EKOLOJİK KRİZ ORTAMINDA İSTANBUL'DA GÜNDEM, SÖYLEM, EYLEM

Page 1

İTÜ TAŞKIŞLA KAMPÜSÜ NEZİH ELDEM KONFERANS SALONU

28-29 EYLÜL 2018 MİMAR SİNAN GÜZEL SANATLAR ÜNİVERSİTESİ MİMARLIK FAKÜLTESİ ŞEHİR VE BÖLGE PLANLAMA BÖLÜMÜ

İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ MİMARLIK FAKÜLTESİ ŞEHİR VE BÖLGE PLANLAMASI BÖLÜMÜ

TMMOB ŞEHİR PLANCILARI ODASI İSTANBUL ŞUBESİ

YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ MİMARLIK FAKÜLTESİ ŞEHİR VE BÖLGE PLANLAMA BÖLÜMÜ


12. İSTANBUL BULUŞMALARI “Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da GÜNDEM, SÖYLEM, EYLEM”

Editör Kumru ÇILGIN

Yayına Hazırlayan Bedel EMRE Elif Simay DAĞ

Eylül, 2019 İSTANBUL


İletişim ve Sekretarya TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Adres

: Cihannüma Mh. Akdoğan Sk. Başar Apt. No:30 D:6-7 Beşiktaş/İstanbul

Telefon

: 0212 275 4367

Faks

: 0212 272 9119

E-posta

: istanbulusmalari@spoist.org - spoist@spoist.org

Web

: www.spoist.org - www.spo.org.tr


12. İstanbul Buluşmaları: Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da GÜNDEM, SÖYLEM, EYLEM 1. Gün

28 Eylül 2018, İTÜ Taşkışla Kampüsü Nezih Eldem Konferans Salonu

11:00-13:00

Açılış Konuşması Eda Beyazıt İnce I Akademisyen (Düzenleme Kurulu Adına) 1. Oturum: Ekolojik Kriz ve Küresel İklim Değişikliği Moderatör: Mehmet Ali Çalışkan I Yaşama Dair Vakfı Efe Baysal I 350TURKIYE.ORG Ozan Mert Göktürk I Ondokuz Mayıs Üniversitesi Meteoroloji Mühendisliği Bölümü Ümit Şahin I Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikaları Merkezi

14:00-14:30

Öğrenci Atölyesi Sunumu

18:00

2. Oturum: Yerel Politika ve Politik Ekoloji Moderatör: Hatice Kurtuluş I İstanbul Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü Deniz Özgür I İstanbul Kent Savunması İkbal Polat I Kadıköy Kent Konseyi Zafer Söğütçü I Sultanbeyli Belediyesi Fikret Toksöz I Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı Sevil Turan I Yeşil Düşünce Derneği Ayşe Tükrükçü I Hayata Sarıl Derneği

2. Gün

29 Eylül 2018, İTÜ Taşkışla Kampüsü Nezih Eldem Konferans Salonu

11:00-12:30

3. Oturum: Politik Ekoloji ve Ekonomi Moderatör: Nuri Zafer Yenal I Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Kerem Arslanlı I İTÜ Çevre ve Şehircilik Uygulama Araştırma Merkezi Abdullah Aysu I Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu Menekşe Kızıldere I Heinrich Böll Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği Hatice Kurşuncu I Kadıköy Kooperatifi Uygar Özesmi I GOOD4TRUST Nusret Türkkan I Doğal Yaşamı Koruma Vakfı

14:00-14:30

Öğrenci Atölyesi Sunumları


13:30-15:00

Forum Moderatör: Emin Çapa I Gazeteci Buğday Derneği Dürtük Kollektif Herkes İçin Mimarlık Kokopelli Şehirde Kuzguncuklular Derneği Onaranlar Kulübü Tatavla Dayanışması Velidebağ Gönüllüleri


Sunarken Küresel ve ulusal gündem çok yoğun. Refahın biriktiği varsıl ülkeler sınırlarındaki ve içlerindeki duvarları yükselterek kendilerini koruma altına almaya odaklanırken; savaş, yıkım, yoksulluk ve açlık, Venezuela’dan Yemen’e dünyanın büyük kısmını bir sorun yumağı haline getirdi. Siyasi ve ekonomik krizlere alışmışken, gündemimize yavaş yavaş sızan ve tanışık olmadığımız başka bir kriz ile karşı karşıyayız: iklim krizi. Varsıl, yoksul ayırt etmeden bütün dünya kasırgalar, yangınlar, deprem ve kuraklık ile mücadele ediyor. Paris İklim Anlaşması ile uzlaşılan “küresel sıcaklık artışını iki derece ile sınırlı tutma” hedefine bile ulaşmak çok zor gözükürken, gezegenin ekolojisi alarm veriyor. Kuzey kutbu kışın ortasında çiçek açmışken, Sahra Çölü’ne kar yağıyor. İnsanın doğaya ve insana yapabileceklerinin bir sonu yok gibi... Türkiye milyonlarca mülteci ile bir arada yaşamanın yollarını henüz bulamadan, yakın coğrafyamızda huzursuzluk giderek derinleşiyor. Hayat pahalılaştı; alım gücümüz giderek azaldı; çılgın projeler artarken yeşil alanlar azaldı; kentte yaşam sosyal ve ekonomik anlamda güçleşti; olağan dışı hallerin olağanlaştığı bir dönemde neredeyse 20 milyonluk bir şantiye hâlini alan İstanbul’da kentsel dönüşümden etkilenmeyen kimse kalmadı... İklim krizinden Türkiye de, İstanbul da azade değil. Uzmanlar uyarıyor: Şubat’ta yağ(a)mayan karın acısı önümüzdeki yazın gıda fiyatlarından çıkacak; yazın ortasında camları kıran doluları daha fazla göreceğiz; lüferi göremez, palamudu soframıza koyamaz olacağız; dereler ve göller kurudukça, topraklarımız ve Akdeniz İklimi çölleşecek... İnsanın doğaya ve insana yapabileceklerinin bir sonu yok gibi... Artık gezegeni çok geç olmadan gündemimize taşımalı ve ekolojik krize acil müdahalede ısrar etmeli. Bu da mevcut politika anlayışı yerine başka türlü bir söylem ve eylem gerektiriyor. Memleketin ve de gezegenin gidişatını dert edinenler; daha demokratik, daha barışçıl, daha huzurlu bir yaşam hayali kuranlar; hayallerini gerçek eylemeye yerelden başlıyor. Tüm sorunlara tek sesli ve merkezden çözüm arayan hakim yaklaşımın karşısında, politika her şeyden önce şimdi ve burada. Herkes kendi evinin önünü süpürsün demek değil amacımız; bireyselleştirmek sorunu basite indirgemek olur. Aksine, daha güzel, daha iyi bir yaşam hayalini, memleketine ve gezegenine sahip çıkma mücadelesinin nasıl örgütlendiğini çok sesli örneklerle yüceltmek gerekir: yerelde, yatay ve yavaşça... İstanbullunun yereli ve yerel politikayı nasıl ürettiğini, kendi gündemini dünyanın ve memleketin gündemi ile nasıl ilişkilendirdiğini, sözün ve eylemin sahiplerinden dinlemek üzere… İstanbul Buluşmaları 2018 Düzenleme Kurulu



Açılış Konuşması

AÇILIŞ KONUŞMASI EDA BEYAZIT İNCE - Herkese merhaba. Öncelikle 12. İstanbul Buluşmaları Düzenleme Kurulu adına sizleri selamlıyor ve ev sahibi kurum olan İTÜ Mimarlık Fakültesi Şehir ve Bölge Planlaması Bölümü adına hoş geldiniz diyorum. İstanbul Buluşmaları 2007 yılından bu yana Yıldız Teknik Üniversitesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Şehir ve Bölge Planlama Bölümleri ile TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi’nin ortak kurguladığı bir etkinlik olarak sürüyor. Yakından takip edenlerinizin bildiği üzere buluşmalar her yıl İstanbul’da ön plana çıkan bir konuyu katılımcıların gündemine taşıyor. Geçtiğimiz yıl Kasım ayında Danışma Kurulumuzla bir araya geldiğimizde kentin gündeminin yine her zamanki gibi çok yoğun olduğunu gördük. Planlamada merkezileşme ve merkezi yönetim politikalarıyla birlikte kent yönetiminde açığa çıkan kesintiler bir yanda, üretim, tüketim ve alışkanlıklar üzerinden sağlıklı gıda temininin, tarımın, kooperatifleşmenin tartışılması gerekliliği diğer yanda ön plana çıkan konular olurken; kentsel dönüşüm, kır-kent ilişkisi, içe-dışa göç konuları da gündemde süregelen yerlerini koruyordu. Ancak bunların hepsinin üzerinde ülke ve kent gündemimizde belirgin bir şekilde yer bulmayan akademisyenlerin zaman zaman vurguladığı, medyanın dile getirmekten imtina ettiği, kentlinin günden güne hissettiği, ama belki de henüz bir yere koyamadığı bir konu yabancıların deyimiyle odadaki fil gibi tüm gerçekliğiyle konuşulmayı bekliyordu. Bu; bazı uzmanların yumuşatarak veya bilimsellik adına net telaffuz etmeyerek “aşırı iklim koşulları” diye adlandırdığı, tam manasıyla ve bağıra bağıra sesini duyurmaya çalışan iklim değişikliği konusuydu. Danışma Kurulumuz, İstanbul Buluşmaları’nı düzenleme görevini Düzenleme Kuruluna devretti ve bu nedenle bu yılki etkinliği, dünyanın içinde bulunduğu ekolojik krizin İstanbul’a yansımaları, İstanbul’un bu krize katkıları ve bu çerçevede kendini konumlandırma biçimi kapsamında kurgulamaya karar verdik. Bu seneki İstanbul Buluşmaları’nı üç temel çerçevede kurguladık: Ekoloji perspektifinden İstanbul’daki yerel politika ve ekonomi gündemlerinin değerlendirilmesi, bu gündemler ışığında farklı kurumların, politikacıların ve medyanın söylemleri ve bu gündemlere bir yanıt olarak gelişen sivil toplum pratikleri ve tartışmaları kent mekânına taşıyan, toplumla bütünleştiren farklı eylem biçimleri. Geçtiğimiz İstanbul Buluşmaları’ndan farklı olarak bu sene konuşmacıların sunumlarına odaklanan bir kurgudan, gündemi ortaya koyan kısa çerçeve konuşmalarına geçiş yaptık ve dinleyicilerin katkılarıyla birlikte tartışmaları genişletecek açık oturumlara yer verdik. Bu anlamda oturumların salonda bulunan sizlerin katılımıyla zenginleşeceğine inanıyoruz. Peki, neden iklim değişikliği ve neden şimdi? İkinci sorunun cevabını önden vermek gerekirse, aslında geç bile kaldık ve belki de kaçan trenin arkasından koşarak yakalamamız gereken bir noktadayız. Son 60 yılda dünya nüfusu üç kat arttı. 1950’lerde 2.5 milyar olan dünya nüfusu bugün 7.6 milyar; 2030’da 8.6 milyara, 2050’de ise 9.8 milyara ulaşacağı öngörülüyor. Öznesi kent ve onun bileşenleri olan konuları çalışan araştırmacıların sıkça atıfta bulunduğu bir bilgiyle devam edelim: Birleşmiş Milletler’in dünya kentleşme projeksiyonları çerçevesinde 2050 yılında dünya nüfusunun %68’inin kentlerde yaşayacağı tahmin ediliyor. Önümüzdeki 30 yıl içerisinde gerçekleşmesi planlanan bu artışın %90’ının Asya ve Afrika’da gerçekleşeceği öngörülüyor. Bu anlamda Neil Brenner ve Christian Schmid’in yeniden akademiye kazandırdıkları bir kavram olan “gezegen kentleşmesi” üzerinden tüm gezegenin kentleşmekte olduğuna dair yaptıkları vurgu ve kentin ayak izlerinin kent olmayanı da içine alacak şekilde devleşiyor olması gerçeği bizi tedirgin etmesi gereken önemli bir nokta. Tüm bunlar inanılmaz boyutlara ulaşacak kaynak kullanımı ve

1


2

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

tüketime işaret etmekte. İnsanın doğa üzerindeki etkileri 1970’lere kadar çok da anlaşılmamışken, bugün ürettiğimiz karbondioksit miktarı şimdiye kadar doğal iklim değişikliklerinde açığa çıkmış en yüksek karbondioksit miktarının yaklaşık 1.5 katı büyüklükte. Bu artışın nedeni de uzmanların “Antroposen Çağı” diye adlandırdıkları, özellikle sanayileşme sonrası dönemi işaret eden son 200 yılda insan eliyle doğaya yapılan müdahalelerin tümü. Antropojenik, yani insan kaynaklı iklim yıkımı buzulların erimesiyle, okyanuslar ve denizlerin ısınarak karaya taşmasıyla hızla devam ediyor. Grönland’ın 1993-2016 yılları arasında yıllık ortalama 281 milyar ton buz kaybettiği tahmin edilirken, Antarktika’nın 119 milyar ton kaybettiği düşünülüyor. Antarktika’daki buz kütlesinde son 3 yılda üç kat daha hızlı bir kayıptan bahsediliyor. 2025 yılında dünya nüfusunun önemli bir kısmının su kaynaklı sıkıntı çekeceği düşünülüyor. Su baskınları veya ani seller nedeniyle temiz suya erişememe, depolayamama veya kuraklık nedeniyle su yetersizliği beklentisi yakında dünya çapında sığınmacıların sayısında savaşlardan çok iklim nedeniyle artış göreceğimize işaret ediyor. Birleşmiş Milletler Mülteci Ajansı 2008-2013 yılları arasında 203 milyon kişinin doğal afetler nedeniyle yerinden olduğunu ve iklim değişikliğinin de bunda önemli bir etken olduğunu vurguluyor. Örneğin, değişen muson rejiminden Pakistan’da bugüne kadar 5.3 milyon kişi etkilenmiş. Çevre ülkelerde de durum benzer şekilde, doğadan ve afetlerden en çok etkilenenlerse yoksul olan kesimler ve azınlıklar. Okyanusların asit oranlarındaki artış, okyanusların oksijen kaynağı olan resiflerin ölmesine, tuzlu su yaşamının değişmesine neden oluyor. Yaz boyunca kuzey yarımkürede mevsim normallerinin üzerinde seyreden sıcaklıklar ve Kuzey Amerika ile Kuzey Avrupa’da dinmeyen orman yangınları haberlerde yerini alırken, İstanbul’da artık her yaz beklediğimiz ani dolulara son olarak denizde başlayıp karaya çıkan hortumlar da eklendi. Dün, hafta sonu Ege ve Marmara kıyılarını vurması beklenen kasırga haberlerine uyandık. İstanbul’un yakın zamanda tropik bir iklime sahip olacağını düşünmemek elde değil ve bu her zaman masmavi bir deniz, altın sarısı kumlar ve hindistan cevizi suları anlamına gelmiyor. Tüm bunların ışığında küresel ve kentsel ölçekte alınacak tedbirlerde yeni kentsel gündem “New Urban Agenda” ile birlikte yenilenen sürdürülebilir kalkınma hedefleri yol gösterici olabilir ve kent politikalarının iklim değişikliğine duyarlı bir şekilde tanımlanmasına katkı sağlayabilir. Ancak Maria Kaika ve Brenner’ın da işaret ettikleri gibi medya ve karar vericiler kentleri akıllı, dirençli, yaratıcı, küresel, sürdürülebilir gibi sıfatlarla tanımlamayı çok seviyorlar ve fakat biz zamanla bu kavramların anlamlarını yitirdiklerine şahit oluyoruz. Bu anlamda sıfır karbon üreten kentlerin inşasını düşük ücretlerle ve sosyal güvencesiz bir şekilde çalıştırılan göçmenler üzerinden kurgulamak, ulaşım sisteminde elektrikli araçlara yer verirken elektriği fosil yakıtlardan elde etmek, yeşil ve akıllı bina sistemleri önerirken yaratacakları yeni ulaşım talebini ve kentlere getirecekleri yükü göz ardı etmek sürdürülebilirlik hedefleriyle örtüşmemektedir. Bunun yanı sıra kentlerde yaşayan, çalışan topluluklar yine Kaika’nın deyimiyle “sürdürülebilirlik aşısı” yaptırmak istemeyebilirler, aksine eşitlik isteyebilirler. Her alanda eşitlik ve adalet sağlanmalı ki sürdürülebilir kentler kendilerini inşa edebilsinler. Doğal afetlere karşı dirençli kentler, topluluklar yaratma çabasına girmektense, doğayı tahrip etmeyen yaşayışlar benimseyebilsinler. Yapay zekâya bağımlı kentlerde yaşamaktansa, yaşamın aklına uyacak tipleri bakış açısıyla insan zekâsına ve bilincine dayalı kentlerde yaşayabilsinler. Bunun için kurumsal yapılanmanın ve pratiklerin sürdürülebilirlik hedeflerine yönelik olarak yenilenmesini talep edebilirler. Dünya hükümetlerine düşen sorumluluklar belli: Şimdiye kadar iklim değişikliğine yönelik üretilmiş en kapsamlı bildiri olan ve 2014 yılında tamamlanan Hükümetler Arası İklim Değişikliği Paneli Sözleşmesi’ni henüz imzalamadılarsa imzalamak ve belirlenen hedeflerin takipçisi olmak,


Açılış Konuşması

verilen sözleri göstermelik olsun diye değil, gerçek adımlar atarak yerine getirmek, vahşi büyüme hedefleri yerine büyümeden kalkınma nasıl olur, bunun yöntemlerini geliştirmek. Bununla birlikte bireysel sorumluluklarımız da büyük ve yeniden tanımlanmayı bekliyor. Bu anlamda iklim değişirken dünyamıza içindeki tüm canlı ve cansız varlıklarıyla birlikte korumak, antroposen çağında yarattığımız etkileri tersine çevirmek ve yaşamı geri kazanmak hedeflerimizin başında olmalı ve bunun için bizim de yöntemimizi iyi belirlememiz gerekiyor. Bireysel sorumluluklarımızın bilincinde olmalıyız. Örneğin, evimize aldığımız paketli ürünün tahrip ettiği yağmur ormanlarını bilmeye, giydiğimiz gömleğin kimlerin emeğini sömürerek üretildiğine yönelik bir bilinç geliştirmeye, işe giderken ürettiğimiz karbon ayak izimizi hesaplamaya kadar her adımda etkilediğimiz yaşamın sorumluluğunu üstlenmeye ihtiyacımız var. Müştereklerimizin önemini yeniden kavramamız ve bu müştereklerde paydaşların yalnızca insan olarak bizlerin değil, diğer canlıların da olduğunu anlamamız gerekiyor. Yalnızca bireysel pratiklerle sınırlı kalmadan kolektif bilincin inşasına katkı koymamız ve buradan hareketle iklim değişikliğini merkeze alan örgütlenme biçimleri kurgulamamız önem kazanıyor. Anlaşmadan ve oy birliğinden çok, farklılıklarımızdan ve ortaklıklarımızdan beslendiğimiz bir yaklaşım geliştirmemiz gereken bir döneme hızla girmek zorundayız. Bunu ancak bilime, sanata, doğaya yeniden yüzümüzü dönerek yapabiliriz. Bu anlamda 12. İstanbul Buluşmaları’nın bugün, yarın ve gelecek günlerde de iklim değişikliğini gündemde tutabileceğimiz, iklim değişikliğini inkâr eden küresel iklim lobisine karşı yapıcı ve olumlu söylemler üretebileceğimiz ve bu söylemleri eyleme dönüştürebileceğimiz mutlu bir platform olacağını umuyoruz. Tüm katılımcılara ve panelistlere iyi bir tartışma ortamı diliyorum, tekrardan hoş geldiniz.

3


4

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

OTURUM 1 MURAT ÖLMEZ - Merhabalar. Hepiniz hoş geldiniz. Açılış konuşması için Eda Beyazıt İnce Hocamıza teşekkür ederiz. Şimdi “Ekolojik Kriz ve Küresel İklim Değişikliği” başlıklı ilk oturumumuzu başlatmak üzere oturum başkanı Mehmet Ali Çalışkan’ı ve konuşmacılar Efe Baysal, Ozan Mert Göktürk ve Ümit Şahin’i koltuklara davet ediyorum. Teşekkürler. MEHMET ALİ ÇALIŞKAN - Günaydın herkese. Hepiniz hoş geldiniz etkinliğe, biz de öyle. Şimdi bugün ilk oturumda bir tartışma yürüteceğiz. Bugün ekolojik kriz ve iklim değişikliği ilişkisi üzerine konuşacağız. Lakin bunu konuşacak olan 4 tane erkeğe bakınca bir de toplumsal cinsiyet krizimiz olduğu anlaşılıyor. Ben hemen onun özrünü dileyerek başlamak isterim, yani bu meseleyi çalışanların sadece erkekler olmadığı aşikâr, lakin burada sözcü olarak bir eril ittifak içerisinde görünüyoruz, bir imtiyazlı durumumuz olduğu da ortaya çıkıyor. Bunu başka bir oturumun konusu haline getirip, ben bizim meselemize döneyim. Şimdi bugün şöyle bir tartışma yaparız diye düşündük: Bir kavramsal giriş yapalım, çünkü konuyla ilgili çok kavram dolaşıyor ortamda; ekolojik kriz, iklim adaleti, iklim mücadelesi, eşitlik gibi hem sivil toplumun ve siyasetin geçtiğimiz yüzyıl içerisinde ürettiği bir dizi kavram buraya transfer edilmiş görünüyor, hem de iklim, ekoloji gibi o toplumsal hareketlerin dışında çevre dünyasının içerisinden üretilmiş bir dizi kavram buraya gelmiş ve ikisinin bir tür birleşiminden oluşmuş kavramlar gibi duruyor. Onun için aslında tartışmamızın ilk bölümünde biraz kavramları konuşalım. Bu kavramlar ne anlama geliyor, kriz ne demek? Aynı anda ekonomik bir kriz de yaşadığımız dönemdeyiz, ama onu izleyebiliyoruz. İşte doların inişi-çıkışı, genellikle çıkışıyla izleyebiliyoruz. Ekolojik krizi de daha çok hava durumu şeklinde izliyoruz belli ki. Peki bu kriz ne demek gerçekten, aslında biraz onu tartışalım. Adalet ne demek mesela? Yani hem meseleyi konuşalım, hem de ondan sonra ne tür talepler var, onu bir konuşalım istiyoruz. Burayı biraz kavramsal olarak netleştirdikten sonra tartışmamızın ikinci bölümünde bunun Türkiye için anlamını konuşalım. Türkiye için ne anlam ifade ediyor bu kavramlar, bu kavramlar Türkiye’ye nasıl giriyor, Türkiye’de hem toplumsal alanda, hem sivil toplum alanında, hem siyasette ya da akademide kimin gündemine giriyor, kiminkine girmiyor, biraz Türkiye fotoğrafını çekelim diye düşünüyoruz. Türkiye’nin de içine girdiği bu yeni dönemde, 2019 yerel seçimlerine doğru biraz gündemleşecek konular var belli ki, bu konular yerel seçim tartışmalarının içerisine kadar girecek gibi görünüyor. Türkiye toplumu siyasetten bu konuda ne kadar talepkâr olacak ve siyaset topluma ne tür karşılık verecek, yerel seçim gündeminde bunlar ne kadar tartışılacak, üçüncü bölümdeyse bunları konuşalım diyerek Türkiye tartışmasını biraz da Türkiye’nin genel bağlamından çıkarıp, önümüzdeki dönemin konjonktürüne uygun bir tartışma haline getiririz diye düşünüyoruz. Bütün oturumun yaklaşık yarısını konuşmacılarla yaparız, onun arkasından da salona döneriz ve kalan yarısındaki bölümde herhalde 35-40 dakika olacak ikisi de, 13.00’e kadar vaktimiz var, onu da salonla birlikte tartışırız. Konuşmacılarımızdan kısaca bahsedeyim: Ümit Şahin, Ozan Mert Göktürk ve Efe Baysal buradalar. Ümit Şahin’in, aslında dönüp geçmişine baktığımızda, meselenin hem akademik tarafında, hem politik tarafında, hem medya tarafında, hem sivil toplum tarafında işler yaptığını görüyoruz. Bir taraftan farklı meslekler arası bir durumu da söz konusu, hem hekimlik var hayatında, hem iklim meselelerini çalışmışlık var. Dolayısıyla halk sağlığı uzmanlığı gibi bu farklı uzmanlık alanlarının iç içe geçirdiği bir birikime sahip ve oradan size biraz önce sunduğum çerçevede çok şey taşıyacağını düşünüyorum.


Oturum 1

Ozan Mert Göktürk, “Hava Delisinin Not Defteri”yle çok popüler oldu. O’nu artık sadece akademik ve sivil toplum camiaları değil, belli ki yurttaşlar da tanıyorlar, biliyorlar, izliyorlar. Dolayısıyla ekolojik krizin belki herkes için göstergesi olan hava durumu tarafını biraz O’nunla konuşuruz; yurttaşların gündeminde nasıldır, nasıl değildir, kasırga geliyor mu, nelere yol açacak, O’na sorarız. Efe Baysal, daha sivil toplum tarafından, ama O’nun da bir akademik yanı var. Koç Üniversitesi’nde kent, kent sosyolojisi gibi meselelere de giriyor, ama 350.org’u temsil ediyor burada. 350. org, dünyada iklim meselesini -188 ülke herhalde var, ama giderek bütün dünyaya yayangündemleştirme çabası içerisinde. Bu gündemleştirme çabasından önemli bir birikimin olduğunu ve Türkiye’de onun nasıl yansımaları olduğunu da kendisiyle tartışırız diye düşünüyoruz. Böyle zengin bir birikim var burada, bu nedenle ben ilk soruyu herkes için ortak soru olarak açmak istiyorum. Hepinizin kullandığı kavramlar, aslında bize ne anlatıyorlar, ne anlama geliyorlar? Öncelikle herkes için kavramsal çerçeveyi berraklaştırarak başlarsak çok sevinirim, ben de biraz şöyle dönerek size bakmaya çalışacağım. ÜMİT ŞAHİN – Merhabalar herkese, günaydın. Mehmet Ali tabii çok zor bir çerçeve çizdi. Bütününü kastediyorum, ama elimden geldiğince başlamaya çalışayım. Ekolojik kriz kavramı kullanılmış oturumun genelinde, biraz oradan yola çıkmak gerekiyor. Ekolojik kriz nedir? Kitabi tanımdan önce, biraz önce bir şey söyledin, bugün ekolojik krizi daha çok hava durumu üzerinden tartışıyoruz diye. Şimdi tabii kısa erimli bu tür tartışmaların hafızası. Yani biz özellikle medya ve kamuoyu gündemine oldukça kısa vadede bakıyoruz. Hele internet sonrası dönem iyice kısa vadeli hale getirdi, çok hızlı bir şekilde tüketilir hale geldi bu meseleler, ama şimdi birazcık düşünüp meselenin ilk ortaya çıktığı, bu kavramların ilk tartışılmaya başlandığı dönemlerden itibaren -ki yaklaşık 50 yıl oldu, daha eski değil yani- bu 50 yıllık döneme baktığımız zaman meselenin hava durumu üzerinden konuşulması son derece yeni. Ekolojik krizin ya da genel anlamda ekoloji sorunlarının, çevre sorunlarının iklim değişikliği bağlamında tartışılması herhalde 2000 sonrası. İklim değişikliğinin ortaya çıkması ya da anlaşılması ve bununla ilgili tartışmaların başlaması daha eski tabii ama bu meselenin bu hale gelmesi ve ekolojik kriz tartışmalarının iyice gündemimize oturması -ki hâlâ yeterince gündemimizde değil; o apayrı bir tartışma ama- son yılların meselesi. Mesela akademide şu anda açılan pek çok burs, iklim değişikliği üzerine olmaya başladı. Bu da bizim aslında bazı şeyleri gözden kaçırmamıza neden oluyor. Mesela, şu aralar Tansu Gürpınar’ın anılarını okuyorum. Tansu Gürpınar, Türkiye’nin ilk doğa korumacılarından biri biliyorsunuz. Milli Parklar Genel Müdürlüğü’nde 1960’larda yaptığı çalışmaları anlatıyor. Zaten O’nun ilgi alanı gereği de öyle, ama aslında 1960’larda, 1970’lerde, 1980’lerde temel tartışma; türlerin korunması, doğal alanların, insansız doğa alanların, yaban hayatı alanlarının korunması vesaire. O zamanki çabaların faydaları olsa bile, bugün pek çok korunan alan olsa bile, şu andaki tür kırımı artık bir soykırım haline gelmiş durumda ve bu, 6. büyük yok oluş diye adlandırılıyor. Jeolojik çağlar boyunca yaşanmış büyük yok oluşlara benzer bir şeyin insan eliyle yapıldığı bir döneme girmiş durumdayız. Bunun nedenlerinden biri de iklim değişikliği, ama sadece iklim değişikliği değil, tabii işte habitatların yok edilmesi, kentleşme vesaire. Dolayısıyla meseleyi tarihsel perspektife koyarken ta 1960’ların sonlarından itibaren başlayan tartışmanın, ekolojik kriz tartışmasının iki ayak üzerine oturduğunu, çok genel iki ayak üzerine oturduğunu unutmamak gerektiğini düşünüyorum. Birincisi, sürdürülebilirlik ayağı, yani ilk tartışmanın ortaya çıkış noktalarından biri bu, yani bu hızla gidersek dünya bizim üzerinde yaşayabileceğimiz ve diğer canlıların üzerinde yaşayabileceği bir yer olmaktan çıkacak. O yüzden bunu sürdürülebilir bir hale getirmek lazım. Sonradan bu kavramı tabii mahvettiler ama orijinal anlamı son derece önemli. İkincisi de adalet meselesi. Yani sürdürülebilirlik meselesiyle adalet

5


6

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

meselesi aslında aynı anda ortaya çıkmıştır 60’ların sonlarında, fakat tabii adalet meselesi batıdan bakıldığı için biraz geri planda kalmıştır. Özellikle iklim değişikliği sonrasında, herhalde Efe de biraz bahseder, iklim adaleti ön plana geçmeye başladı. Dolayısıyla bu sürdürülebilirlik ve adalet sorunlarının bir arada ele alınması bu ekoloji tartışmasının özgül şeylerinden bir tanesi. 2008 finansal krizinden sonra Avrupa’daki Yeşiller’in bakış açısı şuydu: Bunu bir üçlü kriz olarak tanımlamak. Yani meseleyi bir ekolojik kriz olarak tanımlamadan, bir ekonomik, ekolojik ve sosyal üçlü kriz olarak tanımlamak. Ekonomik kriz de bitmiş değil, yani bir geçici finansal krizler, vesaire oluyor, ama ekonomik kriz çok geniş anlamda kapitalizm krizi, bu devam ediyor. Sosyal kriz, eşitsizlikler dehşet durumda devam ediyor ve bu aynı zamanda çevresel anlamda, ekolojik anlamda adaletsizliği de doğuruyor ve sürdürülebilirlik sorununu da yaratıyor. Sonuçta bu üçü, yani sosyal, ekonomik ve ekolojik kriz bir arada yürüyor. Buna Ömer Madra bir ek yapıyor: “Bu aslında dörtlü kriz” der bazen, o da etik kriz. Yani göz göre göre bunun hâlâ devam ettirilmesi insanlar tarafından bir etik kriz. Çok uzatmadan şunu ekleyerek bitireyim: Bir alıntı daha var ama onu sonra belki zamanı gelirse okurum; bence bu meselenin bu hale gelmesinin kavramsal anlamda temel nedeni içinde yaşadığımız endüstriyel sistemin temel mantığı olan ilerleme fikrinin çökmesidir. Yani ilerleme biliyorsunuz endüstriyel aydınlanmacı bakışta sonsuzdur; sonsuz bir ilerleme vardır ve insan her şeyin üstündedir, doğanın da üstündedir, tarihin de üstündedir hatta. İşte bu aydınlanma düşüncesinin ardından gelen müthiş ilerleme düşüncesi çökmüş durumda. Çünkü insan nüfusu arttıkça, nüfus tek başına önemli değil ama insanın doğa üzerindeki tahakkümü ve tasarrufu arttıkça, ayak izi arttıkça -antroposen tartışmaları buradan çıkıyor- bu ilerleme aslında bir lanete dönüşüyor. İlerlemenin her şeyi çözeceği yanılsaması çöktüğü için de içinden çıkamadığımız bir kriz durumu ortaya çıkıyor. Bunu da işte teknolojiye daha fazla bağımlı olarak çözeceğimizi sanıyoruz. Yani daha fazla ilerlemeyle çözeceğimizi sanıyoruz. Bu sarmal bizi inanılmaz bir çıkmaza doğru götürüyor. Yani kavramsal çerçevede benim ilk verebileceğim katkı bu, teşekkürler. MEHMET ALİ ÇALIŞKAN - Teşekkürler. EFE BAYSAL - Merhabalar herkese. İlk konuşmacı olmak zordur ama Ümit yolu açtı biraz, ben de onun kavramlarından belki birazcık devam edebilirim. Bir düzeltme, eski bir Koç Üniversitesi çalışanıyım, akademisyeniyim. Maalesef memlekette hak mücadelesi vermek zorlaştıkça, demokratik alanlar daraldıkça tutunmak da zor oluyor. Eski dememin nedeni de 2 sene önce okuldan tek taraflı olarak sözleşmemin bitirilmiş olması. Yani akademi tarafı biraz o bakımdan askıda kalmış durumda ama teşekkürler tekrardan. Ümit’in dediği noktalardan, yani biraz ekolojik krizden, biraz iklim krizinden, biraz antroposen çağdan bahsettik. Şu önemli sanki, bizlerin bugün ekolojik kriz dediği iklim krizinden, birkaç sene önceye kadar iklim değişikliği olarak bahsediyorduk. Hani bir iklim değişikliği geliyor ama sanki iklim değişikliği hem zamansal bakımdan ileride yaşanacak bir süreç olarak distopik bir dünya sunuyor bize, hem de belki mekânsal bakımdan da bakınca bizden uzakta bir yerde yaşanacakmış gibi. Daha çok, iklim hareketinin de bir sorunsalı olarak kutup ayılarını romantize eden, buzulların erimesiyle beraber götüren bir dil kullanılırken; bugün artık çok net bir şekilde şunu görebiliyoruz: Biz bu iklim değişikliği dediğimiz sürecin içinden geçiyoruz. Hatta mevzu artık krize dönmüş durumda, hani evimizin dışında uzakta veya gelecekte veya mekânsal olarak uzakta bir yerde yaşanmıyor, kapımızdaydı, artık kapıyı kırdı, içeri girmiş durumda iklim krizi. Bunun da tabii ki endüstrileşmeyle beraber el ele giden bir tarafı var. Zira fosil yakıtlara karşı özellikle 18-19. yüzyıldan başlayan ekonomilerimizin bağımlılığı, bu ekonomilerimizin daha çok ekonomik büyüme için enerjiye bağlı olması, ekonomik büyümenin sürekli ve daha çok büyümeyi pompalaması ve bunun da bir kalkınma söylemiyle geliştirilmesi. Kalkınma söylemi, ilerleme algısıyla ele ele gider bir hale geliyor. Bu bakış


Oturum 1

açısında, bizi bugüne getiren krizin ana nedenlerinden biri evet, çevre sorunu. Çevre adaleti 60’ların sonundan, 70’lerden itibaren gündeme gelmeye başlayan bir konu belki ama bugün artık hakikaten bir ekolojik krizden bahsediyoruz. Yani ekolojik eşiklerini aşmış, sürdürülemez bir yere giden bir gezegenden bahsediyoruz. Neoliberalizm ve kent çalışan Saskia Sassen bunu anlatırken şöyle der aslında: “Bizler bugün eskisi gibi basit hava kirliliği, su kirliliği, toprak kirliliği tanımlamalarıyla açıklanamayacak yeni bir dönem içindeyiz ve artık bu söylemleri bırakıp gerçekle yüzleşmek için daha vurucu terimler bulmak zorundayız”, “Artık insanlık arkasında ölü toprak, ölü su ve hatta ölü hava yaratarak ilerliyor ve geri döndürülemeyecek bir şekilde de gezegeni tüketmeye devam ediyor.” Bunun da ana noktasını aslında Ümit’in de vurguladığı gibi ekonomi ile ekoloji arasındaki makasın açılması ve bize dayatılan sistemik mantıktan dolayı sürekli tüketim mabetlerine dönen kentlerimiz veya işte kentleşme pratiklerimiz, kentli halimizin getirdiği gezegenin dört bir yanına yayılan kollarımız var. Zira başlangıç sunumunda bahsedildi Neil Brenner’dan, gezegen ölçeğinde kentleşmeden; bu terimi ilk kullanan kent hakkı kuramının da aslında ilk ortaya atan kişisi Henri Lefebvre’dir. Gezegen ölçeğinde kentleşmeden bahsederken Lefebvre, şunu der: “Biz sadece yapılı alanların kent ile kır arasındaki ayrımın yok olmasından bahsetmiyoruz, aslında kentli halimizin de bir ahtapotun kolları gibi dünyanın dört bir yanına yayılmasından bahsediyoruz.” Bu da ne demek? Yani belki amazon ormanlarının birden ortasında bir AVM belirmiyor, beton belirmiyor ama bizlerin tam da tüketim mabetleri haline getirdiğimiz kentlerdeki tüketim pratiklerimizden dolayı amazon ormanlarının soya yağı için kesildiğini görüyoruz. Gidiyoruz Endonezya ormanlarına, palm yağı için talan edildiğini görüyoruz. İşte ne bileyim, uzaya çıkıyoruz, dünyanın etrafı bir uydu çöplüğüne dönmüş durumda; okyanusa gidiyorsunuz, plastik çöpler her yerde. Demek ki burada aslında bizlerin bu tırnak içinde ilerleme diskuruyla gelen kurduğumuz uygarlıkta bir sıkıntı var ve bu sıkıntı da birike birike geliyor, birden olan bir şey değil. Yani 2016, 2017, 2018’de olan bir şey değil veya 2008 kriziyle başlamış bir şey değil. Aslında işin tarihsel arka planı hakikaten de bu “modernleşme” söylemiyle beslenen bizlerin endüstrileşme adımları 19. yüzyılda başlayan, ikinci bir makası, vitesi nerede atıyor? 1970’lerden itibaren başlayan neoliberal piyasa koşullarıyla havanın, suyun, atmosferin çitlenmesinden ve aslında müştereklerimizi kaybetmemizle hızlanan bir süreçten bahsediyoruz. Bunun sonucunda ne oluyor? Antroposen çağ diyoruz, aslında insanı baz alarak, insan merkezli bir iklim değişikliğinden bahsediyoruz. İklim değişikliği dediğimiz mefhum 600 bin sene önceye gittiğimizde de, jeolojik çağlarda da var. Ancak genel itibarıyla tarih boyunca atmosferdeki karbondioksit miktarında 280-180 ppm arasında bir dalgalanma görüyoruz. Bugünse geçtiğimiz Mayıs ayı itibariyle 411 ppm’e çıkmıştık. Sanırım Temmuz ölçümleri 408 ppm civarındaydı. Bu şunu getiriyor: Sera gazının bu kadar yoğunlaşması atmosferde evet iklim değişikliğini tetikliyor ve bunun da merkezinde insan var ama nasıl bir insan olduğunu da tekrar tekrar düşünmemiz gerekiyor. Sürekli tüketen, tükettikçe semiren ve semirdikçe de büyümeye devam eden kentlerden, işte toplumlardan bir yandan da bahsediyoruz. O yüzden de belki mevzuyu açarken hakikaten bir yandan doğanın aleyhine insanlık nasıl gelişiyor, buna bakmamız gerekiyor, bir yandan da kentleşme pratiklerimize, nasıl kentler yarattığımıza da daha çok odaklanmamız gerekiyor. Buradan iklim adaletine bağlayacaktım ama zamanı da çok yemek istemiyorum. Ozan’a vereyim sözü, belki sohbet içinde tekrar açarım. MEHMET ALİ ÇALIŞKAN - Evet, şimdi söz Ozan’da. Ben bir toparlayacağım ama biraz sonra, Ozan’ı da dinledikten sonra yapmak isterim. OZAN MERT GÖKTÜRK - Teşekkür ederim. Herkese merhabalar. 19 Mayıs Üniversitesi, Meteoroloji Mühendisliği Bölümü’nde öğretim üyesiyim. Diğer değerli konuşmacılar, çerçeveyi çok güzel çizdiler. Zaten benim bu bakış açısından bir yetkinliğim de olmadığı için ekolojik krizin sosyal boyutlarıyla ilgili, sizin gibi bilim insanlarının ve sivil toplumda çalışanların nasıl baktıkları

7


8

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

hakkında çok fazla bilgim yok açıkçası; o yüzden bu bakımdan fazla bir şey ekleyemem. Ancak kriz denilince, iklim krizi denilince biz ne anlıyoruz, bu konuda çalışan bilim insanları olarak veya bu konuyu öğreten bilim öğretmenleri olarak? Ekolojik kriz deyince, genel olarak kriz sözcüğü etrafında bizim düşüncelerimiz nasıl şekilleniyor veya diğer insanların ne anladıklarını düşünüyoruz, belki ondan bahsedersem ne kadar yakınız veya aramızda bir kopukluk varsa, bu ne boyuttadır, bunu herkes daha iyi anlar diye düşünüyorum. Şimdi biz tabii bilimle uğraşıyoruz, ilk önce sayılara bakıyoruz, ölçümlere bakıyoruz. Yani iklim krizi denilince benim aklıma grafikler geliyor ilk önce, dünyada bunun böyle olması sonucu iklim değiştiği için ne tür etkiler ortaya çıkıyor? Doğal olarak değil ama insanlar üzerinde, ekonomi üzerinde veya habitatlar üzerinde, canlı toplulukları üzerinde ne gibi etkiler ortaya çıkıyor, bizim aklımıza ilk bunlar gelmiyor. Şöyle söylesem belki daha net olur: Eğer iklim krizi diye bir şey olmasaydı, benim açımdan, eğer bir küresel ısınma olmasaydı da belki siz yine bunları konuşuyor olurdunuz, değil mi? Sonuçta bir ilerlemeci bakış açısı var, kapitalizm sürekli büyümek zorunda, öyle değil mi? Bu yüzden de bu sorunlar belki yine olacaktı bir iklim değişimi olmasaydı da ama ben burada oturmuyor olacaktım. Bence bu bakımdan bu enteresan bir sorun. Dediğim gibi, benim aklıma ilk grafikler geliyor ya da mesela iklim krizi denilince ne kadar sıcaklık artmış? Atıyorum, İstanbul’da son 100 senede yaz sıcaklıkları ne derece artmış? Bu istatistiksel bakımdan anlamlı bir artış mıdır veya bütün dünyada yağış rejimi ne yönde değişiyor? Biz ilk bunlara bakıyoruz. Aslında diğer şeylerle de açıkçası çok ilgilenmiyoruz, bunu bir mesleki deformasyon olarak ele alabilirsiniz. Çok ilgilenmiyoruz ama bir yandan da herkes bize bunun etkileri benim üzerimde ne olacak diye soruyor. Ben kendi bakış açımla insanların bakış açısı arasındaki veya sivil toplum kuruluşlarının veya politikacıların bakış açısındaki bağlantıyı bu şekilde kuruyorum. Çünkü bana öyle geliyor ki herkes ilk önce kendisine olan etkisini dikkate alıyor. Örneğin, benim “Hava Delisi” diye bir blogum vardı, sonra onu Facebook sayfası yaptık: Hava Delisinin Not Defteri. Orada meteoroloji üzerinden gidiyoruz. İklimle ilgili çok fazla paylaşım yapmıyorum. Çünkü ilgi çekmediğini gördüm. Çok enteresan, iklimle ilgili yaptığımız paylaşımlar çok az hit alıyor, çok az beğeniliyor veya çok az paylaşılıyor, ama işte “Üç gün sonra Ege kıyılarına tropik benzeri bir fırtına yaklaşıyor” dediğimiz zaman kıyamet kopuyor. Yani bu çok önemli bir şey bana kalırsa, Ümit Hocamın da dediği gibi bu işler hava durumu üzerinden algılanıyor aslında sivil toplum kuruluşları haricindeki insanlarca, öyle söyleyeyim. Hani halk dediğimiz, aslında bu işlere ilgi göstermeyen, yalnızca kendilerine olan etkisini dikkate alan insanlarca sadece hava durumu üzerinden algılanıyor bu işler; o yüzden de bana çok enteresan geliyor. Yani bir türlü o bağlantının kurulamadığını düşünüyorum. Sizin anlattığınız meselelerle halk denilen veya asıl sadece halk da değil, politikacılar da o halka dâhiller çünkü onlar da bu işle ancak kendilerini etkilediği sürece, kendilerini etkilediği ölçüde ilgileniyorlar. Atıyorum, iklim değişimi var, diyorlar ki “Ne yapalım, seller olacak, çünkü iklim değişimi var”. Mesela, hiç bu bakımdan düşündünüz mü? Bana çok enteresan geliyor. Yani “İklim değişimi var o zaman daha dikkatli olalım, kararlarımızı daha dikkatli alalım, planlama yapalım” demiyorlar, belki de dünya görüşlerinden ötürü özellikle Türkiye’deki politikacılar, “Yapabileceğimiz bir şey yok, sel oldu, iklim değişimi var” diyorlar. Biraz daldan dala atlıyorum, kusura bakmayın ama asıl çerçeve çizildiği için belki kendi kafamdaki sorunları, soru işaretlerini de birden bire hepsini ortaya saçayım, sizin de aklınızda kalsın. Belki hani sizin sorularınız ve daha sonraki tartışma da bunlar üzerinden ilerler diye bir ümidim var. O yüzden ben de böyle bir açılış yapmak istedim. Teşekkür ederim. MEHMET ALİ ÇALIŞKAN - Teşekkürler. Birkaç şey önemli görünüyor Ümit’in, Efe’nin ve Ozan’ın söylediklerinde, şöyle bir toparlama makul olabilir: Vadenin altını çizdi Ümit ilk önce, bu zaman tahayyülüyle ilgili bir mesele; sonra Efe de onun mekânla olan ilişkisini belirtti. Bu ikisi bana şöyle


Oturum 1

göründü: Kısa zamanda olmayacak ve burada olmayacak duygusunu çok güçlü kılabilecek şeyler bunlar. Ben yakın zamanda İstanbul’daki büyük şirketlerin CEO’larının oluşturduğu bir grubun yuvarlak masa toplantısını modere ettim ve orada bir CEO şöyle bir şey söyledi: “Biz büyük şirketler etrafımızdaki küçük şirketlerin karar alanlarını daraltıyoruz, vadelerini kısa yapmalarına yol açıyoruz. Yani hemen bana bir şey üret, hemen bana bir hizmet ver diyoruz. Dolayısıyla onların karar vadelerini kısalttığımızda yarattığımız etkiyi esas orada yaratıyoruz.” Aynı şey siyasetle, bu meseleleri ele alma biçimiyle de herhalde ilgili Türkiye’de. Dünyada da karar vericilerin oluşturduğu alanda oturan birilerinin bir sorunu çözmek için kendi iktidar ömürleri kadar önünde bir vade vardır. 5 yıl orada oturacağını varsayan birisinin 5 yılın ötesindeki bir sorunu gündemine alması çok beklenemez. Bir de kendi dünyasındaki sorunu ele alması beklenir, başka sorunu ele alması beklenemez gibi görünüyor. Ozan’ın bu duruma katkısı bunun gündelik hayattaki karşılığı oldu. Yani öyle olunca da sanki bilgi, ciddi alanda üretilen şey, popülerleştikçe çeşitli kırılmalara uğruyor. Gündelik hayatta ve siyasetin gündemine girerken bilginin üretildiği alanla bilginin kullanıldığı alan arasında bir kırılma gerçekleşiyor diye anlıyorum burada, o kırılmanın da birkaç boyutunu ben bu tartışmada gördüm. Ekolojik olan şeyin ekonomik olanla, sosyal olanla ve etik olanla bağı aslında çok önemli hale geldi. Dolayısıyla Ozan’ın da son söylediği şeyle toparlarsak; bu ekonomik olan, sosyal olan ve etik olan şeyde topa iklim bilimciler giriyor sanki bu dönemde, yani daha önce bu topa girmemiş olan yeni bir dünya bu topa giriyor. Hatta girerken de o gündemin merkezine bir kavram taşıyorlar, iklim krizi denilen kavramı taşıyorlar. Peki, kavramsal çerçeve buysa; yani ekonomi, ekoloji, sosyal hayat ve etik meselesi gündelik hayat ve siyaset arasında dönen bir konudan söz ediyorsak, bunun Türkiye’ye yansımaları nasıl oluyor? Türkiye’de kimin gündemine giriyor konu ve bu gündeme girerken ne tür kırılmalara uğruyor? Mesela, siyasetin gündemine girerken nasıl kırılmalara uğruyor ya da sivil toplumun gündemine girerken nasıl kırılmalara uğruyor? Sivil toplumun, siyasetin gündeminde kim konuyu üstleniyor, kim konuyla ilgili bir düşünme sorumluluğu ya da karar sorumluluğu hissediyor? Sözgelimi sivil toplumda iklim meselesini gündemine alan ama odağında iklim olmayan bir kuruluş var mı? Mesela, kadın kuruluşları, çocuk kuruluşları, engelli kuruluşları, vesaire. Aslında sorumu şöyle toparlamak isterim: Eğer bir krizden söz ediyorsak, onun failleri ve mağdurları olmalı, yani bazı faillerden ve bazı mağdurlardan söz etmeliyiz. Kim bunun failidir, kim mağdurudur ve mağdurlar gündemine konuyu alıyorlar mı? Aslında biraz da onu sormak istiyorum, buradan da ekolojik mücadeleler kısmına geçeriz ve Türkiye’deki yansımalarını tartışırız diye düşünüyorum. Ümit, seninle başlayalım mı? ÜMİT ŞAHİN - Şimdi önce küçük bir not: Aslında senin sorunla da bağlantılı olacak. Ozan da söyledi, son zamanlarda mesela daha çok iklim değişikliğiyle bağdaştırıldı ama aslında daha eski; biyoçeşitlilik meselesi, çevre kirliliği, kimyasal kirlilik, radyoaktif kirlilik, bunların hepsi çok daha önce de vardı. Sonra ozon tabakası geldi mesela, ondan sonra iklim değişikliği geldi. Fakat bunların -hani sen de failleri ve mağdurları sorunca tam oraya denk geldi- sebebi aslında aynı. Yani ekolojik kriz diye küresel anlamda tanımlanan şey; 1960’larda kaynakların tükenmesi deniliyordu buna, sonra biraz dil değişti ya da işte atık depolarının dolması oldu ki iklim değişikliği de bir tür atık depoların dolması sorunudur aslında, atmosferi bir atık deposu olarak kullanma meselesidir. Bu ikisi çeşitli şekillerde kendini gösteriyordu. Amazon Ormanları’nın ya da genel anlamda dünyadaki ormanların, yeşil alanların yok olması, aşırı kentleşme, biyoçeşitliliğin ortadan kalması, vesaire. Bunun nasıl tanımlanacağı en çok tartıştığımız konulardan biridir; yeşil düşünce çerçevesinde tartışırken bunun sebebi tek bir yerden kaynağını alıyor, ama ne? Çok sevdiğim bir egzersiz vardır bazen derslerde kullandığım: Bunun sebebi ne zaman başladı? Bazı kişiler hemen endüstri devrimiyle başlatırlar,

9


10

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

bazı kişiler kapitalizmle başlatırlar, bazıları insan türünün ortaya çıkışıyla başlatır. Müthiş bir yelpaze vardır. Sonuçta sorumlu insandır, ama ne zaman ve nasıl başladı? Buna verdiğiniz cevaba göre değişik türde ekolojist kanatlara dâhil oluyorsunuz; eko-sosyalist olabiliyorsunuz, derin ekolojist olabiliyorsunuz ama ben yine de ne olursa olsun, nasıl adlandırırsanız adlandırın bütün bu krizin, iklim değişikliği dâhil olmak üzere krizin nedeninin tek bir şey olduğunu düşünüyorum. Buna isterseniz kapitalizm deyin, isterseniz endüstriyalizm deyin, sonuçta bu endüstriyel sistem ve bunun arkasındaki düşünme biçimi, yani insanın doğa üzerindeki tahakkümünü mümkün kılan düşünme biçimi. Bunu bazıları dinlere kadar götürüyor, bazıları başka şeylere götürüyor. Dolayısıyla bu noktaya bir vurgu yapmak lazım, yani iklim değişikliği sadece karbondioksit emisyonundan kaynaklanıyor ama öbürü başka bir şeyden kaynaklanıyor değil; aslında bunların hepsi aynı sistemin, aynı düşünüş biçiminin sonuçları. İkincisi, senin söylediğin, daha doğrusu toparlarken birleştirdiğin zamansal ve mekânsal yakınlık meselesi, maalesef yeni bir buluş değil. Bu konuların ilk kamuoyu gündemine geldiği en büyük şey “Limits to Growth”, 1972’de yayınlanan “Büyümenin Sınırları Raporu”nun birinci sayfasındaki grafiktir. Birinci sayfasında kitabın girişinde bir tane x-y eksenli grafik vardır; x’te zaman, y’de mekân vardır. Kaygı endeksi, yani insanların herhangi bir sorun karşısında nasıl kaygı duyduklarına dair bir grafik çizmişler. Sadece kendi ailenizi önümüzdeki hafta etkiliyorsa, en fazla kaygı duyuyorsunuz. Birazcık önümüzdeki yıl ve sizin şehrinizse, biraz daha az kaygı duyuyorsunuz. En son eğer bütün dünyayı önümüzdeki 20-50 yılda etkileyecekse, hiç umurunuzda olmuyor. Yani bu daha Limits to Growth’un giriş sayfası. O yüzden 50 senedir bu dilemmayı çözemedik zaten, yani insan beyninin çalışma biçiminden midir, inançlardan, değer yargılarından mıdır nedir; insan zaten bu zamansalmekânsal uzaklığı algılayamıyor. Nöro-bilim çok moda oldu biliyorsunuz, orada bununla ilgili birtakım açıklamalar olduğunu da okumuştum, bu algılayamama meselesiyle ilgili; ama bu çok ciddi bir çıkmaz, onu da not etmekte fayda var. OZAN MERT GÖKTÜRK - Belki de bir çözümü yoktur. ÜMİT ŞAHİN - İşte yoksa kötü zaten. OZAN MERT GÖKTÜRK - Halk dilinde bencillik. ÜMİT ŞAHİN - Son olarak da senin Türkiye üzerindeki soruna değinip bir şeyler söyleyip bırakacağım. Çünkü cevap çok bariz gibi görünüyor bana ama nasıl daha fazla tartışabiliriz onu biraz daha üzerine konuştuktan sonra çıkartırız. Çok bariz bir şekilde kaygı duyan, bir şeyler yapan insanlar tırnak içinde çevreciler. Yani kendini çevreci olarak gören, ister sivil toplumda aktivist olsun, ister hiç bir şey olmasın ve sadece Facebook’ta bir şey yazsın yada beğensin, ne olursa olsun kendini çevreci olarak gören insanlar. Bu çevreciliğin tabii değişik şeyleri de var. Kimi yeşil der kendine, kimisi ekolojist der; ben artık çevreci genel başlığını çok şey yapmıyorum, ben eskiden çok sevmezdim ama herkesi bir şey içinde topluyor. Onun dışındaki insanların nasıl düşündüğünü, ben onlardan olmadığım için oraya sormak lazım. Neden bundan kaygı duymak için, işte Ozan da anlatıyordu ben de anlatıyorum çok yerde, diyoruz ki şu anki emisyon düzeyi devam ederse, fizik bilimi söylüyor artık ona itiraz etme şansınız olmuyor, 20 yıl da olabilir 30 yıl da olabilir hadi belki 40 yıl da olabilir ama daha uzun değil. Bir süre sonra Dünya yüzeyi geri dönüşsüz bir şekilde ekosistem yıkımına gidecek kadar, 2 derece kadar geri dönüşsüz şekilde ısınacak. Bugünkü emisyon düzeyine, karbon bütçesine -bariz bir karbon bütçesi var- bu karbon bütçemizi harcama hızımıza göre bakarsanız taş çatlasın 2050, çok dikkatli harcarsanız 2060 buna karşı herhangi bir vatandaş bunu duyan, buna ikna olan birisi “Ben çevreci değilim, bununla çevreciler ilgilensin” diyebiliyor mu? Bu sorunun ben mekanizmasını anlamadığım, çevrecilikle olan bağlantısını anlamadığım için


