BÜMED Kasim - Aralik - 2018

Page 1

K A SIM-A R A LIK 201 8 SAY I: 238 BÜMED BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ MEZUNLAR DERNEĞİ YAYINI

Asla değer kaybetmeyen tek yatırım: Eğitim S A I T T O S YA L I, E Ğ İ T İ M İ N S İ V İ L T O P L U M AYA Ğ I N I A N L AT I YO R . A L İ B AY K A L V E E M İ N E E R K T İ N, E Ğ İ T İ M İ N O L M A Z S A O L M A Z L A R I N I TA R T I Ş I YO R .




EDİTÖRÜN

SÖZÜ

GELECEK İÇİN EĞİTİM Türkiye’de eğitime yaklaşımın temelinde yatan sorunları ve eğitimde özerklik ihtiyacını anlattı. Kafa Kafaya sayfalarımızda, Eğitim Fakültesi’nin iki değerli ismi Prof. Dr. Ali Baykal ve Prof. Dr. Emine Erktin ile eğitimi masaya yatırdık. Eğitimin her seviyesinde ciddi bir vaka olarak karşımıza çıkan “zorbalık”tan eğitimde kuram ve uygulama arasındaki ilişkiye, eğitime dair pek çok önemli konuya değindik. Nesin Matematik Köyü’nün mucizevi hikayesini Dr. Öğr. Üyesi Özlem Beyarslan’dan dinledik.

Boğaziçi Üniversitesi’nde aldığımız nitelikli eğitimin kıymetini, mezuniyet tarihimizin üzerinden ne kadar zaman geçerse o kadar iyi anlıyor ve takdir ediyoruz. Hem üniversite öncesinde almış olduğumuz eğitimle karşılaştırınca hem de yıllar içinde ülkemizde ilkokuldan yükseköğrenime kadar mevcut kurumları, sistemleri ve deneyimleri gözlemleyince, eğitimin kolektif hayatlarımız ve geleceğimiz üzerindeki etkisini daha iyi kavrıyoruz. Pek çoğumuz da sahip olduğu iyi deneyimleri ve fırsatları gelecek nesillere aktarabilmek için çalışıyor, çabalıyor. Büyük bir heyecanla hazırladığımız bu sayıda, eğitim konusunu hayatlarının odak noktası haline getirerek çok çeşitli başarılara imza atan mezunlarımız ve hocalarımızı sizlerle buluşturuyoruz.

Seyahat sayfalarımızda Çekya’nın başkenti Prag’ın kültür ve sanatla örülü puslu sokaklarında geziniyoruz. Kasım-Aralık-Ocak dönemini kapsayan atölye takvimimiz ile sizleri BÜMED’de birbirinden ilginç atölye ve eğitimlere davet ediyoruz.

Kapak konuğu mezunumuz Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı Genel Müdürü Sait Tosyalı ile sivil toplumun eğitim alanındaki çalışmalarını konuştuk. Efsanevi rektörlerimizden, Eğitim Reform Girişimi Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Üstün Ergüder,

Amerikalı felsefeci ve eğitimci John Dewey’nin dediği gibi “Eğitim hayata hazırlık değil; hayatın ta kendisidir.” Üniversitemiz de hayat yolunda bizi zenginleştiren en önemli duraklardan biri olarak, ancak siz mezunlarımızın desteği ile gelişerek yarınlara kalacak.

Yeşim Burul ‘97

2


Distinct and decisive, handmade in Germany: the new watch Autobahn. Racing ahead with Glashßtte engineering and handcraft—combined with dashing design from Berlin. Autobahn is now available in three versions at Tevfik Aydin in Istanbul, 0212 353 04 38. More: nomos-glashuette.com, tevfikaydin.com


BÜMED

M E K T U BU

Yarından sonrası için Mevsimler bize yaşamın düzenini hatırlatırcasına ardı ardına geçiyor. Bugünlerde hayatlarımıza hakim olan yeşil ve bakır tonları, yerini yavaş yavaş kışın büyülü atmosferine bırakmaya hazırlanıyor. Kampüslerimiz ise bu yeni akademik yılda öğrencilerimizin tatlı telaşları ile renklenmeye devam ediyor. Okulumuz, liselerinden taze mezun olmuş ve tercihlerini BÜ’den yana yapmış arkadaşlara, tıpkı bizleri yıllar önce misafir ettiği gibi, hayatlarının en belirleyici döneminde sıcacık bir yuva oldu bile... Türkiye’nin ve dünyanın dört bir yanından gelen akılların gücünü toplumsal faydaya, farklılıkların zenginliğini yaratıcılığa, öğrencilerinin düşlerini gerçeğe dönüştürecek olan Boğaziçi Üniversitesi; eğitim ve öğretim deneyimini yenilikçi, yaratıcı yaklaşımlarla ve kültürel faaliyetlerle bezeyerek, öğrencilerinin daha iyi bir geleceğe kavuşmasına katkıda bulunmayı hedefliyor. Köklü geleneğiyle dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek uğruna çalışan üniversitemiz; eğitim, öğretim ve araştırmada öncü konumuyla geleceği şekillendiren bir kurum olarak, güçlü bir vizyon ile varlığını sürdürüyor. Öğrencilerinin edindikleri deneyim ve değerlerle donanmış olarak mezun olduktan sonra toplumsal hayatla baş etmelerini, kendilerini var etmeyi bilmelerini ve aynı zamanda biricik okullarını hatırlamalarını arzu ediyor. Boğaziçi Üniversitesi; 155 yıllık tarihi tanıklığıyla bugün sahip olduğu toplumsal, bilimsel, kültürel değerleri ve deneyimleri biçimlendirdi, tarihi şekillendirdi ve şekillendirmeye de devam ediyor. Daha iyi bir gelecek için, Yarından sonrasını şekillendirmek için, İyi eğitim şart! Mezunlarımızın eğitime desteği şart...

BÜMED Yönetim Kurulu adına

Elvan Zihnioğlu ‘96

4



İÇİNDEKİLER

S İ N EMA

D Ü Ş Ü NC E

S ÖYLEŞ İ, M EH M ED ÖZKAN

Sınıf ’taki karşılaşmalar

32

Başarıya giden yol

34

Ömür boyu öğrenci olmaya dair

S ÖY L E Ş İ, Ü S T ÜN E R G ÜDE R

KAFA KAFAYA

KAPAK, S Aİ T TO S YALI

Sistemin ihtiyacı: Özerklik

Ali Baykal & Emine Erktin

Eğitimin gönüllülük hâli

KA SI M-ARALI K 2018 S AYI: 238

44

50

Kapak fotoğrafı: Mert Terliksiz

36 56

BÜMED üyelik için: uye@bumed.org.tr T. 0212 359 58 35

BÜME D BOĞAZ İÇ İ Ü N İVER S İT ES İ M EZ U N LAR DER N EĞİ YAYIN I

Reklam Satış ve Sponsorluk: TUĞBA ALARSLAN tugbaalarslan@bumed.org.tr Ömür Matbaacılık A.Ş.: Beysan Sanayi Sitesi Yakuplu Mah. Birlik Cad. No. 20/1 34524 Beylikdüzü/İstanbul

Asla değer kaybetmeyen tek yatırım: Eğitim S A İ T T O S YA L I, E Ğ İ T İ M İ N S İ V İ L T O P L U M AYA Ğ I N I A N L AT I YO R . A L İ B AY K A L V E E M İ N E E R K T İ N, E Ğ İ T İ M İ N O L M A Z S A O L M A Z L A R I N I TA R T I Ş I YO R .

6


KAŞINTI VE KIZARIKLIK

*

YOĞUN CİLT KURULUĞUNA KARŞI NEMLENDİRİCİ BAKIM KREMİ

Atoderm Intensive Balm

*Yoğun cilt kuruluğu kaşıntı ve kızarıklığa sebep olabilir.


İÇİNDEKİLER

D Ü Ş Ü N CE

D Ü Ş Ü NC E

D Ü Ş Ü NC E

Zorbalık dedikleri

Eğitimde yeni nesil kaynaklar

Bir matematik hikayesi

S E YA HAT

HO M EC O M I NG 2018

ETKİ NLİ K

Prag: Hüznün ve karanlığın estetiği

Katışıksız mutluluk arayışı

-34: Hepimiz oradaydık

64 78

68

84

76

90

Boğaziçi Dergisi, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği (BÜMED) tarafından yayımlanan iki aylık, ücretsiz yayındır. Kasım-Aralık 2018 Sayı: 238 Tüzel Kişi Temsilcisi: Murat Öngör-BÜMED Yönetim Kurulu Başkanı Yayın Direktörü: Damla Kürklü Yayın Koordinatörü: Elvin Vural Yayın Yönetmeni ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Yeşim Burul Konuk Editör: Haluk Koçak Editör: Fatima Çelik Kreatif Direktör: Orkun Demirelli Grafik Tasarım: Elif Alım Dergi içerik, strateji ve tasarım: Dükkan Kreatif Reklam ve Yayıncılık Almondo Reklam Hizmetleri A.Ş. Büyükdere Cad. No. 175 Ferko Signature Binası B4 Ofis 19 Levent Şişli, İstanbul www.dukkancreative.com

8


Petrol Ofisi, Türkiye’nin Değerine Değer Katmaya Devam Ediyor Petrol Ofisi olarak, akaryakıt sektöründeki liderliğimizin yanı sıra Türkiye’nin en büyük firmalarının belirlendiği Fortune 500 ve Capital 500’de 3. sırada yer aldık. Tüm değerli bayilerimiz ve müşterilerimiz sayesinde, 77 yıldır olduğu gibi gelecekte de ülkemizin değerine değer katacağımızın sözünü veriyoruz.

petrolofisi.com.tr


K AT K I D A B U L U N A N L A R

Dr. Öğr. Üyesi Orhan Torul ‘09

Dr. Öğr. Üyesi Özlem Beyarslan ‘97

Orta Doğu Teknik Üniversitesi İşletme Bölümü’nde lisans, Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde yüksek lisans eğitimi aldıktan sonra Maryland Üniversitesi, College Park’ta doktorasını tamamladı. 2013’ten bu yana Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışıyor. Araştırma alanları arasında makroekonomi, politik ekonomi, ekonomik eşitsizlikler, kamu ekonomisi, ekonomik hesaplama yöntemleri ve enerji ekonomisi bulunuyor.

BÜ Matematik Bölümü’nde lisans ve yüksek lisans eğitimi aldı. 2006 yılında Illinois Üniversitesi’nde matematik felsefesi alanında doktora derecesini tamamladı. 2007’den bu yana BÜ Matematik Bölümü’nde ders veriyor. Araştırma alanları arasında model teorisi, Galois kuramı, grafik teorisi ve cebirsel fonksiyonlar bulunuyor. Türk Matematik Derneği’nin yönetim kurulu üyesi olan Özlem Beyarslan, aynı zamanda Nesin Matematik Köyü’nde düzenli olarak matematik dersleri veriyor.

Prof. Dr. Yavuz Akpınar

Evren Yiğit ‘00

1994 yılında Leeds Üniversitesi’nde bilgisayar tabanlı öğrenme alanında tamamladığı doktora eğitiminin ardından Boğaziçi Üniversitesi’nde akademik çalışmalarına ve ders vermeye başladı. Prof. Dr. Yavuz Akpınar, halen Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Eğitimi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapıyor. Teknoloji tabanlı etkileşimli öğrenme ortamları tasarımı, kodlama eğitimi, yazarlık sistemleri ve e-öğrenme yönetim sistemleri üzerine araştırmalarına devam ediyor.

BÜ İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde lisans, İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde yüksek lisans yaptı. Hollanda Yüksek Öğretim Enstitüsü’nün özel programıyla Erken Çocuk Gelişimi dalında diploma aldı. İlk kitabı Kipat 2004’te, ikinci kitabı Aşk Yüzünden 2006’da, üçüncü kitabı Siyah Nehir 2008’de, Biri Varmış Biri Yokmuş adlı son kitabı 2014’te basıldı. Çocuklar için de çok sayıda kitap kaleme alan Evren Yiğit, aynı zamanda çocuk medyası alanında çalışmalarına devam ediyor.

10


.

R


K AT K I D A B U L U N A N L A R

Doç. Dr. Fatih Çağlayan Mercan

Doç. Dr. Fatma Aslan Tutak ‘04

Lisans eğitimini Marmara Üni. Fizik Öğretmenliği Bölümü’nde, yüksek lisans ve doktora eğitimini Ohio Devlet Üniversitesi’nde fen eğitimi alanında tamamladı. Kişisel epistemoloji, argümantasyona dayalı öğretim yöntemleri, uluslararası büyük ölçekli sınavlar, öğretim programlarının analizi ve geliştirilmesi alanlarında araştırmalar yapıyor. Mercan, yürüttüğü çalışmalar ile 2011 ve 2013 yıllarında BÜVAK tarafından Öğretimde Üstün Başarı Ödülü’ne layık görüldü.

BÜ Ortaöğretim Matematik Eğitimi Bölümü’nden mezun olduktan sonra 2005 yılında Florida Üniversitesi’nden matematik eğitimi alanında doktora derecesi aldı. 2010 yılından bu yana Boğaziçi Üniversitesi Ortaöğretim Fen ve Matematik Alanları Eğitimi Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yapıyor. Öğretmen eğitimi, matematik öğretme bilgisi, sınıf tabanlı ölçme-değerlendirme, STEM ve matematik eğitimi alanlarında uluslararası karşılaştırmalar üzerine çalışmalarına devam ediyor.

Oğuz Ak ‘08

Saadet Özen ‘11

Lisansını Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Eğitimi Bölümü’nde, yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi Yönetim Bilişim Sistemleri’nde tamamladıktan sonra İstanbul Üniversitesi Enformatik Bölümü’nde doktorasına devam etti. Bir özel üniversitede uzaktan eğitim koordinatörlüğü yaptı, ardından BÜ Bilgisayar ve Öğretim Teknolojileri Eğitimi Bölümü’nde dersler vermeye başladı. Oyun tasarımı, veri tabanı, programlama ve kitlesel açık çevrim içi ders alanlarında çalışmalarını sürdürüyor.

Notre Dame de Sion Fransız Lisesi’ni ve İstanbul Üniversitesi Arkeoloji ve Sanat Tarihi Bölümü’nü bitirdi. Yüksek lisansını Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nde tamamladı. Halen Paris, Ecole des Hautes Etudes en Sciences Sociales bünyesinde doktora eğitimine devam eden Saadet Özen’in başlıca araştırma alanları arasında Osmanlı döneminde görsel malzemelerin kullanımı ve turizm tarihi konuları yer alıyor. Aynı zamanda belgesel sinema çalışmaları ve edebiyat çevirileri bulunuyor.

Yazı İşleri: Abbas Bozkurt ‘08, Cem Uçan ‘96, Deniz Şenliler ‘16, Esra Dicle Başbuğ ‘02, Habibe Çıkılıoğlu ‘18, Metin Göksel ‘95, Zeynep Atılgan Boneval ‘96 Fotoğraf: Engin Irız, Serkan Eldeleklioğlu İllüstrasyon: Natalia Nowicka Boğaziçi Üniversitesi Kurumsal İletişim Ofisi’ne teşekkür ederiz.

12



PORTRE

Yeşim Ar Kundakçı ‘88 MEDIA MARKT TÜRKİYE FİNANSTAN SORUMLU YÖNETİM KURULU ÜYESİ (CFO) Kariyerinizi finans alanında sürdürmeye nasıl karar verdiniz? Boğaziçi’nden mezun olduğum dönemde Türkiye’de bankacılık, şube bankacılığından kurumsal bankacılığa evrilmeye başladı; aynı zamanda kurumsal finansman, hazine ve menkul kıymet yönetimi gibi alanların önemi arttı. Bankalar bu yeni alanlar için insan kaynaklarını mühendis gücüyle zenginleştirmeyi tercih ederken; bizim için de analitik düşünme, problem çözme ve inisiyatif alma becerilerimizi kullanma olanağı doğdu. O dönemde Türkiye’nin bankacılık okulu olarak kabul edilen Interbank’ta finans kariyerime başladım ve Türkiye’nin ilk özelleştirme projesi olan Sümerbank özelleştirmesiyle başlayarak, bir dizi yeni projede çalışma şansı yakaladım. Sonrasında değişik alanları kapsayacak şekilde finans sektöründeki yolculuğuma devam ettim. İşinizin en sevdiğiniz yönü nedir? Kariyerim boyunca bütçe, raporlama, hazine gibi doğrudan finans ile alakalı görevlerin yanı sıra, çalıştığım kurumlara çok severek yaptığım katkılarım oldu. Özellikle operasyona yakın çalışmayı seviyorum. Şirketteki tüm bölümlere dokunarak, projelerin uzun dönemli bakış açısıyla, daha doğru ve kârlı uygulanmasına katkıda bulunmak, bu pozisyonun yarattığı asıl değer oluyor. İyi bir CFO belirsiz ekonomik koşullarda şirketini nasıl yönlendirmeli? Kriz ortamları, hem fiyatlar hem de talep için yüksek dalgalanma olasılığını içinde barındırdığından, planlı hareket etmek ve anlık, tepkisel kararlar almaktan kaçınmak

gerekiyor. Böyle dönemlerde CFO’nun ana rollerinden biri; ekonomik koşullardaki değişikliklerin talep, büyüme, kârlılık ve fonlamayı nasıl etkileyeceğini ve şirket için ne gibi sonuçlar yaratacağını senaryolarla anlatıp, iş planlarının duruma uygun ve esnek hale getirilmesini sağlamak oluyor. Ayrıca kriz ortamlarında şirketlerin uzun dönemli varlık gösterebilmeleri için pozitif nakit akışını sağlaması ve işletme sermayesini koruması gerekiyor. Yönetim önceliklerinin bu iki noktaya kaydırılması ve risklere karşı önlem alınması çok önemli. Türkiye’nin teknoloji okuryazarlığı düzeyini nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye’de nüfusumuzun yüzde 67’sini oluşturan 54 milyon İnternet kullanıcısı var. Yetişkin nüfusnun yüzde 77’si akıllı telefon, yüzde 48’i bilgisayar ve yüzde 25’i tablet kullanıyor, neredeyse herkesin televizyonu var. Ancak maalesef teknoloji sahipliği, teknoloji S ÖY L E Ş İ: FAT İ M A Ç E L İ K ‘18

14

üretimine aynı ölçüde yansımıyor. Türkiye, içerik geliştirme, yazılım ve mobil uygulama üretimi noktasında dünyanın ileri ülkeleri ile aynı seviyelerde değil. İnternet trafiğinin büyük bir kısmının yurt dışından Türkiye’ye doğru akması, bunun önemli bir göstergesi. Boğaziçi Üniversitesi, sizin için ne ifade ediyor? Boğaziçi farklı düşünce ve inançtan kişilerin birlikte var olabildiği ve gerektiğinde birbirlerinin haklarını savundukları bir özgürlük ortamı. Türkiye’nin dünyayla entegrasyonu için de önemli bir köprü. Sadece iyi düzeyde sunduğu yabancı dil eğitimi nedeniyle değil, uluslararası edebiyatı ve sanatı anlamaya yarayan akademik içeriği, farklı kültürlere uyumu öğreten ortamı ile çok ileri bir misyona sahip. Boğaziçi’ndeki yıllarım; çok yönlü bir bakış açısı kazandığım, inisiyatif alma yönümü pekiştirdiğim, çok değerli arkadaşlar edindiğim güzel bir dönemi temsil ediyor benim için.



PORTRE

Emre Alaman ‘99 HP TÜRKİYE KURUMSAL SATIŞ DİREKTÖRÜ İnşaat mühendisliği okuduktan sonra satış tarafına geçmeye nasıl karar verdiniz? Ben üniversitedeyken toplama bilgisayarlar yeni çıkmıştı. Hobi olarak piyasadan aldığım bilgisayar parçalarını birleştiriyordum. Daha sonra yakın çevremden gelen taleplerle bu bilgisayarları satmaya başladım. O süreçte beni en çok heyecanlandıran, aldığım referanslarla şirketlere satış yapmaya başlamam oldu. Mezun olduktan sonra bu işi bir adım daha ileriye götürmek için arkadaşlarımla beraber bir bilgisayar satış şirketi kurdum. 2001 krizi ile şirketimin faaliyetlerini sonlandırıp Kanada’ya gittim. 2005’te ülkeye geri döndüm ve HP’de çalışmaya başladım. HP’de uzun soluklu bir kariyeriniz var. Bu istikrarlı ilerleyişinizde sizi motive eden temel unsurlar neler? En basit tabirle “DNA eşleşmesi” diyebilirim. Çalışanlar ile şirket kültürü arasındaki uyum, motivasyon için en önemli unsurlardan biri. HP, insan odaklı kültürü ile çalışanlarına kişisel gelişimi destekleyen, fikirlerin serbestçe dolaştığı dinamik bir ortam sunuyor. Fiziksel çalışma koşulları, iş yapış biçimi, organizasyon ve şirket içi sosyal yapıları ile çeşitliliği destekliyor. Tüm bunlar benim HP’de çalışma motivasyonumu yükselten unsurlar. Türkiye’de bilinçli bir teknoloji tüketimi var mı? Eskiden teknolojik bir ürün almak birçoğumuz için ulaşılmaz bir durumdu. Şimdiyse teknoloji, hayatımızın vazgeçilmez bir unsuru haline geldi. Bu sayede, artık bilgiye çok daha kolay erişebiliyoruz. Tüm bunlardan yola çıkarak, insanların günümüzde neyi satın alacağına dair daha net fikirlere sahip olduğunu ve daha bilinçli tüketim yaptıklarını düşünüyorum.

Artık mobil cihazlar da bilgisayarlar kadar donanımlı hale geldi. Bilgisayarlar, yerini mobil cihazlara mı bırakıyor? Bilgisayarların ve telefonların farklı fonksiyonel özellikleri olduğundan, birbirlerinin yerine geçmeleri şu an için söz konusu değil. Ama artık talep, hem tablet hem de bilgisayar olarak kullanılabilecek cihazlara kayıyor. Gelecekte bu dilimin daha da büyüyeceğini öngörüyorum. Gerçi tarih hatalı öngörülere sahip profesyonellerle dolu, bakınız Thomas J. Watson. Zamanında dünyada en fazla beş adet bilgisayara ihtiyaç duyulacağını söylemişti. “Hot Plug” adında bir müzik grubunuz var. Bize kısaca bir araya gelme hikayenizden bahseder misiniz? HP’nin düzenlediği rutin toplantılardan birinde nasıl farklı aktiviteler yaparız diye konuşurken, aramızda enstrüman çalan ve şarkı söyleyen kişilerin olduğunu S ÖY L E Ş İ: FAT İ M A Ç E L İ K ‘18

16

fark ettik. Müzik hayatımızın bir parçasıydı ve bunu bir grupta toplama fikri, hepimize çok sıcak geldi. İlk olarak iş arkadaşlarımıza küçük bir sürpriz yaparak başladığımız bu fikir gelişti. Şimdi zaman zaman çeşitli mekanlarda çalmaya devam ediyoruz. Tüm Boğaziçilileri konserlerimize davet ediyorum. Boğaziçi Üniversitesi’ne dair unutamadığınız bir anınız var mı? Değerli hocamız Prof. Dr. Vedat Yerlici, bir dersimizde, ilk mühendislik yıllarında yapmış olduğu küçük bir hesap hatasından dolayı tasarladığı bir balkonun yıkıldığını anlatmıştı. O zamanlar, bana mizansen gibi gelen bu durumun bir gün kendi evimi tasarlarken başıma geleceğini tahmin edemezdim. Neyse ki hatayı zamanında fark ederek muhtemel bir kazanın önüne geçmiş oldum. Bugün halen basit bir hesabı bile kontrol ederken Vedat Hoca’nın sözleri aklıma gelir.



PROFESÖRÜN ODASI

Cengiz Haksöz Profesörün Odası bölümü için bu ay Turizm İşletmeciliği Bölümü Öğretim Üyesi Cengiz Haksöz ile sohbet ettik.

Uluslararası ilişkiler, sosyoloji ve ardından antropoloji... Akademik hayatınız boyunca farklı disiplinlere yöneldiniz, bunun belirli bir sebebi var mı? Farklı alanlarda derinlemesine bilgi sahibi olmayı seviyorum. Sosyolojiye ilgi duyduğumu, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler üzerine aldığım lisans eğitimi esnasında, yöntem ve anlayış bakımından birbirine benzer ve yakın dersler seçtiğimde fark ettim. Bunun üzerine sosyoloji yüksek lisansı yapmaya karar verdim. Akademik kariyerimi planlarken yüksek lisans ve doktora

eğitimlerimin, alışılagelmişin dışında, farklı bölümlerde olmasını istedim. Bunun en önemli nedeni yüksek lisans ve doktora derslerinin, lisans derslerinin daha yoğun versiyonlarından ibaret olacağı endişesiydi. Bu yüzden farklı disiplinlere yönelip farklı alanlarda uzmanlaşmayı tercih ettim. Bu şekilde akademik kariyerin zorlu yolunu kendim için olabildiğince eğlenceli hale getirmeye çalıştım. Boğaziçi Üniversitesi’nde yemek antropolojisi ve turizm antropolojisi gibi seçmeli dersler veriyorsunuz.

Akademik ilgi alanlarınız nelere göre şekillendi? Dünya mutfakları üzerine uzmanlaşmış olan babam, emekli olana kadar uzun yıllar yurt içi ve yurt dışında beş yıldızlı otellerde baş aşçılık yaptı. Yemek kültürüne olan aşinalığım bu sayede başladı. Yemek üzerine akademik olarak yoğunlaşmam ise biraz tesadüf eseri oldu. Pittsburgh Üniversitesi’nde doktora yaparken Prof. Kathleen Musante’nin verdiği “Yemek Antropolojisi” dersinin asistanlığını yapmak için görevlendirildiğimde bu alan hakkında açıkçası fazla bilgim

S ÖY L E Ş İ: E LV İ N V U R A L ‘12 / F O T O Ğ R A F: E N G İ N I R I Z

18


yoktu. Dersin okumaları ve işlenişi o kadar keyifli geldi ki, bu alan üzerine araştırmalar yapmak ve ders vermek istedim. Yemeğin insan hayatındaki yerini fizyolojik, bilişsel ve kültürel açıdan bütüncül bir şekilde okumanın ve anlatmanın, öğrencilerimin ve çevremdekilerin ilgisini çektiğini gördükçe motivasyonum daha da arttı. Sonuç olarak hem kendi tezim için yemek mekanlarını araştırma fırsatı buldum hem de bu dersi Boğaziçi Üniversitesi ve Pittsburgh Üniversitesi’nde şimdiye kadar pek çok kez verme şansım oldu. Her dersin sonunda ve nihayetinde dönemin sonunda öğrencilerimin dersten hem keyif aldıklarını hem de yemeğin toplumsal önemi konusundaki bilgilerini artırarak ayrıldıklarını görmek mutluluk verici ve ileriye dönük olarak motive edici. Çalışma ortamınız, kütüphaneniz sizin için ne ifade ediyor? Yaklaşık son 10 yıldır sürekli bir yer değiştirme halindeyim. Farklı yerlerde yaşamayı açıkçası çok seviyorum çünkü yer değiştirmek her daim yeni şeyler öğreten bir süreç. Ama diğer yandan kök salma isteği de hep diri kalıyor. Bu istek benim için tüm kitaplarımın her an ulaşabileceğim bir kütüphanede olmasını ifade ediyor. Yaşadığınız coğrafya ve bu coğrafyadaki insanlar, sosyal bilime yönelmenizde etkili oldu mu? Bir sosyal bilimci için Türkiye’de yetişmek neredeyse tüm önemli kavramların günlük hayattaki işleyişini bire bir gözlemlemek demek. Buna benim Bulgaristan’da doğup 11 yaşında Türkiye’ye geldiğim gerçeğini de eklediğimizde, Türkiye’de yetişmek benim için hem buraya ait olmak hem de iki arada kalmışlığın sancılarını hissetmek demekti. Doktora tezimde insan topluluklarının nasıl olup da beraber yaşadıklarını ve ne olup da bu birlikte yaşama arzularını yitirdiklerini anlamaya çalışmam, sanıyorum bu hislerimden kaynaklı. Bir anlamda yaşadığımız zorluklar, bizi biz yapıyor. Araştırmacılar, antropoloji başta olmak üzere birçok sosyal bilim

dalında, “kendilerine dönüyorlar”; yani farklı bir alana yönelmeden önce kendilerini doğrudan etkileyen olayları araştırma alanı olarak belirliyorlar. Bu konu hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Bulgaristan’da doğduğum, oradaki akraba ve arkadaşlarımla bağımı koparmadığım için oradaki gelişmeleri en az Türkiye’dekiler kadar ilgiyle takip ettim. Türkiye’ye küçük yaşta göç etmiş, etnik Türk bir birey olarak dahi birçok kabul ve entegrasyon sorunu yaşamış olmam, arada kalmışlık hissinin devam etmesi, beni bu olguyu bilimsel olarak araştırmaya teşvik etti sanırım. Ayrıca Bulgaristan’da devlet sosyalizminin çöküşünün üzerinden 30 sene geçmesine karşın azınlık haklarının hâlâ istenen düzeyde olmamasının neden ve sonuçlarını araştırmak istedim. Bulgaristan’da ilkokula giderken öğrendiğim ama Türkiye’ye gelişimizle birlikte kullanmamaktan dolayı kısmen unuttuğum Bulgarcayı daha sonra yeniden anımsamak için yoğunlaştırılmış kursa gitme şansı da bulunca, doktoramda Bulgaristan üzerine çalışmayı mantıklı gördüm. Test çözerek yetişen nesle verilen o bilindik tavsiyeyi benim durumuma da uyarlayabiliriz: “Önce bildiğiniz sorudan başlayın!” Günün birinde, sınırlarla bölünmemiş bir dünyada yaşayabilecek miyiz? Sınırsız bir dünya idealinin gerçek olacağı konusunda karamsarım. Sınırsız bir dünya, bence şimdiki mevcut sosyal, ekonomik ve siyasal ilişkiler düşünüldüğünde ne yazık ki mümkün değil. Sınırsız bir dünya ancak kökten bir değişimle mümkün olabilir. Küreselleşme, şu anki haliyle insanların değil, malların serbest serbest çalışımını gözetiyor. İnsanların sınırlar arasında geçiş izinlerini veren merciler korkunç derecede seçici. Avrupa Birliği’ne girmemiz gerektiğini düşünüyorum çünkü bu birlik sayesinde, Avrupa içinde de olsa, sınırlar biraz daha geçirgen ve geçişken. Fakat günümüzde sınırlar iyice seçici geçirgenleşti, yani belli ülkelerden

19

gelen mülteci ve göçmenlerin engellenmesi sebebiyle Schengen’in geçerliliği dahi tartışılır hale geldi. Size son zamanlarda en çok ilham veren şey ne oldu? Sanırım psikanaliz. Son birkaç senedir arkadaşlarımla yaptığım sohbetlerden ilhamla psikanaliz ile ilgili çeşitli yayınlar okumaya başladım. Kendimi sadece akademik yayınlarla sınırlamıyorum. Örneğin daha önce okuma fırsatı bulamadığım Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı kitabı da bunlardan biri. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, ülkemiz edebiyatının ilk psikanalitik romanlarından biri kabul ediliyor. Psikanalizi klasik bir bilim olarak değil, kendimizi anlama yolu olarak görüyorum. Kitaplarla başladık, kitaplarla bitiriyoruz. Nereye giderseniz gidin, yanınızdan ayırmadığınız bir kitap var mı? Bu soruyu nereye taşınırsam taşınayım yanımdan ayırmadığım kitap diye değiştirerek yanıtlamam daha doğru olur galiba. Pratik nedenlerle, verdiğim Sociology of Food (Gıda Sosyolojisi) dersinde kullandığım ana kitap olan E. N. Anderson’un Everyone Eats: Understanding Food and Culture kitabını hep yanımda taşıyorum.

“Farklı yerlerde yaşamayı seviyorum; yer değiştirmek her daim yeni şeyler öğreten bir süreç. Ama diğer yandan kök salma isteği de hep diri kalıyor. Bu istek benim için tüm kitaplarımın her an ulaşabileceğim bir kütüphanede olmasını ifade ediyor.”


En son haberler

Betül Tanbay’a yeni görev Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Betül Tanbay, European Mathematical Society (Avrupa Matematik Topluluğu) Başkan Yardımcılığı’na seçildi. İki yıldır topluluğun yürütme komitesinde bulunan Tanbay, yeni görevine 1 Ocak 2019 tarihinde başlayacak. 1990 yılında kurulan Avrupa Matematik Topluluğu’nun 40’a yakın matematik araştırma merkezi, 3 bin civarı üyesi bulunuyor.

Leylâ Erbil’in kişisel arşivi artık dijitalde 2013 yılında aramızdan ayrılan usta yazar Leylâ Erbil’in defterleri, el yazmaları ve mektuplarından oluşan kişisel arşivi dijital ortama aktarılıyor. Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi ile Boğaziçi Üniversitesi Arşiv ve Dokümantasyon Merkezi’nin iş birliğiyle gerçekleştirilen “Kişisel Arşivi Işığında Leylâ Erbil’in Edebi Dünyası” adlı bu projenin iki yıl içerisinde tamamlanması bekleniyor. Arşivde yer alan Demir Özlü, Nermin Menemencioğlu, Necmi Sönmez, Nedim Gürsel, Erden Kıral gibi yazar ve sanatçıların mektupları, özellikle 1950-90 arasındaki dönemin edebi, sanatsal ve siyasal nabzını tutmak açısından büyük önem taşıyor.

Boğaziçi’nden Afrika’ya Boğaziçi Üniversitesi, lisansüstü çalışmalara destek sunmak amacıyla Avrupa üniversitelerinin Güney Afrika Cumhuriyeti’nde yer alan altı üniversite ile ortaklaşa geliştirdikleri “Enhancing Postgraduate Environments” (EPE) adlı web tabanlı programın paydaşlarından biri oldu. Bu projeye Türkiye’den katılan tek üniversite olan Boğaziçi Üniversitesi, Afrika kıtasındaki üniversiteler ile ilk kez bir akademik iş birliğine imza attı. Farklı ülkelerin lisansüstü eğitim pratiklerini kurumsal ve disipliner farklılıklar bazında gözeterek coğrafi bağlam ötesine geçmeyi amaçlayan proje, beş farklı ülkeden uzmanları bir araya getirerek akademide daha güçlü bir lisansüstü eğitim ve daha iyi bir “insan sermayesi” modeli konusunda yol haritası sunuyor.

BÜYEM’de dersler Klasik müziğin yeni koordinatörü başladı Boğaziçi Üniversitesi Yaşamboyu Eğitim Merkezi’nin düzenlediği 20182019 güz dönemi programı, ekim ayının ilk haftasında başladı. Ar-ge, Teknoloji ve İnovasyon Yönetimi, Dijital Pazarlama İletişimi, Endüstri 4.0, Değişimi Yönlendirmek ve Öğretmen Akademisi gibi eğitimlerin verileceği programa kayıt yaptırmak için geç kalmış sayılmazsınız. Ayrıntılı bilgi için: www.buyem.boun.edu.tr

2012 yılından bu yana Boğaziçi Üniversitesi’nin klasik müzik sorumlusu olan Çiğdem Babayiğit, Boğaziçi Üniversitesi Klasik Müzik Koordinatörlüğü görevine getirildi. Görevi Evin İlyasoğlu’ndan devralan Çiğdem Babayiğit, aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesi’nin gelenekselleşen ALH Klasik Müzik Konserleri’nin organizasyonundan da sorumlu olacak.

H A Z I R L AYA N: FAT İ M A Ç E L İ K ‘18, D E N İ Z Ş E N L İ L E R ‘16

20


zerrecik/mikrokürecik aşı taşıyıcı” teknolojisi, aşıların dünyanın her yerine bozulmadan gönderilmesini olanaklı hale getiriyor. Uluslararası yatırımcıların radarına giren proje, kuş gribi ve domuz gribi gibi hastalıkların yanı sıra, Zika gibi dünyayı sarsan yeni virüslere karşı da etkili bir buluş olarak kabul görüyor.

Ara Güler’in ardından “Bana İstanbul fotoğrafçısı diyorlar. Ama ben dünya vatandaşıyım, dünyanın foto muhabiriyim.” 17 Ekim 2018 tarihinde sonsuzluğa uğurladığımız Ara Güler, kendini bu sözlerle anlatıyordu. Türkiye’nin fotoğrafçılık tarihinde yeri dolmaz bir öneme sahip usta foto muhabirine “Teknik ve sanatsal niteliği yüksek fotoğraf çalışmaları ile Türkiye’nin tarihini ve gündelik yaşamını tüm dünyaya tanıtmış olması” sebebiyle Boğaziçi Üniversitesi tarafından 2014 yılında fahri doktora unvanı verilmişti. Bıkmadan, usanmadan gerçekleri belgelediği için kendisine minnettarız.

