettiği malzemeleri sayfamıza taşıyacaksak mutlaka imzalarını da ekliyoruz. Bunlar zaten uyulması gereken kurallar ama şu an mevcut olan birçok haber sitesi bunları gözetmiyor. Birkaç köşe yazarı ve istisnai röportaj dışında her şeyi konvansiyonel medyadan hazır alıyorlar. Yani aslında eski medyanın işlerini yeni teknolojilerle yeniden piyasaya sürüyorlar. Yeni olan tek şey, haberlerin İnternet’ten verilmesi. Medyascope’un en önemli farkı, yeni teknolojiler ile konvansiyonel gazeteciliği birleştirmek oldu. Dünyada ve Türkiye’de tek başına Facebook’ta ya da Periscope’ta canlı yayın yaparak bunu başarabilen gazeteciler var, ben de öyle başladım. Ama Medyascope bu işi kurumsal düzeye taşıdı, video temelli kurumsal gazeteciliği başlattı. Video izlemek yazı okumak gibi değil, zaman ve bütçe açısından çok daha masraflı. Takipçilerimiz bizden bu yayınlarımızın metinlerini istiyorlar, bazılarını yayınlıyoruz ama biz yeni dönemin haberciliğinin video temelli olduğuna inanıyoruz ve bunda ısrar ediyoruz.
NewsLabTurkey’e verdiğiniz bir röportajınızda Medyascope için “Büyüyünce televizyon olmayacağız” demiştiniz. Bunu biraz açar mısınız? Bazı insanlar bizim burada yatırım yaptığımızı ve para kazanıp bir uydudan frekans satın alarak televizyon olacağımızı düşünüyor. Ama bizim böyle bir derdimiz yok. Bizim yöntemimiz sosyal medya platformlarından canlı yayın yapmak, bu yöntemi kullanmaya da devam edeceğiz. Elbette uzaktan kumandaya girmeyi planlıyoruz ama bunu geleneksel yöntemlerle yapmayacağız. Medyascope şu an akıllı televizyonlardan izlenebiliyor ama henüz insanlar bu yöntemi çok kullanmıyor, bunu yaygınlaştırmak istiyoruz. Şu an birtakım insanlar uydudan ya da Digitürk gibi platformlardan frekans alarak yeni televizyon kanalları kurmaya çalışıyorlar. Ben şimdiye kadar bu kanalları aktif olarak takip edenlere
rastlamadım. Çünkü doğru dürüst haber vermiyorlar, isteseler de bugünün siyasi atmosferinde yapamazlar zaten. Kaldı ki Türkiye’deki haber kanallarının son dönemlerdeki fiyaskolarından sonra insanlar, bu mecralara güvenemiyor, yeni bir haber kanalı karşısında heyecanlanamıyor. Bana sorsalar yapmamalarını, bizimki gibi bir mecra kurmalarını söylerdim. Çünkü esas gelecek ve hatta bugün, burada. Artık eski tip haber kanalları geride kaldı. Onların harcadığı paralar bende olsa ikinci bir stüdyo kurardım. En önemli avantajlarımızdan biri de 7/24 yayın
65
“Ana akım gazete ve televizyonlarda toplumun her kesimi bir şekilde yansıtılır, herkese hitap edebilmek gibi prensipler gözetilir. Şu anda Türkiye’de bu özelliklere sahip bir gazete ya da televizyon kanalı yok.“
yapma zorunluluğumuzun olmaması. Bu, çok rahatlatıcı bir özellik çünkü geleneksel kanallar gibi gerilmiyoruz; günü kurtarmak için uyduruk dolgu malzemeleri kullanmıyoruz. Kendi düzenimizi kendimiz belirliyoruz. Bu çok değerli bir özgürlük. Dijital dönüşümünüz okurla, izleyiciyle iletişiminizi nasıl etkiledi? Eskiden kısıtlı imkanlar dahilinde okur mektupları gelirdi. Şu an gazeteci ile okur arasındaki mesafe çok daraldı, hatta kayboldu diyebilirim. İnteraktivite haddiden fazla yoğun yaşanıyor, insanlar bize sosyal medyadan dilediği gibi ulaşabiliyor. Aslında saygı temelinde bir ilişki kurulabilse, bu durum çok verimli kullanılabilir. Çünkü haber kaynaklarına çok hızlı bir şekilde ulaşabiliyor, üretimlerinize yine aynı hızla geri dönüş alabiliyorsunuz. Örneğin insanlar yanlışlarınızı düzeltiyorlar, eksikliklerinizi gideriyorlar, bu muazzam bir
NURDAN ÜÇER Medyascope Eş Kurucusu ve Teknoloji & Tasarım Müdürü Medyadaki dijital dönüşümle birlikte geleneksel reklam modelleriyle, yani reklamveren desteğiyle çekip çevrilebilen kaliteli haber mecraları artık geride kaldı. Bu mecralar için son yılların yükselen trendi “sahiplenilmek”. Yayıncıların, kaliteli içeriklerine talip olan bireyler ya da kullanıcı verilerine talip olan büyük şirketler tarafından -farklı manalarda- “sahiplenildiği” bir sistem oluştu. Bireyler, abonelik yöntemi ya da Patreon gibi bağış sistemleriyle bu mecralara destek olurken (patronaj), büyük şirketler de bu mecraları satın alarak kullanıcılarının demografik ve davranış verilerini ele geçirmeyi hedefliyor. Birey destekli mecraların uzun vadede gazeteciliği kaliteli ve bağımsız kılabilecek tek model olduğunu düşünüyorum. Bugün nasıl
avantaj. Ama hukuk ve üslup gözetmeyen, ölçüyü kaçıran insanlar da var. Özellikle kutuplaşmanın yoğun olarak yaşandığı Türkiye gibi ülkelerde sosyal medyanın getirdiği imkanlar, “trollük” denen kötücül faaliyetleri besliyor, linç kültürünü yaygınlaştırıyor. O zaman dijitalleşmenin bir getirisi olarak önümüz karanlık mı? Teknolojik gelişmelerin toplumları ileriye götürdüğü ne kadar gerçekse, var olan sömürü düzenlerini katmerleştirdiği de bir o kadar gerçek. Eski tür sömürünün yerini yeni sömürü yöntemleri aldı. Hâlâ kimileri çok para kazanırken, diğerleri emeğinin karşılığını alamıyor. Tüm bunlar eski tür “proletarya” görüntüsüyle gerçekleşmediği için, başka türlü algılanıyor. Teknoloji, bize dünyada işlerin iyiye gittiğine dair aldatıcı bir perspektif sunuyor. Halbuki adaletsizlik, temelini sağlamlaştırarak varlığını sürdürmeye
premium “televizyon” izleyebilmek için Netflix ya da Amazon Prime’a abone oluyorsak, kaliteli gazeteciliğe ve teyitli haberlere ulaşabilmek için de güvendiğimiz haber mecralarına benzer şekilde abone ya da bağışçı olmamız gerekecek. Medyanın dijital dönüşümü; İnternet yayıncılığının geleneksel gelir modellerini suistimal eden, “fake news” ve “clickbait” olarak adlandırılan, yanıltıcı ve değersiz içerikleri de beraberinde getirdi. Bu yüzden önümüzdeki yıllarda yapay zekanın entegre olduğu yayın süreçlerinin habercilik ve gazeteciliğin doğal bir parçası olacağını düşünüyorum. Kastettiğim, haberleri artık robotların yapacak olması değil, yapay zeka uygulamalarının gazetecilerin araştırma ve veri teyidi süreçlerinde bir nevi asistanlık yapacak olması. Teknolojik altyapıları bu yönde geliştirilecek kitlesel yayın platformlarının oldukça yakınındayız. Podcast yayıncılığı da medyadan giderek daha büyük bir pay alacak.
66
devam ediyor. Tüm avantajları bir yana teknoloji, doğrunun ve hakikatin değerinin alabildiğine düştüğü bir ortam yarattı. Artık herkes “bilgi” diye nitelendirdiği malzemeleri piyasaya sürebiliyor. Kimi ülkeler bunu devlet politikası olarak yapıyor, yani ciddi yatırımlar yaparak yalan haberi, dezenformasyonu ve manipülasyonu seferber ediyorlar. Eskiden faşist bir komplo teorisini kamuoyuna yaymak için bir sürü kitap yazıp, bu kitapları ücretsiz dağıtmak ve etkisini görebilmek için uzun süre beklemek gerekirken, artık bu tür dezenformasyonlar sosyal medyada anında binlerce kişiye ulaştırılabiliyor. Özellikle mülteci düşmanlığı ve ayrımcılık üzerinden varlığını sürdüren sağ popülist hareketler teknolojiyi çok iyi kullanıyorlar. Kısacası teknolojik mecralar doğru davaları örgütlemeyi kolaylaştırıyor ama buraları daha çok “örgütlü kötülük” kullanıyor.
Podcast dinleme tecrübesinin sürekli “sosyalleşen” ama gittikçe yalnızlaşan çağdaş bireylerin duygusal yakınlık ihtiyacına hitap ettiğini ve gittikçe yaygınlaşacağını düşünüyorum. Medyascope projesi, tüm bu dijitalleşme süreçlerinde çok önemli bir yere sahip. Kısıtlı imkanlarımız ve özellikle teknik taraftaki insan gücü eksiğimiz zaman zaman bizi zorlasa da, yayınlarımız hem stüdyomuzda hem de İnternet sitemizde üç buçuk yıldır kesintisiz devam ediyor. Patreon üzerinden aldığımız bireysel destekler -henüz küçük meblağlar olsa da-, kaliteli yayıncılığın arkasında durmaya gönüllü bir kitlenin göstergesi olması açısından çok kıymetli. Yayınlarımızın kalitesini ve kapsamını sürekli artırmaya çalışıyoruz. Yeni içerik ve gelir modellerinin yakın takipçisiyiz. Bu yeni modeller, kaliteli ve bağımsız bir mecra olarak kalmamıza yardımcı olacak.
DENEME
E-ticarette
#10YearsChallenge
Dijital dönüşüm; işimizi ve iş yapışımızı dönüştüren bir süreç ve bu dönüşüm, konuşup planlandığında değil, teknoloji ve dijital platformlar gündelik hayata ve iş hedeflerine entegre olduğunda başlıyor. Bunun en güzel örneklerinden biri de ülkemizde ilk hamlesini 2000’li yıllarda yapan ama bugünlere son 10 yıllık mücadelesiyle gelen e-ticaret.
YA Z I: G İ Z E M B U R T E Ç İ N ‘06 / İ L L Ü S T R A S YO N L A R : D alen banko
68
2
001’de Boğaziçi Üniversitesi’ne başladığımda e-ticaretin ilk dalgasına tanıklık etmiştim. Maalesef o ilk dalgadan bugüne yalnızca e-ticaretin en büyük ve köklü markaları kaldı, yani Hepsiburada, Gittigidiyor, Yemeksepeti, E-Bebek ve Sahibinden. İlk dalga ile 2009 gibi başlayan ikinci dalga arasında süreklilik bakımından bir kırılma var. O yıl ülkemizde anayasalar fırlatılmıştı, ekonomi sıkıntıdaydı ve büyük bir tekstil krizi vardı, henüz perakende sektörü bile tam anlamıyla gelişmemişti. Haliyle bu kırılmayı ekonomiye ve e-ticaret ekosistemi bileşenlerinin henüz oluşmamasına bağlayabiliriz. Okuldan sonra uluslararası bir ticari gayrimenkul firmasında AVM kiralamaya, gayrimenkul projeleri geliştirmeye başladım. Şehrin merkezi akslarında fabrikaları olan tekstilciler, arazilerini rezidans ve AVM’lere dönüştürüyordu. O dönem gayrimenkulün en ışıltılı dönemiydi. Her hafta İstanbul’da, Ankara’da, Denizli’de AVM açmak ve gayrimenkule yatırım yapmak isteyen yabancı yatırımcıları ofisimizde ağırlıyorduk. Yerli ve yabancı yatırımcı akınına uğramış, ekonomisi şahlanmış bir Türkiye… Perakendecilerin mağaza ağlarına her ay yeni bir nokta daha ekleniyor, çevrim dışı perakendenin altın devri yaşanıyordu ve e-ticaretin toplam ticarete oranı yüzde 1 bile değildi. Ancak bu rüzgar, 2008’de ABD’de başlayan “sub-prime mortgage” kriziyle bir anda durdu. ABD’li ve Avrupalı yatırımcıların ayağı kesildi, perakendecilerin stokları şişmeye başladı ve iş yapmak zorlaştı. Ekonominin duraksadığı 20082009 yılları; dijital dönüşümün, girişimciliğin ve e-ticaretin gündemimize girdiği dönem oldu.