Oturum 1

-sen bir de sivil toplum üzerinden sordun, kadın hareketleri, çocuk hareketleri diye sordun; yani herhangi bir duyarlı insan için de bu soru sorulabilir- nasıl olur da çevrecinin işi olarak görüyor olduğunu tartışmak lazım. İzin verirsen şeyle bitireyim, tam en başta söylediğim şeyi dert etmiş Chris Hedges’in lafı bence çok buraya denk düşüyor. Son yazısında şöyle bir paragraf kurmuş, bu Ömer Madra’nın çevirisi Açık Radyo’nun sitesinden aldım: “Küresel ısınmayı sağaltma konusunda harekete geçilememesi, insanın ilerlemesi efsanesini ve biz insanların akıllı yaratıklar olduğumuz yanılsamasını olanca çıplaklığıyla açığa çıkarıyor. Biz geçmişin bilgeliğini de günümüzün önündeki yalın bilimsel gerçekleri de görmezden geliyoruz. Elektronik sanrılar ve vodvil tiyatrosu gösterileriyle büyüleniyoruz ve bunlar da sonumuzu getirmek için biçilmiş kaftan. Bu tatsız gerçeklikten bir kez söz etmeye görün, toplumun büyük kısmı tarafından kınanmanız işten değildir.” Kınanmasanız bile görmezden geliniyorsunuz, yani genelde toplumda olan şey bu görmezden gelme. İşte bu bir avuç çevreci hikayesi, hatta felaket tellalı bize en çok söylenen şeyler arasında. “Umut ve büyülü düşünme manyaklığı” diye çevirmiş Ömer Madra, “modern-öncesi toplumlarda olduğu kadar şimdi Endüstri Çağı’nda da baştan çıkarıcı.” Yani büyülü düşünceden kasıt; bu işin nasıl olsa çözüleceği. Teknoloji bunu çözecek. Buna büyülü düşünce diyor aslında hakikaten de öyle, gözünüzün önünde bütün gerçekler var, fakat siz diyorsunuz ki “Bu nasıl olsa çözülür”. Kim çözecek? Ya tanrılar ya da... OZAN MERT GÖKTÜRK - Burada çok kısa bir ekleme yapayım mı? Şey diyorlar mesela çözülür diyenler, bilimsel çözüm olarak şunu düşünüyorlar; işte çok büyük yanardağ patlaması olur, tamam işte başta insan nüfusunun yarısı ortadan kaybolur Dünya’da ama olsun düze çıkarız. O iklimi soğuttuğu için. Yani elinde sonunda Buzul Çağı gelecek ya jeolojik zamana bakarsanız. Yani nasıl olsa gelecek, aslında Ümit Hocamın söyledikleriyle de örtüşüyor. İnsan bir bahane buluyor her zaman kabul etmemek için. EFE BAYSAL - Şimdi Ümit konuşurken aklıma şey geldi; İlyada Destanı’nda Troya’da olması lazım, Homeros’lu bir Cassandra’dan bahseder ve hakikaten de bir Cassandra Sendromu halimiz var iklimle uğraşanların. Nedir Cassandra? Bir karakter olarak geleceği görür, bilir, söyler ama kimseyi inandıramaz ve günün sonunda da aslında olan olduğunda herkes farkına varır. Gerçekten de böyle bir tarafımız var iklimle uğraşanların, bu da kendi küçük dünyalarımızda ümitsizliğe sevk ediyor hakikaten de insanı, lakin ben yine de bundaki, işin tabii ki bilişsel boyutu var, algılama boyutu var, ama yine de burada biraz vurguyu şeyde tutuyorum. Kurulan kalkınma söyleminin ve buna bağlı olarak kökleri ilerlemeye giden o söylemin ne kadar kuvvetli kurulduğunu gösteren bir tarafı var gibi geliyor. Bizim aslında bu söylemi, kalkınma söylemini parçalara ayırıp, inciğini cıncığını çıkarıp ortaya sermemiz gerekiyor; sanırım en büyük yükümlülüğümüz bu. Zaten bunu yapabildiğimiz gün birçok şeyin de değişeceği zamana geleceğimize inanıyorum. Bunu demekle beraber aslında şey çok önemli, mevzu neden sadece çevreciler, iklim çalışanları arasında kalıyor kısmındaki adalet boyutunu gerçekten kaçırmamak lazım. Bugün iklim adaletinden bahsediyoruz ki iklim adaleti bir yandan sosyal adalet ve çevre adaletinden beslenerek geliyor. İklim adaletinin bize dediği şey aslında bugünlerdeki popüler deyimiyle de gidecek olursak “Hepimiz aynı gemide miyiz?” sorusu soruyor ve iklim adaleti diyor ki, gemide bazılarımız VIP kamarasında, bazılarımız da alt kamaralarda ve iklim krizinin de vuracağı kesim aslında ilk başta bu alt kamaralardakiler olacak ki bunu şimdiden görüyoruz. Yani iklim değişikliği üzerine çalışanlar, STK’lar, demokratik kitle örgütleri Küresel Kuzey, Küresel Güney ayrımı yapar. Kuzey semirmiştir, tırnak içinde gelişmiştir, ama ceremesini kim çeker? Güney. Fail kimdir? Kuzey. Bugün çok açıkça baktığımızda şeyi görüyoruz, gelişmiş Küresel Kuzey ülkelerinden dolayı, sosyal, politik, ekonomik, tarihsel, kültürel geçmişini kaybetmekte olan topluluklar var; Grönland’daki buzulların erimesinden dolayı sular yükseldikçe de Pasifik Adaları’nda on bin yıllık, on iki bin yıllık tarihini yitirmekte olanlar var. Zira işte Kiribati Cumhuriyeti Pasifik Adaları’ndaki iklim müzakerelerinde de öncü kuvvetlerden

11


12

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

biridir ki bir sebebi var, çünkü batıyorlar. Bugün şunu biliyoruz: Artık Pasifik Adaları’nda ya da diğer birçok adada tahliyeler başlamış durumda sular yavaş yavaş yükseldiği için. İşte Avustralya’da, Yeni Zelanda’da bir iklim mültecileri krizinden bahsediyoruz. Şimdi o yüzden de iklim adaleti konusu önemli, iklimdeki değişimden en az sorumlu olanların değişimden en çok etkileniyor olmasını açıklıyor bize iklim adaleti ve bu bakımdan da konunun sadece bir grup çevreci veya bir grup iklim uzmanı içinde kalmadan sosyal adalete eklemlenmesi gerekiyor. Özellikle kırılgan topluluklarla beraber çalışan veya kırılgan toplulukların içinden gelenlerin bu konuyu gündemlerine bir an önce almaları gerekiyor. İklim adaleti konusunu konuşuruz diye biraz tarama yaparken karşılaştığım birkaç örnek: 2010 Birleşmiş Milletler Raporu’na göre aşağı Sahra Afrika kırsalında yaşayan kadınların %63’ü su taşıma gibi ev dışı işlerden sorumlular. Bölgede kuraklık arttıkça aileye temel ihtiyaçları sağlamak için daha fazla ev dışında zaman geçirmek zorunda kalıyorlar. Başka bir örnek: 2005 Katrina Kasırgası sonunda doğrudan 155.000 engelli Amerikan vatandaşı etkilendi. Bir araştırmaya göre New Orleans’tan Houston’a gerçekleşen tahliyelerin %60’ını bakıma muhtaç durumda olanlar oluşturuyor. Aslında işin gerçekten de bir sosyo-ekonomik tarafı var ve bu iş böyle birkaç grup, işte orta sınıf hassasiyeti olan çevreciye bırakılamayacak kadar da önemli; bunu gözden kaçırmamamız gerekiyor ki zaten yurtdışında iklim üzerine çalışan birçok örgütlenme, konunun adalet boyutunu da vurguluyor. Ülkemizde hani belki yapısal sorunlardan dolayı politik kutuplaşmadır, vesaire, bu konular direkt gündeme gelmiyor ama ben her zaman çevre hareketi ve kent hareketlerini iklim mücadelesinin doğal müttefikleri olarak tanımlarım. Türkiye’de bir iklim hareketinden bahsetmek zor ama doğal müttefikleri var bir yandan da bu hareketin. Lakin mesela, Avrupa’daki veya Latin Amerika’daki süreçlere bakınca, mesela Avrupa’da Portekiz’de iklim hareketi sendikalarla beraber çalışıyor. Çünkü şu önemli: İklim değişikliği tek başına bir sorun olmasının dışında sosyal, ekonomik, politik ve kültürel; zaten halihazırda çetrefilli bir duruma gelmiş birçok sorunu derinleştiren bir katalizör işlevi görüyor ve bu da bizi tekrar konunun adalet boyutuna getiriyor. Burada da işin adalet boyutu ne olacak? Peki, buna karşı çözüm üretirken fosil yakıtlardan çıkalım diyoruz, o zaman nasıl çözümler bulacağız? Bu çözümleri bulduğumuzda o zaman fosil yakıtlarda çalışan emekçiler, işçiler ne olacak; adil geçiş yoluyla nasıl yeni alternatif enerji kaynaklarına yöneltebiliriz gibi hareketli tartışmalar devam ediyor. Bizler maalesef Türkiye’de bu tartışmaların hepsini kaçırıyoruz. Bu bence bir tek üzerimize boca edilen karanlığın bir sonucu değil, bu bir yandan da muhalefetin de ne kadar aslında uzak görüşlü olamadığını da gösteriyor. Çünkü biraz politikalar artık buralardan üretilmeli; hem geleceğimiz için, hem gerçekten gezegenimiz için, hem de karşılaşacağımız sorunlara daha hazırlıklı olup, donanımlı bir hale gelmemiz için. Burada da sadece bir grup çevreciye iş düşmüyor; STK’lara, yerel örgütlenmelere, kent hareketlerine, siyasetçilere iş düşüyor ve bir yandan bunu konu özeline ilgi duyan kamuoyunu da geliştirmek, büyütmek gerekiyor. MEHMET ALİ ÇALIŞKAN - Biraz soruyu daha Türkiye’ye de çekmek istiyorum. Türkiye’de adası batanlar kimler, kimin adası batıyor Türkiye’de? O güven, yani geminin altında yer alanlar tam olarak kimler ve onların gündemine bu konu nasıl taşınacak? Bu tartışmalarda sıklıkla duyduğumuz şey şu oluyor: Bu meseleyi kendisine kaygı edinmiş olanların meseleye ilişkin bir analizi, bir yorumu ve çözüm önerisi var ama mesela, bu çözüm önerileri, yorumları o adası batanların gündemine nasıl taşıyacaklar? Orada hayat nasıl dönüyor? Bu sefer Ozan’dan ziyade “Hava Delisi”ne sorum, çünkü senin oradaki tecrüben biraz da dünyanın nasıl döndüğünü, meseleyi nasıl gördüklerini, hani senin bloga gelen reaksiyonlardan anladığım kadarıyla orada yorumlanabilecek, analiz edilebilecek bir bilgi var. Gündemde bu nasıl yer ediyor? Adası batanlar konuyu kendi gündemlerinde nasıl görüyorlar, nasıl dert ediniyorlar, ediniyorlar mı? Biraz aslında senin o tecrübenden duymak isteriz. OZAN MERT GÖKTÜRK - Şimdi çok olumlu şeyler söyleyemeyeceğim bu konuda, yani bu işin


Oturum 1

mağdurları, hani adası batanlar diyorsunuz, görmüşsünüzdür televizyonda, işte Rize’de sel oldu, adam dere yatağının yanına, daha doğrusu üstüne 5 katlı bina yapmış. Şimdi bu adamın adası batıyor. Hani mağdurlardan biri ama bu adamı bunu yapmaması konusunda ikna edemiyorsunuz. Belki Türkiye’nin özel koşullarından kaynaklı bir şey, hani eğitim seviyesi diyoruz, dünya görüşleri diyoruz. Çünkü ilk etapta o mağdur da faillerin seviyesine çıkmak istiyor. Böyle bir ilerlemeci anlayış, toplumun dibine kadar sirayet etmiş, değil mi? Ben öyle görüyorum. Yani o adam da “Daha mütevazı hayatım olsun ama işte bu felaketler de başıma gelmesin” demiyor. O binayı yapıp, işte orayı kiraya verip daha fazla maddi güç elde etmek istiyor ama başına bu geliyor. Bu şekilde bir paradoks var aslında, çünkü bu konuları anlatabildiğiniz insanlar toplumun eğitim seviyesi daha yüksek, sosyo-ekonomik bakımdan da daha yukarısında olan insanlar. Yani ben açıkçası çok büyük bir ümit göremiyorum kısa vadede, bütün bu sorunların ne yazık ki Türkiye’de bir şekilde eğer Türkiye politik olarak, toplumsal olarak daha iyi bir rotada gitmeye başlarsa ancak düzelebileceğini düşünüyorum. Çünkü bu konulara hem ilgi gösteren, hem bu konularda bir şeyler yapmaya ikna olan insanlar, dediğim gibi hem çok küçük bir grup, hem de bu işlerden çok direkt etkilenen insanlar değiller. Bu bakımdan biraz ümitsizim bu konuda, çünkü zaten sivil toplum kuruluşlarında olan insanlar da çok etkilenen insanlar değiller, değil mi? Böyle bir durum var ortada, yani bunları söyleyebilirim. MEHMET ALİ ÇALIŞKAN - Bu son söylediklerin aslında biraz şunu da gösteriyor: Bu meseleyi kaygı edinenlerin daha etik bir pozisyonda kaygı edindiklerini, kendi hayatlarını kısa vadede tehdit ettiği için değil de daha ahlaki bir tercih yaptıklarını anlıyorum. Peki, öbür taraftan da bir ekolojik mücadele de var dünyada; hem küresel anlamda var, hem Türkiye’de bunun yansımaları var. Bunu mücadele yapan şey aslında şöyle bir şeydir diye düşünüyorum: Bir meseleyi kendi gündemine almış olmanın ötesine taşımak, başkalarının gündemine meseleyi sokmak isteyenlerin işi mücadele, öyle değil mi? Yani bu mücadelenin başarısı ne olabilir? Bir toplumsal, çevresel meseleyi fark etmiş birisinin o meseleyi birilerinin, bir yurttaş grubunun, bir siyasi topluluğun o meseleyi başkalarının gündemine sokmak ve çözülebilir bir mesele haline getirmesi çabası, başarı da biraz herhalde öyle olur. Yani bu da aslında siyasetle olan ilişkiyi gündeme getiriyor. Dolayısıyla bu son tura girerken de birkaç şeyi iç içe geçirerek sormak istiyorum. Dünyadaki bu ekoloji mücadelesi, iklim adaleti gibi kavramları kendine dert edinmiş olanlar Türkiye’deki karar mekanizmasını nasıl etkiliyorlar, etkileyebiliyorlar mı? Özellikle de bu bağlamda şu önemli geliyor bana: 2019 Martın sonunda muhtemelen erkene alınmazsa bir yerel seçim yapılacak. İstanbul da bu yerel seçimin en çok tartışılan alanlarından biri olacak büyük olasılıkla ve kuvvetle muhtemel önümüzdeki 2-3 hafta içerisinde tüm siyasi partiler bize yerel seçimle ilgili yaklaşımlarını, stratejilerini, politikalarını açıklayacaklar. Bu küresel ekolojik mücadele ve Türkiye’deki yansımaları, bu partilerin bize açıklayacakları yerel seçim politikalarına ne kadar sizce yansıyacak? Çünkü aslında başarı göstergesi, sizin gündeminizdeki bir konuyu siyasetin gündemine taşıma becerinizdir. Oraya taşıdığımız ölçüde başarılı sayabiliriz kendimizi, oraya sizce ne kadar yansıyacak? Bundan sonra Türkiye’de bu meselelerin ele alınma biçimleri hakikaten değişecek mi? Onu sormak istiyorum, yani bu küresel ekolojik mücadele, eylem ne kadar hem Türkiye siyasetini, hem Türkiye’yi kuşatma potansiyeli taşıyor? ÜMİT ŞAHİN - Son yerel seçim soruna çok kısa bir cevap verip geçeceğim. Türkiye’de seçimlere giren bir Yeşiller Partisi olmadığı sürece bu konu siyaset gündemine gelmez, seçim gündemine hiç gelmez. Çok uzun süredir böyle düşünüyorum zaten, denedik olmadı ayrı mesele ama başka bir yolu yok bunun, onu söyleyeyim. Daha sonra istersen tartışırız, devam ederiz. MEHMET ALİ ÇALIŞKAN - Yeşil siyaset kendi örgütlenmesini yapmıyor olabilir, ama siyaseti biraz yeşil...

13


14

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

ÜMİT ŞAHİN - Maalesef öyle bir şeyin örneği yok. Yani onun olabildiği ya da olmuş gibi göründüğü ülkelerde yolunu Yeşiller açıyor. Yeşiller siyasi bir tehdit oluşturmadığı sürece diğer partilerin yeşil siyasetleşmesi mümkün değil. Önce siyasi bir tehdit oluşturacaksınız ki sosyal demokratlar üzerine veya muhafazakârlar üzerine ki onlar da o seçmeni almak için o politikaları benimsemeye başlasınlar. En son nükleerden çıkışı Merkel’in yaptığı gibi, çünkü yapmasaydı Yeşiller’in oyu patlıyordu. Bunun örneği yok, bu dediğin şey teorik olarak böyle olabilirmiş gibi geliyor ama Avrupa siyasetinde bunun bir örneği yok, Amerika siyasetinde zaten böyle bir vaka yok. Dolayısıyla onu göremiyoruz ama Avrupa’da ve Avustralya’da veya Yeni Zelanda’da bunun örneği yok. Dolayısıyla ampirik konuşacaksak bence bu önerme desteksiz bir önerme, yani diğer siyasetlerin içinden yeşillenmesi Yeşiller’in baskısı olmadan olmamış. Zaten ekolojik kriz meselesinin ortaya çıkışı 50 sene, Yeşiller’in ortaya çıkışı 40 sene; bu tarihsel olarak da çakışıyor. Dolayısıyla öncesi de yok bunun, yani önceden böyle bir gündem olmadığı için yapılacak bir şey yok. Kaldı ki sosyalizmin tarihine de baktığında aynı şey; yani sosyalizm olmasaydı, bir sosyalizmin tehdidi olmasaydı Keynesçi ekonomiler, sosyal devlet, vesaire çıkacak mıydı? Aşağı-yukarı aynı şey yani, o yüzden ben bunun mümkün olmadığını başka türlü düşünüyorum. Şimdi öbür meseleye tekrar geri dönersek, bu failler-mağdurlar meselesine, yani failler ile mağdurların tam olarak aynı kişi olmaması meselesini galiba yine bu zaman-mekân meselesiyle ilgili bir noktadan düşünmek lazım. Şimdi klasik anlamda yerel çevre mücadelelerinde ya da ekoloji mücadelelerinde ne oluyor? Sizin köyünüzün ortasına bir altın madeni açmak istiyorlar, siz de ona karşı direniyorsunuz. Şimdi bu çok sık da görülen bir şey değil ama özellikle son yıllarda sıklaşan bir şey, yani genelde bu tür yereldeki mücadeleler dışarıdan başlatılırdı eskiden, sonradan hakikaten içeriden başlamaya, 90’lardan itibaren daha çok içeriden köylü hareketleri şeklinde de olmaya başladı. Türkiye’de Gerze gibi, Gerze termik santral mücadelesi gibi, Bergama gibi, vesaire. Bu nispeten düz bir şey, doğrudan senin hayatını, geçim kaynaklarını etkiliyor. Sen onun kirliliğinden zarar göreceksin, vesaire. Hatta bunun böyle abartılı örnekleri de var. NBYZM’cilik denilen hani manzaramı kapatıyor diye İngiltere’de çok yaygındır, rüzgâr santraline karşı olan köyler meselesi. Bu başka bir şey tabii ama olumlu anlamda bir yerel çevre mücadelesidir. Bir de şey var, Amazon Ormanları’nı kereste ticareti için kesiyorlar, o kereste benim hayatımı etkilemiyor, benim ondan faydam yok. Amazon Ormanları da çok güzel bir şey, kesmesinler o zaman diyebilirim. Bu da basit, hani benimle pek bir alakası yok bu konunun. Şimdi asıl sorun şu: Okyanustaki Tuvalu Adası batıyor ve ben araba kullandığım için batıyor. Şimdi mesele bu bağlantıyı çözebilmek zaten, yani adalet meselesi, Efe’nin de söylediği adalet meselesi, mağdurlarla faillerin tam olarak aynı kişi olmaması meselesi. Ben araba kullandığım için, ben uçağa bindiğim için, ben tükettiğim için karbon emisyonuna neden oluyorum ama konuyla alakası olmayan Nijer, kişi başı emisyonu 0.01 ton olan Nijer -karşılaştırma için söylüyorum, Türkiye’de kişi başı emisyon 6.5 tondur, onların 0.01 veya 0.1 ton- kuraklıktan kırılıyor, niye? Ben arabaya bindiğim için, uçağa bindiğim için orası kuraklıktan kırılıyor. Doğrudan doğruya iklim değişikliği bağlantısı var. Asıl sorun bu. 10 sene kadar önce ada ülkelerinden biri Polonya’ya dava açmıştı Polonya’daki termik santral için, çok ilginç bir şeydi o, daha sonra başka bir ülke Amerika Birleşik Devletleri’ne açtı. Amerika Birleşik Devletleri’nin içinde Alaska’nın bir köyü Amerikan hükümetine açtı. Alaska’nın köyü çünkü buzullar eridiği için gidiyordu, heyelan oluyordu, davayı hükümete açtı. Bu tür örnekler var. Uzakmış gibi görünen, küresel olan ve aradaki bağlantı tam kavranamayan faillik durumlarında ne yapacağız? Biz bunu olumsuz bir şeymiş gibi alıyoruz ama sadece etik kaygısı olan mücadele ediyor. Hayır aslında, başka araç yok çünkü. Onun tersi de şöyle oluyor: Hayatta en tahammül edemediğim tartışmalar “Zaten bu dünya bizi üstünden atacak”, “Zaten ileride insan türü de ortadan kalkacak”, “Zaten Dünya da kendi hayatında gezegen, kendi yaşamını sürdürecek”, “Doğaya hiçbir şey olmaz, olan insana olur”; ama hangi insana oluyor? Sana olmuyor ki sorun orada zaten. Bu cümleleri kuranlar


Oturum 1

Batı’nın elitleri, yani hem fail olup, hem de Ozan’ın söylediği gibi hayatında bunun yansımasını çok da görmeyen insanlar. Bambaşka bir etik pozisyon edinip diyorlar ki, “Zaten biz zararlı bir türüz, insan virüs gibi bir şey, dünya bizi üstünden atsın”. İyi de seni atana kadar önce dünyadaki 5 milyar yoksulu, ada ülkesini, Afrika’yı, Bangladeş’i atacak; sen o arada keyfini sürmeye devam edeceksin. Sonra da zaten muhtemelen senin hayat sürenin ötesinde olacak geri kalan. Bu ikiyüzlülük, bu mizantropi denen şey, yani mizantropik mesele, yani insan sevmez ekolojizmin ikiyüzlülüğü; hayatta en tahammül edemediğim şey. Bu tipik Batılı nüfus artışçıların, “Bütün sorun nüfusun artmasıdır zaten” diyen Batılıların ikiyüzlülüğünün bir devamı aslında bu. 1960’lardaydı o nüfus meselesini ön plana çıkaranlar, onun yeni bir devamı. Yani “Nasıl olsa insan doğa bizim işimizi görecek” nihilizmi. Bu, edinmemiz gereken etik pozisyonun tam tersi ama maalesef bizim çevremizde bile en sık duyulan şeylerden bir tanesi haline geldi. OZAN MERT GÖKTÜRK – “Oy vermeye gerek yok, nasıl olsa kazanacaklar” muhabbetiyle aynı, yani öyle bir paralellik kurabilir miyiz? Çünkü öyle bir şey hani hep duyuyoruz ya her seçim öncesi, işte bence öyle bir paralellik kurulabilir. MEHMET ALİ ÇALIŞKAN – “Çevreci olmaya gerek yok, nasılsa kaybedecekler” mi? OZAN MERT GÖKTÜRK - Yok hayır, mesela “Bir şey yapmaya lüzum yok, nasıl olsa kaybediyoruz”. Burada da aynı şey bence var. MEHMET ALİ ÇALIŞKAN - Peki, biraz İstanbul’a çekin tartışmayı istiyorum aslında, ne olacak önümüzdeki kısa vadede bu ekolojik eylem? EFE BAYSAL - Aslında Ümit’in kaldığı yerden bağlayabiliriz. Ben de şeye katılıyorum, çok ümitli bir halimiz yok. Hem siyaset yapıcılar düzeyinde, hem de yerel hareketlenmeler düzeyinde bu iklim konusunu gündeme almak için sanki biraz geç kaldık gibi geliyor ama bu “Geç kaldık, gündemimize almak için çalışmayalım” demek de değil. Bunu şuna benzetiyorum: Otobüste giderken durağı kaçırdığınızda “Nasıl olsa artık durağı kaçırdım, ben devam edeyim” demezsiniz. Ne yaparsınız, bir sonraki durakta inip, nasıl geriye dönebilirim diye çabalarsınız. Hani biraz ona benzetiyorum ben ve burada evet, günün sonunda karar alıcılara etki edilmesi gerekiyor. Alan daralsa bile, kamusal alanın daralması demokratik pratiklerin daralması gerçekten de çevre hareketlerine, kent hareketlerine seslerini yükseltmek için çok kısıtlı bir alan bıraksa bile iklim krizini acilen bu hareketlerin gündemlerine alması gerektiğine inanıyorum. Zira günün sonunda iklim krizi çağında yaşanabilir kentleri yaratabilmemiz nasıl yaşanabilir bir gezegen yaratacağımızla da çok bağlantı, aynı yaşanabilir bir gezegeni yaratmamızın yaşanılabilir kentleri yaratmamızla bağlantılı olduğu gibi. Bu bakımdan da evet, yerel hareketler belki doğrudan iklim hareketinin parçası Türkiye’de değiller ama gelişmiş bir ekoloji mücadelesi, kent mücadelesi var. Yaşamı savunmak, yaşam savunusu, yaşam savunucuları diye bahsedilen yeni bir söylemin kurulmaya çalışıldığına şahitlik ediyoruz. Türkiye ekoloji mücadelesi ortaklıklar zeminini arıyor, dönüşmeye devam ediyor. Ancak Ümit’e de katılıyorum, yaşam üzerine kurulması gereken savunma, yapısal sorunlardan dolayı yaşam alanı savunusuna indirgenmiş, tekil bir düzleme itilmiş durumda. Bu mücadele bir mekâna odaklansa bile yerel hareketler söylem ve eylem bakımından kendini küresel düzeyde var etmenin yolunu bulduğu müddetçe ortak bir anlatı etrafında bir araya gelinebileceğine ben inanıyorum ve bu ortak anlatıda sembolik bir dayanışma mesajı göndermenin ötesine geçtiği andan itibaren ise tekil bir düzleme sıkışmış yerel mücadeleleri kendi yerelinin ötesine geçerek, daha büyük bir hareketin parçası haline gelebileceğine inanıyorum. Burada bu bakımdan da evet, yerel seçimler geliyor; yerel seçimlerde bir yandan da STK’ların, yerel hareketlerin bu konuyu

15


16

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

gündeme getirmek için daha da çalışmaları gerektiğine inanıyorum. Bizler 8 Eylül’de “Rise For Climate” adlı küresel eylem gününde, Türkiye’den “İklim İçin Ses Ver” diyerek destek verdik. Biraz bardağın dolu tarafından bakan bir şey göstereceğim. Küresel eylem günü hazırlıklarına başlarken şunu düşünüyorduk 350.org Türkiye ekibi olarak: Demokratik alanın daraldığı bu ortamda çevre mücadelesi yara almışken; iki-üç yerde bir etkinlik olsa, en azından bir yerden ses çıksa ne güzel olur derken; 18 ayrı yerde etkinlik gerçekleşti. Çok bilinçli bir şekilde Kaş’ta, Adana’da, Alakır’da, Kırklareli’de, Artvin’de, Arhavi’de... Bu başka bir şeyi gösteriyor ve biraz dönemin ruhu da bu yana doğru itiyor: İklim krizi artık gündelik yaşamımızı da etkiler hale gelmeye başladı. Yani geçtiğimiz yaza bakınca İstanbul sokakları birden bienale dönüyor. Neden? Çünkü arabaların üzerine hangi halıyı örteceğiz, onu mu kapayalım, bunu mu kapayalım derken bienali aratmayan renkli görüntüler ortaya çıkıyor. Kriz, gündelik yaşama sirayet ettikçe kent düzeyinde de bence bir şeyleri değiştirebilme ihtimalimiz var. Biraz geç kalmış durumdayız ama dediğim gibi durak gerideyse, geri dönmemiz lazım ve bu konuda kafa yormaya devam etmemiz lazım. Araçları için bir hazır cevabım yok, nedir, peki ne yapmak lazım, nasıl bir örgütlenme lazım? Keşke olsa, hani hep beraber mutlu geleceğe doğru el ele tutuşup koşsak ama öyle bir şey yok. Hep beraber bunun üzerine kafa yormamız, yerel örgütlenmelerle daha sık bir araya gelmemiz lazım. Zira unutmamak lazım, “Bu termik santrali Kırklareli’nin ortasına neden dikiyorsun?” diyen ile “Bu AVM’yi bu parkın ortasına neden yapıyorsun?” diyen arasında çok da bir uçurum yok. Evet, farklı yerellerdeler ancak yerel örgütlenmeler aralarındaki bağlantıyı kurduğu zaman zaten bence bir şeyler de değişmeye başlayacaktır. O yüzden de iklim hareketinin sesinin yerelden yükseltilmesi gerektiğine inanıyorum. İstanbul konusunu biraz ötelemiş oldum ama aynı şey İstanbul için de geçerli. MEHMET ALİ ÇALIŞKAN - O zaman biraz hep birlikte tartışırız. Salona bir dönelim ve kalan yaklaşık yarım saatimizi birlikte tartışarak geçirelim. Bu sadece soru olmak zorunda değil, görüş de olabilir; katkıları bu şekilde bekleyelim. SEVGİ MUTLU - Yeşil Düşünce Derneği’ndenim. Benimki biraz soruyla karışık bir yorum olacak. İlk önce biraz çuvaldızı kendimize batıralım. İklim değişikliği konuşurken hep emisyon, hep rakamlar, hep fosil yakıtlar, hep enerji derken aslında konuyu çok yabancılaştırıyoruz. Mesela, çözüm önerilerimizi de hep enerji odaklı yapıyoruz. Dolayısıyla aslında o bizim eleştirdiğimiz kalkınmacı, endüstriyalist şeyin içine giriyoruz farkında olmadan, dolayısıyla insanların da hayatlarının içinde olan konuları, sağlık, gıda gibi konuları çok ihmal ediyoruz. Bu konularla aslında biz de o bahsettiğimiz kişilerden biriyiz. Çünkü sağlığı, gıdayı küçük ölçekte ve kısa vadede herkesi ilgilendiren şeyler olduğu için gerçekten ihmal ettiğimizi düşünüyorum ve ciddi bir şekilde bunlar üzerinden kampanya başlatıp iklim değişikliğinin aslında sadece enerji olmadığını, rakam olmadığını, hayatımızda bizi etkileyen ve çiftçilerin de aslında müttefiklerimiz arasında olduğunu anlatalım, oysa kampanyalar çok enerji odaklı gidiyor. Biraz o kampanyaları farklı alanlara taşımanın zamanının geldiğini düşünüyorum. Teşekkürler. PINAR GİRİTLİOĞLU - İstanbul Üniversitesi öğretim üyesiyim, aynı zamanda TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu üyesiyim. Ben şunu çok önemsiyorum: Burada da aslında buna değinildi, sivil toplum mutlaka çok önemli ancak sivil toplum bugün yerel çevre mücadelesini daha çok halkla birlikte yürütüyor ama bunun siyasi ayağını önemsemiyor ya da orada mücadele edemeyeceğini düşünüyor, başarısız olacağını düşünüyor ve o yüzden de başta muhalefet partileri olmak üzere siyasi örgütlerin içinde bir baskı, çıkar grubu olarak bu konuda mücadele etmeyi bırakmış durumda. Onu nasıl yapıyor? İşte davayla yapıyor ama daha çok mücadelesini yerel halkla birlikte sürdürüyor. Çünkü bugün artık oradan sonuç almaya başladığının da farkında, yani halk da bunun farkında. Biraz önce söylediğiniz şey çok önemliydi: “Adası batanlar”. Adası batanlar artık sadece adası batanlar değil, adası batanlar herkesi batırıyor ve halk bugün bunun


Oturum 1

farkına varmaya başlamış durumda, daha önceden görmediği şeyi bugün görüyor. Bugün deresi kuruyor, suyu tükeniyor, tarlasından ürün alamıyor, fındık yetiştiremiyor. Bunların hepsinin bugün farkında, bundan önce değildi. Evet, bundan önce kendinden uzak olanın kendine dokunmayacağını düşünüyordu. O zaman-mekân, mesafe meselesi evet işliyordu ama bugün öyle değil, bugün Artvin’deki meselenin kendisi için de yakın bir tehdit olduğunun çok iyi farkında halk. Bu noktada, popülist politika üretmekten öteye gidemeyen siyasi partilerin yerel çevre mücadelesi içinde rol alması için sivil toplum çok ciddi bir baskı grubu olarak rol oynamak zorunda diye düşünüyorum. Onu o hareketin içine çekmek zorunda, biz bunu yapamadığımız sürece evet, başarılı olamayacağız. Çünkü bu işin en önemli aktörü siyaset, bundan başka türlü kaçma şansımız yok. Bunu belirtmek istedim, teşekkür ederim SALONDAN - Ben öncelikle bu paneli hazırlayan ve sunan siz değerli yorumcuları içtenlikle kutlamak istiyorum. Akşamları televizyonun karşısına geçip saçma sapan şeyleri dinlemekten bıkmıştık. Bugün kendi adıma değişik bir ortamla karşılaştım. Ağzınıza, dilinize, yüreğinize sağlık ve bu şekildeki programları sürdürmenizi de dilerim. Şimdi fail-mağdur paradoksundan bahsettik ve mağdurların mağdur olduklarını, neden mağdur olduklarını nasıl algılayabileceklerini ya da bu mağdurlara bunu nasıl algılatabileceğimizi sordu moderatör arkadaşımız, konuşmacı da bu konuda pek ümitli olmadığını söyledi. Bu aslında eğitimle olan bir şey, eğitim biliyorsunuz beşikten mezara kadar ve özellikle beşikten itibaren düşünün, çocuğumuz ağladığı zaman çeşitli şekillerde müdahale ederiz ama neden ağladığını bir türlü araştırmayız. Yürümek ister, kucağımıza alırız, bir bakmışız ki çocuğumuz 30 yaşında tosuncuk olmuş, biz hâlâ onu kucağımızda taşıyoruz. Yemek, kendi yemez, hep yediririz. Yani kısacası çocuğumuzun adına düşünüp, onun adına karar veririz. Yani çocuğumuzun sorununu üstlenip, çözümü de onun adına veririz. Hastalığımız bu, bu hastalığı da eğitimle çözeriz. Aynı şey çevrecilikte de yine geçerli; eğitim, eğitim, eğitim diyorum. Çok teşekkür ederim. SALONDAN - Ben de beyefendi gibi eğitimle bu işin çözüleceğine inanıyorum gerçekten. Şunu da söylemek istiyorum: Efe Bey bahsetmişti; bir sonraki durakta inersek eğer, bir önceki durağa geri dönmek için ne yapabiliriz diye, bir önceki durağa nasıl döneriz, neden döneriz? Mecbur olduğumuz için döneriz ve bu konunun artık bir şeyler yapmalı mıyız, yapmamalı mıyız, yani yapmamız gerektiğinin farkındayız ama bunun artık bir mecburiyet olduğunu ve geri dönmemiz gerektiğini düşünmemiz ve bu şekilde hareket etmemiz gerektiğini düşünüyorum. SALONDAN - Merhabalar. Ben de İstanbul Üniversitesi’nden geliyorum. Çok keyif aldım dinlerken, özlemişim böyle toplantılara katılmayı, bir süre uzaktaydım çünkü. Kavramsal meseleler üzerinden başladığınız için ben naçizane iki katkı sunmak isterim belki biraz da eleştiriyle birlikte. Öncelikle ilk kavram, iklim adaleti kavramı. Aslında adalet çok hukuksal bir kavramdır ve sorumluluk üzerine kullanılan bir kavramdır. Hukuk kökenli olduğum için, böyle bir katkı sunma gereği duydum. Aslında bizim konuştuğumuz iklim eşitsizliği. Yani adalet, iklim adaletsizliği dediğiniz zaman mesele şu: Failin yaptığı sorumluluk olarak yanına kâr kalıyorsa, bu bir adaletsizliktir. Yani adasını terk edene kapısını açmıyorsa ve zenginleşmeye devam ediyorsa, hukuken bir sorumluluk almıyorsa, bu bir adaletsizliktir ama oradaki mağdur-fail ilişkisi aslında bir iklim eşitsizliğidir. Öncelikle bunu düzeltmek istiyorum, çünkü Türkiye’de bu iklim adaleti kavramı bu anlamda eşitlik üzerinden çok da yanlış kullanılıyor. İkinci düzeltme: Ben iklim değişikliği afetler ve zorunlu göç üzerine bir doktora tezi yazıyorum ve tam da iklim ve zorunlu göç benim tez konum. İklim mülteciliği kavramı da çok yanlış bir kavram, çünkü mültecilik tamamen Cenevre Sözleşmesi üzerinden yürüyen bir hukuki rejim ve Cenevre Sözleşmesi çevresel nedenlerle ülkelerini terk edenleri kesinlikle kapsamıyor. Ben onun yerine yerinden olan, yerinden terk edilen kavramını kullanıyorum. Çünkü aslında bu kavram

17


18

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

şimdi ülke içi göç olarak daraltılmış gibi uygulansa da aslında İkinci Dünya Savaşı zamanında ilk ülke dışı göç için ortaya çıkan bir kavram. Neyse, tezimde bunu daha açacağım, inşallah bu sene bitecek. Bu şekilde kavramsal açıdan iki eleştiri getirmek istedim. Benim şöyle bir önerim var: Belki çok yanlış düşünüyorum, biraz aslında fikrinizi almak istiyorum; ben küresel iklim krizinde asıl anahtarın gelişmekte olan devletler olduğunu düşünüyorum. Herkes hep gelişmiş devletlerin sorumlulukları üzerinden gitse de ben iklim krizinin aslında bu uluslararası toplum düzeninin işleyişinde çok ciddi bir dönüşümü gerçekleştirebilme ihtimalini düşünüyorum. Evet, mağdurlar gelişmekte olan devletler ve aynı zamanda gelişmiş devletlerin tüm kirli yatırımlarının da ev sahipleri. Şimdi aslında burada kesinlikle sorumluluğu gelişmekte olan devletlere atma gibi bir şeyim yok, ben burada gelişmekte olan devletlerin aslında uluslararası iklim konferanslarında hani bakın, eğer sorumluluğu almazsanız sizin yatırımlarınıza kapılarımızı kapatıyoruz gibi belki de böyle bir tehditkâr bir politika güderek uzun vadede kendilerine doğru yönelen bir sorumluluk sorununu görmedikleri için bunu yapmadıklarını düşünüyorum. Şöyle söyleyeyim, evet, bugünkü iklim krizinden geçmişteki emisyonları sorumlu tutuyoruz ve geçmişteki emisyonlar bugünün gelişmiş devletleri ve mevcut kalkınma paradigmasında bugünün gelişmekte olan devletleri asla gelişmiş devlet olamazlar, mümkün değil. Çünkü öbür tarafta da gelişmeye devam eden ve zenginleşmeye devam eden diğer devletler var. Uzun vadede gelecekteki iklim krizlerinin sebeplerinin de aslında bugün gelişmekte olan devletlerdeki kirli sanayiler olduğu söylenecek. Dolayısıyla ben bu anlamda asıl belirleyicilerin gelişmekte olan devletler olduğunu düşünüyorum. Siz ne dersiniz? Belki çok yanlış ama fikrinizi almak istedim. Teşekkürler. SALONDAN - Merhabalar. Daha önce de söylendi aslında, bu ekolojik anlamda duyarlılığı olan -işte çevreci dedi Ümit- çevreci kitle içerisinde çok farklı meşrepte insanlar var; bunların bir kısmı mesela, bireysel dönüşüm meselesini kendisinin, değişimin kendisi olmak anlamında günlük yaşamını değiştiren, ekolojiye duyarlı alışkanlıkları edinen insanlar. Aktivistler arasında devletlerin, şirketlerin değişmesi gerektiğini düşüneler var. Hatta çoğunlukla bu devlet ve şirketlerin değişmesi gerektiğini düşünenler, kişisel farkındalık meselelerini küçümserler büyük oranda. Her ikisi de paralel olarak gelişmesi gereken alanlar bana kalırsa, ben bu iki uç arasındaki örgütlenmelerin, ağ örgütlenmelerinde sorunlar olduğunu düşünüyorum. Buna ihtiyacımız var ve burada örgütlenme meselesinde engellerimiz var. Buna çok fazla deneme var şu anda, işte gıda topluluklarını örnek verebiliriz, hobi bahçe, işte toplum destekli tarım, gıda meselesinden söylüyorum, tarım örgütlenmelerini örnek verebiliriz. Hepsini böyle deneme-yanılma alanı olarak gördüğümüz zaman son derece çeşitli düzeylerde engeller olduğunu görüyoruz. Psikolojik düzeyde, yani birlikte çalışma anlamında ciddi engellerimiz var. İnsan türü olarak da var, toplum olarak da var, psikolojik düzeyde ya da kültürel olarak, yani geçmişteki geleneksel kültür şu anda çözüldüğü için zaten o sistemler, işte ahilik gibi, insanların topluluk olarak bazı şeyleri başardığı o geleneksel sistemlere itibarımız da yok zaten ve onlar da şu anda çalışmıyor. Sosyal olarak da, kültür olarak da yok ve sosyal olarak da bir araya gelmekte çok fazla engellerimiz var. Bu engelleri aşabilen ağ yapılanmalarına ihtiyaç var. Bunları nasıl yaparız, birazcık galiba buna da kafa yormak lazım. Teşekkür ederim. MİNE BORA - Teşekkür ederim toplantı için ve söz aldığım için. Yıllarca bu üniversitede, Mimar Sinan’da kent ekolojisi, ekolojik etik dersleri verdim. Ustalarım Uçkun Geray, Sümer Gürel idi; şimdi rahmetli ikisi de, onlara çok medyunum. 2008 yılında Paris’teki otomobilsiz kent akımı nedeniyle burada da bir sempozyum yapılmıştı. Orada naçizane verdiğim bildiri Ümit Bey’in şimdi söylediğiyle çok çakışıyor. Çünkü asıl problem kentlerdeki geometrik oranda artan otomobil ve diğer araç nüfusu. Yeni duyduğum, birkaç gün önce öğrendiğim rakam İstanbul’da 5 milyon araç varmış. Korkunç bir rakam. Neredeyse 4 kişiye


Oturum 1

bir araç düşüyor gibi bir durum ve sabahlara kadar trafik gürültüsünde, kirliliğinde nefes alamaz haldeyiz. Arkadaşın dediği gibi sağlık birinci sorun olmuştur ve dünyanın en güzel otoparkları İstanbul’da, farkında mısınız? Dolmabahçe Rıhtımı, Kadıköy, Sarayburnu, Sirkeci, Beşiktaş, nereye baksanız bütün sahillerimiz otomobiller tarafından işgal edilmiş durumda. Maçka’daki Teknik Üniversite’nin otoparkı bize çok yakın; ben geçerken oradaki görevli bana takılıyor -daha önce ben onlara takılmıştım- “Hocam, bugün kahvelerini ikram ettik.” Teneke kutu diyoruz, çok özür dilerim, Peride Celal’in lafıdır bu da, “Evli Bir Kadının Günlüğünden” diye muhteşem bir romanı vardı, Milliyet Gazetesi’nde tefrika edildiğinde okumuştum. Bir otomobil yüzünden hayatı altüst olan bir genç hanımı anlatır orada ve hakikaten sonuçta artık teneke kutu diye -çok özür dilerimgörmeye de başlıyor insan. Çünkü son derece fütursuzca 20 yaş grubu 4x4, 7x5 neyse otobüs boyutunda araçlarla bu trafiğin içindeler ve durdukları zaman da gayet rahat etraflarına bakıp, hani arkadaşlarımın söylediği gibi orada batan adaların, işte kuraklıktan mahvolan toplumları düşünecek kapasitede değiller. Yani eğitim diyorsunuz, eğitim çok uzun vadeli bir şey, iklim felaketi çok yakın. Çok pratik çözümler gerekiyor bence ki Amerika’da mesela, işte Al Gore’nin büyük bir dalavereyle kaybettiği seçimlerde Ralph Nader adında bir Yeşil vardı ve adamcağız son derece o toplumda bir şeyler yapmaya çalıştı. Ümit Beyler öyle, Yeşiller Partisi, yani artık çok radikal çözümlere gitmek, böyle eğitimi bekleyelim, şunu bekleyelim, bunu bekleyelim, muhalefet canlansın, harekete geçsin demek bence artık çok anlamsız. Teşekkür ederim. MEHMET ALİ ÇALIŞKAN - Son olarak size söz vereyim, sonra panelistlere bir söz bırakıp kapatacağız. MERİÇ DEMİR KAHRAMAN - Ümit Bey’in, ben araba kullandığım için Pasifik’te bir ada batıyor tarifiyle aslında dünyanın hepimize ne kadar müşterek olduğunu çok net bir şekilde açıklıyoruz. Hani bu mesafelerden aynı şeyleri paylaşabiliyoruz ama bir taraftan bir şeyin iki kişi arasında müşterek olması için o iki kişinin dahi bunda bir mutabakat sağlaması gerekiyor. Belli ki bizim insanoğlu olarak gezegenin bize müşterek olduğuna dair bir mutabakatımız yok. Bir taraftan da bu böyle üst üste çakışan bir şey, müştereklik meselesinin kendi paradoksu, yani evet, müşterek olduğu çok aşikâr ama müşterek olduğunda mutabık değiliz, dolayısıyla müşterek değil. Bir diğer taraftan yine sizin söylediğinizden hani “Bu, dünya üzerindeki tüm insanoğlunu silkeleyecek” meselesi aslında insanoğlu kendi dahil bütün etrafındaki türleri bir silkeleme halinde ve aslında kendi kendini imha ettiği gibi etrafındaki tüm ekosistemi de imha ediyor diyebiliriz. Bir üroloji dergisinde -yenilerde yayınlanan bir şeydi- erkeklerin üreme oranı mesela, son 50 yıl içerisinde %50 azalmış durumda. İnsanın üreme kapasitesi de, insanoğlunun da sonu geliyor ama bir taraftan kendi sonunu getirirken daha sessiz ve derinden giden bir sağlık konusu da var. Hiç daha önce adını bilmediğimiz çeşitli hastalıklarımız var her birimizin ve bu sürekli ilerliyor ama bir taraftan kendi kendimize sonumuzu getirdiğimizin de pek farkında değiliz gibi bir durum var. MEHMET ALİ ÇALIŞKAN - Çok teşekkür ederiz. Birkaç konu panelistlere son söz vermeyi gerektirir gibi görünüyor. Bunları ben kısaca başlıklandırayım isterseniz, sonra da size sözü vereyim. Birkaç konuşma arka arkaya aslında şöyle bir şeyi söyledi sanki: Ekoloji ve çevre dünyasında ya da bu meseleleri kendine konu edinenler arasında, bunların örgütlenmelerinin gündemlerini gözden geçirmeleri üzerine bir yorum var. Çok enerji odaklı giden değil, tabii onu konu etsin ama bunun dışında gündelik hayatla daha fazla bağ kurabilecek sağlık ve gıda gibi konuların üzerine odaklanacak meselelerimiz olduğunu, bu örgütlenme halininse bu meselelere henüz temas etmeyen bir performans gösterdiğini söyleyen yorumlar oldu. Bununla birlikte dolayısıyla bir çevre hareketinin örgütlenmesini gözden geçirme potansiyeli var mı, gerekliliği var mı diye size sormak isterim bunun başka konularla bağını kurmak gibi, öte yandan müştereklik meselesi bu son konuşma aslında birkaç şeyi de toparladı gibi de geliyor bana, o bir yeni toplum sözleşmesinin

19


20

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

gerekliliğini mi aslında tartışmaya ihtiyacımız var? Çevreyi, ekolojiyi, iklimi merkezine alan yeni bir toplum sözleşmesine mi ihtiyacımız var? Bunu yapmak için bu müzakere mekanizmasını nasıl kurabiliriz, yani müzakereye nasıl katılabiliriz? Oradaki yorumlardan biri de siyasetin gündemine bunu sokmak, girmek ya da siyasetin gündemine girmeden bu müzakereyi yapamayacağımıza ilişkin diye birbiriyle ilişkilendirebilirim gibi geliyor bana. Bunlar ve “Şehirleri nasıl yeniden tahayyül edeceğiz de bu meselelerin içinden çıkacağız?” sorusu biraz önemli haline geliyor. Bütün bunlar için eğitim şart mı diye bitireyim ben sorularımı, başlamak isteyen başlasın, zor konular. Efe sana geliyor top. EFE BAYSAL - Ben üç soruya da evet diyeceğim. Bunun ilki; çevre, kent veya iklim üzerine çalışanlar olarak hepimizin aslında bir özeleştiri sürecine girmemiz gerektiğine ben canı gönülden inanıyorum. Bu sadece enerji konusunu açmak anlamında değil; kesinlikle katılıyorum bunun bir gıda tarafı var, başka boyutları var. Nasıl başka çözümler üretebiliriz boyutları var. Ancak yine enerjinin önemli bir konu olduğunu düşünüyorum. Çünkü bizler özellikle kentliler olarak nasıl doğadan yabancılaşmış durumdaysak, aslında enerjiden de yabancılaşmış durumdayız ve bu enerjiden yabancılaşmayı kıracak bazı araçlara ihtiyacımız var. Ancak bunun için hakikaten de gündelik hayata dokunacak başka boyutlarını irdelememiz gerekiyor. Sadece bu da değil, arkadaki arkadaşımızın da söylediği gibi yeni örgütlenme pratiklerini geliştirmemiz lazım. Ezberlerimizi aşarak, müşterek zeminleri inşa etmenin yollarını bulmamız gerekiyor. Bazı kazanımlarımız Türkiye ölçeğinde bakacak olursak var, ancak bunu bir sonraki boyuta nasıl sıçratacağımız, nasıl yeni mekanizmaları inşa edeceğimiz ve nasıl yeni ortak alanlar kuracağımız konuları üzerine sanırım fazla düşmedik, ama düşmemiz acilen gerekiyor ve daha çok bu gibi ortamlarda bir araya gelmemiz ve yeni pratikler üzerine kafa yormamız gerekiyor. Eğitim de şart evet ama nasıl bir eğitim sorusunu sormalıyız. Sanırım 7. veya 8. sınıf sosyal bilgiler kitaplarının birindeydi, bizim zamanımızda pikniğe giden, kuşla, börtü böcekle karşılaşan Ali - ismi atıyorum - bugün kardeşiyle beraber AVM’ye gidip AVM’de ne kadar her şeyi bulabildiğini, nasıl mutlu olduğunu anlatan bir hale gelmiş durumda. Bırakın özel bir çevre, ekoloji veya iklim başlığı açılmasını, bu bile sistemik mantığın nasıl çalıştığını bize gösteriyor. Diğer soru neydi, şu anda hatırlayamadım. MEHMET ALİ ÇALIŞKAN - Söyleyeyim, aslında sorulara cevap verdiniz ama tamamlayınca ayrıca bunlardan da ayrı olarak ortaya çıkan bir soruyu daha sorayım: Kavramsal olarak yaptığımız tartışmaya ilişkin iklim adaleti ve iklim mülteciliği kavramlarını bir gözden geçirmeye ihtiyaç olduğu yorumu geldi. Bu yoruma ilişkin de ama bu ilk turu tamamlayınca ona girelim, olur mu? Bu siyaset, örgütlenme, müzakere ve toplum sözleşmesi tartışmasını yapıp ona geçelim. EFE BAYSAL - Çok kısaca hemen bir ekleme yapabilirim. İklim adaleti konusunu konuşmak isterim hakikaten de bir araya gelerek, belki şu anda açmaya gerek yok ama mülteciler konusunda haklısınız. İklim mültecileri resmi bir kavram olarak tanınmamış durumda. Birazcık gündeme popüler bir şekilde geldiği için belki bizlerin de kavramları kullanırken daha hassas, daha dikkatli olması gerekiyor. Lakin ileride acaba bir iklim mülteciliği konusu olacak mı diye de açılan bir başlık var. Daha dikkatli ama o nüansa dikkat ederek konuşmak gerekiyor, haklısınız. OZAN MERT GÖKTÜRK - Ben bir sosyal bilimci değilim, bu tartışmaların genelde içinde de değilim, onu söyleyeyim. Ben bugünden çıkardığım sonucu bir mesaj olarak belki söyleyeyim. Her bir konuşmacı, hem de dinleyici olarak belki bundan sonraki düşünceler ve gitmemiz gereken istikamet konusunda daha farklı şeyler de düşünebiliriz. Ben şunu anladım: Gerçekten çok sorunumuz var. Aslında iklim değişimi diye bir şey hiç olmasaydı bile bu sorunların birçoğu yine olacaktı. Aslında ben bunu da anlıyorum. Kalkınmacılık, işte sürekli büyümek gerektiği, sosyo-ekonomik piramidin en altında olan insanların dahi bir şeylere özenmesi ve bunu kültürel araçlarla kamçılanması,


Oturum 1

vesaire. Hiç iklim değişimi olmasaydı bile bunlar bence sorundur. Sizce değil midir? Bence öyledir. Bu yüzden belki daha farklı bir yöntem izlememiz lazım. Yani insanları iklimin değiştiği konusunda mutlaka acaba ikna mı etmemiz gerekiyor? Biraz tersten bir soru sorayım; belki bunların, diğer meselelerin çözülmesi gerektiğine ikna etmek için, bence gerekmiyor. Çünkü şöyle bir şey var: Eğer birini iklimin değiştiğine ikna edemiyorsanız o zaman bu meseleler de mesele olmaktan çıkıyor gibi bir hava doğuyor. Eğer her şeyin, bütün bu meseleleri iklimle, iklim kriziyle, ekolojik krizle ilişkilendirirsek bence bu bir tehlikedir, bana öyle geliyor. Çünkü şunun gibi bu: İşte dere yatağına bina yapmamamız lazım, değil mi? Zaten yapmamamız lazım, iklimin değişmesine gerek yok bunun için. Seller yılda iki kere oluyorsa, on kere olmaya başlamasına lüzum yok. Bence bunlar da çok önemli meseleler, söylemek istedim. ÜMİT ŞAHİN - Şimdi Ozan’ın söylediği aklıma bir karikatür getirdi. Çok meşhurdur, bir iklim konferansında iklim değişikliğini çözmek için yapılması gerekenleri slayt olarak gösteriyor konuşmacı; çevreyi temiz tutmak, yoksulluğu yok etmek diye sayıyor bütün yapılması gereken şeyleri, oradan arkadan bir inkarcı çıkıyor, diyor ki: “Ya iklim değişikliği diye bir şey yoksa ve biz bunları boşuna yapacaksak?” Şimdi aynen öyle aslında, bütün bunları zaten yapmak gerekiyor. Yine de ben iklim değişikliğine ikna meselesinin bu tartışmada kritik bir rolü olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu zaman-mekân meselesi nedeniyle, yakınlık ve kendini etkileme meselesi nedeniyle aslında şu anda ekolojik kriz paketinin sepetinin içerisinde görünenler içerisinde ozon tabakası böyle bir algı yaratmıştı, ama ozon tabakasıyla ilgili biraz önlem alındı. Hiç olmazsa onun tamir olmaya başladığına dair birtakım gözlemler var. Bir tek iklim değişikliği aslında küresel anlamda bir yok oluş tehdidi getiriyor. Diğerleri de getiriyor ama diğerleri ya insan türünün dışındaymış gibi görünüyor, yani biyoçeşitlilik meselesi aslında değil, o insan türünü de etkiliyor ama algı açısından sanki insanı etkilemeyecekmiş gibi görünüyor. İşte ormanların yok olması, okyanusların, balık türlerinin ortadan kalkması... ama iklim değişikliği doğrudan doğruya bu gün değilse 30 sene sonra her birimizi teker teker etkileyecek bir kriz olduğu için ve çok hızlı ilerlediği için diğerlerinden yine farklı olarak, yani bir biyoçeşitlilik meselesinden farklı olarak çok hızlı ilerlediği için, bir de aslında diğerlerini de artırdığı için, tek başına bir sorun değil, diğer ekolojik krizleri de tetikliyor. Biyoçeşitlilik krizini derinleştiriyor, okyanuslarla ilgili sorunu derinleştiriyor. Çünkü okyanuslardaki temel sorun eskiden neydi klasik anlamda? Aşırı avcılık ve kirlilik, plastik sorunu şu anda daha çok gündeme geliyor. Okyanuslardaki plastik kirliliği ama bir yandan zaten aşırı avlanma ve plastikler nedeniyle deniz yaşamı zarar görürken, balık popülasyonları azalırken şimdi bir de okyanuslarda iklim değişikliği nedeniyle aşırı asitleşme ve ısınma olduğu için bu katlanarak artıyor. Dolayısıyla iklim değişikliği diğer krizlerin de anası gibi bir hale bürünmüş durumda, o yüzden onun biraz daha farklı bir şekilde -hani insanları ikna etmek kolay değil ama- ele alınması gerekebilir gibi geliyor bana. Şeyle ilgili bir yorum yapayım kısaca, bu Sevgi’nin sorusu üzerine hani herkes gıdayla mı ilgilensin? Bence asıl sorun şu gibi geliyor bana: Tam Güneş’in söylediği farklı meşreplerdeki çevrecilerin birbiriyle konuşması meselesiyle ilgili bir sorun bu, yoksa herkesin bütün konuları bir araya gelip ele alması, yani herkesin her konuyla ilgilenmesi değil ama çevreci grupların diyelim kabaca, bunların bir kısmı sadece mesela adalet meselesiyle daha fazla ilgileniyor ya da yoksullukla ya da yereldeki mücadelelerle daha fazla ilgileniyor ama Güneş’in söylediği diğer yaşam biçimini değiştirmeyi ön plana alanları küçümsüyor. Onlar da belki öbürlerini fazla politik buluyor, vesaire. Bu diyalogsuzluğun ortadan kaldırılması lazım, bunu nasıl yapacağımızı tam da bu tür etkinlikler belki sağlayacak. Bu camianın içindeki diyaloğu bile tam olarak sağlayamıyoruz. Birincisi bu. İkinci olarak Seda’nın sorusuyla ilgili bir şey söyleyeyim: İklim müzakerelerinde, gelişmekte olan devletler meselesi tam olarak öyle değil artık, gelişmekte olan devletler ortak bir ses değil. Gelişmekte olan devletler denilen klasik anlamdaki devletlerin içinde Türkiye de var. Hani her ne kadar sözleşmede gelişmiş gibi görünüyorsak da Çin de var, hatta Singapur da var. G-77 artı Çin grubuna bakarsanız

21


22

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

140 küsur ülke hepsinin çıkarları farklı. Şu anda benim gözlemleyebildiğim kadarıyla özellikle Kopenhag’dan beri son 10 yıldır, hatta çok daha öncesinden beri, belki Kyoto’dan beri iklim müzakerelerini ilerleten, doğru yönde ilerleten asıl güç başta ada devletleri, AOSIS Grubu denilen ada devletleri, yani Tuvalu, Marshall Adaları, Polinezya’daki adalar olmak üzere az gelişmişler. Bu “List Diyalog Countries” Grubu da var orada, 49 ülke falan, artı ada devletleri aslında mesela 1.5 dereceyi Paris Antlaşması’na sokan da bunlar, bu grup en az gelişmiş ülkeler, Afrika’daki bazı ülkeler de var. Gelişmekte olan ülkeler dediğiniz zaman Çin, Hindistan, Brezilya işin içine giriyor ki bunlar zaten şu anda dünyanın canına okuyan ülkeler. Kendi içlerinde bir yeşil ekonomi dönüşümü kısmen yaşıyorlar ama bu son derece yetersiz ve büyüklükleri nedeniyle de ters tepme ihtimaline de sahip bir şey, o yüzden gelişmekte olan ülke demek yerine bunu böyle belki okumaya çalışmak lazım. Son olarak da bu yeni bir toplum sözleşmesi veya müşterekler konusundaki mutabakat meselesini bir polemik olarak ortaya bırakacağım. Acaba yeni bir toplum sözleşmesine mi ihtiyacımız var, yoksa Virtual Insanity diye bir şarkısı var Jamiroquai’nin, orada söyler: Yeni bir dine mi ihtiyacımız var? Ben ona emin değilim. MEHMET ALİ ÇALIŞKAN - Ben tüm panelistlere ve katılımcılara çok teşekkür ederim, umarım sıkıcı olmayan bir oturum olmuştur. Şimdi galiba öğle arası ama şöyle bir görevim vardı, ben onu unuttum: Komite böyle bir teşekkür dokümanı vermemi istedi. Önce kendiminkini kendime vereyim, sonra Ümit’inkini vereyim, buyurun, bu Ozan’ınki, bu da Efe seninki. Tekrar teşekkürler hepinize...