Tarımda yenilikçi eğitim Boğaziçi Üniversitesi Yenilikçi Tarım ve Gıda İşletmeciliği Platformu, tarım işletmeciliğini ve güncel tarım uygulamalarını desteklemek üzere yeni bir eğitim programı başlattı. Tarım sektöründen üreticiler ve yöneticilere yönelik olmak üzere iki ayrı eğitim setinden oluşan Tarım İşletmeciliği Sertifika Eğitim Programları’nda dersler 3 Kasım’da başlayacak. Boğaziçi Üniversitesi ve dünyanın önde gelen diğer üniversitelerinin öğretim üyeleri ve sektör uzmanları tarafından sürdürülecek program, tarım sektörüne yeni nesil yönetici ve karar alıcı yetiştirmeyi amaçlıyor. Ayrıntılı bilgi için: www.bountarim.org

Aşıda devrim teknolojisi Boğaziçi Üniversitesi Yaşam Bilimleri Araştırma Merkezi ve Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Nesrin Özören’e, “oda sıcaklığında 30 gün boyunca muhafaza edilebilen aşı taşıyıcı protein mikrokürecik teknolojisi” buluşu için ABD ve Japonya’nın ardından Avrupa Patent Ofisi de patent verdi. 2009 yılından bu yana sürdürülen proje kapsamında geliştirilen “ASC

sağlamak amacıyla Boğaziçi Üniversitesi Yaşamboyu Eğitim Merkezi (BÜYEM) ve PwC Türkiye tarafından hayata geçirilen “Executive on Board” eğitim programında yeni dönem başlıyor. Türkiye’de yönetim kurulu üyelerine özel olarak hazırlanan ilk eğitim programı olma özelliği taşıyan “Executive on Board” 17 Kasım 2018-19 Ocak 2019 arasında Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilecek. Ayrıntılı bilgi için: www.buyem.boun.edu.tr

Etkin yönetim kurulu Ekonomiye yön veren yöneticilerin güncel konulara çözüm üretmesini

21

Boğaziçi’nde kung fu ve wushu heyecanı Boğaziçi Üniversitesi Demir Demirgil Salonu 9 Ekim’de “Charm of Chinese Kung Fu” başlıklı performans gösterisine ev sahipliği yaptı. Boğaziçi Üniversitesi Konfüçyus Enstitüsü ile Çin’deki Capital University of Physical Education and Sports iş birliğinde gerçekleştirilen etkinlikte, kung fu sporunun bir alt dalı olan “wushu” (Chinese kung fu) sanatının kökeni ve temsil ettiği değerler hakkında bilgi verildi. Panel ve konuşmaların ardından çok sayıda etkileyici performans sergilendi. Performans sergileyenler arasında Türkiye’den wushu sanatını icra eden bir takım da vardı. Kılıç, şemsiye, yazı fırçası gibi farklı araçlar kullanılarak icra edilen “Wushu” sanatı, insan ve doğa arasındaki uyumu temsil eden danslardan savaş zamanlarında düşmanı korkutmaya yönelik yapılan hareketlere kadar geniş bir konu yelpazesini kapsıyor.


En son haberler

sektör buluşmaları düzenlemeye başladı. TÜBİTAK BİLGEM Blockchain Araştırma Laboratuvarı Direktörü Doç. Dr. Mehmet Sabır Kiraz’ın konuk olduğu “Kripto Cüzdanların Geleceği” konulu ilk buluşma 25 Ekim’de Albert Long Hall’da gerçekleşti. Gelecek buluşmalardan haberdar olmak için: 2018.blockchaintalks.co

Siber güvenlik için nitelikli insan

Doğaya zarar vermeyen pestisit Dr. Necla Birgül Iyison, Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü laboratuvarlarında, Akdeniz ormanlarında yaşayan ve orman örtüsüne zarar veren çam kese kurdu adlı böcek türüne karşı doğal pestisit geliştiriyor. Diğer böcekler ve memeliler üzerinde etkili olmayacak bu pestisit, tarım ve zirai alanda kullanılan zararlı kimyasallara güçlü bir alternatif olacak.

Bilgi Sistemleri Araştırma Merkezi bünyesinde faaliyetlerini yürüten Boğaziçi Üniversitesi Yönetim Bilişim Sistemleri Siber Güvenlik Merkezi (BÜSİBER) ve Türkiye Siber Güvenlik Kümelenmesi iş birliğinde düzenlenen “Boğaziçi Siber Güvenlik ve KVKK için Yerli Milli Çözümler Zirvesi” 9 Ekim’de Albert Long Hall’da gerçekleştirildi. Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (KVKK) ve siber güvenlik konularında son gelişmelerin ele alındığı ve önerilerin sunulduğu etkinliğe kamu kurumları, üniversiteler, yerli siber güvenlik sanayi ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri katıldı. Zirvede nitelikli insan kaynağı ile siber güvenliğin yazılım ve donanım boyutlarıyla hızlı bir şekilde yerelleşmesi gerektiği kanısına varıldı.

Blockchain mercek altında Boğaziçi Üniversitesi İdari ve İktisadi Bilimler Fakültesi, sonsuz potansiyeli ile son dönemde oldukça dikkat çeken Blockchain teknolojisine dair farkındalığı artırmak ve ilgilileri bir araya getirmek için her ay “Blockchain Talks” başlığı altında

22

Gündem: Dış politika Türkiye’nin dış politikada karşı karşıya kaldığı meselelerde yapıcı ve kalıcı çözümlere ulaşmak adına düzenli olarak bir araya gelen Boğaziçi Üniversitesi-TÜSİAD Dış Politika Forumu (DPF), 21 Eylül’de TÜSİAD Toplantı Salonu’nda “Orta Doğu’da Yeni Dengeler: Değişimin Yönü” başlıklı bir panel düzenledi. Panelde İran ile imzalanan nükleer anlaşmadan ABD’nin çekildiği, Suudi Arabistan’da “reformist” kralın başa geçtiği, İsrail’in daha iddialı politikalar izlemeye başladığı ve Suriye’deki iç savaşın son aşamasına gelindiği bir süreçte Orta Doğu’daki jeopolitik düzenin geleceği masaya yatırıldı. Boğaziçi Üniversitesi-TÜSİAD Dış Politika Forumu Direktörü Prof. Dr. Hakan Yılmaz’ın moderatörlüğünde sürdürülen panelde konuşmacı olarak yer alan Paris Institute of Political Studies (Sciences Po) Öğretim Üyesi kıdemli Orta Doğu uzmanı Prof. Dr. Gilles Kepel, Orta Doğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Prof. Dr. Meliha Altunışık ve Marmara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Behlül Özkan, katılımcıların sorularını yanıtladı.



En son haberler

Kreatif verimlilik haritası

Eşit hayat mümkün

Akademik girişimciliğin temelleri Türkiye’de üniversitelerde geliştirilen teknolojilerin ticarileşmesini sağlayacak, üniversiteye ait özel statüdeki ilk anonim şirket olan Teknoloji Transfer Ofisi A.Ş., Boğaziçi Üniversitesi’nde kuruldu. Boğaziçi Üniversitesi Teknoloji Transfer Ofisi A.Ş., sanayi başta olmak üzere kamu ve özel sektör ile iş birlikleri yapacak, üretilen bilgiyi, yapılan buluşları fikri mülkiyet kapsamında koruma altına alacak ve buluşların ticarileşme süreçlerinde rol alacak.

Beyaz Baston ve Erişilebilirlik Festivali, bu yıl beşinci kez, Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüs yerleşkesinde 12-13 Ekim’de gerçekleştirildi. “Erişebiliyorsam eşit hayat, al bastonu eline bağımsızlığı tat” temalı bu yılki festivalde ilgi çekici farkındalık ve erişilebilirlik stantları kuruldu. Boğaziçi Üniversitesi bünyesinde bulunan Görme Engelliler Teknoloji ve Eğitim Laboratuvarı (GETEM) ve Engelsiz Erişim Derneği’nin iş birliğinde hayata geçirilen festivale küçük dokunuşlar ile hayatın herkes için eşit ve erişilebilir hale getirilebileceği fikri hakimdi. Engelleri kaldırmak adına düzenlenen festivale her yaştan ve kimlikten ziyaretçi katılım gösterdi.

Yaratıcı endüstrilerde verimliliğin sektörler bazında analizine ve verimlilik artışına yönelik politikalara odaklanan Kreatif Endüstrilerde Verimlilik Kongresi, Boğaziçi Üniversitesi ve Türkiye Verimlilik Vakfı iş birliğiyle 13-14 Ekim tarihlerinde gerçekleşti. Albert Long Hall’da düzenlenen kongre boyunca Türkiye’deki kreatif endüstrilerin verimliliği müzik ve gösteri sanatları; sinema, radyo ve televizyon; edebiyat ve yayıncılık; görsel sanatlar, medya ve reklamcılık; dijital kültür ve yeni iş modelleri ile kültürel miras ve kültürel ifadelerin çeşitliliği olmak üzere altı farklı komisyonda incelendi. Kongrenin açılış konuşmalarını Boğaziçi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmed Özkan ve Türkiye Verimlilik Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Cemalettin Kömürcü yaptı. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın da destek verdiği kongrede, kültürel ve yaratıcı endüstrilerin ülke ekonomisi üzerindeki etkileri ve bu alanların gelişimi için yenilikçi ve sürdürülebilir çözümler üretmenin önemi vurgulandı.

Lise öğrencileri yeniden Boğaziçi’nde Çocuk ve dil Boğaziçi Üniversitesi Kültür ve Sanat Komisyonu’nun sosyal, beşeri ve fen bilimlerini kapsayan “Açık Ders” dizisinin 20 Kasım tarihli semineri Sarıyer Belediyesi Yaşar Kemal Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilecek. BÜ Yabancı Diller Eğitimi Bölümü’nden Prof. Dr. Belma Haznedar’ın vereceği “Çocuk ve Dil” konulu açık derste erken çocukluk döneminde yabancı dil öğrenmenin bilişsel, sosyal, akademik katkıları ve dil öğretiminde çağdaş yöntemler tartışılacak.

24

2005 yılından bu yana lise öğrencilerine BÜ’nün kapılarını aralayan BOUN 101 Kış Okulu’nun 2019 programı 28 Ocak-1 Şubat arasında gerçekleşecek. BÜ Yaşamboyu Eğitim Merkezi’nin katkılarıyla düzenlenen programda lise öğrencileri, Boğaziçi Üniversitesi hocaları tarafından verilen dersler arasından seçecekleri beş derse katılabilecekler. Programın erken kayıt dönemi 21 Aralık 2018’de sona erecek. Kayıt ve ödemelerin tamamlanması için son tarih ise 21 Ocak 2019. Ayrıntılı bilgi için: boun101.boun.edu.tr



En son haberler Bu kitap denize yazıldı

Görüntü ve anlatıya dair Boğaziçi Üniversitesi Nâzım Hikmet Kültür ve Sanat Araştırma Merkezi, 23 Ekim’de Güney Kampüs Demir Demirgil Salonu’nda düzenlediği “Yazar & Şair Buluşmaları”nda bu kez hekim, yönetmen, oyuncu ve yazar Ercan Kesal ile belgesel sinemacı, eğitmen ve yazar Enis Rıza’yı ağırladı. Etkinlikte, Enis Rıza’nın 1910-2010 yılları arasından seçtiği ve Türkiye’nin yüzyıllık tarihine ışık tutan fotoğraflar ile Ercan Kesal’ın kendi hayatından esinlenerek yazdığı metinlerin buluştuğu Zamanın İzinde kitabının hazırlık süreci üzerine bir sohbet gerçekleşti.

1994 yılında BÜ Çeviribilim Bölümü’nden mezun olan Elif Daldeniz Baysan, kanserle mücadelesinin sonuna geldiğinde yaşam yolculuğunun tam ortasındaydı. 2012 yılında kaybettiğimiz Elif Daldeniz Baysan, çalışmalarıyla Türkiye’de çeviribilimin akademik bir disiplin olarak, çevirmenliğin de meslek olarak gelişmesine ön ayak oldu. Ayşe Sarısayın, Can Yayınları’ndan çıkan yeni kitabı Denize Yazıldı ile çocukluğu Almanya ve Türkiye arasında geçmiş Elif Daldeniz Baysan’ın iki dil ve kültür arasında şekillenen portresini sunuyor. “Bir insan nasıl olur da birbirinden çok farklı kişiliklere sahip bunca insanda aynı etkiyi yaratabilir?” sorusu çerçevesinde yazılmış kitap, biyografi yazımının inceliklerini barındırıyor.

Nükleer denemelerin dünü ve bugünü “Comprehensive Nuclear Test Ban Treaty (CTBT): Seismology and International Relations” başlıklı sempozyum 5 Ekim’de Rektörlük Konferans Salonu’nda gerçekleştirildi. Sempozyumda “Nükleer Denemelerin Kapsamlı Yasaklanması Antlaşması” çevresel ve diplomatik yönlerden ele alındı. Konuşmacılar, dikkatle izlenmesi gereken konulardan birinin K. Kore ve ABD arasındaki ilişki olduğunu ifade etti.

26

Sürdürülebilirlik için bir adım daha “Bugünün Araştırma Üniversitelerinin Küresel Görevleri: Sağlık, Enerji, Çevre ve Tarım” başlığıyla Çin’de düzenlenen 7. McDonnell International Scholars Academy Symposium, Boğaziçi Üniversitesi ve dünyanın farklı yerlerinden 35 üniversitenin katılımıyla gerçekleşti. Sempozyumda, katılımcılara 2011’den bu yana devam eden Boğaziçi Üniversitesi Yeşil Kampüs uygulamaları hakkında bilgi verildi; yosunlardan biyoyakıt üretimi gibi üniversite bünyesinde yapılan projelerden örnekler aktarıldı. Çin, Hindistan, ABD, Japonya ve Kore’den katılımcı üniversitelerin yer aldığı buluşmaya Türkiye’den Boğaziçi Üniversitesi ile beraber ODTÜ de katıldı. Aralarında Washington, Utrecht, Queensland, Pekin ve Hong Kong üniversitelerinin bulunduğu 21 partner okul, kampüslerinde karbon ayak izini azaltmaya yönelik projeleri kapsayan “University Campus Sustainability Declaration”a imza attı. Bildiri ayrıca üniversite kampüslerini daha sürdürülebilir hale getirmeye yönelik yaklaşımları tanıma, yeşil kaynaklar kullanma, enerji tasarrufu için çözümler geliştirme ve kampüslerde enerji, çevre ve sürdürülebilirlik konularındaki araştırma ve eğitimi destekleme gibi başlıklar içeriyor. Washington Üniversitesi merkezli McDonnell International Scholars Academy, 2005 yılından bu yana BÜ’nün de aralarında bulunduğu 35 partner üniversite ile araştırmaya yönelik akademik iş birlikleri kurarak küresel sorunlara yönelik bilinçlendirme çalışmaları yapıyor.


Vedat Yerlici’nin ardından Robert Kolej Mühendislik Okulu’nun ilk Türk dekanı ve Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi’nin kurucu dekanı Prof. Dr. Vedat Yerlici’yi kaybettik. Prof. Dr. Yerlici anısına 26 Temmuz’da Boğaziçi Üniversitesi Rektörlük Konferans Salonu’nda düzenlenen törene katılan meslektaşları, ailesi ve eski öğrencilerinin sözleriyle, Boğaziçi Üniversitesi ve camiası için sonsuz katkılarda bulunmuş olan hocamızı bir kez daha anıyoruz. “Vedat Hoca hep Boğaziçi ile doluydu. Her zaman Boğaziçi’nin içinde ve yanında oldu. Kurumu bugünkü değerleriyle bize emanet etti. Bize düşen, bu bayrağı daha da ileri taşımak.” Prof. Dr. Mehmed Özkan, Boğaziçi Üniversitesi Rektörü “Vedat Yerlici’nin bu kurumun elit haliyle kalabilmesi için çok değerli fikirleri vardı. Bu yaklaşımı zaman zaman eleştirilse de hocamızın bu çabasına sahip çıkmalıyız, o böyle olmasına çok sevinirdi.” Prof. Dr. Günay Anlaş, Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi Dekanı “Vedat Yerlici benim sadece meslektaşım değildi, aynı zamanda ustam, sırdaşım, destekçim ve yol göstericim oldu. Kendisi çok iyi ve sevgi dolu bir insandı, onu çok özlüyorum, artık daha da özleyeceğim.” Prof. Dr. Hilmi Luş, Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölüm Başkanı “Vedat büyümeye hiçbir zaman

karşı değildi; onun için kurumun sahip olduğu değerler kümesi çok önemliydi. Çok zevkli, çok yönlü, her şeyden zevk almasını bilen ve farklı zevklere her zaman açık biriydi. Örneğin klasik müzik aşığıydı ama alaturka müziği de can kulağıyla dinlerdi. Çok açık sözlüydü, düşündüğünü her zaman dobraca söylerdi. Eleştirilmekten de hiç gocunmazdı, kendisine yöneltilen her eleştiriden bir ders çıkarırdı. Ona her konuda danışabilirdim, beni çok güzel motive ederdi ve hastalığından sonra dahi beni çok dikkatli bir şekilde dinlerdi. Vedat benim idolümdü, sevdiğim kişiydi.” Günal Güven Yerlici, Eşi

süreçte kendisini her zaman yanımda görmek bana güç verdi. Camiamızın çok önemli bir üyesini kaybettik, hepimizin başı sağ olsun.” Prof. Dr. Üstün Ergüder, Boğaziçi Üniversitesi Eski Rektörü

“Acı haberi çok üzülerek aldım. Vedat Yerlici üniversitemizin temel direklerinden biriydi. Robert Kolej’in üniversiteleşme sürecinde çok önemli görevler üstlendi. Her zaman görüşlerine başvurduğumuz bir abimizdi, bunun dışında kişisel olarak da benim için her zaman bir rol modeli oldu. Rektörlük yaptığım

“Vedat Hoca, dekanlık yaparken de adeta ‘Dekan böyle olunur’ mesajı veriyordu. Kurumun bugünkü ender konumuna ulaşmasında katkıları çok büyüktü. Vedat Yerlici, Boğaziçi Üniversitesi ve ülkesi için gereğini yapmış olarak gönül rahatlığı içinde aramızdan ayrıldı.” Ekrem Ekinci, Kimya Mühendisliği Bölümü mezunu

H A Z I R L AYA N: G İ Z E M S E H E R ‘17

27

“Vedat Hoca’nın benim hayatımda çok önemli bir yeri vardı. 1969 yılında ABD’den dönüp kendisini ziyarete geldiğimde beni hocalık yapmaya yönlendiren o oldu. Onunla görüşmemden sonra hayatım baştan başa değişti. Hatta bu yüzden kendisine zaman zaman ‘velinimetim’ diye hitap ederdim.” Prof. Dr. Sabih Tansal, Boğaziçi Üniversitesi Eski Rektörü


K İ TA P

En son çıkanlar Yemeğe dair hatıralardan aşk öykülerine, bilim kurgu romanından otobiyografiye ve Türkiye’nin yakın dönem tarihine... Boğaziçili yazarların yeni kitapları raflarda yerini aldı. Geldiğimiz yeri, ailemizi ve çocukluk arkadaşlarımızı, bir yemeğin tadında, kokusunda hatırlıyoruz en çok. Yemek yazarı, yeme kültürü araştırmacısı ve gıda iletişimi uzmanı Güzin Yalın ‘79, yemeğe dair dokuz öyküyle karşımıza çıkıyor ve hafızalarımıza gömülmüş bu hatıraları bir araya getirerek, sıcacık bir dünya yaratıyor. Ziyafet ile annenizin hazırladığı o mütevazı ama özenli sofralara geri döneceksiniz. Güzin Yalın, “Ziyafet”, 2018, Ruhun Gıdası Kitaplar, 176 sayfa, 20 TL Boğaziçi Üniversitesi’nin değerli hocası Sosi Antikacıoğlu, kendisinin ve ailesinin geçmişini anlattığı yeni kitabında, Kırım hafızasına sahip bir Ermeni olmayı anlatıyor. Aile soyağacının dallarında gezinerek, Türkiye’nin “baki kalan” Ermenilerinin bölgesel ve sınıfsal olarak farklılaşan hayatlarından kesitler sunan Antikacıoğlu, bu kitabı Türkler okusun diye yazdığını dile getiriyor.

Kendisini uzun anlatılarıyla tanıyan okurunun karşısına bu sefer öyküleriyle çıkan Hikmet Hükümenoğlu ‘94; tuhaf aşk hikayelerini ve bilindik durumları incelikli bir mizahla anlatıyor. Hükümenoğlu yeni kitabında, hayatın içinde tükenmez bir yeri olan aşkı, epik sığınağından çıkararak, eksik ve hasarlı gerçekliğiyle yansıtmayı tercih ediyor. Kitabın sayfalarında gezinirken, sosyoekonomik farklılıklar sonucu çabucak biten şehirli aşklardan hayatları evlilikten sonra klişeye dönen pembe âşıklara, abartılı destanların gölgesinde yaşayan günümüz insanının farklı mutsuzluk hallerine şahit olacaksınız.

Sosi Antikacıoğlu, “Geçmişimden Sesler ve Renkler”, 2018, İletişim Yayınları, 270 sayfa, 28 TL Deneyimli gazeteci Mehveş Evin ‘93, Türkiye’nin bugünkü noktaya nasıl geldiğini sorguladığı yeni kitabında kadın meselesinden hukukun geçirdiği dönüşüme, yaşananların izini sürerek yakın tarihimizin panoramasını çıkarıyor. Buraya Nasıl Geldik; skandalların, utancın ve acının unutulmaması ve böylece tekrarlanmaması umuduyla hazırlanmış, başarılı bir araştırmacı-gazetecilik çalışması. Mehveş Evin, “A’dan Z’ye Buraya Nasıl Geldik”, 2018, Karakarga Yayınları, 528 sayfa, 36 TL Siyah Hatıralar Denizi, son baskısıyla yeniden raflarda yerini aldı. Okuyucuyu mekan, zaman ve varoluş üzerine düşünmeye iten kitapta olaylar, genç bir müfettişin iki bilim insanının intiharını araştırmak üzere gizemli bir otele gitmesiyle başlıyor. Raporunu hazırlayıp bir an önce eve dönmeyi amaçlayan müfettiş, otelin koridorlarında, farklı zaman boyutlarında askıda kalmış insanlarla karşılaşıyor.

Hikmet Hükümenoğlu, “Aşka İnanmayanlar için Aşk Öyküleri”, 2018, Can Yayınları, 136 sayfa, 14,5 TL

Mehmet Açar, “Siyah Hatıralar Denizi”, 2018, Doğan Kitap, 344 sayfa, 33 TL H A Z I R L AYA N: FAT İ M A Ç E L İ K ‘18

28



bu yana geçen 40 yılda Üniversiteye ve

10.000’den fazla burs

BÜVAK kuruluşundan bu yana

Burs Desteği %14

Üniversite’ye 88 M $ bağış aktardı, 10.000’den fazla BÜ öğrencisine burs sağladı. Akademik Destek ve Teşvik Faaliyetleri

45,0 M $

Sosyal, Kültürel ve İdari Destekler

Sosyal, Kültürel ve İdari Destekler %29

Akademik Destek ve Teşvik Faaliyetleri %51

BU YI L Bİ RLİ KTE B AŞARACAĞI Z !

25,4 M $

Bina Yapımı ve Restorasyonlar %6

Burs Desteği

12,4 M $

Bina Yapımı ve Restorasyonlar

5,3 M $

DA HA FA Z LA S I İ Çİ N Sİ Z D E D ESTEK VERİ N! BÜVAK, kuruluşundan bu yana, Üniversitesiye 88 M $ bağış aktardı, 10.000 öğrenciye burs desteği sağladı. Akademik destek ve teşvik faaliyetlerine 45 M $, sosyal, kültürel ve idari faaliyetlere 25.4 M $, burslara 12.4 M $, bina yapımı ve restorasyonlara 5.3 M $ destek verdi.

BURS HAVUZU

Alt veya üst limit olmaksızın tüm bağışlarla gereksinimi olan öğrencilerimize aktarılan burs desteğidir.

İSME BURS (450x 9 ay =4050 TL)

Kişi veya kurumlar adına, bir öğrencimize akademik yıl boyunca aylık verilen burstur.

Burs Ad ı

GEREKSİNİM BURSU

Bir öğrencimize akademik yıl boyunca belirli bir gereksinim için verilen burstur. YURT (2.250 TL)

YEMEK (1.350 TL)

KİTAP (450 TL)


B O Ğ A Z İ Ç İ Ü N İ V E R S İ T E S İ VA K F I BURS BAĞIŞI Bağışçı Adı Soyadı

Burs Adı HAVALE ile ÖDEME

Bölüm

T. GARANTİ BANKASI, Boğaziçi Üniversitesi Şubesi (303)

Mezuniyet Yılı

Hesap Adı: Boğaziçi Üniversitesi Vakfı

Adres

TL Hesabı: TR 18 0006 2000 3030 0006 2999 05 Açıklama: Burs Bağışı YAPI KREDİ BANKASI, Etiler Şubesi (0237)

Toplam Bağış Tutarı Taksit Sayısı • Tek seferde • 3 taksit • 6 taksit • 9 taksit Makbuzun Düzenleneceği Adres (Yukarıdakinden farklıysa)

Hesap Adı: Boğaziçi Üniversitesi Vakfı TL Hesabı: TR 18 0006 7010 0000 0061 2901 94 Açıklama: Burs Bağışı

KREDİ KARTI ile ÖDEME Banka Adı: E-posta

Kredi Kartı Cinsi • Visa • Master • Amex

Mobil Tel

Geçerlilik Tarihi

ONAY Adımın bağışçı onur listesinde yayınlanmasını onaylıyorum:

Kart No

• Evet • Hayır

CVV

Tarih

/

/ /

/ /

/

Bağışçı İmza

/

Vakfımız, Bakanlar Kurulu’nun 12 Ağustos 1993 tarih ve 93/4805 sayılı kararı ile vergi bağışıklığı hakkına sahip bulunmaktadır. Kamu Yararı Gözeten Vakıf statüsündedir.

AYDINLATMA METNİ 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu (“Kanun”) uyarınca “Veri Sorumlusu” sıfatına sahip Boğaziçi Üniversitesi Vakfı (“BÜVAK”) olarak bilgilerinizin tarafımızca güvenli bir şekilde saklanıp, kişisel verilerin korunması mevzuatına uygun şekilde, aşağıda açıklanan kapsamda işlendiğini belirtmek isteriz. 1. Kişisel Verilerin Hangi Amaçla İşleneceği: Kişisel verileriniz, BÜVAK’ın vakıf senedinde yer alan amaçlar ve hizmet konuları doğrultusunda sağlanacak hizmetlerin yasal çerçevede sunulabilmesi, BÜVAK bünyesine bağış ve yardımların alınması, BÜVAK tarafından burs imkanlarının sağlanması, yardımlarda bulunulması, BÜVAK’ın etkinlik ve organizasyon yönetim süreçlerinin icra edilebilmesi için ilgili kişilerle iletişimin sağlanması amacıyla iş birimleri tarafından gerekli faaliyetlerin yürütülmesi, süreli veya süresiz yayınlar yapılması, sözleşme ve mevzuattan doğan sorumlulukların yerine getirilmesi amaçlarıyla BÜVAK tarafından işlenecektir. 2. İşlenen Kişisel Verilerin Kimlere ve Hangi Amaçla Aktarılabileceği: Kişisel verileriniz, BÜVAK’ın vakıf senedinde yer alan amaçlar ve hizmet konuları doğrultusunda sağlanacak hizmetlerin yasal çerçevede sunulabilmesi, BÜVAK bünyesine bağış ve yardımların alınması, BÜVAK tarafından burs imkanlarının sağlanması, yardımlarda bulunulması, BÜVAK’ın etkinlik ve organizasyon yönetim süreçlerinin icra edilebilmesi için ilgili kişilerle iletişimin sağlanması amacıyla iş birimleri tarafından gerekli faaliyetlerin yürütülmesi, süreli veya süresiz yayınlar yapılması, sözleşme ve mevzuattan doğan sorumlulukların yerine getirilmesi amaçlarıyla, hizmet aldığımız iş ortaklarımızla, tedarikçilerimizle, Boğaziçi Üniversitesi, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği de dahil işbirliği yaptığımız program ortağı kuruluşlarla ve hukuki yükümlülüğümüzü yerine getirebilmek amacıyla kanunen yetkili kılınan mercilerle paylaşılabilecektir. 3. Kişisel Veri Toplamanın Yöntemi ve Hukuki Sebebi: Kişisel verileriniz, kanunlarda açıkça öngörülmesi, bir sözleşmenin kurulması veya ifasıyla doğrudan doğruya ilgili olması kaydıyla sözleşmenin taraflarına ait kişisel verilerin işlenmesinin gerekli olması ve BÜVAK’ın hukuki yükümlülüklerini eksiksiz ve doğru bir şekilde yerine getirebilmesi amacıyla edinilmekte ve bu hukuki sebeple edinilen kişisel verileriniz sözlü, yazılı veya elektronik ortam da dahil olmak üzere çeşitli toplama yöntemleri ile toplanmaktadır. 4. Veri Sahibinin Kanun’un 11. maddesinde Sayılan Hakları: Kanun’un 11. maddesi uyarınca; veri sahipleri, yazılı olarak veya Kişisel Verileri Koruma Kurulu’nun belirlediği diğer yöntemlerle ¹ BÜVAK’a başvurarak; kişisel verilerinin işlenip işlenmediğini öğrenme, kişisel verileri işlenmişse, buna ilişkin bilgi talep etme, kişisel verileri işleniyorsa, kişisel verilerin işlenme amacını ve bunların amacına uygun kullanılıp kullanılmadığını öğrenme, kişisel verileri yurt içinde veya yurt dışında üçüncü kişilere aktarılıyorsa, kişisel verilerin aktarıldığı üçüncü kişileri bilme, kişisel verilerinin eksik tveya yanlış işlenmiş olması halinde bunların düzeltilmesini isteme ve bu kapsamda yapılan işlemin kişisel verilerin aktarıldığı üçüncü kişilere bildirilmesini isteme, Kanun ve ilgili diğer kanun hükümlerine uygun olarak işlenmiş olmasına rağmen, işlenmesini gerektiren sebeplerin ortadan kalkması halinde kişisel verilerinin silinmesini veya yok edilmesini isteme ve bu kapsamda yapılan işlemin kişisel verilerin aktarıldığı üçüncü kişilere bildirilmesini isteme, işlenen verilerin münhasıran otomatik sistemler vasıtasıyla analiz edilmesi suretiyle kendisi aleyhine bir sonucun ortaya çıkmasına itiraz etme, kişisel verilerinin kanuna aykırı olarak işlenmesi sebebiyle zarara uğraması halinde, zararın giderilmesini talep etme haklarına sahiptir. 2 1 10.03.2018 tarih ve 30356 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Veri Sorumlusuna Başvuru Usul ve Esasları Hakkında Tebliğ” uyarınca; veri sahipleri, Kanun’un 11. maddesinde belirtilen hakları kapsamında taleplerini, yazılı olarak veya kayıtlı elektronik posta (KEP) adresi, güvenli elektronik imza, mobil imza ya da veri sahibi tarafından BÜVAK’a daha önce bildirilen ve BÜVAK’ın sisteminde kayıtlı bulunan elektronik posta adresini kullanmak suretiyle veya başvuru amacına yönelik geliştirilmiş bir yazılım ya da uygulama vasıtasıyla BÜVAK’a iletir. 2 Bu konuda detaylı bilgi için https://www.buvak.org.tr/index.php?sayfa=67 internet adresini ziyaret edebilirsiniz.

Boğaziçi Üniversitesi Vakfı tarafından yürütülen bağış toplama kampanyaları, 2860 sayılı Yardım Toplama Kanunu’nun 2. Maddesinin 2. Fıkrası hükmü uyarınca sadece Boğaziçi Üniversitesi Mensuplarına, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlarına, Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği üyelerine, Boğaziçi Üniversitesi Vakfı Mütevellilerine yönelik hazırlanmıştır.

online bağış www.buvak.org.tr buvakbagis@boun.edu.tr T 0 212 359 72 50 F 0 212 257 37 62


SİNEMA

Sınıf’taki karşılaşmalar Sınıf, aile dışı otoriteyle ilk kez karşılaşıp, onunla nasıl müzakere etmemiz gerektiğini öğrendiğimiz yer. Kendi kabuğumuzdan sıyrılıp kamusal alana geçişin en önemli egzersizini yaptığımız bu mekanda farklı olanla temasa geçip, bir arada yaşama pratiğini deneyimliyoruz.

B

izim coğrafyada eğitim sistemi; sınavları, yönetmelikleri ve müfredatıyla öylesine sık makro değişimler geçiriyor ki, bazen sınıf dediğimiz mekanın kendisinin hayatımıza tesiri gölgede kalıyor. “Karşılaşmalar alanı” olan sınıflarda belki de bir daha tecrübe edemeyeceğimiz bir diyalogun ortasına çok küçük yaşta atıldığımızı unutuyoruz. Dünyanın dümen kırdığı yeni rotada, sınıfın giderek vazgeçilebilir bir ortam, dijital çağın yeni araçlarıyla ikame edilebilir bir eski moda öğrenme biçimi olarak görülmeye başlaması, bir tür endişe ve kedere sevk ediyor insanı. Bir mekan olarak sınıfın itibarını kaybetmesiyle, okul

dediğimiz deneyimin kendisini, piyasaya uygun, uysal bireyler yetiştiren bir tektipleştirici torna olarak görme eğilimi de etkin şüphesiz. Peki, tartışmamız gereken sınıfın gerekliliği ya da klasik eğitimin meşruiyeti mi, yoksa eğitimi hangi değerler temelinde inşa etmemiz gerektiği mi? Bazen bir filmde karşımıza çıkan kurmaca bir sınıf, bu tartışmaları yeniden canlandırabiliyor. Gösterime girer girmez büyük ses getiren Sınıf (Entre les murs, 2008), bu imkanı, kamerasını bir okulun sınırlarından hiç çıkarmadan yaratıyor. Laurent Cantet’nin yönettiği film, sistemin gediklerini gösterme konusunda elini hiç korkak alıştırmıyor ancak sınıfın ortak yaşama kültürünün temelinde YA Z I: A B B A S B O Z K U R T ‘0 8

32

yattığını da kuvvetle hissettiriyor. 2008’de Cannes’da yarışan ve Altın Palmiye’yi alarak büyük bir sürprize imza atan bu Fransız yapımı film, Paris’in kenar mahallelerinden birindeki sıradan bir devlet lisesine götürüyor bizi. Fransızca öğretmeni François Marin ile bir ortaokul sınıfının eğitim döneminden kesitler izliyoruz. Filmin merkezindeki sınıfın dışına nadiren çıktığımızda ise yalnızca okul bahçesini ya da öğretmenler odasını görebiliyoruz. Bu sınırlı mekan kullanımı, kısıtlayıcı olmak yerine, karakterlerle derinlikli ilişki kurmamızı sağlıyor. Öğretmen Marin’i canlandıran François Bégaudeau, filmin uyarlandığı kitabın da yazarı.


Kendisi de benzer bir öğretmenlik deneyimine sahip Bégaudeau, beyaz, üst orta sınıf bir Fransız öğretmen olmanın ne demek olduğunu, konumunun ayrıcalığının onu nelere kör edebildiğini eşine az rastlanır bir açıklıkla araştırıyor. Kendi zaaflarını ve çıkmaza sürüklendiği noktaları yerinde tespitlerle ifade ediyor. Bunu yaparken makro olan ile kişisel tercihler, yatkınlıklar ve ön yargılar arasında muazzam bir denge yakalıyor. Bégaudeau’nun sınıfında, her biri bir anlamda kendini canlandıran amatör oyuncular var. Bu amatörlük, sınıfta yaşanan tartışmalara tuhaf bir akıcılık ve doğallık hissi veriyor. Evlerinin içine hiç giremesek bile, nasıl bir mahallede yaşadıklarını, hangi etnik kökene sahip olduklarını ve hatta yaşama bakışlarını sınıftaki hararetli tartışmaların içinden çekip çıkarabiliyoruz. Filmdeki okul, Paris’in en yoğun göç alan bölgelerinden birinde bulunuyor. 2005’te yangın yerine dönen şehrin ayaklanan mahallelerinden biri belki de. Eski Fransız sömürgelerinden gelen siyah öğrenciler, Fransız kimliğini sürekli sorgulayan Cezayirli, Tunuslu öğrenciler, aileleri yıllardır Fransa’da yaşasa da oturma izni alamamış göçmenlerin çocukları… Laurent Cantet, Fransa toplumundaki tartışmaların bir mikro modeli olarak kuruyor bu sınıfı ama bunu öylesine hakiki diyaloglar üzerinden yapıyor ki, “Fransa alegorisi” gibi soğuk bir formülden çok öte bir film çıkıyor ortaya. Başrol oyuncumuz, beyaz Fransız

Marin, ne idealleştirilmiş kusursuz bir eğitmen ne de bunun antitezi: Kimi zaman özverili ve öğrencileri geliştirmek için didinen; kimi zamansa öğrencilerinin Fransız kimliğine mesafesini algılayamayan, ona meydan okundukça hakimiyetini yitiren, sınıf içinde küçük felaketlere yol açabilen bir adam var karşımızda. Marin’in ve diğer beyaz Fransız öğretmenlerin temsil ettiklerini yargılamak gibi bir ihtiyacı mütemadiyen duysak da, film bu konuda elimize hiç koz vermiyor. Yaşanan olaylara herkes müdahil olsa da, kimseyi kolaylıkla sorunların kaynağı olarak gösteremiyoruz.