Fırsatın ticareti Her kriz kendi fırsatını doğuruyor. Bu dönemde, fırsat siteleri büyük bir coşkuyla hayatımıza girdi. Dünyada Groupon rüzgarı eserken,
Türkiye’de Şehirfırsatı ve Grupanya gibi platformlarda büyük indirimler kovalanıyor; daralan iç piyasa ve tüketim, fırsatlarla canlanıyordu. O dönem ben de boş durmadım. Bir yanda ticari gayrimenkul işim ve yüksek lisans eğitimim, diğer yanda BÜ’den üç arkadaşımla beraber kurduğumuz ithalat işimiz devam ederken serdeki girişimci ruhla ilk dikey fırsat sitesi olan Fırsat35’i kurdum.
“Türkiye’de 2008’de alışveriş siteleri, hızlı mağazalaşmanın ve krizin etkisiyle artan stoku ne yapacağını bilemeyen perakendecinin imdadına yetişmişti. Herkes arkadaşını davet ediyor, 10 TL indirim kazanıyor, yüzde 70’lere varan indirimlerle çılgınca alışveriş yapıyordu.“ O dönem dünyada fırsat rüzgarına eşlik eden daha büyük bir fırtına vardı. Fransa’da Vente-privee, ABD’de Gilt ile hayatımıza “özel alışveriş kulüpleri” (private shopping) girmişti. Türkiye’de ise 2008’de kurulan Markafoni ve onu takip eden benzer siteler, hızlı mağazalaşmanın ve krizin etkisiyle artan stoku ne yapacağını bilemeyen perakendecinin imdadına yetişmişti. Herkes arkadaşını davet ediyor, 10 TL indirim kazanıyor, yüzde 70’lere varan indirimlerle çılgınca alışveriş yapıyordu. Fonlar, yatırımcılar ve global şirketler bu defa gözünü Türkiye’de hızla büyüyen e-ticaret sektörüne çevirmişti. Değerlemelerde sadece üye sayısı, ciro ve büyüme oranına bakılıyordu. 2011 yılında yolum Türkiye’nin en
69
büyük 16 perakendecisi ile kesişti. Bana büyük bir bütçe ve çok büyük bir sorumluluk verdiler. Şirketi kurduk, harika bir ekip oluşturduk ve moda alanında en iddialı e-ticaret sitesini kurmak için kolları sıvadık. Beş ay sonra, ERP yazılımlarına entegre çok iyi bir altyapı ve 10 binlerce ürün çeşidiyle 1V1Y.com satışa başladı, ilk üç ayın sonunda 1 milyon üyeye ulaştı.
İş’te “challenge” dönemi O dönemde müşterilerden gelen siparişler Excel dosyalarına işleniyor ve zaten artan mağaza sayısı ile zar zor baş eden mağazacılık departmanının sorumluları ile paylaşılıyordu. Ama listelerde hatalar yapılıyor ve olmayan stok varmış gibi satılabiliyordu. Ürününü büyük indirimle alan müşteriler, 10-15 gün beklemek zorunda kalıyor ve müşteri hizmetlerine şikayetler yağdırıyordu. Bu süreyi en aza indirmek için sepetler mümkün olduğunda birleştirilirken; depo yönetimi, kargo ve lojistik firmaları çağ atlıyordu. Tüm şirketler müşterilerine inanılmaz fırsatlar içeren onlarca e-posta atıyor, e-posta kutuları dolup taşarken müşteri ilişkileri yönetimi (CRM) topyekün dönüşüyordu. Ayrışmak için marka algısı yaratmak, sadakat oluşturmak, sosyal medyayı iyi yönetmek gerekiyordu. Bir alanda iyi olmak asla yetmiyor; her şeyi yönetmek, daha fazla, daha hızlı büyümek gerekiyordu. Google ve performans reklamları bunun için vardı. Reklam verildiği ölçüde üye geliyor, sepetler şişiyor, cirolar artıyordu. Tüm konferans ve etkinliklerde performans pazarlama, mobilin artan payı, içeriğin ve imajın gücü konuşuluyordu. 2013’e gelindiğinde Gezi olayları patlak verdi. O yaz cirolar düştü, yatırımcılar kaçtı ve herkes FAVÖK (EBITDA) marjı konuşmaya başladı. Ortada kocaman bir operasyon, ciddi reklam ve iade maliyetleri, çok büyük bir işletim gideri (OPEX) vardı. Ya çok büyük olunacak ya da kâra
geçilecekti. Milyarlık ciroyu gören ve nefesini bu maratona ayarlayan kazanacaktı. Senelerdir özel alışveriş kulüpleri ile çalışan perakendeciler e-ticareti öğrenmişlerdi ve artık İnternet perakendeciliği (e-tailing) dönemi başlıyordu. Sayısı hızla artan mağazaların metrekare verimlilikleri düşmeye başlamıştı, oysa e-ticaret verimli satışın anahtarıydı. O dönem özel alışveriş kulüplerinden sadece Trendyol, Morhipo ve biz kalmıştık. Bir de işini çok iyi yapan iki dikey segment vardı: Ev-yaşam siteleri ve muhafazakar giyim. Piyasaların normalleştiği 2015 yılına gelindiğinde Hepsiburada, N11 ve Gittigidiyor gibi pazar yerlerinin altın çağı başladı. “Tüketiciden tüketiciye” (C2C) modeli, Instagram’dan satışlar, “butiğime beklerim”ler ve “youtuber”lar o dönemde hayatımıza girdi. 2016’da ardı ardına ikinci el moda kulüpleri açıldı. Modayla şahlanan e-ticarette kitap, elektronik
eşya, bebek bezi derken; artık mutfak alışverişi bile yapılır oldu.
Dünyaya açılmanın yolu 2018’de Alibaba ile çalışmaya başlayınca gördüm ki e-ticaret sadece “işletmeden tüketiciye” (B2C) evreninden oluşmuyor. 1,5 milyara yaklaşan nüfusu ile Çin, 1999’dan beri e-ticaret ekosistemi geliştiriyor. Alibaba Grubu’nun her kasım ayının 11. gününde, yani sadece bir günde 30,8 milyar dolar satış yapan e-ticaret platformları var. Aslında e-ticaretimiz büyüyor diyoruz ama diğer ülkelere kıyasla çok gerideyiz. TÜBİSAD verilerine göre Türkiye’de e-ticaretin satışlardaki payı henüz yüzde 4 seviyelerinde, Çin’de ise yüzde 21’lik bir rekor söz konusu. Bugün Türkiye’de iç talep daraldı, yeni mağaza açmak çok zor. Dünyaya
70
açılmamız gerekiyor. Ülke olarak ihtiyaç duyulan ürünlere, kalite, fiyat ve performansa sahibiz, lokasyon açısından da çok avantajlıyız. Ama e-ticaret yoluyla yurt dışına satış yapabilmek için yeni altyapılar kurmamız, lojistik maliyetlerini düşürmemiz, ödeme sistemlerine entegre olmamız ve dil bariyerini aşmamız lazım. E-ticaretten e’yi attığınızda değişmeyen bir şey var: İşin özü ticaret. İşimizi, yani ticaretimizi bir adım öteye taşımak için ürünü geliştirmemiz, alıcıyı mutlu etmemiz ve krizlerin bizi karamsarlığa itmesine izin vermememiz gerekiyor. Aslında senelerden beri süregelen tüm krizler bizi güçlendiriyor ve dönüştürüyor. Tüketim çılgınlığının, içi boş fırsatların, sonsuz ithalatın ve fonların peşinde kontrolsüz büyümenin yerini; işini doğru yapan, hesabını bilen, altyapısını geliştiren, üreten, markalaşan ve nefesini doğru kullananlar alıyor.
DENEME
Peki ya etik ne olacak? Dijitalleşmenin “etik” tarafı, üzerinde düşünmeye pek de vakit harcamadığımız bir alan. Üniversite yıllarımıza dönecek olursak, dijitalleşme Güney Kampüs’ün en havalısı ise, etik Kuzey Kampüs’te kütüphaneden çıkmayan tek öğrenci olurdu.
B
ir yanda Nesnelerin İnternet’i (IoT), robotikler, biyometri teknolojisi, yapay zeka, artırılmış ya da sanal gerçeklik, dijital ve sosyal platformlar; diğer yanda kişisel verilerin mahremiyeti, seçim hakkı, otonomi, kişisel güvenlik, adalet ve güçlerin eşitliği konuları bir şekilde tanıştırılmayı bekliyor. Peki, bugünkü dijital hayatlarımızda etik nerede başlıyor, nerede bitiyor? Bu alanda yapılan çalışmaların çoğu, kişisel verilerin mahremiyeti konusuna yoğunlaşıyor. Özellikle IoT ve Büyük Veri analizleri, kişisel
verilerin paylaşılması ve toplanması noktasında ciddi birer tehdit olarak kabul ediliyor. Evimizin mahremiyetini ve kişisel bilgilerimizi çeşitli yazılımlarla paylaştıkça; perdelerimiz istediğimiz saatte açılıyor, kahvemiz kendi kendine ısınıyor, Xbox bize “merhaba” diyor, Alexa bizi çok iyi anlıyor ve sadece en sevdiğimiz filmlerle karşılaşıyoruz, ama bu süreçte seçme hakkımızdan ve tamamıyla kendimiz olabilme özgürlüğümüzden feragat ediyoruz. Kamu güvenliği ve kişisel güvenliğimiz için kullanılan
biyometri teknolojisi sadece kim olduğumuzu tespit etme noktasında durmuyor; aynı zamanda nasıl hissettiğimizi kodlayarak, duygusal mahremiyetimizi erozyona uğratıyor.1 Dijitalleşme, yıkıcı teknolojiler ve yeniliklerle tüketicilere yeni alternatifler sunarken, bir yandan tekelleşmeyi ve kanun tanımazlığı da beraberinde getirebiliyor. Lauren Henry Scholz, 2016 tarihli bir makalesinde Uber ve Airbnb gibi platformların kanunsuzluk üzerine kurulu bir iş modeli geliştirdiklerinin altını çizerken, Airbnb aracılıyla
YA Z I: Ç İ Ğ D E M P E N N ‘99 / İ L L Ü S T R A S YO N: L O C O L E
72
savunuyor. Verilerin Korunması Kanunu ile 2016’dan bu yana veri toplayanlara ağır sorumluluklar yükleyen AB, Büyük Veri kullanımına karşı kişisel hakları koruma altına alıyor. Özellikle yapay zeka alanındaki düzenleyici çalışmalar için 7 milyar euro değerinde bir fonu onaylayarak, temel eksiklikleri giderme yolunda büyük bir adım attı. Dijitalleşmeye kural koymanın ucuz olmayacağı belli ama temel sorun bunun nasıl yapılacağı. Evet, kanun koyucular veri bilimcilerin hızına erişemiyor; teknoloji, özellikle de yapay zeka algoritmaları, ait oldukları kurumlardan neredeyse bağımsız ilerliyor. Hâl böyle olunca, dijitalleşmeyi “yasallaştırmak” tek başına yeterli değil. Onu aynı zamanda “etik” hale getirmemiz, yani yeni bir felsefe, farklı bir bakış açısı geliştirmemiz ve gidişatı değiştirmemiz gerekiyor. Veri toplayıcılar, bireyler ve kural koyucular olarak, kâr amacı içinde kaybolmadığımız, teknolojinin büyüsüne kapılmadığımız ve etik prensiplerle hareket ettiğimiz sürece, dijitalleşmenin bu karanlık tarafını hep beraber bertaraf edebiliriz. Kısacası, hepimiz Güney Kampüs’teki o havalı öğrencinin peşindeyiz ama bir ara kütüphaneye de uğramaya ihtiyacımız var.
Kaynakça: Janssen, A., Kool, L., & Timmer, J. (2015). Dicht op de huid. Gezichts- en emotieherkenning in Nederland. The Hague: Rathenau Instituut.
1
dairesini kiraya veren kişinin bu hizmet için bir lisans almamasının ya da Uber şoförlerinin asgari ücretin altında ücretle çalışmalarının bu platformların ticari başarılarının anahtarı olduğunu savunuyor.2 Sosyal platformların bizi arkadaşlarımızdan daha iyi tanıyacağı, her “like”ımızın açıkça satılacağı, siyasi eğilimlerimizin manipüle edileceği, hükümetlerin bizi sürekli gözleyeceği, birbirimize yabancılaşacağımız, “hep birlikte yalnız” hissedeceğimiz, robotlar tarafından ekarte edileceğimiz ve
sokakta kim olduğumuz bilinmeden yürüyemeyeceğimiz günlerin bizi beklediğini hissedenlerin sayısı oldukça fazla.