Öğrenci Atölyesi Sunuşları

ÖĞRENCİ ATÖLYESİ SUNUŞLARI SUNUCU - Merhabalar, hoş geldiniz. Öncelikle Odamız İstanbul Şubesi Öğrenci Komisyonu’nun bir sunumu olacak. Bu etkinlik için etkinlik öncesinde çalıştay yaparak bir araya geldiler ve bir video sunumu hazırladılar. Video gösterimi ardından da 2. oturuma geçeceğiz ama öncesinde Öğrenci Komisyonumuzdan Berkan Yıldız’ı sunumunu yapmak üzere sahneye davet ediyorum. BERKAN YILDIZ - Hoş geldiniz. Ben Yıldız Teknik Üniversitesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü 3. sınıf öğrencisiyim, ayrıca buraya TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi Öğrenci Komisyonu’nu temsilen geldim. Biz iklim değişikliğiyle ilgili araştırma yapmak için geçen sene, 2017 Temmuz ayında meydana gelen o dolu felaketini baz alarak iklim değişikliğinin İstanbul’daki etkilerini araştırmak istedik. Bu bağlamda İstanbul’un Şişli ve Sarıyer ilçelerini karşılaştırdık. Mecidiyeköy ısı adası olarak tanımlanan bir semtimiz, yaptığımız röportajlarda Mecidiyeköy’de dolu felaketinin ve sel felaketinin çokça hissedildiğini ve kısmen yeşili korunan Sarıyer İlçesi’nde bunun pek görülmediğini tespit ettik. TMMOB Şehir Plancıları Odası’na bize bu tarz etkinliklerde destek olduğu için teşekkür ediyorum ve hazır İTÜ’deyken bu vesileyle pek katılmayan İTÜ’lü arkadaşları da Öğrenci Komisyonumuza davet ediyorum. Teşekkürler. (https://www.youtube.com/watch?v=ad3ghO3VMAo&t=181s)

23


24

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

OTURUM 2 SUNUCU - Öğrenci arkadaşlarımıza teşekkür ediyoruz yaptıkları çalışmalardan ve koydukları katkılardan dolayı. Şimdi “Yerel Politika ve Politik Ekoloji” başlıklı 2. oturumumuzu başlatmak üzere oturum moderatörümüz Hatice Kurtuluş’u ve konuşmacılarımız Deniz Özgür, İkbal Polat, Zafer Söğütçü, Fikret Toksöz ve Sevil Turan’ı koltuklara davet etmek isterim. HATİCE KURTULUŞ - Hoş geldiniz İstanbul Buluşmaları’nın 2. oturumuna, serin havada buraya geldiğiniz için çok teşekkür ederiz. Ana başlığımız “Ekolojik Kriz” ve İstanbul bağlantılı bir başlık elbette, biz de ekolojik kriz ve yerel yönetimler ilişkisini tartışacağız. Bu toplantıda neler tartışabileceğimiz üzerine çerçeveyi şekillendirmek için çok kısacık bir giriş yapayım, hatta çok kişisel bir örnekten yola çıkayım. Benim oğlum bu sene üniversite sınavına girdi, bir yeri kazandı ama ilkokuldan beri hiç ders çalışmıyordu. Hepi topu bütün 13 yıllık okul hayatında -bir sene de hazırlık okudu- toplam bir defter doldurmamıştır. Hani öyle bir-iki sayfa bir şeyler yazardı, böyle bir çocuktu. Birinci sınav bu sene farklıydı biliyorsunuz; bunu anlatmamın bir nedeni var, oraya geleceğim, onun için çok kişisel değil aslında. Bu sene birinci sınavda bizim gençliğimizdeki gibi biraz genel yetenek soruları, mantık soruları vardı, bilgi soruları yoktu; ilk sınavda daha azdı, ikinci sınav ağırlıkla bilgi soruları vardı. Bizim çocuk ilk sınavda çok iyi yaptı. Şaşırdık bu puanı nasıl getirdi diye, ikinci sınavda da döküldü, perişan oldu. Eğer birinci sınavda puanı o kadar yüksek olmasaydı hiçbir yere giremiyordu, yani hiçbir yere, hani o kadar düşüktü ama birinci puanı onu kurtardı ve İç Mimarlık Bölümü’ne girdi. Biz bunu nasıl yorumlayacağımızı düşündük. Hiç ders çalışmamış, sadece biraz mecburen sınıfta oturduğu için hocaları dinlemiş bir çocuk nasıl yaptı dedik. Bir arkadaşım bana dedi ki: “Çünkü onda bilgi kirlenmesi yok Hatice”. Önce bir anlayamadım. “Çünkü okuldaki bilgileri bilgi olarak öğrenmediği için birinci sınavda mantıksal şeylerle cevap verdi ve doğru yaptı soruları; diğer çocuklar sorularda, birinci sınavın sorularında bilgi ipuçları aradılar” dedi. Yani orada bir bilgi ipucu bulacaktı ki oradan soruya cevap verecekti. Şimdi bu mantıklı geldi bana gerçekten, yani benim örnek de doğrulandı bizim oğlanda, sonra ben şunu düşünmeye başladım: Evet, aslında biz 19. yüzyılın sanayi toplumunun bilgisiyle ve 19. yüzyılın bütün kültürel ilerlemeci kodlarıyla hareket ediyoruz. Çünkü sanayi toplumu alkışlanan, kutsanan bir yenilik, bir dünya, yani bütün sosyoloji literatürü, siyaset bilimi literatürü daha sonrasında, hatta mimarlık literatürü çokça bu kutsamayla oluşuyor. Yani biz modern toplumu bir önceki topluma göre kutsayarak inşa ediyoruz ve bütün bilgilerimiz o modern toplumun inşa sürecinde onun inşasını kurabilmek, yani o inşayı yapabilmek için onun için gerekli olan bilgileri biz literatüre bilgi olarak kaydediyoruz ve oradan yola çıkıyoruz. Oysa dünya bambaşka bir yere gidiyor bilgi teknolojileri açısından, her açıdan ve biz hala aslında 19. yüzyılın dünyasıyla, o dünyanın temel ahlaki normlarıyla hareket ediyoruz. Yani bilim ahlakı olarak da o normlarla hareket ediyoruz. Şimdi yerel yönetimler dediğimiz zaman, bunun ortaya çıkışına baktığımızda da o modern sanayi toplumunun yerel örgütlenmesini ifade ediyor ve orada işte adalet, eşitlik, çeşitli kavramlar var içinde, daha sonra katılım ekleniyor, daha sonra demokratik yerel yönetim ekliyoruz, 70’li yıllarda daha sosyalist örnekler, sosyalist deneyimler işin içine giriyor ama hep 19. yüzyılın temel insan hakları, kamusal yarar, eşitlik, sınıflar arası denge, hep bunlar üzerinden gidiyoruz. Dikkat ederseniz içinde çevre yok, oysa biz epeydir çevreyi kirletiyoruz. Neden ekolojik probleme doğrudan artık odaklanmak zorundayız konusuna geleceğim yerel yönetime getirirken, şimdi ikinci mesele de şu: Evet, insanın yaşamını sürdürebilmek için birincil öncelikleri var. Mesela, açsanız gelen kasırgadan daha önemli şey o gün ekmek bulmaktır. Evet, kasırga gelirse ekmeğe de ihtiyaç olmayabilir, hepimizi silip süpürebilir. Mesela, Žižek diyor ki: “Dünyada bir devrim olacağına kimse inanmıyor ama dünyaya bir göktaşı çarpacak desek herkes telaşlanıyor. Göktaşı çarpacak mı, çarpar mı acaba, halbuki dünyaya bir göktaşı çarpmadı. İçinde yaşadığımız zaman boyunca dünyaya bir göktaşı


Oturum 2 |

çarpmadı ve biz o göktaşı yüzünden yok olmadık insan nesli için ama dünyada bir sürü devrim oldu. En azından neolitik devrim, sanayi devrimi, hani bıraktım sosyalist devrimleri ya da bugünkü örneklerini ama insanlar buna inanmıyorlar da göktaşının gelip çarpabileceğine inanıyorlar. Önlem alınıyor mu acaba, NASA ne yapıyor acaba diye düşünüyorlar” diyor. Bu da çok önemli bir şey, çünkü günün devam edebilmesi, yaşamın devam edebilmesi iki şeye bağlanıyor: Birincisi karnınızı doyurmak, ikincisi de içinde yaşayacağınız bir alanın olması. Yani insan kapalı yer olmadan yaşayamayan bir canlı olduğu için bu ikisine odaklanıyoruz. O literatür de buna odaklanmak üzerinden kuruluyor. Yani bunu örgütlüyor, bunun politikasını örgütlüyor, yerel yönetim de bunu örgütlüyor. O nedenle, yerel yönetimden beklentilerimiz de bizim daha çok o günü kurtarabileceğimiz hizmetleri bize sunması, bizi yapacağı işlere katması ama hangi nedenle? Bizim kendi çıkarlarımızı daha iyi temsil etmemiz açısından katması, oysa şimdi bunların hepsinin ötesinde daha büyük bir şey var. Eğer bu ekolojik kriz dediğimiz şey böyle sürerse, buna önlem alınmadığında ya da bunun çareleri bulunmadığında tırnak içinde söylüyorum, sabahki oturum çok umutsuz, tabii bu çareler o kadar kolay olacak gibi görünmüyor ama öyle olduğunda zaten toplu halde gidiyoruz. Artık günlük hayatımızın bir önemi kalmıyor. Bir başka şey: Aslında insanın, doğanın dört temel elementi var. Bunu hepimiz biliyoruz, her yerde var. Dinlerde de var, coğrafyada da var, fen bilimlerinin coğrafyayla ilgili dallarında da var, fizikte var, matematikte var. Bunlara ne diyoruz? Toprak, hava, su, ateş. Şimdi biz bu elementler için bunlar bizim müştereklerimiz diyoruz, öyle konuşuyoruz. Yeni bir kavram kullanıyoruz, müştereklerimiz diyoruz. Evet, atmosfer müştereğimiz bizim, hava müştereğimiz bizim, su müştereğimiz bizim ama toprak değil ve toprak bizim müştereğimiz olmadığı zamandan beri dünya aslında buraya doğru gidiyor. Yani toprak mülklendiği zaman hani meşhur Rousseau’nun şeyi vardır ya, “Bir gün bir adam etrafını çevirip bir toprağın burası benim dediğinde öbürleri ona peki, neden diye sormadılar. Her şey oradan başladı” der ya, oradan itibaren toprak müşterek değil; toprak mülklü, özel mülkiyetin en güçlü olduğu, kendini en iyi inşa ettiği yer toprak. O nedenle de aslında müştereklerimiz arasında toprak özel bir anlamda korunmaya ya da yeniden inşa edilmeye çalışılmadıkça diğerlerinin toparlanması mümkün değil. Çünkü bunlar birbirine bağlı, yani toprak konusunda toprağı müşterekleştiremediğimiz müddetçe havanın müşterek olmasının hiçbir önemi yok. Çünkü temiz topraklarda hava da temiz. Örneğin, Sarıyer’in tepelerinde hava biraz daha temiz İstanbul’da, sınıfsal olarak daha temiz hava koklayabileceğiniz, nefes alabileceğiniz bir yer var ama şehrin içine doğru, Ataşehir’e doğru gelirseniz korkunç durumda. İşte Karadeniz’in yaylasına giderseniz biraz daha temiz ama merkezi Samsun’a gelirseniz kötü durumda. Yani müşterek değil aslında müştereklerimiz, müşterek olamıyor. Önce onların müşterekleştirmek gerekiyor. Peki, sabah Pınar Hoca’nın söylediği şeyle yola çıkalım. Siyaset bunun neresinde? Yerel yönetim ve yerel yönetimin katılım meselesi, yani yerel yönetimin bize ait olduğu oradaki çıkarlarımızı kendimizin temsil edeceği ve onlar üzerine mücadele edeceğimiz bir siyasi yapılanma nasıl olabilir, biz yerel yönetimleri nasıl görüyoruz ve yerel yönetimler ekoloji meselesini ne kadar gündemlerine alıyorlar? Öğrencilere şunu söylüyorum: Bir doktora tezi yazsa bir öğrencimiz ve bütün programları incelese, yani parti programlarını yerel belediyelerin, belediye başkan adaylarının programlarını incelese de ne kadar ekolojiye yer veriyorlar mesela görsek; oradan küçücük bir şey çıkarabiliriz. Gerçekten yerel yönetimlerin gündeminde ekoloji meselesi var mı? Büyük siyasetin gündeminden çıkalım, yerelde var mı? Yani onu daha kolay belki görebiliriz. Bu çerçevede bir tartışma götüreceğiz gibi görünüyor. Çünkü ana konumuz ekolojik kriz ve yerel yönetimler ve de İstanbul bizim hani bu seneki buluşmalardaki örneğimiz, onun üzerinden gidelim. Öncelikle sözü İkbal’e vereceğim, çünkü İkbal yerel yönetimlerin demokratikleşmesi meselesinde önemli bir deneyim olan Kent Konseyi konusunda bir deneyim bize aktaracak. Önce ona vereceğim sözü, sonra sırayla devam edeceğiz. Teşekkürler. Onar dakika konuşalım. Bir buçuk saat vaktimiz var, iki saat aslında ama yarım saati

25


26

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

salona ayıralım diye düşündük; bir buçuk saat yaklaşık vaktimiz kalıyor. Onar dakikadan iki tur yapabiliriz. İKBAL POLAT - Herkese merhaba. Öncelikle teşekkür ederim buraya davet ettiğiniz ve bu fırsatı sağladığınız için. Hocamın da bahsettiği gibi, kent konseyleri pratiğinin içerisinden geliyorum ve şimdi de Kadıköy Kent Konseyi’nin genel sekreteri olarak görev yapıyorum. Görev alanımı, Kadıköy yerelinde yönetişim, katılım ve sivil toplumun güçlendirilmesi diye kısaca özetleyebilirim. Görev alanım bu faaliyetleri yürütmek. Tabii Kadıköy Kent Konseyi olarak yaptığımız işlere girmeden önce çok kısaca, çünkü 10 dakika süremiz var, kent konseylerinin çıkış hikâyesini özetlemek istiyorum. 1992 yılında Rio’daki Sürdürülebilir Kalkınma Belgesi’nin imzalanmasıyla başlayan bir süreci var kent konseylerinin. Gündem 21 dediğimiz ajandayla başlayan bir süreç bu. 1992’de, Rio’da alınan bu karar, çoğunuzun bildiği Habitat II Zirvesi’nde Yerel Gündem 21 olarak netleşmişti. Yani yerelleşti, sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin yerelleştirilmesi söz konusu oldu. Arkasından Yerel Gündem 21’ler 10 yıllık bir program çerçevesinde tüm dünyada uygulandığı gibi Türkiye’de de uygulandı İçişleri Bakanlığı yürütümü ve denetimiyle beraber ve bu sürecin bitimine yakın bu yapılar kent konseylerine dönüştü. Bizim Belediye Kanunumuzun mevzuatına da girdi. 5393 sayılı Belediye Kanunumuzun 76. maddesi gereği her kentte, yani her belediyenin bulunduğu, belediye örgütünün bulunduğu kentlerde kent konseyleri kurulması gerekiyor ve kent konseyleri temel olarak da kentine sahip çıkma, aktif katılım, çözümde ortaklık gibi ilkeler çerçevesinde yurttaşların katılımını ve paydaşların birbiriyle diyalog kurup ortak aklın oluşturulmasını sağlayacak yapılar olarak tarif ediliyor. Bugün -burada da maddeyi görüyorsunuz- 76. maddede de kent konseylerinin genel olarak işleyişini bir kent vizyonunun gelişmesi, hemşerilik bilincinin geliştirilmesinde kentin hak ve hukukunun korunmasında sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, saydamlık, hesap sorma ve hesap verme, katılım ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışan yapı olarak tarif edilmiş durumda. Türkiye’de yaklaşık bin 300 belediyemiz, 285 adet kent konseyimiz var. Yani yaklaşık bin belediyemizde hâlâ kent konseyleri kurulmamış durumda, bu 285 kent konseyinin de büyük bir çoğunluğu kâğıt üzeri kalmış durumda ve çeşitli sıkıntılar içerisinde duruyorlar. Hani ona ayrıca değiniriz, geçiyorum o kısmı, belki soru-cevap kısmında açabiliriz. Genel olarak görevleri, yerel düzeyde demokratik katılımın sağlanması ve kentte sivil toplumun gelişmesini sağlamak. Biz bunu 4 başlıkta aslında toparlamaya çalışıyoruz: Birincisi, kentteki farklı aktörlerin ya da farklı tarafların bir araya gelerek birbiriyle iletişim ve diyalog kurmasını sağlamak diye özetliyoruz. İkincisi, katılım; karar süreçlerine hemşerilerin katılımını sağlayacak bir mekanizma, bir katılım mekanizması olarak tarif ediyoruz. Üçüncüsü, katılacak öznenin yaratılması, aslında o öznenin oluşması olarak görebileceğimiz sivil toplumun güçlendirilmesi ve bu sivil toplumun güçlendirilmesinde de özellikle hakkı yenilen kesimler dediğimiz kadın, çocuk, gençlik, mülteciler, LGBTİ’ler, esnaflar gibi çeşitli dezavantajlı kesimleri güçlendirmek diyebiliriz. Tüm bunların hepsini de bir sürdürebilir çevre, sürdürülebilirlik ilkesi çerçevesinde yürütmek olarak tarif ediyoruz. Burada bir konseyin bileşenlerini görüyorsunuz. İşte belediye, kaymakam, kamu kurumları, siyasi partiler, sendika temsilcileri, meslek odaları, üniversiteler, muhtarlar, dernekler, vakıflar gibi o yereldeki yerelin tüm taraflarını bir araya getiren yapıya konsey diyoruz ve bu konseyin oluşturduğu genel kurul da aslında konseyi belirleyen organı olmuş oluyor. Kadıköy Kent Konseyi’nde eski rakam 240’tı, ama şu an 263 tane genel kurul üyemiz var. Yani Kadıköy yerelindeki 263 kişiyle bir araya gelip, Kadıköy’ün yerelindeki sorunları birlikte konuşmaya çalışıyoruz. Şurada 6 görüyorsunuz, ama 7.si de kuruldu; 7 meclisimiz var: Kadın meclisi, gençlik meclisi, engelliler meclisi, çocuk meclisi, kıdemli yurttaşlar meclisi, LGBTİ meclisi, esnaf meclisi gibi. Bir de çalışma gruplarımız var. Onlar tabii tematik çalışma grupları, İklim Elçileri en son kurulmuş olan çalışma grubumuz, belki yarın Efe onunla ilgili daha detaylı size bilgi verecektir. Ben çok hızlı geçiyorum.


Oturum 2 |

Burada gördüğünüz genel kurulumuzun bir gündemi, yaptığımız genel kurulda Kalamış Yat Limanı’nın özelleştirilmesini gündeme aldık ve Kadıköy yerelindeki kesimlerle beraber Kalamış Yat Limanı’nın özelleştirilmesine ilişkin bir araya gelip görüş alışverişinde bulunup, buna ilişkin kent konseyi olarak görüşümüzü ortaya koyduk. Burada genel kurullarımızdan görseller görüyorsunuz. Çalışma gruplarımızın yaptığı aktiviteler, işte kent yaşamında hayvan hakları gibi çok kısaca ve hızlıca geçiyorum. İşte kentsel dönüşüm ve kadın, yurttaşın enerji santrali gibi... Çoğu çok logolu, yani tüm kurumlarla ortak yaptığımız çalışmalar. Hem savunuculuk faaliyeti yürütüyoruz, yani Kadıköy’de yerel politika oluşturmada ya da kent konseyleri faaliyetlerinde bir savunuculuk faaliyeti yapıyoruz; hem de kentli hemşeri haklarının korunması, hemşerilik bilincinin geliştirilmesinin yanında kentli hakkının korunması açısından kentin kamusal alanlarının kurulmasına odaklanıyoruz. Burada Fenerbahçe Kalamış Yat Limanı’nın özelleştirilmesi ve kamusal kullanıma açık alanlarının yurttaşların erişimine kısıtlanmasına karşı “Kıyılar halkındır, satılamaz” gibi bir slogan görüyorsunuz ya da işte bunun gibi savunuculuk faaliyetleri... Yine çok hızlı geçiyorum, Kadıköy için imar kararlarını kim alıyor, karar sürecinde neden yoklar gibi çeşitli karar süreçlerine ilişkin savunuculuk faaliyetlerimizi de görüyorsunuz. Onun dışında yine Kadıköy Belediyesi ile birlikte yürüttüğümüz, Kadıköy Kent Konseyi’nin ve İklim Elçileri’nin de bu süreçte aktif olarak katıldığı, belediyenin bütüncül katılımcı İklim Eylem Planı ile adaptasyon planının hazırlanması ve bu anlamıyla Kadıköy’de iklim değişikliği çerçevesinde hem karbon emisyonlarının azaltılması sürecinde bir eylem planının hazırlanması, hem de kentin iklim değişikliğine ilişkin uyumunun hazırlanması yönünde de sürece aktif olarak katılmaya çalışıyoruz. Ben böyle çok hızlıca size Kadıköy gibi bir yerelde mevcuttaki bir mekanizmanın yani kent konseyinin mevzuatta da yeri olan ve hazırda mevcut olan bir mekanizma çerçevesinde nasıl katılımın kullanılabileceğine ve bu çerçevede giriş konuşmasında da “müştereklerimizin çitlenmesi” diye bahsettiğimiz süreçte kent konseylerinin nasıl yer alabileceğine ve zemin açacağına, bu anlamıyla hem hak savunuculuğu bağlamında, hem de o karar sürecine katılımdaki zeminin nasıl kullanılabileceğine ilişkin bir kapı açmak istedim. Açıkçası böyle bir örnek çalışmayı sizlerle paylaşmak istedim. Süremi son derece hızlı kullandığımı düşünüyorum Hocam. HATİCE KURTULUŞ - Yani toparlayabilirsen ikinci turda da süreniz olacak. İKBAL POLAT - Tamam, soru-cevaplarda belki açabiliriz. Söylediğimiz gibi, kent konseyi faaliyetleri içerisinde bir yerel politika alanının genişletilmesi ve bu anlamıyla sivil toplum kurumlarının diğer aktörlerle, diğer aktör demeyelim tabii ki diğer taraflar ve kesimlerle buluştuğu ve kamu yararının, kamusal alanlarının korunması ve diğer hak savunuculuğu faaliyetlerinin güçlendirildiği bir yer çalışmasını sürdürmeye çalışıyoruz diye özetle toparlayabilirim. Teşekkür ederim. HATİCE KURTULUŞ - Teşekkürler İkbal. Kent konseylerinin yerinden müdahale yapabilme şansı merkezlere göre daha güçlü olduğu için aslında çok önemli araçlar, yani çevresel meselelerde de çok önemli araçlar kent konseyleri eğer çalıştırılabilirse ve gerekli birikim oralara aktarılabilirse. Kadıköy’de bunu belirli ölçüde görüyoruz; bir kentsel çevresel mücadelenin de verildiğini Kadıköy’de, yani merkezi iktidara ya da Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na karşı ne kadar güçleri oluyor ayrı tartışma konusu, tabii iktidarların birbirleriyle çatıştığı alanlarda, ama sonuçta bu mücadelenin oralardan yükselebileceğine dair bize iyi bir örnek Kadıköy. Başka örnekler de var aslında İstanbul’da, konuşacağız. İsterseniz belediye üzerinden gidiyorsak ikinci konuşmayı size vereyim; Sultanbeyli Belediyesi’nden Zafer Söğütçü ile devam edelim. ZAFER SÖĞÜTÇÜ - Peki, çok teşekkür ediyorum kıymetli Hocam. Öncelikle organizasyonda emeği olan üniversitelerimize, Şehir Plancıları Odamıza da teşekkür ediyorum. Tabii birçok ilçemizde, her

27


28

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

ilçemizde hemen hemen çevreyle ilgili projeler var. Ben bir yerel gündem olarak mülteci konusu üzerinden Sultanbeyli özelinde örneklemeler vermeye çalışacağım ve sizler için de sakıncası yoksa ben çok hızlı konuşan birisi değilim, ama hızlı okuyabilirim. Hem zamanı da tasarruflu kullanmış oluruz, aldığım notlardan hızlıca iletmeye çalışayım. Sonrasında vaktimiz olursa Sultanbeyli’de kurmuş olduğumuz Mülteciler Derneği diye bir derneğimiz var, belediye başkan yardımcılığının yanında onun başkanlığını da yürütüyorum aynı zamanda, biraz ondan da bahsedebilirim. Bir yerel idareci olarak bana göre bu konuda ilk söz edilmesi gereken konu zannediyorum nüfus artışına bağlı olarak ekolojik sistemin karşı karşıya bulunduğu tehditler konusu. Daha fazla nüfus, daha fazla konut, daha fazla beton, daha fazla araç, daha fazla fosil yakıt, daha az yeşil alan, daha kirli çevre, hava, su şeklinde basitçe formüle etsek zannediyorum yanlış olmayacak. İstanbul’un bugün içinde bulunduğu nüfus yoğunluğunun yaşattığı problemleri gördüğümüzde nüfusun daha da artış göstermesi ileride içinden çıkılmaz sorunlar yaşayacağımızın muhakkak olduğu gerçeğiyle bizleri karşı karşıya bırakıyor. Buradan hareketle imar planları ve imar emsalleri konusunun yeniden ele alınması gereken en temel konuların başında olduğunu kabul edip, başta biz belediyecilerin, üniversitelerimizin, STK’larımızın ve tüm kurum ve kuruluşlarımızın üzerinde çok hassasiyetle durması gereken bir mesele olduğunu sizlerle paylaşmak isterim. Bu noktada maalesef çok önemli bir açmazımız var. O da daha fazla yoğunluk vermeden mevcut yoğunluğu koruyarak kentsel dönüşümü nasıl sağlayacağımız konusu. Kentsel dönüşümün zorunlu olduğu riskli yapılarda -ki bu hem Sultanbeyli’de, hem de İstanbul İlimizin genelinde karşı karşıya olduğumuz bir durum, yapı stokumuzun maalesef çok önemli bir bölümü riskli yapı çünküvatandaşımızın dönüşüme ikna olması için mevcutta kullandığı ruhsatsız, plansız yapının aynı miktarda korunması ya da bir miktar artırılması gibi taleplerle karşı karşıyayız. Dolayısıyla bir de müteahhitlik payını da buna eklediğimizde mevcut yapı stokunun iki katı minimum bir yapıyla karşı karşıya bırakıyor bu durum bizi. Bu noktada kendi kendimize zaman zaman şu soruyu da soruyoruz: Acaba şu anki mevcut deprem riski taşıyan ruhsatsız yapılar mı ekolojik sistem açısından, çevre açısından bize daha olumsuz bir çevre vaat ediyor; yoksa bu dönüşümü yaptıktan sonra mı acaba daha olumsuz bir tabloyla karşıya kalacağız? Açıkçası sanki şu anki gittiğimiz modelde, bu süreci bu şekilde sürdürdüğümüzde, bu haliyle kalsa daha iyi olacak gibi bir tabloyla karşı karşıyayız maalesef, ama şu anki içinde bulunduğumuz durumdan da herhalde hiçbirimiz hoşnut değiliz. Mutlaka bu konuda tedbirler almamız gerekiyor. Sultanbeyli’den yine örnek verecek olursam, imar emsallerimiz bizim çok düşük. Çünkü Sultanbeyli’nin tüm arazileri İSKİ su toplanma havzasında. Bizde imar emsalleri ilçemizin genelinde 1.05 emsal diye ifade ettiğimiz oranda. Bazı parsellerde bu 1,5-2 olabiliyor plan notlarıyla, tabii bu oranlar İstanbul’un yine en düşük oranlarından biridir desek yanlış olmaz. Tabii burada teknik arkadaşlarımız var, büyük oranda anlamışlardır ne dediğimi, ayrıca ben teknik bir kişi de değilim. Sultanbeyli Belediyesi’nde daha çok sosyal alanlarla ilgileniyorum. Emsal özetle kabaca bahsedecek olursak bir binanın toplam kullanma alanının arsaya bölündüğünde ortaya çıkan rakam diye ifade edebileceğimiz bir şey ya da bir arsa yapılaşmaya geldiğinde ne kadar imar durumu alacağını hesaplamamızda kullandığımız bir çarpan. Burada yaşadığımız en büyük açmaz vatandaşımızın vaktiyle büyük oranda ruhsatsız yapılaşmış olması. Şöyle bir örnekten yola çıkacak olursak, 200 m2 bir arsaya vatandaşımız 150 m2’den 5 katlı bir bina yaptığında zaten toplamda 750 m2’lik bir kullanma alanına sahip oluyor. Bir de dönüştüğünde bu müteahhit eliyle dönüşecekse, bir o kadar da müteahhit payını eklediğimizde 1.500 m2’lik bir alan oluşması gerekir ki sorunsuz bir şekilde vatandaş bu dönüşüme ikna edilebilsin. Tabii bu mümkün değil, normaldeki bizdeki 200 m2’nin aldığı maksimum imar durumu 400 m2, dolayısıyla burada bu dönüşümü nasıl sağlayacağımız konusuna yoğunlaşmak gerektiğini ben açıkçası düşünüyorum. Burada tüm kurumlarımıza görev düştüğü düşüncesindeyim. Tabii zaman


Oturum 2 |

zaman şunu da biz vatandaşlarımızla konuşuyoruz: Havzada olmamız ve imar emsallerinin düşük olması olumsuz bir şey gibi algılanıyor. Vatandaşımız bu durumdan çok hoşnut değil, ama biz özellikle yakın gelecekte bu durumun büyük bir avantaja dönüşebileceğini kendilerine anlatıyoruz. Çünkü İstanbul’daki bugünkü trafik sıkışıklığını düşündüğümüzde bu emsallerin, bu yoğunluğun az olması, yoğunluğun az olduğu yerin bir cazibe alanı olma ihtimalinden, potansiyelinden sıklıkla söz ediyoruz. Bir başka yaşadığımız problem de tabii göçün kontrol edilememesi problemi. Sultanbeyli çok ilginç bir göç örneği, 1980’lerde 3 bin nüfuslu bir köyden 30 yıl içinde 300 bin nüfuslu bir yerleşime yükseliyor, şu anda da 400 bin civarında bir nüfusumuz var. Bu nüfusun 30 bin kadarı mültecilerden oluşmaktadır. Yoğun bir şekilde özellikle son 10 yılda ruhsatsız ve kaçak yapıyla mücadele ediyoruz. Bu mücadeleyi yapmamış olsak zannediyorum şu anda ilçemizdeki mülteci rakamı bu söylediğimin birkaç katına hemen çıkabilecek durumda. Elimizden geldiğince bize bir şekilde misafir olmuş bu insanların problemlerini çözmeye çalışıyoruz. Hem onların insani ihtiyaçlarını karşılamak, hem de kendi yerel vatandaşlarımızla uyum içerisinde çatışmadan yaşam alanı sağlamak gibi bir hedefimiz var. Vakit kalırsa bunu daha da açabilirim, bunu sonraya bırakayım. Bunun dışında bir ifade etmem gereken konu da, belediye olarak bu konuda bilinçlendirmeye dönük çalışmalar yürütüyor oluşumuz. 2018 yılında -ben arkadaşlardan rakamı dün aldım- toplumun değişik gruplarından yani öğrenciler, ev hanımları, muhtarlar, STK temsilcileri, din görevlileri gibi değişik gruplardan 5 bin kadar vatandaşımızı misafir etmişiz ve çevre ve temizlik konusunda farkındalık olsun diye de kendilerinden bu konuda bize yardımcı olmalarını rica etmişiz. Tabii şunu da çok iyi biliyoruz ki önemli ölçüde birinci kuşak ve ikinci kuşak göç eden yetişkinlerin bulunduğu bir ilçe Sultanbeyli, dolayısıyla biz ne kadar anlatırsak anlatalım bu konuda sonuç almak çok kolay değil. Bu nedenle daha çok çocuklar üzerine yoğunlaştık biz de, çocuklarla ilgili birtakım projeler geliştirdik; örneğin “İnsan Neyi Korur?” başlığı altında Sabancı Üniversitesi’yle bir proje yaptık, diğer projemiz TÜBİTAK destekli bir projeydi. Bu tarz projelerle en azından çocukların bu konuda doğru yetişmelerine gayret ediyoruz. Bir taraftan yaptığımız kültür programlarında hafta içi ve hafta sonları yoğun bir şekilde çocuk tiyatrolarımız sahneleniyor. Bu çocuk tiyatrolarında da ana temayı çoğunlukla çevre bilincini geliştirecek tarzda olanlardan seçiyoruz. Şunu biliyoruz ki özellikle çocuklarda bu tiyatrolar, bu oyunlar sizin seminerlerde, konferanslarda konuyu anlatmanızdan çok daha etki ediyor. Son kez bir hususa daha değineceğim, çok uzattıysam özür dilerim. Hemen yanı başımda oturan Fikret Toksöz Beyefendi, yürüttüğümüz bir projenin danışmanlığını yapıyor, bize her konuda aslında danışmanlık yapıyor, yerel konularda da sağ olsun. Ben huzurlarınızda kendisine bir kez daha burada teşekkür etmek istiyorum. Biz aslında bu çocuklarla ilgili çıtayı çok daha gerilere çektik. Gebelikten başlayan ve 3 yaşına kadar süren aile eğitimleri, aile danışmanlığı diyebileceğimiz bir projeyi birlikte yürütüyoruz. Proje Hollanda merkezli Bernard van Leer Vakfı, Boğaziçi Üniversitesi, Kadir Has Üniversitesi ve Sultanbeyli Belediyesi’nin ortak işbirliğiyle yürüyen bir proje. 120 aileye belediyedeki sosyologlarımız, psikologlarımız, sosyal çalışmacı arkadaşlarımız belli periyotlarla, mesela iki haftada bir, ailelere giderek yerinde aile danışmanlığı hizmeti vermekteler. Çocuğun nasıl hayata hazırlanması gerektiğinin yanında diğer konularda da, aslında her konuda danışmanlık yapıyor giden arkadaşlarımız. Bilimsel verilerse bize şunu söylüyor: Bir insanın zihinsel gelişiminin %85’i, 3 yaşına kadar tamamlanıyor, buna dönük araştırmalar var ki artık 7 ve 12 yaşına geldiğinde bu zihinsel gelişim tamamlanmış oluyor. Hani eskilerin “7’sinde neyse 70’inde odur” ifadesinin aslında doğruluğunu ispat edecek veriler bunlar. Kısaca özetleyecek olursam... İstanbul’un sosyolojisi de çok farklı değil, ben 1980’lerin İstanbul’unu kısmen biliyorum, 44 yaşındayım. Kasımpaşa Mahallesi’nde büyüdüm. Orada bahçe içerisindeki gecekondular olduğunu biliyorum ‘80’lerin başında, Piyalepaşa

29


30

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

Bulvarı’nın etrafında sebze bahçeleri olduğunu biliyorum. Maalesef iyi bir planlama yapamadık. Acı bir itiraftır bu, Sultanbeyli de iyi bir şehircilik örneği değil maalesef. İstanbul’umuzda da bundan söz etmek pek mümkün değil ama en azından bundan sonrası için daha neler yapılabilir, mutlaka bunları sıklıkla tartışıp bir taraftan da somut adımlar atmak gerektiğini düşünüyorum. Teşekkür ederim. Eğer sonrasında soru gelirse açarım; daha notlarım var, ama belediye sunumu gibi olsun da açıkçası istemedim. Tekrar bu fırsatı verdiğiniz için hepinize teşekkür ediyorum. HATİCE KURTULUŞ - O zaman madem belediye üzerinden gidiyoruz, yerel yönetimler belediye ayağından gidiyoruz, Fikret Hoca ile devam edelim. FİKRET TOKSÖZ - Merhaba. Teşekkür ederim. Önce bir soruyla başlamak istiyorum: Yerel politika mümkün mü? ‘80’li-‘90’lı yılların başında Türkiye’de siyaset bilimciler “yok canım, yerel politika olmaz, böyle bir şey yoktur” diyorlardı; “Türkiye’de olan daha çok merkezi politika, yerelde politika olmaz” diyorlardı. Acaba gerçekten yerel politika mümkün olabilir mi? Bununla ilgili olarak önce, kendi elimle çizdiğim için biraz çirkin gözükebilir ama şunu göstermek istiyorum. Şimdi bu hem yerel politika alanını gösteriyor, hem de bu politik ekoloji denen şeyin nerede cereyan ettiğini gösteriyor. Ortada bir halk var, etrafında belediye var, sivil toplum var, piyasa var, üstünde de daha büyük düzenleyici merkezi hükümet var, onun dışında da küresel karar vericiler var. Bu halka içinde halk, gördüğünüz gibi ortada en sıkışmış vaziyette olan kesim; belediye, sivil toplum, piyasa yerel politikayı oluşturan aktörler, ama tek başlarına değil. Bir tarafta merkezi hükümet, küresel karar vericiler -küresel karar vericilerin kimisi iyi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi, Avrupa Birliği gibi birtakım uluslararası kuruluşlar var, ama öbür tarafta da piyasa, uluslararası sermaye var. Bunun karşısında çok savunmasız durumdayız. Buna son zamanlarda üçüncü dünya hastalığı diyorlar. Aslında bu artık üçüncü dünya hastalığı değil, onların birinci dediği dünyada da bu aynı hastalıklar vardı, çünkü çevreyi en çok onlar mahvediyorlar ama bunun yereldeki en büyük açmazı -ki burada bir kısırdöngü var- demin gösterdiğim gibi merkeziyetçi yapı. Bu yapı çok hâkim özellikle ülkemizde; yerel yönetimin yetkileri kısıtlı, oradan gelen bir kısıt var, küresel sermayenin bir bastırması da var. Bunun yanında da halkta protesto eksikliği var; halk çok az protesto ediyor, bu işe çok az katılıyor. İyice bıçağın kemiğe dayanması gerekiyor. Henüz bu aşamada değiliz. Peki, bu yerel politika hakikaten biraz yapılabilir hale geldi mi? Geldi. 2005 yerel yönetim reformuyla birlikte paradigma değişti. 1930’daki belediyecilik anlayışı idari vesayete dayalıydı. Vesayet özel hukuk kurumudur, yani kendisini idare edemeyenlere vasileri onların yerine karar verir. Çocuklar yerine anne-baba karar verir, bunun gibi belediyeler de böyle görüldüğü için üzerinde çok ciddi bir idari vesayet vardı. 2005 reformu bunu değiştirdi. Bu da vesayeti büyük çapta azalttı. Türkiye’de olağanüstü dönemlerde uygulanan işte belediye başkanlığının görevden geri çektirilmesi, el çektirilmesi gibi konular bunun dışında tabii. İkinci bir şey, görev alanları değişti, daha genişledi. Eskiden, 1930’da çıkan kanunda belediyenin her görevi yazılıydı; 86 tane görevi vardı, bunun dışına çıkamazdı. Çıkması için de birtakım özel şartlar gerekiyordu. Şimdi daha genel ifadelerle kentteki bütün yaşamı düzenlemeyle ilgili yetkiler kısmen ilçe belediyesine, büyük ölçüde büyükşehir belediyesine verilmiş durumdadır. Dolayısıyla yerel politika yapacak bir alan doğdu. Üçüncü bir şeyse, mali yapının çok değişmiş olması. Şimdi birkaç rakam vermek istiyorum. Türkiye bütçesinin, daha doğrusu Türkiye kamu harcamalarının yılına göre değişmekle beraber %15-16’sı yerel yönetimler tarafından yapılıyor. Bu çok büyük bir rakam, bunun büyük bir bölümünü İstanbul Büyükşehir Belediyesi yapıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bu yılki bütçesi 42 milyar Türk Lirası. O zamanki dolarla bakarsanız 12 milyar dolar gibi bir paraydı. Bu paranın -bunu dünyanın büyük metropolleriyle karşılaştırırsak, mesela New York, Londra, Paris ile- bunun çok


Oturum 2 |

büyük para olduğunu göreceğiz. Çünkü oralarla karşılaştırdığımız zaman o belediyeler polisten sorumlu, eğitimden sorumlu, sağlıktan sorumlu... Bizim büyük şehirlerimiz bunların hiçbirisi olmadan ciddi paralar alıyorlar. Dolayısıyla paranın olduğu yerde politikanın işlemesi lazım, çünkü politikayı işletecek menfaat-çıkar çatışmalarının olması gerekiyor ki politika işin içine girsin, o çıkar çatışmalarını daha uzlaşmacı bir yöntemle bir sonuca vardırabilsin. Dolayısıyla yerel politika yapmak için bazı imkânlarımız artık var. Eskisi kadar kötü değil Türkiye’de durum diye düşünüyorum. Buna rağmen şimdi karşımızda politik ekoloji diye bir tanım var. Bu tabii çok eskiden beri konuşulan, üzerinde durulan bir kelime ya da bir kavram. Bu ne demek derseniz politik ekoloji, çevreyle ekonomik ve sosyal faktörler arasındaki çatışmayı önleme ya da çatışmayı uzlaştırmaya vardırma diyebiliriz. Böyle baktığımız zaman, ben uzun uzun bununla ilgili teorik sözler edecek değilim ama Türkiye’deki uygulamalardan size bazı örnekler vermek istiyorum. Şimdi kötü örneklerden başlayalım, daha iyimser olmak için iyi örnekleri sona bıraktım. Bir tane Cargill örneğimiz var İznik Gölü’nü kirleten. Bütün baskılara rağmen Cargill’e izin verildi; dönemin Başbakanı “Verdiysem ben verdim, kime ne” dedi, böyle bir efelendi. Artvin’deki altınla ilgili kazı faaliyetlerini hepiniz biliyorsunuz. İstanbul’da da güzel bir örneğimiz var, 2008 yılında yapılan çevre düzeni planında bildiğiniz gibi havaalanı Silivri tarafındaydı ve ciddi biçimde İstanbul’da katılımcı bir yöntemle bu üniversitemiz de dâhil pek çok üniversitenin katkısıyla hazırlanan oldukça iyi, kaliteli katılımcı yöntemle yapılmış bir çevre düzeni planıydı. O planda havaalanı şimdiki yerinde değildi. Ne oldu? Sonunda havaalanının yeri değişti. Demek ki bazı meselelerde yerel politika çok işe yaramıyor. Daha büyük, ulus ölçeğinde hatta uluslararası ölçekte önemli olan konularda politikacılar işe makro olarak baktıkları için insan unsurunu görmüyorlar. İnsan unsurunu gören de yereldir. Bunun tabii sadece Türkiye’de böyle örnekleri yok, mesela Mitterrand zamanında Louvre Müzesi’nin içine yapılan piramit örneği var. Çok büyük kavgalar çıktı, fakat piramit oraya yapıldı. Zamanın Cumhurbaşkanı oraya o piramidin yapılmasını istediği için o piramit yapıldı. Şimdi ne yapabiliriz meselesine birkaç somut şeyle cevap vermek istiyorum: Burada ulusal sermaye yazıyor ama uluslararası sermaye olacak, çok şükür ulusal sermaye uluslararası sermaye kadar güçlü değil. Şimdi gerçekten ulusal sermayeye karşı bir korumasızlık var, güç birliği yokluğu var. Terme’de çok ilginç bir çalışma oldu, bilmiyorum basından izlediniz mi ya da Samsunlu olanlar biliyor olabilir; Terme’de hükümet bir termik santral yaptırmak istedi. Belediye Başkanı, AKP’den seçilmiş olan Belediye Başkanı buna şiddetle karşı çıktı ve belediye binasının önüne kocaman “Termik santrale hayır” pankartı açtı. Basına demeçler verdi, “Bu burada yapılırsa, benim cesedimi çiğnemek zorundalar” dedi. Bununla kalmadı, mahkemeye gitti. Yerel bölge mahkemesi, idare mahkemesi belediyeyi haksız buldu. Danıştay’a itiraz ettiler, Danıştay belediyeyi haksız buldu ve orada termik santralin yapılmasına izin verdi. Fakat halkın, bütün Termelilerin, çevreye karşı duyarlı olan kesimlerin karşı durması sonucunda hükümet Terme’de termik santral yapma kararından vazgeçti. Demek ki bu bize bir ipucu veriyor. Sadece çevrecilerin, duyarlı insanların baskısı yetmiyor; politik güçle yerel halkla birlikte bir şey yaratabilir miyiz acaba diye bakmamız gerekiyor. Bu çok önemli bir örnektir. Kadın hareketi de Türkiye’de son zamanlarda önemli başarılar kazanmıştır. Bu da kadınlarla beraber erkeklerin de bu davaya sahip çıkması sonucunda. Örneğin, Medeni Kanun’da zinayla ilgili olarak yapılan değişiklik çok büyük bir başarıdır. Bir halk hareketi için bize bir ipucu veriyor. Politik ekolojinin sınırlarını nasıl zorlayabiliriz diye bize bir örnek veriyor. Son zamanlarda kadına karşı istismar ya da kadına karşı şiddete karşı yasalarda yapılmaya çalışılan değişiklikler bunun güzel örnekleri... Hâlâ hükümet bu konular üzerinde çalışıyor, misal hayvan hakları konusunda... Son zamanlarda Türk halkı birden bire çok hayvan sever oldu, çok güzel bir gelişme oldu ülkemizde ve bu konuda da yeni çalışmalar yapılmaya başlandı. Eğer bir hareketi uluslararasılaştırabiliyorsanız bir gücü var. Hepiniz jean pantolon giyiyorsunuz ve biliyorsunuz bunu da üreten Amerikan Levi’s firması... Hindistan’da ya da Latin Amerika’da çocukları ve kadınları çalıştırarak bu jean’ları üretiyor ve dünya piyasalarına