Kara tahtanın ideolojisi Sınıf, eğitimin hangi değerler üzerine kurulması ya da öğrencilere karşı ne tür davranışlar sergilenmesi gerektiğine dair didaktik bir söylev içermiyor. Aksine her şeyin ne kadar bulanık ve çetrefil bir bölgede gerçekleştiğini anlatıyor. Sınıf dediğimiz toplumsal çekirdeğin kimlik karmaşalarını yansıttığını ve siyasi gündemden hiçbir zaman bağımsız olmadığını bir kez daha fark ediyoruz filmi izlerken. Bu yüzden, sınıf dediğimiz yer, kamusal hayatın ilk merhalesi olarak büyük bir olanak barındırıyor. Filmin en can alıcı anlarından birinde, Tunus asıllı öğrencilerden Esmeralda, öğretmenin örnek olsun diye tahtaya yazdığı cümlelerde hep basmakalıp isimler olduğundan dem vuruyor. Bu hayli zeki ve zekasını sürekli öğretmenin otoritesini sorgulamak için kullanan lafazan öğrenci, “Bizim

33

etrafımızdaki tiplerin böyle isimleri yok ki!” diye serzenişte bulunuyor. Tahtaya yazılan isimlerin ve gramer kitaplarında kullanılan kalıpların dışlayıcı olabileceğini gösteriyor sivri diliyle. Marin, bu çıkış karşısında afallıyor, neden hep belli kesimleri temsil eden isimleri kullandığının açıklamasını yapamıyor. Neredeyse her biri çeşitli yollarla (çoğunlukla da futbol üzerinden) “Fransızlıklarıyla” kavga eden çocuklarla irtibatını yer yer kaybediyor. Sınıf’ın en dikkat çekici tarafı, kimlik karmaşasındaki öğrenciler ile beyaz Fransız otoritesi Marin’i, sürekli değişen bir güç dengesi ve iki tarafın da durmadan kendini sorguladığı, karşısındakine sesini duyurmak için tutkuyla çabaladığı bir kavga içinde bırakması oluyor. Nihayetinde öğrencileri ve öğretmenleri bahçede futbol maçı yaparken görüyoruz. Dönem sonlandığında bu iki cephe arasındaki didişme canlılığını korurken, varlıklarını birbirine kabul ettirmek için mücadele etme pratikleri de devam ediyor. Eğitimi, diyalog platformu yaratmak için süregiden bir müzakere olarak resmediyor film. Sınıf belki Jean Vigo’nun şiirsel gerçekçi filmi Hal ve Gidiş Sıfır (Zéro de conduite, 1933) gibi anarşizan öğrencilere sahip olmadığından bir sinema klasiği olarak anılmayacak; ancak çizdiği bu çetin, bulanık ama umutsuz olmayan sınıf ortamıyla eğitim üzerine düşünmek adına çok daha elverişli bir başlangıç noktası.


DÜŞÜNCE

Başarıya giden yol Başarısız olmadan başarılı olmak mümkün mü? Kimin başarılı olup kimin olmadığına nasıl karar veriliyor? Farklı zamanlarda yaşamış, iki karakterimiz var. İlki bir kadın, ikincisi bir adam. Kadın, kendi tanımıyla başarıyı, başkalarının tanımıyla “başarısız” olup dibe vurduktan sonra yakalıyor. Şanslı olmalı ki, başarısının mutluluğunu hayattayken yaşayabiliyor. Adam, kendi tanımıyla başarıyı hayattayken yakaladı mı bilmiyoruz ama başkalarının tanımıyla “başarısız”. Buna rağmen hayattaki tek tutkusuna sarılıyor kısa yaşamı boyunca. Başkalarının tanımıyla “başarı”yı trajik ölümünden sonra yakalıyor. Kadın: Tanımadığınız bir ülkedesiniz, bir yıl kadar süren ve yürümediği için sonlandırdığınız bir evliliğin ardından bir yaşındaki kızınızla yalnız başınasınız. Üstelik kısa bir

süre önce annenizi MS hastalığı yüzünden genç yaşta kaybetmişsiniz. Neredeyse hiç paranız yok ve devlet desteğiyle yaşamak üzere ülkenize dönüyorsunuz. Ağır bir depresyondasınız. En yakın çevrenizin sizin için duyduğu endişeler ve hayatta başınıza gelmesinden korktuğunuz tüm kötü olasılıklar bir anda gerçek oluvermiş. Yapmak istediğiniz tek bir şey var: Yazmak. Adam: Okulu bırakıp, 16 yaşında çalışmaya başlıyorsunuz. Çeşitli işlerde oyalandıktan sonra tekrar okumaya karar veriyorsunuz, aileniz sizi destekliyor fakat sınavlara çalışmak yerine şehrin sokaklarında gezinmeyi tercih ediyorsunuz. 24 yaşındasınız ama hayattaki amacınıza dair en ufak bir fikriniz yok. Din adamı YA Z I: C E M U Ç A N ‘96

34

olmak için çabalıyorsunuz fakat sizi takip edecek bir cemaat oluşturamıyorsunuz. Düzenli olarak yaptığınız tek şey, erkek kardeşinizle mektuplaşmak. Kardeşiniz bir gün, ona gönderdiğiniz mektuplara çiziktirdiğiniz resimlere bakarak, resim yapmaya odaklanmanızı tavsiye ediyor. 27 yaşındasınız, hiçbir geliriniz yok ama kardeşinizin tavsiyesini dikkate alarak resim teknikleri üzerine çalışmaya başlıyorsunuz. Yapmak istediğinizi bildiğiniz tek bir şey var: Resim yapmak. Kadın: Hayatta daha fazla dibe vuramayacağınızı düşündüğünüz bir noktada özgürleştiğinizi hissediyorsunuz. Küçük kızınızı yalnız başınıza büyütürken, en büyük tutkunuzu da bırakmıyorsunuz. Ufaklığı arabasına atıp yollara


düşüyor, o uyuduğunda bir kafeye oturup hemen aklınızdaki hikayeleri kağıda döküyorsunuz. Geceleri uyumadan yazmaya devam ediyor, bir yandan da yayınevleri tarafından sürekli reddediliyorsunuz. Adam: Avrupa’nın birçok şehrini dolaşıp resim teknikleri çalışıyorsunuz. Paranız yok, kardeşinizin yolladıklarıyla geçiniyorsunuz. Bir gün kardeşinize, yolladığı paralara karşılık yaptığınız resimleri teklif ediyorsunuz. Hayatı boyunca yanınızda olan kardeşiniz bunu kabul ediyor. Çağdaşlarınızın yaptığı resimlere bakıp kendi tekniğinizin üstün yanlarını görüyorsunuz ama henüz hiçbir resminiz satılmıyor. Buraya kadar her şey farklı zamanlarda yaşayan iki insanın “başarısızlık” hikayesi gibi duruyor. Kıstasları net bir şekilde belli olmasa da her ikisi de, kendi tarihçelerinin buraya kadar olan bölümünde “başarısız” olarak tanımlanıyorlar, en azından çevreleri tarafından. Buraya kadarki hikayelerinden kim olduklarını çıkaramadıysanız daha fazla bekletmeden ilerleyeyim… Kadın: Bir gün, bir tren istasyonunda, yaklaşık dört saat rötarla kalkacak

olan treninizde beklerken, aklınızda bir hikaye beliriyor: Büyücü olmak isteyen, esmer, küçük bir çocuğun hikayesi. Yazmaya başlıyorsunuz. Kafelerde, evde, fırsat bulduğunuz her yerde. Nihayet hikayeyi tamamladığınızda sizi temsil etmesi için bir yazar ajansına ilk birkaç bölümünü gönderip bekliyorsunuz. Ve yine bir gün, her ne kadar çocuk kitaplarının ticari başarı getireceğine inanmasa da, bir yazar ajansı sizi temsil etmeye karar veriyor. Adam: Resim yapmaya, dersler almaya devam ediyorsunuz. Kardeşinizin desteğiyle çağdaşınız olan ressamlarla tanışıyor, onlarla birlikte çalışma fırsatı yakalıyorsunuz. Resimleriniz bir iki sergide yer alıyor ama hâlâ hiç kimse resimlerinizi satın almıyor. Depresyonla mücadele etmeye çalışıyorsunuz, artık işin ciddiyeti kendinize zarar verme noktasına geliyor. Hayatınızın sonuna kadar kardeşinizin koruması altında yaşarken, ağır depresyon sonucunda intihar ederek ölüyorsunuz. J. K. Rowling, dünyanın en ünlü, kitapları en fazla satan yazarları arasında. Manchester-Londra treninde beklerken aklına gelen karakteri Harry Potter sayesinde, hem çocukların hem de yetişkinlerin

35

dünyasında önemli bir yere sahip. Dibi gördükten sonra ne yapmak istediğine karar veriyor ve yazmaya başlıyor. Öncesinde hep başkalarının “başarı” kriterlerine göre hayatını şekillendirdiği için 27 yaşında kendini amaçsız ve başarısız buluyor. Başına daha kötü bir şey gelemeyeceğini düşündüğü için kendi yolunu seçiyor. Vincent Van Gogh, 37 yıllık kısa yaşamında sadece bir resmini satabilmiş, kardeşi Theo’nun desteğiyle yaşamını sürdürmüş. Başkalarının “başarı” kriterlerine göre kusursuz bir “başarısız”. Ölümünden sonra kardeşi Theo’nun ve Theo’nun eşinin çabalarıyla Batı sanat tarihinin ve tüm dünyanın en önemli ressamları arasında yerini alıyor. Yaşarken kendini nasıl tanımlardı bilmiyorum ama öldükten sonra başkalarının tanımıyla başarıyı elde ettiğini söylemek mümkün. “Başarılı” olmak için birçok etken sayabilirsiniz. Hepsi aynı anda doğru ve yanlış da olabilir. Herkesi tatmin eden bir tanım bulmak zor. Zaten amacım da tanımlar yapmak değil. Kapanışı Sir Colin R. Davis’ten bir alıntıyla yapalım: “Başarıya giden yol ile başarısızlığa giden yol neredeyse aynıdır.”


S ÖY L E Ş İ

Geleneklerden güç alıp

Değişimin öncüsü olmak Üniversitemizin rektörü Prof. Dr. Mehmed Özkan ile yöneticiliğinin bir adım ötesinde; üniversite olgusuna, bilime, eğitime, merak duymaya, ömür boyu öğrenci olmaya dair...

ile fayda üretmek arasındaki farka, yükseköğretimin ortaöğretimden beklentilerinden Avrupa Üniversiteler Birliği toplantılarında konuşulan başlıklara uzanan kapsamlı bir söyleşinin ardından şuna karar verdim: Prof. Dr. Mehmed Özkan; yönetici, araştırmacı ve öğretmen kimliklerine ek olarak, okulda geçirdiği süreyi öğrenmeye devam etmek için kullanan, temel itkisi “merak” olan hevesli bir öğrenci.

İdari görevleri üstlenmek, hocaları öğrencilerinden öyle ya da böyle uzaklaştırıyor, onları bir ölçüde değiştiriyor. Bundan olsa gerek; Boğaziçi Üniversitesi Güney Kampüs’teki Rektörlük Makam Odası’na girerken bir yönetici mi, araştırmacı mı, yoksa bir öğretmen ile mi görüşeceğimden açıkçası pek emin değildim. Boğaziçi Üniversitesi’nin konumu ve karakterinden bilim yapmak

S ÖY L E Ş İ: E LV İ N V U R A L ‘12 / F O T O Ğ R A F L A R : E N G İ N I R I Z

36



Boğaziçi Üniversitesi, Türkiye’de nasıl bir konuma sahip? Boğaziçi Üniversitesi (BÜ), Türkiye’nin ilklerinden olmasının yanı sıra, yükseköğretimde farklı bir ekolü temsil ediyor. Türkiye’deki üniversitelerin çoğuna Alman ve Fransız gibi Avrupa ekolleri hakim. BÜ’nün kuruluşunda ise bildiğimiz gibi ABD çok etkili. Haliyle burada ABD’de yaygın olan eğitim sistemi benimsenmiş. BÜ’de ekol farklılığı; öğretim üyeleri ile öğrenciler arasındaki ilişkilerden öğretim üyelerinin kendi aralarındaki ilişkilerine ve not sistemine kadar birçok farklı alanda kendini gösteriyor. Bölümler arası geçirgenliği ve etkileşimi korumak, disiplinler arası çalışmaları en üst düzeyde tutmak, bizde önceliktir. BÜ’nün birçok alanda öne çıkmasının sebeplerinden biri, kuruluşundan bu yana temel bilimler kökenli bir üniversite olması. Temel bilimlere her zaman yatırım yapılmış, hatta günü gelmiş, kaynaklar temel bilimlere aktarılmış, bölümünden bağımsız olarak tüm öğrencilerinin matematik, fizik, psikoloji, insanlık tarihi gibi ortak dersler alması sağlanmış. Üniversitemiz, temel bilimler eğitiminde çok güçlü olduğu için sosyal ve fen alanlarında da çok başarılı. Öğrencilerimiz adeta alet çantası toplar gibi farklı yetenek ve bilgi kümelerini kapsayan bir temel eğitimden geçerek donanımlı hale geliyor; bilginin sadece kendisini değil, onu nasıl kullanacağını da öğreniyor. Boğaziçi Üniversitesi köklü gelenekleriyle öne çıkıyor. Peki geleneklerine bu denli bağlı olmak beraberinde dezavantaj da getiriyor mu? Geleneklere sahip olmak, bir noktada tutuculuğa, yeniliğe kapalı olmaya dönüşebiliyor. Bunun önüne geçmek gerekiyor elbette. Teknopark örneğini ele alalım. BÜ, üniversitenin sadece teknoloji ve ürün geliştirme odaklı olmaması gerektiğine inandığı için teknopark süreçlerinde biraz gecikmeli yer almaya başladı. Üniversitenin bilginin üretildiği bir kurum olması lazım; araştırma da

yapılacak ama illaki ticarileşme amaçlı olmak zorunda değil. Bilgi üretme, bilinmeyeni merak etme, keşfetme ve bulma üzerine yapılan çalışmalar, üniversitemizde hep teşvik edilmiş. Teknoloji üretme odaklı olunduğu zaman, var olan bilginin ürüne dönüşme sürecini teşvik ediyorsunuz. Burada bence üniversitemiz bilinçli olarak bir adım geride durmuş. Dolayısıyla dengeyi tutturmak lazım: Hem bilim için yani aslında “merak” için bilim yapmaya devam etmemiz hem de bilimden teknolojiye çıktılar sağlamamız gerekiyor. Her ne kadar temel bilimlere ağırlık veren bir üniversite olsa da BÜ, son yıllarda teknoparklarıyla da adından sıkça söz ettiriyor. Şu an teknoparklarımız ne durumda? Teknopark açılımını gerçekleştirdikten sonra Türkiye’de ilklere imza atmaya devam ettik. Yükseköğretim mevzuatı, üniversitelerin şirket kurmasına izin veren maddeyi yakın zamanda kabul etti. Bunun üzerine biz de Teknoloji Transfer Ofisi’mizi, yüzde 100 hissedarı Boğaziçi Üniversitesi olan anonim bir şirkete dönüştürdük. Birçok üniversite bizimle bu konuda irtibat kurup süreç hakkında bilgi istiyor ve biz de onlara yardımcı olmaya çalışıyoruz. Yeni teknoparklarımızı uzmanlaşarak, tematik yapılarda kuruyoruz. Bunların ikisi sonuçlandı. Bir tanesi bu yıl Dudullu Organize Sanayi Bölgesi’nde devreye girdi. 20 bin metrekare alan üzerinde kurulmuş bu teknoparkın 1000 metrekareye yakın bir bölümü; öğretmen, öğrenci, mezun veya okul dışı girişimcilerin kuluçka dönemindeki projelerinin ve fikirlerinin ürüne dönüştürülmesi için destek vermeye ayrılmış durumda. Borsa İstanbul, İstanbul Teknik Üniversitesi ve İstanbul Ticaret Üniversitesi ile ortaklaşa yürüttüğümüz bir proje olan diğer teknoparkımızın şirketleşme süreci de tamamlandı, inşaatı yakında başlayacak ve bir yıl içerisinde devreye girmiş olacak. Böylece 2019 yılında üç teknoparka sahip olacağız. Henüz çalışmalarına devam ettiğimiz

38

iki teknopark projemiz daha var. Bir yanda topluma fayda üretme, diğer yanda da sizin “merak” için bilim yapma dediğiniz iki olgu var. Bunlar çoğu zaman birbirine karşıtmış gibi ele alınıyor. Sizce bu iki olgu gerçekten de birbirine zıt mı? Aksine, biri olmadan diğerinin olması mümkün değil. Büyük buluşların, yeniliklerin ve teknolojinin topluma kazandırıldığı süreçlerin önemli bir kısmı tesadüf gibi gözüküyor. Oysa mühim olan bunları üretebilecek görüşe sahip olmak. Bu da yine donanımlı ve meraklı olmayı gerektiriyor. Sadece inovasyon yapmak için yapılan yatırımların etkisi çok sürmüyor. Sürdürülebilirlik için temelin sağlam olması lazım, bu da temel bilimlerde güçlü olmak demek. Tabii üniversite içinde biriken bilginin topluma aktarılmasının başka yolları da var. Bunun en önemli örneği, BÜ Yaşamboyu Eğitim Merkezi. Büyük sanayi kuruluşlarından belediyelerin eğitim merkezlerine, ilkokul seviyesinden çok ileri yaşlara kadar geniş bir kitleye hitap eden eğitim programlarımız var ve bu merkez, eğitimleriyle gün geçtikçe güçleniyor. Boğaziçi Üniversitesi için “liberal arts college” tanımı kullanılabilir. Sınırları belli bir mesleki eğitimden ziyade, daha geniş bir hayat görüşü ve perspektif sunmayı hedefleyen bir okul modeli bu. Sizce bu durum bir avantaj mı? Özellikle tercih dönemlerinde “Üniversite bir son mu?” gibi sorular çok sorulur. Tabii ki değil. Üniversite deneyimi aslında bir çalışmanın, akademik kariyerin orta noktası. Ben bu sürece “kavşak” demeyi uygun görüyorum. Mühim olan içinde bulunduğumuz kavşakta, önümüzdeki alternatiflerin çok ve çeşitli olabilmesi. “Liberal arts college” yapısı, yanlış yola ya da çıkmaz sokağa girildiğinde, “olan oldu” şeklinde çıkışsız bir psikolojiye girmemize engel oluyor. Çünkü önümüzdeki alternatifler çok fazla. Bizim


üniversitemiz, işte bu imkanı sağlıyor öğrencilerine. Öğrencilerimiz, buradan araştırma kültürü edinerek mezun oluyorlar. Disiplinler arası geçirgenliğin verdiği bir özellik bu. Girdikleri her alanda yenilikçi ve araştırmacı duruşlarıyla öne çıkıyorlar. Bu yüzden de çok tercih ediliyorlar. Dolayısıyla bu korunması gereken bir yapı. Yaşam bilimleri, enerji, finans ya da göç gibi farklı disiplinlerin bilgi birikimine ihtiyaç duyulan alanlarındaki çalışmalarda bu kadar öne çıkmamızın en önemli sebebi bu. Üniversitede felsefe, sosyoloji, siyaset bilimi gibi mesleki eğitim vermeyen bölümlerden mezun olan öğrencilerin çoğu hayatlarının bir noktasında meslek kaygısı yaşarken, mesleki eğitim alanlar, dar bir alana hapsolmuş oldukları hissine kapılıyor. Mesleki eğitim ile temel bilimler eğitimi arasındaki ayrım hâlâ bu denli keskin mi?

Aslında bakarsanız bu, tüm dünyada tartışılan bir konu. Günümüzde üniversite eğitimi, farklı beceriler kazanılan ve bu becerilerin nasıl kullanılacağının öğrenildiği bir sürece dönüşmüş durumda. Mezun olduktan sonra ise edinilen bu becerileri dönüştürme ve uygulama aşamasına geçiliyor. Dolayısıyla mesleki eğitim ya da temel bilimler eğitimi pek fark etmiyor artık. Üniversite süreci ne denli güçlü ve dolu geçirilirse, sonrasında o denli başarılı olunuyor. Örneğin ben elektronik mühendisliği mezunuyum, biyomedikalde uzmanlaştım, yapay zeka alanında ise robotlara odaklandım. Geldiğim nokta elektroniğin yalnızca bir alt konusu; hatta mekatronik ya da bilişim teknolojileri gibi elektroniğin dışına taşan konulara da dokunuyor. Yeri geliyor, biyoloji ve anatomi öğrenmemi gerektiren durumlarla karşılaşıyorum. Üstelik günün birinde

39

“Özellikle tercih dönemlerinde ‘Üniversite bir son mu?’ gibi sorular çok sorulur. Tabii ki değil. Üniversite deneyimi aslında bir çalışmanın, akademik kariyerin orta noktası. Ben bu sürece ‘kavşak’ demeyi uygun görüyorum. Mühim olan içinde bulunduğumuz kavşakta, önümüzdeki alternatiflerin çok ve çeşitli olabilmesi.“


hiç alakam olmadığı halde yöneticilik yaparken buluyorum kendimi. Dolayısıyla, lisans seviyesinde aldığım eğitim bana tüm bu geçişkenliği sürdürebilme altyapısı sağlıyor. Edindiğim temel, yöneticilik yaparken bile işime yarıyor. Dijital dönüşümle birlikte şimdilerde soyut matematiksel denklemleri çözmeyi öğrenmek yerine tarımda nasıl daha verimli üretim yapılabileceği gibi konuları öğrenmemiz gerektiğini düşünenler var. Siz bu tartışmaların neresindesiniz? Harvard, MIT ya da Stanford gibi köklü üniversitelere baktığımızda, hâlâ bilimin temelini sıkı sıkıya tuttuklarını, hiçbir koşulda bırakmadıklarını görüyoruz. Bence tarımda üretimi doğru ve verimli hale getirebilmemiz için öncelikle soyut matematik bilmeye ihtiyacımız var. Çünkü aslında temel becerilere sahip olmadan bu tür alanlarda yenilik yapabilmemiz ve teknoloji geliştirebilmemiz mümkün değil. Öte yandan dijital dönüşüm, tabii ki eğitimi ve bilginin aktarılış şeklini etkiliyor. Artık uzaktan eğitim gibi süreçlere evimizden dahil olabiliyoruz. Ancak, başarılı örnekleri olmakla beraber, uzaktan eğitim programlarının başarı düzeyi oldukça düşük. Bunun en temel nedeni, sınıf içerisinde yaşanan öğretmen-öğrenci ilişkisinin sağlanamaması. Dijital dönüşüm, bize yoğun bilgiye yaygın ve kolay bir şekilde ulaşma imkanı tanıyor. O bilgiyi özümseme ve dönüştürme becerisi ise klasik eğitim sistemi ile mümkün. Lisans ve lisansüstü eğitim kurumlarının ortaöğretimden ne gibi beklentileri var? Bu beklentiler Türkiye’de karşılanıyor mu? PISA skorlarında maalesef durumumuz pek iç açısı görünmüyor. Bu sonuçları anlamamız, başarısızlığın nedenlerini araştırmamız gerekiyor. İnsanımızın kapasitesinden şüphemiz yok. Bu ülkenin kapasitesinin doğru koşullarda ne denli yükselebildiğini BÜ’ye gelen

öğrencilerimizden görebiliyoruz. Ama temelde ciddi sıkıntılarımız var. Bize gelen öğrencilerimize lisede öğrenemedikleri konuları hızlıca aktarıyoruz, onlar da gayet becerikli bir şekilde özümsüyorlar bu bilgileri. Ancak dünya ile yarışan öğrencilerimiz, ortaöğretimde aldıkları eksik eğitim yüzünden ister istemez diğerlerine kıyasla bir adım geriden başlıyorlar. Türkiye’de eğitim alanındaki en temel sorunlardan biri de öğrencilere edindikleri bilgileri nerelerde kullanabileceklerini göstermemek. Haliyle öğrenciler de bilgiye ilgisiz yaklaşıyorlar. Oysa bilimin en öncelikli gereği merak etmek ve ilgi göstermektir. Dolayısıyla öğrencilere teoriyi pratiğe dökebilecekleri ortamlar sunmak gerekiyor. Eğitim sistemimizde öğretmenlerin konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Öncelikle eğitimdeki sorunlarla yüzleşmemiz gerekiyor. Üniversite sınavlarında en yüksek başarıyı elde eden öğrenciler maalesef öğretmenlik okumayı seçmiyor. Oysa tüm ülkenin temeli eğitimle atılıyor. Gönül isterdi ki ilk yüzde 10’luk dilime giren öğrenciler eğitim fakültelerini tercih etsinler. Peki neden seçmiyorlar? Öğretmenliği sevmediklerinden değil, aksine öğrenmeyi, öğretmeyi çok seviyor bu öğrenciler. Ama maalesef bu isteği maddi tatmin noktasında kaybediyoruz. Eğitimde ciddi bir dönüşüm yapabilmek için öncelikle öğretmenlerin maddi kaygılarını ortadan kaldırmak gerekiyor. Bana soracak olursanız; ilköğretim, ortaöğretim ve lise öğretmenlerinin en yüksek maaşlı devlet memuru olmaları gerekiyor. Avrupa Üniversiteler Birliği (EUA) toplantılarına Türkiye’den düzenli olarak katılan nadir rektörlerimizden birisiniz. Boğaziçi Üniversitesi, bu toplantılarda nasıl karşılanıyor? Boğaziçi Üniversitesi Avrupa, Amerika ve hatta Japonya ve Çin’de görünürlüğü, bilinirliği çok yüksek bir üniversite. Uluslararası etkileşimimiz

40

gerçekten de çok yüksek. Dolayısıyla BÜ, hem Bologna sürecinde hem de Avrupa Üniversiteler Birliği’nin (EUA) tüm süreçlerinde hep vardı. Hatta önceki rektörümüz Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu, EUA’nın yönetim kurulu üyesiydi, bu göreviyle YÖK’ü pek çok alanda temsil etti. Ben de şu an YÖK’ü temsilen EUA’da yer alıyorum. Üniversite olarak, bu birliğin hem üyesiyiz hem de düzenli olarak toplantılarına katılıyoruz. Katıldığımız toplantılarda Türkiye’nin problemlerinin doğru iletilmesi ve Türkiye’ye yönelik önyargıların giderilmesi noktasında katkılarımız oluyor. Peki, bu toplantılarda neler konuşuluyor? Bu toplantılarda üniversitelerin genel problemleri konuşuluyor ve bu problemlere dair çözümler aranıyor. Örneğin şu anda open sources (açık kaynak), EUA’nın ele aldığı en ciddi konulardan biri. Çünkü akademik yayınevlerinin dünyada bir tekeli oluşmuş durumda ve bu tekelden çok büyük gelir elde ediliyor. Bilimin topluma ulaşabilmesi çok daha kolay ve açık olması gerekirken karşımıza çıkan abonelik ve ödeme sistemleri bir engele ve hatta soruna dönüşüyor. EUA, bu durumun daha ciddi bir probleme dönüşmemesi için üniversitelerin ortak hareket edebilecekleri, söz birliği, güç birliği yapabilecekleri açık bir platforma evriliyor. Dolayısıyla bunun bir parçası olmak, kendi problemlerimizi anlatabilmek için çok önemli bir fırsat. Göreve gelmenizin hemen ardından camiaya ilettiğiniz bir mesaj vardı. O mesajda Boğaziçi Üniversitesi için “mezun destekli kamu üniversitesi” ifadesini kullanmıştınız. Bunu biraz açabilir misiniz? Geçenlerde gazetelerde uluslararası şirketlerin yöneticilerinin beşte birinin BÜ mezunu olduğuna dair bir haber yer almıştı. Bu önemli bir başarı. Bu başarıya sahip olan mezunların üniversitelerini unutmaması, bizim de kendimizi unutturmamamız,


o çabayı göstermemiz kritik. Çünkü ancak mezunların elde ettiği tecrübe ve birikim maddi ve manevi yollarla üniversiteye geri döndüğü takdirde güçlenerek büyüyebiliriz. Bunu yaşayarak da görüyoruz. Spor kurulumuzun sporla ilgilenen mezunlarımız tarafından desteklenmesinden tutun da, vakfımız aracılığıyla öğrencilerimize burs imkanı sunulmasına, girişimlere destek olacak mekanizmalara mentor ya da bağışçı olarak katkı yapmalarına kadar birçok alanda mezunlarımızla etkileşim halindeyiz. Şimdiki idari görevinizden önce akademisyendiniz. Siz, eğitimci olmaya teşvik eden neydi? Ben bir araştırmacı olarak öğrenmekten, yeni şeyler keşfetmekten çok büyük zevk alıyorum. Öğrenmenin en önemli, en etkili yolu ise öğretmek. Bu nedenle, akademisyen olma seçeneği

doğduğunda hiç tereddüt etmeden tercih ettim. Ama benim için ülkeye dönmek kadar önemli olan bir başka şey de üniversiteme dönmekti. Dokuz yıllık bir ayrılıktan sonra BÜ’ye dönüyor olmak, beni aslında Türkiye’ye döndürdü. Yurt dışındaki çalışmalarımdan edindiğim bilgi ve beceriyi artırabileceğim bir ortam sundu. Hiç de pişman olmadım şu ana kadar çok şükür. Bütün zorluklara rağmen, özellikle Boğaziçi ortamında yönetici ve eğitimci olmak ayrı bir keyif veriyor bana. BÜ’de olmanın bir diğer güzelliği de size sürekli yeni şeyler öğretecek hocalarınızın olması. Maalesef pozisyonumun yoğunluğundan dolayı eskisi gibi okuyamıyorum ama merak etmeye devam ediyorum. Rektörlük görevim gereği benimle problemleri hakkında görüşmek için gelen hocalarımdan kendi alanlarında sahip oldukları bilgileri aktarmalarını

41

“En başarılı öğrenciler neden öğretmenliği seçmiyorlar? Sevmediklerinden değil, aksine öğrenmeyi, öğretmeyi çok seviyor bu öğrenciler. Onları maddi tatmin noktasında kaybediyoruz. Eğitimde ciddi bir dönüşüm yapabilmek için öncelikle öğretmenlerin maddi kaygılarını ortadan kaldırmak gerekiyor.“


rica ediyorum. Böylelikle 10 dakika sürmesi gereken görüşme, bir saatlik sohbete dönüşüyor. Bilmediğim, merak ettiğim ama okumaya, araştırmaya fırsat bulamadığım konuları onlara sorarak öğrenmeye çalışıyorum. Dolayısıyla dürüst olmam gerekirse ben üniversiteye eğitmek için gelmedim, tekrar eğitilmek için geldim. Peki idari görevinizin yanı sıra bilime ve çalışmalarınıza hâlâ vakit ayırabiliyor musunuz? Maalesef istediğim oranda değil. Rektör danışmanı olduğum dönemde dahi artık ders verememe noktasına gelmiştim. Aslında başlarda ders vermeye devam etmek istedim. Fakat bir gün bir dersime geç kaldım. Bu durum beni çok büyük strese soktu, çok üzüldüm. Çünkü en sevmediğim şeylerden biri öğrenciyi bekletmek, önceden haber vermeden ders yapmamaktır.

Bunun olma potansiyelini gördüm ve ders vermeyi bırakmak zorunda kaldım. Ama yüksek lisans, doktora öğrencilerim olduğu için tez çalışmalarına devam ettik, hâlâ da devam ediyoruz, yeri geldiğince sonuçlandırıyoruz. Örneğin geçen dönem bir yayın çıkarabildim, bu yıl da doktora öğrencim ile bir yayın daha çıkaracağız. Dolayısıyla ışık ölmedi, uzakta da olsa yanmaya devam ediyor. Nihayetinde yönetimsel görevler geçici, görev sürem bittikten sonra döneceğim yer yine öğrencilerim ve akademik çalışmalarım olacak. Bu göreviniz bittikten sonra da ders vermeye devam edecek misiniz? Çok arzu ederim. Umarım ortam ve sağlığım izin verir. Şu an üstlendiğim görev çok talepkar. Ama mesleğini severek icra eden bir öğretim üyesi, bir akademisyen olarak devam etmeyi çok isterim.

42

“Akademisyen olma seçeneği doğduğunda hiç tereddüt etmeden tercih ettim. Ama benim için ülkeye dönmek kadar önemli olan bir başka şey de üniversiteme dönmekti. Dokuz yıllık bir ayrılıktan sonra BÜ’ye dönüyor olmak, beni aslında Türkiye’ye döndürdü.“


BOĞAZİÇİ

ANKARA ÖZEL SAYISI BOĞAZİÇİ

BÜMED BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ MEZUNLAR DERNEĞİ AYLIK YAYINI MAYIS 2016 SAYI 217

BÜMED BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ MEZUNLAR DERNEĞİ AYLIK YAYINI MAYIS 2016 SAYI 217


S ÖY L E Ş İ

Eğitimde temel ihtiyaç:

Özerklik “Ben, eğitimin önemine yürekten inanmış bir siyaset bilimciyim.” Prof. Dr. Üstün Ergüder, bu sözlerle karşılıyor bizi yönetim kurulu başkanı olduğu Eğitim Reformu Girişimi’nin Karaköy’deki tarihi binasında. 1992-2000 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi’nin rektörlüğü görevini üstlenmiş olan Prof. Dr. Üstün Ergüder, okulun bugünkü çehresinin oluşmasında öncü rol oynadı.

toplum kuruluşlarının yönetim kurullarında bulunarak sorumluluklarla dolu hayatına devam ediyor. Yönetim kurulu başkanlığını üstlendiği Eğitim Reformu Girişimi’nin (ERG) ofisinde buluştuğumuz BÜ’nün duayen hocası ve efsanevi rektörü; Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulları değerlendirerek eğitimde ihtiyaç duyduğumuz reformları birer birer sıralıyor.