Scholz, L. H. (2016). Algorithmic contracts. Stanford Technology Law Review. 2
Bazı sosyal bilimciler, dijitalleşmenin bu karanlık yüzünden şirketlerin sorumlu olduğunu düşünürken3, bazıları ise verilerin sadece belirli bir amaç çerçevesinde toplanması prensibinden yola çıkarak “veri obezitesi” durumuna son vermenin kural koyucuların sorumluluğunda olduğunu söylüyor.4 Avrupa Birliği (AB) ikinci görüşü
73
Podesta, J., Pritzker, P., Moniz, E., Holdren, J., & Zients, J. (2014). Big Data: Seizing opportunities, preserving values. Washington: Executive Office of the President. 3
Hildebrandt, M. (2016). Law as information in the era of data-driven agency. The Modern Law Review, 79(1), 1–30. 4
SİNEMA
Dijital bulutlara asılı filmler
Georges Méliès, “Ay’a Yolculuk”, 1902
İçinde bulunduğumuz çağa hakim olan “imge bolluğu” yalnızca görsel sanatlarla ilişkimizi değil, bizzat bilişsel algımızı dahi değiştirebilecek seviyelere ulaşıyor. Aktif kullanıcısı olduğumuz bir görsel kültürün içinde yaşıyoruz ve hepimiz, kendi hikayelerimizi yaratma peşindeyiz. Peki bu hikayelerin şimşek hızıyla paylaşılabildiği bir ortamda video ve film gibi mecralar ne yöne evrilecek?
YA Z I: A B B A S B O Z K U R T ‘0 8
74
W
alter Benjamin, sanat eleştirisi için bir dönüm noktası olmuş makalesinde, fotoğraf makinesinin yarattığı dönüşümü tartışıyor, sanat yapıtlarını kaydedip yeniden üretebildiğimiz bir çağda eserin biricikliğinin neye denk geldiğini sorguluyordu1. Benjamin’in fotoğrafın yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan duruma dair öngördüklerinin çok daha şiddetlisini şu an birebir yaşıyoruz. Çağdaş iletişim teknolojilerine ayak uydurabilmek adına, görsel sanatlara dair yeni sözcükler, yeni çerçeveler üretmek gerekiyor. Yakın bir gelecekte, temelinde görsel hikaye anlatıcılığı olan tüm alanlar sil baştan tanımlamalara ihtiyaç duyabilir. Artık bir imgenin ya da yapıtın “otantikliği” ve eserin yaratıcısıyla kurduğu bağ, her zamankinden daha gevşek. Günümüzde üretilen her görsel malzeme, saniyeler içinde kaydedilip bambaşka bağlamlar içinde yeniden dolaşıma sokulabiliyor. Dahası, her türlü görüntü, dijital programlar vasıtasıyla kolaylıkla manipüle edilerek anlamsal ve duygusal erozyona uğrayabiliyor. Artık her görsel hikaye sayısal ortamın nimetleriyle yeniden yazılabiliyor. Bir imgenin yaratıldığı ortam ile izleyici arasındaki yollar giderek çatallanıyor.
Kişiye özel film seansı Video ve filmlerin izleyiciye ulaşırken içinden geçtiği mecraların çetrefilliği hikaye anlatımında bir fırsata dönüşebilir elbette. Dijital devrim sinemaya yeni kapılar aralayacaksa, böyle örnekler üzerinden gerçekleşecek. Guy Maddin’in Seances (2016) adlı çalışması bu anlamda emsal teşkil ediyor. Sessiz dönemden siyah-beyaz filmlerin estetiğini yeniden üretmeye düşkünlüğüyle tanınan Kanadalı sinemacı Maddin, Seances projesinde, sinemanın ilk döneminden kayıp filmleri araştırıyor, bulduğu görüntüleri günümüz oyuncularıyla yeniden sahneliyor. Daha sonra çektiği tüm görüntüleri bir araya getirerek İnternet ortamında
izleyiciye sunuyor. Bu deneyimin özelliği, her filmin yalnızca tek bir kez izlenebilmesi. Maddin’in dijital ortama yüklediği tüm kayıtlar, her seferinde farklı şekillerde bir araya gelerek, izleyiciye mahsus bir film sunuyor. Özel bir algoritma sayesinde, Seances projesi, her izleyiciye özel, adı, süresi ve kurgusu değişen bir video oluşturuyor. Sinemanın erken döneminden kayıp filmleri günümüze taşıyor, geçmişin ruhunu sayısal dünyanın kaotik ve parçalı niteliğiyle birleştiriyor. Maddin, bu deneyimi bir sinemasal ruh çağırma seansına benzetiyor.
Georges Méliès, “Ay’a Yolculuk”, 1902
Georges Méliès, “Ay’a Yolculuk”, 1902
Sanal gerçeklik Hem sinemacılar hem de video sanatıyla uğraşanlar için son yıllardaki en heyecan verici gelişmelerden ikisi kuşkusuz sanal gerçeklik (virtual reality) ve 360 derece video uygulamaları. Yakın gelecekte daha da yaygınlaşacağı öngörülen bu teknolojiler, sinemanın ilk yıllarından bu yana vadettiği “izleyeni oturduğu yerde başka diyarlara götürme” işini farklı bir düzeye taşıyor. Bilim kurgu filmlerindeki gibi sanal bir mekanın içine atılma hissi, yarattığı görselişitsel yalıtımla sinir sistemimizde sinemanın hiç ulaşamayacağı noktaları uyarabilir. Görüş açımızı hem fiziksel hem de mecazi olarak genişletebilir. İşin bilişsel tarafı elbette sinemanın da, bu yazının da kapsamını aşar, ancak bunun yepyeni hikaye anlatma olanakları açabileceğini, kameranın konumlanmasından mizansene, oyunculuk şekillerinden dünya yaratımına her şeyi yeniden tanımlayabileceğini öngörmek hiç de güç değil. Elbette bu türden yeni teknolojilerin izleyici tarafındaki merak ya da heves aşamasını atlatıp, hikaye anlatımında hakiki bir ihtiyaca karşılık gelip gelmediği zamanla sınanacak. Üç boyutlu filmler ya da IMAX gibi görüntü kalitesi temelli teknolojiler, yıllar içinde beklenenden çok daha cılız etkiler bıraktı. Temelinde, seyirciyi salonlara
75
Guy Maddin, “Seances”, 2016
Guy Maddin, “Seances”, 2016
“Her türlü görüntü, dijital programlar vasıtasıyla kolaylıkla manipüle edilebiliyor; sayısal ortamın nimetleriyle yeniden yazılabiliyor. Bir imgenin yaratıldığı ortam ile izleyici arasındaki yollar giderek çatallanıyor.“
çekmek için sektörün bulduğu optik numaralardan öteye geçemediler. Sanal gerçekliğin basit bir izleyici çekme numarası değil de, izleme kültürümüzü tümden değiştirecek bir teknik haline gelmesi için sinemanın bu teknolojiyle flörtünün zamana yayılmasını beklemeliyiz.
İllüzyon sanatı Sinema ilk yıllarından bu yana hiçbir dönemde optik numaralardan ve illüzyonlardan azade olmadı. Erken dönemde, bu tür numaralarla uğraşan pek çok sinema heveslisi vardı; oysa kalıcı olan, optik illüzyonları anlattığı hikayelerle birleştiren Georges Méliès gibi öncü sinemacılar oldu. Aynı zamanda bir illüzyonist olan Méliès, 1902’de henüz özel efekt kavramı ortaya çıkmamışken çektiği benzersiz erken dönem filmi Ay’a Yolculuk’ta fezaya dair hayaller kurarken, bir yandan da buna uygun sinemasal aygıtlar, teknolojiler icat ediyordu. Artık herkesin video üretip kurgulayabildiği bir çağda, Méliès gibi isimlerin yeni illüzyonlar bulup çıkarması hiç de kolay değil. Pek çok yeni teknolojinin büyüsü kısa sürede tüketiliyor. Etrafımızdaki görüntü kalabalığı görsel algımızı büyük ölçüde değiştiriyor. Yeni nesil video paylaşım platformları; televizyonu, video sanatını ve sinemayı dönüştürüyor. Bir şekilde pek çok mecradan hücumuna uğradığımız bu videolar da, karşı konamaz bir biçimde görsel kültürle olan ilişkimize tesir ediyor.
İnteraktif film Sinemadaki bir başka eğilim de oyunlaşma (gamification) olgusu. Oyun piyasası 2000’lerin başından bu yana popüler kültürün neredeyse her alanına nüfuz etti. Kültür endüstrimiz de buna kayıtsız kalamadı. Oyun dünyasındaki yenilikçi bir kol; hikaye anlatımına giderek daha çok önem vererek, sinemasal deneyimi anımsatan, oyuncunun sadece bazı temel kararlara etki ettiği bir oyun türü
yarattı. Sinema sektörü de ilerleyen yıllarda oyun dünyasını taklit etmeyi deneyecek gibi gözüküyor. İnteraktif olmak, izleyiciyi dahil etmek, sinemacıların hep hayali oldu. Black Mirror serisinin yeni halkası olan, süresi izleyenin deneyimine göre değişerek beş saate kadar uzayabilen Bandersnatch, bu interaktif deneyimlere iyi bir örnek. İzleme kültürünü dönüşüme uğratan en önemli dijital platformlardan Netflix’in yayınladığı yapım, izleyiciye tıklayabilecekleri seçenekler sunarak, ana karakterin kaderinde rol oynama şansı sunuyor. İzleyicinin seçimlerine göre karakterin izlediği yol da farklı sonlara doğru ilerliyor. Teknofobik bir niteliğe sahip olan Black Mirror, bizzat izleyicinin bu filmi izlediği mecrayı, yani Netflix’i, insanların davranışlarını gözetleyen bir kontrol mekanizması olarak temsil ediyor. Filmdeki karakterin kaderini belirlediğini sanan izleyiciye, asıl kontrolün teknoloji devlerinde olduğunu hatırlatarak, kendi mecrasına tezat oluşturan bir öykü kurguluyor. Bu çelişkiler tam da içinde bulunduğumuz çağın ruhuna uygun gibi...
360 derece dünya Video sanatı ve sinema dünyasındaki dijital trendlerden şimdilik en etkileyici sonucu verenler, kurmaca filmlerden ziyade, belgesel çalışmalar oldu. Körlük üzerine bir deneyim sunan Notes On Blindness: Into Darkness adlı sanal gerçeklik videosu, Londra’daki trajik bir yangında küle dönen binanın sakinlerine odaklanan benzersiz bir 360 derece video deneyimi olan Grenfell: Our Home ya da izleyiciyi hapishanedeki tecrit odalarına götüren After Solitary gibi yapımlar, online video platformlarından herkesin erişimine açık. Tüm bu örnekler ve bu örneklerin izleyici üzerinde bıraktığı etki, dijital devrimin perdede ve ekranda gördüklerimizi nasıl dönüşüme uğrattığını açıkça gösteriyor.
76
Black Mirror, “Bandersnatch”, 2018
Kaynakça: Walter Benjamin, Pasajlar, Yapı Kredi Yayınları: İstanbul 2001, s. 50-86.
1
DERLEME
Mobil cihazlarla fark yaratmak mümkün mü? Mobil uygulamalar sayesinde gezegene ve başka insanlara fayda sağlayıp, geleceği şekillendirebilir miyiz? Bu soruya cevabı “evet” olan, bir kısmı Türkiye’de yaygınlaşmaya başlamış birçok mobil uygulama var.
Uber for Trash New York merkezli Geri Dönüşüm Takip Sistemi (RTS), yerel temizlik şirketleriyle ortak bir çalışma yürüterek, çöp toplamayı otomobil paylaşım teknolojisiyle birleştirdi. Şirket, bu uygulamayla, yiyecek atıklarını doğrudan toprağa dönüştürülmesi için çiftliklere, plastik gibi atıkları ise tekrar kullanıma sokulmak üzere temizlik şirketlerine gönderiyor. Restoranlara, okullara, otellere ve stadyumlara hizmet veren bu şirket, topladığı atık üretme verileri üzerinden müşterilerine atıklarını azaltmaları için danışmanlık yapıyor.