31


32

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

sunuyor. ABD’de çocukların ve kadınların burada çalıştırılmasına karşı olan hareket sonunda geri adım atmak ve bu düzeni değiştirmek zorunda kaldılar. Çalışanlara hak tanımak, onlara göre daha yüksek ücret ödemek gibi birtakım şeyler yapmak zorunda kaldılar. Demek ki ulusal boyutta bir kere yerelde bir hareket yapılabilir, ama burada politika aktörlerinin tamamıyla işbirliği yapmak lazım. Öyle bir tanesiyle bir araya gelmenin bir faydası olmuyor. İkincisi, bazı konular gerçekten uluslararası önemdeki konular, oralarda bu uluslararası hareket yaratılabilir. Bir de tabii ki yerel yönetimlerde biraz ağırlığımızı koymamız gerekiyor. Biraz önce İkbal de söyledi, yani kent konseyi bunun için kurulmuş olan bir mekanizma, işte bu 2005 reformunun getirdiği yeniliklerden bir tanesidir. Yerel politika yapmak imkânı bir miktar doğmuştur. Bunu daha iyi kullanabilirsek politik ekolojideki ekonomik faktörlerin üstesinden gelebiliriz diye düşünüyorum. Belki de biraz daha sabırlı olmamız gerekiyor. Son olarak da ABD’den, New York’tan bir örnek vermek istiyorum. Belki hatırlarsınız, bundan 3 sene önce, New York’a 25 yıl önce içme suyu getirmek üzere yapılan iki baraj yıkıldı. Belediye yıkmaya karar verdi. Niye karar verdi? Çünkü balıklar yumurtlayamıyordu. Alabalıklar yukarı çıkıp yumurtluyordu. Çevreciler öyle bir hareket yaptılar ki 25 yılda barajın ekonomik ömrü dolmadığı halde iki baraj yıkılmak zorunda kaldı. Şimdi orası tekrar doğal hale nasıl getirilecek diye uğraşılıyor. Demek ki bazı şeyler için zamana ihtiyaç var, bazı şeyler için öncüllere ihtiyaç var; Terme Belediye Başkanı gibi. Sanıyorum ki hep beraber daha iyi şeyler yapabiliriz diye düşünüyorum. Teşekkür ederim, saygılar sunarım. HATİCE KURTULUŞ - Biz teşekkür ederiz. Şimdi üç arkadaşımız daha çevre odaklı konuşacaklar. İstanbul Kent Savunması’na son sözü vermek istiyorum. Çünkü konu İstanbul ve bütün bunları da değerlendirdiğiniz bir şey yapabilirsiniz. Çok genel bir şey İstanbul Kent Savunması, ben de takip ediyorum, onun için öncelikle diğer iki arkadaşımıza söz vereceğim. Sevil Turan Yeşil Düşünce Derneği’nden, daha sonra da Ayşe Tükrükçü’yle konuşacağız. Hazırlanırken çok kısa bir şey söyleyeyim. Fikret Bey’in konuşmasından sonra aslında bizim bu Terme meselesinde de gördüğümüz gibi, kamu yönetimi alanında çok tartıştığımız bir konu var: Kamu yararı kavramını yeniden düşünmek. Yani ‘Kamusal olan nedir?’ ve ‘Kamunun yararına olan şey nedir?’ sorularını bir kez daha düşünmemiz gerekiyor. Devletin çıkarı kamu yararı mı, halkın yararı mı; bu çok tartışmalı meseleyi bir daha düşünmemiz gerekiyor. Büyük olasılıkla Terme’deki davanın öyle sonuçlanması meselesinde demişlerdir ki, bu santral burada kamu yararı gerekçesiyle olmalı, çünkü işte istihdam sağlayacak, elektrik sağlayacak. Ama uzun vadede baktığınızda o toprağın kirlenmesi ve oradaki bütün o ekolojik dengenin bozulması kamu yararı değil. Bu kavramların tekrar tekrar tartışılması gerekiyor aslında, bu da ayrı bir tartışma konusu. SEVİL TURAN - Teşekkür ediyorum. Bugün bu kısa vakitte aslında ben iki temel konu üzerinden yerel politika ve politik ekolojiyi anlatmaya çalışacağım. İlk oturumda konuşulmuştur muhtemelen iklim krizinden bahsedilirken... Bu büyük çöküş aslında en çok yoksulları, kadınları ve çocukları, gelecek kuşakların hayatlarını riske atacak bir boyutta. Bu dönüşümü konuşurken de hassas ve dezavantajlı gruplara dair politika oluşturmak yerelden sağlanabilecek kanallarla da mümkün olabiliyor. Sevgili Hocamın da belirttiği gibi ben yerel politika oluşturma ve bir şeyleri değiştirme konusunda umutsuz bir konumda değilim, aksine geçtiğimiz son dönemde bu umudumu büyüten fırsatların ortada olduğunu düşünüyorum. O yüzden krizi yönetirken nereden, nasıl bir biçimde bu sürecin oluşturulabileceğine dair iki temel vurgu üzerinden ilerleyeceğim: Birincisi, yeşil politikalar oluştururken her zaman söylüyoruz, yerel katılımcı eşitlikçi, adil, sürdürülebilir politikalar oluşturulması gerektiği. Aslında iklim krizi söylediğim gibi bir anlamda bu politikaların yerelden oluşturulması için insanları mobilize etmeye başladı. Bu Türkiye’de ve dünya ölçeğinde değişen


Oturum 2 |

bir durumu gösteriyor. Makro politikaların yönetildiği bir biçimden, yerelden politika üreten ve bu politikaların savunuculuğunu yapan bir biçime dönüşüyor, çünkü doğrudan birebir mağdur olan bir kesimin mobilize olma gerçeği var. Bu da gerçeği değiştiriyor ve dönüştürüyor. Bunun avantajı ve fırsatı var. Diğer yandansa bu gerçekle beraber yerel yönetimlerin yeni süreçte birçok yerde daha aktif olmasıyla beraber ve iklim krizinin de aslında birçok uluslararası anlaşma ve gelişmeyle birlikte ele alınmasıyla beraber politika örnekleri de oluşturulmaya başlıyor. Kompakt kentlerin oluşturulma, toplu ulaşıma dayalı, enerji verimliliğine dayalı politikaların oluşturulma süreci de belirleniyor ki bu da aslında doğrudan yurttaşların katılımıyla beraber bir sürecin örgütlenmesini içeriyor. Tek başına makro bir politika biçimi olmuyor. Bu yeni süreçte de tüketimi örgütleyecek, tek başına üretim değil; tüketimi örgütleyecek bir fırsatlar silsilesi ortaya çıkıyor. Peki, kavram söyleyeceğim burada: Biri kenti dönüştürmek, biri aslında kırsalı dönüştürmek. İstanbul’dan bahsederken, kenti dönüştürürken kırsalı dönüştürmekten bağımsız konuşmamızın çok mümkün olduğunu düşünmüyorum. Çünkü Türkiye gerçekliğinde aslında İstanbul bambaşka bir algı yaratıyor. Biraz uç bir örnek olabilir ama Doğu Ekspresi’ni örnek vereceğim: Kente dayalı bir üretim ve tüketim politikası oluşturuyor ve büyüme buradan oluşturuluyor, ama son yıllarda Kars’ın sosyo-ekonomik biçimiyle değişen bir furya başladı. Bir yandan bu dijital çılgınlık, bir yandan da aslında İstanbul’daki yaşamın dolaylı etkisi neticesinde trenlerle insanlar Kars’a taşınıyor, orada bir başka ekonomik alan yaratılıyor. Bu olumlu mu, olumsuz mu kısmını düşünme sorusunu ortaya bırakarak devam edeceğim. Çünkü şöyle bir durum var: İstanbul’daki yaşam dönüşürken olumlu anlamda kentin içinde kenti dönüştürürken bir yanda alternatif ekonomik ve dayanışma ağları oluşturuluyor. Aslında bu tüketimi örgütleme boyutunun bir kısmını oluşturuyor. Eğitim, bakım, gıda, ulaşım, enerji alanındaki dayanışma ağları üzerinden alternatif bir alan açmak ve aslında bu yerel dayanışma ağları üzerinden hem tüketimi örgütlemek, hem üretimi dönüştürmek, yani türetici olma kavramı üzerinden yeni bir süreç çıkıyor. Özellikle son dönemdeki politikalarda artan gıda topluluklarının oluşmasıyla, gıda kooperatiflerine yönelimle ya da son bölümde bahsedeceğim enerji kooperatifleri üzerinden tartışmaların ve girişimlerin olmasıyla buradaki merkezi anlamda 5 yıllık politika belgelerinde olmasa bile bürokratlar ve politikacılar bazında enerji kooperatiflerinin desteklenmesi konusunda bir dönüşüm de var. Ulaşım konusunda yapılan girişimler, tartışmalar var aynı şekilde; bunu dönüştürecek birçok yapı gidiyor. İstanbul’un kenti dönüştürme, kırsalı dönüştürme kısmına gelirsek şu noktaya değineceğim: İstanbul’da bir ekonomi yaratıyor ama dışında şöyle bir ekonomi daha yaratıyor, bir turizm ekonomisi yaratıyor. Aslında kentler, yani kırsalda var olan ekonominin de çöküşüne yol açacak bir boyut da, birden bire patlayan yazlık yerler ya da tatil yerleriyle değişen ekonomi ve aslında üretemez hale gelen bir yapı da yaratıyor İstanbul. İstanbul’un bu gerçeğini olumlu bir şeye dönüştürmek mümkün mü? Tartışmalarda hep konuştuğumuz, aslında bu yerel dayanışma ağları ve alternatifleri özellikle kadınlar ve çocuklar üzerindeki yapıcı politikalarda İstanbulluların köyü olma kavramını biz çok kullanıyoruz. İstanbul’un bir köye ihtiyacı var, İstanbulluların bir köye ihtiyacı var; bu İstanbul’un kendisi de olabilir. Diğer yanda ise İstanbul dışında sadece tatil olarak, hani ekonomisini ve politik gerçekliğini değiştireceğimiz yapılar dışında üretim mekanizmalarını teşkil edeceği sahalar da yaratmak var. Buna şu noktadan bakabiliriz: Bir 10-20 yıl öncesine kadar İstanbul’da yaşayan, kırsaldan gelen insanların yarattığı başka bir ekonomik ağ vardı. Bu neydi? Kırsalda yaşayan insanların ürettiği yiyeceklerin İstanbul’da yaşayan insanlara getirdiği bir kanal oluyordu. Bu küçük bir çaba gibi gözüküyor ama bütüncül olarak baktığımızda hem yoksul kesim için ciddi bir ekonomik alan oluşturulması, hem de insanların sağlıklı gıdaya ulaşması açısından bir kanal da oluşturuyordu. Ancak kırsaldan kente göçüşle beraber bu ağ yok oldu. Şimdi onun yerini gıda kooperatifleri, gıda toplulukları gibi kanallar alıyor ama bu çok yapıcı ve etkili bir şekilde ilerlemiyor. Çünkü burada aslında sivil toplumun ve yerel belediyelerin etkin yer alamamasından ya da bu

33


34

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

sürece tam olarak girememesinden kaynaklı bir kopuş var. Bu sürecin yapıcı bir şekilde yeniden kurulmasıysa kırsalda üretim mekanizmasını yeniden harekete geçirebilir. Böyle bir avantaj var. İstanbul’u dönüştürürken, kenti dönüştürürken bir yandan da kırsalı dönüştürme örneğini buradan herhalde kısaca verebilirim bu konu üzerine yapıcı düşüneceğimiz zaman. İstanbul özelindeyse, başlık olarak geçtim ama sadece düşünme, tartışma anlamında nasıl dönüştürebiliriz, bu bütüncül politikaları nasıl oluşturabiliriz kavramını düşünürken. Birçok dayanışma ağı kuruluyor ama bu dayanışma ağlarının çoğu zaman dışında kalıyoruz. Çok temel ihtiyaçlardan biri mesela, yapıcı yerel politikalardan bahsederken belediyelerle, birçok yapıyla ortaklık olabilecek bir örnekten, bakım evlerinden bahsedeceğim. Belediyelerin kreşleri var evet ama bu kreşlere mesela, yaşlılar, gençler, çocuklar için alternatif ekolojik dönüşümü de içerecek başka bakım alanlarının açılması, buna ilişkin dayanışma ağlarının kurulması mümkün. Mesela, biz Yeşil Düşünce Derneği çevresinde oluşan bir ekiple böyle yeni bir ağ yaratmaya çalışıyoruz. Birçok insanın çocuğu var, çocuklarının bir arada bakım olanaklarının olabileceği, burada aynı zamanda iklim değişikliğine, ekolojik dönüşüme dair bir dayanışma ağının da, mahallenin yoksul kesimlerini de içerecek şekilde kapsayacakları bir dayanışma ağının da tartışmasını yapıyoruz. Birçok alternatif ağı bu şekilde kurmak, kurgulamak mümkün ki yerelde de, İstanbul dışındaki yerelde de buna dair birçok örneği barındırıyoruz. Ben asıl temel noktaya geleceğim, bu örnekler dışında aslında: Enerji meselesi. İklim değişikliğinden bahsederken en temel, en can alıcı nokta tabii ki enerji konusu ve aslında enerji politikasında her ne kadar çok makro politik olarak bakılsa bile asıl bunun değişim noktasından, yani yerelden örgütlenecek bir yapıyla mümkün olabileceğini düşünüyorum. Tabii en yeşil enerji biçimiyle, yenilenebilir enerji sistemleriyle kurgulanması. İklim değişikliği ve kentsel dönüşüm meselelerinde yerelden politika oluşturmak, güç merkezleri oluşturmak, sivil toplumun katılımını sağlamak gibi dönüştürücü noktalardan bahsederken enerji politikaları üzerinden bir kurgulamayı yapmak zorundayız. Bunun dışında başka bir şansımız yok çünkü. Enerji bağımlılığını -birçok farklı siyasi fraksiyonun başka yerden bakışıyla enerji bağımsızlığınıya da demokrasi gibi konulardan ele alabilirsek fosil yakıtlara bağımlılığı, yerelden, katılımcı ve demokratik biçimde gerçekleştireceğimiz enerji politikalarıyla değiştirmemiz ve buna dair adımlar atmamız gerekiyor. Biz son dönemde yurttaşın enerji santralleri (YES’ler) ve yenilenebilir enerji kooperatifleri (YEK’ler) üzerine çalışıyoruz. Birçok çalışma yaptık, bunlarda temel nokta yurttaşların aktif katılabileceği ve enerji üreticisi ve tüketicisi olacakları, aynı zamanda o yereldeki enerji politikalarını belirleyebilecekleri ve yerel belediyelerin ise iklim değişikliğine uyumlu politikalar belirlerken temel alacakları bir güç odağı oluşturmak açısından da biz konuyu ele alıyoruz. Çünkü tek başına buna biz enerji politikaları demiyoruz, aslında enerji demokrasisi üzerinden bu konunun değerlendirmesini düşünüyoruz. Burada temel başlıklarda biri olan enerji kooperatifleri üzerinden ‘Neden enerji kooperatifi?’ konusuna dair birkaç şey yazmıştım. Yerinden, yerelden yönetim ve tüketim; aslında iklim değişikliği azaltım politikaları konusunu doğrudan etkileyecek bir alan açıyor. Çünkü kooperatifler burada özdenetim mekanizması oluşturuyor; enerji bağımsızlığı ve enerji politikalarının demokratikleşmesi konusunda ciddi anlamda katkı sağlıyor. İstihdam politikaları konusunda özellikle yerellerin adil, yeşil, yenilenebilir işlerde çalışması için enerji kooperatifleri ya da yurttaşın kuracağı enerji santralleri ciddi bir alan açıyor. Buna dair birçok araştırma var, aslında şu anda kömürlü termik santrallerin sağladığı istihdam olanağından daha fazla şekilde ve tek başına üretim teknolojilerinde değil, yenilebilir enerji sistemlerinin bütün kurgulanma aşamasında bunu sağlayabilecek bir alan veriyor yenilenebilir enerji kooperatifleri ya da bütünüyle yenilenebilir enerji sektörü diyebiliriz. Temiz, güvenilir, adil, erişilebilir bir alan açıyor ki bu aslında yurttaşlar için çok temel haklardan birini oluşturuyor. Tabii en temel şeylerden biri de iklim değişikliğinin önlenmesine katkı sağlıyor oluşu.


Oturum 2 |

Son nokta olarak şunu söyleyeyim ben ve bitireyim: Türkiye’de özellikle 2012 yılından bu yana aslında yenilenebilir enerji kooperatiflerinin kurulması üzerine verilen birtakım destekler var, çünkü birey destekli enerji üretiminin önü şu anda kapanmış durumda kotalar sebebiyle. Özel kota sağlanabiliyor buna dair, bu nedenle de şu ana kadar kurulan 23 adet enerji kooperatifi var. Bunlardan biri daha yeni üretime geçti ve şu anda biz belediye ortaklığıyla tamamen sivil inisiyatifle ve özel şirketle yerelden katılımın sağlanabileceği enerji kooperatiflerinin modelleri olmak üzere birçok model üzerine çalışıyoruz. Bunların belediyelerle ortak kullanılması üzerine politikalar geliştirebiliyoruz. Bununla ilgili ayrıntılı bilgi almak isteyen ve burada aktif olarak bu süreci takip etmek isteyen kişiler bizim web sitemizden bu bilgilere de ulaşabilirler diye ben tamamlayayım, kalan notlarımı da öbür kısımda iletirim. Teşekkür ediyorum. HATİCE KURTULUŞ - Biz teşekkür ederiz. Şimdi yaklaşık 20 dakikamız var, eğer 10’ar dakikaya sadık kalırsak konuşmalarımızı bitirebileceğiz ve salonla interaktif bir tartışmaya geçebileceğiz. Ayşe Hanım, sizi alıyoruz şimdi, buyurun. AYŞE TÜKRÜKÇÜ - Öncelikle herkese çok teşekkür ediyorum. Benim burada ne işim var diye kendi kendime sordum. Çünkü o kadar derin konuların içerisine girildiğinde her konuşmacı arkadaşlarımdan kendime bir şey çıkarttım. Hocam dedi ki, “Çocuk tacizleri, tecavüzleri... Belli yasalar... Vesaire.” Kusura bakmayın, yasa yok. Çünkü ben tecavüz mağduruyum. Yargılanmadı, edilmedi, ama suçlu hep ben oldum. Belediyelerin misafirhaneleri var ama misafirhane diye bir şey söz konusu olduğunda 2002 yılında çıkan bir yasa var. Anne ve çocuk için her 50 bin nüfuslu olan belediyelerde misafirhane açılması lazımken, o misafirhanelerin ben nerede olduğunu şahsen bilmiyorum, kalamadım çünkü, yine yok diyebilirim. Onların açılması için yasalar var ama açılmıyor. İleriki hayatımda genelevlere satıldığım için Türkiye’de yasa onun için var, belediye onun için yer tahsis ediyor, ama anne ve çocuğa konaklamalarda tahsis edilmediğini biliyorum. Türkiye genelinde 32 kadın sığınma evi var, 16’sı STK’lara, 16’sı devlete ait; anne ve çocuk toplam bin kişi kalabiliyor. Oysa Türkiye’nin nüfusu 80 milyon. Yani burada bir eksikliği yeniden ortaya koyayım. En basiti şöyle: Kimde 1 lira var Allah rızası için? Verir misiniz bana? Allah razı olsun, süpersin. Başka 1 lirası olan var mı? Allah rızası için istiyorum. Çok teşekkür ettim. Başka var mı? Varmış, sağ ol ya. Sizde? Cüzdan olsa vereceksin. Hocam, sizde var mı? Hocamda yokmuş, sizde var mı? Sağ ol, teşekkür ettim. Sen de ver, sen de geri dağıt. İşte sokakta 1 lira isteyip de Allah rızası için diye verdiğiniz parayı o insanların hayatlarının elinden çalıyorsunuz, onları köleleştiriyorsunuz, sokakta yaşamaya mahkûm ediyorsunuz. O yüzden “Hayata Sarıl Lokantası” diye açtığımız mekânda sokakta yaşayanlara iş veriyoruz biz, toplumda yok sayılanlara iş veriyoruz, geçmişiyle yargılamadığımız insanlara iş veriyoruz biz. Tedavi merkezi dediğiniz yerde 21 gün kalıyorlar; bunlar alkol, madde kullanıyorlar -sokakta şu anda madde 8 yaşındaki çocuğun elinde, ben bali çekerken görüyorum. “Ay yazık!” diyorsun. Onun için ne yapıyorsun ki “Ay yazık!” diyorsun? Ona verdiğin 1 lirayla “Git devam et” diyorsun; öbürüne diyorsun ki “Alkoliksin”. Evden çık, biri kocasından kıskanır, biri karısından kıskanır, ama o insanın ayakta durmak için verdiği mücadeleye asla saygı duymazsın. O yüzden biz Hayata Sarıl Lokantası’nı açtık. Kasımın 2’sinde açtım, bu ayın 17-18’ine kadar yaptığım çeteledeki rakam belli; 23 bin 400 tabak yemek vermişim. Kime verdim? Evsize verdim. Belediyeye gittiğimde belediyenin dediği cümle şu: “Bende kayıtlı evsiz yok.” Hangi evsizin kaydı var ki onda olsun? Sen evsizi önce kabul edeceksin. İş, aş, yaşam dediğinde sen her şekilde o insanın hayatını yok sayıyorsun zaten, çünkü o adam parkta yaşıyor. Kılığına, kıyafetine, düzenine bakarak o insana zaten iş vermiyorsun, aş vermiyorsun. Ondan sonra bana hayat kadını diyebiliyorsun, öbürüne bilmem ne diyorsun, öbürünün hayatını çalıyorsun. Sonra yasa, hangi yasa? 1996 yılında genelevden çıktım, hâlâ da toplumda ve devletin gözünde hayat kadınıyım. Ben hayat kadını değilim, şimdi size sorsam, birinize sorsam geneleve gittiniz mi desem yok dersin, öbürü de yok der; o zaman

35


36

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

ben orada niye çalıştım? Manukyan’ın ayağının altına kırmızı halı serip de ödül veren belediye başkanlarımız bu İstanbul’undu, benim değildi. Fatma Şahin şimdi yeni genelev için ruhsat verdi açılsın diye. Evsiz için ne yaptınız, sokakta yaşayan için ne yaptınız, toplumda yok sayılan için ne yaptınız? Birisine o dedin, öbürüne bu dedin, öbürüne bilmem ne diyorsun. Bunların hepsi sizin çocuklarınız, benim çocuğum değil, çünkü genelevde çalışmakla ben anne de olamıyorum. Şimdi bunun suçlusu ben miyim? Ben öldükten 40 sene sonra mı benim sicilim temizlenecek? Çünkü niye? ‘76’da tecavüze uğradığımda ben suçlandım. Daha düne kadar ensest tecavüz yapan, o çocuğun hesabına yeni yasa çıkartıyor. Hangi yasayı çıkartıyorsun? O çocuğu toprağa gömdükten sonra, o çocuğun geleceğini gömdükten sonra ne yasası, bu kime yarıyor? Gelecekte olmayana yarıyor. Cezaevine koyduklarınızı ben besliyorum. Benim şu içtiğim suyun parasıyla devlet onları besliyor. O zaman niye? İşte bunun için Hayata Sarıl Lokantası her şekilde her hayata değinmiş oluyor. En basiti şu: Çürük domates bana geliyor, ben onunla yemek yapıyorum. Çürük üzümler geliyor, ben onları seçerek akşam evsizlerime veriyorum. Şimdi ben buradayım, ama aklım nerede? Burada değil, kesinlikle değil, akşam 100-120 kişiye yemek yapmam lazım diyorum. Neyle yapıyorum? Gelen gıdalarla, belli marketlerin bana bağış ettiği, sizin gidip beğenmediğiniz, mıncıkladığınız, onu beğenmeyip şunu beğenmediğiniz pazar hesabı yaptığınız o domatesler bana bağış olarak geliyor ve ben onunla 120 kişiye yemek yapıyorum. O insanlara iş desem vermezsiniz. Hani Hocam dedi ya, işte Samsun’daki olaylar için; Hocam hiç merak etme, bilinçli anlaşmalı dövüştür o Samsun Belediyesi’ninki de. Ormanın içinde 5 km. önde piknik yapılmıyor da 5 km. ormanın içinde yapılıyor, orman yanıyor, ondan sonra da biz oraya villayı dikiyoruz. Niye villayı dikiyorsun, ağaçları diksene geri, ormansa orman kalsın, topraksa toprak kalsın. Yok, 18 milyon kayıtlı İstanbul’da oturan varken hiçbir işyerinde, evlerinde toprak hattı yok. Çünkü artık hepsi betonlaşmış, hayatımızı beton ettiniz ya, yeter. Ne diyeyim ben? Size ne desem ayrı, öbürlerine ne desem ayrı… Umurumda olan o tecavüze uğrayan çocuklarımız, umurumda olan o sokakta yaşamaya mahkûm ettikleriniz, o 1 lirayı verdiğiniz insanlar, bir öğün bir dürümü yedirdiğiniz insanlar. Ben bugün o sokaktakine dürümü yedirdiğim anda yarın onun yanında iki kişi daha geliyor. Onun hayatını çalıyorsunuz. Onun için iş, aş, yaşam biraz daha farklılıktır. Adam kirli eliyle gelip aynı ekmekle kasede hiç gocunmadan ekmeği alıp yiyor. Akşamları onlarla baş etmek kolay mı? Değil, ama biri de demiyor ki abla gideyim, elimi yıkayayım. Çünkü niye, biliyor musunuz? Abla bize burada yemeği yediriyor, bir de biz buna ekstra masraf çıkartmayalım. Keşke çıkartsalar, keşke gidip ellerini yıkasalar, artık hijyeni de, beyni de her şeyi bitmiş. Bir ay sonra Esenyurt’ta toplama merkezine belediyeler yine toplar. Kendi isteğiyle götürüyor der, isterse götürür, yoksa götürmüyor, ama götüremediği adamın kimliği yok diye bu ikinci sene olacak, Tophane’de şadırvanlarda ölen vatandaş sizin babanız olabilirdi, sizin kocanız olabilirdi, sizin evladınız olabilirdi. Şadırvanda karda-kışta yatan insanlara biz evlerimizde tuzumuz kuru diyoruz. Ben kendim de evsizliği yaşadığım için bu projeye biraz daha farklı bakıyorum. Bir yılda 26 bin litre çorbayı dağıttığımda belediye “Bende kayıtlı evsiz yok” dedi. Altan’a sormadım Hocam, sende 1 lira var mıydı? Hocamda yok. Hocam, verme, beni köleleştirme, espri bu. Yani onun için hayata, kendi çocuğuna sarılma, dışarıdakine de sarıl. Bir ağaç ya da senin evindeki çiçek neyse, sokaktaki insan da aynısı, ağaç da aynısı, o toprak da aynısı. O toprağı zehirleyen bensem benimdir, en basiti saçımı boyayarak toprağı zehirliyorum. O kadar çektiğimden artık saçımda siyah kalmadı, siyah kalmadığı için o beyazları da 51 yaşında göstermek istemediğimden hatamı kabul ediyorum, ama sen yağ döküyorsun, öbürü bilmem neyi döküyor, işte biz öldürüyoruz. Birazcık hatayı kendimizde arayalım; ama kadını, çocuğu, bedeni, sokaktakini, toplumda yok sayılanı sen yok sayıyorsan benim gözümde de sen yoksun. HATİCE KURTULUŞ - Çok teşekkürler Ayşe Hanım. Aslında yeni örgütlenme, toplumun yeni muhalefeti, yeni örgütlenme biçimi, yeni dengeler, onların örnekleri bunlar. O çürük domateslerin o lokantaya gelmesi ve oradan böyle bir bilinçle tekrar topluma dönmesi, bunlar gerçekten bu


Oturum 2 |

dönemin yeni toplumsal hareketleri. Bunlara çok ciddi bir biçimde bakmak gerekiyor, desteklemek gerekiyor. Belediyelerin klasik sığınma evleri -şimdi misafirhane diyeceğiz ama misafirhane değiller, sığınma evi onlar- zaten yoklar da adlarını da güzelleştirerek onları var edemeyeceğimizi, yeniden misafirhaneye dönüştüremeyeceğimizi de biliyoruz. Ama onun yanında da işte Ayşe Hanım gibi böyle bambaşka bir kentsel hareket doğuyor. Minicik ama burada kendisi şu anda -işte bir entelektüel camia kabul edelim hani bu toplantıları hazırlayanları- Ayşe Hanım burada yerini alıyor. Bunlar çok önemli; umutlanacağımız, hani sabah çok umutsuzduk ya, evet, fen bilimleri açısından çok umutsuzuz öyle bakarsak ekolojik meselelere, iklime, ama sosyal bilimler açısından hiç de o kadar umutsuz değiliz. Yeni toplumsal hareketler belki bütün dünyayı dönüştürecek, başka bir şey çıkacak. Yani öyle umut edelim. Şimdi son sözü İstanbul Kent Savunması’ndan Deniz’e veriyorum. DENİZ ÖZGÜR - Herkese merhaba. Şimdi tabii Ayşe Abla’dan sonra konuşmak gerçekten zor olacak. Hani kentin esas problemini ve görünmeyen meselesini açık etti. O belediyeye, Beyoğlu Belediyesi’ne gittiğinde “Bende evsizlerin kaydı yok” cevabını aldı, ama o belediyede bütün binaların kaydı vardır, emin olun. Binaların tek tek kaydı kuydu vardır, ama evsizlerin kaydı yoktur. Bir gayrimenkul uzmanına dönüşümün adaletsizliği sorulduğunda “Beni insanlar değil, binalar ilgilendirir” demişti. Şimdi artık emin olun belediyeleri de binalar ilgilendiriyor, insanlar ilgilendirmiyor. Ben aslında daha dağıtırım diye düşünüyordum, ama Hatice Hoca bana toparlama görevi verdi. Bakalım nasıl başa çıkacağım bu durumla? Adettendir biraz, yapıdan bahsetmek isterim. İstanbul Kent Savunması’ndan çok kısaca şöyle bilgi vereyim: Aslında Gezi Direnişi öncesi de belli sacayakları olan, belli örnekleri olan, kıvılcımları olan bir mücadele alanının Gezi Direnişi ile beraber çok haklı bir yerde ve çok toplumsal bir biçimde örgütlenmesiyle ortaya çıkan bir yapı İstanbul Kent Savunması. Kent savunması kavramından bahsedecek olursak da, biraz yeni dönemde yeni karşılaştığımız probleme dair bir çözüm diyebiliriz. Yani yeni bir olguyla karşı karşıya olduğumuz aşikâr, kent savunması diye bir kavramımız var çünkü. Bu dönemin problemleri malum, özellikle 8-10 yılın problemleriyle karşı karşıyayız. Bu anlamda gerçekten aslında çılgın zamanlarda yaşıyoruz. İşçi cinayetleri, toplu gıda zehirlenmeleri, çocuk istismarları, kadın cinayetleri, kültürel mirasın tahribatı, vesaire; hani çok bambaşka bir zaman diliminde yaşıyoruz. Kent savunması da, kent mücadelesi de, yurttaşların kent için verdiği mücadele de yeni bir döneme tekabül ediyor ve bu dönemin koşullarında yeni bir cevaba aslında tekabül ediyor. İstanbul Kent Savunması da böyle bir örgütlenme. 27 Haziran 2014 tarihinde kuruluşunu ilan etti, Gezi Direnişi’nden sonra; biz tabii Gezi Direnişi’ni o anlamda bütünüyle haklılığıyla, toplumsallığıyla sahipleniyoruz. İktidarın Gezi’ye biçtiği rol üzerinden herhalde bakmıyoruz. “İlk 3 gün iyiydi, ondan sonra bozdu” gibi saçmalıklarla bakmıyoruz Gezi Direnişi’ne. Kent mücadelesi verenler gibi, İstanbul Kent Savunması da şöyle bir okuma yapıyor esasında; biraz aslında Fikret Hocam temas etti o noktaya, ben de öyle bir çerçeve kurmak istiyorum. Bir kere bir kentsel kriz ortamında olduğumuzun okumasını yapıyor aslında kent mücadelesi, bir kentsel kriz ortamındayız, bunu kabul etmemiz gerekiyor. Bunun da aslında iki nedeni var: Biri küresel finans piyasası ve bu piyasanın İstanbul’a biçtiği rol. İkincisi de buna bağlı olarak merkezi hükümetin yine İstanbul’a biçtiği rol. Bu bağlamda aslında İstanbul’un bir yereli var mı sorusunu bizim sormamız gerekiyor. Ben kişisel olarak da, mücadele verdiğimiz mecra içerisinde de aslında İstanbul’un bir yerelinin olmadığının sonucuna varıyoruz ve bizim bütün çabamız İstanbul’un yerelini oluşturabilmek. Yani yerelin hakkı yerele, İstanbul’un hakkı İstanbul’a, biz bunun mücadelesini esasında veriyoruz. Dediğim gibi Gezi’den önce de bu mücadeleler kendini var etti, Gezi’den sonra çok daha kitlesel, çok daha toplumsal bir biçimde bu mücadeleler kendini var etti. Bütün meselemiz gerçekten İstanbul’un kendinden kaynaklanan dinamikleri, kendi ihtiyaçları, kendi nüfus problemiyle başa çıkması, kendi ekolojisi, hava koridorları, su havzaları, kentin altyapısı ve karşılaştığı bütün problemlerle kendi dinamikleri üzerinden çözüm üretmesi meselesi. Fakat

37


38

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

burada dediğim gibi küresel finans piyasası ve ona göbekten bağlı olan ve o doğrultuda kenti dönüştürmeye kendini vakfetmiş olan mevcut siyasi iktidarın duvarıyla karşı karşıyayız. Bu anlamda yurttaşlar böyle bir mücadele aslında veriyorlar. Bir-iki tane çok somut örnek verelim: Bir kere mesela İstanbul’un yereli olmadığını Kanal İstanbul’dan bence herkes çok rahat okuyabiliyordur. Kanal İstanbul çok otoriter, çok totaliter bir şehir yönetim anlayışının somut örneğidir. 3. Havalimanı’nın yerel ihtiyaçlardan, taleplerden, İstanbul’un kendi ihtiyacından kaynaklandığını söyleyebilecek kimse var mı? 3. Köprü, şu an trafik sorununu mesela, çözdü mü ya da? Ara ara giden arkadaşlar oradan fotoğraf atıyorlar, bomboş bir köprünün varlığını hepimize gösteriyorlar, kanıtlıyorlar. Kullanılmayan bir proje, bunların tabii arkasındaki ekonomik dinamikleri, hazine garantilerinin hiç detaylarına girmiyorum, ama bunların bütün ülkeyi sürüklediği darboğaza hepinizin dikkatini çekmek isterim. Böyle bir dönemi şu an zaten idrak ediyoruz hep beraber, dolayısıyla bu tespiti yapmamız ve buna göre çaba sarf etmemiz gerekiyor. Biz de bulunduğumuz bütün alanlarda dediğim gibi bu yerel dinamikleri hayata geçirmeye çalışıyoruz. Bu anlamda tabii en basit örneklerden biri de, Kabataş meselesi. Şehirde yaşayan insanları ilgilendiren bir proje var. Kentin en merkezi meydanına bir proje getiriliyor ve on binlerce insanın günlük olarak kullandığı bir alan ucu belirsiz bir tarih içerisinde kapatılıyor ve insanlara nerelerden gidileceği ilk zamanlarda gösterilmiyor. İnsanlar, doğal olarak yurttaşlar buna tepki gösteriyorlar ve en demokratik biçimde, tırnak içinde “en naif biçimde” hakikaten bu tepkilerini dile getiriyor, bilgilendirme yapıyorlar. Belediyenin yapmadığı bilgilendirmeyi yapıyorlar, onu söyleyeyim. Kabataş’ta biz 17 Haziran’da yola çıktık ve Temmuz’un sonuna doğru belediye bildiri dağıtmaya, branda asıp insanları bilgilendirmek zorunda olduğunu fark etmeye başladı. Bu aslında bu hareketlerin ne kadar önemli olduğunu da gösteriyor. Bir yandan belediyenin kendi yapması gereken görevi aslında biz kendisine hatırlatıyoruz. Çünkü kendisi kendini bir yerel olarak değerlendirmiyor, onların her biri birer yatırım projesi ve hepsi emin olun merkezi hükümet tarafından planlanıyor. O yüzden orayı kullanan yurttaşla bir ilişkisi olduğunu düşünmüyor, oradan bakmıyor meseleye. Biz orada her gün bildiri dağıttık, insanlara burada yapılacak işin ne kadar gereksiz olduğunu anlattık ve ekonomik olarak da yatırımın ne kadar gereksiz olduğunu anlattık. 10 Ağustos 2016 tarihinde kapandı orası, iki yıl geçti ve şu an biliyorsunuz proje çöktü. Bundan sonra ne zaman açılacağına dair herhangi somut ve teknik bir bilgi yok, açıklama yok. Emin olun bilgi almak için uğraşıyoruz, bizim görevimiz de bir yandan bu, üstelik biz sürekli ilgilenen insanlarız. Belediye meclis toplantılarını takip etmeye çalışıyoruz, görüşmeye çalışıyoruz, AKP Meclis üyeleriyle görüşmeye çalışıyoruz, görüşemiyoruz, bilgi alamıyoruz. Böyle bir şey yok. Kararları kaçırıyorlar ve şimdi iki sene oldu orası bu hale geldi ve en son gelinen noktada bizim tahmin ettiğimiz şu: Daha önce çünkü yeraltına ineceklerdi, devasa saçma sapan bir proje yapacaklardı. Biz onlara şeyi söyledik, iskelelerin, hani iskele yapılarının düzenlenmesi yeterlidir, burası zaten bir transfer merkezidir. Buraya böyle büyük müdahale yapmayın demiştik ve iki yıl sonra o noktaya geldiler. Şu an sadece çok büyük olasılıkla iskele binalarını düzenleyerek orayı hayata geçirecekler, ama bunun da tarihi yok. Hani bir sene, bir buçuk sene daha fazla mı uzayacak? Bu arada tabii harcanan kamu parası da cabası. Yani atıyorum, mimara verilen, Hakan Kıran’a verildiği söylenen 750 bin liralık bir para vardı, gitti. Şimdi yeni proje çizdirilecek. Biz o yüzden yerelin hakkını yerele vermenin kendisini bir paradigma olarak aslında önümüze koyuyoruz ve bunun mücadelesini vermeye çalışıyoruz. Bir önceki oturumda da konuşulan bir meseleydi, bu noktalara siyaseten nasıl müdahale edeceğiz meselesi konuşuldu. Şimdi bir yandan yerel seçim meselesi konuşuluyor. Örneğin, ilk oturumda yerel seçim yaklaşırken yerel yönetim politikalarına, yaklaşımlarına iklim değişimini nasıl taşırız meselesi tartışıldı. Ben mesela, onun yerine yerel seçimin kendisinin bir kere nasıl gündeme geleceğini düşünüyorum ötekinden ziyade, çünkü bir kere 24 Haziran deneyimi yaşandı. Bir seçim meselesinin kendisi artık bir problematik, bunu hepimiz görüyoruz. Dolayısıyla bizim başka bir


Oturum 2 |

yaklaşım geliştirmemiz gerekiyor gibi. Ayrıca nasıl bugünkü Meclis bir tiyatroya çevrildiyse, oradaki 600 kişinin neden orada olduğunu bence herkes biliyordur. Bir Meclis faaliyeti yürütmek için orada olmadıklarını bence herkes biliyordur. Orası sadece bir demokratik ortam yanılsamasını sürdürmek adına bırakılmış bir alandır. Dolayısıyla tek adam rejimiyle zaten karşı karşıyayız. Aynı şey, emin olun yerel yönetimler için de geçerli olacaktır. Zaten bütçe üzerinden çıkan kararnamelerle yerel yönetimlerin o gücü elinden alındı. Başka şeyler gelecektir ve bence adım adım yerel yönetimler, yerel parlamentolar işlevsizleştirilecektir, ama varlığını sürdürecektir ki biz seçime inanalım ve oralara aday olarak oraları zorlayarak bir şeyler değiştirebileceğimizi düşünelim. Bu istendiği için biz o oyuna devam edeceğiz, ama esas kararlar başka zeminde, başka paralel yapılarda, direkt merkezi biçimde zaten yürütülecektir diye düşünüyorum. Dolayısıyla önümüzdeki seçimlere gelin, bir de bu taraftan bence beraber bakıp değerlendirelim ve bunun üzerinden bir yöntem geliştirelim. Bu tabii ki bizim atacağımız adımları oldukça daraltıyor, yani kara bir tablo çiziyor; ama biz, ben bu umutla ilgili tartışmaya değer küçük bir ekleme yapacağım. Umut ve umutsuzluk meselesini bence biz çok yanlış tartışıyoruz. Yani iyi bir örnek bulamasak biz yaşamaktan vaz mı geçeceğiz, mücadele etmekten vaz mı geçeceğiz ya da temel değer olarak adaletli ve güzel bir dünyayı yaratma idealinden, davasına inancından vaz mı geçeceğiz? Hayır, vazgeçmeyeceğiz. Hiçbir iyi örnek olmasa dahi, hiçbir iyimser örnek olmasa dahi, umutvar örnek olmasa dahi biz bu hayatı bu şekilde sürdürmeye bence devam edeceğiz ve devam etmeliyiz; dolayısıyla burada esas mesele umudun varlığı değil, kararın varlığıdır, iradenin varlığıdır, inancın varlığıdır. Bu olduktan sonra biz bu hayatı tekrardan öreceğiz. Burada da iki meselemiz var: Ya karar mekanizmalarında yer alacağız -çünkü oralardan belirleniyor ve bizim hayatımızı belirliyor- ya da o karar mekanizmalarını parçalayıp, kendi karar mekanizmalarımızı oluşturup oradan hayatı tekrardan örgütleyeceğiz. Başka bir çıkış yolu olduğunu düşünmüyorum. Bu yerel örneklerin, verilen yerel mücadelenin, lokal mücadelelerin kaybedilen veya kazanılan, önemsiz konular olduğu anlamına gelmiyor; tam tersi buranın bilgisinden, deneyiminden kendi fani hayatımca çıkardıklarımı paylaşmaya çalışıyorum sadece, yani bu son 4-5 yıllık süreç bile bize birçok noktada bunu gösterdi. Birçok kazanımımız oldu, birçok alanı kurtarmış olduk, birçok yeri kaybettik, ama kaybederek kazandık. Bunu böyle de görmek lazım. Yani havalimanını, köprüyü kaybederek başka bir şeyi de kazandık. Orada ne kadar haklı olduğumuzu gösterdik ve şimdi gelinen noktayı görüyoruz. Dolayısıyla bundan sonraki hayatı örerken, sürdürürken kaybettiklerimizden ve kazandıklarımızdan yola çıkarak bence devam etmeliyiz ve burada dediğim gibi gerçekten yerel bir politikadan bahsetmek için ve yaşadığımız hayata müdahale edebilmek için paradigmayı bizim tersine çevirmemiz gerekiyor. HATİCE KURTULUŞ - Çok teşekkürler Deniz, toparladın gerçekten. Bir de hani umut değil ama insana iyi hissettiriyor. Peki, şimdi ikinci bir tur yapamayacağız, çünkü 20 dakikamız var ve 16.30’da oturumu bitireceğiz. Şöyle bir şey yapalım: Soruları ve katkıları alalım çok uzun olmayacak bir biçimde, sonra o sorulara göre son sözleri verelim ve öyle bitirelim diye öneriyorum eğer size de uygunsa. SALONDAN - Teşekkürler. Ben bir soru sormak istiyorum bütün salona ve herkese: Atatürk Ankara’yı bir kent olarak oluştururken ve diğer her şeyi yaparken yabancı sermaye davet etmiş miydi, böyle bir bilgi var mı? Mimarı biliyorum evet Jansen, fakat yabancı sermayeye karşı her zaman çok temkinliydi. Bir de bir şey söylemek istiyorum: İstanbul bir deniz kenti ve ulaşımdaki payı denizin %2 bile değil biliyorsunuz, giderek de azalıyor. Şu komik sefer çizelgelerine büyüteçle falan bakılıyor zaten ve sanki lütufmuş gibi bir iskele konuluyor, sonra öbürü kaldırılıyor, bir sefer konuluyor, bir de bakıyorsunuz kış tarifesi, yok bilmem ne hikâyeleri. Ben 10 yıldır İzmir’e gidemiyorum, gemimiz 150-160 yıllık galiba. Türk limanlarındaki seyahatler tarihçesine baktığımız zaman ta Gülcemal Vapuru’yla Osmanlı’nın biliyorsunuz kuzeyden başlayıp -yani Trabzon, Hopa, İskenderun, İzmir- yaptığı bu seferler bu modern çağda, sözde tırnak içinde modern çağda, 10

39


40

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

yıldır yok. Ben sorduğum zaman komşularıma “Nilüfer Hanım, Ayşe Hanım, Fatma Hanım neden itiraz etmiyorsunuz gemi artık yok” diye, “uçak daha kolay, daha şey” benzeri yanıtlar alıyorum; yani çok çabuk uyum sağlayan ve sorgulamayan bir yapımız var. Bu beni giderek çok şaşırtıyor, inanamıyorum, yani insan hiçbir şey sorgulamaz mı? Hemen adapte oluyorlar. Bizim bu metro telaşıyla İstanbul altüst yani, her taraf kazılıyor, trafik daha beter hale geliyor. Bunu sorguladığınız zaman da kimse ciddiye almıyor. “Metro kolaylıktır” diyorlar. Halbuki biliyorsunuz sahile paralel yol olduğu zaman raylı ulaşımın, özellikle metronun hiçbir şekilde yapılmadığı bir Magna Carta’sı var şehirciliğin. Bunu söylemek bana düşmüyor plancılar varken, ama lütfen bu konuları gündeme getirelim ve insanlar artık hak ettikleri şekilde deniz ulaşımını kullanabilsinler. Çok daha ekonomik, ekolojik, az maliyeti olan deniz ulaşımı yolu unutturulmaya çalışılıyor. Bunu da gündeme almanızı rica ediyorum. Teşekkür ederim. CÜNEYT UZUNOĞULLARI - İyi günler. Beyoğlu Kent Savunması içerisinde Beyoğlu Yurttaş Meclisi’nde arkadaşlarla birlikte bulunuyorum. Sayın Hocama sormak istiyorum, Fikret Bey’e: Sunumunda halk protestolarının eksikliğinden bahsettiniz haklı olarak, uluslararası standartta bir demokrasi, hukuk devleti ve adalet ile halk protestoları arasında bir bağlantı var mı? Bütün bunların olmadığı bir ülkede yerel yönetimlerde katılım ve merkezin koşulsuz etkisini kırma ne şekilde mümkün olabilir sizce? EDA BEYAZIT - Ben bütün katılımcılara çok teşekkür ediyorum. Benim çok küçük iki-üç sorum var. Bir tanesi Sultanbeyli Belediyesi’ne. Çok güzel bahsettiniz, çocukların zihinsel gelişimiyle ilgili olarak biliyoruz ki -bu sabah veya dün sabah da Açık Gazete’de söylediler- 1.5 milyarlık bir nüfus dünyada demirin olduğu bir coğrafyada yaşıyor ve bunun da çocukların doğumunda ve zihinsel gelişimlerinde problemler yaratacağı söyleniyor. Aynı zamanda UNICEF’in geçen sene açıkladığı raporda hava kirliliğinin de çocukların zihinsel gelişimlerinde problemler yaşatacağı söyleniyordu. Bununla ilgili acaba bir çalışma yapılabiliyor mu? Onun dışında biraz önce adaptasyon konusundan bahsedildi. Bu beni de çok rahatsız eden bir kelime aslında, çünkü bir de iklim adaptasyonu planları çıkmaya başladı biliyorsunuz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz; biz iklime, iklim değişikliğine adapte olmalı mıyız, yoksa doğrudan iklim değişikliğinin yıkıcı etkilerini oluşturmamak için başka şeyler mi yapmalıyız? Bu adaptasyon konusu birazcık beni de rahatsız ediyor. Son olarak da Deniz Bey, ben de kesinlikle olumlu örneklere ve aslında kazanımlara odaklanmamız gerektiğini düşünüyorum. Buradan yola çıkarak herhalde sabahki oturumun olumsuz havasını da birazcık değiştirebileceğimizi düşünüyorum. Teşekkürler. MERİÇ DEMİR KAHRAMAN - Herkese çok teşekkürler. Ben de daha böyle derleyip toplayıcı bir katkı yapmak istiyorum. Acaba şöyle bir şekilde mi ele almalıyız diye düşündüm, herhangi bir kriz anında bir anda beliren ve sonradan yavaş yavaş kaybolan veya daha bir kenarda duran bu kentsel hareketleri nasıl sürekli bir hale getireceğimizi gündeme almamız gerekiyor. Yani bu yatay örgütlülüğü ve çokluk halinin sürekliliği söz konusu olabilir mi şeklinde bir tartışmayı açabilir miyiz kısaca da olsa? Aklıma şu geldi, Antonio Negri’nin en son kitabı “Assembly”da temel soru bu aslında, bununla ilgili çok ciddi bir tartışma var. Bu sadece Türkiye’ye veya İstanbul’a özgü bir konu da değil üstelik, bu kentsel hareketlerin sürekli bir toplum düzeni haline gelebilecek -bizim bugün anladığımız şekliyle- bir liderliği değil ama yatayda herkese eşit şekilde görev dağıtacak bir örgütlülüğü sağlayabilir miyiz, bunu sürekli kılabilir miyiz diye de bir kenarda bir sorum durursa diyeceğim. Çok teşekkürler.