Robert Kolej’in Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüşümüne bizzat tanık olmuş, 30 yılı aşkın süreyle üniversitemizde öğretim üyeliği ve bölüm başkanlığı da yapmış olan Üstün Ergüder, bugün önemli vakıfların ve sivil

S ÖY L E Ş İ: FAT İ M A Ç E L İ K ‘1 8 / F O T O Ğ R A F L A R : S E R K A N E L D E L E K L İ O Ğ L U

44


Uzun yıllar akademisyen olarak çalışmış, sonrasında rektörlük yapmış, eğitimin her kolunda faaliyet göstermiş birisiniz. Eğitim ile bu kadar ilgilenmenizin sebebi nedir? Boğaziçi Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyeliği yaparken Political Science 101 (Siyaset Bilimine Giriş) dersi verirdim. Bazı arkadaşlar yükü fazla olduğu için bu dersi vermek istemezdi, bense bu dersten büyük keyif alırdım. Çünkü bu derse farklı fakültelerden çok çeşitli öğrenciler gelirdi ve ben de böylelikle öğrenci profilini tanıma fırsatı bulurdum. Fakat bu dersler esnasında öğrencilerin ciddi sıkıntılarının olduğunu fark ettim. Birtakım noktalarda çok iyi olmalarına rağmen, sosyal sorumluluk, okuma alışkanlığı gibi konularda yetersiz kalıyorlardı. Boğaziçi Üniversitesi’ne gelen Türkiye’nin en başarılı öğrencilerinin bile dünyayı algılayış biçimlerinde sorunlar vardı. Herkes “Bu dünya benim!” diyordu. Bu anlayış, temelde Türkiye’nin sorunudur aslında. Sokakta yürürken, araba kullanırken bunu çok net bir şekilde görebilirsiniz. Herkes haklı! Haksız kimse yok! İşte tam da burada bir eğitim sorunu olduğuna karar verdim. 1992 yılında rektörlük görevine geldim. Bugünlerde yükseköğretim de ciddi bir sorun ama o zamanlar Türkiye’nin esas sorununun K12 eğitimi dediğimiz sistem olduğuna dair kanım güçlendi. Öğrencilerin anaokulundan üniversite kapısına kadarki süreçleri çok sorunluydu. Boğaziçi Üniversitesi’nin konumu dolayısıyla, rektörlük yaptığım süreçte yükseköğretimle de çok ilgilendim. Benim o dönemki savaşım Boğaziçi Üniversitesi’ne özerklik kazandırmak, üniversiteyi Yükseköğretim Kurumu’nun (YÖK) cenderesinden kurtarmak ve kendi içinde inovasyon yapabilmesini sağlamaktı. O zamanlar YÖK’ü çok eleştirirdik çünkü YÖK her alana hakimdi, yukarıdan her şeyi yönetiyordu. Oysa biz

üniversitelerin kendi modellerine ve kaderlerine hakim olabilme, stratejik planlarını tasarlayabilme ve bütçesini stratejilerine göre harcayabilme özgürlüğüne sahip olması gerektiğini düşünüyorduk. Tabii bugünün merkeziyetçi YÖK’ü ile karşılaştırdığımda o zamanın YÖK’ünün bir nimet olduğunu düşünüyorum. Peki Eğitim Reformu Girişimi hangi aşamada hayatınıza girdi? Rektörlük görevim sonrasında bildiklerimi yazıp çizmeye devam ettim, yükseköğretim konusunda konferanslara katıldım. Ama K12 eğitiminde köklü bir değişikliğe gidilmesi gerektiği inancımdan da vazgeçmedim. Rektörlüğümün son günlerinde Sabancı Üniversitesi henüz kurulma aşamasındaydı. Sabancı Üniversitesi’nin kurucu rektörü Prof. Dr. Tosun Terzioğlu ile sık sık bir araya gelir, eğitimde reform konusunda önerilerde bulunabilecek ve aynı zamanda toplum ile Milli Eğitim Bakanlığı (MEB) arasında köprü görevi görecek bir sivil toplum kuruluşu fikri üzerine konuşurduk. 2003 yılına geldiğimizde bu fikri hayata geçirdik ve Eğitim Reformu Girişimi’ni (ERG) kurduk. Hiyerarşiye, devletin hakimiyetine, tek-merkezciliğe ve itaate dayalı bir eğitim sistemi ile Türkiye’nin demokratikleşmeyeceğine inanıyorum ben. Bu sebeple bir siyaset bilimci olarak eğitimle ziyadesiyle ilgileniyorum. İnsani değerlere önem veren, devletten ziyade insanı odağına alan bir eğitim sistemine ihtiyacı var çocuklarımızın, bu çok açık ortada. Şu an baktığınızda Türkiye’deki eğitim sisteminde ne gibi eksiklikler görüyorsunuz? Türkiye’de okullara, öğretmenlere özerklik tanınmadığı sürece hiçbir ilerleme kaydedilemez. Eğitimin öncelikle insanların yaratıcılığından beslenmesi lazım. Kalkılacak ya da yemek yenecek saati, okutulacak ya da okutulmayacak kitabı belirleyen talimatlarla eğitim sistemi cendereye sokulduğu

45

“Hiyerarşiye, devletin hakimiyetine, tek-merkezciliğe ve itaate dayalı bir eğitim sistemi ile Türkiye’nin demokratikleşmeyeceğine inanıyorum. İnsani değerlere önem veren, devletten ziyade insanı odağına alan bir eğitim sistemine ihtiyacımız var.“ takdirde bir adım öteye geçilemez. Çocuklarımızın potansiyellerini hayata geçirebilmeleri için onlara sınıfta özerklik tanımak lazım, hocaya, müdüre ve okula güvenmek lazım. Türkiye’nin en büyük bürokrasisi eğitim bürokrasisi ve her şey Ankara’dan idare ediliyor. Bu böyle gitmez! Ben bunu her söylediğimde “Belki birkaç öğretmene özerklik verilebilir ama tüm öğretmenler bu güvene layık mı?” sorusuyla karşılaşıyorum. Evet, hepsine güvenmek, özerklik vermek lazım. Hatalar mutlaka olur ama zamanla herkes özgür bir ortamda iş yapmasını öğrenir. İnsanlar, toplumlar özgür olmayı yavaş yavaş öğrenirler. Ama “bunu herkes yapamaz” demek sürecin önünü tıkamaktan başka hiçbir işe yaramıyor. MEB’in ve YÖK’ün iş yapma şeklinin, bürokrasisinin ve eğitime yaklaşımının değişmesi lazım. Biz güvenlikçi yaklaşımlarla eğitimi boğuyoruz. Ülkeyi bir tren gibi düşünmek lazım. Lokomotif bozulursa o tren durduğu yerde kalır ama lokomotif tek başına da gider. Bu yüzden lokomotifi bozmak yerine, onu güçlendirelim ki tüm treni de kendisiyle birlikte ileriye götürebilsin. Ama Türkiye’de lokomotif tek başına gitmesin diye frenleri kısılıyor. Ya tepeden, hiçbir mantığı olmayan


talimatlar veriyorlar ya da birileri yeni bir model denemek istediğinde engel oluyorlar. Bazı kurumlarımızın öne çıkmasından, mükemmellik örneğine dönüşmesinden korkmamak gerek. Yeni Milli Eğitim Bakanı Prof. Dr. Ziya Selçuk Bey’in de benden çok farklı düşündüğünü sanmıyorum. Kendisiyle Talim Terbiye Kurulu Başkanı olduğu zamanlarda beraber çalıştık. Ama bir gecede sistemi değiştirmek de çok zor hakikaten. Öğretmenlik Türkiye’de kutsal bir meslek olarak görülüyor. Peki ama neden öğretmenler mesleklerini icra ederken maddi ya da manevi açıdan tatmin olamıyor? Türkiye’de birçok şey kutsaldır ama kutsallık hep lafta kalır! Sistemi, öğretmenliğin değerine göre ayarlamak lazım. Buna mali imkanlar da dahil. Bir de öğretmenlerin çabalarını görmek ve duymak gerekiyor. Her türlü zor koşula rağmen bir kenarda çırpınan, bir şeyler yapmaya çalışan öğretmeni sistem görmezse, o öğretmenin de doğal olarak morali bozulur, şevki kırılır. Bir de Türkiye’de herkes kötü örneklere odaklanır, bu yüzden de hep kötü örnekler öne çıkar. Biz de ERG olarak “Eğitimde İyi Örnekler Konferansı” düzenlemeye karar verdik. Bu konferansı ilan ettik ve öğretmenlere dedik ki, “Gelin, yenilikçi ne yapıyorsanız paylaşın, birbirinizden öğrenin ve bu yenilikleri sınıflarınıza taşıyın.” Düzenlediğimiz ilk konferansa beklediğimizin çok üstünde bir katılım oldu. Bu konferanslar Türkiye’nin farklı yerlerinde düzenlenmeye devam ediyor. Öğretmeni teşvik etmek ve ona özerklik tanımak gerektiğine dair hipotezim de bu konferanslarla desteklenmiş oldu. Çünkü Anadolu’nun dört bir yanından gelen öğretmenler, yaptıklarını meslektaşlarıyla büyük bir heyecan ve coşkuyla paylaşıyorlar. İnsanımıza güvenmemiz gerektiğini bana bir kez daha gösterdi bu konferanslar. Çünkü birilerine bölücü, diğerlerine kötü diyerek herkesi aynı deli

gömleğinin içine sokmuş oluyorsun. Haliyle kimseye hareket edecek alan kalmıyor. Bir kesim öğrenci her türlü donanıma sahip özel okullarda kaliteli eğitim alırken, diğer kesim ücra köşelerde yok oluyor. Eğitimdeki bu fırsat eşitsizliğinin üstesinden nasıl gelebiliriz? Türkiye’nin derdi özel okullar değil. Özel okullar kalitesinde eğitim verebilen devlet okullarına ihtiyacımız var. Kaliteli eğitim yaygın değil maalesef. Türkiye’nin kaliteli eğitimi yaygın hale getirecek reformlara ihtiyacı var. PISA sonuçlarında çok kısıtlı sayıda öğrencinin başarılı olabildiğini görüyoruz. Bu öğrencilerin büyük çoğunluğu özel okullarda okuyor. Kalitenin dağılımını dengelemeliyiz. Bunun başlıca yollarından biri öğretmenin niteliğini iyileştirmek. Bu da dediğim gibi ancak özerklik ile mümkün. Bundan seneler evvel, ERG olarak bizden devlet okullarını yönetmemiz istendi. Biz bir düşünce kuruluşu olduğumuzu söyleyerek bu teklifi reddettik. Ama onlara bir okul modeli sunduk. Dar gelirli gruplara hitap eden bu okul, kaliteli ve ucuz eğitim verecekti ama Milli Eğitim Bakanlığı’na bağlı olmayacaktı. Çeşitli vakıflar tarafından desteklenecekti. Dönemin Milli Eğitim Bakanı (Nimet Baş), fikri çok beğenerek bu projeye paydaş olmak istediğini söyledi ve bize yıllık bir bütçenin teminatını verdi. Diğer yandan bu yenilikçi modelin sürdürülebilirliğini sağlamak gerekiyordu. Ama bakanlar o kadar hızlı değişiyordu ki, bir bakanın verdiği sözü diğeri tutar mı endişesine kapıldık ve haliyle böyle bir işin altına girmeye cesaret edemedik. Ancak biz yine de her yaptığımız işin devlet okullarına yansımasını hedefliyoruz. Yayınlarımızı gönderiyoruz. Anadolu’daki öğretmenlerin Eğitimde İyi Örnekler Konferansı’na gelebilmesi için elimizden geleni yapıyoruz. Tabii

46

“Türkiye’nin eziklik sendromunun tezahürüdür sürekli büyük olduğunu söylemek, gösterişli projeler sergilemek. Bir ülkenin gerçekten büyük olması için öncelikle insanlarının yetenekli ve bilgili olması gerekiyor. Bu da ancak eğitim ile mümkün.“ burada başka bir sorun daha çıkıyor ortaya. Anadolu’dan gelen öğretmenlerin bu konferanslara katılabilmeleri için Milli Eğitim Bakanlığı’ndan izin almaları gerekiyor. Alın size bir cendere daha! Üstelik dahası var. Birkaç sene evvel, bilemediğim bir sebepten dolayı bize kızan bir müsteşar yardımcısı, tek bir yazı ile öğretmenlerin Eğitimde İyi Örnekler Konferansı’na katılmalarına engel oldu. Öğretmenler okullarından ve il eğitim müdürlüklerinden gerekli izni alamıyorlardı. Tabiatıyla Anadolu’dan ve devlet okullarından katılım azaldı. İşte bu, Türkiye’deki merkeziyetçilik sorununun en bariz örneği. İyi bir eğitim sisteminin kendini sürekli olarak güncelleyebilmesi ve yeniliklere açık olması gerekiyor. Türkiye’de eğitim sistemine dair her sene bir şeyler değişiyor ama bir türlü ideale yaklaşamıyoruz. Bunun sebebi nedir? Türkiye’nin “biz en büyüğüz, kendimize yeteriz” gibi ciddi iddiaları var. Saraylar yapılıyor, uçaklar alınıyor. Türkiye’nin bir türlü aşamadığı eziklik sendromunun tezahürüdür sürekli büyük olduğunu söylemek, göz alıcı davranışlarda bulunmak, gösterişli projeler sergilemek. Ama bir ülkenin gerçekten büyük olması için öncelikle insanlarının yetenekli ve bilgili olması gerekiyor. Bu da ancak eğitimle


47


mümkün. Ama maalesef eğitim hep siyasi amaçlar için kullanılmış. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında yeni bir Türkiye yaratmak için eğitim sistemi bir araç olarak kullanıldı. 2000’li yıllarda ise Cumhuriyet’in yaratmaya çalıştığı insan modelini beğenmeyen bir iktidar geldi. Bu iktidar da insanları şekillendirmek için eğitim sistemini kullandı ve kullanmaya da devam ediyor. Her gelen, öznel amaçları uğruna eğitim sistemini değiştiriyor. Her eğitim sisteminin bir siyasi, ideolojik yönü var elbette ama bunun görünürlüğünün gittikçe azalması gerekiyor. Bakanlar gelip gidiyor, iktidarlar değişiyor, iktidarların içinde bile dönemler değişiyor. Bu siyasi çalkantılar altında en çok ezilen yine eğitim oluyor. Türkiye’nin eğitim sistemi üzerinde milli bir mutabakata varması gerekiyor. Kaynakların ve kaliteli eğitimin eşit dağılımını sağlamak ve dünyayla rekabet edebilecek insanlar yetiştirmek için uzman bir ekibin yönetiminde eğitim sisteminin yeniden yapılandırılması lazım. Esas amacımız bilim yapan, ayakları üzerinde duran, demokrat düşünen insanlar yetiştirmek olmalı. Türkiye’nin farklı fikirlere saygı duyabilen, başkasını dinleyebilen insanlara ihtiyacı var. Çünkü bu tür insanlar yalnızca siyaseti sorgulamakla kalmaz, aynı zamanda diyaloga girerek fikir de üretir. Eğitim Reformu Girişimi nasıl bir modele sahip? Amacımız, Türkiye’de eğitim konusunda yenilikçi önerilerde bulunmak. Biz eğitim sisteminin daha çağdaş temellere oturmasını sağlamak için araştırmalar yapıyoruz, topluma ve devlete yeni projeler sunuyoruz. ERG, tamamen özerk bir yapıya sahip. Bizi 17 farklı vakıf ve kuruluş destekliyor. Buranın özel bir vakıftan tek farkı, gelen bağışların Sabancı Üniversitesi tarafından ayrı bir hesapta toplanması. Biz ihtiyaç duyduğumuz bütçeyi onlardan talep ediyoruz. Bunun dışında tamamen özgürüz. Bu çok önemli çünkü biz başkalarının sesi olmak istemiyoruz.

Çok sahipli bir kuruluş olarak kimsenin malı değiliz. Toplum için iş yapıyoruz burada. Dolayısıyla sivil toplum oluşumu açısından ERG’nin çok ilginç bir modeli var. Birbirinden farklı pek çok kuruluşu ortak bir ideal uğruna bir araya getiriyor. ERG, bu geçen süre içerisinde Türkiye’deki eğitim sisteminde nasıl bir yer edindi? Eğitim politikaları belirlenirken size başvuruluyor mu? 15 sene içerisinde çok güzel bir ekip kurduk, tamamı bilimsel verilere dayalı ciddi araştırmalar yaptık. Türkiye’nin bu kavgacı ortamında diyalog üzerine kurulu bir yaklaşım geliştirdik. Pragmatik açıdan Milli Eğitim Bakanlığı ile doğru ilişkiler kurduk. Her yaptığımız işten onları haberdar ettik, onlara veri gönderdik, onlardan veri istedik, konferanslara katıldık. Çünkü siyaset ne durumda olursa olsun iş yapabilmemiz için Milli Eğitim Bakanlığı ile konuşabiliyor olmamız gerekiyordu. Biz her sene “Eğitim İzleme

48

Raporu” yayınlıyoruz. Bakanlık da bu yayınlardan faydalanıyor. Bizi arayıp bilgi aldıkları, zaman zaman toplantılara çağırdıkları oluyor. Yani bizi dinliyorlar. Tabii bunun mümkün olması için son derece özenli davranıyoruz, güven yaratıyoruz. McKinsey & Company, bir ara bizim işleyiş şeklimize ve imajımıza dair bir araştırma yaptı. Bu araştırmada o günkü Milli Eğitim Bakanı şöyle bir görüş belirtti: “ERG bizi çok eleştiriyor ama eleştirilerinin tümünün arkasında bir kanıt, bir veri var. Bu yüzden onlara çok güveniyorum.” Biz tam da böyle bir kurum kültürünü sürdürmeye çalışıyoruz zaten. Bu duruşumuzdan dolayı kimileri tarafından zaman zaman eleştiriliyoruz. Oysa biz konuştuklarımızın kim olduklarıyla ilgilenmiyoruz, konumlarıyla ilgileniyoruz. Bize kızanların alternatifi bile yok! Ne yapacağız? Kimle konuşacağız? Duvarlarımızı örüp savaş mı açacağız?



K A FA K A FAYA

Eğitim bir sistemdir Türkiye’de nasıl bir eğitim algısı var? Sınavlar neden sürekli değişiyor? Nitelikli eğitim mümkün mü? Öğretmen yetiştirmenin öncelikleri neler? Tüm bu soruları elbette öğretmenlerin öğretmenlerine soracaktık. Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nin iki değerli ismi Prof. Dr. Ali Baykal ve Prof. Dr. Emine Erktin ‘82 ile kafa kafaya verdik ve eğitimi masaya yatırdık.

M O D E R A S YO N: H A L U K KO Ç A K ‘97 / F O T O Ğ R A F L A R : E N G İ N I R I Z

50


Ali Baykal: Eğitim; sağlık gibi herkesi doğrudan ilgilendiren bir alan olduğu için çok fazla konuşuluyor. Haliyle birçok yanlış söylem üretiliyor, insanlar da bu yanlışların peşinden sürükleniyor. İlk olarak “eğitim sistemi” ifadesinden başlayalım. Eğitimin iyisi de kötüsü de “sistem” özellikleri taşır. Din eğitimi de, spor eğitimi de, Harvard’da yapılan fizik doktorası da, on parmak daktilo dersi de... Eğitim, belli bir grup insanı olduğundan farklı bir hale dönüştürme sürecidir; bileşenlerden oluşan bir bütündür. Fiziksel ortamlar, toplumsal dokular, iletişim donanımları, yöntemler ve amaçlar... Dünyanın farklı yerlerinde bambaşka amaçlarla verilen her türlü eğitim, bu ortak bileşenlere sahip. Bir de sistemin tam ortasında diğer tüm bileşenleri yöneten, düzenleyen ve yeri geldiğinde müdahale eden bir “öğretmen” olur. Bu öğretmenin illa ki bir sertifikaya ya da diplomaya sahip olması veya atanmış devlet memuru olması gerekmiyor. O anda sistemi kim yönetiyorsa öğretmen odur. Emine Erktin: Bu bileşenlerden bazıları zaman zaman değişiyor tabii. “Eğitim sistemi değişiyor” beyanını televizyonlarda, gazetelerde sık sık görüyoruz. İnsanlar, eğitim sistemi çok sık değişiyor diye şikayet ediyorlar. Bu insanlar, anlattığınız o tanımlı düzenden bahsetmiyorlar aslında. Kurallardan ve hatta belki de sadece ilköğretimden üniversiteye giden yoldaki aşamalarda yapılan ufak değişikliklerden söz ediyorlar. Nelerin değiştiğini sorduğunuzda sınav isimlerini ya da yapılma sıklıklarını anlatıyorlar sadece. Halbuki her şeyden önce eğitimi bir bütün olarak ele almak gerekiyor. A.B.: Bir ülkede eğitim sisteminin yerleşik ve sürdürülebilir olabilmesi için ilk olarak amaçlarda anlaşmak gerekiyor. Çünkü sınav veya mekan gibi diğer tüm bileşenler, bu amaçlar doğrultusunda tasarlanıyor. Yüzme öğrenecekseniz ona uygun ortam seçiyorsunuz, fen eğitimi için laboratuvarı tercih ediyorsunuz. Ama temelde, eğitimin neden

verildiği, sistemin hangi amaçlar için kurulduğu noktasında, yani işin felsefesinde uzlaşmak gerekiyor. E.E.: İnsanları rahatsız eden yalnızca “belirsizlik” aslında. Yoksa değişime neden bu kadar dirensinler ki? Sınav yöntemini ve sıklığını bilmek, ona göre hazırlanmak, yıllarca aynı şekilde sınanmak istiyorlar. Bildikleri yolda rahatça yürümek niyetleri. Çünkü belirsizliği tolere edebilmek kolay değil. Bilim insanı özelliği olan bu meziyetin eğitim sürecinde öğretilmesi gerekiyor. Hatırlarsınız, bir dönem KPSS sınavlarında genel yeteneği ölçmeye çalıştılar. Hemen ardından dershaneler genel yetenek dersleri vermeye kalkıştı, hatta genel yetenek dershaneleri ortaya çıktı. Potansiyeli ölçmeye yönelik bir sınavın hazırlığını yapmak, bu potansiyelin belirsizliğini ortadan kaldırma telaşıdır. Üstelik eşitlik ilkesine de aykırı. A.B.: Haklısınız. Belirsizliği sevmiyoruz çünkü bu gibi durumlar farklı bir çaba, farklı bir yetenek gerektiriyor. Sistemi doğru değerlendirerek yöntemleri, amaçları ya da ortamı değiştirmeye, geliştirmeye yönelik eleştiriler yapılmıyor. Yalnızca bilinmeyene tepki veriliyor. Kısa ve kolay yoldan kazanç sağlama arzusu bu. Türkiye’de sistem eleştirisi diye ortaya konan fikirler, maalesef bu anlayışın tezahürü. Oysa eğitimde bütünlük-çeşitlilik, kaynaştırmaayrıştırma, esneklik-sağlamlık gibi eşlenik niteliklerin tasarlanmasına yönelik bir zihinsel devrime ihtiyacımız var.

Sınavlar başarıyı ölçüyor mu? E.E.: Diğer yandan, bu ülkede sınavların çok önemli olmasının sebebi aslında kaynakların kıtlığı, bu sınırlı kaynakları kimlerin kullanacağına karar verme zorunluluğu. Bunu, kura çekerek de belirleyebilirsiniz ama şu an için en iyi yöntem ölçme ve değerlendirme. Çok sınırlı sayıdaki nitelikli kaynağı ülkenin yararına kullanabilecek

51

Ali Baykal: “Sistemi doğru değerlendirerek yöntemleri, amaçları ya da ortamı değiştirmeye, geliştirmeye yönelik eleştiriler yapılmıyor. Yalnızca bilinmeyene tepki veriliyor. Kısa ve kolay yoldan kazanç sağlama arzusu bu. Türkiye’de sistem eleştirisi diye ortaya konan fikirler, maalesef bu anlayışın tezahürü.“ kişilere sunmak amacıyla, bu ölçme ve değerlendirme sınavları ülke çapında yapılıyor. Herkes bu elemelere tabi tutulduğu için sınav sistemi bu kadar popüler bir konu. Eğer tüm okullar nitelikli olabilseydi böyle sınavlara ihtiyaç duymazdık. Ama günümüz koşullarında sınavlara ihtiyacımız var. Bu sınavları yapmaya devam ederken, diğer yandan da niteliğin yaygınlaştırılması için çalışmalar yürütmeliyiz. A.B.: Kaldı ki eğiten ve eğitilenler, topluma güvence vermeliler. Haliyle sınav, yani gerçek manasıyla ölçme ve değerlendirme, eğitimin her aşamasında gerekli. Sınavsız eğitime olsa olsa “kültürleme” denebilir. Eğitimde bilgiyi sunmak yeterli değil, eğitimin öncesini ve sonrasını da takip etmek gerekiyor. Ama maalesef bu da yanlış uygulanıyor. Örneğin “okul başarısı” puanı denen bir şey var. Evet, ilk duyuşta kulağa çok hoş gelen bir kavram. Ama bu puanı liseye ve üniversiteye girişte bir ölçüt olarak kullanmaya başladılar. Oysa okul başarısı, bir sonraki aşamanın ölçütü olarak kullanıldığı zaman değerini


Ali Baykal: “Seçme sınavlarındaki zorluk derecesinin yüzde 50 civarı olması gerekiyor. Bu, istatistiksel olarak ispatlanmış bir gerçek. Yalnızca kısıtlı bir kesimin doğru bileceği zor soruların ya da herkesin bileceği çok kolay soruların seçme sınavlarında yer alması doğru değil.“

yitiriyor. Bu puanın rantı oluşuyor ve insanlar o rantı kullanabilmek için çeşitli yöntemler geliştiriyorlar. Haliyle o ölçüt yozlaşıyor ve işlevini kaybediyor. Geldiğimiz noktada o çok önemsediğimiz “okul başarısı”, tamamen sahte bir rakama dönüşmüş durumda. Dolayısıyla öğrencilerin okul süreçleri de doğru değerlendirilemiyor. E.E.: Bu anlayış, okulların da değerini kaybetmesine sebep oldu. Artık eğitim düzeyleri, hedefler üzerinden değil; bir sonraki aşamaya sıçramak için kullanılan bir basamak olarak değerlendiriliyor. Veliler ve öğrenciler, seçimlerini “Bizi sınava nasıl hazırlayacaklar?” sorusu çerçevesinde yapıyorlar. Eskiden her ilkokulun, ortaokulun ve lisenin bir kurum kimliği vardı. Günümüzde bu kimlikler yok olmak üzere.

Eğitimde de durum aynı. Eğitim sınav için yapılmamalı, sınav eğitim için yapılmalı. Eğitimde hedefleri tam da bu yüzden çok önemsiyoruz. Finlandiya gibi eğitimdeki başarısıyla öne çıkan ülkeler, eğitimi tüm politik tartışmaların dışına çıkaran bir kurumsallaşmaya taşıdılar. Hedeflerde birlik ilkesini benimsediler. Türkiye’de bir dönem Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile böyle bir hamle yapmaya çalışıldı ama bu çok yanlış yorumlandı; tek merkezci, tek kalıplı, tek türde bir anlayış zannedildi ve bu şekilde uygulandı. Oysa içinde hem bireyselleşme hem de kaynaşma vardı, bütünlük ve çeşitlilik bir aradaydı. Maalesef Türkiye bu fırsatı değerlendiremedi. Eğitim sistemi tartışmaları; din eğitimi ile fen eğitimi, bilimsel bakış ile metafizik anlayış arasındaki çatışmaya indirgendi.

A.B.: Ölçme sistemi, ölçülen sistemi değiştirmediği oranda iyidir. Örneğin otomobilin hız göstergesi, otomobilin hızını ölçmek için tasarlanır. Eğer gösterge otomobilin hızını değiştirirse bu bir hata olur.

E.E.: Öğretmenlerin sınıf içi pratiklerini inceleyen Prof. Lauren Resnick, “Eğer sınavlar eğitim öğretimi bu denli belirleyecekse, bari belirlemeye değecek sınavlar yapalım” der bu konuda.

52


Öğretmenlerin ders kazanımlarını belirlerken önemli sınavlarda sorulabilecek soruları ön plana alması kaçınılmaz. Durum böyle olunca sınavların kapsamının öğretimin niteliğini yükseltecek şekilde hazırlanması gerekiyor. A.B.: Örneğin bu sene yapılan üniversiteye giriş sınavında bir tuhaflık yaşandı. Yetkililer, soruların zor olacağını açıkladılar. Halbuki zor soruyla doğru, adil bir seçme yapılamaz. Seçme sınavlarındaki zorluk derecesinin yüzde 50 civarı olması gerekiyor. Bu, istatistiksel olarak ispatlanmış bir gerçek. Yalnızca kısıtlı bir kesimin doğru bileceği zor soruların ya da herkesin bileceği çok kolay soruların seçme sınavlarında yer alması doğru değil. Kaldı ki çok yapısal bir değişim yapılmadığı sürece soruların nasıl olacağını açıklamaya bile gerek yok. Bunları defalarca dile getirmeye çalıştık. Yetkili konumda olan insanlar da çok yüksek ihtimalle bu gerçeğin farkındalar ama neden böyle davrandıklarını anlayamıyorum. Eğitim denetçilerinde tuhaf bir ben merkezcilik var. Merkezi yönetimin akademiye ve tartışmaya biraz daha açık olması gerekiyor.

Eğitimde nitelik E.E.: Ben epeydir eğitimde niteliğin yükseltilmesinde belirleyici olan birkaç ikilem olduğunu düşünüyorum. Bunlardan biri güvenlik-özgürlük ikilemi, diğeri ise liyakat-bağlılık ikilemi. Özgürlükleri kısıtladığınız zaman çok güvenli oluyorsunuz, kimse ters sözler söylemiyor ya da birilerini kızdıracak hareketler yapmıyor. Ama özgürlük yoksunluğu; niteliği düşürüyor, eleştirel düşünceyi engelliyor. Bu yüzden güvenlik ve özgürlük arasında bir denge tutturulmalı. Diğer yandan bağlılık ya da belli bir gruba mensup olma durumunda gösterilen liyakat, beraberinde adalet duygusunu da getiriyor. Öğrencileri hayata hazırlayan ideal bir eğitim ortamında liyakat bazen yetenek, bazen başarı, bazen çaba olabilir. Değerlendirmelerin her zaman bu

kriter esas alınarak yapılması çok önemli. Adil ortamlarda farklılığa saygı duyan, özgür bireyler yetiştirmek, bir eğitimcinin ve eğitim kurumunun öncelikli hedeflerinden biri olmalı. A.B.: Aslında ben bunlara sadece ikilem değil, “yanıltıcı ikilemler” diyorum. Sistemlerin kalitelerini belirleyen özellikler var. Bunlardan bazıları da eşlenik yapıdalar. Teoripratik, genellik-özellik, özgürlükdisiplin gibi. Bu tür birbirine karşıtmış gibi görünen niteliklerin birini ya da ötekini tercih etmeye kalkınca sorun yaşıyoruz, böyle sistemlerden iyi sonuçlar alamıyoruz. Bu tür karşıtlıklar, hiçbir işe yaramayan kısır tartışmalar içinde oyalanmamıza, kaybolmamıza sebep oluyor. Örneğin “mesleki eğitimörgün eğitim” tartışması, son derece suni ve zamanı geçmiş bir tartışma. Artık meslekler ve hatta insanlar o kadar hızlı değişiyor ki. Elbette öğrenciler alet kullanma becerisi edinmeli. Bu, insan olmanın en temel gereklerinden biri. Ama alet kullanmak deyince bizim aklımıza hemen o öğrenciden kaynakçı yaratmak geliyor. Çünkü sektör, asgari ücrete razı olacak ucuz iş gücü yetiştirmek istiyor. E.E.: Bizde bir de “merkezi-yerel” tartışması çok yapılır. Sizin de daha önce bahsettiğiniz Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nda olduğu gibi idealde, temelde belirli bir anlayışın merkezi olması, programın da kendi bağlamı içerisinde geliştirilmesi gerekir. Aslına bakarsanız artık eğitim camiası, program geliştirme kavramı yerine “tasarım” kavramını kullanmayı tercih ediyor. Öğretmenler, zümreler ve yöneticiler için artık eğitim ortamını ve içeriğini tasarlama sorumluluğunu üstlenme zamanı geldi. Sanki merkezi dayatmalar yüzünden eğitimciler nefes alamıyormuş gibi bir izlenim var. Oysa herkes çok serbest ve neredeyse hiç denetim yok! Bu durumdan uzun zamandır rahatsızım. Halbuki değerlendirme yapabilen denetim mekanizmalarının program tasarlayabilme noktasında yereldeki

53

Emine Erktin: “Artık eğitim düzeyleri, hedefler üzerinden değil; bir sonraki aşamaya sıçramak için kullanılan bir basamak olarak değerlendiriliyor. Veliler ve öğrenciler, seçimlerini “Bizi sınava nasıl hazırlayacaklar?” sorusu çerçevesinde yapıyorlar. Eskiden her ilkokulun, ortaokulun ve lisenin bir kurum kimliği vardı.“ eğitimcilere çok olumlu katkıları olur. Nitelik ancak böyle yükselebilir. Aslında bizim temel sorunumuz nitelik beklentimizin olmaması. Mevcut koşullardan şikayet ederek zaman harcamak yerine, bu koşulları avantaja dönüştürecek beceride eğitimciler yetiştirmeliyiz. Şu anki denetimsizlikten kaynaklanan serbestliği, nitelikli tasarımlar yapmak için kullanabiliriz. A.B.: Tasarım; onarım ya da birebir uygulamalardan ziyade, duruma ve şartlara göre hedefler saptayıp, bu hedefler doğrultusunda hareket etmek demek. Bunu yaparken de kaynaşma ve ayrışma gibi dinamik ilkeleri koruyabilmek gerekiyor. Sistemin tüm bileşenleri birbiriyle kaynaşık olmalı, ama her biri kendine özgü yapısını ve işlevini koruyabilmeli. En basitinden bir Word dokümanını ekrana yansıtıp onu olduğu gibi okumak, kaynaşma ilkesine aykırı bir hareket. Oysa orada görsel bir malzeme sunup onu sesle destekleyebilmek ayrışma ilkesine hizmet eder. E.E.: Bazen, önemli konuların yeterince ciddiye alınmadığını,


Emine Erktin: “Aslında her şeyden önce eğitimin bir bilim dalı olduğu net bir şekilde kabul edilmeli. Bu dalın da en temel bileşeni öğretmenlik mesleğini icra edenler. Bahsettiğimiz niteliklerin yerleşebilmesi için diğer meslekler gibi öğretmenlerin de bilim alanından beslenmesi, bilim insanlarıyla etkileşim içinde kalması gerekiyor.“

buna karşılık basit bir değişiklikle çözülebilecek konuların ise abartıldığını düşünüyorum. Bunun en bariz örneği olan 4+4+4 modeli, pedagojik olarak hiçbir faydası olmayan, aksine zararı olan bir sistem. Dördüncü sınıftaki çocuğun bir okul bitirmiş olarak diplomaya sahip olması, sertifikasyonun değerini hafife almaktır... Bunlar hep suni ve kısa vadeli müdahaleler. Bir de bizde her şeyi ders haline getirme alışkanlığı var. Trafik kuralları önemli diye hemen trafik dersi konuyor. Oysa bunlar çok entegre konular. Trafik kültürünü aktarmanın binbir çeşit yolu bulunabilir. Ders haline getirip onu öğrenciye, öğretmene, idareciye ve veliye yük yapmanın hiçbir manası yok. A.B.: Bazen iyi değişimler de oluyor tabii. Örneğin artık liselerde alanlar kalktı. Evet, uygulamada hâlâ çok pürüz var ama bu, bahsettiğimiz zihniyetin değişmesi açısından doğru bir adım. Üniversiteler bile artık genel eğitim vermeye meylediyor. Artık meslekleri lisansüstü ve doktora eğitimleri belirleyici kılıyor. Bir eğitim

54

kurumunu seçkin ve nitelikli yapan, belirlediği alanlar değil, yarattığı sinerji. Öğrenci, kendi akranlarıyla bir arada, yenilikçi ve özgür bir ortamda yetişmeli, destekleyici temel dersler ile kendini tanımalı, potansiyelini keşfetmeli. Ben liselerde temel konuların genel ve kuramsal yönlerinin öğretilmesinden, ek olarak insani, etik değerlerin ve genel becerilerin aktarılmasından yanayım.

Temel aktör: Öğretmen E.E.: Aslında her şeyden önce eğitimin bir bilim dalı olduğu net bir şekilde kabul edilmeli. Bu dalın da en temel bileşeni öğretmenlik mesleğini icra edenler. Bahsettiğimiz niteliklerin yerleşebilmesi için diğer meslekler gibi öğretmenlerin de bilim alanından beslenmesi, bilim insanlarıyla etkileşim içinde kalması gerekiyor. Öğretmen yetiştiren akademisyenler de teorilerini geliştirebilmeleri için sahadaki öğretmenlerle aktif irtibat halinde olmalı; öğretmenlerin sınıfta yaşadıklarıyla, okulda karşılaştıklarıyla ilgilenmeliler. Nasıl


ki doktorlar tıp alanında yapılan araştırmalardan düzenli olarak besleniyor ve tedavi yöntemleri geliştiriyorlarsa, öğretmenler de bu şekilde bir çalışma ortamı ve prensibi edinmeliler. Bir doktoru yalnız bırakırsanız, tıp dünyasındaki gelişmelerden haberdar etmezseniz, o doktorun hastasını iyileştirmesini de bekleyemezsiniz. A.B.: Çok doğru söylediniz. Kabaca bir sayı vermek gerekirse Türkiye’de 50’den fazla eğitim kongresi düzenleniyor. Bu kongrelerde 2 binden fazla uygulama sunuluyor. Bu uygulamalar arasında başarısız olan yok! Ama okullarda başarısızlıktan başka bir şey konuşulmuyor. Yapılan araştırmaların sadece çok kısıtlı sonuçlarını görebiliyoruz. Bunun en önemli sebebi, bilim dünyası ile öğretmenler arasındaki iletişimsizlik. Öğretmenlerden gelecek pratik ile üniversitelerde sağlıklı teoriler geliştirilebilir. Aynı şekilde alandaki uygulamaların iyileştirilmesi ancak akademideki çalışmalar sayesinde mümkün olabilir. E.E.: Biz Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretmen eğitimine çok önem veriyoruz. Zamanında öğretmenlik formasyon sertifikası vermemiz için bize çok baskı yapıldı. Ama bunu kesinlikle reddettik. Öğretmenlerin üniversitelerin eğitim fakültelerindeki programlardan yetişmesi gerektiği konusunda ısrarcı olduk. O dönem Ali Hocam siz dekandınız ve görevinizden istifa etmiştiniz. Bu duruş, eğitim camiasında çok büyük bir yankı uyandırdı. Maalesef ODTÜ ve bizim dışımızdaki üniversiteler maddi getirisine hayır diyemeyerek öğretmenlik formasyon sertifika programları açtılar. Tabii birkaç ay süren bu sertifika programlarının düşük niteliğinden kendileri de şikayetçi. Çok plansız hareket edildiği için kamuoyunda “atanamayan öğretmenler” diye adlandırılan işsiz öğretmen ordusunu büyütmesi de cabası... Bir başka mücadelemiz de disiplinler arası eğitimi koruyabilmek ve niteliği düşürmemek adına temel bilim derslerini fen-edebiyat fakültesinden

almakta ısrar etmemizdi. Boğaziçi Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi de bu yolda hep bize destek oldu. Bu duruş ve ilkeler doğrultusunda hareket etmeye devam etmeliyiz. A.B.: Boğaziçi Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde gerçekten çok önemli araştırmalar yapılıyor. Erken çocukluk eğitimi olsun, diğer alan eğitimleri olsun; ilk makaleler hep bu fakülteden çıktı. Ama yine de bir dezavantajımız vardı. Öğretmen liselerine ayrıcalık tanındığı için, biz Boğaziçi’nin diğer bölümleri gibi en iyi öğrencileri alamadık. Bunu söylediğim zaman öğretmen lisesi çıkışlı öğrencilerim kırılıyorlar. Ben onları da çok sevdim ama bu tamamen sistemsel bir hata. Yıllarca bu durumla mücadele ettim. Ama her şeye rağmen Boğaziçi Üniversitesi’nin genel kalitesinden yararlandık elbette. Bu okul,

55

bilgiden ziyade görgü öğretiyor. O görgüyü başta reddeden, kendini bu kültüre ait hissetmeyen öğrenciler bile buradan dönüşerek çıkıyorlar. E.E.: Boğaziçi Üniversitesi gerçekten çok nitelikli bir kurum. En önemlisi de bir mükemmeliyetçilik hedefi var. “Boğaziçiliyim” demek, aslında bir yüksek nitelik algısını temsil ediyor. O algıyı kaybetmemek uğruna çaba gösteriyor herkes. Mezunlarımız gittikleri kurumlara bu mükemmeliyetçi pratikleri taşıyorlar. Eğitim Fakültesi’nden mezun olan öğrencilerimiz, tam da bu yüzden Türkiye’de en çok aranan, en çok istenen öğretmenler oluyorlar. Hem Boğaziçili bir öğretmenin kurumlarında çalışması onlara bir etiket kazandırıyor hem de o öğretmenin kendisiyle beraber taşıdığı kültür, o kurumu zenginleştiriyor ve güçlendiriyor.