Good Guide Kimimiz satın aldığımız ürünün güvenli ve sağlıklı olmasına, kimimiz ise çevreye ve hayvan haklarına duyarlı olmasına dikkat ederiz. Good Guide uygulaması; kişisel bakım ürünlerinden bebek ürünlerine, temizlik ürünlerinden yiyeceklere, geniş bir yelpazede bulunan ürünlerin içerikleri ve üretim süreçleri hakkında kullanıcılara ayrıntılı bilgi veriyor. Şu an dünyada bir milyonun üzerinde kişinin kullandığı uygulama, tüketim alışkanlıklarımızı yeniden şekillendirmek konusunda bize yardımcı olabilir.
izinizi azaltmaya yardımcı olan bu uygulama, her gün kaç saat uyuduğunuzun, hangi yiyecekleri tükettiğinizin ve kullandığınız ulaşım araçlarının kaydınız tutarak karbon ayak izinizi ölçüyor. Kullanıcılarına günlük raporlar gönderen bu uygulama, basit gibi görünen seçimlerin dünyayı nasıl etkilediğini gözler önüne seriyor.
Tin Eye Doğrulama yapmak istediğiniz fotoğrafı bu uygulamaya yükleyerek, fotoğrafın gerçek olup olmadığını, en son nerede kullanıldığını ve en güncel halini görebiliyorsunuz. Çok sayıda asılsız habere maruz kaldığımız post-truth çağında gerçeğe ulaşma çabamıza büyük katkı sunabilecek bu uygulamanın, çok yakında favorilerimiz arasına girmesi muhtemel.
eyeWitness Bir hak ihlali durumuna tanık olduğunuzda aklınıza ilk ne yapmak gelir? Polisi aramak, sivil toplum kuruluşlarına ya da gazetelere haber vermek, avukatlardan yardım istemek… eyeWitness adlı mobil uygulama, hak ihlali durumunda yapılacak tüm hamleleri tek tıkla bir araya getiriyor.
Eco Buddy
SafetiPin
Yaşam standartlarınızı karbon ayak izinize göre düzenlemek ister miydiniz? Karbon ayak
Şehirleri daha yaşanılası bir hale getirmeyi amaçlayan bu uygulama, kullanıcılardan belirli lokasyonlar H A Z I R L AYA N: Fat İ ma Ç el İ k ‘18
77
için güvenlik bilgileri topluyor. Daha sonra topladığı bu bilgileri, iş birliği yaptığı hükümetler, sivil toplum kuruluşları ve şehir yöneticileri ile paylaşıyor. Ayrıca bu uygulama, kullanıcısının, rota ve konum bilgisini, tanımladığı güvenilir kişilerle paylaşmasını sağlıyor. Böylelikle tehlikeli bir yerden geçerken ya da kendinizi güvende hissetmediğiniz bir ortamda güvenilir kişinizin sizi izlemesi mümkün hale geliyor.
ShareTheMeal Bugün itibarıyla dünyada yetersiz beslenen insan sayısı, 821 milyon. Yani her dokuz kişiden biri, aktif ve sağlıklı bir yaşam sürdürmeye yetecek gıdaya ulaşamıyor. Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı’nın (WFP) bir girişimi olan bu mobil uygulama, açlıkla küresel çapta mücadele etmek için geliştirilen bir bağış sistemi. Bu uygulama ile sizden çok uzaktaki topluluklar için bağış yapabiliyor ve toplanmasına aracılık edebiliyorsunuz.
Charity Miles Sosyal sorumluluk ile sporu bir araya getiren bu mobil uygulama ile kanserle mücadeleden hayvan hakları savunuculuğuna, temiz suya ulaşımdan çevresel sorunların çözümüne; spor yaparak birçok alanda fark yaratabiliyorsunuz. Spor yaptıkça mil başına (yaklaşık 600 m) bir miktar para kazanıyor ve bu parayı seçtiğiniz sosyal sorumluluk projesine aktarabiliyorsunuz.
Modern yazarın
DENEME
alet edevat çantası Dijital iletişim çağında e-kitaptan tutun da Twitter gibi sosyal ağların hayatımıza soktuğu 140 karakterlik kısacık metinlere, yayınevlerine gerek duymadan kendi kendimize bastığımız kitaplara, Amazon gibi dev dağıtım ağlarına, blog’lara ve İnternet gazetelerine uzanan yepyeni bir okuma evreninin içerisinde bulduk kendimizi. Peki okuma alışkanlıklarımız değişirken yazma alışkanlıklarımız da değişiyor mu? YA Z I: H İ K M E T H Ü K Ü M E N O Ğ L U ‘94 / İ L L Ü S T R A S YO N L A R : S E L M A N H O Ş G Ö R
78
Y
azmak her açıdan kişiye özel bir uğraş. Bir odaya kapanıp saatlerce, haftalarca, bazen yıllarca tek bir metin üzerinde çalışıp durursunuz. Yanınızda elinizi tutacak, size yol gösterecek birisi olmaz. Dahası, o odanın içinde sizin kurallarınız ve alışkanlıklarınızdan oluşan, tamamen size özgü bir dünya vardır. Başka bir yazarın dünyasında yeşeren bitki örtüsü, sizin toprağınıza ekildiğinde belki iki günde solup ölür. Yine de çoğumuz kendimizi “Başkaları nasıl yazıyor” diye meraklanmaktan alıkoyamayız. Kim bilir, belki yalnız olmadığımızı hissetmek, belki hayran olduğumuz yazarları daha iyi anlayabilmek, belki de yazma eylemini kurcalamayı, büyüsünü çözmeyi sevdiğimiz içindir bu karşı konmaz merak. Her yazarın huyu suyu farklı olur. Günün hangi saatinde yazmayı tercih ettiği, penceresinin nasıl bir manzaraya açıldığı, kahvaltıda ne yediği, yazarken ne giydiği yazardan yazara değişir. Doğal olarak yazarken kullandığı araçlar da farklı olur. Defter ve kalemden şaşmayanlar da var, aklına gelen sözcükleri doğrudan bilgisayara geçirenler de... Ben romanlar ve öykülerin ilk taslaklarında defter-kalemciyim. Sonra tüm o defter sayfalarını -noktasına virgülüne dokunmadanbilgisayara geçiririm. İkinci, üçüncü, dördüncü taslakları bilgisayarda yazarım. Tüm düzeltmeleri bilgisayarda yaparım. İşe kağıt kalemle başlamak benim için sadece romantik bir tercih değildir, pratikte de çok işe yarar. İçimdeki “takıntılı editör” ile “gaddar eleştirmen” karması Frankenstein’ın parmaklarını Ctrl-X tuşundan mümkün olduğu kadar uzak tutmak, benim için ilk taslağı bitirebilmenin belki de tek yolu. Dergi ve blog yazılarını ise tabletime yüklediğim uygulamalardan birinde yazarım. Sonra düzeltmeler için onu da bilgisayara yollarım. Özetle, teknolojik oyuncaklara lüzumundan fazla meraklıyım ama defterlerimden vazgeçmeye de hiç niyetim yok.
Her yazar elbet bir gün... Eğer ucundan kıyısından profesyonel yazarlık yapıyorsanız, ne kadar inat ederseniz edin, işinizin en azından son safhasında bilgisayarla haşır neşir olmak durumundasınız. Aslında bilgisayarla haşır neşir olmak tek başına o kadar kötü bir şey değil. Çok daha kötüsü var, adına da Microsoft Word diyoruz. Ne yazık ki her yazarın yolu, bir gün mutlaka Microsoft Word’e düşer. Çünkü yayınevleri, gazeteler ve dergiler, standart metin dosyası olarak Word dosyasını kabul ediyorlar ve kısa vadede bu durumun değişme olasılığı pek yok.
“Çoğumuz kendimizi ‘Başkaları nasıl yazıyor’ diye meraklanmaktan alıkoyamayız. Kim bilir, belki yalnız olmadığımızı hissetmek, belki de yazma eylemini kurcalamayı, büyüsünü çözmeyi sevdiğimiz içindir bu karşı konmaz merak.“ Diyeceksiniz ki, “Word’ün ne zararını gördün?” Bu soruya rasyonel bir cevap vermem çok zor. Bana göre Word, bozuk floresanlı muhasebe ofislerine ait bir yazılım. Romanınızın içine bir sunum dosyası ya da üçe sekiz bir hesap tablosu iliştirmek istediğinizi hiç sanmıyorum. Tamam, Jennifer Egan iliştirdi ve ortaya İt Kopuk Takımı adlı şahane bir roman çıktı ama o numarayı tekrar yapmaya hiç gerek yok. “Kelime işlemcisi” lafı bile insanı geriyor zaten. Uzun lafın kısası, mecbur kalmadıkça elimi Word’e sürmek istemem. Tamam, günün sonunda yazdıklarımızı bir Word dosyası
79
haline getirmemiz lazım, kaçış yok ama işin bu aşamasını olabildiğince geciktirmemiz mümkün. Piyasada daha şık, kullanışlı ve sevimli metin yazma programları var.
Yazamayanlar için ABD’de yaygın olan fakat memleketimize neyse ki henüz ulaşmamış ve hiç bulaşmamasını umduğum bir endüstri var. Buna, “Siz de 10 günde çok satan bir roman yazabilirsiniz” endüstrisi diyorum. “10 günde 10 kilo verebilirsiniz”, “10 günde 10 milyon dolar kazanabilirsiniz” ya da “10 günde 10 tane sevgili bulabilirsiniz” temalı benzerlerinden hiçbir farkı yok. Kendinize ve sisteme inanmanız, önünüze konan birtakım basit kurallara uymanız ve bir miktar para harcamanız, iddia ettiklerine göre başarıya ulaşmak için yeterli! Bırakın çalışıp yorulmayı, oturduğunuz yerden kalkmanıza bile lüzum yok. 10 gün sonra baktınız olmadı, demek ki yeteri kadar inanmamışsınız. Bir miktar para karşılığı farklı bir yöntem denemeye ne dersiniz? İşte bu mantığa dayalı kitaplar ve kurslar olduğu gibi, piyasada roman, öykü ve senaryo yazma uygulamaları da var. Belki bazıları bu kadar aşağılanmayı hak etmiyordur, hiçbirine elimi sürmediğim için bilmiyorum. Ama fedakar yazarınız olarak her türlü zorluğa göğüs gerdim ve İnternet’te saatlerce dolaşıp (yalan) söz konusu uygulamaları sizin için araştırdım (sadece tanıtım sayfalarındaki ilk birkaç satırı okudum). Çoğu aynı mantık üzerine kurulu: Basit bir şablonun içindeki boşlukları doldur, karton karakterler ve klişe olay örgüleri oluştur, girişgelişme-sonuç bölümlerini yaz ve buyurunuz size bir roman! Aralarında Dramatica Pro gibi sadece bir bilgisayar programı olmakla kalmayıp size komple bir anlatı teorisi (!) sunanlar bile var. Bu Dramatica Pro’nun ekran görüntüleri bana anlatı teorisinden çok insan kaynakları departmanlarının iç yazışma formlarını anımsattı ama yine de siz bilirsiniz.
Defterden vazgeçemeyenler için Küt uçlu plastik bir çubuğu kalem gibi kullanarak tabletinin ekranına el yazısı yazdığı “sanal defter” uygulamalarını kullanıp memnun kalanlar var ama ben denesem de onlardan biri olamadım. Gerçek bir defter ve kalemin hissini, rahatlığını ve hızını hiçbir şeye değişmem. Hem o çubukla yazdığım yazılar benim normal el yazıma hiç benzemiyor. Microsoft’un CEO’su Nadella’nın yakın bir zaman önce, “Dolmakalem 10 yıl içinde yok olacak” dediğine bakmayın siz. Bir yandan da ben dahil, çoğumuzun aklının köşesinde şöyle bir endişe var: Ya defterimi kaybedersem? Ya henüz bilgisayara aktarmaya fırsat bulamadığım sayfalar uçup giderse? Yangın çıkarsa, sel basarsa, hırsız girerse? Ya çantamı takside unutursam? Çok sevdiğim bir defter markası, bu soruna yaratıcı bir çözüm bulmuş. Kısaca “Siz alışkın olduğunuz normal bir defter sayfasına normal bir kalemle yazın, biz gerisini hallederiz” diyorlar. Kalem aslında akıllı bir kalem, defterin sayfaları da akıllı sayfalar… Yazdıklarınız kendiliğinden şirketin bu iş için geliştirdiği uygulamanın içine aktarılıveriyor. Aslında özel defterlere ve kalemlere gereksinim duymadan da aynı işi görebiliyorsunuz. Cep telefonunuzun kamerasını tarayıcı olarak kullanan, defter sayfalarınızı pdf dosyası olarak dijital ortama aktaran uygulamalar var ve bazen hayat kurtarıyorlar. Bu tarayıcı uygulamalar sadece defter sayfası taramak için değil, örneğin bir kitaptan uzun bir alıntı yapmam gerektiğinde de çok işime yarıyor.