Oturum 2 |

SALONDAN - Ben Ayşe Hanım’a bir şey demek istiyorum “Neden buradayım” diye başladığı için konuşmasına, sanki konudan farklıymış gibi dursa da aslında konunun tam merkezinde oturduğunu düşünüyorum. Ekolojik krizin son verilere göre en önemli sonuçlarından biri de açlıktır. Yani açlık ve evsizliktir. Eğer biz tarım alanlarını mahvedersek aç kalırız, işsiz kalırız. Bunun sonucunda da sizin dediğiniz gibi sokaklarda daha çok insan yaşamaya, çocuklar yaşamaya, kadınlar başka yollara düşmeye başlarlar. Aslında yerel yönetimlerin, belki üst yönetimlerin en önemli görevlerinden biri kadın sığınma evleri açmak değildir, olmamalı da zaten, yani kadın sığınma evlerinin açılması iyi bir şey değildir. Çoğalması demek bu ülkede sığınacak daha çok kadının olduğu anlamına gelir. Asıl görevleri kadınları sığınır hale getirmemektir, bunların olmamasını sağlamaktır. Yetim insanların olmamasını veya bir yerlerde sığınmaya muhtaç hale gelmemelerini sağlamaktır. Bununla ilgili çalışmalar yapılması gerektiğini düşünüyorum. TAYFUN KAHRAMAN - Merhaba. Hepinize öncelikle çok teşekkür ederim. Bize ekolojik krizin altında mekânsal, sosyal ve ekonomik ayakları olduğunu da gösterdiniz. Bu anlamda çok değerli bir oturum oldu. Zafer Bey az önce bahsetti, sorum İstanbul’da görünen bambaşka bir yönüne doğru olacak. Bugün “İstanbul’daki misafirlerimiz” dediğimiz kent mülteciliği kavramından bahsedeceğim. Biz bir çalışma yaptık. 39 ilçeye kent mültecileri hakkında, özellikle Suriyeli mülteciler hakkında ne tür çalışmalar yapıyorsunuz diye sorduk. Bir tek Sultanbeyli Belediyesi’nden bir cevap ve bir katkı geldi. 39 belediyenin 38’i bu konuda kör. Bugün İstanbul’da biliyoruz ki 1 milyondan fazla mülteci yaşıyor. Siz az önce Sultanbeyli’de 30 bin kişi olduğunu söylediniz, ama sizinkinden kat be kat fazla sayısında bugün bazı ilçelerde nüfus oranları var. Hatta bazı ilçelerde, şu anda nüfusun yarısı mültecilerden oluşuyor. Bu konuya istinaden, sizin motivasyonunuz neydi sizi bu konuya yöneltmek isteyen? Diğerleri bu kadar körken siz neden bu konuya yöneldiniz? Gerçekten buradaki motivasyonu çok merak ettiğim için soruyorum, bu çalışmanızda ortaya çıkan gerçek de bunu çok net bir şekilde gösterdi. Çok sağ olun. FİKRET TOKSÖZ - Bu yabancı sermaye sorusuyla başlamak istiyorum. Şimdi milli mücadele kazanıldıktan sonra ilk yapılan iş İzmir İktisat Kongresi’nin toplanmasıdır. Cumhuriyet kurulmamıştı daha, Cumhuriyet kurulmadan İzmir İktisat Kongresi toplumun bütün kesimlerinin temsiliyle toplanmıştır. Alınan karar, Türkiye’nin özel sektörle birlikte kalkınacağıdır; dolayısıyla o dönemde eğer yabancı sermayeye girecek ortam olsaydı yabancı sermayeye hayır demeyeceklerdi. İkinci bir şey, Türkiye’de devletleştirme daha sonra gündeme geldi, ilk yıllarda yapılmadı. Türkiye’deki özel sektörün yetersizliğinden dolayı devletleştirmeler yapıldı. Özellikle Fransızlara ya da İngilizlere ait firmalar devletleştirildi. Yani Cumhuriyet’in öyle bir ideolojik bir tercihi yok, gelseydi kabul edeceklerdi. İstatistikleri bilmiyorum ama çok merak ettim, bakacağım şimdi; o dönemde Türkiye’ye giren yabancı sermaye var mıydı, yok muydu, buna bir bakmak lazım. Mustafa Kemal Paşa’nın ilk sözü şudur: “Kılıçla işimiz bitti, artık bundan sonra sabanı yenmek zorundayız.” Kendisi çok pragmatik bir insandır, çok gerçekçi bir insandır. Türkiye’de olabilecek bir şeyi denedi, olmadı. Devletçilik 1930’dan sonra gelen, yani 1929 krizinden sonra gelen bir uygulamadır. Yoksa Cumhuriyet’in başında devletçiliğe geçilmemiştir. İkinci soru: Evet, Türkiye’de adaletin işleyişinde büyük sorunlar var. Hep beraber bunu yaşıyoruz; çok önemli sorunlar var, ama bu tür bir toptancılığa da ben biraz iyimser bir insanım, onun için çok kötümser bir yerden yaklaşamıyorum. Bu yüzden eskiden gençliğimizde pek çok kişi gibi ben de soldaydım, bize Türkiye’nin sorunları sorulduğu zaman “Kahrolsun sermaye, komprador burjuvazi” diye başlıyorduk ve o bitmeden sorunları çözemeyeceğimizi düşünüyorduk. Çok toptancı yaklaşmamak lazım, evet, Türkiye’deki adalet konusunda Terme kararı bunu gösteriyor. Terme’de hem idari mahkeme hem Danıştay, belediyenin aleyhine karar veriyor, ama başka bir şey devreye giriyor. Demokratik mücadeleye devam, demokrasiyle işi çözmeye çalışacağız. Türkiye’de aslında

41


42

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

eskiden birçok şeyi orduya havale ediyorduk, şimdiyse birçok konuyu yargıya havale ediyoruz. Yargının çözemeyeceği sorunları yargıya götürmüş oluyoruz. Aslında politikanın çözmesi gereken şeylerin hepsini yargıya götürdüğünüz zaman yargı da ister istemez politikleşiyor, siyasileşiyor. Dolayısıyla yargı tabii çok önemli bir yer işgal ediyor, ama bizim yargı ne olursa olsun, kanunlar ne olursa olsun demokratik mücadeleye devam etmemizin gerekli olduğunu düşünüyorum. Son olarak da kendisi cevap verecek ama ben Sultanbeyli’deki uygulamayı çok yakından gördüğüm için Sultanbeyli’de mültecilere yapılan çalışmanın Türkiye’nin yüz akı olduğunu söylemek istiyorum. Türkiye’de başka bir örneği yoktur. Bu kadar güzel bir çalışma Türkiye’nin hiçbir şehrinde yoktur. Türkiye’de İstanbul’daki belediyelerin hiçbiri de Sultanbeyli’den örnek almıyor. İstanbul’un fert başına geliri en düşük olan yeridir Sultanbeyli. Bir örnek vereyim: Şişli’de fert başına belediye harcaması 1 800 liradır, bu Sultanbeyli’de 440 liradır. Sultanbeyli bu haliyle mülteciler için kaynak ayırıyor, zaman ayırıyor, insan ayırıyor. Bu son derece önemli bir şeydir, onun için burada olan arkadaşları kutluyorum. ZAFER SÖĞÜTÇÜ - Ben teşekkür ediyorum Fikret Bey’in sözleri için. Tayfun Bey’di değil mi, yanlış hatırlamıyorum, motivasyonun ne olduğunu sormuştu. Yaklaşık 4 yıl önce yoğun bir şekilde Suriyeli mülteciler ilçemize gelmeye başladıklarında, bununla ilgili ne yapmamız gerektiği konusunda ciddi bir soruyla karşı karşıyaydık. Yani bir gerçek var ve buna seyirci kalamayacağımız düşüncesinden hareketle önce STK’larımızla bir dizi çalıştay yaptık koordinasyon halinde bir şey yapabilir miyiz diye. Ama asıl bizi bu çalışmaya iten temel unsur, insani olarak mutlaka bizim sorunumuz olduğuydu; bir çalışma yapmaya bizi sevk eden bu oldu. Tabii ilk dönemde biz dernekleşerek, sivil bir dernek kurarak bunun daha rahat yapılabileceğini düşündük. Bunun hazırlıklarını yaparken en yakınımızdan açıkçası “Bu ilçedeki mülteci akınını daha da teşvik eder, burayı bir cazibe alanı haline getirir, dolayısıyla hiç siz başımıza iş çıkartmayın, bu işe girmeyin” telkinlerinde bulunan arkadaşlarımız oldu. Birçok yerimizde de bu çekinceden dolayı çok fazla bir organizasyon yapılmıyor maalesef, ancak biz dediğim gibi tamamen insani hassasiyetlerle ve gerekçelerle bu meseleye başladık. Süreç içerisinde şunu da gördük ki meselenin bir de kendi yerel vatandaşlarımızla ilgili boyutları var. Sağlık, istihdam, rehabilitasyon, fizik tedavi, meslek edindirme, eğitim, barınma... Bizim Sultanbeyli’de hem Aile Sosyal Politikalar Bakanlığımızın bir kadın konukevi var, hem de bizim dernek çatısı altında mülteciler için ayrıca bir kadın konukevimiz var. Bu çalışmaları yapmamış olsak toplumsal uyum anlamında çok ciddi problemler yaşanacaktı ve bunun sancısını hem biz hem yerel vatandaşlarımız çekecekti. Aslında onların da rahatı için böyle bir şey yapmış olduk. Bir yandan da tabii biz siyasi bir kuruluşuz bütün belediyelerin olduğu gibi, aslında mültecilerle ilgilenmek, onlarla ilgili projeler geliştirmek siyaseten çok da getirisi olan bir mesele değil. Biz birçok yaptığımız faaliyeti sanki gizli, yasak bir faaliyet yapıyormuşuz gibi çok da reklamını yapmadan gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Çünkü kendi vatandaşımız zaten yoğun olarak ekonomik anlamda orta ve altı gelir seviyesinde, ortanın altında gelir seviyesinde vatandaşlarımızın çok yoğun olduğu bir yer Sultanbeyli. Bir hususa daha değinmek gerekirse, belediyeye çok fazla mali bir yük getirmeden çalışmalar yapmaya çalışıyoruz. Çok sayıda uluslararası fon sağlayıcıyla ve ulusal STK’larla birlikte çalışıyoruz. Örneğin Welt Hunger Hilfe en önemli fon sağlayıcılarımızdan biri, Almanya merkezli bir vakıf; bunun gibi bu konuda uluslararası çalışmalar yürüten vakıf ve STK’lardan hemen hemen %80 diyebileceğimiz oranda finansmanı karşılayabiliyoruz. Ayşe Hanım birkaç şey söyledi, onlara da katkı yapmak isterim müsaadeniz olursa, çok uzattıysam özür diliyorum. Öncelikle belediyede kaydın olmama durumundan bahsetti. Ben de yaklaşık 4 yıldır Sultanbeyli Belediyesi’nde Sosyal Destek Hizmetleri Müdürlüğü’nü koordine ediyorum. Tabii çok sayıda vatandaş gelebiliyor bize. Birincisi, bizim belediyelerin yönetmeliğinde, tüzüğünde


Oturum 2 |

ilçe sınırları içerisinde yaşayan vatandaşlarına yardım edebileceğiyle ilgili bir yasal mevzuat var ve vatandaşlarımızı sokakta da görsek mutlaka büyük çoğunluğu -çok istisnaları belki vardır ama- gece barındığı ya da kaldığı bir yere sahip. Başka ilçelerden, başka illerden artık profesyonel yardım alan dediğimiz maalesef bu işi istismar eden insanlar da karşımıza çıkıyor. Çok iyi oynayabiliyorlar karşımıza geldiklerinde, hatta içimizi parçalayabiliyorlar. Sonra bir araştırdığımızda bakıyoruz ki artık bu işi meslek haline getirmiş, başka bir ilde kayıtlı, onlarca vakıftan, kaymakamlık vakıflarından ya da kurumlardan yardım almış. Dolayısıyla burada böyle bir disiplin var diyebiliriz. Kadın konukevine gelince... Tabii yapısı gereği, kadınların güvenliği açısından gizli olması gerekiyor, biz şehir haritalarında bile kadın konukevini göstermeyiz. Ben Ayşe Hanım’ı misafir edeyim Sultanbeyli’deki kadın konukevimize; son derece iyi şartlarda olduğunu düşündüğümüz bir yer, eminim gördüğünde kendisi de aynı şeyleri düşünecektir. Mültecilere de aslında Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığımıza bağlı bu kurumlar kapılarını açıyor, ama onların uyum sağlamaları çok zor. Dil sorunları var, kültürel sorunlar var. Zaten oradaki misafir ettiğimiz hanımlarımızın birçoğu psikolojik anlamda problem yaşayan hanımlar, dolayısıyla biz mülteci kadınlar için de ayrıca bir konukevi daha yaptık Sultanbeyli’de dernek çatısı altında. Oraya da inşallah gelirsiniz, tüm misafirlerimizi de davet edeyim. Toplumsal asayişin, huzurun sağlanması için bu kurumlara ihtiyaç var. Ben bir taraftan da belediye meclisi başkan yardımcısıyım, Ak Parti belediye meclis üyesiyim aynı zamanda. Mutlaka birçok şey tartışılabilir, ama benim en çok gururla ifade ettiğim yanımızın sosyal politikalarla ilgili yapılanlar olduğunu belirtmeliyim. Dezavantajlı pek çok vatandaşımız, terk edilmiş kadınlarımız var ilçemizde; çocuklarıyla birlikte konukevlerinde kaldıklarında hemen Aile Sosyal Politikalar Bakanlığımız asgari ücrete karşılık gelebilecek bir ücreti kendilerine her ay nakdi olarak yatırıyor. Diğer kurumlarımız da yardım ediyor. Aksi halde çok daha büyük toplumsal yaralara yol açabilir. Muhakkak eksiklikler, belki yetişemediğimiz noktalar oluyordur, buna itirazım yok. Tabii bir de demokratik kurumlarımız var bizim, bunlar çok önemli. Yani bir demokrasi mücadelesi verirken demokratik kurumlarımızı itibarsızlaştırdığımızda yol alamayız. Çünkü onlar olmadığında karşısına koyabileceğimiz başka bir şey yok. Az önce Fikret Bey bahsetti, öbür türlüsü bizi hiç iyi bir yere götürmediğini acı tecrübelerle yaşadık. Dolayısıyla bizim milletvekillerimiz, bizi temsil eden bütün bu demokratik kurumlar bizim gözbebeğimiz, mutlaka bunlarla ilgili kullandığımız dile dikkat edelim. Çünkü dediğim gibi, onları kaldırdığımızda yerine başka bir şey koyamayacağız. Bu mücadeleyi verirken ben istirham ediyorum, buna da dikkat edelim. Çünkü onlar aslında bizleriz, neticede biz oy vererek o insanlar göreve geliyorlar. Bir de şunu ifade etmek istiyorum: Burada çevreyle, ekolojiyle ve şehrin geleceğiyle ilgili bir oturumdayız. Tabii farklı fikirlerimiz olabilir, farklı ideolojilerimiz olabilir, ama şehirde ortak bir kaderi aslında yaşayacağız, yaşıyoruz; dolayısıyla bu bizim ortak paydamız. Meselelere yaklaşırken sosyal medyada ya da internet medyasında sıklıkla görürsünüz; ben bazen yorumlarına da bakıyorum, İzmir’de ya da İstanbul’da bir kötü şehircilik örneği olduğunda bir grup yüklenir. İzmir’de bir şehircilikle ilgili bir eksik ya da hata olduğunda başka bir grup onun üzerine abanır. Bu şekilde yol alamayız. Biz Mülteciler Derneği’nde çok farklı fraksiyonlarla bir arada çalışmalar yürütüyoruz ulusal ve uluslararası, ideolojik anlamda aynı şeyleri düşünmüyor, paylaşmıyor olabiliriz, ama insani noktada bir yerde birleşiyoruz ve orada çok iyi örnekler oluşturabiliyoruz. Bir açmazımızın da bu olduğunu düşünüyorum. Meselelere yaklaşırken ideolojik bakış açılarımızı biraz daha bir tarafta bırakıp daha bağımsız, daha tarafsız bir yaklaşımla bir konsensüs sağlanması gerektiğinin önemine işaret etmek istiyorum. Biz tabii siyasetçiler mikrofonu aldığımızda kolay bırakmıyoruz. Çok önemli olduğunu düşündüğüm bir-iki konu daha var. Kısacık şundan da bahsedeyim: Şimdi arkadaşımız 3. Köprü’den bahsetti. Biz mesela belediyeden çevre mühendisi ve mimar arkadaşımızla birlikte geldik buraya, 2. Köprü yolunu

43


44

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

kullandık ve 3. Köprü olmamış olsa o kamyonların ve vasıtaların oluşturduğu trafikten mutlaka yetişemez gecikirdik. Mutlaka faydası var. Birtakım şeyleri yine tartışabiliriz, çevresel faktörleri tartışabiliriz, ama tamamen faydasını inkâr etmememiz gerektiğini düşünüyorum. Havalimanı, Kanal İstanbul, bunlar bizim önemli projelerimiz. Bir Montrö Boğazlar Sözleşmesi var, hepiniz biliyorsunuz, bu bizim aslında bağımsızlığımıza gölge düşüren bir anlaşma ve hâlâ yürürlükte; dolayısıyla Kanal İstanbul olduğunda bu Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nin üzerimizde bıraktığı bu bağımsızlığımıza gölge düşüren durumdan kurtulacağız. Hanımefendi çok doğru söyledi, biz biraz daha gemi taşımacılığına, deniz taşımacılığına şehir içerisinde de ağırlık vermeliyiz, ama boğazlarımız şu anda ciddi risk altında, tamamen bizim değil boğazlarımız. Teşekkür ediyorum, çok uzattım, hakkınızı helal edin. Aslında bir anekdot daha anlatacaktım, ama çok uzadı. Ben yine sabrınıza teşekkür ediyorum. HATİCE KURTULUŞ - Yerel bir yöneticiyi dinlemek tabii çok keyifli, çünkü deneyimden konuşuyorsunuz. Vaktimizi biraz aştık, ama ben küçük bir şey söyleyeyim: Ben de şehir çalışıyorum ve 25 senedir çalışıyorum. 3. Boğaz Köprüsü’nün çok basit bir olumsuz tarafını söyleyeyim, 1. ve 2. köprülerin fiyatlarını artırdı en azından, çünkü 3. Köprü’nün parası diğer ikisinden çıkmak zorunda. Bir de literatürde, ulaşım literatüründe -bilimsel bir şey bu, Fikret Bey de bilir, şehir çalışan herkes bilir- köprüler enflasyon yaratırlar. Yani nüfusu çeker kendilerine doğru, diplerinde yani ona ulaşabilir alanlarda şehirciliğin yoğunluğunu artırırlar, bu da kentleşmeyi artırır ve yeni köprülere ihtiyaç duyulur. Bu bilinen bir şey, yani biz bunu keşfetmedik. Onun için ben biraz esprili söyleyeceğim, çok şükrediyorum Türkiye’de ekonomik kriz olduğuna, evet, marketten iki misli parayla çıkıyoruz, ama en azından kanal yapılamayacak diye çok seviniyorum. Çünkü Kanal İstanbul Montrö’yle ilgili bir tartışma olabilir, ama bizim Marmara Denizimizi bitireceğine dair bütün deniz bilimcilerinin söyledikleri şeyler var. Öbür tarafta da müthiş bir çevresel felakete neden olacak bir şey, uzun tartışma ama kent savunması da biliyor, Zafer Bey ile ayrı düşünüyoruz. Bağımsızlığımız için iyi olur diyor, ben de bağımsızlığımızı kaybedebiliriz o kanalla diyorum. Şimdi bir soru var, tabii önemli bir soru: Bu kentsel hareketler, muhalefet hareketleri, kentsel örgütlenmeler nasıl sürekli hale getirilebilir? Orada gerçekten çok dağınık ve sürdürülebilirlikle ilgili sorunlarımız var. Onlara kısa bir cevap biraz sizden, biraz da belki sizden alabiliriz, ama kısa kısa olursa, çünkü süremizi 10 dakika aştık. DENİZ ÖZGÜR - Ona geçmeden bir dakika şeyi söyleyeceğim ben, Zafer Hocamın içi rahat olsun, hani ideolojik mevzudan bahsetti ya, biz o anlamda ayırmıyoruz, AKP belediyeleriyle veya CHP belediyeleriyle gayet kavgalı haldeyiz. Yani CHP belediyelerinden de çok dayak yedik, gözaltına alındık, bu konuda tarihimize bakabilirsiniz. Bu anlamda böyle bir meselemiz yok bizim, ama mesele tabii çok ideolojik zuhur ediyor. Bunun nedeni var, ona geleyim. Bu hükümetin, yani Tayyip Erdoğan’ın bütün toplumu eksenine oturttuğu kutuplaşma siyasetinin bir yansıması esasında kente dönüyor. Biz bir ağaç kesilmesin diye mücadele verirken, çok somut olarak anlatayım, Maçka ile ilgili meselede bundan 4-5 ay önce hatırlayacaksınız, Maçka’da ağaçlar kesilmesin diye verilen mücadelede Twitter’da şöyle diyordu Fatih Tezcan meczubu: “Afrin’e gidemeyenler Maçka’ya gelsin” diye bizi orada hedef gösterdi. Yani kutuplaşma siyasetinin çileden çıkmışlığı, çıldırma hali kendini böyle sahaya yansıtıyor. Dolayısıyla bu anlamda çok tehlikeli bir süre inşa ediliyor, bir tuzak inşa ediliyor. Bizim muhalefet olarak bir kere bu tuzakla mücadele etmemiz gerekiyor. İktidar bunu örüyor, yani bu işte kenti korumak adına mücadele verenler az önce anlattığım Kabataş meselesinde belediyeyi uyaranlar, bakanlığı uyaranlar, yerel yöneticileri uyaranlar bir kampın parçası haline getiriliyor ve bunun üzerine bir marjinallik yaratılarak kendi kitlesini konsolide ediyor. Bunun adı budur, yani ne dersek diyelim bunun a, b, c’si budur, hani bunu bilmek gerekiyor. Dolayısıyla mevzu ideolojik olarak yansıyor Hocam, yani öyle şekilleniyor. Bunu biz böyle istemiyoruz.


Oturum 2 |

Diğer meseleye gelecek olursak, hani kentsel muhalefetin dağınıklığı ve bir süreklilik arz etmesi meselesine... Bu tabii hep beraber deneyimlediğimiz, yaşadığımız ve içinden çıkmaya çalıştığımız bir mesele. Ama biz kendi adımıza şöyle bir yol önümüze koyuyoruz: Bir yandan savunma pratiği devam etmek zorunda, çünkü gerçekten çıldırmışçasına şehre yönelik bir saldırı mekanizması söz konusu; dolayısıyla bunun karşısında yurttaşlar önünden geçtikleri parkı, kullandıkları vapuru, iskeleyi, vesaireyi bir şekilde savunma refleksini göstermek durumunda. Buna yönelik araçları geliştiriyorlar; mücadele pratikleri, hukuki araçlar, medya, vesaire bu araçları geliştirmek durumundayız, ama bunun yanında biz mesela, Beyoğlu Yurttaş Meclisi yine aynı dinamiklerle kendini var eden bir örnek olarak az önce arkadaş bahsetti, mesela belediyeye paralel mekanizmalar örgütlüyoruz. Seçimleri önümüzdeki dönemde kazansak da kaybetsek de hiç fark etmez, biz belediyenin mekanizmalarını, denetim mekanizmalarını ve katılım mekanizmalarını harekete geçirecek bir süreç inşa etmeye çalışıyoruz. Bu anlamda bizim kurucu bir faaliyete de ihtiyacımız var. Savunmanın yanı sıra esnek örgütlenmenin, yatay örgütlenme pratiklerinin yanı sıra kurucu ve uzun soluklu örgütlenmeye de ihtiyacımız var bizim. Dediğim gibi burada mesele seçimlerin kazanılması-kazanılmaması değil, böyle bir perspektiften bakmayacağız. Bizim söyleyecek sözümüz var, yapacağımız uyarı var, yaşayacağımız bir hayat var. Burada evet, iktidar tarafından sürekli olarak dışarı atılıyor bir toplam, %50 dışarı atılıyor ve biz de o yaklaşımla, o psikolojiyle kapısının önünden geçmiyoruz belediyenin. Ama çok net söyleyeyim, kapıdan kovsalar bacadan girecek şekilde bizim o mekanizmaları parçalamamız gerekiyor. İKBAL POLAT - Ben şu adaptasyon planıyla ilgili soruya bir cevap vermek istiyorum. Çok geç kalmış durumdayız, durum gerçekten çok vahim. Sadece azaltım planlarıyla, iklim değişikliğine çözüm bulamayız. Yani sürdürülebilir enerji eylem planları, azaltım planları tabii ki öncelik hedefler olmalı, ama bir yandan da adaptasyon planlarını yapmak durumunda belediyeler, ki bence Türkiye’de bu anlamıyla çok geç kalınmış durumda. Bizim Kadıköy’de yaptığımız Kadıköy iklim projesi çalışmasında da hem azaltım planı çerçevesinde Kadıköy’deki enerji tüketimini %40 azaltma hedefiyle bir sürdürebilir enerji eylem planı var hem de İstanbul’da adaptasyon planını yapmış tek ilçe belediyesiyiz şu an. İBB bitirmedi diye biliyorum, yani çalıştığını biliyorum ama... Şimdi bu hafta sonu gelecek olan bir kasırgadan bahsediliyor. Medya, sosyal medya bunun üzerinden dönüyor biliyorsunuz. Yani İzmir’den Antalya’ya kadarki tüm kıyıyı bu kasırga vuracak ve fakat bu kıyılardaki belediyelerimizin adaptasyon planları var mı? Yok muhtemelen büyük bir çoğunluğunda. Kentlerimiz ve kentliler iklim değişikliğinin yaratacağı tahribata hazır değiller ve maalesef o 350 ppm hedefi zaten geçilmiş durumda. Süreç çok geç kalınmış durumdayken hâlâ ilerliyor. Oysa adaptasyon planını bütün belediyeler yapmak zorundalar bence. Bu anlamıyla, bu konunun da yerelleşmesi yerel politika açısından çok önemli. Bir an önce üzerinde çalışmamız gereken önemli konulardan bir tanesinin bu olduğunu düşünüyorum, ki Odamızla herhalde yakında bu konuda bir çalışma da yapacağız. Giderken şunu düşünelim diye bir soruyu da seyircilere bırakalım isterim. “Müşterekler Hareketi” ifadesi literatüre ilk defa 1968’de giriyor, sürdürebilirlik de 1972 Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’yla başlıyor, ama devam eden bir süreç. Müşterekler hareketi olsun, sürdürebilirlik söylemi olsun niye küresel ölçekte başarılı olamadı? İdeolojik olarak niye biz araçlarımızı, mekanizmalarımızı, ideolojik söylemlerimizi, kavramlarımızı geliştiremedik? Bunu sormak lazım. Ben geçen gün neresi olduğunu söylemeyeyim ama 13 yıldır sivil toplum alanında çalıştığını söyleyen bir kişiyle konuştum, ne yazık ki kent konseyini ilk kez duymuştu; oysa kent konseyleri Türkiye’de Belediye Kanunu’nun 76. maddesinde 13 yıldır olan ve sivil toplumun gelişmesini sağlayan bir mekanizma. Neden bizim bu girişimlerimiz ideolojik hegemonyasını kuramadı diye konuşmalıyız. Teşekkür ederim.

45


46

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

HATİCE KURTULUŞ - Evet, bu da güzel soru, iki kişiye daha söz vereceğim. Kısa kısa lütfen. SEVİL TURAN - İki şey söyleyeceğim. Bir tanesi, hareketlerin örgütlenmesi -aslında hareketlerin sürdürebilirliği- onların kendi dinamikleriyle var oldukları zaman sürdürebilirliklerini ya da ömürlerini tamamlamalarını sağlıyor. Yani sivil mekanizmalarda demokratik biçimde gerçek ihtiyaçlar üzerinden örgütlenen yapılar bunun üzerinden devamlılıklarını sağlayabiliyorlar. O yüzden bir koordinasyon mekanizmasından ziyade, bu dayanışma ağlarını örgütleyecek alanları açmak lazım. Hani verdiğim örnekte de söylediğim şey aslında buydu, artık yapıları demokratik mekanizmaların değişmesine ve dönüşmesine katkı sağlayacak alandaki savunuculuk faaliyetlerini sürdürmek gerekiyor, ama bunun alternatifi tamamen sivil ve yurttaş inisiyatifiyle, halkın inisiyatifiyle olabilecek yapıların önünü kendi dinamikleriyle örgütlemekte. Benim sunumumda bahsettiğim kısımlar da aslında biraz ona hitap ediyor, çünkü demokratik bir başka alan da orada açılacak. İkinci olarak ise -adaptasyonla ilgili İkbal gerekeni söyledi ama- iklim değişikliğiyle mücadele politikalarına dair vizyonla ilgili bir şey söylemek istiyorum, o da uyum politikaları. Şu süreçte iklim değişikliğini azaltım konusunda baskı mekanizmasını tek başına izleme şansımız yok. Belediyelerin uyum politikalarını izlemesi gerekiyor, ama aynı zamanda yurttaşların da bu politikaların, uyum politikalarının bir parçası haline gelmeleri gerekiyor. İklim değişikliğinden en az etkilenecek yerlerden biri Şavşat Türkiye’de, son 3-4 sene içinde sel felaketi yüzünden kaç insanı kaybettiğimizi hatırlamıyoruz Şavşat gibi bir yerde, niye? Çünkü uyum politikası yok. İklim değişikliğine uyum politikası uygulanmadı. Buna dair nasıl yerel yönetimler sorumluysa, aynı zamanda halk ve yurttaşlar, yani bizler de sorumluyuz uyum politikalarının uygulanması ve takibi konusunda. O yüzden iklim değişikliğiyle mücadele meselesini tartışırken bunun bir parçası olarak bu politikaları yönlendirmemiz gerekiyor. İşte New York’ta sokağa çıkan binlerce insan gibi aynı şekilde bu baskı mekanizmalarını ya da alternatif alanları açmamız gerekiyor. Teşekkür ediyorum, ben izninizi isteyeceğim. AYŞE TÜKRÜKÇÜ - Şimdi deminki arkadaşa cevap vereyim, sığınma evlerinin çoğalmasıyla ilgili. Ben TC kimliği taşıyorsam, bir günde 43 kişiye satıldıysam, %20 devlete vergi ödediysem ben sığıntı değilim. Benim gibi kadınlar hiç değil. Tecavüze uğrayan çocuklar hayatları çalındı diye toplumda yok sayılıyorlarsa, onlar evet, evsizler. Gelelim davetinize, yarın deyin yarın gelirim, hiç bende sorun yok. Benim gibi kadını belediyenizde alıp da misafir edebiliyor musunuz? Almıyorsunuz, almıyorsunuz. Çünkü niye? Benim devletin verdiği bir vesikam var, bu vesikayla 3 ay barındırmıyorsunuz. Ben hayvan değilim ki barınayım, ben insanım. Gelelim köprüye... Hiç geçmedim ama köprünün vergisi neden benden çıkıyor? Sellerde o kadar, yol yapıyoruz da suyun giderini açmaya deliği niye unutmuyoruz? Mersin’i sel aldı diyoruz, her defasında Beyoğlu’nda da yaşıyorum ben bu sorunu. Ben sokakta yaşadığımda, devletin o kadar kapısına müracaat ettiğimde devletin bana dediği cümle şu: “Evsizin Allah yardımcısı olsun.” Allah sizin yardımcınız olsun, siz o koltukta ömür billah kalmayacaksınız, ama biz sokakta yaşayan arkadaşlarımızla her yerde selamlaşıyoruz. Doğalgazlı bir eve kömür vermek hayır işi değildir, 3 ayda bir 200 lira vererek o yardımı aldı deyip de kafa sallamak da değildir. O size şu suyla da vergisini ödüyor, camiye gidip 1 lira ihtiyacını karşıladığı zaman da vergisini ödüyor. Her yerde yapılan misafirhanede kalkıp da üstü başı aylarca banyo yapmayan insana kapınızı açıyorsanız helal olsun size, alkışlarım, elinizi ayağınızı da öperim. ZAFER SÖĞÜTÇÜ - Hanımefendi, özür diliyorum, dünya genelinde 1.5 milyar dediniz, değil mi?


Oturum 2 |

Yanlış aklımda kalmadı. Yani tabii burada benim verebileceğim cevap ancak şu olabilir: Topyekûn bir kalkınmadan ve sosyal politikaların daha da geliştirilmesinden söz etmek lazım. Sağlıklı bir nesil, daha doğal bir çevre oluşturmak istiyorsak, biz Sultanbeyli’de yeni imar verdiğimiz hiçbir yere %40’tan daha fazla alan kullanmasına müsaade etmiyoruz. Maksimum kullanabileceği alan da o, %60’ı yeşil alan olacak. Daha doğal bir çevre ve topyekûn kalkınma, daha iyi sosyal politikalar zannediyorum buna verilebilecek cevap olabilir. Son söz Ayşe Hanım’a... Ben yine davetimi yineliyorum, ben buradaki tüm hazirunu davet ediyorum, yolunuz düştüğünde misafir etmekten şeref duyarım. Geldiğinde ben inanıyorum ki bizimle ilgili önyargılarını biz yok edeceğiz. Tekrar teşekkür ediyorum. HATİCE KURTULUŞ - Ben teşekkür ederim. Peki, son olarak katılımcılarımıza birer sertifika vereceğiz.

47


48

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

OTURUM 3 SUNUCU - Merhabalar. Etkinliğimizin ikinci gününde hepinize hoş geldiniz diyorum. İlk gününde dün iki oturumu geride bıraktık, bugün “Politik Ekoloji ve Ekonomi” oturumuyla üçüncüsüne devam edeceğiz. Moderatörümüz Nuri Zafer Yenal; konuşmacılarımız Kerem Arslanlı, Abdullah Aysu, Menekşe Kızıldere, Hatice Kurşuncu, Uygar Özesmi ve Nusret Türkkan. Hepinize iyi dinlemeler, iyi oturumlar diliyorum. NURİ ZAFER YENAL - Evet, hepiniz hoş geldiniz tekrar. İstanbul Buluşmaları 2018’in ikinci günündeyiz. Demin Murat da söyledi, bu buluşmalar bildiğiniz gibi 12 senedir büyük bir başarıyla düzenleniyor. Türkiye’de bu kadar uzun süredir bu kadar kurumsallaşan konferans serisi az bulunur herhalde ve bu sene biliyorsunuz, “Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem” başlığı altında oturumlar düzenlenmiş durumda. Biz ikinci günün ilk oturumunu katılımcılarımızla hep birlikte yapacağız. Bugünün konusu ise “Politik Ekoloji ve Ekonomi.” Oldukça geniş bir konu ve farklı sektörlerden konuşacağız; içerisinde tarım var, inşaat var, emlak var, enerji var. Bu alanlarda farklı söylemler, farklı eylemler üretmeye çalışan, bu konularda düşünen panelistler var bugün bizimle birlikte. Şöyle bir baktığım zaman panelist listesine ve katılımcıların genel çalışma faaliyet konularına üç ana başlığın ortaya çıktığını görüyorum: Tarım, inşaat ve enerji. Tarım konusunda konuşacak en az üç katılımcımız var benim gördüğüm, dolayısıyla oradan başlayacağız; sonra inşaatla devam edip enerjiyle bitirelim diyorum. İki saat süre ayrılmış vaziyette; biraz geç başladık zaten, bu sebeple dolayısıyla katılımcılarımızdan 10 dakika içerisinde sınırlı kalacak şekilde bir ilk sunuş yapmalarını rica edeceğim. Daha sonra da soru-cevap şeklinde panelimizi sürdürelim diye düşünüyorum. Ekolojik kriz ile iklimsel dönüşümlerin en çok etkilediği sektörler belki de bunlar. Bu sunuşlarda da bütün bu süreçler içerisinde ne tür alternatifler, ne tür muhalif duruşlar var ve de bu alanlarda geleceği bir şekilde krizden kurtarmaya çalışma anlamında neler yapılıyor bu konulara özellikle yoğunlaşırlarsa çok sevineceğiz. Şimdi tarımla başlayalım. Tarım bildiğiniz gibi hem krizi tetikleyen hem de krizden etkilenen belki de en önemli sektörlerden bir tanesi. Bütün bu ekolojik dönüşümden, ekolojik krizden başta üreticiler olmak üzere hemen herkes, şehirde yaşayanlar da dahil olmak üzere, çok büyük ölçüde etkileniyoruz yetiştirdiklerimizle, ürettiklerimizle. Aramızda Abdullah Aysu var. Aysu’yu tanıyorsunuzdur belki birçoğunuz, benim çok eski arkadaşım ve birlikte birçok panele katıldık. Abdullah tarım konusunda ve tarımda üreticiler ve üreticilerin sorunları hakkında Türkiye’de belki de en çok çalışan, bu konuda emek vermiş, var olan sorunları çözmeye, var olan krizli ortamı olumlu anlamda dönüştürmeye çalışan insanların başında geliyor. Fazla sözü uzatmadan Abdullah’a vermek istiyorum. Tarımda politik ekoloji anlamında neler söyleyebiliriz, ne tür alternatiflerden bahsedebiliriz? ABDULLAH AYSU - Herkese merhaba. Merhaba güzel bir söz, Farsça bir kelime, benden size zarar gelmez anlamındadır. Köylüden size zarar gelmez. Köylünün yaptığı tek şey, insanların karnını doyurmak ve sırtını giydirmektir. Özellikle bu toplantıyı düzenleyen kurumların hepsine ayrı ayrı teşekkür etmek istiyorum, bir köylüyü sizlerle buluşturdukları için ve sizlere de böyle güzel bir gününüzü ayırıp geldiğiniz için teşekkür ediyorum. Süre kısa olduğu için olabildiğince başlıklar altında ekonomi konuşacağım, daha sonra sorularla açarız. Şimdi esasında ekolojiyi konuşacaksak, tarım doğaya bir müdahaledir. Bu gerçekliği kabul etmek lazım. Tarımın kendisi doğaya bir müdahale olduğu için buradan hareketle gittiğimizde tarımı iki türlü ele almak gerekir: 1. Doğayı taklit ederek yapılan bir tarım var, 2. Doğayı tahrip ederek


Oturum 3 |

yapılan bir tarım var. Doğayı taklit ederek yapılan tarım, esas itibarıyla bugün için benimsediğimiz ve olmasını düşündüğümüz bir tarım sistemi, ama işin aslına bakarsak başta söylediğim gibi tarım doğaya bir müdahaledir. Şimdi ben tavuklardan, küçük ve büyükbaş hayvanlardan örnek vererek izninizle anlatmak istiyorum. Genel olarak hayvanlar esasında bizim sosyalleştirdiğimiz ve evcilleştirdiğimiz canlılardır ve bunları biz sosyalleştirirken birçok özelliklerini yitirdiler. Doğadaki o kendilerini koruma içgüdülerini ve diğer şeylerini yitirdiler. Onun için biz bunlara bakmak durumunda kalıyoruz, ama esas itibarıyla bizim hayvanlara bakmamızı gerektiren bir durum yok. Çünkü hayvanlar kendi yemini, kendi ihtiyacını kendisi üretebilen canlılardır. Nasıl mı? İşte merada koyunlar ve inekler dolaşırlar, dolaştıklarında normalde otlarken yetişmiş, olgunlaşmış olan tohumları toprağa düşürürler ve merada gezinirken toynaklarıyla yere basarlar ve tohumları toprakla buluştururlar. Daha sonra o toprağın onları besleyebilmesi için de dışkılarını bırakırlar oraya, bir sonraki senenin yemini de bu şekilde yeniden kendileri üretmiş olurlar. Hayvanların aynı zamanda ekolojide bir denge sağlama durumu da vardır. Merada oldukları sürece biz bu hayvanların dışkılarını kullanabiliriz ve bu hayvanların ürünleri sağlıklıdır. Merada dolaştıkları için kanlı ve canlıdırlar, dolayısıyla omega 3 konusunda da zengindirler, ama kapalı alanlara koyduğumuz ve orada beslemeye başladığımız hayvanlardaki problem doğal olarak onların önüne yemi bizim getirmemizdir. Esasında kendi yemlerini üretebilen bu hayvanları bir kötürüm, bakıma muhtaç bir engelli durumuna düşürürüz. Onları içeri kapatırız, burada beslemeye başlarız. Burada beslerken de bu sefer bize çok verim versinler diye kültür ırklarına yöneliriz. Oysaki kültür ırkları, yerli ırklara göre çok net bir biçimde en az 20 kat daha fazla yem tüketirler. Şimdi 20 kat daha fazla yem tüketen bir hayvan üretim sistemine geçecek olursak, o zaman işte yeminizi ithal edersiniz. Yemi ithal ettiğinizde de maliyetiniz artar. Çünkü maliyetin içerisinde yemin miktarı %70’tir. Bu kültür ırkları, aynı zamanda mukavim ırklar değildirler; dışarıda gezmedikleri, içeride oldukları için veterinerlik hizmeti çok fazladır. İlaç gideri çok fazladır ve bunların hepsi dışarıdan gelir. Yemi biz dışarıdan alırız, hayvanın damızlığının kendisini dışarıdan alırız, veterinerlik hizmetlerini biz veririz, ilacını dışarıdan alırız. Bütün sistemi bu şekilde düşündüğümüzde biz hayvan yetiştirmiyoruz. Biz hayvanı imal ediyoruz, resmen imalatını yapıyoruz ve bu imal ettiğimiz şeyin kendisini de normal olarak üreterek yapmıyoruz, fason bir üretim yapıyoruz. Üretimin tamamı fason ve bu hayvanların gübrelerini, dışkılarını biz tarımla ve toprakla buluşturamıyoruz, çünkü zehirli. Otun yetişmesine bile engel oluşturduğu için çöp, yani bir tür biz fason üretiyoruz her şeyi ülkemizde, ama o hayvanın şeyleri de çöp oluyor. Tavuktan örnek verecek olursak, şimdi iki tür tavuk vardır: 1. “Adli kontrol” sistemiyle serbest bırakılmış olan tavuklar vardır, ki bunlar doğada gezinen tavuklardır; ekolojiyi ve ekolojik düzeni sağlarlar, doğadaki keneyi, kırkayağı ve diğer şeylerin ekolojik dengesini sağlarlar. Canlıdırlar, kanlıdırlar ve ürünleri verimlidir, sağlıklıdır, vitamin ve mineral bakımından da zengindir. 2. İdama mahkûm ettiğimiz tavuklar vardır. Bunlara 45-46 gün bir süre tanıdık. Bunları tabutluklara aldık, hücrelere koyduk; dünyaya hiç gelmediler, toprağa hiç basmadılar, hiç gün yüzü görmediler. Süresi ve günü geldiğinde yani 45-46. günde biz bunları alıyoruz ve hiç insan eli değmeden ayaklarından bağlıyoruz tavana; önünden geçen kasap da bıçağı vurur, o gider kazana düşer ve paketlenmiş olarak size gelir. Bu hijyeniktir ve el değmemiştir denilir ve sağlıklı olduğu iddia edilir. Oysaki birçok katkı maddesiyle birlikte beslenmiştir, GDO’yla beslenmiştir ve siz bunları tüketirsiniz, bizler hep birlikte tüketiriz, ama sonuç itibarıyla birçok hastalığa da maruz kalırız. O zaman ne yapmalı? Yapacağımız iş şu: Türkiye’nin iklimi, jeopolitik durumu ve ot durumu koyuna müsaittir, sığırcılığa müsait değildir. Çünkü koyunlar dişleriyle otları keserek yerler, ineklerse dilleriyle kopararak yerler. Diliyle koparabileceği bir ot yoktur Türkiye’de, onun için yüksek ot olması lazım ve su kenarındaki bölgelerde ancak inek yetiştirebilirsiniz. Dolayısıyla bizim topraklarımızın

49


50

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

%70’inde biz hububat üretiriz. Hububat üretimi de koyunsuz olmaz, çünkü şöyledir: Ben kendim buğdaycıyım, buğday üretirim. Biz buğdayı toprağa atarız Ekim ayında, Aralık ayında buğdaylar 10 cm.’e geldiğinde koyunları tarlalara salarız, otlarlar, yemini alırlar, ama aynı zamanda bir miktar gübre de bırakırlar. Daha sonra biçerdöver girer, biçer. Biçtikten sonra iki tane canlı girer tarlaya: Birisi koyunlardır, birisi leyleklerdir. Koyunlar arkadan gider, o sapları yerler; leylekler de ortaya çıkmış korumasız duruma düşmüş olan süneleri yerler. Eğer göç edip gelmezlerse o leylekler ve bunları yemezlerse, kesin bir biçimde ilaçla baş etmek mümkün değildir ve 10 sene sonra 50 cm. boyda bütün dünyanın üzerini süneler kaplar. Bunun için bunu bilen Anadolulu bilgeler şunu söylerler: “Buğdayla koyun, gerisi oyun.” Böyle bir tekerlemeleri vardır. Onun için şu anda bize dışarıdaki yemlerin satılabilmesi, soyaların bize satılabilmesi için kapalı hayvan imalat sistemi önerilmektedir, oysa bu son derece tehlikelidir. Eğer zamanım varsa kısacık, hemen toparlıyorum. O zaman çiftçiler neden iflas ediyorlar, çiftçiler neden endüstriyel tarıma yöneliyorlar, niye bu durumdalar, kısaca ondan söz edeyim. Bizim bankalara ihtiyacımız yok, bizim desteklere ihtiyacımız yok. Devlet gölge etmesin, hükümet gölge etmesin, başka ihsan istemiyoruz. Sistemimizi bozmasınlar, bize dokunmasınlar. Bizim bir sistemimiz vardı. Sistemimiz neydi? Biz yılda üç kez paraya kavuşurduk. Nisan-Mayıs aylarında kuzuyu satardık, kuzu parası alırdık; Temmuz ayında buğday satardık, buğday parası alırdık; Kasım-Aralık aylarında şeker pancarımızı satardık, Ocak ayında da onun parasını alırdık. Yani yılda üç kez elimize nakit para geçtiği için bizim bankaların eline düşmemiz gerekmiyordu. Şeker pancarı fabrikaları özelleştirildi, koyunculuktan inekçiliğe ve sığırcılığa geçildi, destekler oraya aktarıldı ve dolayısıyla bizi bankaların eline düşürdüler. Normal kendi tavukçuluğumuzu yapıyorduk, onunla da günlük harçlığımızı çıkartıyorduk. Yumurtamızı alıyorduk ve sıkıştığımızda iki-üç tavuk pazara götürüp satarak ihtiyacımızı karşılıyorduk. Yani hayvanlar bizim nakit ihtiyacımızdı, bunlar bizden koparıldı, alındı ve biz şu anda şirketlere mahkumuz. Teşekkür ediyorum. NURİ ZAFER YENAL - Çok teşekkürler Abdullah. Abdullah’ı size tanıtmayı sanırım ihmal ettim. En başta arkadaşım dedim, geçtim. Bu en önemli özelliği değil tabii; Abdullah, Çiftçi-Sen’in kurucu başkanı ve hâlâ da başkanlığını sürdürüyor. Aynı zamanda birçok kitabın da yazarı yıllardır. Şimdi ikinci olarak sözü Uygar Bey’e vermek istiyorum. Uygar Özesmi, yıllardan beri çevre ve ekoloji konularında çalışmalar yapan ve farklı şapkalarla aslında bu işini, bu faaliyetlerini sürdüren birisi. Aynı zamanda “Good4Trust” oluşumunun da başkanlığını yürütüyor. Bize kendi penceresinden ve belki alternatif ekonomilerden konuşurken, konuya bir açıdan bakmamıza yardımcı olacak. UYGAR ÖZESMİ - Çok teşekkürler. Ben şimdi küçük bir sunuşla başlayacağım. Herkese merhaba, ben sizlere bugün konumuz politik ekonomi olduğu için yeni bir alternatif ekonomik sistemden, yani tüketim ekonomisinden bahsedeceğim. Biliyorsunuz, içinde hepimiz yaşıyoruz, bu sistemin bir parçasıyız ve bu sistemden nasıl çıkacağımız esas sorun. Bunu biz gerçekleştirebilirsek, o zaman gerçek anlamıyla ekolojik krizi, yani küresel iklim değişikliğini ve biyolojik çeşitlilik krizini önleme şansına sahip olabiliriz. Çünkü hem iklim değişikliğinin hem de biyolojik çeşitlilik krizinin nedeni temelde mevcut ekonomik sistem. Burada gördüğümüz sistem, doğanın yok edilişinin de nedeni. Şimdi sistem diyoruz ama bunu biraz tanımlayalım. Ne demek sistem? Temelde sisteme kapitalist ekonomik sistem diyebiliriz, ama böyle dediğiniz zaman anında sizi solcu, komünist olarak etiketliyorlar ve “Zaten belli nereden geldiğin”, “Sen çık sokağa pankart aç” gibi bir mantıkla yaklaşıyorlar. İşin gerçeği bu kapitalist ekonomik sistemi parçalara bölüp iyice anlamamız lazım. Birincisi, tüketim ekonomisi var. Yani bize daha çok tükettiren bir ekonomi var. İkincisi de kâr


Oturum 3 |

maksimizasyonu var. Yani mevcut ekonomik sistemdeki tek gaye; daha çok para kazanmak, daha çok sermaye yaratmak. Dolayısıyla biz ne yapıyoruz? Buradan bir türetim ekonomisine, bir mutluluk maksimizasyonuna, kâr maksimizasyonuna gitmek istemiyoruz. Türetim ekonomisi dedim birkaç kez, ne demek bu türetim ekonomisi, ona bakalım. Birincisi, iyiliğe ve güvene dayalı bir ekonomik sistem lazım, yani ahlâki ve etik temelleri olması gerekiyor ekonomik sistemin. Şu ana kadarki ekonomik sistem ahlâktan ve etikten arınmış, neredeyse mekanik bir sistem olarak görülüyor. Halbuki etik, ahlâk, iyilik, doğruluk, dürüstlük bu ekonomik sistemin temeli olmak zorunda. Kâra değil, geçim üzerine odaklanması gerekiyor. Aynı zamanda kârı maksimize edeceğine, ekolojik ve sosyal faydayı maksimize etmesini bekliyoruz bu ekonomik sistemin ve türetim ekonomisini böyle tanımlıyoruz. Dolayısıyla ekolojik ve sosyal açıdan adil, üreticiler ile tüketicileri bir araya getiren bir sistemden bahsediyoruz. Üreticiler arası derinleşen tedarik zincirinden ve makro ölçekte bir döngüsel ekonomiden bahsediyorum türetim ekonomisi dediğimizde. Şimdi üreticiler arası derinleşen tedarik zinciri ve makro ölçekte döngüsel ekonomi dediğim zaman biraz kafalar karışmış olabilir, onu birazdan küçücük bir videoyla sizlere açıklamaya çalışacağım. Bir de gerçekten dönüştürmekten bahsediyorsak, yani bir tüketim ekonomisinden bir türetim ekonomisine geçişten bahsediyorsak yapmamız gereken şeylerden bir tanesi de kaçışı ve sızıntıyı engellemek. Çünkü siz bir ekonomik sistemi oluşturduğunuz zaman, o ekonomik sistemin içerisine değer koyduğunuz zaman o koyduğunuz değer tekrar tüketim ekonomisine kaçıyorsa, sizin o sistemi stabil tutup büyütüp, dönüştürme imkânınız ortadan kalkıyor. Dolayısıyla sistematik olarak da bir çözümsel yaklaşım burada gerekiyor. Peki, biz ne yapıyoruz Good4Trust’ta? Biraz böyle garip de bir isim gibi... Bu ismi koymamızın nedeni, iyilik ve güven üzerine kurulu olması. Dünyaya da açılmak istediğimiz için, daha evrensel bir dil olan İngilizce ile yola çıkmanın daha doğru olduğunu düşündük. Biz Good4Trust ile kâr amacı gütmeyen, etik, çevre dostu, doğa dostu adil bir topluluğa yer açan bir online platform kurduk. Türeticiler ile üreticileri bir araya getiren bir online çarşısı var. Dikkat edin, pazar yeri değil, çarşı; kasaba çarşısı gibi bir çarşıdan bahsediyoruz. İsteyen herhangi bir kişi gelip bir dükkan açamaz kasaba çarşısında, orada bir esnaf var. İlk önce o esnafla konuşacak, kasabada yerini edecek, güvenini oluşturacak, ondan sonra gelip dükkanını açacak. Öyle her geçen oturup da ben geldim pazara, açtım dükkanı, yok öyle şey. Bir güven, bir topluluk olması gerekiyor. Bir de Good4Trust faydalarını geniş bir topluma aktif olarak yaygınlaştıran bir topluluk oluşuyor. Burada insanlar bir araya geliyor. Hani biraz daha kavramsal olarak bakarsak, böyle bir yapıdan bahsedebiliriz. Yani ortada güven var; tüketimi değil, kullanarak dönüştürmeyi benimseyen türeticiler var; ekolojik ve sosyal açıdan da sorumlu ve güvenilir üreticiler var. Şu anda neredeyiz? Bir online çarşımız var, bir iyilikler platformumuz var. Bunun çeşitliliği artıyor gitgide, şu anda bin 500 civarında ekolojik ve sosyal açıdan adil olmaya çalışan ürün var. Bu üreticiler gelirlerini 18 ayda %65 büyüttüler. En azından ekonomik açıdan bir etki yaratmaya başladık. Bir de türetici alımlarının artması gerekiyor. Yani türetici sayısının artarak etkili olması gerekiyor. Online aktivitelerin artması gerekiyor ve şu anda da yurtdışına açılma hazırlığındayız. Biraz rakamlarla size bir fikir vereyim. Şu anda türetici sayısı Good4Trust üzerinde 10 bin 436, dükkanı açık 63 işletme var. Küçük işletmelerden, kooperatiflerden, sivil toplum kuruluşlarından, kâr amacı gütmeden ekolojik ve sosyal açıdan fayda üretmeye çalışan işletmelerden bahsediyoruz. Şu ana kadar alışverişler toplamı 150 bin lirayı bulmuş durumda ve toplamda buna destekçi olan, yani buna destek vererek katkı oluşturan, bu sistemi ayakta tutmak isteyen 30 kadar destekçimiz var. Aynı zamanda tabii ki bu alışverişlerin de %3’ünü biz bu platformu ayakta tutmak için katkı

51


52

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

bedeli olarak üreticilerimizden alıyoruz, ama tahmin edersiniz 150 bin liranın %3’ünü alırsanız çok da bir para etmiyor, dolayısıyla daha çok şu anda destekçilerimizin destekleriyle ayakta kalıyoruz. Şimdi buradan hızlı bir şekilde dünyaya genişlemek istiyoruz. Çünkü bazı pazarlarda, mesela Almanya’da ekolojik ve sosyal açıdan adil ürünlerin alınma miktarı Türkiye’nin tam 100 katı birey başı, yani kişi başı alımlara baktığınız zaman Türkiye’nin 100 katı daha çok alıyor Almanlar. Dolayısıyla orada gerçek anlamıyla bir talep var ve bu talep için biz de Almanya’ya gidiyoruz. Sonra şu anda Almanya’da kuruluşumuzu yaptık, bir direktörümüz var. Aynı zamanda Güney Afrika’dayız da, Güney Afrika’da da şu anda kaydımızı yaptırdık, markamızı geliştirdik. Orada da bir ülke direktörümüz var ve Güney Afrika’da da Türkiye’den başlayan bu inisiyatifi şu anda genişletiyoruz. Hayalimiz bütün bu alanlara bir şekilde ulaşabilmek, ama tabii şunu unutmamak lazım: Gerçek anlamda bir dönüşüm yaratmak istiyorsak buradaki rakamların şu gördüğünüz hedeflere ulaşması gerekiyor, ama bu hedefler mümkün. 2012 senesinde change.org’u Türkiye’de kurduğumuzda neredeyse hiç üyesi yoktu, şu anda Türkiye’de aktif 4 milyon üyesi var change.org’un, kayıtlı üyesi sayısı ise 16 milyon. change.org’u ben Türkiye’de kurduğumda bütün dünyadaki toplam kullanıcı sayısı 20 milyondu, bugün ise 500 milyon. 12 yılda 500 milyonluk bir topluluğa ulaşabilmiş durumda, dolayısıyla dönüştürmek istiyorsak bu mümkün, yeter ki biz doğru yöntemleri kullanalım ve eskinin kalıplarıyla değil, yeninin kalıplarıyla hareket edebilelim, yeninin yöntemlerini ve sistematiğini uygulamaya çalışabilelim. Ancak o zaman bu dönüşümü gerçekleştirme, yani politik ekonomi gerçek anlamıyla ancak o şekilde gerçekleşebilir. Bizlere katılmak istiyorsanız lütfen good4trust.org’a siz de girin, siz de türetici olun. Bizlerle birlikte bu hareketin bir parçası olun. Üretimleriniz varsa üretici başvurunuzu yapın; türeticilerden oluşan bir konseyimiz var, o konsey bu başvurulara bakıyor ve çarşıda dükkan açabileceğinize karar veriyorlar. Üreticiyseniz bekliyoruz, türeticiyseniz zaten bekliyoruz. Çok teşekkürler. Bir de videom var kavramsal boyutunu göstermek için. Gözünüzde canlandırabilmek açısından bunu hazırladık. Şimdi bir tüketim ekonomisi var. Bu tüketim ekonomisi gitgide büyüyor, büyüyor ve hem gezegenin hem insanlığın sömürüsüne neden oluyor. Tabii ki küresel iklim değişikliği vesaire, bunun içerisinde. Bir türetim ekonomisi yerleştirelim -aynen bir petri kabındaki bakteri kolonisi gibi düşünün bunu- dışarıdaki tüketim ekonomisinin onun içerisinde büyümesi, ondan beslenerek büyümesi, yani tüketimi tüketmekle ancak dönüştürme şansımız olduğunu düşünüyoruz. Bunu yaparken de, içeride sinerjik etkiler yaratarak makro ölçekte bir döngüsel ekonomi oluşturduğunuz ve dışarı kaçışı engellediğiniz zaman bu türetim ekonomisinin bütün tüketim ekonomisine dönüştürülmesi mümkün. Ama daha sonra sinerjik etkilerle daha da küçülmesi lazım, çünkü zaten mevcut ekonomik sistemimizin hacmi gezegeni ortadan kaldırıyor. Dolayısıyla bizim o hacmi de küçültmemiz gerekiyor. Hacmi ileri bir tarihte tüketim ekonomisini tamamen yedikten sonra küçültebilmemizin tek yönü de işte o sinerjik makro ölçekteki döngüsel ekonomileri kullanarak aynen bir orman olmak, ekonomiyi bir ormana dönüştürmek. Yani nasıl ki şu andaki ekonomik sistem doğaya zarar veriyor, insana zarar veriyor, ama bir ormandan daha kompleks değil, daha karmaşık değil. Şimdi biz nasıl mevcut ekonomik sistemi hep ağaç dike dike bir ormana dönüştürüp, o ormanın çevrimi gibi gezegene zarar vermeden o üretimin o inanılmaz çeşitliliğini sağlayan bir sisteme dönüştürebiliriz? İşte Good4Trust bunun bir denemesi diye düşünebiliriz. Teşekkürler. NURİ ZAFER YENAL - Çok teşekkürler Uygar Bey. Panelimize Nusret Bey ile devam edeceğiz. Nusret Bey, Doğal Yaşamı Koruma Vakfı Başkanı ve yine kendisi yıllardır aslında çevre konusunda çok önemli mücadelelerin içerisinde bulunmuş, özellikle enerji ve madencilik alanında bildiğim kadarıyla. Dolayısıyla ekolojik krizin ve alternatif politik ekonomilerin bu sektörlerde belki de özellikle kendi deneyimi üzerinden değerlendirmesini yapacak konuşmasında, sözü ona bırakıyorum.