K A PA K S ÖY L E Ş İ S İ

23 yılda 2,5 milyon öğrenci:

Eğitimin gönüllülük hâli Milli Eğitim Bakanlığı’ndan sonra Türkiye’nin eğitim alanında faaliyet gösteren en yaygın kuruluşu olan Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nın genel müdürü Sait Tosyalı ‘79 ile eğitimin sivil toplum ayağını konuştuk. “Geniş bir coğrafyada, 17 milyon öğrenci ve bir milyondan fazla öğretmenle devletin işi hiç de kolay değil.” Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı (TEGV) Genel Müdürü Sait Tosyalı’nın bu sözü, eğitim gibi vahim bir konuda neden her birimize rol düştüğünü anlatıyor aslında. Devlet, eğitim sisteminde tartışılmaz bir ağırlığa sahip, ne var ki kaynak yetersizliği ve yapısal sorunlarla boğuştuğu için, görevini yerine getirirken çeşitli güçlüklerle karşılaşıyor. Devlet tarafından verilen temel eğitime katkıda bulunmak amacıyla 1995 yılında Suna Kıraç’ın liderliğinde kurulan TEGV, 2018 yılı itibarıyla, sabit ve mobil öğrenim birimleriyle Türkiye’nin dört bir yanında faaliyet gösteriyor; her yıl 1500 öğrencinin hayatına dokunuyor. Bildiğimiz anlamdaki “sınıf” olgusuna pek de uymayan etkinlik alanlarında; eğitimi, öğrencinin korkup kaçtığı zorlu ve zorunlu bir süreç olmaktan çıkarıp eğlenceli ve renkli bir hale getirerek, bir anlamda yeniden tasarlıyor. TEGV İstanbul Zeyrek Öğrenim Birimi’nde bir araya geldiğimiz Sait Tosyalı’dan TEGV’i ve Türkiye’nin eğitim sistemini dinledik. S ÖY L E Ş İ: E LV İ N V U R A L ‘1 2 / T R A N S K R İ P S İ YO N: H A B İ B E Ç I K I L I O Ğ L U ‘18 / F O T O Ğ R A F L A R : E N G İ N I R I Z

56


57


Koç Topluluğu ve Linde Gaz gibi şirketlerde çalıştıktan sonra Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nın (TEGV) genel müdürlüğü görevini üstlendiniz. İş dünyasından sonra sivil topluma, özellikle eğitim alanına nasıl yöneldiniz? Geçmişte sivil toplum deneyimim vardı; Sağlık ve Eğitim Vakfı bünyesinde yönetim ve denetim kurullarında görev almıştım; halen de vakfın mütevelli heyeti üyesiyim. TEGV ise, kuruluşundan itibaren bildiğim, ilgi duyduğum, desteklediğim ve faaliyetlerini takip ettiğim bir sivil toplum kuruluşuydu. İşin içinde çocuklar ve eğitim olunca, iş dünyasında edindiğim deneyimleri bir STK bünyesinde değerlendirme fırsatı beni çok heyecanlandırdı. TEGV’in kurumsal yönetişim politikalarına uygun şekilde yürütülen seçme ve değerlendirme sürecinin ardından Eylül 2017’de göreve başladım. TEGV nasıl kuruldu ve şimdiye kadar kaç çocuğa ulaştı? TEGV, sayın Suna Kıraç’ın girişimi ve onun vizyonuna inanan bir grup akademisyen ile iş insanının, sorunlardan şikayet etmek yerine taşın altına ellerini koyarak Türkiye eğitim sistemine yeni bir seferberlik anlayışı içinde katkıda bulunmayı amaçlamasıyla 1995 yılında kuruluyor. Fark yaratacak şekilde tasarlanmış eğitim programları ve sürdürülebilir yapısıyla, ülkemizdeki her çocuğun erişebileceği bir STK olmayı hedefliyor. Biz TEGV olarak; eğitimde fırsat eşitliğine inanıyoruz. Türkiye’nin geleceğinde aydınlık yüzler görmek istiyorsak, çocuklarımızı nitelikli eğitim ile bugünden donatmamız gerektiği prensibi ile çalışıyoruz. Misyonumuz da; devletin vermekte olduğu eğitime destek olmak; Cumhuriyet’in temel ilke ve prensiplerine bağlı, çağdaş ve evrensel değerlere sahip; sağduyulu, yaratıcı, düşünen, sorgulayan, hoşgörülü, farklılıklara saygılı ve özgüveni yüksek çocuklar yetiştirmek. Devletimiz, eğitim sorumluluğunu üstleniyor ancak

imkanları sonsuz değil; dolayısıyla hem vatandaşlara hem sivil topluma ve özel kuruluşlara eğitim konusunda devlete destek olmak adına büyük görevler düşüyor. Bu bağlamda TEGV, her yıl 150 binden fazla çocuğa ulaşıyor. Bugün Milli Eğitim Bakanlığı’ndan sonra Türkiye’nin eğitim alanında faaliyet gösteren en yaygın sivil toplum kuruluşu olarak, kurulduğu günden bu yana 2,5 milyondan fazla çocuğun hayatına dokunabilmiş. Çocukları gönüllülerimizle etkinlik noktalarımızda bir araya getiren özgün bir modelimiz var. Her yıl 7-8 bin civarında aktif gönüllümüz etkinliklerimizde görev alıyor. Gönüllülerimizin yaklaşık yüzde 60’ı üniversite öğrencilerinden; kalanı emekliler, ev hanımları, öğretmenler ve çalışan kesimden oluşuyor. Nerelerde faaliyet gösteriyorsunuz? 31 ilde 72 noktada, sosyo-ekonomik açıdan dezavantajlı bölgelerde faaliyet gösteriyoruz. Ankara, Samsun, Antalya, Eskişehir, Şanlıurfa, Gaziantep, İstanbul, Van ve İzmir’de bulunan eğitim parklarımızda, oldukça geniş mekanlar ve içinde çocuklara fiziksel aktiviteler sunabileceğimiz spor alanları bulunuyor. Eğitim parklarımızdan her yıl imkanları kısıtlı 5 bin çocuğumuz yararlanıyor. Ayrıca 38 noktadaki orta ölçekli sabit öğrenim birimlerimizin her birinde yılda ortalama 1500 çocuğumuza nitelikli eğitim desteği sağlanıyor. Bir de mobil birimlerimiz var. “Ateşböceği” olarak adlandırdığımız bu birimlerimiz 24 araçlık bir filo; etkinlik içeriklerimize uygun eğitim mekanları olarak tasarlanıp donatılmış TIR dorseleri aslında. Okul bahçelerine konuşlanıp tüm çocukların etkinliklere katılmasını sağladıktan sonra ve yaklaşık üç ayda bir talebe göre başka okullarda çocuklarla buluşmak üzere yer değiştiriyorlar. Bilişim, eğitimin basamaklarında giderek daha da küçük yaşlarda karşımıza çıkıyor. Siz TEGV olarak

58

bilişim programını ne zaman ve nasıl devreye soktunuz? Programlarımız arasına giren bilişim, Türkiye’de çocuklara yönelik bir sosyal sorumluluk projesi gerçekleştirmek isteyen google. org’un desteğiyle Kasım 2017’de hayata geçti. Algo Dijital adını verdiğimiz açık platform ile çocuklar, geleceğin alfabesi olarak adlandırılan kodlamayla tanışıyor, temel dijital becerilerini geliştiriyor ve algoritmik düşünmeyi öğreniyorlar. Bugüne kadar yaklaşık 80 bin çocuğumuz, 3500 gönüllümüzün yürüttüğü etkinlikler sayesinde Algo Dijital ile tanıştı. Bunun dışında algodijital. com’a uzaktan erişen çocuklar da bu fırsattan ücretsiz olarak yararlanabiliyorlar. Sizce geleceğin eğitimi gerçekten de ekran karşısında mı? Geçtiğimiz günlerde havaalanında beklerken, bir anne ile çocuğuna gözüm takıldı. Anne valizini bekliyor; çocuğun da elinde bir akıllı telefon... Annesine sordum; çocuk bir buçuk yaşındaymış. Yaklaşıp nelerle oyalanıyor diye göz attım; YouTube’dan video izliyor, hoşuna giden yerde durduruyor, geri alıyor, değiştiriyor. Bunu yapabilen çocuğun henüz bir buçuk yaşında olduğuna inanamadım. Teknoloji kullanımı, günümüzde bu kadar erken yaşlara inmiş durumda. Tabloyu reddetmek imkansız; dolayısıyla teknolojinin eğitimin içine en uygun biçimde entegre edilmesi gerekiyor. Algo Dijital ile TEGV’de başlattığımız dijital dönüşümün bu açıdan önemli bir fırsat olduğuna inanıyoruz. Yalnızca etkinlik noktalarımıza gelen çocuklara değil, gelemeyen, daha uzaktaki çocuklara da ulaşmak üzere çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Teknolojiyi böyle bir amaç doğrultusunda kullandığınız zaman, dijital devrimin çekinilecek bir tarafı kalmıyor bence. Öğrenciler, topluluk olarak bir sınıf ortamında yine de bir araya gelmeye devam edecekler ama formatın değişeceği kesin. Ancak okullarımızın ve sınıflarımızın daha renkli ve öğrenci dostu mekanlar olarak yeniden tasarlanması gerektiğini düşünüyorum.


Gönüllülerinizin tabi tutulduğu bir eğitim süreci var mı? Tabii ki… Üstelik yoğun bir eğitim sürecinden geçtiklerini söyleyebilirim. TEGV’e gönüllü olmak için başvuran tüm adaylar önce temel gönüllü eğitimini almak durumunda. Sonra çocuklarla eğitim etkinlikleri gerçekleştireceklerse, eğitimleri devam ediyor. Eğitim etkinliklerimizin içeriklerini hazırlayan danışmanlarımız önce gönüllü eğitmenlerimize eğitim veriyor; sonra bu eğitmenler Türkiye’nin dört bir yanına dağılıp gönüllülerimize eğitimin içeriğini, kazanımını ve uygulama yöntemlerini aktarıyor. Takip eden dönemde gönüllülerimiz çocuklarla etkinliklerini gerçekleştiriyor. Gönüllü eğitmenlerimizin motivasyon, yaratıcılık ve donanımlarını artırmak için türlü seminerler düzenleniyor. Ayrıca gönüllülerimizin program deneyimlerini paylaşmaları, geri bildirim vermeleri ve donanımlarını artırmaları için yılda birkaç kez bölgesel gönüllü toplantıları yapıyoruz.

Bunun yanı sıra TEGV’de tüm etkinliklerimiz ölçme ve değerlendirme yöntemleriyle denetleniyor. Bu denetleme mekanizması, sponsorlarımızın, verdikleri desteğin doğru şekilde kullanıldığını ve sonuç verdiğini görmesi açısından önemli. TEGV’de yaratılan bu özgün modelin Harvard Üniversitesi’nde 2014’ten bu yana bir vaka çalışması olarak okutulmakta olduğunu da eklemek isterim. Peki kurum olarak çocuklara nasıl ulaşıyorsunuz? Milli Eğitim Bakanlığı’yla devam eden bir protokolümüz var. Bulunduğumuz il ya da ilçelerdeki milli eğitim müdürlükleri ile temasa geçiyoruz; onay sürecinden sonra etkinliklerimize başlıyoruz. Okulların sosyal etkinlik saatlerinde toplu olarak gelen çocuklarımız oluyor. Hafta sonları da ailelerin bilgisi dahilinde etkinlik noktalarımıza gelen çocuklara ulaşıyoruz. Bazı programlarımız ise etkinlik noktalarımıza gelemeyen çocuklara, yine gönüllülerimiz aracılığıyla kendi ilköğretim okullarında veriliyor.

59

“Avrupa Birliği ve OECD ülkeleri arasında okul öncesi eğitime katılım sıralamasında en sondayız. Okul öncesi eğitimin, tüm eğitim sisteminin en kritik dönemi olduğu düşünüldüğünde, bu alana ciddi yatırımlar yapılması gerektiği artık kaçınılmaz.“


“Eğitimde standartlaşma arzusu ve merkeziyetçi yaklaşımlar, eğitim sistemindeki bazı temel öğrenme yaklaşımlarının gölgede kalmasına sebep oldu. Örneğin usta-çırak ilişkisi ile öğrenme tarihsel geçmişi olan bir yöntem. Gözlem, asistanlık, uygulama gibi evreleri olan bu yöntem, giderek yok oluyor.“ Eğitimden bahsediyoruz ama insanları yaklaşık beş yaşından 18 yaşına kadar “eğitilecek bir özne” olarak görüyoruz. Eğitim nerede başlıyor, nerede bitiyor? Aslında genel kanı eğitimin beş yaşından da önce, hatta anne karnındayken başladığı ve yaşamın son evrelerine kadar devam ettiği yönünde. 0-3 yaş grubunda beş duyu, yürüme, konuşma gibi temel kazanımlarla devam ediyor; okul öncesi eğitimle sonraki dönemlerin altyapısı hazırlanıyor. Okul öncesi deyince; Avrupa Birliği ve OECD ülkeleri arasında okul öncesi eğitime katılım sıralamasında en sondayız. Okul öncesi eğitimin, tüm eğitim sisteminin en kritik dönemi olduğu düşünüldüğünde, bu alana ciddi yatırımlar yapılması gerektiği artık kaçınılmaz. Sizce okullardan çok şey mi bekliyoruz? Beklemek zorundayız ancak günümüzde bu yeterli değil. Aile içi, okul öncesi, sosyal ortam, kitaplar, bunların hepsi eğitimde okul kadar önem taşıyan unsurlar. Etik bir toplum oluşturmak, değer

yaratan sorumlu bireyler yetiştirmek, üretime dayalı bir ekonomi yaratmak istiyorsak eğitim politikaları ve uygulamalarının çağdaş ve evrensel bir düzeyde olmasını okullarımızdan beklemek durumundayız. Toplumun her kesimi böyle bir beklenti içerisinde olmalı ki, sürekli bir gözden geçirme ve iyileştirme olabilsin. Buradan hareketle eğitimin okul dışına çıkışından bahsedelim... Eğitim almak için okula gitmek; özgün eğitim modellerini, zanaatları, ana akımın dışındaki öğretileri geride bırakıyor mu? Bu durum, insanları tektipleştiriyor mu? Evet maalesef tektipleştik… Üniversite sınavına giren gençler tıp, mimarlık, mühendislik, hukuk gibi alanlara yöneliyor. Eğitimde standartlaşma arzusu ve merkeziyetçi yaklaşımlar, eğitim sistemindeki bazı temel öğrenme yaklaşımlarının gölgede kalmasına sebep oldu. Örneğin usta-çırak ilişkisi ile öğrenme tarihsel geçmişi olan bir yöntem. Gözlem, asistanlık, uygulama gibi evreleri olan bu yöntem giderek yok oluyor. Herkes üniversite okumalı mı? Toplumsal eğilim ve genel beklenti ne yazık ki o yönde. Aslında, herkes ilgi duyduğu ve uzmanlaşmak istediği alanda eğitim alabilmeli. Bugün birçok ülkenin benimsediği eğitim modelinde benzer evreler olduğunu görüyoruz; anaokulu, ilköğretim, lise; sonrasında üniversite; oradan da iş hayatı ve kariyer çizgisi. Bugün Finlandiya’da lise mezunlarının sadece üçte ikisinin üniversite okuduğunu biliyoruz. Rahmetli Mustafa Koç’un 2006 yılında başlattığı “meslek lisesi, memleket meselesi” projesi, nitelikli iş gücü yetiştirmek, meslek liselerine dair toplumsal farkındalığı artırmak, nitelikli gençlerin meslek eğitimi almasını sağlamak ve ara istihdam denen teknik eleman kadrosu ve yetkinliğini artırmak açısından önemli bir projeydi. Üniversite mezunlarımızın iş bulmakta zorlandığı ve nitelikli teknisyenlerin

60

nüfusunun azaldığı günümüzde bence bu tür projelere daha çok ihtiyacımız var. Türkiye’deki eğitim sisteminin artıları ve eksileri neler? Geleceğin güvencesi ve ekonomimizin dayanağı genç nüfusumuz, bizim en büyük avantajımız. Ancak genç nüfusa nitelikli eğitim sağlanamadığında bu avantaj, dezavantaja dönüşüyor. 2023’te en büyük 10 ekonomi içerisinde olma hedefimiz varsa bunu ancak nitelikli eğitim ve nitelikli iş gücü ile sağlayabiliriz. Geniş bir coğrafyada, 17 milyon öğrenci ve bir milyondan fazla öğretmenle devletin işi hiç de kolay değil. Yakın geçmişte eğitim kalitesi ve sistemi bakımından mukayese edildiğimiz Güney Kore, Finlandiya gibi ülkeler, bugün açık ara öndeler; sistemlerini daha iyi kurgulamış, kaynaklarını aktarmış ve altyapılarını uygun şekilde donatmış durumdalar. Ancak son zamanlarda artık devletin en yetkili kademelerinde dahi değişime gereksinim duyulduğunu öğrenmek gerçekten umut verici. Sistem niye bu kadar sık değişiyor? Aslında bu soruna daha 1923’te Mustafa Kemal Atatürk dikkat çekmiş; o tarihte Eskişehir’de yaptığı bir konuşmada, sıklıkla değişen yönetimlerin her birinin kendi sistemini getirdiğini söylemiş ve bu durumun sorunlar yarattığının altını çizmiş. Gelişmiş ülkelerde eğitim sistemleri revize edilir ancak bu kadar sık değişime uğramaz. Bizde de revizyonlar yapılıyor, sınav sistemi değişiyor. Ama hiç değişmeyen bir şey var; o da sınav odaklı eğitim ve dolayısıyla sınav odaklı toplum. Sınavlar olmasın demiyorum ama sınav sisteminizi çağın gereklerine göre yenilemezseniz, sınav odaklı ezberci bir sistem yaratırsınız. Bu sistemle geldiğimiz üzücü noktayı ise TIMMS ve PİSA gibi uluslararası standart ölçümler net bir şekilde ortaya koyuyor. Örnek gösterilen ülkelerdeki


61


“Gelişmiş ülkelerde eğitim sistemleri revize edilir ancak bu kadar sık değişime uğramaz. Bizde de revizyonlar yapılıyor, sınav sistemi değişiyor. Ama hiç değişmeyen bir şey var; o da sınav odaklı eğitim ve dolayısıyla sınav odaklı toplum. Sınavlar olmasın demiyorum ama sınav sisteminizi çağın gereklerine göre yenilemezseniz, sınav odaklı ezberci bir sistem yaratırsınız.“

modeller sizce Türkiye’de uygulanabilir mi? İyi yapılandırılmış ve nitelikli öğretmenler yetiştirmek üzere kurgulanmış, fiziki altyapısı, donanımı, içeriği, metodolojisi çağın gereklerine uygun planlanmış ve gerekli kaynakları sağlanmış modeller, tabii ki uygulanabilir.

oranda Nirun Bey’e borçlu. “Atma bağışla” adını verdiğimiz projemizle kurumsal ve evsel elektronik atıkları toplayıp lisanslı bir kuruluşta geri dönüşümlerini sağlıyoruz. Bunu yaparken bir yandan çevre koruma politikalarına destek oluyor, diğer yandan çocukların eğitimi için fon yaratıyoruz.

Peki sizce devlet, eğitim sorumluluğunu üstlenerek iyi mi yapıyor? Günümüzdeki devlet modeli bunu gerektiriyor. Ancak gönül ister ki devlet okullarımız Türkiye’nin her köşesine standart bir şekilde, çok iyi tahsil almış öğretmenlerimizle, zengin içeriklerle donatılmış eğitim programlarını ulaştırabilsin. Az önce Finlandiya’dan söz ettik, Finlandiya eğitim sisteminde öğretmenlerin yüksek lisans derecesine sahip olmasına ve her yıl belli sayıda kişisel gelişime destek dersi almasına ilişkin şartlar var. Bizde öyle bir zorunluluk olmasını bir kenara bırakalım, öğretmenlik mesleğinin son yıllarda giderek itibarsızlaşması söz konusu. Öğretmenlik mesleğinin cazip hale getirilmesi şart. Sorumluluğu alan devletlerin bunu yerine getirecek kaynakları sağlaması da kaçınılmaz bir zorunluluk.

“Adım Adım” koşucuları, her yıl İstanbul, Bozcaada ve Antalya maratonlarında koşarak sadece TEGV için değil, sayısı 70’i aşan sivil toplum kuruluşları için farkındalık yaratıp bağış topluyorlar. Bu akım son yıllarda ülkemizde giderek önemini artırıyor. TEGV adına koşan gönüllülerimiz daha önce, “ateşböceği” olarak adlandırdığımız mobil öğrenim birimlerimizden birinin işletme giderlerini karşılamak, sonrasında Erciş Öğrenim Birimi’mizin çocuklarına destek olmak için koşmuşlardı; bu yıl da Mardin Savur Öğrenim Birimi’mizin çocukları için koşuyorlar.

TEGV olarak siz kaynaklarınızı nasıl oluşturuyorsunuz? Gücümüzü en çok kurumsal desteklerden alıyoruz. Bu ülkenin geleceğinin nitelikli eğitimden geçtiğine inanan ve katkı sağlayan çok sayıda kurum var. Kendimizi iyi anlattığımız sürece biz ve bizim gibi STK’lar bu desteği alabiliyoruz, almaya da devam edeceğimizi ümit ediyorum. Ek olarak bir iktisadi işletmemiz var; e-mağazamızdan okul ve nikah ürünleri satışı ile ek gelir yaratmaya çalışıyoruz. Bunları söylerken rahmetli bağışçımız, eğitim dostu Nirun Şahingiray’ın adını vermeden geçmem mümkün değil. Nirun Bey, 2008 yılında aramızdan ayrıldığında, varlığının önemli bir kısmını TEGV’e bağışladı. TEGV bugün faaliyetlerini yapabiliyorsa, bunu önemli

62

Bunların yanı sıra çeşitli sosyal sorumluluk projeleri ile de kaynak yaratmaya çalışıyoruz. Örneğin bir gönüllümüz, Sacit Erdem, geçtiğimiz yıl ağustos ayında Matterhorn Dağı’na tırmandı. Bunu yaparken Mersin Öğrenim Birimi’mizin bir yıllık işletme giderini karşılamak üzere TEGV adına farkındalık yarattı, yüzlerce kişiden bağış toplamayı başardı. Bir başka gönüllümüz, Ahmet Uysal, 2017’de Kuzey Kutbu’nda maraton koşmuş ve Siirt Pervari Öğrenim Birimi’mizin iki yıllık işletme giderini karşılayacak kadar bağış toplamıştı. Sevgili Ahmet, bu yılki projesinde de kuzeydoğuda Artvin’den başlayıp, güneybatıda Fethiye’de sona eren 1650 kilometrelik koşusunda 6 bin çocuğumuzun eğitimi için kaynak yaratmayı başardı. Milli dalgıcımız Fatma Uruk, eylül ayında Kaş’ta yapılan Sualtı Dalış Şampiyonası’nda üç madalya kazanırken “Mardin’e Koş Eğitime Koş” projemiz kapsamında Mardinli çocuklarımız için dalışlarını gerçekleştirdi. “Umuda Pedal” adlı bir bisikletçi grubu temmuz ayında TEGV yararına bir hafta boyunca


Göteburg’dan Hamburg’a 850 kilometre pedal çevirdi. Kampanyada yüzlerce kişi bisikletçileri destekledi; elde edilen bağışlarla TEGV’li çocuklarımıza, yaparak ve üreterek öğrenmelerine ortam sağlayacak iki adet maker laboratuvarı kazandırılacak. Bu laboratuvarlar nerede kurulacak? Biri İstanbul Bakırköy’deki Ferit Aysan Eğitim Parkı’mızda olacak. Diğeri içinse uygun etkinlik noktalarımızdan birini seçeceğiz. Aslında bunlardan önce 73’üncü öğrenim birimimiz olarak Kasım 2018’de açılacak Tekirdağ Fibria Öğrenim Birimi’nde çocuklarımız, TEGV bünyesinde ilk kez, maker laboratuvarı ile tanışacaklar; üç boyutlu yazıcılar, robotlar, üç boyutlu tasarım kalemleri, elektronik kartlar, sensörler, motorlar ve geri dönüşüm malzemeleri ile yaparak, üreterek öğrenecekler. Peki sizce çocukları müfredat ile zorlamalı mıyız yoksa daha gündelik, pratik sonuçlar doğuracak öğretiler ile mi donatmalıyız?

Müfredatları çocukların eğlenerek, yaparak, üreterek öğrenecekleri şekilde hazırlayabilsek zorlamaya gerek kalmaz zaten. Milli Eğitim Bakanı Sayın Ziya Selçuk 2018/19 Eğitim Yılı açılış konuşmasında okullarımızın atölyelerle zenginleştirilmiş mekanlar olmasına önem verdiğini vurgulamıştı. TEGV içeriklerinin öteden beri uygulamaya yönelik olmasını, devlete bu konuda destek veren bir kurum olarak bizim doğru yolda olduğumuzun bir göstergesi olarak değerlendiriyorum. Bir öğretmenin öğrencisine öğretebileceği en değerli şey nedir? Tabii ki çok şey var ama sanırım en önemlisi, çocuğun potansiyelini keşfetmesini sağlamak. Bunu yaparken sormayı, sorgulamayı, bilgiye erişimi öğretebilmesini, kitap okuma alışkanlığı kazandırabilmesini, bir öğretmenin öğrencisine verebileceği en faydalı kazanımlar arasında sayabilirim. Tersten soralım: Ya bir öğrencinin öğretmenine öğretebileceği en değerli şey?

63

Aslında bu sorunuzu TEGV’de yapmakta olduğumuz anket sonuçlarına dayanarak yanıtlayabilirim. Gönüllülerimiz, TEGV sisteminde çocuklarımızın bir anlamda öğretmenleri. Düzenli yaptığımız anketlerde kazanımlarını sorduğumuzda gönüllülerimiz, TEGV’de çocuklarla olan deneyimlerinden en çok sabırlı ve anlayışlı olmayı, daha iyi iletişim kurmayı öğrendiklerini söylüyorlar. Kendinize rol model aldığınız bir eğitimci var mı? Emeği geçen tabii ki çok sayıda hocam oldu, birini diğerinden ayırmam zor. Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden Gündüz Ulusoy; mezuniyet projemin danışmanı rahmetli İbrahim Kavrakoğlu; toprakları bol olsun her biri birer efsane olan Devrim Tarihi hocamız Suna Kili, Arman Manukyan ve Demir Demirgil’i saygıyla anıyorum. Bu değerli hocalarımızın her biri sadece bende değil, kendilerinden ders alma şansı bulan tüm öğrencilerinde eminim derin izler bırakmışlardır.


DÜŞÜNCE

Zorbalık dedikleri Bugünün çocuklarının göğüs germeye çalıştığı zorbalık vakaları, yarının yetişkinlerinin kişilik formasyonunda önemli bir role sahip.

B

ir süre önce sosyal medyada balinalar hakkında bir kampanyaya1 rastladım. 16 yaşındaki Dannie (Dee) McMillan adlı genç kızın okul arkadaşları, fiziksel görünüşüyle dalga geçmek için onu bir balinaya benzettikleri, küçük düşürücü fotoğraflarını paylaştıkları sahte bir Twitter hesabı

açmış. Dannie bu durum karşısında çok üzülmüş ama öğretmeninin de desteğiyle “Dee The Fat Whale Saves The Whales” (Şişko Balina Dee Balinaları Kurtarıyor) adlı bir kampanya başlatmış. Şimdiyse kampanya kapsamında tasarlanan tişörtlerin satışından elde edilen gelir, balinaların kurtarılması

için düzenlenen kampanyalara bağışlanıyor. Ne yazık ki okullarda yaşanan zorbalık vakaları çoğu zaman bu örnekteki gibi sonuçlanmayabiliyor. ABD’de yapılan bir araştırmada2 okullardaki silahlı saldırılara karışanların yüzde 95’inin saldırı

YA Z I: D O Ç . D R . FAT M A A S L A N T U TA K ‘0 4 İ L L Ü S T R A S YO N: N ATA L I A N O W I C K A

64


düzenledikleri okulun öğrencisi oldukları, bu öğrencilerin yüzde 71’inin ise daha önce okulda zorbalığa maruz kaldıkları, kendilerini tehdit altında hissettikleri veya saldırıya uğradıkları tespit edilmiş.

Zorbalık nedir? Zorbalık, “daha güçlü durumdaki kişi ya da kişilerin, daha az gücü olan bir kişiye bilinçli, kasıtlı ve sürekli olarak zarar vermeye çalışması” olarak tanımlanabilir. Bu zarar verme eylemi, fiziksel ya da sözlü olarak günlük hayatta görülebildiği gibi karşımıza siber zorbalık olarak da çıkabiliyor. Türü ve bağlamı ne olursa olsun zorbalık, zarar gören kişiyi fiziksel veya duygusal olarak inciten, eğitim-öğretim sürecini ve çıktılarını etkileyen, ancak tüm paydaşların katkısı ile çözülebilecek önemli bir sorun. Öğretmen, öğretmen eğitimcisi ve eğitim araştırmacısı kimliklerimle eğitim-öğretim ortamlarında bulunurken, zorbalık hakkında bazı deneyimler edinme fırsatım oldu. Bu konuya merakım, bir veli olarak oğlumun sınıfında yaşanan durumları anlamaya çalışırken gelişti. Eleştirel pedagoji üzerinden güçlügüçsüz arasındaki ilişkiyi irdelemiş bir eğitimci olarak, oğlumun sınıfında gerçekleşen zorbalığa dair diğer velilerden farklı bir bakış açısı geliştirdim. Okullar toplumumuzun birer aynası; çocuklarımız toplum içinde yaşamayı ve kabul edilebilir davranışlar geliştirmeyi okul ortamında öğreniyorlar. Güçlünün güçsüzü ezmesinin normal karşılandığı veya bu tür durumların göz ardı edildiği bir okul kültüründe öğrenciler; okul kurallarına, arkadaşlarına veya öğretmenlerine güven duyamıyorlar. Bu öğrenciler yetişkinliğe ulaştıkları zaman toplumdaki eşitsizlikten, hukuksuzluktan rahatsız olmayabiliyor, hatta güç kullanabilecekleri bir konuma geldiklerinde diğer insanları ezme hakkı (!) kazandıklarını düşünebiliyorlar.

Neler yapabiliriz? Zorbalık, farklı kapsamdaki araştırmalarla incelenen, oldukça derin bir konu. Öte yandan zorbalığı önlemek için günlük hayatımızda yapabileceklerimiz var. Öncelikle, okulda gerçekleşebilecek herhangi bir zorbalığın normal ya da doğal olmadığını kabul etmek gerekiyor. Bazen yetişkinler (örneğin veliler), okulda yaşanan zorbalığın “gerçek hayatın bir provası” olduğunu düşünürler ki bu durum oldukça ürkütücü. Tüm paydaşların; kabul edilebilir ve edilemez davranışların sınırlarını net bir şekilde çizmesi, okul kültürü içerisinde zorbalığın kabul edilemez bir davranış biçimi olduğu konusunda ortak bir dil oluşturması gerekiyor. Öğretmenlerin de öğrencilere rol modeli olarak, sahip oldukları gücü sınıf içi uygulamalarda nasıl kullandıkları noktasında azami derecede dikkatli olmaları şart. Örneğin, matematik dersinde farklı yöntemlerle çözülebilecek bir problemde öğretmenin yöntemi tek doğru olarak ele alınmayıp, öğrencilerin de probleme farklı çözümler geliştirmesi teşvik edilmeli. Okul içerisinde öğrenciler fikir ayrılığına düşebilir; bireysel farklılıklar ön plana çıkabilir. Bu tür durumlarda anlaşmazlıklarını yapıcı bir şekilde çözebilmeleri için öğrencilere uygun iletişim yöntemlerinin öğretilmesi gerekiyor. Velilere düşen önemli bir görev de bu anlaşmazlıklar hakkında konuşurken uygun bir dil kullanmak. Velinin “Benim çocuğum her zaman haklıdır” şeklindeki yıkıcı yaklaşımı yalnızca okul kültürüne değil, uzun vadede kendi çocuklarına da zarar veriyor. Zorbalığın gerçekleştiği durumlarda güçlü tarafın bazen “sadece eğlenmek” için o davranışları sergilediği, karşıdakinin üzüldüğünü görmediği veya üzüldüğünü fark etse bile açtığı yarayı küçümsediği gözlemleniyor. Bu durumun önüne geçebilmek için öğrencilerdeki empati becerisini geliştirmeye yönelik sınıf içi uygulamalar geliştirilmeli. Örneğin, okul öncesi

65

dönemden başlayarak öğrencilerin hikayedeki, resimdeki ya da filmdeki duyguları açıkça belirtilmemiş bir yan karakterin duygularını tahmin etmeleri, irdelemeleri istenebilir. Zorbalığın fark edilmesi veya önlenmesi sadece yetişkinlerin görevi değil; zorbalığa tanıklık eden öğrencilerin de belirli sorumlulukları olduğunun farkında olmaları gerekiyor. Zorbalık üzerine yapılan araştırmalarda, mağdurların çoğunlukla yalnız kalan, dışlanan öğrenciler olduğu görülüyor. Zorbalığa maruz kalarak dışlanan bir öğrenci ile arkadaşlık edecek öğrenciler de zorbalığa maruz kalacaklarını düşünerek sessiz kalıyorlar. Bir nevi kısır döngü oluşuyor ve zorbalığa maruz kalan öğrenci daha da yalnızlaşıyor. Zorbalığı yenmenin en etkili yöntemlerinden biri, tanık olan ama sessiz kalan öğrencilerin harekete geçirilmesi. Zorbalığa maruz kalan kişiye etrafındakilerin destek olması gerektiği mesajını vermek amacıyla “Bystander Revolution” isimli İnternet sitesinde3 daha önce zorbalıkla baş etmiş gençlerin veya ünlü isimlerin video röportajları paylaşılıyor. Çözüm; zorbalığı fark etmekten, bu durumun normal olmadığını kabul etmekten ve hem yetişkinlerde hem de çocuklarda eleştirel bilinç geliştirmekten geçiyor. Çünkü zorbalık, eğitim-öğretim sürecine dahil olan tüm paydaşların (okul yöneticileri, veliler ve öğrenciler), sorumluluklarının bilincinde aktif rol almasını gerektiriyor.

Kaynakça: Nefreti sevgiye dönüştüren siber zorbalık mağduru genç kız. (Temmuz, 2016). https://www.egitimpedia.com

1

Darling-Hammond, Linda. (Haziran, 2018). Arming teachers and expelling students is not the answer to school shootings, and it’s dangerous. https://forbes.com

2

3

https://www.bystanderrevolution.org


ARAŞTIRMA

Kuram ve uygulama arasında nasıl bir ilişki var? Normatif değil, betimsel olan bu soruya yanıt ararken ideal bir eğitim sisteminde bu iki alanın birbirini nasıl beslemesi gerektiğini kurgulamak yerine, var olan bir durumda nasıl etkileşime girdiklerini ele alalım.