Önemli olan oturup yazmak Sevgili yazarlar, yazar adayları, içindeki yazarı yaşatmak isteyenler ve meraklı okurlar, yazmaktan kaçmak için kendi kendimize mazeretler üretmekte üstümüze yok, hepimiz yaparız bunu. “Önce en iyi
uygulamayı bulayım, ondan sonra hayallerimi süsleyen o muhteşem romanı yazacağım” deriz. Oysa bir yazarın hayatında teknolojinin çare olamayacağı temel ihtiyaçlar da var. Örneğin hiçbir tablet uygulaması, bir kedinin ya da köpeğin yerini tutamaz. Ya da bol miktarda çayın ve kahvenin…
arasında kaybolup çok da zaman harcamamanız. Bir de nereye giderseniz gidin, yanınızda basit bir defter ve kalem bulundurmayı ihmal etmeyin.
Benim naçizane önerim, teknolojinin sunduğu kolaylıkları göz ardı etmemeniz ama seçeneklerin
*Bu yazının uzun versiyonu, Sabit Fikir dergisinin Mart 2015 sayısında yayınlanmıştır.
80
Önemli olan oturup yazmak. Gerisi teferruat.
DENEME
Refik Anadol, “Eriyen Hatıralar - Veri Tabloları 8”
Yaratım, paylaşım ve dolaşım kapsamında
Sanatın yeni ekseni Yüzyıllar boyunca sanatçının el becerisinin göstergesi olarak kabul edilen sanat eseri, artık bambaşka mecralarda üretiliyor, sergileniyor. Hatta eser, artık kendi sanat eserini yaratıyor. Bu kazanımlar için bilgisayar teknolojilerine teşekkür etmek mi yoksa şüpheyle bakmak mı gerek?
YA Z I: R E F İ K A K Y Ü Z ‘0 0
82
D
ünyada hiçbir devrim şu an içinde yaşamakta olduğumuz, bilgi teknolojisindeki değişimden kaynaklanan devrim kadar hızlı gerçekleşmedi. İçindeyken bu süreç hakkında düşünmeye yeterince şansımız olduğundan emin değilsem de, üzerine kafa yoranlar var. Gelecekte sadece kronolojiyle bağlantılı olmayan ayrıntılı bir analiz mutlaka yapılacak. Ne de olsa bu devrimin yapısından kaynaklanan bir biçimde, sürecin kaydı da iyi tutuluyor.
Andreas Gursky, “Tokyo”, 2017
Dijital dünya, sıradan insanların hayatına en belirgin şekilde İnternet’in yaygın olarak kullanılmasıyla girdi. Önceleri sadece üniversitelerde yaygın olarak kullanılan İnternet, ülkemizde 90’ların ikinci yarısından itibaren evlerde de kullanılmaya başladı. Dijital teknolojilerin etkilemediği pek az şey var ve bu teknolojilerin sanata etkisini farklı boyutlarda incelemek mümkün. Sanat üretimi, bu üretimlerin paylaşımı, sanat eserlerinin arşivlenmesi ve bu arşivlerin kamunun kullanımına açılması, bazı sanatçıların bu arşivleri kullanarak yeni işler üretmesine ve son zamanlarda -belki fiziki sergileri taşımanın zorlukları nedeniyle desanat eserlerinin sergilenmesi için uygun bir ortam haline geldi dijital dünya.
Dijital ortamda sanat üretimi Dijital teknolojilerin ortaya çıkışıyla bilgisayar teknolojisi, mevcut işlere müdahale için kullanılmaya başladı. Bundan ilk sebeplenen de fotoğraf alanı oldu. 1990’larda fotoğraf üretimi için yaygın olarak sadece film kullanılırken, özellikle basılı malzeme için kullanılacak fotoğraflar bilgisayar üzerinde işlenmeye başladı. Bir tarayıcıyla dijital hale getirilen fotoğraflar, karanlık oda yerine, sonradan “aydınlık oda” olarak da adlandırılacak görüntü işleme programları aracılığıyla işlendi ve matbaa baskısına hazırlandı. İlk
dönemde bu teknoloji, sergilenecek kalitede baskı almak için yeterli değildiyse de, teknoloji çok hızlı gelişti. Eş zamanlı olarak görüntü işleme, sanatçıların bir ifade aracı olarak kullanmaya başladığı bir yöntem haline geldi. Türkiye’de Orhan Cem Çetin’in Renk’arnasyon (1993) serisindeki işleri, bir anlatım aracı olarak dijital müdahalenin erken dönem örneklerinden biri. Bu seride fotoğraflar taranarak sayısallaştırıldıktan sonra bilgisayar ortamında müdahale yöntemiyle
83
renklendirildiler. 2000’li yıllara geldiğimizde, muhtemelen ilk olarak sinema alanında karşımıza çıkan, tamamen bilgisayarda üretilen görüntüler sanat alanında da kullanılmaya başladı. 2004’te ilk sergisini açan Ansen’in işleri, çok büyük siyah beyaz negatifleri anımsatan fotografik görüntülerdi. Bilgisayar ortamında üretilmiş işler daha sonra yine dijital olanaklar kullanılarak kağıda aktarılmıştı. Bugün bu tip işlerin çoğaldığını söylemek mümkün, örneğin fotoğraf tabanlı işler yapan Andreas Gursky, ilk zamanlarda dijitalin getirdiği
olanakları fotoğraflarını daha büyük basmak için kullansa da, 2000’li yılların başından beri fotoğraflarını oluşturmak için dijital müdahaleler yapıyor ve bunun, bir ressamın resmini oluşturmak için yaptığı müdahalelere benzediğini söylüyor. Gursky gibi mükemmeliyetçilere ek olarak, Lucas Blalock gibi işlerinde müdahalelerin varlığını göstermeye çalışan daha yeni kuşak sanatçıları da anmak gerekiyor. Sonuçta dijital olarak yapılan her işi mükemmel kılmak mümkün ama bu mükemmellik de bir süre sonra sıkıcı hale gelebilir.
Sanatı biriktiren dijital arşivler Dijital teknolojiler uzun zamandır arşivleme ve oluşturulan arşivlerin paylaşılması için de kullanılıyor. Örneğin Amerikan Kongre Kütüphanesi (LOC), dijital hale getirdiği koleksiyonlarına 1990’ların ilk yarısından beri İnternet sitesinde yer veriyor. Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılının büyük ölçekli bir dokümantasyonu olan “Abdülhamid Albümleri”ne o yıllarda Türkiye’de ulaşmak mümkün değilken, bu albümlerdeki fotoğrafları LOC’un sitesinde görmek mümkündü. Son yıllarda bu alanda büyük gelişmeler yaşanmaya devam ediyor. Kütüphane, müze gibi kültür kurumları arşivlerinin özellikle telif sorunu olmayan kısmını dijitalleştirerek kullanıma açıyor. Bu sayede fotoğraflar, resimler, sergi dokümantasyonları, kitaplar, posterler, illüstrasyonlar herkesin kullanımına açık olarak İnternet’te bulunabiliyor. Türkiye’de de SALT başta olmak üzere bazı kurumların böyle çalışmaları var. Burada Boğaziçi Üniversitesi’nde kurulan Arşiv ve Dokümantasyon Merkezi’ni ve onların dijitalleştirerek kullanıma açtığı Boğaziçi Arşivleri’ni de anmak gerek. Varlıkları sanatla doğrudan ilgili gibi görünmese de, arşivler, buluntu malzemeyle ve veri görselleştirmeyle çalışan sanatçıların ilgi alanına giriyor. Örneğin geçtiğimiz yıllarda Refik Anadol, SALT arşivindeki 1 milyon 700 bin belgeyi,
Orhan Cem Çetin, “Şükran”, Renk’arnasyon, 1993
yapay zeka yoluyla özelliklerine göre sınıflandırarak, medya enstalasyonuna dönüştürdüğü bir sergi açtı. Bu sayede izleyici, görsel olarak gerçekten arşivin içine girdiği bir deneyim yaşadı. Tabii Anadol’un bir yeni medya sanatçısı olarak, dijital ortamda meydana getirdiği görüntüleri izleyiciyle paylaştığı başka işleri de var. Veri görselleştirme alanında çalışan bir diğer sanatçı Burak Arıkan; ekonomik, politik, sosyal alanlardaki bazı görünmez ilişkileri görünür kılan ağ haritaları yaratıyor. Arşivden yararlanarak çalışan başka bir
84
“Son yıllarda sanatın dijitalleşmesi alanında büyük gelişmeler yaşanıyor. Kütüphane, müze gibi kültür kurumları arşivlerinin özellikle telif sorunu olmayan kısmını dijitalleştirerek kullanıma açıyor.“
“Sanal gerçeklik gibi teknolojiler, sanatın yörüngesine giriyor. Bu durumun üretimi veya yaratıcılığı nasıl etkileyeceği hakkında yorum yapmak zor olsa da, söyleyecek sözü ve özgün fikri olduğu sürece sanatçı, gelişmelerin arkasındaki güç olmaya devam edecek.“ sanatçı Ege Kanar ise ABD Jeoloji Araştırmaları Kurumu arşivinden yola çıkarak, jeologların araştırmalarında sabit boyutu nedeniyle ölçü amaçlı kullandıkları kaya çekiçlerinin var olduğu fotoğraflarını “Hammer for Scale” adlı eserinde bir araya getiriyor. Bunlar ve benzeri örnekler, dijital teknolojilerin sanatsal üretimde nasıl kullanılabileceğini anlamak adına faydalı.
Sanat eserinin paylaşım alanı olarak İnternet İlk çıktığından beri İnternet; sanatçılar, galeriler, müzeler ve diğer kültür kurumları için varlıklarını göstermeye çalıştıkları bir platform oldu. Bu ilk başta İnternet siteleri aracılığıyla görünürlük sağlamaya yaradı ama süreç içerisinde sosyal medya güç kazandı; kısa süre sonra sadece bu alana yönelik işlerin de üretilmesiyle bu mecra, sanatın sergilendiği başat alanlardan biri haline geldi. Yakın zamanda ise British Council Türkiye, sanal sergiler düzenlemeye başladı. “Duvarları Olmayan Müze” başlıklı proje kapsamında son üç yıldır, küratörlere tematik bir açık çağrı yapılıyor ve seçilen küratör,
Bager Akbay, “Deniz Yılmaz: Şiir Yazan Robot”, 2015
British Council Koleksiyonu’ndan oluşturduğu bir seçki ile sergi düzenliyor. Proje, sanal dünyanın sonsuzluğunda editörler ya da küratörler aracılığıyla oluşturulmuş bir seçkiyle baş başa kalmanın önemini göstermesi açısından da dikkat çekici.
yazdığı şiirleri gerçek bir kalemle kağıda dökecek teknolojik bir el de işin parçası olarak üretilmiş. İlk olarak 2015 yılında teknoloji ile sanatı bir araya getiren bir platform olan Amber Festival’de gösterilen bu iş, dijital teknolojiyle fiziki görünürlüğü ilginç bir şekilde birleştiriyor.
Sanatın dijitalleşmesi mi, teknolojinin sanat üretimine katılması mı?
Sonuç
Son olarak dijital teknolojilerin sanat üretiminde doğrudan kullanımını detaylandırmak gerek. Aslında Refik Anadol’un işlerinin bu bölüme girdiğini söyleyerek başlayabiliriz. Burada söz konusu olan, yapay zekanın belli algoritmalar ve başka teknolojik araçlarla birleştirilip, yaratım sürecine dahil edilmesi. Örneğin birkaç yıl önce Boğaziçi Üniversitesi mezunu sanatçı Bager Akbay tarafından yaratılan şair Deniz Yılmaz karakteri, bu konuyu anlamak için iyi bir örnek. Şiir yazan robot Deniz Yılmaz, Posta gazetesinin “Yurdumun Şairleri” köşesinde yer almak için çabalayan sanal bir karakter ama yaratıcısı Bager Akbay’ın onun adına açtığı sosyal medya hesapları ile birlikte adeta sanal bir “birey”. Algoritmanın
85
Dijital teknolojiler hayatımızın her alanına girmek üzere, hatta girmiş durumda. Çoğumuz için herhangi bir konuda cep telefonumuzdan yararlanmak için bir mobil uygulama bulmaya çalışmak, son derece sıradan. Hatta bebek sayılabilecek yaştakiler bile sırf aileleri onları daha kolay oyalayabilsin diye bu teknolojilerle haşır neşir oluyor. Bu durumun daha da ileriye gideceğini düşünmek kahinlik olmaz. Bu, tabii ki yavaş veya hızlı biçimde, dijital yaşamla sanatın kesişim kümesini de genişletecek. Bugün oyun sektöründe kullanılan sanal gerçeklik gibi başka teknolojiler de sanatın yörüngesine giriyor. Bu durumun üretimi veya yaratıcılığı nasıl etkileyeceği hakkında bir yorum yapmak zor olsa da, söyleyecek bir sözü ve özgün bir fikri olduğu sürece sanatçı, gelişmelerin arkasındaki güç olmaya devam edecek.