Oturum 3 |

NUSRET TÜRKKAN - Bu kadar şeyi 10 dakikada anlatabilecek miyiz? Merhaba herkese. Ben Istırancalar’dan geldim, herkese de selam getirdim. Istırancalar, Spartaküs’ün ülkesi, özgürlük savaşçısı Spartaküs’ün. Şu anda Istırancalar’da 700’ün üzerinde Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) başvurusu var. Bunların içinde başta nükleer santral olmak üzere termik santraller, madenler, taşocakları, rüzgâr gülleri, çimento fabrikaları gibi büyüyen bir liste var. Bu Türkiye ortalamasına göre il bazında 75 civarındayken, Istırancalar bölgesinde 700 civarındadır. Istırancalar Avrupa’nın en zengin biyolojik bölgesi, İstanbul’un bir koridoru; İstanbul’un da, 22 milyon insanın da yaşam kaynağı. Şu anda İstanbul’da yaşam ve toprak neredeyse tükenmiş vaziyette, hani Balkanlar’dan kuzeye hava sıcaklıkları geldiği zaman işte Istırancalar üzerine geliyor. Istırancalar’da 9 ay kuzey rüzgârları esiyor ve kuzey rüzgârları musonlar gibidir. Istırancalar’da bıraktıkları o serpintileri Istırancalar yoğunlaştırarak bütün Trakya’ya, İstanbul’a oksijen deposu sağlıyor, bu da İstanbul’un tek klima kapısıdır. Istırancalar’ın aynı zamanda denizde de bir yansıması vardır, denizin altında. Karadeniz Marmara’dan 48 cm. yukarıda olduğu için akıntılarla İstanbul’a ayrı bir yaşam kaynağı verir. Bu kadar güçlü bir jeneratörün ortasında, yaşam jeneratörü milyonlarca yıl süren bir bölgede, dünyanın en lezzetli kuzu eti yetişiyor, en saf kan arısı yaşıyor ve dünyanın en lezzetli kalkan balıkları yaşıyor, ama Istırancalar’da bugünlerde yaşayan foklar tükendi, balıklar azaldı, dereler sığlaştı, orman seyrekleşti, yaşam gittikçe düşmeye başladı. Trakya’da kişi başına yeraltı su kaynakları 16 bin tondan 4 bin tona düştü. Hızlı bir düşüş bu, krizlerle beraber sıçrama bu şekilde geliyor. Türkiye’nin en büyük krizi 24 Ocak kararlarıyla beraber yaşandı. Bu krizde en çok etkilenen insanlar oldu. Çünkü insanlar ekmeğe yöneldi ve ekmek o döneme kadar ekşi mayayla, tam buğday unuyla yapılırken artık maya sunileşti; tam buğday da hibrit buğdaylara dönüştü. Böylece farklı bir ekmek üretilir oldu ve insanlar gittikçe bağışıklık sistemini kaybederek kanser ilişkilerini, diğer hastalık ilişkilerini yaşamaya başladılar. İşte krizden ilk önce tarım etkileniyor ve doğaya kriz yaratıyor, en çok etkilenen tabii ki insandır. Şu anda Trakya’daki çiftçiler kansere bir numaralı adaydırlar. Çünkü büyük bir miktarda ilaçlamaya başladılar, bu sene ilaçlar yüzünden Trakya’da bütün arılar ölmeye başladı. Aldıkları tohumlarla beraber ilaçlar da gittikçe uzaklaşan kendi genetik yapılarında bozuk bir insanla, bozuk bir tarımla, bozuk bir yaşamla uğraşıyoruz ve bu bizim kültürümüzü tehdit ediyor. 400-500 dönümü olan bir çiftçi çocuğunu okutuyor, banka memuru yapıyor. Elindeki serveti yatırıyor. Bir de topraklar satılmaya başladı, yoğun bir şekilde topraklar el değiştiriyor. Değiştirildikçe hani Afrika’da bir atasözü vardır: “Beyazlar geldiğinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklar vardı; bir müddet sonra değişti, İncil bize geçti, topraklar onlara” diyor. İşte köyler de şu anda terk ediliyor, boşaltılıyor. İlk boşaltma, köyde okulların kapatılmasıyla başlandı. Okul kapatıldığında taşımalı eğitim sistemine geçildi. Bu taşımalı eğitimde, küçücük sübyan çocuğu olan anne peşinden çocuğun yanına gitmek zorunda kaldı. Kasabalara ve şehirlere yerleşim başladı. Arkasından baba da gitmeye başladı, arkasından sülale gitmeye başladı. Topraklar terk edildi. Verimli topraklar bir an önce başkasına satılmaya başlandı ve Türkiye’de şu anda gizli bir el yüksek derecede toprak alımıyla dönüp duruyor, dönüp duruyor, ama topraksız kalan köylerdir. Dünyanın en lezzetli etine sahip olmamıza rağmen dünyanın en etsiz ülkesi haline geldik. Şu anda beslenmemiz tamamen ekmeğe dayalı, %52 oranında ekmekle besleniyoruz ve vücut direncini de bitirmiş durumdayız. Şimdi bu döngü ve kriz her seferinde bizim topraklarımıza, bizim sularımıza, bizim tarımımıza vurdukça bizi de perişan ediyor. Biz çocuklarımızı kaybetmeye başladık, ailemizi kaybetmeye başladık. Her tarafımızı bir bir, bir bir kaybetmeye başladık. Şimdi bizim Istırancalar’da bütün köylüler direniyor. Dün bir ÇED toplantısındaydım Soğucak’ta, köy isyanda; evvelsi gün Kıyıköy’de Rus doğalgazı ÇED toplantısı vardı, direnişteydik, isyandaydık. Her gün bir ÇED toplantımız var, ama bizi şehirler desteklemiyor, bizi gençlik desteklemiyor. Bir babanın oğlu fabrikada çalışıyor, baba tarlası için, toprağı için mücadele ediyor, oğul babasını desteklemiyor, çünkü fabrika kapanacak telaşı içinde. Bu derece bölünmüş bir durumdayız.

53


54

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

Şimdi kendi yaşam kaynaklarına bağlı bir bölge var; Istırancalar yok olmak üzere, yok olduğu zaman, oradaki yaşam durduğu zaman ya da etkilendiği zaman İstanbul yeni virüslerle, yeni hastalıklarla tanışacaktır ve kendi felaketini kendisi hazırlayacaktır. İstanbul akıntıları üzerine nükleer santral kurulmaya çalışılıyor İğneada’da. Düşünün ki oradaki suyun, denizin sıcaklığı değiştiği anda İstanbul’daki akıntı şekli ve sıcaklığı da değişecektir. İstanbul’un klimatik yolu üzerinde tam 17 tane termik santral kurulmaya çalışılıyor ve kömürle çalışan bir termik santral. Kömür olmayan yerde kömürlü termik santral düşünülüyor. Trakya’da her ilçeye bir termik santral projesi var. Daha geçenlerde Kırklareli Ovası’nda -ki bu ova devlet tarafından koruma altında- termik santral ÇED dosyası ortaya çıktı. Kömürü geliştirecekler, kömürle kalkınacaklar. Kömürün kilosu 25 kuruş, o ovada üretilen domates 5-7 lira. Bakın, ekonomik değerler de farklı. Şimdi biz bu ekonomik değerleri terk ediyoruz, 25 kuruşa kanıyoruz ya da 25 kuruşa bizi kandırıyorlar. Önümüzdeki süreç mücadele etmek, örgütlenmek, krizlere karşı durmak... Ama güçlü örgütlenmeler, güçlü kurumsallar elimizde yok. Olmadığı sürece hep kaybetmeye mahkûm olacağız. Kaybeden de bizim çocuklarımız olacak, kaybeden bizim gençliğimiz olacak, kaybeden bizim geleceğimiz olacak biz bu şekilde devam ettiğimiz sürece. Çünkü karşındaki yapılar uluslararası sermaye, devlet; her türlü imkânları var, bir gecede kanun değiştirebiliyorlar. Senin kazandığını bir saatte yeni bir kararnameyle yok edebiliyor. Biz kazanıyoruz, çok şey kazandık; termik santral dahi durdurduk. Türkiye’deki en büyük bakır madenlerini durdurduk, taşocaklarını durdurduk direnişlerle. Türkiye’de o bölgede yapılmak istenen bütün altın şirketleri kuruldu ve devlet bu sefer kendi eliyle kendi göndermeye başladı. Şimdi onlara karşı nasıl mücadele edeceksin? Elindeki bütün imkânları bağlıyor. Kendi boru hattını geçiriyor, Rus doğalgazını Istırancalar’da bir hançer gibi yarıyor. 50 metre açacağım dediği yerde 250 metre açıyor ve sen buna itiraz edemiyorsun, uluslararası proje diyor. O doğalgazın bize hiçbir faydası yok, tamamen bizim topraklarımızı yararak koskoca Istırancalar’ı da mahvederek geçiyor. İşte tek kurtuluşumuz, tek mücadelemiz kendi örgütlenmemizi kurumsal kimlikle kurmak. Kurumsal yapıları geliştirdiğimiz sürece hem krizlerden kurtulma hem de kendi topraklarımızı koruma durumundayız. Biz orada gece kahvelerde toplantılar yapıyoruz, biz orada köy meydanlarında toplantılar yapıyoruz. Panellere, söyleyişlere fazla katılamıyoruz, zamanımız da, öyle bir toplantı ortamımız da yok; ama herkese çevreyi değil, toprağı nasıl koruyacağını, toprağa nasıl sahip çıkılacağını, Çanakkale’deki insanları örnek almamızı, kendi toprağımızın bir namus meselesi olduğunu anlatıyoruz. Çünkü onlar da bunu kolaylıkla anlayabiliyorlar bıçak kemiğe dayandığı için. Sadece doğa değil, sadece insan değil, sadece ekonomi değil, hepsi bir yaşam. Bir tarafı bozduğu zaman insan yaşamına da, doğanın yaşamına da zarar veriyor ve gelecekteki bütün şeyler bizi yok ediyor. Teşekkür ederim. NURİ ZAFER YENAL - Çok teşekkürler Nusret Bey. Nusret Bey konuşmasında parçalanmışlıktan bahsetti, şehir ile köy arasındaki iletişimsizlikten bahsetti, örgütlenmenin önemini vurguladı. Şimdi belki tam da buralarda çalışan Kadıköy Kooperatifi’nden Hatice Kurşuncu aramızda. Kendisi şehir plancısı, Yıldız Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nden mezun olmuş 2002 yılında, daha sonra da doktorasını tamamlamış Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi’nde. Şimdi ise Kadıköy Kooperatifi’nde gönüllü olarak çalışıyor. Tam da bu konular belki de konuşmanızda değineceğiniz hususlar, buyurun. HATİCE KURŞUNCU - Merhabalar. Size kısaca Kadıköy Kooperatifi’nin hangi ilkelerle ve nasıl çalıştığını anlatmaya çalışacağım. Biraz önceki konuşmacılarımızın da bahsettiği üretim ve tüketim alanındaki ilişkiyi nasıl kurabiliriz üzerine Kadıköy Kooperatifi’nin gerçekleştirmeye çalıştığı örgütlenme modelini anlatacağım. Kadıköy Kooperatifi’nin başlangıcını biz Gezi Parkı Direnişi’nden sonraki dayanışmalara ve bu dönemdeki tartışmalara dayandırıyoruz. 2013 yılında başlayan ve oldukça uzun süren bir kuruluş tartışmaları dönemi var. Bu dönemde farklı örgütlenme modelleri üzerine uzun süre konuşuldu.


Oturum 3 |

Daha sonra 2014 yılında gıda örgütlenmeleri ve kooperatifler üzerine bir çalıştay düzenlendi. 2015 yılında bir paket çalışmasıyla yeniden kooperatif çalışmalarına başlandı. Bu paket çalışmaları 2016’ya kadar devam etti. Son paketimizde 350 kişiye ulaştıktan sonra artık resmi bir kooperatif kurmak gerektiğine karar verildi. 2016 yılının Kasım ayında hem kooperatifimizi resmi olarak kurduk hem de Kadıköy’de bir küçük dükkân açtık ve o zamandan beri çalışmaya bu şekilde devam ediyoruz. Kooperatifimizi gıda egemenliği mücadelesi içerisinde tanımlıyoruz. Gıda egemenliğinin çok geniş tanımları var, çok çeşitli yerlerde tanımları var. Biz de kendi tartışmalarımızdan geliştirerek bir tanım yaptık. Bu tanıma göre gıda egemenliği, gıdanın nasıl üretileceği, kimin tarafından üretileceği, kim için üretileceği, ne kadar üretileceği ve nasıl dağıtılacağı konusunda kontrol ve söz sahibi olanlar kır ve kent proletaryasıdır. Yani bu ne çiftçinin, köylünün ne de sadece tüketicinin karar vereceği bir durum olabilir. Gıda egemenliğinin bizim tanımladığımız temel ilkelerini sağlıklı, adil, temiz gıda; doğaya ve insana zarar vermeyen bir üretim; kadın, göçmen ve çocuk emeği başta olmak üzere sömürüsüz bir üretim; yerel üretim ve yerel pazar ilkesi ve bilgili köylü tarımı olarak sıralayabiliriz. Kooperatif kimlerden oluşuyor? Biz üç temel katılımcı grubu belirledik. Bunlar; gönüllüler, ortaklar ve kooperatif dostları. Kooperatifte aktif çalışan, bu tür işleri gönüllü olarak yürütenlere kooperatif gönüllüleri diyoruz ve şu anda 40 aktif gönüllümüz var. Resmi bir kooperatif olduğumuz için resmi ortaklarımız var. Şu an için 20 resmi ortağımız var, ortak sayısını artırmaya çalışıyoruz. Gönüllüler ortak, ortaklar gönüllü olabilir, ikisi de olmayabilir. Bir de kooperatif dostlarımız var. Kooperatif dostları olarak tanımladığımız kişiler ise bize destek olan, kooperatif çevresini oluşturan insanlar. Dükkânımızdan alışveriş yapanları, kooperatifi tanıtılmasını sağlayanları, kooperatifin bazı ihtiyaçlarını gönüllü olarak karşılayanları kooperatif dostlarımız olarak tanımlıyoruz. İşleyiş mekanizmamızdan da çok kısa bahsedeceğim. Kooperatifimiz herkesin katılımına açık ve herkesi beklediğimiz bir yapı. İşleyiş içerisinde mutfak önemli bir mekanizma. Bu mutfak dediğimiz şey aslında bütün pratik işleyişi sağlayan insanların bir araya geldiği yer. Her Perşembe mutfak toplantıları yapıyoruz, bu toplantılarda genel olarak pratik işlerin karara bağlanması söz konusu oluyor. Mutfak toplantılarımız da herkese açık. Bir dükkânımız var demiştim, küçük bir dükkân; burada perakende satış yapabiliyoruz. Dükkânımız hafta içi akşam 19.00-21.00 saatleri arası, hafta sonu ise 10.00-18.00 saatleri arası açık. Dükkânı nöbet sistemiyle gönüllü olarak açık tutuyoruz. Kooperatifte herkes gönüllü olarak çalışıyor, kâr payı toplamıyoruz ve dağıtmıyoruz, kâr amacı gütmüyoruz. Kadıköy Kooperatifi’nin beş temel ilkesi var. Bunlar, küçük üreticiyle aracısız çalışmak; üretim ve tüketim üzerinde karşılıklı inisiyatif; kolektif çalışma ve paylaşım; ekolojik toplumsal ilişkiler ve toplumsal dayanışma. Şimdi biraz bunlardan bahsedeceğim, aynı zamanda biraz pratikte ne işe yarıyor bu ilkeler, onu da anlatmaya çalışacağım. Kadıköy Kooperatifi ekolojik ve toplumsal ilişkileri temel alan bir yapı, ekolojik üretimi ve tüketim modellerini destekliyor ve yerel çözümleri savunuyor. Bu ne demek? Üretim ve tüketim ilişkilerinde toplumsal faydayı esas alıyor, doğayla dost ekolojik bir çevreyi destekliyor demek. Aynı zamanda üretim aşamasındaki emeğin görünmez kılınmasına ve sömürüsüne karşı eşit toplumsal ilişkileri savunuyor. Peki, eşit toplumsal ilişkileri nasıl sağlamaya çalışıyoruz? Üreticilerimiz arasında küçük çiftçiler olduğu için aile üretimi yapanlar da var. Özellikle burada çocuk ve kadın emeğinin üretimde nasıl pay aldığını öğrenmeye ve onların da bu üretimden ve bize sattıkları üründen pay almasını sağlamaya çalışıyoruz. Küçük üreticiyle aracısız çalışma ilkemiz çerçevesinde üretim, dağıtım ve tüketim süreçlerinde şirketlerin egemen olduğu bir gıda sistemi söz konusu, biz buna karşı ne yapabiliriz diye bir çaba harcıyoruz. Şirket egemenliğine karşı bir noktada duruyoruz.

55


56

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

Kolektif örgütlenmiş ve örgütlenme girişimi içinde olan küçük üreticilerle birlikte çalışmaya çalışıyoruz ve aracısız çalışmaya özen gösteriyoruz. Örgütsüz küçük üreticilerin de örgütlenmesi için destek sağlamaya çalışıyoruz. Üreticiyi nasıl seçiyoruz ve üreticiyle nasıl çalışıyoruz diye soracak olursanız, çeşitli kanallardan biz üreticilere ulaşmaya çalışıyoruz ya da onlar bize ulaşıyorlar. Bu noktadan sonra çalışma gruplarımız var, üreticilerimizle bilgi formları üzerinden bütün üretim sürecine ve üretim alanına ilişkin bilgileri toplamaya çalışıyoruz. Aslında karşılıklı güvene dayanmaya çalışıyoruz. Yine de üretici ziyaretlerimiz oluyor. Gidip görüyoruz yerlerinde nasıl bir üretim yaptıklarını. Biz de aslında üretimi öğrenmeye çalışıyoruz. Diğer kurumlarla dayanışma içerisinde olmaya çalışıyoruz. Bu kurumlar farklı kooperatifler olabilir, Çiftçi-Sen’le yakın ilişkimiz oluyor örneğin. Bilemediğimiz çok çeşitli soruları Çiftçi-Sen üyelerine sorabiliyoruz ve diğer üreticilere de danışabiliyoruz. Ziraat Mühendisleri Odası ile Kimya Mühendisleri Odası’na da çokça danışıyoruz ve bize çok destek oluyorlar. Üretim ve tüketim üzerinde karşılıklı inisiyatife baktığımız zaman, bir sistem kurmak gibi bir hayalimiz var. Bizim için beraber karşılıklı karar verebilmek çok önemli üreticilerle. Üretici ve tüketicilerin karşılıklı diyalog kurmasını önemsiyoruz. Yani şunu da söyleyelim, biz üreticiden ucuza ürün almaya çalışmıyoruz; bizim temel hedefimiz, üreticilerin adil ve onurlu bir gelir elde edebileceği koşulları yaratabilmek. Dolayısıyla aldığımız ürünün fiyatını da karşılıklı belirlemeye çalışıyoruz. Bunun için mesela iyi bir örnek, geçen sene aldığımız fındıktı. Biliyorsunuz Fiskobirlik fındık fiyatlarını çok düşük tutmuştu ve üreticiler için çok zor bir durum söz konusuydu. Biz Fındık-Sen’le ortak bir çalışma yürüttük ve Fındık-Sen’in önerdiği fiyat üzerinden fındık almaya çalıştık. Tabii bizim aldığımız fındığın miktarı çok küçük, tabii ki de Fiskobirlik’le şu an için karşılaştırılamayacak bir miktar, ama ileride belki de kooperatifler çoğalınca bu artabilir diye ümit ediyoruz. Toplumsal dayanışma ilkesi çerçevesinde Kadıköy Kooperatifi farklı şekillerde güçsüzleşen, güçsüzleştirilen kesimlerle maddi-manevi dayanışma geliştirmeyi hedefler. Pratikte bulduğumuz yollardan birisi dayanışma rafı. Bu dayanışma rafı, dükkânımızda duran bir raf ve oradaki ürünlerde biz temel aldığımız bazı kriterleri aramamaya çalışıyoruz. Çünkü toplumsal dayanışmanın kriterlerden kimi zaman daha önde olduğunu düşünüyoruz. Mesela, Kadın Kadına Mülteci Mutfağı’nda Suriye’den göç etmiş kadınların ürettiği ürünleri alıyoruz; yine Kader Kısmet Atölyesi’nde kadınların yaptığı üretimler söz konusu, buralardan da ürün alıyoruz ve onlarla karşılıklı dayanışmaya kurmaya çalışıyoruz. Son ilkemiz kolektif çalışma ve paylaşım. Kadıköy Kooperatifi herkese açık, birlikte karar alan, çalışan ve paylaşan, paylaşım ilişkilerini geliştirmeyi hedefleyen bir örgütlenme. Tüm karar alma süreçlerinin şeffaf ve katılımcı olmasına özen gösteriyoruz. Bahsettiğimiz toplantılarda konsensüsle karar almaya çalışıyoruz. Konsensüs oldukça zor bir yöntem, ama bu yöntemde inat ediyoruz. Mutfak toplantılarımız var, çalıştaylarımız var; çeşitli kararlarımızı buralarda alıyoruz. Kendini yenileyebilecek öğrenme ve aktarım mekanizmaları geliştirmeye çalışıyoruz. Kendi bilgi birikimimizi artırmak için çeşitli atölyeler gerçekleştiriyoruz. Hem aktif politikayla ilgili mesela, şeker atölyesi yaptık yakın bir zamanda; hem de kendi içimizde -biraz önce gıda egemenliği tanımını yaptık demiştim, bu gibi kavramları da tartıştığımız, kendimizi geliştirdiğimiz birtakım birlikte öğrenme atölyeleri gerçekleştiriyoruz. Onun yanı sıra kooperatifin kendisi bir toplumsal örgütlenme modeli aslında bizim için; yani sadece bir ekonomik model değil, ama aynı zamanda bir örgütlenme modeli. Bunun için de örgütlenmeyi ve yaygınlaşmayı önemsiyoruz. Yeni açılacak, açılmak istenen kooperatif girişimlerini, gıda topluluklarını destekliyoruz. Her ay bizimle tanışmak isteyen, herkese açık olan “Kadıköy Kooperatifi Kendini Anlatıyor” toplantıları yapıyoruz. Buraya bizi merak eden, ne yaptığımızı öğrenmek isteyen, kendisi bir girişimde bulunmak isteyen ya da katılmak isteyen herkesi davet ediyoruz. Eğer bize katılmak isteyen, gönüllü olmak isteyenler olursa, yine her ay


Oturum 3 |

eğitim toplantıları gerçekleştiriyoruz ki kooperatife gönüllü olarak gelecek arkadaşlarımızla birlikte çalışabilelim. Temel olarak Kadıköy Kooperatifi’nin çalışma şekli ve mekanizması bu, ilkelerimiz de böyle, eğer daha sonra sorularınız olursa cevaplarım. Teşekkürler. NURİ ZAFER YENAL - Çok teşekkürler Hatice Hanım, sağ olun. Panelimizin yavaş yavaş ilk bölümünün, yani sunuş bölümünün sonuna yaklaşıyoruz. Şimdi Menekşe Menekşe Kızıldere ile devam edeceğiz; kendisi çevre mühendisi ve biraz önce de söylediğim gibi Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü’nde çalışmalarına devam ediyor. Bugün bize ekolojik kriz ve iklim krizi üzerine bir sunuş yapacak. 10 dakika içerisinde bitirecek herhalde, değil mi? MENEKŞE KIZILDERE – Merhabalar. Aslında 10 dakika çok kısıtlı bir süre... Benim anlatacaklarım biraz kavramsal çerçeve, bunu hazırlarken biraz böyle düşündüm. Ben Heinrich Böll Stiftung Vakfı’nda iklim değişikliği, enerji ve çevre politikaları proje yöneticisiyim. Yaklaşık 13 yıldır ekoloji alanında çalışıyoruz, ana çalışma konumuz iklim değişikliği ve enerji benim alanım için. Dün aslında ilk oturum iklim değişikliğiyle alakalıydı ve Sevgili Ümit ile Efe’nin olduğu, iklimle alakalı çok geniş perspektiften konuşulan bir oturumdu. Ben katılamadım, ama ben yine de bu bağlamı kurmak için çok kısa birer cümleyle iklim konusunu, iklim krizini açacak ve politik ekoloji, politik ekonomi ve tüm bunları yerelle nasıl bağdaştırıyoruz ve nasıl alternatifler üretiyoruz üzerine konuşacağım. Uzun slaytlar, ama çok kısa sözlerle anlatıp bitirmeye çalışacağım. Sadece çok kısa bir şey söyleyerek başlamak istiyorum. Tabii ki Şehir Plancıları Odası da dikkat etmiştir, ama oturumlar cinsiyet eşitliği adına çok eşit değil. Özellikle biz iklim alanında çalışan kadınlar olarak oturup erkekleri dinliyor olmaktan ve sadece erkeklerin bir şeyler açıklıyor olmasından çok sıkıldık. Eminim kendi alanında çalışan kadınlar da aynı şeyi düşünüyorlardır. Buradan başlaması gerek bir şeyler kazandırmak için, o yüzden cinsiyet eşitliğine dikkat edelim. Yine de teşekkür ediyorum, eminim bu konuyla alakalı elinizden geleni yapmışsınızdır. İklim kriziyle başlayalım. İklim değişikliği, iklimin değişen rejimi, ama bu rejimin belirli sürede kalıcı olması demek. IPCC, yani İklim Değişikliği Uluslararası Paneli, bunu 10 yıllık süre olarak belirledi en sonunda. Aslında eskiden 30 yıllık sürelerde kalıcı olan değişiklikler iklim değişikliği sayılmaktaydı, ama bu süre o kadar hızlandı ki bu gidişat 10 yıla düştü ve galiba 5 yıl gibi bir süreye düşmek üzere. Bu en önemli görsellerden biri, çünkü atmosferdeki karbondioksit oranının 400 ppm’in üstüne çıktığını gösteren ilk grafik ve fakat 400 ppm geri dönüştürülemez nokta ve bundan sonra hiçbir zaman bu değerin altına düşmeyecek. Aslında bu iklim değişikliğinin artık geri dönüştürülemez olduğunun kanıtı. Hâlihazırda devam eder ve hiçbir önlem almazsak -biliyorsunuz Paris Antlaşması’yla birlikte atmosferdeki toplam ısınmayı 1,5-2 derecede sınırlamayla ilgili çalışmalar devam etmekte- en iyi ihtimalle 2050 yılına kadar 3 derecelik bir ısınma öngörülüyor toplam gezegenin yüzey sıcaklığında. Yandaki tabloda da korkunç seli anlatıyor. Uzun uzun anlatmak istemiyorum. 3 derece demek bizim bireysel yaşantımızın dahi çok ciddi şekilde etkilenmesi demek. Buralara çok detaylı girmiyorum, sadece kavramsal çerçeveyi vermek için geçiyorum. NASA’nın yaptığı bir araştırmaya göre, en çok karbondioksit birikmesi 1971-1990 yılları arasında oluyor. Yani bunun %90’ından aslında insanlar sorumlu; her ne kadar hâlâ bunu inkâr eden ve doğal süreçlere bağlayanlar olsa da... Cuma günü de 405 civarındaydı toplam ppm değeri. Bu değer hiçbir zaman 400’ün altına düşmedi. Politik ekoloji ile iklim krizini bağdaştırırsak; politik ekoloji ekoloji krizinde de, iklim krizinde de faili işaret eden, yani bunun sorumlusu budur diyen kavramlardan birisi. Politik ekoloji, bütün krizleri

57


58

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

iktidar ilişkileri içerisinde ele alıyor; buna göre, bu iktidar ilişkileri içerisinde krizin sorumlusu siyasi iktidarlardır. Dünyanın her yerinde, bu mücadelenin kime karşı verilmesi gerektiğine ve nasıl bir aksiyon alınıp nasıl bir mücadele verilmesi gerektiğine karşı önemli bir uyarıdır. Doğa mücadelesi de, iklim krizi de aslında iktidar ve tahakküm ilişkisi içerisinde işliyor; ileride bunu daha da net açıklayacağım. Buradan ise iklim adaleti kavramı doğuyor. İklim adaleti de insan haklarının gelişiminin iklim değişikliğiyle ilintili olarak güvenceye alınması, iklim değişikliği etkilerinin adil paylaşılması ve ortak çözümler üretilmesi üzerine türetilmiş bir kavram. İklim adaleti bu krizden çıkış yolu için insan haklarını, kadın haklarını, diğer hakları ve alternatifleri de içeriyor. Buradan politik ekonomiye, kavramsal çerçeveye geçince, yine politik ekolojide olduğu gibi o da sınıflar arası ilişkileri işaret ediyor. Bugüne değin klasik iktisat teorisinde hiç sınıflar arası ilişkilere değinmeden birçok şey üretildi, ama biz bir model kurarken ne ekonomik krizi, ne iklim krizi, ne ekolojik krizi ele alırken sınıflar arası ilişkileri atlayamayız; politik ekonomi de burada iklim kriziyle ve ekolojik krizle bağdaşıyor. Kavramlara çok takılmadan ilerleyelim. Toplum ve ekonomi, işleyen sistemler ve bizim içinde bulunduğumuz döngüler bu ikinci modelde bizim içinde bulunduğumuz döngünün dışına çıktığımız anda nasıl gezegenin limitlerinin de dışına çıktığımızı ve gıdadan sağlığa her noktada aslında bir limit aşımına gittiğimizi gösteriyor. “Ekofeminizm” kitabının son baskısında Vandana Shiva ve Maria Mies, bu neoliberal politikalarla birlikte gelişen tam da politik ekonominin, politik ekolojinin işaret ettiği sistemi ataerkil kapitalizm olarak ifade ediyorlar ve bu ataerkil kapitalizmle birlikte ekonomi politikalarının da demokratik olmayan şekilde dayatılmasıyla aslında birçok şeyin dengesinin bozulduğunu belirtiyorlar. Nusret Bey’in ve sevgili Abdullah Bey’in anlattıkları gibi bu krizler aslında demokratik olmayan politikaların birer sonucu olarak geliyorlar. Yani nasıl ki politik ekoloji aslında bunun failini gösterdi, bu kriz de bu işin döngüsünü ve sürecini gösteriyor. Nasıl bir saldırı bu? Hem doğal varlıkları varlık olarak görmek üzerinden hem de yerel ekonomilere, yerel marketlere, yerel yaşantıya saldırı aslında. Bunun başlangıcını da Shiva ve Mies 95’te Dünya Ticaret Örgütü’yle birlikte bu sistemin örgütlü hale gelmesini ve çok uluslu ve dünyaya yayılır bir hale gelmesini gösteriyorlar. Bunun ardından 2000’li yıllarda da devletlerin şirketleşmesini ve halktan, yerelden kopan üst politikalarla yönetilmesini gösteriyorlar ve bu da hem iklim krizini hem ekoloji krizini döngü halinde destekleyen bir yere gidiyor. Bunun sonucunda siyasi krizler, polarizasyon, şiddet artıyor; hatta Shiva Hindistan’da bu ekonomi politikalarıyla birlikte kadına şiddet olaylarının artışıyla ilgili çok çarpıcı örnekler veriyor. Ben de kitabı okumanızı tavsiye ederim. Bizim iklimle ilgili çalışan hocalarımızdan Semra Hocamız der ki, “İklim krizi yerelden çözülmesi gereken uluslararası bir mevzudur.” Yani iklim krizinin çözümü aslında yerelde ve yereldeki alternatiflerdedir. 2015 Paris Antlaşması’nın çıktığı zirvede Kanada’nın o meşhur başbakanı Trudeau da, “İklim zirvesi aslında iklim değişikliğinin konuşulduğu bir zirve değildir, iklim değişikliği bir ekonomi ve ticaret zirvesidir” diyerek aslında bu sistemin ne kadar etkili ve net olduğunu ortaya koymuştur. Ben alternatiflerden değil, ama alternatifleştirmeden bahsetmek istiyorum. İki alternatifleştirme örneği sunacağım. Burada benim konuşma başlığım her ne kadar alternatifler de olsa yeşil ekonomiyi ya da türetici ekonomiyi ya da herhangi başka bir modeli sunmaktansa, gıdanın ve enerjinin nasıl alternatifleşebileceğini ve nasıl ilintilendiğini bu krizle birazcık örnekler üzerinden vurgulamak istiyorum. Tabii ki gıda ve tarım en başta bu krizden, yani ekolojik krizden, iklim krizinden ve nihayetinde ekonomik krizden, -bu deminki halkalarda gösterdiğim iç içe döngüler içerisinde- en başta etkilenenlerden. Şu anda buğday, mısır ve pirinç global olarak en ciddi etkilenenler. Çiftçiler bazı değişikliklere uyum sağlıyorlar, ama 3 dereceyi geçtiğimizde uyumdan söz edemiyoruz. Uyumdan çok söz ediliyor bugünlerde, ama 3 dereceden artık bundan söz edemeyeceğiz.


Oturum 3 |

İnsan kaynaklı sera gazı emisyonlarının 2010’dan itibaren yaklaşık %10-12’sini teşkil etmekte tarım kaynaklı olanlar. Ben biraz hızlı gitmeye çalışıyorum süreyi seyreltmek için, kusura bakmayın, birçok şeyi de atlayarak gideceğim; çünkü birçok görsel koydum ve birçok şey söylemek istiyorum aslında. Gıdada baz alınması gereken şey, tüketimde değişiklik yapmak ve bu bireysel kararlardan ziyade, tüketim ve üretim sisteminin değişmesi aslında. Çünkü tarımda iklim krizini, ekolojik krizi besleyen şey; endüstrileşmiş tarımın ve endüstrileşmiş hayvancılığın kendisi. Alternatifleşme de tam da buradan başlıyor aslında, yerelin güçlendirilmesiyle başlıyor. Aşırı tüketim azaltılması elbette lazım, ama bu sistemin değiştirilmesi söz konusu olmadan olmuyor. Gıda güvenliği konusunu çok güzel ele aldınız, tam da tarım çalışan biri olarak ben de iklimle bağdaştırırken yükselen sıcaklıklarla ve yağış rejimindeki değişikliklerle uzun vadeli kalıplarla birleştirilmesi mevzusunu önemsiyorum. Tarım üretimi için besin döngüsü, atıkların çürümesi, tohumların yayılması gibi hayati önem taşıyan bir dizi görevi gören karasal ekosistemler iklim değişikliğiyle zayıflayacak, hatta kaybolacaklar. Habitat kaybından sonra polen yayıcı böceklere yönelik küresel bazda en önemli tehdit iklim değişikliğidir. Yani sadece bu örneği verip, aslında gıda güvenliğinin ne kadar önemli olduğunu vurgulamak istiyorum. Gıda güvenliğinden bahsediyoruz, ama asıl sorun gıda egemenliği; bu örneği bunu söylemek için veriyorum. Sıcaklıktan bahsettik; çay ve kakaonun da çok ciddi etkilenebilirliğinden bahsettik. Bu durum tabii ki gelişmekte olan ülkelerin doğal varlıkları -kaynak demek tam da bu sistemin dili aslında- tüketilebilir ve atıl büyüme araçları olarak görmesinden kaynaklanıyor. Bu, gelişmekte olan ülkelerde gelişmiş olan ülkelere göre çok daha vahşi ilerlemekte maalesef. Burada gıda güvenliği gibi su güvenliği de kritik, küresel nüfusun %7’si için yenilenebilir su kaynaklarının en az %20’ye düşürülmesi bekleniyor. Bütün sistemlerde 2050 yılına kadar pirinçte %37, mısırda %55 ve buğdayda %11’lik fiyat artışları öngörülmekte, ama bu biraz geç bir model, hatta bu fiyat artışları çok çok daha yükselecek ve gıda kalitesi de oldukça düşecek. Hastalıklar ve zararlılar da artacak. Yani burada ifade ettiğim gibi bu sistem devam ederse, olacak olan bu; o yüzden yerelleşmeye, yerelden çözümler bulmaya ve yerel ekonomileri geliştirmeye çok kritik bir ihtiyaç var. Enerjinin alternatifleştirilmesiyle ilgili ortaya koyabileceğimiz ise yenilenebilir enerji ve yenilenebilir enerjinin de yine devlet politikalarıyla yani üst devlet politikalarıyla değil, yine yerelden üretimiyle, kooperatifleşmeyle belki de çözebileceğine ilişkin bir şeyler söyleyebilirim. Gördüğünüz gibi enerjide en çok üretim endüstriden kaynaklanıyor, tarım çok az bir yer kaplıyor. Yenilenebilir olanın potansiyeli çok yüksek, diğerleriyle kıyaslayınca Türkiye’deki durum da aslında dünyadan çok da farklı değil enerjiyle ilgili, ama Türkiye’nin tabii potansiyelinin çok yüksek olduğunu söylemek gerek. Yenilenebilir enerjinin iş yaratma imkânları da hâlihazırdaki konvansiyonel enerji üretim yöntemlerine göre çok yüksek; alternatifleşme için ise çok ciddi bir söylem bu. Tek tek enerji sistemlerine girmeye vaktimiz yok, buraları geçelim. Dünyada bunun lideri Çin, arkasından Amerika geliyor, Hindistan bütün tartışmalara rağmen üçüncü sırada ve Türkiye’nin yeri şu ana kadar çok ciddi bir yer değil açıkçası. Son slaytlarım... Sanayide, binalarda, ulaştırmada, atıkta, arazi kullanımında, ormancılıkta ve tarımda neler yapılabileceğine ilişkin bir sürü gördüğünüz gibi derlenmiş toplanmış 2030’a ve 2050’ye kadar belirlenmiş birtakım hedefler var. Hem ekonomik krizden hem iklim krizinden çıkmak için sanayide emisyonların sınırlandırılması, binalarda verimlilik, ulaştırmada verimlilik, atıklarda geri dönüşüm, arazi ve orman kullanımında iyileştirme çalışmaları -yani arazi gaspının, ormansızlaştırmanın durdurulması- başlangıç; tarımdaysa yerelleşme ve toprak üstü biyokütlenin artırılmasını ve karbonun toprak altında kalabilmesini sağlamak. İklim krizinin sorumlusu aslında kentler. Kentler nasıl etkileniyorlar, kentlerde neler yapılabilir? Madem yereli konuşuyoruz, buna da işaret edelim. Bunlar sera gazı salımı kaynakları, sıcaklık dalgaları, aşırı hava olayları, kuraklık, deniz seviyesinin yükselmesi gibi durumlar. Bizim son gelen

59


60

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

bir kasırgamız var, Yöndeniz üzerinde oluştu, Medicana diye Akdeniz’den geliyor ve Ege kıyılarını vurmak üzere. Bu hafta sonu çok kötü geçecek ve İstanbul’a da Pazartesi günü etki edecek. Yani kentlere geldi ve kalıcı olacak. Bu yüzden kentlerin buna hazırlıklı olması gerekiyor. Ekonomik etkileri de çok fazla, toplumsal etkileri de çok fazla. Gıda güvenliği konusu kentler için de söz konusu. Dolayısıyla bu krizden çıkış birbirinden ayrı düşünülemez. Ne kent kırdan, ne ekonomi iklimden, ne ekoloji ekonomi politikalarından ayrı düşünülemez ve günün sonunda söylemek istediğim şey yine Semra Hoca’nın söylediği gibi yerelden çözümler üretilmesi ve yerel ekonominin yerel alternatiflerinin güçlendirilmesi. Teşekkür ederim. NURİ ZAFER YENAL - Çok teşekkürler Menekşe Hanım. Panelimizin ilk bölümünün son konuşmacısına geldi sıra, Kerem Arslanlı’ya. Kerem Bey bu üniversitede, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Çevre ve Şehircilik Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde görev yapıyor, çalışıyor. Daha önce doktora çalışmalarında da anladığım kadarıyla konut ve iklim değişikliği, konut ve çevre ilişkisi üzerine çalışmış bir öğretim üyesi. Şimdi tarımdan konuştuk, enerjiden konuştuk, buradaki sorunlardan ve alternatif ekonomik oluşumlardan bahsettik. Aslında kentleşme, kentliler ve iklim değişikliği denilince -ki Menekşe Hanım’ın konuşmasının son bölümünde gündeme getirdiği konular arasındaydı- herhalde inşaat sektörüne bakmak çok önemli bir hale geliyor; Kerem Bey de bize bu konuda eminim önemli şeyler anlatacak. Buyurun. KEREM ARSLANLI - Teşekkür ediyorum sözü verdiğiniz için. TMMOB Şehir Plancılar Odası’na da teşekkür ediyorum bu organizasyona davet ettikleri için, gayet güzel ilerliyor iki gündür. Benim katkıda bulunmak istediğim konu başlıkları şunlar: Bu ekolojik kriz içerisinde çevre koşullarında aslında yaşadığımız büyük sıkıntıların katkı sağlayanı binalarımız. Bu binaların yapımı, kullanımı, yıkımı gibi süreçlerini kontrol etmemiz gerekliliği. Çünkü burada %40’a yakın çeşitli farklı kaynaklardan bu emisyon gazlarına etkisi, küresel ısınmaya etkisi farklı veriliyor. Benim şahsi görüşüm, canlı hayvan üretiminin bütün bu saydıklarımızdan daha fazla etkili olduğu, ama farklı rakamlar farklı kaynaklardan geliyor. O yüzden %40 emisyonun binalardan kaynaklı olduğu söyleniyor. Onu bir kenara ayırıyorum yani kendi düşüncelerimi, bu emisyon yaratan binaların üretimi ve kullanımı içerisinde de kentlerde bir yeşil bina sertifikasyonları süreçleri başladı yakın bir zamandır. Bizim de üzerinde çalışmalarımızı yaptığımız en çok bilineni -belki sizler de duymuşsunuzdur- LEED Sertifikasyonları, BREEAM Sertifikasyonları İngiltere’den ya da DGNB Sertifikasyonları. Bunlar tabii her ülkenin belli başlı ekonomik çıkarları çerçevesinde geliştirdikleri, arkasında durdukları önemli başlıklar. Yeşil binalar üzerine yaptığımız çalışmalarda yurtdışında da gördüğümüz, enerji korunumu esnasında siz belli bir noktada binaları daha etkin, daha kullanışlı, daha enerji korunumlu hale getirmeye başladığınız anda -mesela, Hollanda’da yapılmış çalışmalarda bu şekilde sonuçlar vermişinsanların enerjiye karşı duyarlıkları da düşmeye başlıyor. Eskiden 100 dolar fatura ödediğinde ama faturalar 10 dolara düştüğünde artık kapatmıyor ışıklarını ya da ısıtmayla ilgili birtakım şeylerden uzaklaşmaya da başlıyor. Bu enerji sertifikasyonları kısmında da benim görüşüm, birçok noktada binalara verilen -DGNB’yi ve BREEAM’ı biraz daha ayrı tutuyorum ama- LEED’lerde siz sertifikasyona başvuruyorsunuz, binanızı inşa ediyorsunuz, ama birisi gelip sizin bu binayı nasıl inşa ettiğinizle ilgili kontrolleri yapmıyor. Hatta buna karşı yapılan bazı araştırma sonuçları, sertifikasyonlu binaların daha fazla enerji tükettiği yönünde; çünkü insanların duyarsızlığı çerçevesinde binalar daha zararlı hale dönüşebiliyorlar. O yüzden bu organik gıda sertifikasyonlarında da bence aynı çılgınlık var, burada da biraz daha bilinçli ilerlememiz gerektiğini düşünüyorum, yani bina sertifikasyonları ve çevreye kattığı yararlar-zararlar ölçeğinde, kesinlikle bu yönde yeni binaların ilerlemesi gerektiğini düşünüyorum. Yapılan çalışmalar da bunu gösteriyor. Fakat pazarda hâlâ şöyle bir durum söz konusu: Yatırımcılar bazında da, kullanıcılar bazında da binayı bu şekilde ürettiğinizde daha sonra ne kadar faydasını göreceğiz? Orada ikinci bir açmaz nokta ortaya çıkıyor. Siz bir binayı daha enerji verimli hale getirdiğinizde bununla ilgili mevcut binaların %90’ı da önümüzdeki 40-50 yıl elimizde


Oturum 3 |

durmaya devam edecek. Bu retrofitin dedikleri yeni birtakım LED ışık panelleri koyduğumuzda örneğin, buradaki verimliliği artırıyoruz evet ama bu işlemi siz bir sene sonra yaptığınızda o enerji verimliliği %50’den %90’lara çıkıyor. Bunu ne kadar ötelerseniz daha fazla gelir elde edebildiğiniz için bina yöneticileri veya bu konuda karar vericiler bu işi olabildiğince en son noktaya ötelemeye çalışıyorlar. Bu noktada da önemli kayıplar var. Bizim ülke olarak avantajımız bu binaları çok fazla üretmemiz. Çok fazla ürettiğimiz için - senede 600 bin bina üretiyoruz diyoruz- bu yeni ürettiğimiz binaların bu yönde olmasını sağlamakta bence teşvikler daha fazla artmalı, ama önünde-sonunda bunu eğer uzun vadeye yayamazsak kısa vadede bunun çözümü yok. Ekonomik açıdan kentlerimize baktığımızda, bu işin hani ekonomik boyutunu ayırmak mümkün değil, öyleyse bunu uzun vadeye yaymaya çalışmamız gerekiyor. Kısa vadeli çözümler her zaman kentlerimiz için, çevremiz için en büyük zararı aslında ortaya koyuyorlar. Benim bu konuda açmak istediğim noktalar, enerji etkin kullanımı çerçevesinde bina özelinde. Binaların kullanıcıları ve geri dönüşleri 20 yıldır yapılan tüm çalışmalarda hâlâ sorgulanıyor ve her seferinde aynı sonuç ortaya çıktığı halde bir şekilde pazar bunu reddetme yönünde bir reaksiyon gösteriyor. Bu aynı zamanda bina sahipleriyle ve kullanıcılarla da alakalı, kiracılar bu işin sonuçta gelip geçicisi olduğu için çok da dikkat etmeyebiliyorlar, o yüzden olabildiğince bina sahipleri üzerinden bunları kurgulamamız şart. Bu, yurtdışındaki örneklerde biraz daha fazla. Ne kadara binanın içerisindeki giderlere katkı sağlıyorsunuz? Bizde biraz daha ortak düşünülebiliyor bu süreçler. O yüzden bu geri dönüşlerdeki farklılıkların da göz önünde tutulması gerektiğini düşünüyorum. Ben bu ekonomik kısımlardaki değerlendirmeleri gelecek sorularla toparlamak istiyorum, daha fazla paneli de uzatmadan. Herkesin katkıları, soruları bence birikmiştir; bu sebeple sözü size iletmek istiyorum. Teşekkür ediyorum. NURİ ZAFER YENAL - Çok teşekkürler Kerem Bey. Evet, bizim en azından 20 dakikamız daha var saat 13.00’e kadar; hatta biraz daha geçebiliriz başta da söylediğim gibi biraz geç başladığımız için. Siz izleyicilerimize, dinleyicilerimize dönebiliriz; katılımcılarımıza sorularınız varsa onları alabiliriz. Sorularınıza özellikle katılımcılarımızdan cevap vermesini istediğiniz birisi varsa onun da ismini söylerseniz iyi olur. Buyurun. EDA BEYAZIT - Günaydın herkese, çok keyifli bir panel oluyor, çok teşekkürler. Ben kendi adıma burada bayağı bir şey öğrendim. İki konuya aslında dikkat çekmek istiyorum. Burada özellikle Nusret Bey ile Menekşe Hanım’ın enerji politikaları konusunda söyledikleri, özellikle örnekler üzerine yaptığınız açıklamalar aslında Menekşe Hanım yerelden enerji politikalarının alternatif olarak sunulabileceğini söylerken bir yandan örnekler merkezi enerji politikalarında çok çarpıcı bir şekilde yereli etkilediğinden bahsediyor. Yani bu iki ölçek arasındaki zıtlaşmalarla ilgili ne düşünüyorsunuz? Onu merak ediyorum. İkincisi de -aslında bu belki hem dünkü panellerde hem de bir sonraki panel için de geçerli olacak- hareketlerle ilgili. Çevre hareketlerinin veya kentlerde vesaire ortaya çıkan hareketlerin çok fazla olduğunu ve çok ortak noktaları olduğunu da gördük ve giderek de artan bir sayıda devam ediyorlar. Şimdi bu noktada aslında dün Meriç de burada dile getirmişti, hani yatayda bu örgütlenmeden bahsedilebilir mi? Şimdi biz bunları geçmiş senelerde barınma hakkı konusunda, örneğin mahalle birliklerinde gördük; ortak değerler üzerinden bir birliktelik kurma veya kent hakkı konusunda çalışan örgütlenmelerde, örneğin İstanbul Kent Savunması gibi örgütlenmelerde gördük. Acaba yatayda yine bu iklim, enerji, gıda vesaire hani politikalarını da içerecek şekilde bir örgütlenmeden bahsedebiliyor muyuz veya böyle bir girişim var mı? Onu merak ediyorum. Teşekkürler. NUSRET TÜRKKAN - O kadar çok şey anlatmak gerekiyor ki... Aslında bir sürü bilgi kaynağımız da var elimizde, ama bunu gençlerle paylaşma fırsatını yakalayamıyoruz. O yılların getirdiği bir

61


62

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

deneyim. Şimdi enerji kelimesine ben biraz böyle hasta oluyorum, yani adam geliyor termik santral kuracak, enerji ihtiyacımız var diyor. Enerji ne? Elektrik. Elektrik kelimesini niye kullanmıyorsun? Herkes enerji diyor, hocam da enerji dedi bina tanımında, o zaman netlik çıkmıyor ortaya. Bir sis tabakası var, bizi de kandırıyorlar. “Enerji açığımız var” diyorlar. Ne enerji açığımız var? Elektrik. Elektrik açığımız yok ki, 440 milyar kwatt elektrik üretim alanımız var; bu yaz rekor kırdık, 225 milyar kwatt kullandık. 225 milyar kwatt’lık enerji platformu, yani elektrik platformu kullandırtamıyoruz. Bütün termik santraller %35-40 kapasiteyle çalışıyor. Devlet santralleri atıl vaziyette duruyor. Habire santral kuruyoruz, neden? Avrupalılar söz vermiş, bizden elektrik alacaklarmış, biz bununla kalkınacakmışız. Dünya Kömür Fonu batmış, Türkiye kömür satmak istiyor, enerji santrallerini bedava vermek istiyor. Şimdi bu çevre hareketleri ya da mücadeleleri şu anda örgütlü bir mücadele halinde ülke sathında politik bir durumda yayılmış değil; daha ziyade yerel, işte köylerde, kırsal alanlarda yapılan mücadele şeklinde. Filanca köy mücadele ederken, öbür köy sessiz kalıyor, ama sıra o köye gelince bu sefer o köy direnişe geçiyor. Kendi aralarında bir örgütlenme de yaratılamıyor, öyle bir geleneğimiz de yok. Yani bu örgütlenme sadece mücadele değil, hayatın her alanında da bu şekilde yansıyor. Şimdi bu konuda bir politik duruş sergilenmediği, geliştirilemediği için sıkıntı var. Kendi aralarında da, Türkiye çapında da bir network, bir ağ zinciri içerisinde yürütülemediğinden ve oluşamadığından bir politik duruş da sergilenemiyor. Dolayısıyla kazanımlar yerelde kazanılıyor, ülke geneline veya bölgesel düzeye yayılamıyor. Yayılamadığı için de o örnek, domino etkisi yaratamıyor. Örneğin, bir belediye başkanı, muhtarlar, yerel yönetimler, halklar, sivil toplum tek bir yumruk halinde mücadele ederlerken o bölgedeki diğer yerel yönetimlere sıçrayamıyorlar, ona anlatamıyorlar. Çünkü bir Ak Partili Belediye Başkanımız da bizim yanımızda yer alabiliyor, termik santrale, herhangi bir şeye tavır koyabiliyor. Şu anda Trakya’da en büyük termik santral mücadelesi veren ve belediye binasının önünde sürekli boy boy afişlerle veren belediye başkanı, Vize Belediye Başkanı, MHP’li. O kadar CHP’li varken, o kadar böyle kahraman varken, sosyal demokrat varken bir tanesi gidip o pankartı asma cesaretini gösteremiyor; ama o duruyor, direniyor. Bu dirençle bütün belediye başkanları, Trakya’daki belediye başkanları toplansınlar, ortak bir karar alsınlar, Trakya’nın geleceği üzerinde bir deklarasyon yayınlasınlar. Bu deklarasyonu kendi meclislerine geçirsinler ve biz de bunu mihenk taşı olarak kullanalım. Mahkemelerde, şurada burada, her yerde kullanalım. Bu kararı, bu örgütlenmeyi yapamadılar, alamadılar. Trakya’da en güçlü siyaset olan Cumhuriyet Halk Partisi bunu alamadı, bunu yapamadı, ama başka bir yerde bakıyorsun, yerelde hem bir CHP’li hem bir Ak Partili hem de bir MHP’li ya da İyi Partili direnebiliyor, ama politik vaziyet almaya gelince yani örgütlü bir duruma gelince bunu kuramıyoruz, bunu alamıyoruz, bunu yapamıyoruz. Bu bizden de kaynaklanıyor, duruşlarımızdan da kaynaklanıyor. Bir de bu çevre mücadelesinin -ki ben artık çevre mücadelesi demiyorum, biz ona yaşam mücadelesi diyoruz- geleneklerinde çok bireysel hareket etmeler var ve örgütlü bir şeye yansımıyor. Daima kendi Facebooklarına, kendi Twitterlarına bu işi taşıyorlar, ama halka ve tabana taşıyamıyorlar. Şimdi biz bunu aşamıyoruz, burada bir sıkıntımız var. NURİ ZAFER YENAL - Çok teşekkürler. Soruda Menekşe Hanım’ın sözü geçtiği için sözü ona vereceğim, daha sonra da Uygar Bey devam edecek. Eğer cevaplarınızı bir-iki dakika içerisinde sınırlı tutabilirseniz sevinirim. MENEKŞE KIZILDERE - Ben de çok kısa cevap vereceğim, daha fazla soru alabilmek adına. Enerji tüketimini hep gelişmişlik göstergesi olarak sunarlar ve çok fazla enerjiye ihtiyacımız var diye bir söylem duyarız. Bu Ağustos ayında son 50 yılda ilk kez düşüş yaşandı enerji tüketiminde Türkiye’de. Bu şunun göstergesi: Ekonomi düşüyor; ekonomi düşerken gelişmişlikten, tüketimden söz edemeyiz. Bu bence kritik bir kırılma noktası. Merkez politikalarla yerelin çatışmasının sebebi, pastadan pay almayı merkezin hiçbir kimseye bırakmama arzusudur. Bu yine ataerkil kapitalizmle