E

ğitimde kuram ve uygulamanın nasıl bir ilişkiye sahip olduğunu anlatmadan önce, bu iki kavramı tanımlamakta fayda var. Kuram, incelenen olay ya da durumla ilgili genellemeler içeren bir kavramsal ağ anlamına gelir. Bu kavramlara ve genellemelere, tekil gözlemlerden tümevarımla ulaşılabileceği gibi, yalnızca önceden var olan kavramlar kullanılarak tümdengelimle de ulaşılabilir. Uygulama ise ele alınan olay ya da durumun gerçek dünyadaki tezahürüdür. Eğitim sistemlerinde kuram ve uygulama, birbirini karmaşık biçimlerde etkileyebilir.

Bunu, 2011 yılında yaptığım bir araştırmanın1 bulgularından faydalanarak açıklayayım. Türkiye’de belki de en kapsamlı müfredat değişikliği hamlesi 2005-2007 yılları arasında yapıldı. Ortaöğretim Fizik Dersi Öğretim Programı (FDÖP), Türkiye eğitim tarihinde ilk kez 2007 yılında hazırlandı ve 2007-2008 eğitim öğretim yılında uygulamaya kondu. Daha önce fizik dersi müfredatı, birkaç sayfalık bir konu listesinden ibaretken; 2007 öğretim programı, belki de fazla ayrıntılı bir biçimde programın felsefesini, öğrenme YA Z I: D O Ç . D R . FAT İ H Ç A Ğ L AYA N M E R C A N

66

ve öğretme anlayışını, ölçme ve değerlendirme yaklaşımını ve konuların sınıf düzeylerine nasıl getirildiğini açıklıyordu. Her sınıf düzeyi için ayrı ayrı hazırlanan yüzlerce sayfalık metinde üniteler, konular ve kazanımlar açıkça belirlenmiş, her kazanımda dikkat edilmesi gereken sınırlamalar, önceki sınıflarla bağlantılar ve etkinlik örnekleri sunulmuştu. 2007 FDÖP, öğretim programı kuramlarından beslenerek, sarmal bir yapıyla hazırlanmıştı ve 9. sınıf ile sonraki sınıf düzeyleri arasında bir ayrım yapıyordu. Çünkü programın


birincil amacı bilimsel okuryazarlıktı. Bilimsel okuryazarlığın hedefi ise demokratik yönetime etkin biçimde katılan, bilgiyi değerlendirerek karar verebilecek vatandaşlar yetiştirmekti.2, 3 Üstelik 9. sınıf, sayısal alanı seçmeyecek milyonlarca öğrencinin son kez fizik dersi alma şansı bulacağı özel bir dönemdi. Bu nedenlerle, herkes tarafından bilinmesi gereken temel fizik konuları ve kavramları özenle seçilerek 9. sınıfa yerleştirilmiş, matematik asgari düzeyde tutulmuş, konuların daha teknik kısımları sonraki sınıf düzeylerine bırakılmıştı. Fen öğretiminin önemli diğer iki amacı da öğrencilerin yükseköğretim eğitimine hazırlanması ve ülkenin akademik insan kaynağının yetiştirilmesi olarak belirlenmişti. Dolayısıyla, 10., 11. ve 12. sınıflarda fizik dersleri kavramsal örgü ve fiziğe özgü kodlama-sorgulama biçimleri esas alınarak tasarlanmış, gündelik hayatla ilişkiler yalnızca pekiştirme aracı olarak değerlendirilmişti. 2007 FDÖP iyi hazırlanmış ve zamanının ötesinde bir programdı. Ancak bu programın ete kemiğe bürünmesi öğretmenlere bağlıydı. Tam bu noktada, yapısal sorunların kuramın uygulamaya dönüşmesine nasıl engel olduğunu görüyoruz.

Öğretmenlerin “direnci” Öğretim programının uygulanabilmesini sağlamak amacıyla, programı diğer öğretmenlere aktaracak formatör öğretmenler için hizmet içi eğitim kursları düzenlendi. Ne var ki, öğretmenlerin bu denli büyük değişiklikleri sadece 15 günlük bir eğitim ile anlaması ve hazmetmesi mümkün değildi. Daha da acıklı olan ise öğretmenlerin çoğunun öğretim programını okumamış olmasıydı. Üstelik öğretmenler, programı hazırlayan akademisyenlerin fil dişi kulelerinden ahkam kestiğini, okul gerçeğini bilmediğini düşünüyorlardı. Okul gerçeğinin bir öğesi de, yükseköğretime öğrenci seçme ve yerleştirme sınavlarıydı.

Öğretmenlerin yüzde 90’ına göre lise fizik eğitiminin amacı, öğrencileri bu sınavlara hazırlamaktı. Bu sınavlarda çıkan soruların yeni öğretim sistemine uygun olması gerekiyordu ama sunulan yeni program, bu sözü veremiyordu. Sonuç olarak, öğretmenlerin içeriğin derinliğini ve sıralamasını öğrencilerinin ihtiyaçlarına (ve kapasitelerine) göre esnettikleri ortaya çıktı.

“Araştırmamızın sonuçlarına göre öğretmenler, konuların neden sınıf düzeyine göre ayrıldığını ve konular işlenirken neden birtakım sınırlamalar konduğunu bilmiyor. Bilgisi olanlar ise bu kurgunun gerekliliğine inanmıyor.“ Araştırmamın bulguları, fizik öğretmenlerinin 9. sınıf fizik müfredatı ile sonraki sınıfların müfredatları arasında derin bir ayrım olduğunu düşündüğünü ortaya koyuyor. Bu düşüncenin bir sebebi, bazı öğretmenlerin bu programın birden fazla amacı karşılamak üzere hazırlandığının farkında olmaması olabilir. Öğretmenler, bilimsel okuryazarlık amacını benimsememiş ya da öğrencilerine uygun bulmamış olabilirler. Araştırmanın ortaya koyduğu bir diğer gerçek ise o zamanki Anadolu liselerinde çalışan öğretmenlerin FDÖP’nin öğrencilerine hafif geldiğini düşünmesi. Sonuçta öğretmenlerden gelen tüm bu öneriler doğrultusunda, 2017 yılında Fizik Dersi Öğretim Programları normal liseler ve Anadolu liseleri için ‘genel’, fen liseleri için ‘ileri’ olacak şekilde yeniden hazırlandı. Yeni programda kimya ve biyoloji

67

konuları, fizik dersi konularıyla birlikte örülmüştü. Öğretmenler bu durumu, bilimin bütünselliğini gösteren ve disiplinler arası çalışmaları teşvik eden bir gelişme olarak değil; var olan öğretim sisteminde birbirinden keskin sınırlarla ayrılmış bu üç alanın, birbirinin alanını işgal etmesi olarak yorumladılar. Son olarak, fizik öğretmenlerinin öğretim programındaki sarmal kurguya da sıcak bakmadıkları ortaya çıktı. Araştırmamızın sonuçlarına göre öğretmenlerin birçoğu, konuların neden sınıf düzeyine göre ayrıldığını ve konular işlenirken neden birtakım sınırlamalar konduğunu bilmiyor. Bilgisi olanlar ise bu kurgunun gerekliliğine inanmıyor. Sonuç olarak, öğretim programı kuramları uygulamada kısmen yer bulabildi ve bu durum, uygulamayı kurama uymaya zorlamanın ne kadar sıkıntılı olduğunu ortaya çıkardı. Bizim durumumuzda öğretim programı kuramları, tümdengelim kullanarak ithal ettiğimiz açıklama araçlarıydı. Uygulamadan elde edilen dönütler 2013 ve 2017 öğretim programlarının hazırlanmasında kullanıldı. Uygulama bu anlamda kuramı besledi, ancak bizim kültürümüze ve bağlamımıza özgü yeni bir kuramın oluşmasına kaynaklık edemedi. Oysa her eğitim sisteminin biricik olduğunu göz önünde bulunduran, kendi eğitim sistemimizi betimleyip açıklayabilecek bir kurama ihtiyacımız olduğu açıkça ortada.

Kaynakça: Mercan, F. Ç. (2013). Turkish physics teachers’ views about the 2007 physics teaching program and its implementation. Educational Research and Reviews, 8(17), 1559-1573.

1

TC. Milli Eğitim Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkanlığı (2009). MEB 2010-2014 Stratejik Planı, Ankara.

2

OECD. (2003). The PISA 2003 assessment framework: Mathematics, reading, science and problem solving knowledge and skills. Paris, France. 3


DÜŞÜNCE

Çocuklara destek,

yetişkinlere bireysel okul

Gelişim süreci başlayan ve gelecekte kalıcı hale gelecek nitelikli kaynaklar, hem çocukların ve gençlerin hem de yetişkinlerin eğitim alışkanlıklarını ve öğrenme süreçlerini değiştirecek.

G

ünümüzde hemen hemen herkes teknolojinin geldiği noktanın farkında. Zira akıllı telefon ve İnternet ile ikiden 70’e hepimiz iç içe yaşıyoruz. Yeni neslin eskisinden hayli farklı olduğunu ve farklı yöntemlerle öğrenmek istediğini de biliyoruz. Ancak teknolojinin eğitime yansımasının ve gelecekte onu ne şekilde

etkileyeceğinin farkında mıyız? Eğitimde halihazırda yararlanılan kitap, fiziksel araç gereç, laboratuvar gibi kaynaklara ek olarak İnternet’in her eve girmesiyle birlikte kullanılmaya başlayan, okul öncesi ve okul çağındaki çocuklara yönelik nitelikli eğitim sunabilecek çeşitli kaynaklar mevcut. Bunlar arasında YA Z I: O Ğ U Z A K ‘0 8

68

ileride yaygınlaşması beklenen simülasyon, oyun, sanal ve artırılmış gerçeklik gibi ortamlar sıralanabilir. Benzer şekilde robotlar ve yapay zekayla desteklenen uygulamaların da bu nitelikli araçlar arasında yer alması bekleniyor. Ancak yakın gelecekte öğretimi olumlu yönde destekleyebilecek, potansiyeli yüksek bu kaynaklar, amacına uygun


ve gerekli pedagojik yaklaşımlarla tasarlanmadıkları sürece, beklenen etkiyi gösteremeyecekler. Geçmişte olduğu gibi bugün de yeni kaynaklara erişenler, öğrenimlerinin mucizevi bir şekilde iyileşmesini bekliyor. Örneğin, çocuğunuz için İnternet bağlantısı olan bir tablet, eğitsel uygulama ya da paket satın aldığınızda, çocuğunuzun eğitiminde bir sıçrama bekliyorsunuz. Oysa tarihsel olarak ortaya çıkan ve çok büyük beklentiler yaratan radyo, televizyon gibi icatların ve piyasaya sunulmuş eğitim yazılım paketlerinin bu mucizeyi yaratamadıkları ortada. Öte yandan bu teknolojilerin etkisiz olduğu da söylenemez ama olumlu etkiyi kendi başlarına yaratamayacaklarının altını çizmek gerekiyor. Bu da ancak öğretim materyallerinin doğru tasarlanması ve teknolojinin doğru entegrasyonunu sağlayacak pedagojik yaklaşımların benimsenmesiyle mümkün. Dolayısıyla herhangi bir teknolojiyi çocuğunuza ya da öğrencinize sunarken iyi incelemeniz, nitelikli olduğundan emin olmanız ve nasıl kullanılacağı konusunda onlara yardımcı olmanız gerekiyor. Bir eğitim materyalinde önemli olan hangi teknolojinin kullanıldığı değil; nitelikli öğrenmeyi sağlayacak şekilde tasarlanmış olması. Bunun gerçekleşebilmesi ise konu uzmanlarının ve öğretim tasarımcılarının materyal geliştirme sürecine etkin şekilde katılmasına, öğretmen ya da ailelerin teknolojinin kullanımı konusunda çocuklara iyi birer destekçi olmasına bağlı.

Her yetişkin kendi özel okuluna! Günümüzde yükseköğretim öğrencileri de eğitim süreçlerinde teknolojiyi aktif olarak kullanıyor ve bu sayede her an istedikleri enformasyona kolayca ulaşabiliyorlar. Bunun da ötesinde öğrenciler, neredeyse ilgi duyabilecekleri her alanla ilgili ücretsiz eğitim paketlerini

takip edebiliyorlar. Bu bağlamda verilebilecek en güzel örnek, Massive Open Online Courses (MOOCs) yani Kitlesel Açık Çevrim İçi Ders (KAÇD) kavramı. Son 10 yıldır dünyanın önde gelen üniversiteleri, neredeyse tüm alanlara dair yapılandırılmış dersleri herkesin erişebileceği şekilde, açık olarak yayınlıyor. Sadece 2011-2015 yılları arasında 550 öğretim kurumu 4200’den fazla ders yayınladı.1 Hatta bu dersleri yayınlayan edX ve Coursera gibi platformlar, verdikleri dersleri paketleyerek profesyonel gelişim programları oluşturdu ve yüz yüze eğitime göre daha düşük fiyatlara sunarak sertifika vermeye başladı. Yani günümüzde bir yükseköğretim öğrencisi ya da yetişkin; ilgi duyduğu alanda bir KAÇD öğretim programına dahil olup bu alandaki dersleri başarıyla tamamlarsa, ilgili alana dair dünyanın önde gelen üniversitelerinden sertifika alabiliyor. Üstelik bunu yapabilmek için bir okul kazanmasına ya da fiziksel olarak belirli bir ortamda bulunmasına gerek yok. Giderek yaygınlaşan bu trend, eğitimin geleceğini şekillendirecek Personal Learning Environment (PLE) yani Bireysel Öğrenme Ortamı (BÖO) kavramının da önemli bir parçası. BÖO, en genel anlamda bireyin eğitimsel hedeflerine erişimini destekleyen araç, topluluk ve servislerden oluşan platformlar olarak tanımlanabilir.2 Henüz gelişimini sürdüren KAÇD ve benzeri öğretim kaynakları BÖO’ların temel bileşenlerinden. Ancak herhangi bir öğrencinin bu kaynakları verimli olarak kullanabilmesi, bireyin kendi başına öğrenebilmesini sağlayan öz düzenleme becerisinin yüksek olmasına bağlı.3 Dolayısıyla yükseköğretim sırasında ve sonrasında bireylerin, öğrenme ortamlarını, geliştirdikleri öz düzenleme becerisiyle şekillendirmesi gerekiyor. Bu platformlarda bireylerin detaylı bir eğitmen desteğine ihtiyaçları olmasa da, öğrenme süreçlerini

69

“Gelecekte informal olarak sunulan ders ve sertifika programları etkin kullanılacak ve pek çok alanda geçerli sayılacak.“ yönetebilmeleri için kendilerine destek olacak uzmanlara her zaman ihtiyaç duyacaklarını unutmamak lazım. Nitekim KAÇD gibi bazı öğrenme ortamlarında öğrenenlere asistan desteği veriliyor; Udemy gibi ders paketleri satılan ortamlarda ise uzman eğitmenler, ihtiyaç durumunda öğrenenlere yardımcı oluyor. Tüm bu gelişmelere bakıldığında, yakın gelecekte çocukların öğrenim süreçlerini destekleyen nitelikli kaynaklar oluşturulacağı ve teknolojinin bu kaynaklara erişim noktasında destek olacağı söylenebilir. Yükseköğretim öğrencileri ve yetişkinler ise teknolojiyi kendi bireysel öğrenme ihtiyaçlarını ve yaşam boyu öğrenme süreçlerini şekillendirmek için kullanacaklar. Gelecekte yükseköğretim programları kadar, informal olarak sunulan ders ve sertifika programları da etkin olarak kullanılacak ve pek çok alanda geçerli sayılacak.

Kaynakça: Shah, Dhawal. (28 Aralık, 2015). MOOCs in 2015: Breaking Down the Numbers. https://www.edsurge.com/ adresinden alındı

1

Initiative, E. L. (2009). 7 things you should know about personal learning environments. EDUCAUSE.

2

3 Kuo, Y.-C., Walker, A. E., Schroder, K. E., & Belland, B. R. (2014). Interaction, Internet self-efficacy, and self-regulated learning as predictors of student satisfaction in online education courses. The Internet and Higher Education, 20, 35-50.


ARAŞTIRMA

Nesiller arası eğitim ilişkisinin tarihsel evrimi, yalnızca ortalamalar üzerinden değil; ebeveynlerin eğitim düzeyi, finansal koşulları, yerleşim bölgeleri ve çocukların cinsiyetiyle bağlantılı olarak okunmalı.

T

ürkiye, Cumhuriyet’in ilanından günümüze kadar geçen sürede geniş çaplı bir sosyo-ekonomik dönüşüm yaşadı. Nüfus, kentleşme ve kişi başına düşen gelir hızla arttı. Ortalama eğitim düzeyi de yükselerek bu dönüşümde öncü bir rol oynadı. 1920’lerde yüzde 10’un altında seyreden okur-yazarlık oranı yüzde 96’nın, altı ay düzeyinde olan eğitim süresi ise yedi buçuk yılın üzerine çıktı. Bu emsalsiz dönüşümde eğitimin rolünü anlamaya çalışan önceki çalışmalar, yalnızca ortalamalara odaklanarak, farklılıkların ve dağılımsal etkilerin rolünü göz ardı etti. Dr. Öğr. Üyesi Oğuz Öztunalı ‘10

ile birlikte yürüttüğümüz projelerde, özellikle ebeveyn eğitiminin bireylerin eğitim düzeyi üzerindeki etkisini inceliyoruz. Ebeveynlerin eğitim düzeyi, finansal koşulları, yerleşim bölgeleri ve çocukların cinsiyeti gibi farklılıkları göz önünde bulundurarak, Türkiye’de ve Avrupa’da 1940 ile 1985 yılları arasında doğmuş kişilerde nesiller arası eğitim ilişkisinin tarihsel evrimini araştırıyoruz. Nesiller arası eğitim ilişkisi dinamikleri pek çok açıdan önemli. Eğitimin ileri aşamalarının beşeri sermayedeki belirleyiciliği, gelir ve servet değişkenleriyle pozitif ilişkisi ve bireylerin siyasi tercihlerinde gelir ve servetin ötesindeki etkinliği, YA Z I: D R . Ö Ğ R . Ü Y E S İ O R H A N T O R U L ‘0 9

70

doğrudan ve dolaylı kanallarla eğitimin önemli tabiatını ortaya koyuyor. Dolayısıyla, bir ekonominin hem sosyal hareketlilik ve bununla ilintili olarak sunduğu fırsat eşitliği koşullarının hem de temel refah değişkenlerinin zaman içerisindeki evriminin doğru anlaşılabilmesi, nesiller arası eğitim dinamiklerinin etraflıca incelenmesini gerekli kılıyor. 2000’lerin başında ekonomi araştırmaları sonucu ortaya konan ve ismini F. Scott Fitzgerald’ın ölümsüz eserinden alan “Great Gatsby Eğrisi”, gelir eşitsizliğinin yüksek olduğu ülkelerde bireysel gelirlerin ebeveyn gelirleri ile daha çok benzeştiğini ve dolayısıyla sosyal hareketliliğin daha düşük olduğunu gösteriyor.


Gerek Avrupa genelinde ülkesel ölçekte yaptığımız analizler, gerekse Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü’nün (OECD) yeni bulguları, bireylerin eğitim düzeylerinde de benzer bir ilişki gözlemlendiğini, bireysel eğitim ile ebeveyn eğitimi düzeyinde benzeşen ülkelerde eğitim eşitsizliği oranının daha yüksek olduğunu, nesiller arası gelir ve eğitim düzeylerinin paralellik gösterdiğini; sosyal hareketliliği daha düşük bu ülkelerin daha yüksek eğitim ücreti primine, yani eğitim kaynaklı marjinal ücret artışına sahip olduğunu ortaya koyuyor. Türkiye üzerinde yürüttüğümüz çalışmalar ise geçtiğimiz yüzyılın ortalarında Türkiye’nin, eğitim ediniminde Avrupa ülkelerinin çoğunun gerisinde kaldığını ortaya koyuyor. Öyle ki, Türkiye’de 1940’larda doğmuş neslin babalarının yüzde 97’sinin, annelerinin ise yüzde 99’unun ortaokul ve altında eğitim almış olduğunu görüyoruz. Bu oranlar, aynı dönemde Avrupa ortalamalarıyla önemli farklılıklar göstermekle beraber, pek çok ülkede yüzde 80’in altında seyrediyor. İlerleyen sürede Türkiye’de eğitim ediniminin hızla artması ile 1980 sonrası doğan nesilde, ortaokul ve altı eğitim düzeyine sahip anne ve baba oranları sırasıyla yüzde 86 ve yüzde 94’e gerilerken, 1980 sonrası neslin yalnızca yüzde 57’sinin ortaokul ve altında eğitim aldığını, yüzde 20’sinin ise üniversite diplomasına sahip olduğunu görüyoruz. Bu dinamikler, Türkiye’de nesiller arası mutlak eğitim benzeşmesinin zamanla azalmasına ve yukarı yönlü eğitim hareketlerinin artmasına katkı sağlıyor. Türkiye’nin bu açıdan özellikle Yunanistan, İtalya ve İspanya gibi Akdeniz ülkeleri ile paralellik gösterdiğini gözlemliyoruz. Bu evrimin alt başlıklarını incelediğimizde oldukça çarpıcı sonuçlara ulaşıyoruz. Anne veya babasından en az biri üniversite mezunu çocukların üniversiteye gitme olasılığı, 1950’lerden sonra doğmuş nesillerde neredeyse

hiç değişmeyip yüzde 80’lerde seyrediyor. Anne ve babası ortaokulun üzerinde eğitim almamış çocuklarda aynı olasılık zaman içerisinde artmış olsa da, 1980 sonrası doğmuş nesilde dahi yüzde 20’lerin üzerine çıkamıyor.

“Bir ekonominin hem sosyal hareketlilik ve bununla ilintili olarak sunduğu fırsat eşitliği koşullarının hem de temel refah değişkenlerinin zaman içerisindeki evriminin doğru anlaşılabilmesi, nesiller arası eğitim dinamiklerinin etraflıca incelenmesini gerekli kılıyor.“ Anne veya babası lise diplomasına sahip çocuklarda üniversiteye gitme olasılığı 1940’larda doğan nesilde yüzde 20’lerdeyken, en güncel nesilde dahi ancak yüzde 40’a ulaşabiliyor. Ayrıca, ebeveyn eğitiminin çocukların eğitim edinimindeki etkisinin kırsalda yetişen çocuklarda, kentlerde yetişenlere nazaran daha geniş bir makasa yol açtığını görebiliyoruz. Buna ek olarak, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, aynı ebeveyn eğitimine sahip çocuklar arasında, ebeveynlerinin finansal durumu daha iyi olanların geçim sıkıntısı yaşayanlardan daha iyi eğitim alma şansına sahip olduğunu da gözlemliyoruz. Bütün bu bulgular, eğitimde fırsat eşitliği konusunda hâlâ kat etmemiz gereken uzun bir yol olduğunu ortaya koyuyor. Zira, Avrupa ülkeleri ile kıyasladığımızda Türkiye’de 1980 sonrası doğmuş nesillerde dahi bahsettiğimiz makaslar, gerek Akdeniz gerekse diğer Avrupa ülkelerinin üzerinde seyrediyor.

71

Nesiller arası eğitim hareketlerinde cinsiyet etkisini incelediğimizde tahmin edilebilir sonuçlarla karşılaşıyoruz. Yüzyılın ortalarında doğan erkek çocukların kız akranlarına kıyasla üniversite diploması edinme oranı daha yüksek. Bu durumun ebeveyn eğitim düzeylerinde de geçerli olduğunu gözlemliyoruz. Zaman içerisinde kız çocuklarının aleyhine olan bu makasın daralması, tüm Avrupa’da olduğu gibi Türkiye’de de göze çarpıyor. Ancak burada Türkiye’yi diğer Avrupa ülkelerinden farklı kılan bir nokta var. İncelediğimiz 30’dan fazla Avrupa ülkesinin hemen hepsinde (kız öğrencilerin erkek akranlarından daha avantajlı konuma geçmesiyle) cinsiyet makası tersine dönse de, Türkiye’de 1980 sonrası doğmuş nesilde dahi cinsiyet makasının kız çocukların aleyhinde olduğunu görüyoruz. Bu boyuttaki bulgularımız, eğitimde fırsat eşitsizliği konusundaki haklı kaygıları destekliyor. Gelişmiş ülkelerde son dönemde bireylerin kapsamlı verilerine erişebilme fırsatının artması nesiller arası gelir, servet ve eğitim aktarımı konusunda çok yönlü araştırmalar yapılmasına imkan veriyor. Öyle ki, İtalya ve İngiltere gibi ülkelerdeki detaylı vergi ve soyağacı kayıtları, yüzlerce yıl geriye yönelik tarihsel aktarım analizlerine müsaade ediyor. Danimarka ve İsveç gibi ülkelerdeki güncel birincil sosyo-ekonomik veriler, hayatlarına farklı borçluluk düzeyinde başlayan çocukların emeklilik çağına geldiklerinde sahip oldukları servet düzeyini ortaya koyuyor. Türkiye’deki birincil veri kaynakları ise maalesef hayli yetersiz, kopuk ve şeffaflıktan uzak. Veri analizinin kıymetinin artık küresel ölçekte anlaşıldığı günümüzde, oldukça zengin bir devlet geçmişine sahip ülkemizde veri elverişliliğine dair yapılacak atılımlar, yalnızca geçmişin aydınlatılmasına hizmet etmekle kalmayacak, geleceğe ışık tutacak araştırmaların yapılmasını da mümkün kılacak.


DÜŞÜNCE

Öğretmenin işlevi Her yeni gün renk ve şekil değiştiren günümüz dünyasında, öğretmen kendini hangi noktalarda güncellemeli? Toplumsal dokuların kısa erimde olmasa da orta ve uzun erimde planlı olarak biçimlenmesinde önemli aktörlerden biridir öğretmen. Bu nedenle, öğretmen eğitimi ve okul müfredatlarını kendi politik anlayışları doğrultusunda değiştirerek, toplumsal yapıyı ve yeni nesillerin yaşam biçimlerini belirlemek, her dönemde ülkedeki politika yapıcılarının öncelikli hedeflerinden biri oldu. Bu yolda atılan adımlar ne kadar bilimsel bulgu temelli olursa, öğretmenlik o denli keyifli, öğrenme o denli birey merkezli ve toplumsal refah o denli yüksek olur. Eğitim sisteminde öğretmen, bireylerin belli alanlardaki bilişsel, duyuşsal ve devinişsel gelişimlerini yönlendirerek öğrenmeyi sağlama sorumluluğunu üstlenir. Öğrenme ortamının ve onu etkileyen birincil etmenlerin düzenlenmesi ve kaynakların yönlendirilmesinde aktif rol oynar. Bu sorumluluklarını yerine getirebilmek için bir dizi bilgi ve beceriye sahip olması, değişen bilim ve teknolojiye uyum sağlaması için ise kendi kendine öğrenme alışkanlıkları ve yenilenme anlayışı geliştirmesi gerekir. Öğrenmek, engellerle dolu uzun bir yolda hedefe doğru ilerlemeye benzetilebilir. Öğretmen, daha yolun başında öğrencilerinin karşılaşacağı olası engelleri ortadan kaldırır, öngöremediği engellere ise belirli bilgi ve araçlar edinerek hazırlanır. Bu bilgi ve beceri setleri büyük ölçüde netleşmişse de, öğrenme bilimlerindeki disiplinler arası çalışmaların katkısıyla yeni çerçeveler ortaya çıkmaya devam ediyor.

Gerekli bilgi ve becerilere sahip öğretmenin yaratıcı olmak, merak etmek, öğrenmek ve sorgulamak noktasında öğrencilerine uygun bir model olmayı öğrenmesi gerekir ki böylelikle, bağlamsal problemleri keşfetmeyi ve teknolojik kaynakları kullanarak çözüm geliştirmeyi öğretebilsin. Bu süreçte öğretmen, öğrencilerini iş birliğine dayalı çalışmaya özendirmeli ve bilgi üretiminin öğrenci seviyesinde gerçekleşmesini sağlamaya dikkat etmelidir. Dijital dünyaya ayak uydurmak, hatta bu dünyayı daha ileriye taşımak da öğretmenin öncelikli sorumluluklarından biridir. Bu sebeple, günümüz öğretmeninin dijital öğrenme deneyimleri ve değerlendirme araçları tasarlayabilmek için kendini sürekli olarak geliştirmesi gerekiyor. Öğrenmeyi sağlamada en etkili değişkenlerden biri, öğrencinin hata yapmasına olanak sağlamaktır. Öğrencilerin farklı öğrenme hızları, gereksinimleri ve biçimlerine yanıt verecek materyalleri bulma, uyarlama veya oluşturma bilgisi ve teknoloji destekli ölçmedeğerlendirme yöntemleri, öğretimi etkin kılabilmek için öğretmene zaman ve enerji yaratıyor. Bireyin öğrenmesi, yalnızca öğretmene değil, eğitim ortamını çevreleyen ve etkileyen başka bir dizi değişkene de bağlıdır. Bu değişkenlerin düzenlenmesi ve ortamı olumlu etkiler hale gelebilmesinde veliler ve uzmanlar gibi paydaşların katkısı oldukça önemlidir. Bilgi teknolojileri yaygınlaşmadan önce zorlukla yapılan ancak bireyin gelişimi YA Z I: P R O F. D R . YAV U Z A K P I N A R

72

için elzem olan “bireyin eğitim sürecindeki tüm paydaşlarla etkili iletişimi” günümüzde profesyonel bir öğretmenin kendini geliştirmesi gereken bir diğer alandır. Her bireyin öğrenme gereksinimleri birbirinden çok farklı; öğrenme ise çok değişkenli bir süreç. Bu yüzden şablonik öğretim yöntemleri her bireyin ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Öğretmenin öğrencilerindeki bireysel öğrenme problemlerine uygun çözümler geliştirebilmesi için bilimsel araştırma yöntemlerini bilmesi gerekiyor. Öğretmek yalnızca var olan bilgiyi öğrenciye iletmekten ibaret bir süreç değil. Profesyonel bir öğretmen, öğrettiği bilgiyi takip edebilmeli, öğrencinin gelişimini değerlendirebilmeli ve çıkan sonuçlara göre aksiyon alabilmelidir. Bunu yapabilmek teknolojik gelişmeler sayesinde artık çok daha kolay. Örneğin dijital araçlar ve öğrenme nesneleri ile değişik şekillerde etkileşim kuran bir öğrencinin deneyimlerini otomatik olarak derleyen sistemler geliştirildi. Bu sistemleri takip etmek ve kullanmayı öğrenmek, hem öğretmenin kendisi hem de öğrencileri için oldukça faydalıdır. Öğretmenin öğrencilerine aktaracağı bilgiler az miktarlarda ve çok uzun sürelerde, ancak o bilgiyi öğrenenlerin öğrenme ihtiyacı ve öğrenciye destek verecek etmenler kısa sürelerde ve yoğun bir şekilde değişir. Bu değişimleri takip etmek ve bunlara yanıt vermek üzere kendini kurgulamayı bilmeyen öğretmenin öğrencisi için sınıf, toplanma merkezinden öte bir niteliğe sahip olamaz.


Şehrin tam kalbinde, orman içerisinde bir toplantı deneyimi Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği bünyesinde 7 adet toplantı salonu + 1 adet VIP salon ve organizasyonlarınıza ev sahipliği yapabileceğimiz açık alanlarımız olduğunu biliyor muydunuz? BÜMED Toplantı Odaları her türlü toplantı ve organizasyonlarınızda sizlere İstanbul’un merkezinde doğayla iç içe bir ortamda, gün ışığı alan salonları ile birlikte keyifli bir toplantı imkanı sunuyor.

Detaylı bilgi: +90 (212) 359 58 19 / toplantisalonlari@bumed.org.tr /bumedofficial /bumedofficial /bumed

www.bumed.org.tr

/bumedofficial


DERLEME

Küçük okurlar, büyük hayaller Yaş aralığına uygun şekilde hazırlanmış, ilgi alanlarına hitap eden bir kitap, çocuk için sonsuz bir kaynak. Dosyamızın ilk bölümünde Evren Yiğit ‘00, iyi bir çocuk kitabının niteliklerini ve çocuğun kitapla ilişkisini tartışıyor; ikinci bölümünde ise Murat Gülsoy ‘89, Karin Karakaşlı ‘95, Özge Özdemir ‘99 ve Mehmet Erkurt ‘07 bizimle hayatlarında kalıcı izler bırakmış çocuk kitaplarını paylaşıyor. Evren Yiğit ‘00 Çocukluk bütünüyle bir öğrenme deneyimi. Bu yüzden eğitimi, çocukların gündelik yaşamından ayrı bir unsur olarak ele almak mümkün değil. Çocuklar, televizyonda çizgi film ya da bilgisayarda video izlerken, tablet ve telefonda oyun oynarken ve kitaplarla yakın ilişki kurarken çok şey öğrenir. Bunlar arasında özellikle kitap hâlâ en önemli araçlardan biri. Çocuk gelişimi alanındaki çok sayıda araştırma, bir çocuğun kitap kültürüyle ne kadar erken tanışırsa kitaplardan o denli yararlanabileceği sonucuna ulaşıyor. Ancak çocuk kitapları hazırlarken ve bir çocuğun hangi kitaplarla ilişki kuracağına karar verirken belirli kriterlere göre hareket etmek gerekiyor. Çocuk kitapları ya da çocuk edebiyatı ürünleri çocuğa yönelik olarak hazırlandıkları için bu şekilde adlandırılıyor. Ancak güzel yazılmış bir kitabın herkese okuma zevki verdiği de aşikar. Bugün pek çok çocuk klasiği, yetişkinlerin başucu kitapları arasında bulunuyor. Temel düzeyde iyi bir çocuk kitabı, hedef kitlesine yani çocukların yaş aralığına uygun hazırlanmalı, beş duyusuna hitap etmeli, çevrelerinde

olup biteni anlayabilmeleri için onlara araçlar sunmalı ve dünyayı keşfetme meraklarını diri tutmalı. Sekiz yaşından küçük çocuklar hikayelerden oldukça fazla etkilenirler. Her ne kadar büyümek ve bağımsız olmak isteseler de yoğun olarak güvende olma ihtiyacı duyarlar. Bu yüzden sorun veya çatışma unsurları, çocukların baş edebileceği düzeyde kurgulanmalı ve özellikle şiddet içeren ya da çocukların yetişkin dünyasına güvenini sarsacak içeriklerden uzak durulmalı.

“Çocuk, kitapla yakın ilişki kurmaktan keyif almalı.” Bir çocuğun kitapla ilişkisini belirleyen en temel faktör, kitap okumaktan ya da kendisine kitap okunmasından keyif almasıdır. Bu sebeple çocuğa özellikle sevdiği kitapları deneyimleme, sevdiği yazarları daha yakından tanıma fırsatı sunmak çok önemli. Ayrıca çocuğun öğrenmeye ilk başladığı mekanda, yani aile evinde kitap okuma kültürüne aşinalık kazanması gerekir.

74

Kitap okuma kültürünü yerleşik hale getirmek için “ekransız saat” denilen yöntem uygulanabilir. Bu zaman dilimde televizyon kapatılır, telefon ve tablet bir kenara bırakılır. Böylelikle dikkat dağıtıcı herhangi bir unsur olmadan kitaplarla kaliteli birkaç saat geçirilir ve çocuğa kitap okumanın, kitaba dokunmanın değerli bir aktivite olduğu fikri verilebilir. Yetişkinlerin çocukla birlikte kitap okuması da çok önemli çünkü bu, yetişkinlere hikayenin ana mesajını açıklama ve konuşma fırsatı yaratır. Çocuğa “Bu hikaye ne hakkında?” diye sorup, bu soru üzerinden esas mesaj netleştirilebilir. Örneğin kitap “okulun ilk günü” ile ilgiliyse, ana karakterin okuldaki ilk gününde neler yaşadığı, sorunları nasıl çözdüğü gibi konularda çocukla fikir alışverişinde bulunulabilir. Kitap, bir insanın her koşulda, her an ve her yerde beslenebileceği en değerli kaynağı. Kitapla olan ilişkiyi çocukluktan itibaren sağlıklı bir şekilde inşa etmek gerekiyor. Bunu yapmanın daha birçok çeşitli yolu, yöntemi var. Ancak bunların hiçbiri, çocuğun evdeki yetişkinlerin gündelik yaşamlarında keyifle kitap okumasını görmesinin yerini tutmuyor.