SEYAHAT
Himalayaların gölgesindeki mağrur ülke: NEPAL YA Z I: S İ nan C an E rdal ‘10 / F O T O Ğ R A F L A R : U N S P L A S H
86
Sabahları gün doğmadan uyanır, Annapurna’yı tam karşıdan gören World Peace Pagoda’ya yürürdüm. Her gün bulutlar, güneş, yağmur, gördüğüm kompozisyona bambaşka bir güzellik katıyordu ama nasılsa Himalayalar hep oradaydılar ve benim “her anı paylaşmak” gibi bir mefhumum yoktu... Henüz.
2
010 yılının Şubat ayında İnşaat Mühendisliği Bölümü’nden mezun olduğumda, verdiğim özel derslerden artırdıklarımla kendime mezuniyet hediyesi olarak İran, Hindistan ve Nepal’i kapsayan üç aylık bir seyahat planlamıştım. Bugün geriye dönüp baktığımda; seyahatin keyfiyle henüz tanışmış, hayata dair sorularının sayısı boyunu aşan, 25 yaşında yeni bir mezun olarak daha doğru bir rota çizebilir miydim, bilmiyorum.
savaşın etkilerinin 2010 yılında bile görülebildiği, dünyanın en güler yüzlü insanlarının yaşadığı bir ülke.
Seyahatimin dört günü trenle İran’a yolculuk, üç günü Tahran’da uçak bekleme bahanesi, üç haftası Hindistan’da neye uğradığımı anlayamadığım bir savrulma ve son adres olarak Himalayaların eteklerinde iki aylık bir Nepal deneyimi ile geçti.
NEPAL’İN “MUTLAKA”LARI
Nepal’in kuzeyinde ülkenin doğal sınırlarını oluşturan Himalayalar ile Çin Halk Cumhuriyeti, güneyinde ise Hindistan var. Dünyanın en kalabalık iki ülkesi arasında sıkışıp kalmış, 30 milyonun biraz üzerinde nüfusa sahip, hiçbir zaman sömürge yönetimine girmemiş olmanın gururunu taşıyan, iç
87
Başkent Katmandu’ya ilk adımımı attığım gün, Maoist Komünist Parti destekçileri tarafından hükümete karşı organize edilen ve o dönemde sık sık vuku bulan grevlerden birine denk gelmiştim. O gün beni taksinin içinde taşlarla karşılayan bu ülkeye dört sene içinde sekiz kere daha geleceğimi nereden bilebilirdim?
Nepal’de gezilecek yerleri sonsuzluğa kadar çeşitlendirebilirsiniz. Çoğu turist gibi Katmandu’ya uçakla gelebilir, Himalayaları görmek için Nagarkot’ta bir gece geçirebilir, Bhaktapur’da neredeyse 1000 yıllık bir tarihin içinde yolculuk yapabilir, Lumbini’de Buda’nın doğduğu topraklarda Budizm’in binbir çeşit tapınağını gezebilir, Chitwan Doğal Parkı’nda tek boynuzlu gergedanların, Bengal kaplanlarının, timsahların peşinde safari yapabilir, ayrıca bence Nepal’in en güzel şehri olan Pokhara’ya gidebilirsiniz. Türkiye’den ziyaretçiler daha çok düzlükleri tercih ediyor
ama dünyanın geri kalanı için Nepal, aslında bir trekking ve hiking cenneti. İlginizi çekiyorsa 16 günlük bir yürüyüş ile “Dünyanın Çatısı” olarak bilinen Everest Base Camp’e tırmanabilirsiniz. Daha yumuşak rotalar için Annapurna bölgesinde, süresi üç ila 22 gün arasında değişen trekking seçeneklerini tercih edebilirsiniz. Nepal 2010 yılından beri, ikinci evim gibi hissettiğim bir yer oldu benim için. İşim sebebiyle çok farklı ülke ve coğrafyalara gitsem de, ev hissiyatını yaşadığım üçüncü bir ülke ya da şehir henüz karşıma çıkmadı. Dört sene boyunca Türkiye’den her bunaldığımda Himalayalara kaçtım. Kimi zaman geceliği 2 dolar olan tuvaletsiz, banyosuz, penceresiz otellerde kaldım. Kimi zaman lüksün rahatlığını sürdüm. Ama ekranların hayatıma nüfuz etmesinden önce ve sonra, deneyimlerimde büyük farklılıklar oldu.
POKHARA’NIN ZORLU YOLLARI Kathmandu-Pokhara arası aslında sadece 175 km ama bu mesafeyi otobüslerle ancak sekiz, dokuz saatte kat edebiliyorsunuz. İlk seferlerde düşük bütçeyle seyahat ettiğim için sıkışık, camları kapanmayan, amortisörü olmayan otobüslerle, konforsuz ama konforsuzluğundan tat almayı başarabildiğim yolculuklar yapıyordum. İlgimi tamamen çantamdaki kitaplara, kulağımdaki müziğe ve Nepal’in harika ötesi doğasına yoğunlaştırıyordum. Saatte 20-30 km hıza anca ulaşabilen otobüsün içinde, yolun nasıl geçtiğini bile anlamıyordum. Her saniyesi keyif dolu yolculuklar... Bu, gençliğin getirdiği bir romantizm değildi çünkü sabahın köründe Katmandu’dan yola çıkıp akşamüzeri Pokhara’ya varmanın romantize edilecek bir tarafı yoktur. Peki ben neden keyif alıyordum? Cevabı basit. Henüz anlık bildirimler ve bir şeylere anında ulaşma dertleri “şimdi”ye baskın gelmemişti. Gerçekten de “an”da kalmayı başarabildiğim zamanlardı;
88
Pokhara’ya girerken sağda Himalayaları görmenin mutluluğunu yaşayabildiğim zamanlar...
BİLMEK GEREK Resmi Adı: Federal Demokratik Nepal Cumhuriyeti Nüfusu: 29,7 milyon Yüzölçümü: 147181 km2 Başkenti: Kathmandu Resmi dili: Nepalce Resmi dinleri: Hinduizm, Budizm, İslam ve Kirant Para birimi: Nepal rupisi İklim: Yazları muson yağmurları alan Nepal, bahar aylarında sizi sıcak ve temiz havayla karşılar. Kışları büyük şehirlerde, Himalayaların varlığı sayesinde, çok fazla kar yağışı olmaz. Yaz dönemi dışında seyahate çok uygundur. Ulaşım: THY’nin direkt uçuşları var. Vize: Üsküdar, İstanbul’daki fahri konsolosluktan veya Kathmandu Havalimanı’ndan, ücret karşılığı vize alabilirsiniz.
“Küçük dağları ben yarattım” diyenlerin boy ölçüşemeyeceği kadar büyüktü Himalayalar. İnsana “Böbürlenme padişahım senden büyük Himalayalar var” diye sesleniyordu sanki Nepal. Sabahları gün doğmadan saat 5 sularında uyanır, pastaneden atıştırmalık bir şeyler alır, Annapurna’yı tam karşıdan gören World Peace Pagoda’ya yürürdüm. Yürüyüş aşağı yukarı bir buçuk saat sürerdi. Bunu bir ay boyunca her sabah yaptım. Her gün doğumunda Himalayaları karşıma alırdım. Heybetinden mi etkilenirdim, yoksa kendi küçüklüğümü hissetmek mi aklımı başıma getirirdi, bilmiyorum. Ama şunu biliyorum: Fotoğraf çekme derdim hiç olmadı. Bir anı “ölümsüzleştirmek” gibi bir çabam yoktu, nasılsa Himalayalar hep oradaydılar. Fotoğraf paylaşacağım bir mecra da yoktu. İlk seyahatimde bir veya iki fotoğraf çekmiş, daha sonra fotoğraf makinemi kenara bırakmıştım. Her gün bulutlar, güneş ve yağmur, gördüğüm kompozisyona aslında bambaşka bir güzellik katıyordu ama benim her anı paylaşmak gibi bir mefhumum yoktu... Henüz. O yüzden dönüp not defterime birtakım düşüncelerimi karalıyordum. Bugün hâlâ, dokuz sene sonra kitaplığımdan çıkarıp okuduğum notlar.
HANGİ FOTOĞRAF DAHA GÜZEL? Sonra ne oldu? “Sonra” dediğim de çok uzak bir zaman değil, hayatıma akıllı telefonlar girdi, tabii beraberinde Instagram, Twitter, Facebook... Ve ben not almak yerine sürekli görsel paylaşmaya başladım. Çekeceğim fotoğrafın açısına, kontrastına, hangi filtreyle daha güzel gözükeceğine, nereden çekersem diğer 19287391827 milyon fotoğraftan farklı görüneceğine kafa yorar oldum. Orada olma, anda kalabilme zamanlarım her seferinde biraz daha azaldı. Etrafımdaki insanlarla sohbetlerim azaldı. Çünkü
89
artık yanımda, içine düştüğüm bir ekranım vardı. Eskiden sadece restoranlarda, otellerde veya İnternet kafelerde ulaşabildiğim İnternet, artık her anımda yanımdaydı. Peki bütün bu kaçınılmaz teknolojik değişimin iyi yanları olmadı mı? Elbette oldu, olmaya da devam edecek. Artık kalacağımız otelleri, bineceğimiz uçakları, gideceğimiz yerdeki aktiviteleri daha önceden, daha kolay ve ekonomik bir biçimde ayarlayabiliyoruz. Dijitalleşme bütün deneyimlerimizi dönüştürdü, dönüştürmeye de devam ediyor. Bu dönüşüm, bir ülkeyi, şehri, coğrafyayı deneyimleme pratiğimi, seyahat tarzımı tamamen değiştirdi. Nepal’e sevgim azalmadı ama “Nepal’den aldığım keyif azalmadı” dersem yalan söylemiş olacağımı biliyorum. Nepal hâlâ aynı Nepal, Himalayalar hâlâ aynı Himalayalar, Nepal’deki hayat tarzı da hâlâ aşağı yukarı aynı. Ama değişen çok fazla şey olmasa da artık seyahatlerimiz; fotoğrafların güzel çıkıp çıkmadığı odaklı, daha önce başkaları tarafından çekilmiş fotoğrafların çok benzerlerini çekme endişesiyle dolu.
“FARKINDA OLMAK” ÇÖZÜM MÜ? İşin kötü tarafı, bu yeni düzen içerisinde farkındalık sahibi olmak pek bir fark yaratmıyor. Nepal topraklarına ayak basan birinin ilk yapacağı şey, Tribhuvan Uluslararası Havalimanı’ndan çıkıp hava bulutlu mu, Himalayalar gözüküyor mu diye bakmak yerine, “Free Simcard” tabelasının peşinden gitmekse, bu kişinin farkındalık sahibi olup olmadığının hiçbir önemi kalmıyor. Bir ülkeyi deneyimlemeyi Instagram’da fotoğraf paylaşmaya indirgediğimiz sürece, o hem artıları hem eksileri olan Dijital Devrim, seyahatin kendisinden aldığımız keyfi baltalamaya devam edecek.
MENTORLUK PROGRAMI
Adım adım hayata BÜMED’in Mentorluk Programı’nda yer alan mentor ve mentee’lerin sayısı, 2019 yılı itibarıyla 1600’ü aştı. BÜMED’in 2003 yılından beri düzenlediği Mentorluk Programı’nın 2018-2019 döneminin ilk toplu buluşması, 4 Kasım’da gerçekleşti. Bu dönem itibarıyla programa katılan mentor ve mentee’lerin sayısı 1600’ün üstüne çıktı.
paylaşılıyor. BÜMED Üye ve Mezun İlişkileri Birimi Yöneticisi Melek Ülkü Arısoy ‘07 tarafından verilen bir eğitim formatında gerçekleşen ilk buluşmanın ardından bir ara değerlendirme toplantısı, bir de mayıs ayında kapanış buluşması düzenleniyor. Katılmak isteyen herkes, detaylı bir mülakat sürecinden geçiyor. Mentee’lerde aranan özellik isteklilik; mentorların ise en az beş yıl sektörel deneyim sahibi olması gerekiyor. Mülakat sürecinde katılmak isteyen mezun ve öğrenciler, seçici ekip tarafından yakından tanınıyor, kapsamlı bir araştırma sürecinden geçiyor; böylece eşleştirmeler iki tarafın da mümkün olan en fazla faydayı alabileceği şekilde yapılabiliyor.