Oturum 3 |

-benim birazcık böyle çok motto haline geldi ama bu- sistemle alakalı ve dünyanın her yerinde böyle. Almanya örneğin fosil yakıtlardan kurtuluyor, ama hâlâ enerjisinin %49’unu 2030’a kadar kömürden sağlıyor ve kömür son derece merkezi sistemle işletilen bir enerji kaynağı. Bunun ana sebebi, enerjinin çok ciddi bir pazar olması; ne devlet ne de devletle yakın bağları olan enerji tekeli çok uluslu şirketler bu pastadan vazgeçmek istemiyorlar. Yenilenebilir enerji meselesinde ise bunu özellikle Avrupa ülkeleri kooperatifleşmeyle aştılar ve kooperatifler şu anda inanılmaz boyutlara ulaştı ve dev şirketler kadar bütçesi olan, kâr eden, kazanan, yerelleşen kooperatifler var. Yenilenebilir enerjide kooperatifçilik, kooperatifleşme bir çıkış yolu olarak görülebilir. Sadece bunu söyleyebilirim. NURİ ZAFER YENAL - Çok teşekkürler. Uygar Bey buyurun. UYGAR ÖZESMİ - Ben olabilir üzerinden gitmek istiyorum, hatta oluyor üzerinden gitmek istiyorum. Mesela, Good4Trust da örgütlenmenin ta kendisi zaten, şu anda 63 tane ekolojik ve sosyal açıdan adil üreticiden bahsediyoruz ve bunların arasında zaten örgütlenmiş kooperatifler de var. Örneğin, Sarıyer Girişimci Kadın Kooperatifi var. Bugün girin profilde göreceksiniz, satmış olduğu ürünleri Good4Trust’ta almış olan, onları destekleyen kişilerin isimleri de yer alıyor. Ödemiş Arakne İpek Böcekçiliği Kooperatifi, Mordoğan Kadın Kooperatifi, Yırcalı Kadınlar Kooperatifi, daha böyle bir çok kooperatif sayabilirim. Sadece bu kooperatifler değil, kendi emeğini katarak doğru olanı yapmayı isteyen insanlar da var ve bunlar ne diyorlar? “Ben benim gibi insanlarla omuz omuza durmak istiyorum” diyorlar. Bizim üreticilerimizden geri gelen bildirimlerden en önemlisi şu: “Kendimizi bir topluluğun, bir güç birliğinin, bir dayanışmanın parçası hissediyoruz” diyorlar. Şimdi bu çok önemli bir şey, çünkü nasıl oluyor bu? Bu duygu oluştukça, o dayanışma ağı oluştukça ona da insanlar katılmaya başlıyorlar. Mesela, Kadıköy Kooperatifi’yle de çok iyi iletişimimiz var, umuyoruz Kadıköy de o örgütlenme seviyesine geldiği zaman bize katılacaklar Good4Trust’ın bir başka kooperatifi olarak, çünkü o yatay örgütlenmeyi gerçekleştirmediğimiz takdirde üst ölçekteki güçlere karşı aynen Nusret Bey’in dediği gibi mücadele etmemize imkân yok. Bunun tek yolu bu, o yatay örgütlenmeyi yapacağız ve o yatay örgütlenme işte o yeni ekonominin doğuşunu sağlayacak olan temeldeki yapılanma olacak, ama bunun için kooperatifler önemli, aynen enerjide olduğu gibi. Onun haricindeki bütün örgütlenmeler önemli ve bunların mevcut ekonominin rekabet kavramı içerisinde değil ki böyle işlemiş içimize, o rekabet olmazsa olmaz diyoruz. Tam tersine Kropotkin’in “mutual aid” yani “karşılıklı yardımlaşma” zihniyetiyle, o yaklaşım biçimiyle ilerlemesi gerekiyor. Çünkü evrimin, gelişimin, farklılaşmanın, adaptasyonun, uyum sağlamanın en temel yapısı zannedildiği gibi sosyal Darvinist bir yaklaşımla rekabetçilik değil, tam tersine Kropotkin’in yaklaşımıyla mutual aid, yani karşılıklı yardımlaşma, dayanışma üzerine kurulu bir adaptasyon var. Bu iklim değişikliğiyle veya ekolojik, biyolojik çeşitlilik kriziyle zaten adaptasyon demek; ya adapte olacağız, ya öleceğiz. NURİ ZAFER YENAL - Çok teşekkürler. Başka sorularınız var mı? Soru sormadan önce kendinizi tanıtırsanız, kurum, kuruluş, oluşum, nereden geliyorsanız, eğer varsa söylerseniz nefis olur. TAYFUN KAHRAMAN - Teşekkürler. TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı Tayfun Kahraman ben, aynı zamanda da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğretim üyesiyim. Sorum esasında aslında biraz siyasal atmosfere ilişkin olacak. Şimdi biz iki gündür tartışıyoruz ve dün de bu konuşuldu, hayata bu kadar değen bir ekolojik kriz ortamında ve bunu her geçen gün hayatımıza daha da derin bir şekilde yaşadığımız bir ortamda -ki Türkiye siyasetini düşündüğümüzde bu kadar kimlik siyasetinin ön plana çıktığı ve o atmosfer içerisinde çekilen bir siyasette- çevre üzerinden, çevre söylemi üzerinden bir siyaset yapmak mümkün mü? Bugün bunu deneyen arkadaşlarımız var ve hani çok da cengaver bir şekilde çalışıyorlar, ama bunun kitleselleşmediğini görüyoruz. Bunun

63


64

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

kitleselleşme şansı var mı, Türkiye’deki bu siyasi atmosfer içerisinde bize bir ışık görülüyor mu? Özellikle Avrupa örneklerine baktığımızda her krizden sonra biliyorsunuz Avrupa’da Yeşiller’in oy oranları artıyor, bizdeyse tam tersine bu görmezden geliniyor. Bu kadar krizle baş başa bir ortam içerisinde, bir atmosfer içerisinde, hepinize esasında sormak istiyorum, sizce bu anlamda bir umut görünüyor mu, yani Türkiye’de bir Yeşiller Partisi’nin %10’lar-%12’ler mertebesinde oy aldığı günleri görecek miyiz? NURİ ZAFER YENAL - Evet, panele başladığımız sırayla devam edebiliriz. Oldukça önemli bir soru, Abdullah Bey buyurun. ABDULLAH AYSU - Bizim her şeyden önce eski alışkanlıklarımızı terk etmemiz lazım. Bu eski alışkanlıklarımız bizi çok sınırlıyor, kısıtlıyor. Nedense kimlik ve demokrasi sorununu çok öne çıkarırken, can yakıcı olan ekolojiyi bir türlü ele alamıyoruz. Az önce arkadaşımın da söylediği gibi çevre diyoruz. Yani ortak bir dili kullanıp doğru kavramları bir kere net olarak kullanmamız lazım. Eğer bir şey yapmak istiyorsak kavramları doğru ve yerinde kullanacağız. Gene bir arkadaşım varlıklar için kaynaklar dedi, şimdi kaynak dediğiniz andan itibaren zaten artık o bir ticari terimdir. Ticari bir noktaya geldiği andan itibaren artık siz ekolojiyi, yani o çubuğu büküp getirip de doğru bir zemine oturtmanız mümkün olmaz. Onun için bunu gören bir yerden, bir de alışkanlıklardan söz etmişken bize kentli arkadaşlar geliyorlar, çeşitli partilerden insanlar geliyorlar köylere -ve işte o lokal dediğimiz 60, 70, hatta 110 civarında esasında mücadele alanı var tek tek sorun alanlarındaama esasında orada genellikle bizimle dayanışmaya gelmiyorlar. Biz orada nasıl kadro devşiririz, biz burayı nasıl kendimize mal ederiz veya biz nasıl burada şunu-bunu yaptık diyebiliriz gibi bir yaklaşımla geldiği zaman oradaki çalışmanın kendisi yaygınlaşamıyor ve toplumun vicdanı haline dönüşemiyor. Toplumun vicdanı haline dönüşemeyen bir ekoloji mücadelenin de gelişmesi ve büyümesi mümkün değil. Onun için bir kere o alışkanlıklarımızı bir kenara bırakıp yeni ekolojik bir dilin kendisini de kullanmak koşuluyla ve kendimizi mevcut sistemde ve bu sistemin yöneticilerinden de ayırt ederek farklılığımızı bu kavramlarımızla koyduğumuzda işte o zaman büyüyebiliriz. Çünkü çelişki oluşur, çelişki derinleştikçe de büyürüz, büyüdükçe de göğüs göğse geliriz, göğüs göğse gelmeden büyümek, göğüs göğse gelmeden mücadele etmeden büyümek de mümkün değil. Teşekkür ederim. NURİ ZAFER YENAL - Teşekkürler Abdullah. Hatice Hanım ile devam edelim. HATİCE KURŞUNCU - Ben de biraz Abdullah Ağabey’in bıraktığı yerden devam edeyim. Bizim Kadıköy Kooperatifi’nde yapmaya çalıştığımız aslında bir yerel çalışma, ama bu yerel çalışmanın Kadıköy’de bir kooperatif kuralım ve kendi kendimizi kurtaralım gibi bir perspektifi yok. Yani en başta anlatmaya çalıştığım şey biraz oydu, o yüzden gıda egemenliği kavramından bahsettim. Gıda egemenliği mücadelesi içerisinde tanımlamamızın nedeni, aslında bütün bu şirket egemenliği sistemine karşı bir mücadele veriyor olmamız. Biz sadece temiz reçel yemek istemiyoruz, aynı zamanda biz bu dünyayı kurmak istiyoruz, yani esas hedefimiz bu. O yüzden ekolojik diyoruz, ama ekolojik dediğimiz şey sadece doğayı kapsamıyor, emeği de kapsıyor ve o yüzden de biz üreticilerle karşılıklı bir ilişki kurarak, onların onurlu bir yaşam sürebileceği bir fiyatlandırmayı yapmaya çalışıyoruz. Yereliz, küçüğüz, şu an 40 gönüllümüz var, ama etkimiz o kadar da küçük değil. Çalışmaya devam ettikçe de küçük kalmayacak diye düşünüyoruz, öyle umut ediyoruz. Giderek çoğalan bize benzer ya da farklı modellerde çalışan kooperatif deneyimleri var. Buna benzer çalışmaların artacağını görüyoruz. Bir yandan da niye bunu görüyoruz? Çünkü gerçekten çok ciddi bir gıda kriziyle ve ekolojik krizle karşı karşıyayız. Dolayısıyla örgütlenmek mecburiyetindeyiz. UYGAR ÖZESMİ - Ben şöyle söyleyeyim, siyaseti şekillendiren ekonomidir. Yani Yeşiller Partisi


Oturum 3 |

Bavyera’da %18’e ulaşmış, nasıl ulaştı? Çünkü orada çok ciddi bir yeşil ekonomi var, “green devoplment”. Hatta Heinrich Böll Vakfı’nın “Green Devolopment” diye bir kitabı var, orada anlatılıyor yeşil ekonomi. Fakat yeşil ekonomi de öyle çok şahane bir ekonomi değil esasında, belki kendisi değinir. Yeşil ekonomi dediği şey, kapitalizmin yeşil versiyonu; dolayısıyla gerçek anlamıyla üretim -türetim diyoruz biz- modellerini oluşturmuyor. Şimdi türetim modellerini oluşturduğunuz zaman üretime gerek yok, çünkü türetimin içinde zaten üretim de var. Türetim modellerini oluşturduğunuz zaman tabanda böylesi bir ekonomi oluşursa, o siyasete de yansıyacaktır, siyaset de büyüyecektir. Biz Abdullah ile beraber Yeşil Sol Parti macerasının içindeydik, açıkçası benim için bir fiyasko oldu. Belki Abdullah’ın devam ediyordur... Yok mu, hiç yok muydu alakan? Tamam, orada hatırlıyorum sanki toplantıda seni de, yokmuşsun. Ben bir kurucusu oldum, sonra çıktım, köklenmiyor. Çünkü temelinde ekonomi yok. O ekonomiyi oluşturursak o siyasete yansıyacaktır. Bahsedilen o ölçeklere ulaşabileceğiz diye ümit ediyorum. NURİ ZAFER YENAL - Burada Tayfun’un sorusu biraz ekonominin de ötesine giden bir durumdan bahsediyor gibi geliyor bana, çünkü çevre denildiği zaman hani öyle birtakım sorunlardan bahsediyoruz ki bu Kürt’ü, Türk’ü, kadını, erkeği, birçok insanı orada dursun, burada dursun, şu partili olsun, bu partili olsun, doğrudan etkiliyor. İşte susuzluk sorununu hani ister Kürt olun, ister Türk olun illa yaşayacaksınız bundan 5-10 sene sonra veya bu hızla ısınmaya devam ederse çölleşmeyi... Hakikaten Türkiye’de yaşayıp da hangi partiden olursanız olun illa da bir sıkıntı çekeceksiniz. Durumun böyle olduğu bir yerde belki de bu alanın potansiyeli, politik potansiyeli çok fazla insanları farklı yerlerden bir araya getirebilmesi ki biraz önce Nusret Bey’in de dediği gibi işte hiç beklemediğiniz yerden MHP’li bir belediye başkanı Istırancalar’da, Trakya’da olup bitenler hakkında pekâlâ diğer beklediğiniz bir sürü partiye göre çok daha aktif bir konum alabiliyor. Dolayısıyla bu fırsatları, bu potansiyeli nasıl çoklaştırabiliriz? Bu ciddi bir soru ve hani evet, hakikaten bizim bayağı ciddi düşünmemiz gereken de bir soru. Var mı eklemek istediğiniz? SALONDAN - Şimdi ekolojiyi kısmen anlatmaya çalıştım, ama bir miktar demokrasimizi de değiştirmemiz lazım. Bizim o demokrasiyi kendimizle sınırlayan, insanlarla sınırlayan yaklaşımımız çok egemen. Eğer ekolojiden söz ediyorsak, ekoloji bugün başka bir noktaya geldiyse, dünya tahrip oluyorsa ve 1.9 civarında bir dünyayı şu anda tüketmeye devam ediyorsak, o zaman bizim demokrasimiz insanlarla sınırlı değil. Ağzı-dili olup da bize derdini, meramını anlatamayan o canlıları da koruyabilecek, bütün Tunceli’de veya Yunanistan’da yanan ormanı doğru görmeyen bir yerden ve bunun bütün dünyaya bir etkisinin olduğunu da değerlendiren bir noktadan bakarak bir gezegen demokrasisini talep etmemiz lazım. O bildiğimiz demokrasi değil, dünya için demokrasi ve gezegen demokrasisini talep etmemiz lazım. SALONDAN - Tayfun Bey’in sorusuna ben direkt cevap veremem, böyle bir şey mümkün değil. Çünkü Türkiye genelinde ve diğer aslında devletçi-muhafazakar oluşumun, daha toplumun, kültürün korunu oluşturduğu yerlerde imkânsız. Buna gerek var mı? Hayır, bence gerek de yok. Topyekûn bir mücadele hattı kurmaya, birleşmeye gerek yok aslında; bu kriz çok bireysel, kişilerin kişisel problemi olabilecek bir şey; herkesin, her siyasi görüşün, her oluşumun kendi çerçevesinden ele alması gereken ve politika geliştirmesi gereken bir kriz. Yani iklim krizini, ekolojik krizi ele alanı ve bunun bayrak tutanı Yeşiller olmamalı aslında, muhafazakar partilerin de bunun için bir sözü olmalı. Gerçekten çok kişisel sorun haline gelebilecek noktada, yani bireylerin tek tek sorunu aslında. NURİ ZAFER YENAL - Buyurun, başka sorunuz var mı? Dr. MİNE BORA – Merhaba. Ben ekoloji konusunda çalışıyorum son çeyrek yüzyıldır diyeceğim, akademisyenim, öğretmenim. Önce şunu söylemek istiyorum: Aslında Uygar Bey’in söylediğinin

65


66

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

galiba bir versiyonu olacak. Hep tüketim diyoruz, ama şu “mass production” dediğimiz kitlesel üretim aslında en büyük sorun; çünkü tüketmeye zorlayan, hatta eski deyimle icbar eden bir olay var ve sanki mecburmuş gibi sürekli üretiyorlar. Bir markete girdiğiniz zaman marketin belki %50’sinden fazlası ambalaj, yani içinden son derece az bir ürün çıkıyor ve o kadar katlayarak sarıp sarmalamanın anlamı ne? Bakın, Bakırköy’de, Beşiktaş’ta benim bildiğim kadarıyla eski çocukluğumuzdaki çuvallarla satışlar başladı. Çok da sağlıklı, hem ekonomik hem sağlıklı; benim kardeşim son derece bu konuda dikkatlidir ve sürekli oralardan alışveriş etmeye başladı. Ta Bakırköy’den getiriyor aldığı şeyleri, o yüzden bir an önce şu ambalaj konusundan ve bu kitlesel üretimden kurtulmamız lazım; tüketim tüketim diye cambaza bak oynuyoruz bence. Şu kitabı getirdim, bu kitap beş cilt, yani taşımak için yanınızda birinin olması lazım. 2002 yılında İzva denilen bu uluslararası katı atık yönetimiyle ilgili Boğaziçi Üniversitesi çok uzun bir süre hazırlığını yapıp Türkiye’de bu kongreyi -belki Uygar Bey de katılmıştı- düzenledi. 7 gün, bir hafta 700 dolar ücreti olan, katılımı son derece önemli bir kongreydi ve ben Günay Kocasarı Hocamıza dedim ki, “Aman ne olur Büyükşehir’i katmayın Günay Hocam.” Bana cevaben “Onsuz da olmuyor, paramız yetmiyor” dedi. Sonuçta Büyükşehir’i katınca onlar bize birinci kalite kağıttan beş cilt kitap bastılar ve İstanbul’da görüyorsunuz, çöpler hiçbir şekilde ayrıştırılmıyor. Kadıköy Belediyesi’ni biraz ayrı tutalım, onlar daha bilinçli. Çöplerin içinde, konteynırların içinde insanlar görüyoruz. Yani bu her an büyük bir etkilemeye neden olabilir; o insanların yaşamına saygı, etik, sosyolojik birçok yönden... Düşünebiliyor musunuz, 16 senede bu kadar büyük bir kongreden sonra hiçbir şeyin yapılmamış olmasını ki Ali Müfit Gürtuna’ydı Büyükşehir Belediye başkanı, bize çok güzel kaldırımlar getirdi Çin’den, çok mutluyuz. Biliyorsunuz 40’a 40, ama o konuda hiçbir belediye başkanı bir şey yapmıyor. Etiğin birinci kuralı tutarlı olmaktır. Önce söylemlerimizle ve eylemlerimizle tutarlı olmamız ve işi kaynağında çözmemiz gerekiyor. Teşekkür ederim. NURİ ZAFER YENAL - Evet, daha çok yorum oldu, o yüzden başka soru var mı diye sizlere soracağım. Eğer yoksa da... Var mı? EGE - Merhaba. Nusret Ağabey’e özellikle sormak istedim. Trakya tarafında çok fazla ekolojiyi tahrip etmeye çalışan proje var, ama bunlara karşı çok güzel kazanımlar da oluyor bildiğim kadarıyla, biraz umut vermesi adına bu kadar böyle umutsuzluğa kendimizi bıraktığımız bir dönemde umut vermesi adına onlardan bahsetseniz bence güzel olabilir. Trakya’da ÇED basması, projelerin durdurulması, iptal edilmesi gibi kazanımlar olmuştu. Siz de takip ediyorsunuz Trakya’yı, belki onlardan bahsedebilirsiniz diye düşündüm. NUSRET TÜRKKAN - Şimdi tabii ÇED geliştiği, ortaya çıktığı zaman halkla beraber olmak, çalışmak gerek, biz o bölgede çalışma faaliyetleri yürütüyoruz. Önce yerel halka o ÇED hakkında bilgilendirme yapıyoruz. Nelerin kazanımı olacak, neler kaybedilecek; ona sarılmasını sağlıyoruz. Yoksa bizim gidip orada protesto etmemiz bir anlam ifade etmiyor kendisi sarılmadıktan sonra, bunu hayata geçirdiğimiz sürece bu döngü devam ediyor. O ÇED’e biz de kendimiz bir proje olarak bakıyoruz. Hukuk anlamında, siyasal anlamında, politik anlamında, mücadele anlamında her tarafından ona sarılıyoruz. Bu nedenle o gösterdiğimiz mücadelelerde önemli başarılar kazandık, önemli deneyimlerdi. Zaman zaman bu deneyimleri İstanbul’daki arkadaşlarımızla, diğer illerdeki, diğer yerlerdeki arkadaşlarımızla paylaşıyoruz. Hatta gücümüz yetmediği zaman projeyi uluslararası hale getirmeye çalışıyoruz. Örneğin, bundan 3-4 sene önce Longoz Ormanları var Istırancalar’ın evlatlarından bir tanesi, dünyada üçüncü su basar ormanları, tamamen doğal bir yaşam döngüsü, önemli bir alan; işte burada bir-iki termik santral kurmak istediler. Sınıra çok yakın olduğu için biz Bulgaristan tarafını da, oradaki sivil toplum kuruluşlarını, yerel yönetimleri, belediyeleri de devreye alarak böyle bir


Oturum 3 |

projeyi durdurabildik. O zaman durdurabildik, birlikte sınırdan karşılıklı nöbet ateşleriyle bekledik. Çadır kamplarımızla bekledik. Yani Trakya’daki bütün belediyeleri sürekli bu işin içine katarak orada çoğunluk sağladık. Biz geçenlerde Çerkezköy’deki termik santrale karşı itiraz dilekçeleri topladık. 8 bin 200 adet itiraz dilekçesi topladık. Dilekçe, imza değil; üstünde vatandaşlık numarası, adresi, kimlik numarası, her şeyi yazılı bir dilekçe topluyoruz ve itiraz etme sürecine katılıyoruz ki durdurmanın yollarından biri de o. Bir de bir deklarasyon hazırladık davaya taraf olacağımızı belirten; kim imza attı, biliyor musunuz? Kapaklı Camisi Yardımlaşma Derneği. Neden imza attı? Burada termik santral kurulması akabinde bu camiye gidecek cemaat bulamadıktan sonra ben termik santrale ne yapayım dedi. Karşı olduğunu bu taraftan, bu cepheden anlattı. Çünkü şu anlatıldı: Eğer burada bir termik santral kurulursa, burada ilk önce nüfus göçü başlayacak. Nüfus göçüyle beraber bereket kaybolacak, işsizlik başlayacak, arkasından yoksulluk gelecek. Bunu direkt anlattığınız zaman, örnekleriyle anlattığınız zaman karşı olan insan bu tarafa gelir. Bu mücadelenin bir kazanım parçası, en büyük tarafı. Biz bunu bu şekilde hiç kimseyi ayırt etmeden şunu söylüyoruz: Ben karıncanın hakkını savunmaya geldim; sen kendi çocuğunun, kendi ailenin hakkını savunmayacak mısın? Her sabah kapını açtığın zaman karşında bir ölüm meleği mi bekleyeceksin? Bu ikilemle sorduğun zaman zaten hangi tarafta olursa olsun bir kere uyanıyor. Yüksek derece bir mevki çıkarı olmadığı sürece asla senin karşında olmuyor, sürekli yanında oluyor. Biz bunu başarıyoruz, ama şu zamanda krizle birlikte kitlelerde büyük bir korku ve panik var. Bu korku şu anda gerçekten aşılması gereken bir şey; komşusundan korkuyor, müdüründen korkuyor, muhtarından korkuyor, kaymakamından korkuyor, valisinden korkuyor, korkuyor da korkuyor. Öyle bir yere gidiyoruz ki inanır mısınız resmi dairedeki memurlar bana selam vermekten bazen korkuyorlar. Yanımızda olduğu, bizi desteklediği halde ulu orta selam vermeye korkuyorlar. Şimdi bizim aşmamız gereken şeyler; güçlü vaziyet, güçlü duruşlar. Biz de o bölgede 40 yıldır mücadele ediyoruz, yani Istırancalar’da, bütün Trakya’da. Ben 12 Eylül’de tutuklandığım zaman neden tutukladıklarını ve ‘çevreci’ olduğumuzu o zaman öğrendim. Bir göl davası mücadelesinden dolayı sıkıyönetim savcısına çıkarıldığım zaman bana dediler ki, “Bu ne? Bu Mert Göl Örgütü.” Savcı baktı, “Ulan, öyle örgüt mü olur?” dedi, küfretti o subaylara, gidin bakın. O zaman ben sonradan öğrendim bir çevreci olduğumu, hayat bizi buralara kadar getirdi ve sürekli bu işi artık yaşam biçimine dönüştürdük, mücadele ediyoruz. Şimdi benim tek arzum, İstanbul’un oradaki insanlarca su kaynağı mücadelesinin verildiğini bilmesi. Aslında kendisi bir kova su için mücadele ediyor, çünkü büyük su İstanbul’un. Orada mücadele ediyorlar, ama farkında olmadan İstanbul’un su kaynağını korumaya çalışıyorlar. Orada mücadele ediyorlar, ama farkında olmadan İstanbul’un klimasını korumaya çalışıyorlar. Bütün yaşam alanlarını İstanbul’un korumaya çalışıyorlar. Şimdi bu İstanbul büyük metropol; yani bu işin başına oturacak, kurtaracak ve çözüm noktası olacak İstanbul’dur. Eğer İstanbul’u gerçekten bu konuda ikna edebilirsek, örgütleyebilirsek, mücadeleye katarsak bu Türkiye’nin de kurtuluşu olur, yaşamın da kurtuluşu olur, çevrenin de kurtuluşu olur. Teşekkür ederim. NURİ ZAFER YENAL - Nusret Bey’in son söylediklerini, bu panel için çok güzel bir son söz diye düşünüyorum. Hepinize çok teşekkürler. Ben bu oturumu bitirmeden önce bir-iki hatırlatma yapmak istiyorum. Öğleden sonra biliyorsunuz etkinlik devam ediyor; bugünün ikinci bir paneli, forumu olacak, öğrenci atölyesi sunumlarından sonra saat 14.30’da başlayacak ve Emin Çapa moderatörlüğünü yapacak. Kendisi gazeteci biliyorsunuz ve aslında bu konuları konuşmaya, tartışmaya devam edeceğiz. İstanbul’da çok önemli faaliyetleri olan, mücadeleleri olan dernekler, kolektifler gelecekler, konuşacaklar, tartışacaklar aralarında. Dolayısıyla hepinizi oraya bekliyoruz. Ben bitirmeden önce bu İstanbul Buluşmaları’nın 12’incisini düzenleyen biliyorsunuz 4 kurum var, 3 üniversite -İstanbul Teknik Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi ve Mimar Sinan’ın Şehir ve Bölge

67


68

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

Planlama Bölümleri- ve de TMMOB Şehir Plancıları Odası İstanbul Şubesi; onların katılımcılar için hazırladıkları sertifikaları katılımcılarımıza sunarak paneli bitirmek istiyorum.Kkatılımınız için çok çok teşekkürler. SALONDAN - Benim buraya geliş sebebime vesile olan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü’nden arkadaşlarıma teşekkür ederim. Biz onlarla bir gönül bağı kurduk bundan 2 sene önce; bölgede bir atölye çalışması yaptık birlikte, çok da başarılı oldu. O bölge için şimdiye kadar yapılmamış büyük bir altlık oluşturdular. O bizde kaynak olarak duruyor, bütün belediyelerde kaynak olarak duruyor. Keşke bütün üniversiteler onlar gibi çalışsa, biz de onların çalışmalarından yararlansak. Onlara çok teşekkür ederim. NURİ ZAFER YENAL - Hoşça kalın.


Öğrenci Atölyesi Sunuşları

ÖĞRENCİ ATÖLYESİ SUNUŞLARI SUNUCU – Merhabalar. Hepinize tekrar hoş geldiniz diyorum. Dün olduğu gibi bugün de yine Öğrenci Komisyonumuzun yaptığı çalışmayı göstereceğiz foruma başlamadan önce. Etkinlikten önce Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nin Şehir ve Bölge Planlama öğrencileri bu etkinlik için bir atölye yaptılar ve sonucunda da bir video çalışması ortaya çıkardılar. Bunu dün de göstermiştik, bugün de hem dün izleyemeyenler hem de bugün tekrar izlemek isteyenler için tekrar göstereceğiz. Sunum için Öğrenci Komisyonumuzdan Berkan Yıldız’ı ve Banu Çelebi’yi kürsüye davet ediyorum. BERKAN YILDIZ – Merhabalar. Hepiniz hoş geldiniz tekrar. Ben Yıldız Teknik Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü 3. sınıf öğrencisiyim. BANU ÇELEBİ – Merhabalar. Hepiniz hoş geldiniz. Ben Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Şehir ve Bölge Planlama Bölümü son sınıf öğrencisiyim. 12’incisi düzenlenen İstanbul Buluşmaları’nın bu yılki teması üzerinden yola çıkarak İstanbul’da iklim değişikliğinin etkilerinin nasıl göründüğünü ve özellikle geçtiğimiz yaz yaşanan felaketlerden sonra ne gibi farkındalıkların ortaya çıktığını görmek adına 6 arkadaş sahaya indik ve sokağa yansımalarını gözlemledik. Bu anlamda Sarıyer’de ve Mecidiyeköy’de röportajlar yaptık ve veriler topladık. Sarıyer ve Mecidiyeköy karşılaştırmasını yapmak istedik aslında. TMMOB Şehir Plancıları Odası’na Öğrenci Komisyonunun yanında olduğu ve çalışmalarına katkı sağladığı için teşekkür etmek istiyoruz. Aynı zamanda Öğrenci Komisyonu’na İstanbul Teknik Üniversitesi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi’nden öğrenci arkadaşlarımızı davet ediyoruz, komisyonda daha etkin olmalarını istiyoruz. Emeği geçen herkese teşekkür ederiz, şimdiden iyi seyirler herkese. (Video Gösterimi)

69


70

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

FORUM SUNUCU - Öğrenci Komisyonumuza tekrar teşekkürlerimizi bildiririz. Etkinliğimizin son oturumunu, yani kapanış forumunu başlatmak üzere forum davetlisi dernek ve kolektiflerin temsilcilerini koltuklara, forum moderatörümüz Emin Çapa’yı da kürsüye davet ediyorum. Herkese verimli bir forum diliyorum. EMİN ÇAPA - Merhaba herkese, hoş geldiniz. Şimdi ben normalde hiç moderasyon yapmayı sevmeyen bir insanım. İnsanlar da buna şaşırıyorlar; sen yayıncısın, zaten işin buydu senin, zaten bunu yapardın diye, ama moderasyon konusunda şöyle bir sıkıntı var: Ben özel hayatımda anlık şeyler yaşamayı seven bir insanımdır. Böylece gece yarısı karımı kaldırıp “Hadi, sabah ilk uçakla gidelim, tatile kaçalım, uçak bileti alalım” derim, ama iş ve böyle bir şey olduğunda biraz ders çalışmayı çok seven bir insanım. Ne yazık ki Türkiye’de pek öyle olamıyor istediğimiz gibi ve zorlanıyoruz. Fakat burada söz konusu olan şey, hepinizin aslında kıyısından ya da ucundan bildiği, biraz üzerinde düşündüğü bir şey, ama dünyadaki en tehlikeli şey cahillik değildir. Dünyadaki en tehlikeli insan türü cahil insan değildir; entelektüel çevrelerde çok tartışıldı ya da felsefi çevrelerde, aslında yarı aydın cahilden daha tehlikelidir. Çünkü o bir de çarpıtır, gerçeği bir de çarpıtma yoluna gider. O yüzden farkındalığımızı daha ileri bir düzeye taşımamız gereken bir konudan bahsediyoruz bugün, herkes de bu nedenle burada. Birazdan tek tek söz vereceğim, ama ben önce birkaç cümle etmek istiyorum. Şimdi küresel ısınma meselesi ilk ortaya çıktığı zaman ben CNN Türk’teydim. İki akım vardı o zaman: Biri, küresel ısınma insan kaynaklı mı, değil mi meselesiydi. Şimdi bunu geride bıraktık, artık petrol şirketleri veya Amerika’da bunun lobisini yapanlar bile insan kaynaklı olduğunu tartışıyorlar, ama o zaman değildi. Çok garip bir şekilde benim çok beğendiğim, hepinizin tanıdığı oldukça entelektüel bir gazeteci arkadaşımız durmadan “Bu, döngünün bir parçası” diyordu. Gerçekten de döngünün bir parçası da olabilir normal koşullarda, çünkü tarih bize öyle gösteriyor. Tarih boyunca çok büyük böyle döngüler yaşanmış. Şimdi elimizde çok ciddi bir bilgi yığını olmaya başladı, o zaman daha küçüktü bu bilgi yığını tabii. Diyordu ki, insan kaynaklı değil, yok öyle değil, vesaire diyordu. Sonra ortaya çıktı ki, arkadaşımız bizim kurallarımıza aykırı bir şekilde bir enerji şirketine, daha doğrusu bir petrol şirketine danışmanlık işi yapıyor. Bu dünya üzerinde insanın kanının parayla zehirlenmesi kadar tehlikeli bir şey yoktur. Öyle olunca bütün evrene para merkezli bakıyorsunuz çünkü. Şimdi hepimiz aslında bir şeyin suçlusuyuz. O da şu: Hümanizmin suçlularıyız. Türkiye’de hümanizmanın biz güzel bir şey olduğunu zannederiz. Bir anlamda belki çıkışı itibarıyla güzel bir şey olabilir. Hümanizmanın insan sevgisi olduğunu zanneder okumayan herkes. Oysa hümanizma insan sevgisi değildir, hümanizma Tanrı’nın aklına karşı insan aklının konulmasıdır. Hümanizma dine karşı, din yasalarına karşı insan yasalarının konulmasıdır; oradan seküler akıl çıkmıştır. Dolayısıyla hümanizma, insanı evrenin merkezine koyması ve diğer bütün her şeyi kenara itmesi itibarıyla çok tehlikeli bir şeydir. Aslında bugün yaşadığımız şeyin temelinde bu var. Her şeyin merkezinde ve ortasında insan var, geri kalan her şey kenara itilebilir; insana hizmet etmek üzere var geri kalan her şey, ama her şey. Halbuki seküler aklın bugün geldiği yer, öyle olmadığını söylüyor; bir denge olduğunu ve o dengenin bir parçası da bizim olmamız gerektiğini söylüyor. Dolayısıyla bütün bunların ortasında da kapitalizmin kendisi var. Kapitalizmin kendisi nasıl var? Şöyle var: Rant tarafıyla var. Bir ekonomist olarak Türkiye’nin son 10 yıldaki ekonomik hikâyesinin önemli bir tarafında İstanbul’un rantının, yani İstanbul’un potansiyelinin nakde döndürülmesi, nakde çevrilmesi, onun üzerinden bir büyüme modeli yaratılması olduğunu size söyleyeyim. İstanbul’un rantının sonuna geldik. İşte hepiniz İstanbul’dan kaçmayı hayal ediyorsunuz, halbuki benim zamanımda çok yaşlı insanlar bunu hayal ederlerdi. Romatizmalarım ağrıyor, böyle sıcak sıcak bir yerlere gideyim durumuydu. Şimdi öyle değil, şimdi hepiniz böyle bir şey istiyorsunuz. Hiçbiriniz hiçbir yere gidemezsiniz, çünkü o peşinizden


Forum

gelecek. Şöyle bir sorunla karşı karşıyayız: Sen hiçbir şey yapma, Türkiye’de gelir dağılımı düzelsin; sen hiçbir şey yapma, küresel ısınma bitsin; sen hiçbir şey yapma, sokaktaki aç hayvanlar doysun; sen hiçbir şey yapma, İstanbul’un yağması bitsin; sen hiçbir şey yapma, Türkiye güzel bir ülke olsun. Hiçbirimiz hiçbir şey yapmayalım ve Türkiye daha yaşanabilir bir ülke olsun. Bunun mümkün olmadığını görme ve işin bir ucundan tutma noktasına herhalde hepimiz sonunda geleceğiz, ama burada bunu gören ve bunun bir tarafından tutma ihtiyacı duyan kurumların temsilcileri var. Ben daha fazla uzatmayayım, isterseniz şu baştan bu tarafa doğru bir başlayayım. Şimdi önce sizden başlayalım o zaman, Tatavla Dayanışması’ndan. Niye bir semt dayanışma ihtiyacı duyar? Neye karşı dayanışıyorsunuz? Çünkü dayanışma dediğimiz şeyi yapmak için bir tehlike olması lazım ortada, niye böyle bir araya gelip de birbirimize sırtımızı dayayalım ki? Niçin dayanışma ihtiyacı duyuyorsunuz, sizin özelinizde neler yaşıyorsunuz? ŞİVA ALİZADE (TATAVLA DAYANIŞMASI) - Ben Şiva Alizade, Tatavla Dayanışması’nın gönüllülerinden sadece birisiyim. Aslında sadece bir dayanışma ağımız yok, aynı zamanda bizim bir dayanışma pazarımız var Kurtuluş’ta, Mart 2015’te kuruldu. Şöyle bir niyetle biz yola çıktık: Çok fazla eşya tüketiliyor ve ihtiyacımız olmayan birçok ürünü, kıyafeti satın alıyoruz, daha sonrasında sadece modası geçtiği için bunları çöpe atıyoruz; halbuki bu eşyalara birçok insanın ihtiyacı var. Buradan yola çıktık. Şöyle yapıyoruz: İkinci el ürünleri bağış yoluyla alıyoruz dükkâna, ardından belli bir meblağa satıyoruz. Buradan elde edilen gelir, dükkânın masrafları, kirası ve faturalar çıktıktan sonra Gençlik ve Dayanışma Derneği’nin burs fonuna aktarılıyor. Yani aynı zamanda başka bir şey daha yapmış oluyoruz. Şöyle diyeyim; hem ürünleri tekrardan geri dönüşüme sokuyoruz hem de lise ve üniversite öğrencilerine aynı zamanda destek de olmuş oluyoruz. Biraz bu niyetle çıktık yola, fakat daha sonrasında, 6 ay kadar sonra mahallede bir dayanışma ağı kurma ihtiyacı duyduk. Çünkü mahallemizde öğrenciler, akademisyenler, gazeteciler çok fazla var ve Bozkurt Mahallesi’ndeki dükkânımıza geliyorlardı; gündelik sorunlardan, mahalledeki sorunlardan konuşuyorlardı ve biz bir araya gelme ihtiyacı duyarak bir çağrı yaptık. Ardından böylelikle Tatavla Dayanışması kurulmuş oldu. Örneğin, 8 Martlarda, 25 Kasımlarda toplantılar, paneller yapıyoruz -kadınlar çünkü bir arada durma ihtiyacı hissediyorlar- veya örneğin, Toplumcu Mühendisler ve Mimarlar Meclisi’nden arkadaşlar geliyorlar, paneller, söyleşiler yapıyorlar. Onlar için de bir etkinlik alanı, bir araya gelme ortamı sağlamış oluyoruz. Piyalepaşa Bostanı ve Taksim Gıda Topluluğu’nun ürünlerinin yine Dayanışma Pazarı üzerinden dağıtımı sağlanıyor. Kısacası aslında biz dayanışma ihtiyacı duyan herkesle dayanışmak için bir mekân tasarlamış olduk ve bunun çok başındayız henüz, ama fena işler yapmadık. Çünkü aslında çok yalnızız ve yan yana olmak istiyoruz. Bizim gibi insanlarla, bize benzeyen insanlarla yan yana durmak istiyoruz. Bizim gibi düşünen insanlarla bir araya gelip konuştukça ben kendi adıma çok daha fazla umutlanıyorum. Bu ülkeye dair yapabileceğimiz bir sürü şeyin olduğunu ve yan yana geldiğimiz zaman gerçekten birçok sorunu halledebildiğimizi görüyorum. Örneğin, mahallede bir sorun oluyor ya da çok yakın bir zamanda Maçka Parkı’nda bir direniş vardı, hemen mahalledeki avukat arkadaşlarımız geldi, mimar arkadaşlarımız geldi, şehir plancıları, vesaire, başka dernekler, kent savunması, İstanbul Kent Savunması’ndan arkadaşlar geldi ve hep birlikte neler yapabilirizi konuştuk. Biz bunu sadece Tatavla üzerinden yapmadık, fakat dayanışma ihtiyacı duyan herkes bir şekilde bir araya gelebiliyor, bunu görmüş olduk. Ben kendi adıma benim gibi düşünen insanlarla yan yana gelmekten gerçekten çok mutlu oluyorum. TÜLAY ATABEY (KUZGUNCUKLULAR DERNEĞİ) - Kuzguncuklular Derneği’nin yönetim kurulundanım, mimarım aynı zamanda. Kuzguncuklular Derneği yaklaşık 21 yıl oldu kurulalı, kurulma gerekçesi temel olarak aslında bostandı. Yani daha önce kuruldu, ama sonra sadece bostan

71


72

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

üzerinden çalışmaya başladı, çok akut bir problem ve mutlaka mücadele edilmesi gereken bir konu olduğu için. Bilinmiyor olabilir düşüncesiyle çok kısa bir özet vereceğim. Kuzguncuk Bostanı en son 2010’da üçüncüsü olmak üzere geriye doğru 10’ar yıl giderek, ihtilaller gibi 10 yılda bir yapılaşmaya açılmak istendi. Her seferinde de Kuzguncuklular dernekle birlikte, ama dernek olmadığı halde de çok ciddi bir şekilde mücadele ettiler. Temel mesele bostanı korumak, bostanı bir boşluk olarak, yeşil alan olarak sadece insanların değil, dünyadaki diğer canlıların bostanda yaşayanları için de korumak. Temel mesele buydu, bostan mücadelesiydi. SALONDAN - Bir bostan neden korunmak zorunda? Şehrin içinde neden bostan korunmak zorunda? Çünkü güzel bir şey söyledin: Sadece insanlar için değil. TÜLAY ATABEY (KUZGUNCUKLULAR DERNEĞİ) - Evet. Şimdi o kısım çok önemli gerçekten. Kuzguncuk’u bilmeyenler için söylüyorum, iki yamacı olan bir vadinin içine kurulmuş bir semt Kuzguncuk; arkasında Fıstıkağacı var, önünde deniz var, bir tarafında Nakkaştepe, Baba Nakkaş Mezarlığı, bir tarafında da Fethipaşa Korusu var. Dolayısıyla topoğrafik yapısı nedeniyle zaten büyüyemiyor. ‘83 Yasası nedeniyle de Allah’tan korunuyor ve bostan da Kuzguncuk’un tam ortasında 17 dönümlük mükemmel bir boşluk, yani en doğru tarifi bence onun boşluk olması. Yapı yok, sadece ağaç var. Bizim hiç görmediğimiz pek çok canlıyı barındırıyor ve bildiğiniz herhangi bir park gibi değil, düzenlenmiş bir rekreasyon alanı değil; kendisi olarak orada durmakta olan bir toprak parçası. Bu nedenle de olduğu haliyle kalması aslında bütün insanlığın ihtiyacı, bütün İstanbul’un da ihtiyacı. Sadece Kuzguncukluların orada işte “Biz şu ağaca çıkardık”, “Ondan onu koparırdık”, “Şu ceviz, ağacında güzel” demeleri değil yani. Bu işin hikâye kısmı, ama aslında bütün bunları topladığınızda gördüğünüz şey, insanların kendilerinin zaten toprağa ihtiyacı olduğu. Kaldı ki orada insanlar dışında da bir hayat olduğu. Biz bunu biliyorduk, şanslıydık; çünkü gözümüzün önünde bostan vardı. Ben üniversitedeyken oradan patlıcan, salatalık aldığımı bilirim, yani çok yakın zamana kadar da zaten bostan olarak kullanılıyordu. Bu nedenle böyle bir ihtiyaç var; o boşluğu, o toprak parçasını, o dünyanın makro kosmos, mikro kosmos yani bostan kosmosunu korumamız gerekiyordu. EMİN ÇAPA - Peki, ne yapıyorsunuz bunun için, neler yapıyorsunuz? Birkaç cümleyle de bunu anlatın. TÜLAY ATABEY (KUZGUNCUKLULAR DERNEĞİ) - Şu anda bir şey yapmamız gerekmiyor Allah’tan, ama şöyle oldu: 10 yıl önce bir böbrek hastanesi kurulacak, dediler; 10 yıl sonra baktılar hastane olmuyor, tamam o zaman bir eğitim yapısı yapalım, dediler. Milli Eğitim’den izin alındı, fakat aslında Kuzguncuk’un okula ihtiyacı yok, çünkü olağanüstü güzel bir yapıda Marko Paşa’nın korusu olan yer şu anda Kuzguncuk İlkokulu ve sınıflarda 20’şer kişilik mevcut ancak var. Onu da değiştirdiler, o zaman özel okul izni verelim, dediler. O da olmadı, bir sonraki sefer engelli çocuklar veya zekâyla sorunu olan, vesaire gibi bir bakımevi olsun denildi. Çeşit çeşit proje üretildi, ama sonuçta hepsi yapı demek, hepsi bina demek. Biz kendi aramızda hep şunu konuşuyoruz: Eğer bundan 20-30 yıl önce bina yapılmak istendiğinde mücadele etmeseydik şu anda Kuzguncuk’un ortasında çoktan ömrünü tamamlamış, güçlendirilmeye ihtiyacı olan, belki yıkılıp yeniden yapılmak istenen beton bir çöp olacaktı. O yüzden biz bu binanın hiçbir şekilde yapılmasını istemedik ve bunun için her seferinde mücadele verdik. Çok uzatmayayım, en sonunda şöyle oldu: Tam da Gezi olaylarının sonrasındaydı aslında, o yüzden çok şanslıydık. Hem çok daha kalabalıklaşabildik hem de zihnen kalabalıklaşabildik. Sadece kendi aklımızla kalmadık, bütün İstanbul bize desteğe geldi. Yerel seçimlerden hemen sonra Üsküdar Belediyesi bostanı kiraladı ve bir temizlik harekatına başladı. Niye? Sorun yoktu, ama eline testereyi alan adamı kontrol etmek mümkün değil. Yani çok ilginç bir şey, biz bunu başka yerlerde de görüyoruz, İcadiye Caddesi’ni budamak istediklerinde


Forum

de görüyorsunuz; müthiş gaddarca ağaçlara giriştiler. Tabii Kuzguncuk çok enteresan bir yerdir, böyle çat çat çat neredeyse dumanla haberleşir gibi haberleşir insanlar ve birden bire hepimiz bostana geldik. Sabahın köründe durdurduk, işçileri durdurduk, epey bir velvele kopardık. Sonra da belediyeyle masaya oturduk; dedik ki, “Biz ne istiyorsak onu yapacaksınız.” Sordular, “Siz ne istiyorsunuz, var mı ki bir istediğiniz” dediler. Bizim de gerçekten öncesinde bir hazırlığımız vardı, bir proje üretmiştik. Bostanda hiçbir şey yokken Kuzguncuklu bostanı nasıl kullanıyorsa, onu tarifleyen bir temel proje üretmiştik. “Var projemiz” dedik, “Getirin” dediler. Ne zaman? “Pazartesi getirelim” dedik. İnanmadılar gerçekten böyle bir şeyin mümkün olduğuna, ama hazırlıklıydık. Önlerine koyduk ve belediye bu konuda bence çok ender görülebilecek bir yaklaşımla yapmalarını istediğimiz her şeyi yaptı. Şöyle şeylerdi bunlar: Bostanda en ufak bir yapısal iz bırakmayacak şekilde tasarladık her şeyi, örneğin oturma bantlarını içi çakıl dolu sepetlerle yaptık, bütün çocuk oyun elamanlarını da öyle. Zaten iki taneydi, fazlasını koymadık; çünkü çocuklar onlarda oynamıyor, bostanın içinde geziyor, hayvan resimleri yapıyor, taşların üstünde zıplıyor, ağaçlara bakıyorlar. Tanımlanmış bir alan olmadığı için, çocuklara bir vaha orası. Bütün bunları kullanarak projemizi onlara sunduk. Onlar da gerçekten doğru şekliyle yaptılar, güzel bir iş birliğiydi bence ve şu anda da bostan o şekliyle kullanılıyor. Tek problemimiz var halledemediğimiz, 1986 yılında Kuzguncuk’un ileri gelenlerinden birinin özel isteğiyle bostanın bir kısmının okul yapılmak üzere ayrılmış olması. Bizim bu planlama kararını iptal ettirmemiz lazım, temel mesele bu. Çünkü bunu iptal ettirebilirsek eğer artık yapılaşma ihtimalini de çok daha kesin bir şekilde engellemiş olacağız, ama buna gücümüz yetmiyor. Belediyeler buna vakit de ayırmıyor, buna yanaşmıyor da, politik olarak tercih etmiyor de olabilir. Fakat şu anda artık neredeyse 4 yıl oldu, 4 yıldır bu kadar aktif bir şekilde ve olduğu gibi kullanılan bir bostan artık çok zor açılır yapılaşmaya diye düşünüyorum. Küçük bir şey daha söyleyeceğim. Şimdi bizim bostanda proje çalışmasını yaptığımız yer ilk düzlük, onun üstünde dört tane set var Rum Mezarlığı’na kadar uzanan. Belediye dedi ki, “Bu setler de çok güzel, buradan manzara görünüyor. Biz buralara da banklar koyalım, millet gelsin, mangal yaksın, mesire yeri olsun.” Biz de dedik ki, “Böyle bir şey imkânsız, başka canlılar fikri sizin aslında kendi inançlarınızla da çok daha benzer şekiller, orada başkaları yaşıyor. Orası onların tamam, biz aşağıdayız ama orası da onların, onlara dokunmayacağız.” Gerçekten bunu da kabul ettiler, öylece kaldı yukarısı ve bence olağanüstü bir yer. Ben her sabah gidiyorum, köpeğimi gezdiriyorum, kendim dolaşıyorum. Bilmediğimiz bir yer, her zaman bilmediğimiz bir yer olarak kalacak. Tasarlanmış bir yer değil, kendiliğinden gelişen bir yer ve bir insanın hayatında bunu görebiliyor olması, bizim Kuzguncuk’taki çocukların bununla büyüyor olması müthiş bir ayrıcalık bana göre, o yüzden bunu koruduk biz, bizim görevimiz buydu. EMİN ÇAPA - Teşekkür ederim. Şimdi burada önemli bir şey var. Şunu söyleyeyim: Ekonomi derken biz hep kapitalist ekonomiyi kastederiz, yani ekonomi dediğimiz budur aslında. Liberal ekonomi deseniz bile o özünde kapitalist ekonomidir ve kapitalist ekonomi açısından ölçülemeyen şey yoktur. Oradaki sorun da o. Planlanmamış dediniz ya, yani o alanın kontrol edilmemiş, çizilmemiş, karelere bölünmemiş, içine kareleri yumuşatmak için -mimarlar var aramızda; çoğunlukla mimarlar, yumuşatmak için daireler koyarlar ya- insan tarafından konulmamış bir şey oluyor olmasının tabii kapının arkasında yarattığı bir şey var. Siz boşluğun değerli bir şey olduğunu düşünüyorsunuz ama halbuki öbür taraf, “Boş boş duruyor, yazık günah değil mi?” diyor, yani orada öyle boş boş duruyor mantığıyla da bir bakış tabii bu. Şimdi izninizle ben bu semt dayanışması turunu bitirdikten sonra Validebağ Gönüllüleri’ne gelmek istiyorum. Validebağ da tabii çok değerli bir yer, dolayısıyla oranın da savunulması gerekiyor. Siz nasıl bir araya geldiniz ve neler yapıyorsunuz? Niçin siz de korumak istiyorsunuz Validebağ’ı?