Mehmet Erkurt ‘07 En sevilen çocuk kitabını seçmek söz konusu olduğunda, seçmenin zorluğu ve zaman içindeki değişkenliği yanı sıra, şöyle bir yol ayrımıyla da karşılaşılır: Çocukluğa varlığıyla damgasını vurmuş bir kitabı mı seçmektir konu, yoksa herhangi bir yaşta okurda derin izler bırakmış bir çocuk kitabını mı? Okuyan kişide iz bırakabilecek bir çocuk kitabı, hangi yaşla birlikte anılırsa anılsın nitelikli bir edebiyat eseri olacağı için, onunla tanışmanın yaşını belirlemek zor. Çocuk edebiyatına dair güzel olan onlarca şeyden biri de bu zaten. O nedenle, yaş unsurunu hesaba katmadan, Michael Ende’nin aklımdan hiç çıkmayan romanı Bitmeyecek Öykü’nün her yaştan okura uygun olduğunu düşünüyorum. Merak uyandıran bir macerayı karakter derinliğiyle, fantastik bir yolculuğu büyüme gerçeğiyle bütünleştirirken, okuru “hiçlik”, “yok oluş” gibi kavramlarla görsel, felsefi ve hissi bir yoğunluk içinde buluşturmak, Ende’nin bu romandaki ustalığı. Bunu, anlatıma eşlik eden ve kurgunun mantığını besleyen bir renk ve yayıncılık estetiği izliyor. Bir de tabii kahramanları... Bastian, Atreju ve İmparatoriçe... Bu karakterler, hayatımın felsefi süreçlerinde hâlâ yanımdalar. Murat Gülsoy ‘89 Çocuklarıma kitap okurken keşfetmiştim İsveçli yazar Asa Lind’in Kumkurdu’nu. Yazar, Kumkurdu’nda son derece basit bir dille büyülü bir atmosfer yaratmayı başarıyor. Babasının onunla denize girmeyip gazetesine yapıştığı bir günde, Zackarina’nın kumsalda açtığı bir çukurun içinden çıkar bu eşi benzeri olmayan Kumkurdu. Bu, bizim “Kırmızı Başlıklı Kız” masalından hatırladığımız kurt değildir. İnsanları yemekten iğrenir, güneş ve ay ışığıyla beslenir. Bu yüzden de her şeyi ve tüm soruların cevaplarını bilir... Böylece Zackarina, sıkıcı bir günün ortasında gizemli ve kesinlikle bilge bir arkadaş edinir.

Hayalî arkadaşlar çocukluğun büyülü dünyasının tekinsizliğinde ortaya çıkarlar. Kumkurdu da biz büyüklere çoktan unuttuğumuz –belki de unutmak istediğimiz- gölgeler içinde yüzen çocukluğumuzu hatırlatıyor. Çocuklarıma bu kitabı okurken şaşırmış ve etkilenmiş, onlara kitabı nasıl bulduklarını sorduğumda kaçamak cevaplar almıştım. Nedenini asla çözemedim... Karin Karakaşlı ‘95 Çocukken okumanın esas büyüsünü keşfettiğim anı hiç unutmadım. Resimli kitaplardan yazıyla dolu olanlara geçmiştim. Açıkçası pek de tatlı görünmüyordu durum. Derken iki satır arasındaki boşlukta kendi resimlerimi oluşturabildiğimi fark ettim. Gözümün önünde uçuşan o dünyanın içine girdiğimde artık o küçük salonda değildim; özgürdüm. Ben hep bu yüzden kitap okudum. Her cuma kutsal “Heidi” günüydü. Annem bakkaldan benim için o haftanın yeni sayısını getirirdi. Tombul yanaklı kısa siyah saçlı Heidi, çoban arkadaşı Peter’le birlikte benim bir kez bile ayak basamadığım dağlarda sabahtan akşama kadar koştururdu. Eve geldiğinde nasıl olsa Alp Dede onun için ateşte kızartılmış peynirleri hazırlamış olacaktı. Heidi’nin o saman dolu yatağında, binbir fedakarlıkla satın aldıkları beyaz ekmekte ve Alp Dede’nin ateşe tuttuğu peynirde yine masumiyet ve özgürlük gülümserdi. O yıllardan kalma bir alışkanlıkla ne zaman ülkenin siyasi ve toplumsal havasından bunalsam, soluk almak için yine çocukluğumun artık paralanmaya yüz tutmuş bu sığınak kitabına koşarım. Sonraki yıllarda Heidi’nin sarışın cicili bicili bir kız olarak çizildiği ve evlatlık verildiği evde tekerlekli sandalyedeki Klara’yla arkadaş olup sert mürebbiye Bayan Rottenmeier tarafından hizaya getirildiği zamanları da gördüm. Romanını okuyup “yalın ayaklığın” toplumsal karşılığını öğrendim. Ama benim Heidi’m hep o dağlarda, bayırlarda deli gibi koşan küçük Heidi olarak kaldı. Hep o küçük, mutlu kıza sığındım.

75

Özge Özdemir ‘99 Bir yetişkin olarak 2016 yazında okudum Hayalet Gişe’yi. O kadar sevmiştim ki, bir dolu kopyasını alıp sevdiklerime hediye etmiştim. Romanın felsefi içeriği, mizahi ve şiirsel diliyle her yaştan insanda merak ve sıcaklık duygusu uyandıracağına inanıyorum. Norton Juster, 1961 yılında yazdığı bu ilk romanında, Milo adında çok sıkılan bir çocuğun, bir gün postadan gelen esrarengiz bir otoyol gişesiyle değişen hayatını anlatıyor. Elektrikli otomobiline binip elinde haritasıyla gişeden geçen Milo, küçük odasını geride bırakıp öte diyarlara yolculuğa çıkıyor. Milo’nun daha yolculuğun başında girdiği “Beklentiler Diyarı”, orada karşılaştığı “Havacıva Görevlisi” ve kendi yolunu bulup oradan çıkmaya çalışırken vardığı “Bungunluk Diyarı” gibi insanın iç dünyasını temsil eden mekanlar ve karakterlerle merak uyandıran bir kurgusu var kitabın. Bu kadar sözcük oyunu barındıran bir romanın Yasemin Akbaş tarafından çok da iyi çevrildiğini düşünüyorum. İyi hissetmek istediğimizde dönüp yeniden okuduğumuz kitaplar vardır, Hayalet Gişe de benim için onlardan biri.

Jessie Willcox Smith, Heidi


DÜŞÜNCE

Bir matematik hikayesi Düşünmek, hele ki matematik üzerine düşünmek, paha biçilemeyecek bir uğraş. Ama söz konusu soyut düşünmeyi öğretmeye gelince işler zorlaşıyor. Nesin Matematik Köyü ise bu zor uğraşı ortak bir deneyime dönüştürüyor.

S

oyut düşüncenin, yani matematiğin güzelliğine, Boğaziçi Üniversitesi Matematik Bölümü’ne başladığım ilk sene Prof. Dr. Ali Ülger’den aldığım “Introduction to Mathematical Structures” (Matematiksel Yapılara Giriş) dersinde çarpıldım. Çarpılış o çarpılış, işte bugün bir matematikçi olarak buradayım. İstanbul Fen Lisesi’nde soyut matematik dersleri almış olmama rağmen belli ki bunu

fark etmek için yeterince olgun değilmişim o zamanlar. Bu yüzden “matematik hayatımın” başlangıç tarihini üniversitedeki ilk senem olarak anıyorum. O günden bugüne tam 25 yıl geçti. Bu zaman içinde “Matematikte güzel olan ne? Soyut matematiksel kavramları nasıl anlıyoruz ve hatta bu kavramları nasıl yaratıyoruz? Matematik eğitimi nasıl olmalı?” gibi sorular üzerine bolca düşünme fırsatım oldu. YA Z I: D R . Ö Ğ R . Ü Y E S İ Ö Z L E M B E YA R S L A N ‘97

76

Matematik, insan aklının eylemleri arasında en zirvede yer alıyor. Üstelik binyıllardan beri süregelen ve belli ki sonsuza dek devam edecek zihinsel uğraşların da kraliçesi olarak kalacak. Uzun uğraşların sonunda, yavaş ve zarifçe dağılan sislerin ardından ortaya çıkıp kendini gösteren bir matematiksel yapı, teorem ya da kanıta şahit olduğunuz an yaşadıklarınız; sizi çok etkileyen bir sanat işinden, resimden, müzikten ve


hatta doğanın kendisinden aldığınız hazza benziyor. Ama bir farkla! O ana varmak için verdiğiniz uğraş, matematiği daha yoğun ve değerli kılıyor. Bir de soyut matematik yapma kısmı var ki, bunun için güzel bir manzarayı görmek ve anlamak yalnızca bir ön koşul. Manzaranın boyanmamış, eksik kalmış bir köşesini bulup oraya kendi eklemenizi yapmanız gerekiyor. O muazzam manzaranın devamı olacak, onu bir şekilde tamamlayacak bir ekleme; matematik yapmak benim için tam da böyle bir eylem. Matematik öğretmek, bütün bu sebepler düşünüldüğünde hiç de kolay değil. Hayat arkadaşım olan ve aynı zamanda bir matematikçi olarak da örnek aldığım Ali Nesin, konu matematik öğretmeye gelince şöyle der: “Bir insanın kaslarını antrenmanla geliştirip ondan daha iyi bir atlet yaratabilirsiniz. “Her gün 100 mekik çek, 10 kilometre koş, 50 barfiks çalış” dersiniz, kişi de bunları yapar, fiziksel olarak güçlenir. Ama insanlara “Düşün!” dediğinizde ortada gözle görülebilecek bir eylem yoktur, dolayısıyla düşünmeyi öğretmek çok zordur.” Nesin Matematik Köyü, matematik eğitiminin bu tür zorluklarından ortaya çıktı. Ali Nesin, 12 haftalık akademik dönemlerin soyut matematik öğrenmek için yeterli olmadığını düşünürdü. Yazları öğrenciler boş kalmasın diye yaz okulları düzenlemeye başladı. Bu yaz okulları, kalıcı mekanını Sevan Nişanyan sayesinde Şirince’de buldu. Köy biraz ihtiyaçtan, biraz da zorunluluktan kapılarını liselilere açınca Türkiye’de büyük bir açlık olduğu ortaya çıktı. Şimdi bu köyde, üç ayrı seviyede matematik yapılıyor. Lise öğrencileri iki haftalık soyut matematik programlarında günde sekiz saat, haftada altı gün ders görüyor. Dersler, genelde lise müfredatının dışından oluyor ve üniversite hocaları tarafından veriliyor. Lisans ve Lisansüstü Yaz Okulu programlarında ders vermek için dünyanın dört bir

yanından matematikçiler köye geliyor. Dersler bir, iki ya da üç hafta sürebiliyor. Üçüncü seviye eğitimler ise araştırma gruplarını kapsıyor. Belirli bir konu üzerine bir, iki hafta yoğunlaşmak isteyen matematikçiler bu seviyeye katılıyor. Akademik yoğunluktan ya da şehrin gürültüsünden dolayı bir araya gelip çalışmak için bulamadıkları zamanı ve fırsatı, Nesin Matematik Köyü onlara sunuyor. Tüm bu katılımcılar ve ziyaretçiler ile köy nüfusu yaz aylarında 500 kişiyi aşıyor.

“Uzun uğraşların sonunda, yavaş ve zarifçe dağılan sislerin ardından ortaya çıkıp kendini gösteren bir matematiksel yapıya şahit olduğunuz an yaşadıklarınız; sizi çok etkileyen bir sanat işinden ve hatta doğanın kendisinden aldığınız hazza benziyor.“ Lise seviyesinde birçok genç, soyut matematikle bu köyde tanışıyor ve matematikçi ya da fizikçi olmayı seçiyor. Bu gençlerden bazıları yurt dışında doktora yapmaya gitseler ve hatta orada yaşamayı seçseler de Nesin Matematik Köyü’yle gönül bağları sürüyor. Önce gönüllü olarak çalışmaya, sonra ders vermeye geliyorlar. Kendilerinden sonra gelecekler için hem örnek hem de öğretici oluyorlar. Matematikçi olmayı seçmeyenler ise temel bilimlerin öneminin farkında olarak çıkıyor buradan. Böylelikle ileride daha iyi mühendis, öğretmen, doktor, avukat, bankacı oluyorlar. Lisans ve lisansüstü seviyesindeki matematik öğrencileri köyde birbirlerini tanıyorlar. Boğaziçililer,

77

Dokuz Eylül Üniversitesi’nde neler yapıldığını öğreniyor. Bilkentliler, ODTÜ’lülerle tatlı bir rekabet içine giriyor. Türkiye’nin dört bir tarafından gelen matematik öğrencileri birlikte çalışarak öğreniyor, deneyimlerini aktarıyorlar. Böylelikle aslında kendiliğinden oluşan matematik öğrenci ağları kuruluyor. Bu köy, öğrencilerin matematikçilerle “doğal ortamlarında” iletişim kurmalarına vesile oluyor. Beraber yemek yeniyor, köyün resmi tatil günü olan perşembeleri denize gidiliyor. 2007 yılından bugüne köyden 60 bin öğrenci geçmiş. Bu, dünyada eşi benzeri olmayan, büyük bir proje. Tabii bu durum dünyanın gözünden de kaçmadı. Her dört yılda bir yapılan Uluslararası Matematik Kongresi’nde (ICM) matematik eğitimi alanında verilen Leelavati Ödülü’nü bu yıl Ali Nesin, Matematik Köyü projesiyle aldı. Ödül töreni için Brezilya’nın Rio kentine Ali Nesin’le beraber gittik. ICM, dünyadaki en büyük matematik organizasyonu. Benim için de hoş bir tecrübe oldu. Kendi alanımda yapılan konuşmalara katıldım. Ödül töreni esnasında fikrin, projenin ve sonunda ortaya çıkan Nesin Matematik Köyü’nün güzelliği karşısında gözyaşlarını tutamayanlara şahit oldum. Gerçekten de Nesin Matematik Köyü, göz yaşartıcı bir imece örneği. Yazları birçok matematikçi, yol paralarını ceplerinden ödeyerek gelip burada ders veriyor. İnsanlar bu fikre inanıp bağış yapıyorlar. Nesin Matematik Köyü’nün her bir emekçisi, güzel bir amaç uğruna burada bulunduğunu bilerek, gönüllük esasına göre çalışıyor. Sonuç ise muhteşem; gözünüzle görmediğiniz sürece anlayamayacağınız bir güzellik; dünyaya, insanlığa, geleceğe ve Türkiye’ye dair umutlarınızı yeşertecek bir birliktelik. Böyle bir güzelliğe ancak binyıllardır yapılan ve binyıllar boyunca da yapılmaya devam edecek, insan aklının en rafine, en üstün ürünü, yani matematik vesile olabilirdi!


SEYAHAT

PRAG

Klasik müzik, edebiyat ve görsel sanatların izinde

YA Z I: Z E Y N E P AT I L G A N B O N E VA L ‘96

78


Belli belirsiz çizgileri ile eski şehrin silueti, hayal dünyanızı mistik ve esrarengiz yolculuklara çıkarıyor. Biraz karanlık, biraz hüzün, biraz buğu, biraz yalnızlık… Sisli bir Prag sabahına uyandığınızda hissettiğiniz tüm duygular, bu şehirden beslenen sanatçıların işlerine de yansımış; onların da sessizliğin cazibesine, karanlığın davetkarlığına kapılmasına vesile olmuş. Varoluşun derinliklerine ve karanlık dehlizlerine dalmak için ideal bir fon.

R

apunzel’in şatosunu andıran kuleleri, katedralleri, sarayları, heykelleri, meydanları, nehir üzerine sıralanmış köprüleri, sarı, kızıl, pembe, yeşil, mavi renklere boyanmış dizi dizi tarihi evleri, yemyeşil tepelerden göz kırpan kiliseleri ile Prag; Orta Çağ’da yaşadığınız hissini uyandıran bir masal dünyası. Vlavta nehrinin iki yakasına kurulan Prag, çok sayıda kiliseye sahip olması sebebiyle “100 Kuleli Kent” olarak da adlandırılıyor. Avrupa’daki birçok şehrin aksine İkinci Dünya Savaşı’ndan sadece bir bomba ile kurtulabilmiş, bu sayede mimari mirasını korumayı başarmış. Romanesk, Gotik, Rönesans, Barok, Rokoko, Neo-Rönesans, Neo-Gotik, Art Nouveau, Kübist, Neo-Klasik ve ultra modern… Prag, sanatla iç içe yaşayan bir şehir ve mimari açıdan adeta bir açık hava müzesi.

SANATÇILARA İLHAM VEREN PRAG Prag, hem Çekya’nın hem de

79

Orta Avrupa’nın en önemli kültür merkezlerinden biri. Burada yetişmiş ya da burayı ziyaret etmiş sanatçıların öykü, roman, beste ve filmlerine ilham kaynağı olmuş. Belli belirsiz çizgileri ile eski şehrin silueti, hayal dünyanızı mistik ve esrarengiz yolculuklara çıkarıyor. Biraz karanlık, biraz hüzün, biraz buğu, biraz yalnızlık… Sisli bir Prag sabahına uyandığınızda hissettiğiniz tüm bu duygular, bu şehirden beslenen sanatçıların işlerine de yansımış; onların da sessizliğin cazibesine, karanlığın davetkarlığına kapılmasına vesile olmuş. Prag, varoluşun derinliklerine ve karanlık dehlizlerine dalmak için ideal bir fon. Şehrin savaş, devrim ve Demir Perde yıllarının karanlık, kapalı, ketum atmosferi tarafından adeta kışkırtılan sanatçılar, bu şehri gizli bir hiciv kahramanı olarak canlandırmışlar. Prag’ın köhne binaları ve loş sokakları bu yaratıcı ustaların sırlarına ortak olmuş. Romanlarda, resimlerde, filmlerde ve senfonilerde bu buğulu ve sisli dünyaya ait absürt hikayeler, karakterler, imajlar, tonlar ve tınılar ortaya çıkmış.


Kafka’nın Dönüşüm romanının kahramanı Gregor Samsa, uyanıp bir böceğe dönüştüğünü fark ettiğinde, başına gelen bu talihsiz değişime değil, geç kalktığı için hayatında ilk defa işe geç gideceğine hayıflanır. İşte insanın kendi varoluşunun reddini böyle absürt bir roman ile ortaya koyabilecek bir dehanın ev sahibidir burası.

PRAG’DA MÜZİK VE OPERA Prag’ın müzik ve senfoni dolu sokakları Wolfgang Amadeus Mozart’a da ev sahipliği yapmış. Bir dönem Prag’da yaşayan ve şehri çok seven ünlü besteci, “Figaro’nun Düğünü”nü bu kentte yazmış. Bunun üzerine tiyatro yönetmeni, opera bestelemesine izin vermiş; sonuç olarak da ortaya “Don Giovanni” çıkmış. Mozart’ın 1787 yılında bu eserini dinleyiciye ilk kez sunduğu Estates Tiyatrosu, sonraları müzisyenin birçok operasını sergilemeye devam etmiş. Günümüzde bu salon, resmi adının yanı sıra “Mozart Tiyatrosu” olarak anılıyor. “Moldau” adlı eseriyle şehrin içinden geçen Vlata nehrine saygı duruşunda bulunan Bedrich Smetana ve çarpıcı, süslü besteleriyle şehrin güzelliğini taçlandıran Antonin Dvorák da ilhamını Prag’da bulmuş sanatçılardan. Çekya, klasik müzik dünyasına son yüzyıllarda epey değerli katkılarda bulunuyor. Folk müzik grubu Traband ile efsanevi gitarist ve şarkıcı Jaromír Nohavica dünyaca ünlü müzisyenler. Kısacası, Prag’a gidip de opera izlemeden veya Filarmoni Orkestrası’nın bir konserini dinlemeden dönmek olmaz. Zaman içerisinde adı değişse de, tarihi 1947 yılına kadar giden bu orkestra, klasik müzikten caz ve rock’a, pek çok farklı janrın en güzel örneklerini çalıyor.

PRAG’DA EDEBİYAT Franz Kafka, uzun bir süre yaşadığı Prag’ın sokaklarından ilham aldı; başyapıtlarının satırlarını Prag kafelerinde kağıda döktü. Milan

Kundera, Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği’ni 1968’in baharında, Prag’da kaleme aldı. Bohumil Hrabal, Josef Skvorecky ve Vaclav Havel dünya edebiyatına isimlerini yazdırmış Praglı yazar ve şairler. Nazım Hikmet de bir dönem burada yaşadı ve kimi dizelerini yazdı. Prag Baharı’ndan Kadife Devrim’e, Çek edebiyatı hep politika, toplum ve birey psikolojisi üzerine yoğunlaşmış ve genelde tüm eserler gizli bir hiciv içeriyor. Romanlarında Prag’a karakter olarak yer veren, dünya edebiyatına damgasını vurmuş yazarlara ve romanlarına göz atalım.

Dava, Franz Kafka (Yazım: 1914; Basım:1925) Prag’da doğan ve ömrünün çoğunu bu şehirde geçiren Kafka’nın Prag’ı, insanın üzerine çöken karanlık bir büyü gibidir. Dava romanında Kafka, suçunun ne olduğunu bilmeyen, hiçbir şey anlayamadığı için kendini savunamayan bir adamın sürreal bürokratik ve yargı sistemi çarkları arasında kayboluşunu mükemmel

80

bir dille anlatır. Modern klasikler arasında bir başyapıt olan bu roman, baskıcı komünist düzenin absürt bürokrasisini ince bir yergi ile ortaya koyar. Prag’a geldiğinizde Kafka Müzesi’nde fotoğrafları, defterleri, şahsi eşyaları ile Kafka yolculuğuna çıkabilir; şehirde Kafka’nın dolaştığı sokakları, yazılarını yazdığı ve diğer sanatçılar ile sohbet ettiği kahvehaneleri ziyaret edip Kafka’nın izinden Prag’ı keşfedebilirsiniz.

The Good Soldier Švejk, Jaroslav Hašek (1923) Anarşist gazeteci Jaroslav Hašek bohem bir hayat sürdü; yaşadığı dönemde bilinen bir yazar değildi. Kendini Birinci Dünya Savaşı’nda asker olarak bulan soytarı Švejk karakteri üzerinden savaşın anlamsızlığı ve kumandanların kaçıklığını ironik bir dille anlattığı The Good Soldier Švejk romanı, mükemmel bir otorite başkaldırısıdır. Hašek’in heykeli, Žižkov bölgesinde hikayelerini yazdığı pub’un yanı başında yer alır.


Üç günlük prag keşif rotası: yolculukterapisi.com/3-gundeprag Prag’da kafe ve öğle yemeği adresleri: yolculukterapisi.com/ prag-ogle-yemegi Prag’da akşam yemeği adresleri: yolculukterapisi.com/ prag-aksam-yemegi Prag izlenimleri için: yolculukterapisi.com/pragizlenimleri

Mendelssohn is on the Roof, Jiri Weil (1960) Çekya’nın sürrealist akımı Devetsil’in üyesi olan Jiri Weil, Yahudi katliamının etkilerini ve farklılıklara kucak açan, çok kültürlü Prag’ın nasıl yok olduğunu anlatır. Yazar, İkinci Dünya Savaşı sırasında geçen romanında o dönemin acılarını, absürtlüklerini kara bir mizah ile aktarır. Yahudi besteci Mendelssohn’un heykelini Prag Müzik Akademisi’nin tepesinden indirmek için görevlendirilen SS subaylarının hangi heykelin ona ait olduğunu bilemediği trajikomik bir açılış sahnesiyle başlayan roman, Nazi işgali dönemindeki zalimliği, yozlaşmayı ve yolsuzluğu işliyor.

karşı verdiği savaşı ile ulusal bir kahraman olan Václav Havel, Rusların çekilmesi ve komünizmin bitişi ile ülkenin ilk başkanı olan bir yazar, şair ve devlet adamı. Başkanlık görevini üstlendiği dönemde yazdığı Yaz Meditasyonları adlı kitabında Havel, komünist dönemden Çek Cumhuriyeti’ne dönüşümün sancılı sürecini anlatıyor.

Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Milan Kundera (1984) Milan Kundera’nın başyapıtı, felsefi kavramlar ile komünist dönemde insan hayatına tecavüz eden politikayı harmanlayan bir varoluş romanı. İmkansız bir aşk hikayesinin izinden giden roman, totaliter rejimin politik zulmü altında kimlik ve ahlak sorgulamalarına giriyor. Prag’ın sanatsal ve romantik karakterinin komünizmin paranoya ve baskısı altında esir edilişini ve yaşadığı varoluş krizini de aktaran postmodern bir şaheser.

1930’larda Paris’te yayılan sürrealizm akımı ile haşır neşir olan Çekoslovakyalı sanatçılar, bu ruhu Prag’da hâlâ yaşatıyor sanki. Akımı ülkeye getirmekte öncü olan Vítezslav Nezval, Jindrich Štyrský ve grafik sanatçı Karel Teige, kendi sürrealist versiyonları olan Devetsil akımını yarattılar. Rüya sekansları, çocukluk anıları, şehrin yer altı dünyasına ait kışkırtıcı imajlar ve pornografik öğeler içeren bu resimler, başkaldırıcı olarak nitelendirildi. Demir Perde döneminde de devam eden bu sürrealist yaklaşımın en başarılı örnekleri, Eva Švankmajerová’nın sürrealist ve distopik Prag resimleridir. Şehir aynı anda bir metropol, bir mağara,

Summer Meditations, Václav Havel (1992) Hem eserleri hem de komünizme

Prague Tales, Jan Neruda (1877) Çek gerçekçiliğinin temsilcilerinden Jan Neruda’nın yazdığı kitap, eski şehirde geçen kısa hikayeler ile 19. yüzyıl Prag’ını ve sıradan insanların hayatını anlatan bir başyapıt.

PRAG’DA GÖRSEL SANATLAR VE MİMARİ

81

bir kadın, bir yabancı ve rahatsız edici sahnelerin yaşandığı bir yer olarak resmedilmiştir. Ressamın eşi efsanevi yönetmen Jan Svankmajer ise bu resimleri ve akımı kısa filmlerinde sinemaya taşıdı. Özellikle Švankmajerová’nın yazdığı aynı adlı romandan esinlenerek çektiği, Baradla Cave adlı filmde Svankmajer, Prag’ın kendisini, sanki canlı bir karaktermiş gibi filmin başrolüne koyar. Bu sanatsal yerme ve taşlamanın, komünizmin şehrin ve ülkenin üzerine çökerttiği kabus karanlığı delmek için ülkeye ilham verdiğine inanılıyor. Jiráskuv köprüsünün köşesinde, nehrin kıyısında ‘Dancing House’ takma ismi ile bilinen NationaleNederlanden binası yer alıyor. Dünyaca ünlü mimar Frank Gehry ile Çek-Hırvat mimar Vlado Milunic’in ortak imzasını taşıyan bina, 1996’da inşa edilmiş. Dans eden bir çifti andıran bina, Fred Astaire ve Ginger Rogers’a ithafen “Fred & Ginger” ismi ile de anılıyor. İkinci Dünya Savaşı sırasında Prag’a atılan tek bombanın imha ettiği evin yerine inşa edilen “Dancing House”, dekonstrüktif mimari tarzda. Modern bina, dinamik formu ile Çekya’nın komünizmden demokrasiye geçiş sürecini anlatıyor. Prag’ın gerçekten her köşesi insana ilham veren ve düşündüren sürprizler ile dolu.


ETKİNLİK

Retro Day’de “Mevcut Olanlar” “Mazi, daima mevcuttur.” Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir Nostalji duygusunun doyasıya yaşandığı Retro Day’de eskinin tadını, kokusunu ve tüm heyecanını, geçmişe ait olan ama etkisini asla yitirmeyen şarkılar eşliğinde yeniden hatırladık. Teşekkür Ederiz

YA Z I: D R . E S R A D İ C L E B A Ş B U Ğ ‘0 2

82


Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği ve Kent FM iş birliğiyle bu sene ikincisi düzenlenen Retro Day, 4 Ağustos’ta BÜMED Üst Bahçe’de ve havuz başında tüm gün süren etkinliklerle gerçekleşti. Günün erken saatlerinde kapılarını aralayan organizasyona katılanları havuz başında dinamik müzikler, yakıcı güneş ve kalabalığın yüksek enerjisi karşıladı. Üst Bahçe’de şarkı, dans, kostüm yarışmalarıyla ve antika eşya mezatıyla oldukça renkli, eğlenceli bir atmosfer vardı. Stantlarda sergilenen lambalı radyolar, plaklar, kasetler, geniş metal çerçeveli damla gözlükler, püsküllü süet ceketler, vatkalı-yarasa kollu kot gömlekler, saç bantları, İspanyol paça pantolonlar, misketler, Tetris ve Solo Test zeka oyunları, salçalı ekmekler, Minti sakızlar ve artık “kullanım değeri” olmayan daha pek çok şey, ilk hatıraları 70’ler ve 80’lere dair olan katılımcıları yoğun duygu ve çağrışım fırtınasına sürükledi. Çocukluğu 90’lara denk gelen kuşağın üyeleri ise stantları merak ve tebessümle incelerken, o yılların gündelik detaylarını, gerçekliğini ve ruh halini anlamaya, hiç var olmadıkları bir dönemi kendilerine ait kılmaya çalışıyor gibiydiler. Her şeyin, her yerin, herkesin kolaylıkla ve hızla erişilebilir olduğu bir dünyada, bu gelişimin, yarattığı imkanların yanında, insani duygu ve durumların da aynı hızla körleşmesine yol açtığı şüphe götürmez bir gerçek. Söz konusu körleşmeden kurtulma arzusuyla ortaya çıkan nostalji duygusunun, yine bu körleştirici düzenin kendisi tarafından beslenerek yeni bir kazanç alanı haline getirildiği de. Ben, en azından o gün, işin bu yönüyle ilgilenmiyordum. Beni ilgilendiren, Geleceğe Dönüş filminin yarattığı o muzır, ele avuca sığmaz hayal dünyasıyla büyüyüp, 2000’li yılların kapısına Matrix ile dayanmış bir kuşağın, 2020’lere varmak üzereyken, La La Land’in naif, kırılgan, masalsı dünyasına

sığınmak istemesinin ardındaki neden ya da nedenlerdi. Çünkü Retro Day etkinliğinde Ercan Turgut ile birlikte “Batsın Bu Dünya”yı, Rana Alagöz ile “Her Şey Bitmedi, Bitemez”i söylerken ve Funda ile “Ah Kalbim Ben Senden Çok Çektim…” diye gülümserken de binlerce kişiyi kuvvetli bir duygudaşlık etrafında birleştiren aynı nedendi: Geleceğe dair karamsar, umutsuz, kötücül bir algının hakimiyeti; geleceği “görmüş” olmanın büyük hayal kırıklığı. Son derece yaşamsal olan sevgi ve güven ihtiyacımızı belki de sadece Adile Naşit’in şefkatli göğsünde, Kemal Sunal’ın kırılgan gülümsemesinde bulabiliyoruz artık. Geçmişin oldukça sert politik gerçekliğine karşın, sadece o dönemin insan ilişkilerine bakınca “nezaket”, sanatsalkültürel üretimine bakınca “liyakat” duygusuyla karşılıyoruz. Evet, liyakat. O akşam sahneye çıkan Neşe Karaböcek, Seyyal Taner, Rana Alagöz, Meral-Zühal Kardeşler, İskender Doğan, Funda, Bilgen Bengü, Güzin ile Baha Asu Maralman, Ferda Anıl Yarkın, Jale, Seçil, Hazal, Ah Canım Ahmet

83

ve Ercan Turgut’tan dinlediğimiz her şarkıdan sonra “Eski şarkılar daha mı güzeldi?” diye soruyordu herkes. Evet, nostalji duygusunun “kırmızı çizgileriyle” değil sadece, “gerçekten” iyi oldukları için sürekli dönüyoruz onlara. Ve onlara her döndüğümüzde sevgi, nezaket ve liyakat ile karşılaşıyoruz. Üstelik geçmişe saklanmamayı da, direnmekten vazgeçmemeyi de yine onlardan öğreniyoruz. O akşam tüm sanatçıların yaptığı sevgi, birliktelik, dayanışma vurgusu, kutuplaşmaların bitirilmesi çağrısı ve Seyyal Taner’in arkasında dalgalanan LGBTİ gökkuşağı bayrağı; onurlu, umut dolu, çoğulcu bir dünyada yaşamanın arzusuyla gelecekten vazgeçmemek gerektiğini hatırlattı herkese. Son sözü divaya bırakalım, bilgece anlattı o her şeyi. “Artık Sevmeyeceğim” şarkısından sonra Neşe Karaböcek, “Hayır, artık böyle söylemeyelim bu sözleri, başka türlü söylemeye ihtiyacımız var” diyerek, şarkıyı şu haliyle ve herkesle söyledi: “Artık çok seveceğim, Bütün kabahat benim, değil…”


H O M EC O M I N G 2 0 1 8

Katışıksız mutluluk arayışı ya da sadece “cajun chicken basket”a duyulan özlem... Biz mezunlar Homecoming’den aslında her sene aynı şeyi bekliyoruz: Birkaç tanıdık yüz görüp, belki de hayatımızda en mutlu, en tasasız, en özgür olduğumuz yılları hatırlamak; birkaç saatliğine de olsa yeniden mutlu, yeniden tasasız, yeniden özgür olmak.

Teşekkür Ederiz

YA Z I: E LV İ N V U R A L ‘12

84


Siz çocuğunuzu en son ne zaman kalabalıklar içinde koşsun oynasın diye gönül rahatlığıyla, başına bir şey gelir endişesi duymadan bıraktınız? Arkadaşlarınızla en son ne zaman top oynadınız? Yoga meraklısı birkaç arkadaşınızla kim ne der diye düşünmeden kalabalıklar içinde çimlerde yuvarlandınız, beceremediğiniz iddialı yoga pozlarını layıkıyla yapmaya çalıştınız? Kafa denginiz olan, yanında rahat hissettiğiniz bir grup en tanıdık yabancıyla aynı şeylerden keyif alıp lafladınız? İşin özü: Siz en son ne zaman katışıksız mutlu oldunuz? Biz mezunlar Homecoming’e ne konser, ne parti ne de gösteri için geliyoruz. Esas derdimiz bir kez daha ‘orada’ olmak. Çoğu zaman programda ne var diye bakmıyoruz bile! Yine de BÜMED, her Homecoming etkinliğinde mezunlarını memnun etmeyi biliyor. Önceki senelerde Homecoming’e kalabalık ekiplerle giden, Güney

85


Kampüs’e varmadan önce en az 10 kişiyle telefonlaşırdım. Bu sene ise okula, yurttan oda arkadaşım olan üç kadınla beraber, başka kimseyle sözleşmeden gittik. Büyük grupların şevki çok güzel ama küçük grupların tadı da başka. Bu yıl “Gelecek seninle güzel” temasıyla 9 Eylül’de düzenlenen Homecoming’in programı; BÜMED’de nefes teknikleri eğitimi veren Gönenç Sılay’ın yoga dersiyle başladı. Yogayı saat 11’de GYM Bebek eğitmeni Özden Ural’ın pilates dersi takip etti. Gün boyunca BUKAL desteği ile tünellerde düzenlenen “Yusuf Franko’nun İnsanları: Bir Osmanlı Bürokratının Karikatürleri” adlı sergi, izleyiciye açıktı. Bu yıl da Albert Long Hall, Güzel Sanatlar Kulübü’nün yıl içerisinde ürettiği eserleri bir araya getiren bir sergiye ev sahipliği yaptı. Oyun Kulübü’nün orienteering içerikli hazırladığı “Geçmişi geleceğe takip et” oyunu,

86


okulda geçireceği günde çimlerde yayılmak istemeyen mezunları bir hayli oyaladı. Yine BUKAL ekibinden destek alınarak düzenlenen Albert Long Hall’daki tarihi orgun konseri, gün içerisinde üç kez tekrarlandı. Haziran ayıyla özdeşleştirdiğimiz Homecoming’in bu yıl eylül ayında düzenlenmesi, hava avantajını da beraberinde getirdi. Sabah saatlerindeki yoga ve pilates dersleri, havanın bunaltmamasının etkisiyle olacak, geçtiğimiz yıllara göre daha da fazla ilgi gördü. Saatli Bina’nın önündeki çimlerde öğleden sonra icra edilen sirtaki ve zumba dans gösterileri hiç seyircisiz kalmadı; özellikle zumba gösterisinin düzenlendiği sırada izleyiciler iyice kalabalıklaştı, koreografiye ayak uydurmaya başladı. Alternatif çimlere sıralanmış olan yemek stantlarının her birini ziyaret edemedim ama klasiklerden bir “cajun chicken basket” paylaşmak, bu kadar yıl sonra gerçekten çok iyi geldi! Saat 6’ya doğru geçtiğimiz Niche’te adeta bir kutlama havası vardı; büyük gruplar, uzun masalar halinde oturmuşlardı. Niche’in Alman mutfağı konseptli perşembe günlerinden aşina olduğumuz Dj Gurko setinin başında, keyifler yerindeydi. Saat 8 sularında biz tekrar çimlere doğru ilerlerken, kalabalık bir grup da birazdan Niche’te başlayacak olan Bilal Karaman Trio performansı için aşağı doğru iniyordu. Okuldan mezun olduktan sonraki ilk birkaç buluşmaya hiç aksatmadan gidiyorsak da, bir süre sonra, Homecoming’lerde gördüğümüz tanıdık simalar şaşırtıcı olmayan bir biçimde sayıca azalıyor. Çünkü artık neredeyse gün aşırı, bir arkadaşımızın daha öte topraklara yerleşip kendine yeni bir hayat kurmaya karar verdiği haberini alıyoruz. Buna rağmen Boğaziçi’nin bizlere verdiği o tanıdıklık ve aidiyet hissi, hiç yalnız hissetmememizi sağlıyor. Zaten belki de gündemden bağımsız olarak Homecoming’in her sene yüksek katılım görmesi;

yalnız olmadığımızı hissetmeye duyduğumuz ihtiyaçtan. Yazının başında birkaç soru sıralamış, “Siz en son ne zaman katışıksız mutlu oldunuz?” diye sormuştum. Ben açıkçası bu sorunun cevabını hatırlamıyorum. Boğaziçi’nden mezun olalı henüz altı yıl oldu ama bu süre, yetişkinlerin hayatına hızla adapte olmama, hatta bu hayata kendimi kaptırmama yetti de arttı bile. Tüm bu koşuşturma mutsuz etmiyorsa bile, insana ‘mutluyum’ diye düşünecek pek de vakit bırakmıyor. 9 Eylül günü, zihnimden bu sorular geçerken artık günün sonuna gelmiştik. Yokuşu tırmansak mı yoksa

87

taksi mi çağırsak diye düşünürken biraz daha oturmaya karar vermiş, çimlere tekrar yerleşmiştik. Biliyorsunuz, kafa dinlemek isteyene de Boğaziçi’nde her zaman bir ağaç gölgesi, bir merdiven basamağı mevcut... Özellikle sonlara doğru ben de kendi içimde biraz sessizliğe gömülüp; etrafımda koşup oynayan çocukları, sohbete doyamayan eski mezunları, kanı kaynayan taze mezunları izlerken, işte yukarıda sıraladığım soruları düşünmeye daldım. Yazısını yazacak olunca insan her şeye biraz mesafeli oluyor objektiflik adına ama bu durum hoşuma gitmedi de diyemem. O kadar güzel bir huzurdu ki... katışıksız mutluluk.