Mentee mentordan öğrenirken mentorun da mentee’den öğrendiği çift yönlü bir süreci esas alan Mentorluk Programı’nı Türkiye’de ilk kez uygulayan okul, Boğaziçi Üniversitesi. Her yıl kasım ayında başlayıp altı ay sürdükten sonra mayıs ayında sona eren program kapsamında mentor ve mentee’ler üç kez toplu olarak buluşuyorlar. Toplu buluşmalara ek olarak katılımcılar, ayda 2-3 saatlerini program kapsamında eşleştikleri mentor ya da mentee’lere ayırıyorlar.
Mentorluk Programı kapsamında tanışan katılımcılardan bazıları, program bittikten sonra da iletişim kurmaya devam ediyor.
Düzenlenen üç toplu buluşmadan ilkinde tanımlar, kriterler ve program dahilinde izlenecek yol, program ile ilgilenen kişilerle detaylı bir biçimde
Siz de bir Boğaziçilinin her adımında yanında olmak isterseniz http://www.bumed.org.tr/mentorlukprogrami/ adresinden başvurunuzu gerçekleştirebilirsiniz.
H A B E R : E LV İ N V U R A L ‘12
90
ETKİNLİK
İnsanoğlu kuş misali BÜMED, KonuŞu iş birliğiyle düzenlediği yeni etkinlik serisi “Kafa Kafaya & KonuŞu” sohbetlerine başladı. Serinin 5 Aralık 2018’de gerçekleşen “Göçmeyi Anlamak” başlıklı ilk buluşmasında Prof. Dr. Hakan Yılmaz ‘87 ve Birce Altıok ‘10 bir aradaydı. İnsanlık, tarihinin başlangıcından bu yana yeni fırsatlar aramak ya da çatışmalardan kaçmak için sürekli hareket halinde oldu. Peki yakın tarihte göç olgusunu şekillendiren faktörler nasıl değişti? Türkiye hangi sebeplerle göç alıyor ve insanlar Türkiye’den neden göç ediyor? BÜMED’in KonuŞu iş birliğiyle düzenlediği etkinlik serisinin bu sorular çerçevesinde şekillenen ilk buluşması, “Göçmeyi Anlamak” başlığıyla 5 Aralık 2018’de gerçekleşti. Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. Hakan Yılmaz ve Koç Üniversitesi Göç Araştırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi Koordinatörü Birce Altıok bir araya gelerek bize göç olgusunun dinamiklerini anlattı.
ülkeye yerleşmek isteyen katılımcıların oranı yüzde 15 iken, bugün bu oran yüzde 30’a yükselmiş durumda. Araştırmanın dikkat çeken bir başka bulgusu ise yabancı dil bilen, kendini muhafazakar olarak tanımlamayan ve ana akımın dışında tutan iyi eğitim almış bireylerin başka ülkelere göç etmeye daha yatkın olması. Son dönemlerde sıklıkla gündeme gelen “beyin göçü” olgusuna farklı bir yaklaşım getiren Prof. Dr. Hakan Yılmaz; yurt dışında üreten güçlü bir Türk diasporasının topluma diplomatik açıdan katkıları olabileceğinden bahsetti. Aynı coğrafyada farklı zamanları ve tarihsellikleri yaşayan topluluklar haline gelmemizin göç etmenin altında yatan temel sebep olduğunu söyleyen Yılmaz, güncel politikaların topluluklar arasındaki uzlaşı için yeterli olmadığını belirtti.
Birce Altıok; göç olgusunun Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra devletler tarafından diplomatik bir mesele olarak ele alındığını, göç oranlarının geçmişe kıyasla büyük ölçüde artmadığını ancak köken ve yön değiştirdiğini söyledi. Son 30 yılda göçle ilgili türeyen efsaneleri, Türkiye tarihinde göçün değişen yapısını ve devletlerin mültecilere yaklaşımlarını değerlendirdi. Altıok, mobilite imkanı sunmanın uygarlıkların gelişmesinin en büyük şartı olduğunun altını çizdi.
Göç dalgalarının uygarlıkların gelişmesindeki önemi ve farklı kuşakların göç etme sebeplerinin arkasındaki dinamiklerin değişimi de “Göçmeyi Anlamak” sohbetinin öne çıkan başlıkları arasındaydı. Göç hakkında yapılan alelade yorumların ötesine geçilen sohbette, çok daha uzun bir tarihselliğe sahip olan göç olgusu sadece olumsuz yönleriyle değil, potansiyel olumlu etkileriyle de ele alındı. Disiplinlerarası araştırmalarda merkeze en çok alınan konulardan biri olan göç olgusunu, akademik literatür yakın gelecekte de tüketemeyecek gibi görünüyor.
Prof. Dr. Hakan Yılmaz ise Boğaziçi Üniversitesi’nin ülke genelinde yürüttüğü “Türkiye’den Göç Etme Temayülü” adlı araştırmanın sonuçlarını paylaştı. Bu araştırmaya göre, 2012-2013 yılları arasında Türkiye dışında bir
H A B E R : H ab İ be Ç ıkılıoğlu ‘18
91
ETKİNLİK
Dijital fazlalıklarımızdan nasıl kurtuluruz? Prof. Dr. Ayşegül Toker ile komedyen Kaan Sekban, BÜMED’in “Kafa Kafaya & KonuŞu” sohbet serisinin “Dijital Diyet Ne Anlama Geliyor?” başlıklı ikinci buluşmasında bir araya geldiler. Son dönemlerde hayatımızın her alanına sızan sosyal medyayı, beraberinde getirdiği sorunları ve çizilmesi gereken sınırları masaya yatırdılar. Hayatın her alanında yaşanan dijital dönüşüm, beraberinde gerçeklik algımızı da değiştiriyor. Sosyal hayatlarımızı artık neredeyse tamamen sosyal medya platformları üzerinden yaşıyoruz, hepimiz sürekli cep telefonlarımızla meşgulüz. “Paylaşım yapmak” için birbirine benzeyen, kurgu anlar yaratıyoruz, etkileşim ve beğeni peşinde koşuyoruz. Yoksa yeni bir bağımlılık haline gelen sosyal medyanın ölçüsünü mü kaçırıyoruz? BÜMED’in “Kafa Kafaya & KonuŞu” sohbet serisinin 12 Aralık’ta gerçekleşen “Dijital Diyet Ne Anlama Geliyor?” başlıklı ikinci buluşmasında komedyen ve yazar Kaan Sekban ile Boğaziçi Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ayşegül Toker bir aradaydı. Dijital dönüşümün iletişim şeklimize ve sosyal hayatlarımıza nasıl tesir ettiğini konuştukları bu buluşmada sosyal medya kullanımımıza neden bazı sınırlamalar getirmemiz gerektiğini anlattılar. Dinleyicilerin de aktif olarak dahil olduğu bu sohbette hızına adapte olamadığımız, adapte olduklarımıza ise bağımlı hale geldiğimiz dijital dönüşüm unsurları ele alındı. Dijital platformlar sayesinde bir yandan bilgiye erişim kolaylaşırken, diğer yandan bilginin çabucak tüketmemiz gereken bir “meta” haline geldiği vurgulandı. Kontrolsüz kullanıldığı durumda sosyal medyanın insan psikolojisini, çocuk gelişimini ve kişiler arasındaki ilişkileri nasıl H A B E R : H A B İ B E Ç I K I L I O Ğ L U ‘18
92
olumsuz etkilediği ile ilgili hem konuşmacıların hem de dinleyicilerin verdiği örnekler oldukça çarpıcıydı. Elbette sosyal medya hayatımızı yalnızca olumsuz yönde etkilemiyor. Eşit söz hakkı, erişim kolaylığı ve kendimizi gerçekleştirmek için çoğunlukla “ücretsiz” bir mecra olmasıyla da bir hayli işlevsel hale gelmiş durumda. Ancak sosyal medya ile hayattan kopmayacak, sosyal kıyas girdabında boğulmayacak, linç kültürünün parçası olmayacak, güvenlik kaygısıuyku bozukluğu-postür bozulması gibi birbirinden alakasız görünseler de aslında aynı sebepten ötürü ortaya çıkabilecek semptomlarla boğuşmayacak düzeyde muhatap olmak gerekiyor.
ETKİNLİK
Nedir bu büyük veri? BÜMED’in “Kafa Kafaya & KonuŞu” etkinlik serisinin 19 Aralık’ta gerçekleşen üçüncü buluşmasına katıldık. Deep Learning Eş Kurucusu Merve Ayyüce Kızrak ve İstanbul Ekonomi Araştırma CEO’su Can Selçuki ile Büyük Veri’yi keşfe çıktık. İnternet erişimi olan her insanın bilinçli ya da bilinçsiz bir şekilde genişlemesine katkı sağladığı Büyük Veri; teknolojiden siyasete, toplum yapısından ticarete, pek çok alanda önemli etkiye sahip. Büyük Veri’nin toplumda Endüstri 4.0’ın yarattığı dönüşümden çok daha geniş çapta bir etki oluşturduğunu iddia edenlerin sayısı ise bir hayli yüksek. Büyük Veri’yi anlayabilmek için öncelikle yapay zekayı tanımlamamız gerektiğini söyleyen Merve Ayyüce Kızrak, BÜMED’in “Kafa Kafaya & KonuŞu” etkinlik serisinin üçüncü buluşmasında yapay zeka kavramının yıllar içinde üç farklı başlık altında toplandığını anlattı. İlk kez ortaya çıktığı 1950’li yıllarda yapay zeka, ‘if/as’ mantığı ile işleyen kural tabanlı sistemlere verilen bir isimdi. Teknolojinin ilerlemesiyle birlikte bilim insanlarının öğrenebilen makineler yaratma hayali, makinelerin düşünebilme, seçim yapabilme ve yaratabilme ihtimalini doğurdu. İngiliz mucit Alan Turing’in tasarladığı ve günümüzde Turing Makinesi olarak
bilinen icat, aslında bildiğimiz yapay zekanın ilk taslağıydı. Bir çocuğun öğrenme kapasitesine sahip olacak şekilde programlanan bu robot fikri, günümüzde yapay zeka konusunda gelinen noktanın temelini oluşturuyor. Bugün, büyürken dışarıdan edindiğimiz fikir, görsel ve bilgilerin tamamı evrensel makinelere gösteriliyor ve öğrenebilme kabiliyeti matematiksel olarak kurgulanıyor. Öğrenebilme kabiliyetini geliştirmek için ise Büyük Veri’yi işleyebilecek matematiksel modellemeler oluşturuluyor. Bu modellerin gittikçe daha fazla genişlemesi, “derin öğrenme” (deep learning) olarak tanımlanıyor. Tüm bu gelişmeler, aslında dijitalleşmeyle birlikte büyüyen veri toplama ve işleme kapasitemizin bir sonucu. 1663 yılında Londra’da gerçekleşen büyük veba salgınında toplanan kayıtların analiz edilmesiyle tarihte ilk kez ölüm oranları tespit edilmişti. Can Selçuki’nin verdiği bu örnek, veri toplama ve işleme kabiliyetimizin yüzyıllar içinde nasıl geliştiğini ortaya koyuyor. Bir diğer örnek ise 1980’de YA Z I: D en İ z Ş enl İ ler ‘16
93
ABD’de yapılan nüfus ölçümlerine işaret ediyor. Dönemin uzmanları nüfus sayımından sonra elde edilen verileri işlemenin ve anlamlı hale getirmenin beş yıl süreceğini öngörüyorlardı. Oysa bugün Endüstri 4.0’ın yarattığı değişim ile verileri çok daha kısa sürede anlamlı kümelere dönüştürebiliyoruz. İnternet ve sosyal medya ile veri işleme kapasitemizin bugün ulaştığı seviyeyi çok açık bir şekilde görebiliriz. Günün her saati sosyal medya aracılığıyla gönüllü olarak paylaştığımız verileri kullanarak anlamlı bilgiler elde etmek, toplumların sosyal, siyasi ve ekonomik davranış biçimlerinin haritasını çıkarmak ve hatta bu bilgilerle toplumları manipüle etmek mümkün. Gelecekte Büyük Veri’nin yarattığı olanaklarla dijital ortamda yürütülen siyasi kampanyalara, hızlı ve verimli çalışma biçimlerine, farklı pazarlama stratejilerine ve yeni iş kollarına tanıklık edeceğiz. Ancak bu bilgi kümesinin etik açıdan ne denli doğru işleneceği, daha uzun bir süre tartışılacak gibi görünüyor.
Atölye Takvimi
Şubat-Mart-Nisan
2019
5
ŞUBAT 2018 Erhan Adsan ‘05 ile DİJİTAL PAZARLAMA 5 Şubat Salı günü, 19.30-21.45 arası. Katılım bedeli üyelere 950 TL, misafirlere 1250 TL’dir.
NEDEN GİTMELİ? Tüketici alışkanlıkları, medya platformları ve reklam görünürlüğünün tamamen değiştiği günümüzde, geleneksel yöntemler iyi bir pazarlama stratejisi geliştirmek için yeterli değil. Gelin
hep birlikte değişen dinamiklere uyum sağlayalım. Erhan Adsan ‘05 ile tüketici davranışlarını, sosyal medya ve içerik pazarlamasını, yeni nesil reklamları ve e-ticaretin iç yüzünü anlayarak, dijital pazarlama dünyasına güçlü bir giriş yapalım.
10 ŞUBAT 2019
Özge Özdemir ‘99 ile ÇOCUKLAR İÇİN FELSEFE
NEDEN GİTMELİ? Çocuklara düşünme becerileri, kendilik değerleri ve duygusal esnekliklerini geliştirmeleri için destek olmayı amaçlayan bu atölyede eğitmen Özge Özdemir ‘99, kendisini çocukları düşünmeye
ve konuşmaya teşvik eden kişi olarak konumlandırıyor. 9-12 yaş aralığındaki çocuklar, dört haftalık bu eğitimde, Yunan mitolojisinden hikayelerle insan ilişkisini kuran ya da bozan duygu ve davranışları sorgulayacaklar.
94
Dört hafta, pazar günleri, 12.00–13.00 arası. Katılım bedeli üyelere 400 TL, misafirlere 500 TL’dir.
11
ŞUBAT 2019
Yelda Baler ‘90 ile TEMEL FOTOĞRAFÇILIK
Sekiz hafta, pazartesi günleri, 19.30-21.30 arası. Katılım bedeli üyelere 450 TL, misafirlere 550 TL’dir.
NEDEN GİTMELİ? İster analog ister dijital makine kullanın; fotoğraf çekmenin kuralları ve teknikleri her koşulda aynıdır. Temel Fotoğrafçılık atölyesinde pozlama, ışık, derinlik ve perspektif gibi her makine için geçerli olan temel teknikleri öğrenecek, ilgi duyduğunuz konuları doğru şekilde fotoğraflayabilmek için önemli ipuçları edineceksiniz.
13 ŞUBAT 2019
Hakan Turgut ile SIRA DIŞI YAŞAM BECERİLERİ Dört hafta, çarşamba günleri, 19.30-21.45 arası. Katılım bedeli üyelere 650 TL, misafirlere 800 TL’dir.
NEDEN GİTMELİ? Bu seminer dizisinde ilişkilerinizi farklı bir evreye taşımanız, bakış açınızı değiştirmeniz mümkün. Serinin ilk haftasında iş hayatında sıra dışı olmak, ikinci haftasında yeni yaşam düzeni ve yeni ufuklar, üçüncü haftasında az zamanda çok iş başarma sanatı, dördüncü haftasında ise sıra dışı yazma ve konuşma becerileri üzerinde durulacak.
95
16 ŞUBAT 2019
Neşen Yücel ‘96, Derya Dönmezler Atacan ‘97 Ferda Tarakçıoğlu Erdem ‘97 ile START ME UP (GİRİŞİMCİLİĞE GİRİŞ) NEDEN GİTMELİ? Aklınızda bir iş fikri var ama nasıl ve nereden başlayacağınızı bilmiyor musunuz? Yeni başlangıçlar yapmadan önce fikirlerinizi ölçüp biçmek, belki başka ufuklara açılmak, biraz zihin egzersizi yapmak ve fikrinizi çalışır bir iş modeline dönüştürmek için atacağınız ilk adım bu atölyeye katılmak olmalı. Alanında uzman üç eğitimci ile gerçekleşecek bu dinamik, yaratıcı ve interaktif atölye sonunda fikirlerinizi daha sağlam bir zemine oturtacak ve sonraki adımlar için hazır hale geleceksiniz. 16 Şubat Cumartesi günü, 10.00-16.00 arası. Katılım bedeli üyelere 300 TL, misafirlere 400 TL’dir. Bu atölye ayrıca 16 Mart tarihinde tekrar verilecektir.
18 ŞUBAT 2019
Engin Baydar ile TEMEL DENİZCİLİK VE KAPTANLIK
Dört hafta, pazartesi ve çarşamba günleri, 19.00-21.45 arası. Katılım bedeli üyelere 700 TL, misafirlere 850 TL’dir.
NEDEN GİTMELİ? Pratikte yolunuzun ne kadar uzun olduğu size bağlı ama yelkenli veya motor yat, büyük veya küçük, her sınıftan tekneyi komuta etmek ve deniz tutkunuzun ardından gitmek için önünüzde tek bir engel var: Amatör Denizci Belgesi Sınavı. Sınava hazırlık sürecinizdeki kılavuzunuz ise öğrenmeyi eğlenmekten ayrı tutmayan Engin Baydar olacak. Sekiz derslik bu teorik eğitimi tamamladıktan sonra pratik eğitime geçeceksiniz.
23 ŞUBAT 2019
Gönenç Sılay ‘00 ile FARKINDALIK VE NEFES TEKNİKLERİ 23 Şubat Cumartesi günü, 10.00-17.00 arası. Katılım bedeli üyelere 300 TL, misafirlere 400 TL’dir.
NEDEN GİTMELİ? Sağlıklı bir iş hayatı için en önemli şart, içinde bulunduğunuz “an”a odaklanabilmek. “Farkındalık ve nefes teknikleri” atölyesinde, sandalye yogası, nefes ve meditasyon tekniklerini öğreneceksiniz. Bu sayede ani ve tepkisel davranışlarınızı azaltacak, öfkenizi kontrol edecek ve kendinizi iyiye doğru yeniden programlayabileceksiniz.
96
23 ŞUBAT 2019
Dilek Er ‘90 ile NSP METODU İLE KENDİNE KOÇLUK NEDEN GİTMELİ? Hayatınızın daha dengeli, uyumlu ve anlamlı olmasını mı istiyorsunuz? Bunun yolu kendinize özel yaşam stratejinizi belirlemekten geçiyor. “NSP Methodu ile Kendine Koçluk” atölyesinde davranış profilinizi tanıyacak, kabullenecek ve yönetebilecek stratejileri öğreneceksiniz. Maksimum potansiyelinizi kullanarak hayatınızı güzelleştirebilmeniz için kendinize güvenmenizi sağlayacak yeni bakış açıları edineceksiniz.
23 Şubat Cumartesi günü, 09.30-18.30 arası. Katılım bedeli üyelere 550 TL, misafirlere 650 TL’dir.
26 ŞUBAT 2019
24
Dört hafta, salı günleri, 19.30-21.30 arası. Katılım bedeli üyelere 300 TL, misafirlere 400 TL’dir.
ŞUBAT 2019
İbrahim Yıldız ile HIZLI OKUMA VE ETKİN ALGILAMA
NEDEN GİTMELİ? İbrahim Yıldız’ın eğitmenliğinde gerçekleşecek bu atölyede yöneticilerin, çalışanların, öğrencilerin ve öğretmenlerin hızlı okuma ve etkin algılama becerilerini geliştirerek kendilerine zaman kazandırmaları, enerji seviyelerini yükseltmeleri, gizli potansiyellerini keşfetmeleri ve başarılarını artırmaları amaçlanıyor. Bu atölye sayesinde olayları daha iyi anlayacak, analiz edecek ve değerlendireceksiniz.
Sava Panayotidis ile SİRTAKİ ATÖLYESİ
NEDEN GİTMELİ? Coşkunun ve birlikteliğin dansı Sirtaki ezgilerini duyduğunuz gibi kanınız kaynar ama öyle zor görünür ki denemeye korkarsınız. Oysa Sirtaki, inandırıcı gelmiyor biliyoruz ama dünyanın en basit danslarından biri! Ne kadar çabuk öğrendiğinizi görünce siz de şaşıracaksınız.
4
MART 2019 Margarita Nesterova ile LATİN DANS Altı hafta, pazartesi günleri, 19.30-21.30 arası. Katılım bedeli üyelere 350 TL, misafirlere 475 TL’dir.
24 Şubat Pazar günü, 10.00-17.00 arası. Katılım bedeli üyelere 250 TL, misafirlere 325 TL’dir. Bu atölye ayrıca 24 Mart tarihinde tekrar verilecektir.
97
NEDEN GİTMELİ? Mambo, Rumba, Salsa, Cha Cha, Merengue ve Fox ile Latin danslarının enerjisiyle dolup taşmaya ne dersiniz? Önce yavaş, titiz ve çok hareket ettirmeyen Mambo ile tanışın. Ardından kendinizi Margarita Nestevora’ya bırakın ve Latin danslarıyla ilişkinizi canlı ve tutkulu bir seviyeye taşımak için Cha Cha ve Salsa’nın büyüsüne kapılın ve içinizdeki enerjiyi dışarıya çıkarın!
5
NEDEN GİTMELİ? Eline Snel tarafından çocuklar ve ergenlerle çalışanlar ya da ilişkisi olanlar için geliştirilen MiE Programı’nın amacı ilişkileriniz ile iş, aile ve sosyal hayatınıza Mindfulness pratikleriyle yaklaşmanıza yardımcı olmak. Sekiz hafta boyunca sürecek bu eğitim dizisinde, kendi hislerinizi ve çocuğunuzun hislerini, düşüncelerini ve fiziksel tepkilerini fark etmeyi öğrenecek; ilişkilerinizde daha bilinçli, kibar ve yargısız olmaya bir adım daha yaklaşacaksınız.
MART 2018 Sepin İnceer ‘99 ile MiE: Ebeveynlİkte ve Eğİtİmde Mindfulness Sekiz hafta, salı günleri, 19.00-21.30 arası. Katılım bedeli üyelere 2200 TL, misafirlere 2500 TL’dir. Bu atölye 7 Mart tarihinde tekrar verilecektir.
6
MART 2019
Evren Yiğit ‘00 ile ÇOCUKLAR İÇİN YAZMAK
Sekiz hafta, çarşamba günleri, 19.00-21.45 arası. Katılım bedeli üyelere 950 TL, misafirlere 1200 TL’dir.
NEDEN GİTMELİ? Çocuk yazarı olmak isteyenler, çocuklarla çalışanlar, öğrencilerine, çocuklarına ya da torunlarına yazılarıyla ulaşmak isteyenler… Bu atölye tam size göre! “Çocuklar için Yazmak” başlıklı bu eğitimde yazar Evren Yiğit ‘00, çocuklar için yazmanın püf noktalarını anlatacak, size ihtiyacınız olan temel bilgi ve araçları sunacak.
27 NİSAN 2018
Zümrüt Tamer ‘97 ile ETKİLİ ANNE BABA OKULU Beş hafta, cumartesi günleri, 10.00-14.00 arası. Katılım bedeli üyelere 1000 TL, misafirlere 1200 TL’dir.
NEDEN GİTMELİ? Sevgi ve huzur dolu bir aile ortamına kavuşmayı kim istemez ki? Zümrüt Tamer ‘97 eğitmenliğinde gerçekleşecek “Etkili Anne Baba Okulu”nda aile içi iletişimde ortaya çıkan sorunları sahiplenmek ve tanımlamak, etkin dinlemeyi öğrenmek ve değişime karşı direnci kırmak için geliştirilmiş yöntem ve uygulamaları öğrenecek ve hayalinizdeki aile ortamını tesis etmek için önemli adımlar atacaksınız.
98
Şehrin tam kalbinde, orman içerisinde bir toplantı deneyimi Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği bünyesinde 7 adet toplantı salonu + 1 adet VIP salon ve organizasyonlarınıza ev sahipliği yapabileceğimiz açık alanlarımız olduğunu biliyor muydunuz? BÜMED Toplantı Odaları her türlü toplantı ve organizasyonlarınızda sizlere İstanbul’un merkezinde doğayla iç içe bir ortamda, gün ışığı alan salonları ile birlikte keyifli bir toplantı imkanı sunuyor.
Detaylı bilgi: +90 (212) 359 58 19 / toplantisalonlari@bumed.org.tr /bumedofficial /bumedofficial /bumed
www.bumed.org.tr
/bumedofficial