ORYANTASYON

Burası herkesin kendi olabildiği ama kendine hapsolmadığı bir yer. Merak etmeye, tanışmaya, öğrenmeye ve dünyayı değiştirmeye hazır mısınız?

YA Z I: FAT İ M A Ç E L İ K ‘18

88


Geçenlerde muayene olmak için gittiğim doktorla aramda ilginç bir diyalog geçti. Bana nerede okuduğumu sordu. Boğaziçi Üniversitesi cevabını alınca yakınlık duymuş olmalı ki sabah hastane yönetimiyle yaşadığı sorunu anlatmaya başladı. Normalde devlet hastanelerinde muayene süresi 10 dakikayı geçmez. Ama biz o doktorla yarım saat sohbet ettik. Üniversite tercihlerini yaparken ilk sıraya en büyük hayali olan Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü’nü yazmış. Ama son gün kendi tabiriyle “arkasının sağlam olmadığını” hatırlamış. “İyisi mi doktor olayım ben, saygın da bir meslek, ayaklarımın üzerinde daha rahat durur, kendi bildiğim işi yaparım. Kimseye eyvallahım olmaz” diye düşünerek son anda tercihlerini değiştirmiş ve tıp fakültesine girmiş. Şimdi geldiği noktada ise hiç de öyle olmadığını, vasıfsız hastane yöneticilerinin altında mesleğini düzgün bir şekilde icra edemediğini söylüyor.

tarihlerinde gerçekleşen Oryantasyon Programı’nda, hayatı tanımaya, deneyimlemeye ve üretmeye can atan, liselerinden yeni mezun olmuş öğrenciler, tıpkı benim yıllar önce hissettiğime benzer duygularla, oradan oraya sonsuz bir merakla koşuşturuyorlardı. Acaba onları ne bekliyordu? Neler yaşayacaklardı? Kimlerle tanışacaklardı? Neler öğreneceklerdi? Tüm bu soruların cevaplarını vermek için hazırlıklar çoktan tamamlanmıştı bile. Yeni Boğaziçililer, buranın kendine has kültürel ve akademik yapısını, alanında öncü akademisyenlerden ve Boğaziçili mezunlardan öğreneceklerdi. Üstelik yalnızca üniversitenin tanıtımıyla sınırlı kalınmamıştı; İstanbul’un kültür sanat ortamını, toplumsal cinsiyet farkındalığını, siber güvenliği, sürdürülebilir ve engelsiz yaşamı, hayvan haklarını ve sosyal medya gibi engelleyici alışkanlıkları konu alan derslerle, adeta hayata dair beş günlük bir oryantasyondan geçiyordu öğrenciler.

O doktorla aramızda geçen diyalog, Boğaziçi Üniversitesi’ne attığım ilk ürkek adımı hatırlattı bana. Annem ve babamla birlikte Güney Meydan’daki oryantasyon etkinliklerinin arasında dolaşırken garip bir his kaplamıştı içimi. Hem mekana hiç ait hissetmiyordum kendimi hem de ait olmaya çok hazırdım. Bir yanda daha önce duymadığım konulardan bahsediliyor, diğer yanda aile evimde sıkça dinlediğimiz şarkılar eşliğinde halaylar çekiliyordu. En yakın arkadaşımla bile o oryantasyon gününde, küçücük bir masanın başında tanıştım. İşte o gün anladım ne kadar doğru bir tercih yaptığımı.

Oryantasyon Programı süresince Biray Kolluoğlu’ndan “Boğaziçili Olmak”, Zeynep Atay Gök’ten “Derse Girmeden AA Alınır mı?”, İdil Türkmenoğlu’ndan “Mezun Gözüyle BÜ”, Murat Gülsoy’dan “Sanat Uzun Okul Kısa: BÜ’de Kültür ve Sanat”, Cemre Baytok’tan “Toplumsal Cinsiyet Farkındalığı”, Engin Yılmaz’dan “BÜ’de Engelsiz Yaşam” ve Esra Dicle Başbuğ’dan “Emoji Kullanmadan İletişim Kurmanın Yolları” başlıklı dersleri alan yeni Boğaziçililer, akşamları da müzik, dans ve tiyatro gösterilerine katılarak, Boğaziçi Üniversitesi’nde geçirecekleri yılların bir özetini deneyimlediler.

Meğerse korkulacak hiçbir şey yokmuş. Herkesin kendi olabildiği ama kendine hapsolmadığı bir yerin varlığı mümkünmüş. Nereden geldiğinin, kim olduğunun, “arkanın sağlam olup olmadığının” çok da bir önemi kalmıyormuş burada.

Her Oryantasyon Programı’nda olduğu gibi bu yıl da en yoğun ilgiyi kulüplerin tanıtım etkinlikleri gördü. Üst dönemden öğrenciler, açtıkları stantlarda yeni arkadaşlarını birlikte üretmeye davet ediyorlardı. Fotoğraf, edebiyat, sinema, macera oyunları, mizah, satranç, müzik ve dans... Yoğun sınav hazırlığından vakit ayrılamadığı için ertelenen ne varsa

Boğaziçi Üniversitesi’nde bir gelenek haline gelen ve bu yıl 17-21 Eylül

89

hepsi bir aradaydı. Muhtemelen yeni Boğaziçililer de, hepimiz gibi birden fazla kulübe üye olacak, ilerleyen aylarda faaliyetlerine düzenli katıldıkları kulüp sayısı azalacak ama birine mutlaka istikrarla devam edecekler. Gittikleri kulübe sıkı sıkı sarılacak, orada birlikte çalışmanın, üretmenin tadına varacaklar. Ve belki de Edebiyat Kulübü’nün benim üzerimdeki etkisi gibi, kulüp çalışmaları onların da hayatlarında çok belirleyici olacak. Bu yoğun oryantasyon günlerinden sonra Boğaziçi’ne yeni katılan öğrenciler, BÜMED’de Finansbank, Mutlu Makarna ve Pepsi sponsorluğunda gerçekleştirilen Hoş Geldin Partisi’ne katılarak Boğaziçi’nin bir de neşeli tarafına tanık oldular. Radyo Boğaziçi müzikleri eşliğinde doyasıya eğlenen öğrenciler, mezun oldukları kendilerine de birer not yazdılar. BÜMED, bu notları onlar için saklayacak ve zamanı geldiğinde kendilerine geri verecek. BÜMED’in “Hoş Geldin Partisi” ile diğer tüm Boğaziçililerin bildiği bir gerçeği, yeni Boğaziçililer de öğrenmiş oldu: Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği, yalnızca mezun olununca gelinen bir yer değil, öğrencilik süresince hem kariyer danışmanlığı hem de mezunlarla tanışıp network oluşturabilecekleri, öğrencilik süresince her zaman gidebilecekleri bir yer. Yeni Boğaziçililerin heyecanlarına ortak olmak için katıldığım Oryantasyon Programı şu gerçeği bir kez daha hatırlamama vesile oldu: Burada geçirdiğim yıllar bana çok şey öğretti, mükemmel dostluklar kazandırdı ama en önemlisi de dezavantaj gibi görünen kimi durumları avantaja dönüştürebilmenin mümkün olduğunu gösterdi. Yeni gelen arkadaşlar da mükemmel şeyler öğrenecek, birbirinden özel insanlarla tanışacak, farklılıkları deneyimleyecek ve kendilerini gerçekleştirecekler. Ve böylelikle dünyayı daha yaşanılası bir yer haline getirecekler.


ETKİNLİK

“Hepimiz” Oradaydık Geçmişi, bugünü ve geleceği bir araya getiren BÜMED’de, Eksi 34’ler olarak, Boğaziçi ruhunu asla yitirmeyeceğimizi fark etmenin verdiği güvenle doyasıya dans ettik.

YA Z I: H A B İ B E Ç I K I L I O Ğ L U ‘18

90


BÜMED’e giden patikayı sanıyorum bilmeyen yok. O ince yolda, ağaçların arasında yürürken, henüz geride bıraktığımız büyülü anlar gözümüzün önünden geçer birer birer. İşte böyle bir duygu durumuyla BÜMED Üst Bahçe’ye ulaştım ben de. 22 Eylül akşamı hem yaza veda etmek hem de geride bıraktığım lisans yıllarıma selam etmek için katıldım Eksi “34” konserine. Geçen sene Eksi “33” ile başladığı konser etkinliklerine bu yıl Eksi “34” konseptiyle devam eden BÜMED, o gece, kendini 34 yaş ve altında hisseden herkesin (ama herkesin!) beraber eğlenebildiği, serinin bir sonraki etkinliğini dört gözle beklediği nadir konserlerden birine imza attı. Sahnede son zamanların en çok takip edilen müzik gruplarından Dolu Kadehi Ters Tut ve Büyük Ev Ablukada vardı. Saat 17.00’de başlayacak etkinlik için alana biraz erken vardık. Daha kimsenin gelmemiş olacağını düşünürken, kapıda müzisyenlerin genç hayranlarından oluşan uzun bir kuyrukla karşılaştık. Eksi “34”, Boğaziçi’nden mezun olduktan sonra BÜMED’de katıldığım ilk etkinlikti. Robert Kolej ve Boğaziçi Üniversitesi’nin katmanlı tarihine tanıklık etmiş yüzyıllık ağaçların altında kurulmuş konser alanında bistro masalar, yiyecek ve içecek stantları hazır bekliyordu. Genç hayranlar sahne önündeki yerlerini çoktan almışlardı, belli ki niyetleri bu ayrıcalıklı alanı gece boyunca kaptırmamaktı. Ve konser DJ Metehan Mert Çakır’ın performansı ile başladı. Biz de hem sahneyi görebileceğimiz hem de kalabalığı izleyebileceğimiz bir noktayı sahiplendik. Saatler ilerledikçe öğrenciler, mezunlar ve misafirler konser alanına akın ediyor, yaş ortalaması da yavaş yavaş yükseliyordu. Ben de ilk kez böyle bir etkinlikte mezunlar arasında yer alarak, sonu gelmeyeceğini fark ettiğim Boğaziçi ruhuna tanıklık ediyordum. Eve geri dönmenin her zaman bir yolu olduğunu bilmek, ‘yeni mezun’ olduğum şu günlerde

beni çok mutlu etmişti. Sonra Dolu Kadehi Ters Tut sahneye çıktı, ben de kendimi müziğe kaptırdım –müzik, her şeyin çaresi olmayabilir ama henüz hazır olmadığım sorulardan kaçmak için harika bir fırsattı! Konser boyunca grubun enerjisi ile dinleyicilerin coşkusunun birlikteliğini hayretle izledim. Müzik, atmosfer, ışıklar ve insanlar; hepimiz ahenk içerisinde dans ediyorduk. Konser arasında Eksi “34”ün bir alt sınırı olmadığını hatırladım tekrar. Bir yanda Boğaziçi’nin mezunları ve onların çocukları, diğer yanda öğrenciler ve her yaştan misafirler... Görüşlerine başvurduğum insanlar, çocuklarıyla beraber eğlenecekleri böyle bir etkinliği bulmanın zorluklarını, bu konseptten özellikle memnun olduklarını ve organizasyonun titizlikle yürütüldüğünü aktardılar. Saatler 21.30’u gösterdiğinde herkesin sabırsızlıkla beklediği Büyük Ev Ablukada sahneye çıktı. Sevilen grup, son albümleri “Fırtınayt”ın en sevdiğim şarkısı olan “Güneş Yerinde” ile başladı konserine. Alanın oldukça kalabalık olduğunu, buna rağmen Bartu Küçükçağlayan’ın “Dans edecek yeriniz var mı?” sorusuna hep bir ağızdan “Evet” cevabı verdiğimizi

91

de belirtmeliyim. Şarkılara alandaki her yaştan dinleyicinin eşlik etmesi, grubun elektronik müzikle de ne kadar büyük bir başarı yakaladığını gösteriyordu. Bir süre sonra dans etmekten yorulup -yeni mezun olduğumu söylemiş miydim?sahneyi ve insanları yukarıdan görebileceğim bir tarafa çekildim. Fakat konser alanına hakim olan enerji sayesinde orada da yerimde duramıyor, dans ediyordum. Yukarıdan baktığımda gördüğüm muazzam manzara: Işıklandırılmış ağaçların altında aynı heyecan ve hissi paylaşan Eksi 34’ler ve grup üyeleri; yani hepimiz. Güneş yerinde, her şey yolunda! Konser bitişine doğru sahneye çıkan izleyicilerden tutun da Bartu Küçükçağlayan’ın insanların Instagram hikayelerini bizzat çekmesine kadar, gördüğüm en samimi ve interaktif konser diyebilirim Eksi “34” için. Konserin ardından kimimiz eğlenceye devam etmek için havuz başına, Niche’deki after partiye; kimimiz ise eğlencenin tadı damağımızda, evlerimize yöneldik. BÜMED’in Eksi “34” konseptiyle eğlencenin alt sınırlarını ortadan kaldırdığı etkinlikte Boğaziçi’nin geçmişi, bugünü ve belki de geleceği olarak, hepimiz oradaydık.


M A S T E R G A M E S 2 01 8

BÜMED’in öncülüğünde hayata geçirilen ve bu yıl 29 üniversiteden 600’ü aşkın mezun sporcuyu buluşturan MasterGames, 20-30 Eylül tarihleri arasında düzenlendi. Turnuvalar, farklı yaş ve okullardan mezun sporcuların katılımıyla 10 farklı branşta gerçekleşti. YA Z I: D E N İ Z Ş E N L İ L E R ‘16

92


Üniversite mezunları ile iş dünyasını spor çerçevesinde bir araya getirme amacıyla, BÜMED’in öncülüğünde ve pek çok üniversitenin mezun derneklerinin katkılarıyla hayata geçirilen MasterGames’in beşincisi, 20-30 Eylül 2018 tarihleri arasında amatör ve profesyonel sporcuların katılımıyla gerçekleşti. Müsabakalar, 29 üniversiteden 600’den fazla katılımcıyı ağırladı. Voleybol, basketbol, atletizm ve tenis olmak üzere dört spor dalıyla 2014 yılında başlayan turnuva, 2015’ten bu yana takım sporlarında futbol; bireysel sporlarda ise koşu, yüzme, tenis ve masa tenisi branşlarında yapılan karşılaşmalarla Türkiye’nin pek çok üniversitesinden mezunları bir araya getirmeye devam ediyor. Zihin sporları başlığı altında briç, satranç ve tavla maçlarının da oynandığı turnuva bu yıl, birbirinden eğlenceli maçlara sahne oldu. Turnuvada bu yıl, masa tenisi haricindeki karşılaşmalara İTÜ Ayazağa Kampüsü ev sahipliği yaptı. Masa tenisi karşılaşmaları ise, Türkiye’de basketbolun oynandığı ilk yer olması dolayısıyla spor tarihimizde ayrı bir öneme sahip olan Dodge Hall’da gerçekleşti. Hem eski dostlukları pekiştirme hem de farklı üniversitelerin mezun dernekleri arasındaki iletişimi güçlendirme görevi üstlenen

turnuvalar sonunda yapılan kapanış partisinde sporculara kupa ve madalyaları verildi. Ödül töreninde katılımcı üniversitelerin mezun dernekleri de yerlerini aldı.

yaş erkeklerde İlhan Demir ve +40 yaş erkeklerde Ercüment Akat birinci olurken, 10K koşusu +40 yaş erkekler kategorisinde Mustafa Alpay Güler üçüncü oldu.

Bireysel sporlardan koşu ve tenis; takım sporlarından basketbolda birinci olan Boğaziçi Üniversitesi, tavla branşında da mezunlarımızdan Evren Uçak ile birinciliği aldı. Zihin sporlarından satrançta Nuri Sayraç ile ikincilik kupasını alan okulumuz, masa tenisi +40 yaş erkeklerde İsmail Soyyiğit, -40 yaş erkeklerde Jak Ovadya ve kadınlarda Burcu Çubukçu’nun başarılı performansıyla ikincilik kupasının sahibi oldu.

Tenis branşında kadınlarda Mine Celepyan ve Sezgi Seret, -40 yaş erkeklerde Atakan Arıtürk, +40 yaş erkeklerde Mehmet Emin Bilgin ve Aygün Erol ile birincilik kupası yine Boğaziçi’nin oldu. Şampiyon olan +40 yaş erkekler basketbol takımımızın kadrosunda mezunlarımızdan Murat Çakır, Haluk Koçak, Saim Yıldız, Serdar Dilmen, Alp Borak, Alper Soydaş, Adnan Nail Şimşek, Ozan Tilgen, Aydın Kanatlı, Hilmi Koçak, Ozan Erdoğan ve Merden Kahvecioğlu yer aldı.

Mezunlarımızdan 5K koşusu +40 yaş kadınlarda Tijen Mergen, -40

93


ARŞİVDEN SAYFALAR

Talimhane’de bir boğa güreşi

Geçmiş, biz onu nasıl hayal edersek edelim, kendi kurgularıyla bizi şaşırtıyor. Bu sefer hikayemiz, İstanbul’da yapılmış boğa güreşlerinin Boğaziçi Arşivleri’nde nasıl yer bulduğuna dair...

A

örneğini yaşadık. Hiç beklenmedik bir yerden başlayan hikayenin bir ucu arşivlerimizdeki yüzlere, isimlere bağlandı.

Boğaziçi Arşivleri’nde biz, bunu her açtığımız kutuda yeniden yaşıyoruz. Geçmiş, her seferinde kurgularımıza meydan okurcasına yeni sorularını önümüze seriyor. Bir süre önce bunun bizi çok şaşırtan bir

Hikaye, 11 Haziran 1910 tarihli The Illustrated London News dergisinde gördüğümüz bir haberle başladı. Muhabir, o sıralar İstanbul’da düzenlenen boğa güreşlerinden bahsediyordu. Haberi destekleyen fotoğrafta, bugünkü Taksim Meydanı’nın az ötesinde, Talimhane Meydanı’nda kurulmuş ahşap bir amfitiyatro, ortadaki alanda bir matador ile bir boğa görülüyordu. Anlaşılan bu iş bir süredir dillerde

rşiv, bizden öncekilerin hayatlarından parçaların karaya vurduğu, kurtulduğu bir liman. Fotoğraflar, çizimler, yazışmalar; günlük gailenin kaydını tutan her ne varsa, arşive genellikle hafızasını kaybetmiş olarak gelir. Her birine anlamaya çalışarak alıcı gözle baktıkça bağlantılar, olaylar keşfedilir, hikayeler kurulur.

YA Z I: S A A D E T Ö Z E N ‘11

94

dolaşıyor, daha doğrusu tartışmalar yaşanıyordu çünkü boğa güreşlerini hiç desteklemeyen, protesto eden bir kesim vardı. Habere göre birinci güreş yapılmış, ancak hemen hemen hiç rağbet olmamıştı. İçimizde daha önce boğa güreşi ve İstanbul kelimelerini aynı cümlede duymuş ya da böyle bir amfitiyatronun fotoğrafını görmüş olan yoktu. Bunun üzerine Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde kısa bir araştırma yaptık. Gerçekten de bu olay yaşanmış, devlet kayıtlarına da yansımıştı. Beyoğlu Mutasarrıflığı, o dönem gösteriler için


kiraya verilip gelir getirebilecek bu amfitiyatroyu yaptırmış, “Krepano ve Şürekâsı” adında bir şirket de boğa güreşleri düzenlemek üzere ruhsat istemişti. Ancak rağbet olmadığı için güreşlerin bir süre sonra iptal edildiği anlaşılıyordu. Hatta şirketin tazminat hakkı olup olmadığına dair devlet daireleri arasında yazışmalar da olmuştu. Güreşlerin rağbet görmemesine sebep olan protestoculara gelince... Başta kim olduklarına dair en ufak bir fikrimiz yoktu. Nihayet Osmanlı Arşivi’ndeki klasörlerden birinden, protestocuların yazıp imzaladığı 28 Mayıs 1910 tarihli bir dilekçeye ulaştık.

Kim bu arzuhal edenler? Toplam 147 kişinin imzaladığı dilekçede boğa güreşi “dehşet verici, zalimâne, aşağılayıcı” gibi sıfatlarla anılıyor, şehirde temsil edilen bütün dinlerin ilkelerine aykırı olduğu ifade ediliyor, seyircinin en düşük duygularını ayaklandırmaktan, toplumun ahlak seviyesini düşürmekten başka bir işe yaramayacağı söyleniyordu. “Osmanlı İmparatorluğu’nun tazelenmiş olan güzel ismine istinaden, toplumun ve insanlığın ortak huzuru için” validen bu işi durdurması talep ediliyor, başka bir deyişle Meşrutiyet devri idarecilerine bu tavrın itibar getirmeyeceği, yenileşmekten ziyade köhneliği, bir bakıma eski rejimi çağrıştıracağı ima ediliyordu. İmzacıların listesine bakar bakmaz gözlerimiz tanıdık isimlere takıldı. Listenin en başında, o dönem Robert Kolej müdürü olan Caleb Frank Gates’in, kızı Mary Ellen Gates’in, tarih hocası Alexander van Millingen’in adı göze çarpıyordu. Hazırlık bölümünün müdürü George Huntington birkaç sıra aşağıdaydı. Yunan Dili ve Edebiyatı hocası Svetoslav Stefannoff Salgandijeff, Ermeni Dili ve Edebiyatı hocası Hagopian H. Djedjizian, kimya hocası W. Thomas Ormiston, hocaların eşleri, Rumelihisarı’nın yerleşik İngiliz ailelerinden Binns’ler, Türkçe hocaları

Hulusi Hüseyin Bey ile Salih Feridun Bey ve Abdülnafi Baba... Osmanlı döneminde Rumelihisarı Şehitlik Dergahı Şeyhi. Restore edilmiş tekke binası, bugün nice konferansın yanı sıra, Nafi Baba Tasavvuf ve Kültürel Miras Uygulama ve Araştırma Merkezi’ne de ev sahipliği yapıyor. Hepsi Boğaziçi Arşivleri’nde notlarını, fotoğraflarını sakladığımız, aşina olduğumuz isimler. Geçmişte, bütün bu isimleri bir araya getirmiş bir ana tanıklık ediyorduk.

İstanbul’un hayvanseverleri mi? 1910, İstanbul’daki hayvanlar için en zorlu tarihlerden biri olarak hatırlanır. Şehrin idarecileri, modernleşmeyle birlikte sokakların nizamına ve temizliğine yeni bir bakış edinmiş, sokakları mahalleliyle paylaşan köpekleri hedef almışlardı. Nitekim Sultan II. Mahmud (1826-1839) ve Sultan Abdülaziz (1861-1876) zamanında köpekleri İstanbul’dan kovmak yolunda girişimler olmuştu. Sultan Mehmed Reşad (1909-1918) zamanında, belediye çok köklü bir hamle yaparak 80 bin köpeği amansızca toplayıp Hayırsızada’ya göndermişti. Başta memurların gidip onları besleyeceği söylense de böyle olmadı; köpekler sefalet içinde can verdi. İstanbul köpeklerinin bu büyük sürgününün tarihi olan 3 Haziran, boğa güreşlerinin başladığı haftaya denk geliyor. Bu durumda yetkililer, 1910 yılında, bir hafta içinde hem köpeklerin şehirden çıkarılması hem de hayvanın insana yenilmeye mahkum olduğu bir seyirliğin başlatılması için plan yapmış. Dilekçede imzası olanlar köpeklerle ilgili planlardan haberdar mıydı, ona da tepki göstermişler miydi, henüz bilmiyoruz. Fakat en azından boğa güreşlerinin kaldırılmasında etkili olmuş gibiler. Acaba bu fikir nasıl oluşmuş, ilk kimden çıkmıştı? Aynı kalemden çıkmış gibi duran imzaları atanları kim bir araya getirmiş, listeyi vilayete kim sunmuştu? Robert Kolej hocalarını, Beyoğlu’nda mağaza

95

sahibi Baker ailesini ve Nafi Baba’yı bir araya getiren hayvanseverlik tam olarak nasıl doğmuştu, hangi duyguların üzerine şekillenmişti? Tarihçiler, bugünün kavramları ve algılarıyla geçmişi anlamaya çalışmanın tehlikelerine sık sık işaret ederler. İmzacıların hayvanlara yaklaşımlarının bugünkünden farklı temeller üzerine şekillenmiş olabileceğini elbette bir kenara yazmalıyız. Canlıların yaşama hakkını mı savunuyorlardı, yoksa insanın üstünlüğüne, dolayısıyla zayıf olan hayvanları koruma sorumluluğuna dayalı hiyerarşik bir anlayışları mı vardı, bunu şimdilik bilemiyoruz. Kurumların kültürü, belli koşullarda doğan, tetiklenen ve gelişen geleneklerin zamana uyum sağlayarak varlığını korumasıyla oluşuyor. Boğaziçi, dünyanın en tabiatla dost kampüslerinden birine sahip. Mor salkımlarımız, erguvanlarımız bunca yıldır yerini binalara bırakmadıysa, insanlar, kediler ve köpekler kampüsü keyifle paylaşabiliyorsa, bunda bu imzacılarla başlayan, belki daha eskiye dayanan bir yaklaşımın, tabiatla özel bir ilişkinin payı olabilir mi? Bu sorunun cevabını, Boğaziçi Arşivleri’nde okunmayı, anlaşılmayı bekleyen günlüklerde, yazışmalarda, tabiat çizimlerinde aramaya devam edeceğiz.


Atölye Takvimi

Kasım 2018 Aralık 2018 0cak 2019

12 KASIM 2018

Engin Baydar ile TEMEL DENİZCİLİK VE KAPTANLIK Dört hafta, pazartesi ve çarşamba günleri, 19.00-21.45 arası. Katılım bedeli üyelere 650 TL, misafirlere 750 TL’dir.

NEDEN GİTMELİ? Pratikte yolunuzun ne kadar uzun olduğu size bağlı ama yelkenli veya motor yat, büyük veya küçük, her sınıftan tekneyi komuta etmek ve deniz tutkunuzun arkasından gitmek için önünüzde teoride

tek bir engel var: Amatör denizci belgesi sınavı. Sınav için hazırlık sürecindeki kılavuzunuz öğrenmeyi eğlenmekten ayrı tutmayan Engin Baydar olacak. Sekiz derslik teorik eğitimin ardından ise pratik uygulamaya geçilecek.

13 KASIM 2018

Sava Panayotidis ile COŞKUNUN VE BİRLİKTELİĞİN DANSLARI: SİRTAKİ

NEDEN GİTMELİ? BÜMED’in yoğun ilgi ve talep gören Sirtaki atölyeleri devam ediyor. Sirtaki ezgilerini duyduğunuz yerde kanınız kaynar ama öyle zor görünür ki denemeye korkarsınız. Oysa Sirtaki, inandırıcı gelmiyor olabilir ama dünyanın en basit danslarından biri! Ne kadar çabuk öğrendiğinizi görünce siz de şaşıracaksınız.

96

Dört hafta, salı günleri, 19.30-21.30 arası. Katılım bedeli üyelere 300 TL, misafirlere 400 TL’dir.


15

KASIM 2018

Patrick Bosteels ile LEAP STARTUP

19 KASIM 2018

15 Kasım Perşembe günü, 19.00-21.45 arası. Katılım bedeli üyelere 125 TL, misafirlere 150 TL’dir.

Zeynep Akçay ile FENG SHUI VE HAYAT

NEDEN GİTMELİ? Yeni bir iş kurmak ya da çalıştığınız kurumda yeni bir ürün veya hizmeti piyasaya sürmek bolca deneme-yanılma gerektirir. Başarılı bir girişimde bulunma şansınızı artırmak için çok basit bir metodolojiyi takip etmeye ne dersiniz? Startup dünyasında yaygın olarak kullanılan “Yalın Girişim”, “İş Modeli Kanvası” ve Patrick Bosteels tarafından geliştirilen “Fikir Kanvası” (Ideathon Canvas) üzerinde çalışarak girişiminizi detayları ile ele alın. Teoride konuşulanları beraber kağıda dökelim, iş modelinizi inceleyelim ve başarıya giden yolda bir adım atalım.

18 KASIM 2018

İbrahim Yıldız ile HIZLI OKUMA VE ETKİN ALGILAMA 18 Kasım Pazar günü, 10.0017.00 arası. Katılım bedeli üyelere 200 TL, misafirlere 250 TL’dir. Bu atölye ayrıca 9 ve 23 Aralık tarihlerinde tekrar verilecektir.

NEDEN GİTMELİ? Gelin okumanın nörobiyolojisini ve anlamak, algılamak, muhakeme etmek arasındaki farkları bireysel pratiklerimizi inceleyerek keşfedelim. Bu atölyede beynimizin işlem yapma kapasitesini günlük antrenmanlarla artıracağız. Zaman kazanmak, enerji seviyesini yükseltmek ve gizli potansiyelleri keşfetmek, başarılı olmak isteyen herkes için gerekli.

97

NEDEN GİTMELİ? Aksilikler, şanssızlıklar, başarısızlıklar ya da ilişkilerimizde karşılaştığımız sorunlar... Hayatta bizi nelerin beklediğini öngörmek ne yazık ki mümkün değil. Aşılması zor gibi görünen problemlerimizin sebebi, her şeyden önce içinde yaşadığımız “hasta” mekanlar olabilir. Sorunları ortadan kaldırmak için büyük hamleler yapmamıza gerek yok. Yaşam alanlarımızda yapacağımız küçük değişiklikler, hayatımızda büyük değişimlerin önünü açabilir. Kişileri ve kurumları hedeflerine Feng Shui yöntemleriyle ulaştıran Zeynep Akçay, bizi yeni ihtimallerle, düşünce biçimleriyle tanıştırıyor ve bize minimal müdahalelerle hayatımızı nasıl yeniden güzelleştireceğimizi gösteriyor. Şansla dans etmeye hazır olun! 19 Kasım Pazartesi, 19.30-21.30 arası. Katılım bedeli üyelere 125 TL, misafirlere 150 TL’dir.


24 KASIM 2018

Dilek Er ‘90 ile NSP METHOD: KENDİNE KOÇLUK

24 Kasım Cumartesi günü, 09.30-18.30 arası. Katılım bedeli üyelere 450 TL, misafirlere 550 TL’dir.

NEDEN GİTMELİ? Düşünmek, karar vermek, uygulamak esnasında beyinde neler oluyor? Nöroplastisite nedir, koçlukla ilgisi nedir? Beynimizin temel çalışma prensiplerini bilmek, koçluk için bize nasıl yardımcı olur? Kendinizi upgrade edebilir misiniz?
Beynin işleyiş mekanizması konusunda Uzman Nörolog Dr. Timur Yılmaz’ın katkılarıyla gerçekleşecek bu deneyimle, beklenmedik soruları kendinize soran ilk siz olun.

28 KASIM 2018

Ozan Vural ile FIÇIDAN GELEN MUCİZE: VİSKİ 28 Kasım Çarşamba günü, 19.30-21.30 arası. Katılım bedeli üyelere 120 TL, misafirlere 160 TL’dir. Bu atölye ayrıca 26 Aralık tarihinde tekrar verilecektir.

NEDEN GİTMELİ? Üretim ve tüketimiyle adeta bir sanat olan viskinin tarihini, üretim yöntemlerini ve lezzet sırlarını keşfedeceğiniz bu atölyede, viskinin ana vatanı İskoçya’nın geleneklerini, malt ve harman viski yapımını öğrenecek, viski tadım tekniklerini deneyimleyeceksiniz. Etkinlikten ayrılırken çok daha rafine bir damak zevkine sahip olacağınızın garantisini veriyoruz.

98

6

ARALIK 2018 Serap Gökmen ‘90 ile YÖNETİCİNİN YOL HARİTASI NEDEN GİTMELİ? Liderlik doğuştan gelen bir özellik midir yoksa sonradan edinilebilen bir beceri midir? Her ikisi de! Halihazırda yöneticiyseniz ya da yönetici olmaya adaysanız bu atölye tam size göre. Yöneticilik, liderlik, satış ve sunum becerileri uzmanı Serap Gökmen’in vereceği bu atölyede yöneticilik kapasitenizi artıracak; doğuştan gelen özelliklerinize ayna tutacak, gelişim alanlarınızı keşfedecek, bilgi ve becerilerinizi artıracak, uygulamada karşılaşacağınız olası sorunlar için çözüm önerileri geliştireceksiniz.

6 Aralık Perşembe, 19.30-21.30 arası. Katılım bedeli üyelere 125 TL, misafirlere 150 TL’dir.


24 ARALIK 2018

Deniz Akıncılar ile ŞARAP KÜLTÜRÜ Altı hafta, pazartesi günleri, 19.00-21.45 arası. Katılım bedeli üyelere 600 TL, misafirlere 750 TL’dir.

9

OCAK 2019

NEDEN GİTMELİ? Bu programda, şarap menüsüne sadece bakmayıp yazılanları anlayabilmek, şarabı tanımak, bilmek ve keyifle içmek için ihtiyacınız olan tüm temel bilgileri öğreneceksiniz. Şarabı tarif etmek için ‘iyi’ gibi yüksek hayal ürünü kelimeler yerine, derinlikli ve isabetli yorumlar yapabileceksiniz. Şarabın tarihsel gelişimi, şarap üretiminde kullanılacak ürün ve malzemeler ile bölgesel şarap analizlerinin yer alacağı bu programın her dersinde iki farklı şarap tadacak, grup olarak tattığınız şaraplar hakkında fikir alışverişi ve değerlendirmeler yapabileceksiniz.

Karçiçeği Aykurt ‘98 ile ORYANTAL DANS

Sekiz hafta, çarşamba günleri, 19.30-21.30 arası. Katılım bedeli üyelere 700 TL, misafirlere 800 TL’dir.

NEDEN GİTMELİ? Tarihin en eski danslarından biri olan oryantal dans ile tutkumuzu ve yaratıcılığımızı yeniden keşfediyoruz. 20 yıldan fazla süredir dans eğitmenliği yapan; oryantalizm, Doğu felsefesi ve spiritüalizm üzerine yoğunlaşan çalışmalarıyla bilinen Karçiçeği Aykurt ‘98 ile dans ederken estetik ve zihinsel farkındalığımızı yükseltecek, güçlü hissedecek ve esneklik kazanarak vücudumuzu şekillendireceğiz. İki ayın sonunda oryantal dansın temel koreografilerine hakim olacağımız, ritim ve müzik algımızı genişleteceğimiz bu atölyeye sizleri de bekleriz!

OCAK 2019 Oya Tolga ile MAKYAJ KURSU Bu üç haftalık eğitim, katılımcıların belirleyeceği gün ve saatte, Oya Tolga’nın stüdyosunda yapılacaktır. Katılım bedeli üyelere 800 TL, misafirlere 950 TL’dir.

NEDEN GİTMELİ? “Makyaj yapılan ciltlerin aşınması ve erken yaşlanması gibi riskler yanlış uygulamalar dolayısıyla ortaya çıkar. Bu yüzden malzemeleri tanımak ve olası etkilerini bilerek kullanmak lazım” diyor makyaj uzmanı Oya Tolga. Bu üç haftalık eğitimde doğru makyaj yapmayı, size hangi renklerin yakıştığını, gölgeleme ve aydınlatma tekniklerini, yeni makyaj trendlerini ve katılacağınız ortamlara uygun makyaj yapmayı, hem kendinizde hem karşınızdakinde deneyerek öğreneceksiniz.

99


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.