73


74

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

ARİF BELGİN (VALİDEBAĞ GÖNÜLLÜLERİ) - Benim anlatacaklarım da Tülay Hanım’ın anlattıklarına çok benziyor, neredeyse aynı denilebilir, ama tabii farklılıklar var. Bizim kuruluşumuz 1998 yılı Ekim ayı, tam 20 yıl oluyor şu günlerde. Neden kurulduk? Çünkü o sıralarda daha önce yapılmış bir tahsis işlemini mahalleli duymuştu. Arazinin mülkiyeti 354 dönüm bu arada, Altunizade sınırları içinde Validebağ Korusu. EMİN ÇAPA - İstanbul’da bu büyüklükte, böyle bir şehrin içinde bir yer? ARİF BELGİN (VALİDEBAĞ GÖNÜLLÜLERİ) - Başka yok, bu şekilde şehrin hem merkezinde hem doğal olan bu büyüklükte başka bir alan yok. Biraz daha büyüğü var Karacaahmet, ama orası da ölülere ait. EMİN ÇAPA - Şeyi hatırlayan var mı -benim yaşımda olan kimse yok galiba burada aramızda, benden genç duruyorsunuz- Dalan belediye başkanıyken bir proje başlatmıştı; ben de gazeteciyim -ve o zaman daha da genç bir gazeteciyim tabii- “Mezarlıkları halka açacağım” demişti. Hayatımda duyduğum en dehşet verici şeydi. Hani mezarlık kadar halka açık bir yer ben bilmiyorum. Bütün semtlerin bazıları zengin, bazıları orta gelir, bazıları fakirdir; AVM’nin bazısına gidebilirsiniz, bazısına gidemezsiniz; ama mezarlık kadar eşitlikçi ve hepimizin olan, halka açık bir yer ben düşünemiyorum. Dehşete kapılmıştım, herhalde dedim önce çay bahçeleri falan yapacaklar ki ben Adapazarı’nda büyüdüm çocukluğumda, affedersiniz şehrin içinde ve kenarında şeyler vardı. Tabii tesis yok, aşıklar hep mezarlıklarda buluşurlardı. Yani öpüşürlerdi, koklaşırlardı, yani her anlamda da halka açık bir yerdir aslında. O yüzden mezarlıkları halka açmak hayatımda duyduğum en ilginç projelerden biriydi. O neyse öyle kaldı, açılamadı. ARİF BELGİN (VALİDEBAĞ GÖNÜLLÜLERİ) - Halka açıklığı… EMİN ÇAPA - Kapalı yani şu anda halkımıza. ARİF BELGİN (VALİDEBAĞ GÖNÜLLÜLERİ) - Ben de konuşmamın sonuna doğru o konuya gireceğim. Halka açıklık kavramı yüzünden zaten başımıza ne geliyorsa geliyor. Halka açalım diye böyle popülist bir söylemleri var başımızdakilerin; yönetici diyemiyorum, başımızdakiler diyorum. Çünkü yönetilmiyoruz zaten. Şimdi 20 yıl önce şöyle bir şey çıktı: Daha doğrusu bu önceden yapılmış bir tahsisti; Maliye Bakanlığı tarafından korunun 50 dönümlük bölümü Marmara Üniversitesi’ne hastane yapılmak üzere tahsis edildi, yani korunun bir bölümü tahsis edildi. EMİN ÇAPA - Çok iyi niyetli, değil mi? Hep iyi niyetle başlar. ARİF BELGİN (VALİDEBAĞ GÖNÜLLÜLERİ) - Çok iyi niyetli, etrafımızda 10 km2’lik bir alan içinde 14 hastane vardı o tarihte, şimdi biraz sayı azaldı ama o tarihte 14 tane hastane varken 10 km2’lik alan içinde 15’inciyi yapmak tamamen gereksiz bir yatırım ve korunun içine yapılması olacak şey değil. Bunu duyan etraftaki mahalle halkı olarak bizler; yani Acıbadem, Altunizade, Koşuyolu ve Barbaros Mahalleleri halkı öyle bir çağrı filan da yokken gazetede bu haber olarak çıktı ve kendiliğinden insanlar toplanmaya başladılar. Çok komik bir şekilde yüzlerce kişilik toplantılar yapılıyordu her hafta, böyle böyle işte Validebağ Gönüllüleri’ne dönüştü. Validebağ Gönüllüleri’nin kuruluşu öyle olmakla birlikte tabii biz tamam, bir araya geldik, ama ne yapalım, burayı nasıl koruyalım diye düşünürken burayı SİT alanı ilan ettirtelim dedik. Koruma Kurullarına başvuruldu, 6 binden fazla imzayla götürdük bunları. Aşağı yukarı 7 ay sonra Validebağ Korusu SİT alanı ilan edildi. Birinci derece doğal ve tarihi SİT alanı içinde iki tane tarihi bina var; biri Adile Sultan Kasrı, öbürü Abdülaziz Av Köşkü. Bir de ayrıca Güvercinlik diye bir yapı vardır Osmanlılar zamanından


Forum

kalma, güvercinlerin yuvası olarak düşünülmüş bir yer; o da evvelki sene tadilat gördü. Şimdi burası SİT alanı ilan edildi, ama bu yetmiyor tabii. Çünkü ülkemizde malum kararlar hep kâğıt üzerinde kalır, uygulanmaz. Biz de bu kararın uygulanmasını sağlamak, gözetmek üzere daha kurumsal bir yapı haline dönüşelim dedik. 2001 yılında dernekleştik. Tabii dernekleşmek bizim amacımız değildi, hatta bu uzun tartışmalar sonucunda oldu. Çünkü dernek bir yerde bir güç ilişkisi, bir hiyerarşi anlamına geliyor. Bizim böyle bir sorunumuz hiç olmadı, bizde hiyerarşi yoktur, yatay örgütlenmemiz vardır. Derneği biz dava açabilmek ve yazışma yapabilmek için kullanıyoruz. Onun dışında fazla bir fonksiyonu yoktur derneğin. Zaten 60 küsur üyeyle ve yılda 60 liralık aidatı da üyelerin 1/3’i ancak öderken kendini ancak devam ettirebilen bir yapı. Şimdi ben öncelikle öğrenci arkadaşlarımızın yaptığı sunuma bir dönmek istiyorum. Orada İstanbul’un yaşadığı dolu felaketi anlatıldı. Güzeldi, ama orada bir eksik vardı. Ben Koşuyolu’nda oturuyorum, Kadıköy’ün Koşuyolu ve Acıbadem semtlerinde ve kısmen de zannediyorum Çengelköy’de aynı zamanda bir hortum yaşandı geçen sene 27 Temmuz’da, arkasından dolu geldi. Şimdi bu medyada yer almadı. Buradaki belki izleyicilerin önemli bir bölümü bilmiyor olabilir bunu, bu hortumun yaşandığı yer Koşuyolu ki benim evim de epey zarar görmüştür, yüzlerce ev zarar gördü. Şimdi zarar görmeyen neresi vardı? Hemen bizim Koşuyolu’nun, yani benim evime 5 dakika mesafedeki Validebağ Korusu hiç zarar görmedi. İlginçtir, neden zarar görmedi? İşte orası toprak olduğu için, ağaç olduğu için zarar görmedi. İnsanlara bu ayrımı çok iyi anlatmak lazım. Ne yazık ki çok iyi anlatabildiğimizi düşünemiyorum. Yani Validebağ Gönüllüleri olarak değil, genelde insanları koruyacak olan, koruyan topraktır, ağaçtır, yeşilliktir ve doğallıktır. Bunları biz ne yazık ki anlatamıyoruz. Şimdi Tülay Hanım demin anlattı, aşağı yukarı 10 yılda bir Kuzguncuk Bostanı bir saldırı tehdidiyle karşı karşıya. Ben Validebağ Korusu için bunu düşündüğümde aşağı yukarı her yıl diyorum. Bu bazen 3-4 yıl aralıklarla oluyor, ama bazen de bir yılda 3-4 tehdit oluyor. Örneğin, 2014 yılında üç tehdidi arka arkaya yaşadık. Bir tanesi otopark alanının genişletilmesiydi ve dibine, yani zeminine değişik bir kaplama yapılmasıydı. Bir başkası, izci çadırı adı altında kocaman beton temelli bir bina yapılmasıydı. Üçüncüsü de Validebağ Korusu’nun dışında olmakla beraber hemen dibine bir cami yapılmasıydı, ki bunu sanıyorum salondakilerin çoğu biliyordur. Evet dışındaydı, ama aynı zamanda bunun ne anlama geldiğini de hepimiz farkındaydık. Çünkü o camiyi yaparak içeriye adım atmaya çalıştı Üsküdar Belediyesi, bütün dertleri koruya bir şekilde adımlarını atmaktı. Hani şu filmlerde olur ya, kapıdan içeriye bir adımını atar saldırıda bulunacak olan kişi, içerideki de genellikle kadındır, kapıyı itmeye çalışır; işte bizim konumumuz tam olarak böyle, birisi içeriye adımını atmaya çalışıyor, kapıyı zorluyor, öbürü içeriden kapıyı kapatmaya uğraşıyor. Biz 20 yıldır aşağı yukarı bunu yapmaya çalışıyoruz. Sürekli olarak bir halka açma muhabbeti var. Halka açacağız, halka açacağız. Peki, muhteremler hep soruyoruz, halka kapalı mı burası, kim girmek istemiş de giremezsin denilmiş? Her gün binlerce insan orada yürüyor, koşuyor, piknik yapıyor, yeme-içme mekânları var. Yani 2 bin 500 oturma kapasitesi olan yer var orada, çeşitli kafeler, restoranlar var. Adile Sultan Kasrı, Öğretmenevi olarak kullanılıyor; Abdülaziz Av Köşkü, iki sene kadar izci müzesi olarak kullanıldı, ondan sonra edebiyat sohbetleri yapacağız dediler, ama bir şey yapılmadı. Bir ya da iki kere birileri geldi, orada zannediyorum muhafazakar edebiyatın temsilcileri ufak konuşmalar yaptılar. Başka da bir şey olmadı, boş duran bir yer. Ayrıca bir lise var, sağlık meslek lisesiydi, bu sene Validebağ Fen Lisesi adını aldı. Bir hastane var, öğretmenler hastanesiydi, daha sonra Üsküdar Devlet Hastanesi ek birimine dönüştü, şimdi Numune Hastanesi’nin ek birimleri halinde faaliyetini sürdürüyor. Bu tür pek çok bina da var zaten içeride. Şimdi bu girişimlerin en sonuncusu, geçen sene jeotermal sondaj yapalım demeleriydi. Jeofizik mühendislerine danıştık, paneller yaptık; jeofizik mühendisleri dediler ki, “İstanbul’un altında zaten sıcak su kaynağı yok.” Bir zamanlar Tuzla’da varmış, o bitmek üzere, bir de Esenkent civarında zannediyorum ufak bir şey, o kadar. Yani Validebağ’ın altında

75


76

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

olmadığı kesin, bunu jeofizik mühendisleri söylüyor. Oda başkanı Erdal Bey geldi sağ olsun ve diğer tüm değerli jeofizikçiler geldiler, böyle bir şey yok dediler. Ama birileri böyle bir şey üfürüyor ortaya, bir jeotermal için kaynak bulacağız orada diye. EMİN ÇAPA - Enerji mi üreteceğiz, yoksa kaplıca mı yapacağız? ARİF BELGİN (VALİDEBAĞ GÖNÜLLÜLERİ) - Hayır, şöyle, aslında daha hayırlı bir iş; oradan çıkan jeotermali, yani sıcak suyu kentsel dönüşümü tamamlanmış yerlerde bedava ısıtma için kullanacaklarmış. Bakın, yani bir de kendilerine hazır bir taraftar kitlesi yaratmaya çalışıyorlar bu konuda. Bir yem sunuyor size, yani “Ben bu kaynağı bulacağım, binlerce insana bedava sıcak su dağıtacağım” diyor; bundan daha güzel bir taraftar kitlesi olabilir mi? Validebağ delinecekmiş, delinirse delinsin efendim, ne beis var? Böyle bir algı yaratmaya çalışıyorlar. Bu geçen seneydi, bunu bir şekilde püskürttük. Fikirtepe dava açtı. Biz onlara destek olduk ve tabii imzalar, basın açıklamaları, vesaire her zaman olduğu gibi... Ben şunu düşünüyorum: Gezi için imza topladığımız 2012 yılı sonundan itibaren Validebağ için topladığımız imzaların sayısı -benim kişisel olarak topladığım imza sayısı herhalde 50 bini bulmuştur- bütün bu olaylar nedeniyle milyona yaklaşıyor. Çünkü diyorum, her sene, ortalama her sene bir şey çıkıyor, biz de her seferinde ayağa kalkıyoruz. Basın açıklamaları, imza kampanyaları yapıyoruz; çeşitli sivil toplum kuruluşlarıyla dayanışmaya çalışıyoruz bu şekilde. Şimdi bu sene ortaya yeni bir icat çıkardılar, bunun adı da Millet Bahçesi. Validebağ Korusu, Millet Bahçesi olmalıymış. Bir kere literatürde Millet Bahçesi diye bir kavram yok. Bu malum şahsın anlık bir icadı diye düşünüyorum. Tabii onun iki dudağı arasından çıkan her şey kanun sayıldığı için günümüzde, bu da kanun olarak kabul edildi ve Çevre Şehircilik Bakanlığı seçimden bir ay sonraydı, İstanbul’a geldi Murat Kurum, belediye başkanlarıyla toplandı. Bunların arasında Üsküdar Belediye Başkanı da vardı ve konuşulan konulardan biri de Validebağ Korusu’ydu. Beklediğimiz gibi, korktuğumuz gibi Validebağ Korusu Millet Bahçesi yapılması kararı çıkmış. Biz şimdi Millet Bahçesi kavramı dediğim gibi nedir, ne olması gerekiyor, içeride ne yapılması lazım bilmediğimiz için bunu öğrenmeye çalıştık. İnternette fazla bir şey yok bu konuda, söylenenlerden sadece içeride birtakım şeylerin yapılacağını anlıyoruz, ama gene Tülay Hanım’ın da bahsettiği gibi önemli olan yapılaşmanın olmamasıdır. Şimdi bizim karşı çıktığımız şeyleri birileri sürekli kendi anlayışlarına göre kendi işlerine geldiği gibi çevirirler. Bu şimdiye kadar hep böyle oldu. Mesela, biz hükümetin yapmaya çalıştığı bir şeye karşı çıkınca “Siz siyasetle uğraşıyorsunuz” diyorlar. Hayır, biz siyasetle uğraşmıyoruz; biz sadece ve sadece oranın şu şekilden bu şekle dönüşmesine karşıyız. Bunun adı siyasetse evet, siyaset, ama dar anlamda siyaset değil. Geniş anlamda siyasetse de bundan da korkumuz yok. Sonra, bir başka şey de “Her şeye karşısınız” lafı. Evet, her şeye karşıyız. Her şeye karşı olmak bir suç mudur? Değil. Çarşı her şeye karşı, yani olabilir, ne yapalım? Karşıyız. Üstelik karşı olduğumuz şeylerin ne olduğu çok açık, yapılaşmaya karşıyız. Bunu ısrarla ve ısrarla söylememize rağmen bu, betonlaşmaya karşıymışız gibi algılanıyor. Biz tabii ki betonlaşmaya da karşıyız, ama yapılaşma daha genel bir kavram. Neden ısrarla bu dar alana hapsetmeye çalışıyorlar? Çünkü biz beton yapmayacağız ki, biz ahşap yapacağız, biz plastik yapacağız, biz metal yapacağız. Önemli olan bu değil, önemli olan oraya dozerlerin, iş makinelerinin girmesi; önemli olan oradaki doğal hayatın, yabanıl hayatın zarar görmesi. Orada 354 dönüm içinde 126 kuş çeşidi yaşıyor; bunların yarısı göçmen kuş. Bir sürü böcek yaşıyor, böcek türleri sayısını bile bilmiyoruz, türlerini bilmiyoruz. Sincaplar yaşıyor, kaplumbağalar yaşıyor, kirpiler yaşıyor, kelebekler yaşıyor, belki yılanlar yaşıyor. Ben görmedim, ama geçmişte gören olmuş. Bu kadar çok çeşitli hayvanların yaşadığı, 7 binden fazla ağaç yaşıyor; ağaç derken tabii çalıları saymıyoruz, ince fidanları saymıyoruz, aşağı yukarı bir kol kalındığından daha kalın gövdesi olan ağaçları sayıyoruz. Bu kadar çok canlı türünün olduğu bir yere zücaciye dükkanına girmiş fil gibi dozerleri sokamazsınız. Bizim baştan beri söylediğimiz şey bu; ne dozer,


Forum

ne başka bir şey. Çok lazımsa eğer -işte birkaç kişinin ayakları burkulmuş da, dilekçe vermişler de, yollar kötüymüş de, çukurlar varmış da- bunların düzeltilmesi sorun değil, getirirsiniz birkaç tane adam, kazma kürekle onlar düzeltilir. Bunun için dozere gerek yok. Bisiklet parkuru yapacağız diyorlar, daha önce 2014 yılında şu anki Üsküdar Belediye Başkanı seçim propagandası sırasında çılgın proje diye açıklamıştı, Hyde Park yapacağım diyordu Validebağ Korusu’nu, İstanbul’un Hyde Parkı. Gölet de vardı. Şimdi o çılgın projelerden bu Millet Bahçesi projesinin tek farkı, gördüğümüz kadarıyla gölet olmaması; onun dışında amfi tiyatro, seyir terası, gözlem kulesi, yolların düzeltilmesi, bütün bunlar hepsi aynen bizim karşımıza Millet Bahçesi adı altında tekrar çıkartıldı. Çılgın projeleri püskürtmüştük 2014 yılı başında -şimdi pardon, demin 2014’e üç demiştim, bir de 2014 başında da bu çılgın projeler vardı- sonra da diğerleri çıktı. Yani bir yılda dört oluyor, bazen de 3-4 yıl biraz sakin geçebiliyor. Bu projelerin içinde hepsi var ve Koruma Kurulu ne yazık ki bunları onayladı. Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonu onayladı; arkasından Kültür Varlıklarına Koruma Bölge Kurulu’na gitti, orası da kısmen onayladı, yalnızca bir bölümünü onama planı dışına çıkartmış. Fakat onların da onaylaması çok yakındır. Dolayısıyla bizi zor günler bekliyor. İmza kampanyasına başladık, basın açıklaması yaptık. Ne yazık ki basın açıklamasına sadece 300-400 kişi geldi. Yani biz bekliyoruz ki çevre insanlarının, çevrede oturanların ve İstanbulluların önemli bir bölümü böyle çılgınca, gerçekten çılgınca projeye karşı çıksınlar. Çünkü eğer Validebağ Korusu da elden giderse, dediğim gibi sadece Karacaahmet Korusu kalacak, Mezarlığı kalacak. Karacaahmet’e nasıl olsa herkes gidecek sonunda, ama biz canlıyken koruyu yaşayalım istiyoruz. Teşekkür ederim. EMİN ÇAPA - Teşekkür ediyoruz, sağ olun. Şimdi tabii şöyle önemli bir şey var: Deminden beri dinlediklerimiz ilerleme ve gelişme karşıtı insanlar, bunlar ilerlemeyi istemiyorlar, gelişmeyi istemiyorlar, böyle yapılsın edilsin bütün gelişmelere karşı çıkıyorlar. Siyaset konusunda ben bir şey söylemek istiyorum, bu son dönemde Türkiye’de çok duyduğumuz bir şey: Politika yapıyorsunuz. Evet, evet, yapıyoruz. Çünkü sen de yapıyorsun ve hayatım zaten politika. Mesela, ekonomi konusunda konuştuğunuz ve hükümeti eleştirdiğiniz zaman en çok söylenen şeylerden biri bu: Politika yapıyorsunuz. Yahu ekonomi politikaları diye bir laf var zaten, işin doğasında ekonomi politikaları diye bir şey var, çevre politikaları diye bir şey var, sağlık politikaları diye bir şey var. Nereden bakarsanız bakın. Dolayısıyla temelinde evet, biz politika yapıyoruz. Politika çünkü, siyaset çünkü çeşitli şeyler içeriyor. 1. Benim geleceğim ne olacak? 2. Benim çocuğumun geleceği ne olacak, ülkemin geleceği ne olacak, kentimin geleceği ne olacak? Bunların hepsi bir politika. Zaten evet, bir şey söylediğimiz anda, manidar bir şey söylediğimiz anda zaten bir politika yapmış oluyoruz. Dolayısıyla politika yapmaya da devam etmek zorundayız. Şimdi sizinle devam edelim. Önce bir kere bize bu ismi -belki bilmiyorlardır, Kokopelli ismininereden çıktığını ve neler yaptığınızı açıklar mısınız? KOKOPELLİ ŞEHİRDE - Tamam. Biz çok yeni bir oluşumuz, Kasım ayında bir yılımızı dolduracağız. Biz dediğim aslında iki kadınız, biz hepi topu iki kişilik dev kadro, üç de gönüllü arkadaşımız var şu anda yardımcı olan. İsim bulmak çok zor bir süreçmiş. Biz de o sırada her şeye böyle isim gözüyle bakıyoruz. Buğday Derneği’nin hatta bir yazısını okurken -hep de sosyal medya üzerinden bu konuda konuştuk, ama şimdi yan yana olma şansımız oldu- Kokopelli ismini gördük. Kokopelli aslında bir yerli, Amerikalı mitolojik bir karakter; sırtında bir tohum çantası taşıyor ve gittiği yerde kışı bitirip tohumları saçıp baharı getiriyor. Bizim hem yetişkin hem çocuk odağımız var. Kokopelli de biraz deli bir karakter olduğu ve hatta çocuklara da masal olarak anlatılabilecek bir karakter olduğu için, tipi de hoşlarına gidip akıllarında kalabilecek bir karakter olduğu için biz istedik ki Kokopelli’yi şehre getirelim ve şehri bir şekilde yeşillendirelim. Neler yapıyoruz? Yapabildiklerimiz var, yapmayı planladıklarımız var. Bizim Reşitpaşa’da bir yerimiz var, öncelikle bir mekân olarak mevcudiyetimiz var. Bu bizim için çok önemli, çünkü şehirde sürdürülebilir yaşam pratiklerini bir

77


78

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

uygulama ve deneyimleme alanı yaratarak insanlarla paylaşmak istiyoruz. Arkada bir bostanımız var, bu bostanda kendi gıdamızı yetiştirmeye çalışıyoruz. Burada kazandığımız tecrübeler çok önemli. Örneğin; işte ilaç kullanmayalım tarımda, evet, kullanmayalım, bunu söylüyoruz ve kullanmamaya çalışıyoruz, ama o sümüklü böcek geliyor. Dolayısıyla buna bir çözüm üretirken teori ile pratiği birleştirip birazcık daha üreticiyle daha yakından bu süreci tanıdığımız, şehirde bunu nasıl yapabileceğimizi deneyimlediğimiz ve paylaştığımız bir alan yaratmaya çalışıyoruz. Yağmur suyu hasadı yapıyoruz; su için artık yerin altına bakmak değil -bitiyor kaynaklarımızgökyüzüne bakıyoruz ve yağmur suyunu tutabiliriz diyoruz. Şehirde buna bir örnek sunuyoruz. Atıklarımızı verimli gübreye dönüştürüyoruz, üç farklı çeşit kompozit yapıyoruz. Bunların eğitimini almaya gelen kişiler arkada da bunların uygulamalarını tek tek görebiliyorlar. Çocuklar geliyorlar; çocuklarla tek tek karşılarına geçip bir ders anlatır gibi değil, ama tecrübeyle elleri toprağa değerek birlikte aktiviteler yapıyoruz. Mekânda yaptıklarımız atölye ve eğitimler. Peki, bize kimler geliyor? Dün Ümit Hoca’nın çevreciler dediği, benim bir senelik şu tecrübemde sen, ben, bizim oğlanlar dediğim aslında, çünkü birçok etkinlikte genelde aynı kişilerle bir araya geliyoruz. Çünkü bu konuda çaba gösteren kısıtlı kişi var. Bunların artması en temel temennimiz. Bu kişiler daha derinleşmek üzere eğitim almak için geliyorlar ya da bu açtığımız alanda beraber iş birliğiyle neler yapabilirizi konuşmak için geliyorlar. Onun dışında dertlenenler var. Ben de bu dertlenenlerden biri olarak aslında bu sosyal gelişimi hayata geçirdik. Dertlenenler de beraber dertlenelim istiyorlar. Bu sebeple ücretsiz, her ay ücretsiz muhakkak bir sohbet koyuyoruz. En kıymetlisi de bunlar oluyor. Bir saatlik sohbetle agro-ekoloji üzerine konuştuk, toprak mikrobiyolojisi üzerine konuştuk. Geçen hafta sonu JD Çiftliği geldi örneğin, küçük üreticiyi desteklemeye çalışıyoruz, biz şu anda onların dağıtım noktası olduk. JD Çiftliği kendi yaptıklarını anlatmaya geldi. Bayrampaşa’dan, Ömerli’den çok farklı, eskiden daha homojen bir katılımcı kitlemiz vardı; şu an çok heterojen bir kitle dinlemeye ve bu konuda aksiyon almaya geliyor. Böyle kişiler geliyorlar yani, beraber hem iş birliği hem de hep beraber dertlenelim, belki bir çözüm çıkar diyenler geliyorlar. Onun dışında bihaber gelenler de oluyor bize ya da umursamazlar da var, işte iklim değişikliği diyorsun, “O kutuplarda” diyor, “bizi ilgilendirmiyor.” Bu kişiler nasıl geliyorlar? Çok aslında temel; turşu atölyesi de var bizde mesela, turşu atölyesine gelirken kendi sağlıklı beslenme motivasyonuyla geliyor, ama biz orada onlara aslında türetici olmaktan da gıda topluluklarından da tarımda kullanılan ilaçtan da bahsediyoruz. Turşu öğrenmeye geldiğini zannederken bambaşka bir yerden biz dokunuyoruz ve sonrasında tekrar etkinliklere geliyorlar. Bunlar bizim mekânda yaptıklarımız. Okullara gidiyoruz, daha çok da okula gitmek istiyoruz. Okullarda çocukların sınıfların içerisine hapsolması değil de bir bostanları olsun ve deneyimleyerek öğrensinler istiyoruz. Şu anda daha küçük aktiviteler bazında yaptıklarımız, bu işin hakkıyla yapılması permakültür uygulamalarının aslında bir şekilde müfredata entegre olmasıyla olacaktır. Biz iki kişi o noktaya gelemeyeceğiz muhtemelen. Milli Eğitim Bakanlığı’yla herhalde biz süreçte zorlanacağız, ama en azından aktivite bazlı öğretmenlerin eğitilmesi üzerine etkinlikler yapıyoruz. Kurumlara gidiyoruz. Aslında yeşil çim alanların hepsi potansiyel birer bostan, çatıların hepsi bir teras. Ben Akmerkez’in terasında -700 m2’lik tarım arazisi var, biliyor musunuz bilmiyorum- gönüllü olarak çalıştım. Paris’te belediyenin desteklediği çatılarda teraslar var. Bunların olması için projeler geliştirmeye çalışıyoruz. Ekibimiz küçük, ama entegre olup büyüyen bir ekibimiz var. Sosyal medyayı aktif olarak kullanıyoruz. İki gündür burada çok faydalı konuşmalar yaptık ve bir şekilde yerelde örgütlenmeden bahsettik. Örgütlenme olabilmesi için öncelikle farkındalık olması gerekiyor. Farkında olan belli bir kitle var evet, ama bilmeyen de çok fazla insan var. Orada iyi olduğumuzu düşünüyorum, çünkü sosyal medyayı çok aktif kullanıyoruz. Sosyal medyada da bilgi vermeye çalışırken biraz daha gündelik bir dil kullanmaya çalışıyoruz. “Ben ne yapabilirim ki?” diye bir seri başlattık, çünkü bireyler ben tek başınayım, ne olur ki benim yaptığım bireysel çabadan


Forum

gibi bir yaklaşıma sahipler. Aslında bu böyle değil. “Atıklarını azalt” diye bir seriye başladık, onda bilgiler paylaştık. “Tüketim alışkanlıklarını değiştirdik” dedik, ondan bahsediyoruz. Tohumdan bahsediyoruz, kendi gıdamızı yetiştirmekten bahsediyoruz. Olabildiğince bilgi veriyoruz ve sosyal medyanın öyle bir gücü var ki ben bunu her anlatırken gözlerim oluyor, İnşallah ağlamadan söyleyebileceğim; bizim eğitimlerimizden bir tanesine Uşak’ta bir devlet okulundan bir öğretmen geldi, “Sizin çocuklarla yaptığınızı öğrenip ben çocuklarımla yapmak istiyorum” dedi. Dolayısıyla böyle bir gücü var sosyal medyanın, buradan bir şekilde örgütlenip yerelde bunu artırabileceğimizi düşünüyorum. Kendi mahallemizde yaptıklarımızdan da bahsedeyim: Bir gıda topluluğu demeyeyim de şu an dağıtım noktası olarak başladık. Birkaç çiftlikten ürün geliyor; karşı tarafta Eppek var, onun ekmeği geliyor; komşularımız var -Reşitpaşa çok değişik bir semt kendi içinde özel dinamikleri olan- mesela biri bebek yapıyor, onun bebeklerini de biz satıyoruz. İşte Sarıyer’deki Kadın Girişimci Kooperatifi’yle konuşuyoruz bir şeyler olabilir mi diye, üniversitelerle bir şekilde iletişim halindeyiz. Çünkü bu iş, tek başımıza olacak bir iş değil. Bireylerin çabası, kurumların çabası ve üniversitelerin dahil olması gerekiyor. Şimdi endüstriyel ürün tasarımı ekibiyle acaba bu okullarda bostanları ileri dönüşüm yaparak bir sebze yatakları yapabilir miyiz, bunun üzerine çalışmalar yapma niyetinde bir adım attık. Dolayısıyla elimizin yettiği, uzanabildiğimiz yere uzanmaya çalışıyoruz. Şimdilik aklıma gelenler böyle. EMİN ÇAPA - Şimdi söyledikleriniz içinden ben birkaç şey söylemek istiyorum. Bir kere ben şeye çok inanıyorum, insanın kendini çoklaması lazım, çoklaştırması lazım mümkün mertebe. 40 yaşımdan sonra bir gün kendime dedim ki: Türkiye ilginç bir yere gidiyor, sen de işsiz kalabilirsin. B planların var tamam, ama C planın, D planın olabilir mi? Belediyenin işsizler için açtığı İSMEK’in kursları var, bahçıvanlık kursuna gittim. Zaten öteden beri çok meraklıyımdır, iki kur gittim. Burada fark ettiğim en ilginç şeylerden biri, su meselesi. İstanbul’a yağmur yağdığı anda İstanbul sulara, sellere kapılıyor. Neden sellere kapılıyor? Çünkü su hiçbir şekilde toprakla temas edemiyor, doğal olarak betonun üstünde de gidince sellere kapılıyoruz. İlginç bir şey daha söylemek istiyorum size: Bursa’ya ben kültür gezileri yapıyorum çeşitli gruplarla, bir gün yine Bursa’ya gittik bir grupla. Sokağın ortasında belediye bir yeri kazmış ve üstünü örtmüş, ama betonlamamış. Dar bir sokaktayken kedinin birini gördüm ve hemen arabayı durdurdum, hayvan affedersiniz kakasını gömmek istiyor. Yolun ortasına gelmiş o kazılmış yere kakasını yapıyor ve onu gömüyor. Arabayı durdurdum ve kedi işini görüyor. Neden? Şundan: Biz kent dediğimiz şeyin sadece bize ait olduğunu zannediyoruz. Az önce kirpiler dediniz, benim evimin bahçesinde kirpiler, papağanlar var; biliyorsunuz İstanbul’da yabani papağan kolonisi var ve gittikçe de arttılar. Bir bahçıvan geliyor bana yardıma, iki tane büyük cevizimiz var, “Ağabey, bunlar çok verimsiz cinsler” dedi. Bunlar 30 metre bu arada, binanın boyundan yüksek. “Bunları keselim, sana yenilerini dikelim, üçüncü yıl sen bir çuval ceviz alırsın” dedi. Ben ceviz ticareti yapacağım İstanbul’un ortası Etiler’de yani. Çünkü bu bakış açısına göre benim cevizleri papağanlar yiyorlar. Evet, papağanlar yiyebilir mi benim cevizleri lütfen ve kargalar bir kısmını? Bana da atıyorlar bu arada, şimdi bu önemli bir bakış açısı. Su meselesini yeniden düşünmemiz lazım, hani eskiden su, yağmur rahmetti; şimdi öyle değil, şimdi yağmur felaket. Konyalı var mı aramızda ya da Konya çalışan hiç kimse? İlginç, yok. Peki, size ilginç bir şey söyleyeyim: Türkiye’de ekolojik felaketi yaşayacak illerin başında Konya geliyor. Çok yakında Tuz Gölü gelecek ve Konya’nın ovasını basacak. Çünkü az önce rakamlarıma tekrar baktım, onun için kusura bakmayın, doğrulatmak için, 135 bin kuyu varmış Konya’da, 100 bini kaçak. Devlet 4 milyar m3 su çekildiğini resmi olarak söylüyor, 12 milyar m3 su çekiliyor. Devletin kayıtları 4 milyar m3 diyor bize, bundan 20 yıl önce yüzeydeydi su çıkış yeri, şimdi -60-100 metre arası yerine bağlı olarak60 metre aşağıda su var. Öyle olunca ne olacak? Doğa boşluk kabul etmiyor, Tuz Gölü’nün suyu

79


80

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

gelecek. Obrukları biliyorsunuz çöküyorlar, niye çöküyorlar? Çünkü aşağıda buna direnci artıran bir su yapısı vardı. Şimdi o çöküyor. Dolayısıyla sırtınızı dönebilirsiniz, gerçeklere sırtınızı dönebilirsiniz, ama gerçeklere sırtınızı dönmenin sonuçlarına sırtınızı dönemezsiniz. Gelip size gerçek dayatıyor. Philip Dick diye çok sevdiğim bir iktisatçı var; diyor ki, “Gerçek siz ona inanmaktan vazgeçtiğinizde ortadan kaybolmayan şeydir.” O yüzden bununla yüzleşmemiz lazım diye düşünüyorum. O zaman hemen size döneyim. Herhalde siz buradakilerin en eskisisiniz değil mi Buğday Derneği? BUĞDAY DERNEĞİ - Olabilir, 20 küsur senedir. EMİN ÇAPA - Etkinliği ve konuştuğumuz ekolojik tarafı da düşündüğümüz zaman, bunları çok duyuyoruz ama benim Buğday Derneği’nde çok etkilendiğim şeylerden birisi geleneksellik meselesi. Bu çok önemsiz bir şey, niye önemsiz bir şey? Şimdi ilerliyor insanlık dediğiniz... Ben hele teknoloji, bilim diye çok söylüyorum. Sağlık ilerliyor gibi düşünüyoruz ya biz, halbuki şimdi en değerli şeylerimizden biri -gelecekte de önemli konulardan olacak- genetik ve DNA. Çok güzel bir kitap var, isteyenlere tavsiye edebilirim. Yani elimizdeki bitkilerin, hatta belki insanların DNA’ları olacak, farklılıkları olacak. Ben bir yazı okudum, İngiltere’de bir üniversitenin yaptığı bir çalışmaydı; 1960-1970 arasında bir İngiliz iki domates yiyerek aldığı besin değerini -çünkü yemek yemek besin almak demek değildir- bugün beş domatesten alabiliyormuş. Şimdi o yüzden bu geleneksellik meselesi çok önemli. Sözü uzatmayıp size bırakayım. Siz neler yapıyorsunuz? Tabii sizi büyük oranda tanıyorlar, ama biraz da bu geleneksel tarafın da biraz çizin altını istiyorum. GÜNEŞİN AYDEMİR (BUĞDAY DERNEĞİ) - Evet, teşekkürler. Buğday Derneği’ni burada temsil ediyorum. Buğday’ın şu anda bir gönüllüsüyüm. Geçmişte yöneticilik yaptım, yönetim kurulunda çalıştım. Dediğiniz gibi geleneksel kısmı Buğday’ın gerçekten önem verdiği bir kısım, zaten Buğday ismini de aynen Kokopelli gibi metaforik olarak kullanıyoruz. Eski buğday çeşitlerini koruyan çiftçileri desteklemek dışında doğrudan buğday bitkisiyle ilgili özel olarak bir şey yapmıyor Buğday Derneği, amacı tüzüğünde yazdığı şekliyle tek tek bireylerde ve bir bütün olarak toplumda ekolojik yaşam bilincini geliştirmek kadar geniş. O nedenle de hep böyle “Nedir sizin hedef kitleniz?” diye soruyorlar bazen ajanslarla yaptığımız çalışmalarda, o yüzden diyoruz ki bir hedef kitlemiz yok, hedefimiz bütün toplum. Bütün toplumun bu şekilde dönüşümünü istiyoruz, ama tabii ki buna ilgisi olanlarla başlıyoruz. Buğday’ın birazcık da böyle aslında bireysel dönüşümü ön plana alan bir tarafı da vardır. Günlük yaşamımızda yaptığımız sıradan etkinlikleri günlük yaşamımızı ilgilendiren temel alışkanlıklarımızı ekolojik yönde dönüştürecek öneriler üretir ve bir adım ilerisinde de bu önerileri hayata geçirmek isteyen insanların da bu ürün ve hizmetlere ulaşabilmesini kolaylaştıracak modeller oluşturur. Örneğin, 12 yıldır devam eden Şişli’deki ve diğer mahallelerdeki %100 ekolojik pazar yerleri gibi. Hani İstanbul özelinde olduğu için bu toplantı, birazcık pazardan örnekler vereyim. Tabii şimdi pazar 12 senedir orada devam ediyor. Pek çok paydaşı var, en büyük paydaşı belediyeler ve pazarcı dernekleri. Tabii ki üreticiler, üreticilerin pazardaki temsilcileri ve tüketiciler olmak üzere kurgulandığı model henüz tam olarak hayata geçmedi 12 sene geçmesine rağmen, çünkü hayatın bir takım başka gerçekleri var ve hani pratik anlamda hayatı geçirmeye çalıştığımız zaman muhakkak hayal edilenin çok az bir kısmını aslında başarabilmiş oluyorsunuz. Şişli’deki pazarı söyleyeyim: Birçoğunuz gidiyordur belki, farkındasınızdır, pek çok eleştiri alan bir pazar Şişli Pazarı; genellikle de eleştiriler ürünlerin kalitesiyle, ama daha ziyade fiyatlarıyla ilgilidir. Ben bu kısmıyla çok ilgilenmiyorum şu anda pazarın, pazarın daha çok ilgilendiğim kısmı orada bir topluluğun oluşması. Pazar ilk olarak 2016 yılının Haziran ayında kurulmuştu. Daha henüz annelerinin karnında olmayan çocuklar bugün pazarda pazarcılarla arkadaş, onların çiftliklerine tatil yapmaya gitmişler. Birbirleriyle orada arkadaş olmuş bir çocuk grubu var mesela, o çocukların anneleri-babaları birbirleriyle arkadaş oldular. Dolayısıyla orada pazarın müdavimleri var; sanatçılar


Forum

geliyor, bu işin felsefesiyle ilgilenen insanlar geliyor, akademisyenler geliyor. Orada hani antik Yunan agoralarında nasıl hem pazar alışveriş yapılır hem bu işin felsefesi konuşulur; buna dair çiftçisiyle, üreticisiyle birlikte bu işin pratiğini konuşan, teoriğini konuşan insanlar var. Her hafta, her Cumartesi günü orada bir agora kuruluyor. Yani birazcık dün de konuşmuştuk ilk oturumda, bizim aslında ekolojik kriz anlamında yeryüzünün karşı karşıya kaldığı ekolojik krizde bir tarafta bireysel çözümleri harekete, hayata geçiren kendi özel yaşamında işte elini sabunlarken musluğu kapatan ile diğer tarafta şirketlerin, devletlerin, kapitalizmin değişmesi gerektiğini düşünenler arasında değişen pek çok meşrepte insan var aslında. Bunların toplamına çevreci diyoruz, ama bu insanları biz topladığımızda bir hareket yaratmamız da çok zor. Çünkü çok farklı düşünceler, felsefeler var. Aslında bu yelpazede kalan her pratiğe, her fikre ihtiyaç var. Bunların birbiriyle bağlantılı şekilde ilerlemesi gerekiyor. Yani teori temelini pratikten alacak, pratik teoriyi hayata geçirmeye çalışacak. Şu zamanda ihtiyacımız olan şey, bunların birlikte paralel ve bağlantılı bir şekilde devam etmesi. Oysa bu arayüzleri oluşturma kısmı çok çok zor. Bir arada iş yapma geleneğimiz olduğu halde bunu da kaybediyoruz. Yani gelenek kısmına da oradan bir vurgu yapayım. Tabii geleneğe önem veriyoruz, çünkü içinde yaşam bilgisi var. Sadece tohum, vesaire yok, toprağı işleme bilgisi ya da mimari bilgisi yok, bir yaşam bilgisi var, deneyim var. Fakat öte taraftan değişen iklim, değişen ekolojik sistem var, ki değişmeyen sistemin kendisi, mekanizma değişmiyor yani ama döngü değişiyor. İşte her sene yağması gereken kar 3 senede bir yağıyor, yağması gereken miktarın 5 katı daha fazla yağıyor ya da yağmıyor. Bu pek çok tahmin edemediğimiz, bilemediğimiz süreçleri tetikliyor. Dolayısıyla geleneklerin de bir hükmü kalmıyor. Geleneğe de birazcık bu şekilde bakmak gerekiyor diye düşünüyorum. Bilginin kendisini değil oradaki bilgiyi üreten insanın halini edinmek şeklinde... Yani o bilgiye tırnak içinde tapmak anlamında değil, çünkü kadim kültür, geleneksel bilgi aşırı yüceltiliyor. Nihayetinde o bilgi çok da uygulanabilir değil şu anda, ama ne uygulanabilir? O bilgiyi üreten, o bilgiyi deneyimleyen insanın hali uygulanabilir. O hale bürünmemiz gerek. Bu genellikle şöyle söyleniyor: İşte “Bisiklete biniyorsun, seninle mi dünya kurtulacak?” Seninle dünya kurtulacak o bir, ama ikincisi aslında bunu yapabilen birisi var yeryüzünde, bunu ispatlıyorsunuz ve onu yaptığınız zaman başkaları peşinize takılabiliyor. Hep birlikte bir yere doğru gitme şansımız oluyor. O nedenle bütün bu örnekleri çok kıymetli buluyorum. Yapmak, yapmak, daha çok yapmak. O anlamda cevap oldu mu birazcık sorunuza bilemiyorum. Teşekkür ederim. EMİN ÇAPA - Şimdi tabii bir şeyi unutmamamız lazım: “Dünyayı sen mi kurtaracaksın?” sorusunun yanıtı değerli bir yanıt. Neden değerli bir yanıt? Bana bunu Ege Cansen anlattı. Kendisi Türkiye’deki en iyi iktisatçılardan biridir, en iyi iktisat köşe yazarından biridir. O’nun hocalarından biri anlatmış: Şimdi burada -sol ve sağ tanımları biraz eski ama- solcu ile sağcı arasında şöyle bir fark vardır: Sağcı şöyle der; “Dünya değişmemelidir, böyle kalmalıdır. Zengin zengin, fakir fakir, kadın kadın, erkek erke, yönetici yönetici, aristokrat aristokrat, burjuva burjuva, işçi işçi, amele amele kalsın.” Solcuysa, “Dünya değişmelidir, daha iyi, daha güzel, daha mutlu, daha adil, daha eşit olmalıdır” der. Ama bir şey daha demek lazım. O da ne? “Dünya değişmelidir” diyorsanız, “Daha güzel, daha adil olmalıdır” diyorsanız, “Ben değiştirebilirim” de demek zorundasınız. Çünkü “Ben değiştirebilirim” demediğiniz anda kim değiştirecek? Hepimiz kenara çekilip birinin dünyayı daha güzel, daha adil, daha eşit bir yer haline getirmesini istiyoruz. Kim o, o kim? Bu sorunun yanıtı “Ben”, “Dünya değişmelidir ve ben değiştirebilirim” olmalı. Siz bu kadar, ben bu kadar, öbürü belki bu kadar, ama toplam büyük bir şey. Siz eğer hiçbir şey yapmıyorsanız dünyanın değişmesini istemiyorsunuz o zaman. O yüzden çok değerli bir şey. Sizin ben tabii sıranızı böyle biraz şaşırdığım için kusura bakmayın, şimdi ilginç bir konuya daha geldik: Dürtük Kolektif Kent Bostanları. Bir kent neden bostana sahip olmalı? Kentlerde neden bostanlar olmalı? Sizin adınızın anlamı nedir? Siz neler yapıyorsunuz?

81


82

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

DÜRTÜK KOLEKTİF - Dürtük aslında bir kısaltma, “Direnen Üretici Tüketici Kolektifi” ismimiz. Bir şekilde ayakta kalmaya çalışan, küçük ama mümkün olduğunca örgütlü ve direnen üreticiler ile tüketicileri buluşturup birlikte örgütlenmeye çalışıyoruz. Sadece tüketicilerin örgütlendiği bir şey değil ama. Bu da nereden çıktı derseniz, son deneyimlediğim bir şeyi anlatayım: Şok’a gittiğinizde mesela, Anadolu Lezzetleri diye bir marka görüyorsunuz ve baktığınızda mercimek, pirinç, vesaire var. Menşei Kanada yazıyor, Hindistan yazıyor, vesaire. Bu bize mantıklı gelmiyor. Biraz önce moderatörün de dediği gibi, biz bunu değiştirmek istiyoruz, ama bunun şirketler vasıtasıyla değişmesini istemiyoruz. Devletten de bir beklentimiz yok, böyle bir umudumuz yok. Siyasi partiler gelsin de bunu değiştirsin, işte Kanada’dan pirinç ithalatını yasaklasın gibi bir beklentimiz de yok. Biz bunu kendimiz değiştirmeye çalışıyoruz. En yakınımızda üretilen gıda bostanlarda ise bostanlar korunması gerektiğini düşündüğümüz yerler. Çünkü bu çok eski bir kültüre dayanıyor aynı zamanda; bostanlar sadece tarım yapılan yerler değiller, aynı zamanda bir kültür. İstanbul bostanları surun içindeyken, surun dışına çıkmamışken daha “Alın, siz burada ne yapıyorsanız yapın, kira da vermeyin” deyip verdikleri bir alan. Kira ödemiyorlar, herhangi bir şey ödemiyorlar oraya, ama zamanla İstanbul çok büyüdüğü için şehrin şu anda merkezinde kalıyorlar. O yüzden çok değerli bir alan haline dönüşüyor ve üzerine sürekli projeler geliştiriliyor. Projeler yapılmak isteniyor, düzenli geliyor; işte aynı Validebağ’da veya birçok yerde gördüğümüz gibi, oraya da düzenli projeler üretiliyor. Hatta en son bu hafta içi oldu. Yedikule’deki bu bostanlar kendi aralarında bir dernek kurmuşlar ve buna karşı direnmeye zaten çalışıyorlar. Biz de derneklerini gördüğümüz için onlarla birlikte diyalog kurduk. Birbirimizle sohbetimiz olsun, onlar mesela bir ihtiyaçları olduğunda bize haber verebilsinler veya biz bir telefon ettiğimizde onlara ulaşabilelim, tek başına direnmesinler diye. Hep birlikte yapalım bu işi, çünkü orada üretilen şeyi biz de yiyoruz. Biz de bu işin bir parçasıyız; o bostan sadece orada çapayı sallayan insanın değil, bizim için de değerli deyip örgütlenmeye gittik. Yaklaşık 3 yıldır varız, ben bunun son 1 senesinde oldum, o yüzden çok böyle başlangıcı hakkında acayip şeyler anlatamayacağım. Genelde amacımız diğer gıda üzerine çalışan topluluklar, kooperatifler gibi yerel, ekolojik ve adil gıda. Fakat burada biraz farklı olarak -mesela kooperatiften farklı olarak- biz bir mekâna bağlı değiliz, bir tüzelkişiliğe bağıl değiliz. Sadece düzenli dağıtımlarımız oluyor Taksim’de “Dünyada Mekân” diye bir yerde, 3 yıldır her hafta dağıtım oluyor yazları hariç, ama bu artık biraz yorucu gelmeye başladı. O yüzden biraz değişmeye de gidiyoruz bir yandan, aylık ama daha uzun, daha keyifli, daha çok sohbetli, üreticiye daha çok dokunabileceğimiz dağıtımlar yapmayı düşünüyoruz. Çoğu gıda topluluğundan bir diğer farkımız da aslında gıda toplulukları çoğunlukla ilaç atılmamasını, doğal bir şekilde yetiştirmesini şart koşarlar ama biz bunu koşmuyoruz, değiştirmeye çalışıyoruz elimizden geldiğince. Mesela bostanlarda biz, hem “Sizden alacağız” hem de “Bize 3 kasa vereceksiniz, o 3 kasayı da ilaçsız yetiştirin” diyemeyiz zaten, ama insanlar gördükçe -mesela Gıda Toplulukları Çalıştayı oluyor, oraya geldikçe- oradaki bostanları yaşayan insanlar bir andan sonra kendileri ilaç atmayı bırakıyorlar. Son yeşillik aldığımız bostanda 8 aydır ilaç atılmıyordu, adam kendi kendine karar verdi. “Ben de artık ilaç atmayacağım” deyip, denemiş olmuş. Böyle değiştirmeye çalışıyoruz sadece. Şu ana kadar hep bostanlardan aldık, yakın zamanda bu aylık düzene geçişimizle birlikte biraz daha İstanbul etrafına da yönelmeyi düşünüyoruz. Daha çok net değil, Facebook sayfamızdan takip ederek etkinlikleri öğrenebilirsiniz. Onun dışında tabii sorunlarımız da oluyor. Mesela, yazları dağıtım yapamıyoruz. Aslında bostanlarda yeşillik çok fazla, sebze çok fazla yetişiyor. Tam yazları bizim dağıtım yapabileceğimiz bir dönem, hem sipariş veren hem de koşturabilecek çok fazla insan yok. Aslında çok zor da bir şey değil, gidip bostandan bir şeylerin alınması gerekiyor sadece. Yani siparişlerin toplanması ve bostandan gidip alınması gerekiyor. Bir günlük bir iş çıkıyor, ama yazın genelde İstanbul’da daha az insan olduğu için yazın dükkanı kapatmak zorunda kalıyoruz. Onun dışında da tabii haftalık döngü çok yorabiliyor bir yerden sonra, hep aynı kişiler 3 sene boyunca aynı şeye koşturunca, bir yerden sonra insanlar yorulup bıkmaya başlayabiliyor. Farklı şeylere kafa yoramıyor, 3 sene boyunca hep aynı şeyleri tekrar etmeye başlıyor. Biraz farklı bir şey yapalım


Forum

deyip, onun üzerine düşünme vakti olmuyor. Bu yüzden zaten aylık düzene geçmeyi düşündük diğer gıda toplulukları gibi. Genel olarak söyleyebileceklerim şimdilik bu kadar. EMİN ÇAPA - Peki, çok teşekkürler. Şimdi bir diğer ilginç konuğumuza gelelim. Maker hareketiyle ilişkileri var. Salondakilerden maker hareketini bilen var mı? Dünyayı şu anda dönüştüren şeylerden biri, Batı’da çok değerli ve çok önemli bir şey. İşte biz ne diyoruz? “Kendin yap” diyoruz. Bir insanın bir şeyi kendisinin yapması neden önemli bilmiyorum hiç düşündünüz mü? İnsanın evrimindeki en önemli organın biz beyin olduğunu düşünüyoruz. Aramızda hiç evrim çalışan kimse var mı ya da evrim biyologu? Peki, evrimde çok önemli bir şey var insan açısından, aslında beynin gelişimini tetikleyen şeylerden biri bu. O küçümsediğimiz başparmağımızı kullanmadan bir şey yapmayı denediniz mi hiç? Bir deneyin, başparmağınızı kullanmadan bir şey tutmayı, alet tutmayı ya da yazmayı ya da bir şey yapmayı, beynin gelişimini tetikleyen şeylerden birisi bu. El-beyin koordinasyonu dediğimiz şey çok ama çok değerli bir şey. Bizim okullarımızda ne yazık ki dışladığımız, küçümsediğimiz bir şey. Halbuki bir insanın bir şeyi fiziki olarak alması, tutması, yapması çok çok beyni geliştiren, ilerleten bir şey. Siz neler yapıyorsunuz? Maker hareketi nedir, siz içine neler koyuyorsunuz? Keşke görselleriniz olsaydı, görsellerinizi biraz gördüm, ama biraz anlatır mısınız? UFUK (ONARANLAR KULÜBÜ) - Keşke olsaydı da, artık bakarsınız arkadaşlar siz de. Adım Ufuk, Onaranlar Kulübü’nün kurucu ekibindenim. Çok kısa maker hareketinden bahsettik. Onun ne olduğunu anlatayım isterseniz. Bu artan insan nüfusuyla beraber insanların ihtiyaçlarını karşılamak için makineleşmeye gittikçe, seri üretim dediğimiz olay hayatımıza girdi. Sanayi devrimlerinden sonra gelen seri üretim ürünleri, aslında insanların ihtiyaçlarını temelde karşılıyor, ama bireysel ihtiyaçlarımızı, daha özel ihtiyaçlarımızı tam olarak karşılayamıyor. Bize direkt hitap etmiyor ürünler. Böyle olunca insanlar “kendin yap” diye bir akım çıkardılar ortaya, yani o seri üretim ürünlerinden hoşnut kalmayan, kendi kendini üretmek isteyen insanlar kendin yap akımını başlattılar. Daha sonra o kendin yap akımına bir teknoloji entegre oldu. 2000’lerin başında teknolojiyle -işte internet gibi aslında- biraz daha kendi üretimlerimizi paylaşabileceğimiz mecralar ortaya çıkmaya başladıkça kendisi üreten insanlar yani kendin yap akımına dahil olan insanlar maker hareketi diye bir şey doğurdu. Maker hareketi dediğimiz şey aslında kendi ihtiyaçlarımızı üretmemizi ve üretme konusunda insanlara ilham olmamızı bize söyleyen bir hareket. Dünyanın birçok noktasında insanlar kendi temel ihtiyaçları için üretim yapıyorlar ve bunu insanlarla paylaşıyorlar. Şimdi Amerika’dan baktığınızda maker hareketi dediğimiz şey, böyle çok popüler kültür, işte üç boyutlu yazıcılar, bilmem ne gibi geliyor, ama bizim için bir demir ustası da bir maker, evde kazak ören annemiz de maker, anneannemiz de maker. Çünkü maker hareketindeki olay, onun bir hareket olması. Neyse, Onaranlar Kulübü üretme, onarma, paylaşma ekseninde kent odaklı projeler geliştiren bir gönüllüler topluluğu aslında. 2015 yılında fikir olarak, 2016 yılında fiziksel olarak ortaya çıktık. Üç arkadaş kurduk Onaranlar Kulübü’nü, daha sonra insanların dahil olmasıyla yaklaşık 400’den fazla insanın bir şekilde temas ettiği bir topluluk oldu. Ne yapıyoruz? Ben biraz en azından kendi bireysel tarafından bakarsam şöyle anlatabilirim: Çok fazla apartman dairelerine sıkıştık ve ben o apartman dairelerini kutu olarak adlandırıyorum, işte o kutuların içerisinde kendimiz güvenli alanlar yaratıyoruz. Her şey çok düzenli, her şey çok temiz, evimizin içerisindeki çöp kutusu gerçekten çok temizdir, ama 20 metre aşağıdaki çöp kutusuna sen çocuğunu dokundurmazsın veya çok pistir veya temizlemezsin. Aşağı indiğinde kapının önündeki kaldırımın yamuk olmasını umursamazsın, ama evde sehpanın üzerindeki kitap çok kusursuz, mükemmel bir şekilde durur. İşte biz biraz da insanları bir araya getirip o kutuların içerisinden çıkın da hani beraber yaşadığımız her gün işe giderken, arkadaşlarımızla buluşurken geçtiğimiz sokaklara bir şeyler yapalım derdiyle ortaya çıktık. Bu tarz işler yapıyoruz. Atölye ortamları kurgulayıp insanlarla beraber üretimler yapıyoruz. Yaptığımız üretimlerde yeni nesil teknolojileri kullanmayı seviyoruz, çünkü teknoloji bir yerde yıkıcı da olabiliyor bazen, ama kullandığınız zaman gerçekten çok faydalı üretimlere yol açabiliyor, çok

83


84

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

faydalı üretimlerde yardımcı olabiliyor diyebilirim. Bunun haricinde ekstra çok söyleyebileceğim bir şey var mı bilmiyorum. Ekstrası için bizi ve yaptıklarımızı inceleyebilirsiniz sosyal medyadan. EMİN ÇAPA - Bir şey sorabilir miyim? Siz neden böyle bir şey yapmak istiyorsunuz? Bir insan durduk yerde niye böyle bir şey yapmak ister? UFUK (ONARANLAR KULÜBÜ) - Bu soru geliyor, bir de şey de geliyor, “Neden hep Kadıköy’de bir şey yapıyorsunuz?” Aslında ben bunların ikisini çok bağdaştırıyorum, yani ben kendi yaşadığım alana bir şey katmak istiyorum aslında, o yüzden. Ben her gün geçtiğim sokakta eğlenceli bir şey olsun istiyorum. Mesela, şu da aynı şekilde; ben bunları yaptığımız sokaktan defalarca geçiyorum, yani gün içerisinde iki-üç defa geçiyorum ve oraya aslında kendi mizah anlayışımı katıyorum. Hikâye de bu, yani işte bir web sitesine girip oradan senin işe giderken kullanacağın mopun rengine karar vermek veya rengini oylamak bir katılım örneğiyse eğer, sokağa inip yaşadığım, her gün geçtiğim sokakta kırık bir kaldırımı onarmak da veya oraya ufacık böyle bir-iki kelime bir şey yazmak da aslında katılım örneği. Biz oradaki o kısma çok karar vermiyoruz, her şeyi yapıyorlar, o güvenli kutunun içerisinden çok yanaşmıyoruz o sokakların, kentin tasarımına; oysa oraya biz de çok rahat müdahil olabiliriz. Geçen son bir iş yaptık sokağa, orada bir teyzeyle karşılaştık, daha doğrusu teyze geldi, “Şu boyamaları siz mi yapıyorsunuz? Şuraya da birisi bir şey yazmış bilmem kim hakkında, ben de onu çok seviyorum. Gidip onu bir karalayın, silin, ben size parasını vereceğim” dedi. “Teyzeciğim, sen yap. Bak, nalbur şurada, oradan alıyorsun 10 lira sprey boya, gidiyorsun onu kapatıyorsun. Çok basit, bunu sen yapabilirsin zaten” dedik ama işte o üretim dinamiklerini biraz unuttuk. Kulüp de genel olarak insanlara o üretim dinamiklerini hatırlatabilecekleri alanlar kurgulamaya çalışıyor aslında. EMİN ÇAPA - Şimdi burada üç boyutlu şeyler görüyoruz. Birkaç cümleyle belki anlatmak isterseniz diye söylüyorum, çünkü üç boyutlu yazıcı dünyanın geleceğini değiştiren şeylerden biri, daha yeni başlıyor hikâye, siz bir şeyler tasarlıyorsunuz, sonra bunları baskıda basıyorsunuz. Biraz o nasıl oluyor, birkaç cümleyle anlatırsanız… UFUK (ONARANLAR KULÜBÜ) – Tamam. Şimdi üç boyutlu yazıcı, çok kısaca, yeni nesil üretim teknolojisi. Aslında elimizdeki fabrikalar, işte biz buna dördüncü sanayi devrimi de diyoruz. Ciddi ciddi aslında bundan sonraki üretim dinamiklerini değiştirecek bir alet. Üç boyutlu yazıcı şöyle çalışıyor: Dijital ortamda bir tasarım yapmamız gerekiyor, bir üç boyutlu modelleme programında bir model çıkarmamız gerekiyor, daha sonra bu modeli cihazın fabrika ayarları programına atıyoruz, oradan belirli ayarları yaptıktan sonra üç boyutlu yazıcı plastiği eriterek, dökerek bizim istediğimiz ürünü çıkartıyor. Bu şekilde diyebilirim. Şimdi yavaş yavaş görünür olmaya başladı, biraz böyle ütopik yerlerden gidiyoruz. İşte ev yapıyorlar, araba yapıyorlar, bunların hepsini yapıyorlar, ama onun haricinde herhalde 3-5 yıl içerisinde çok daha böyle günlük hayat içerisinde gittiğimiz kafelerde, müzelerde, vesairede onları görmeye başlayacağız. Özel olarak sorma istediğiniz bir şey varsa yazıcı hakkında? EMİN ÇAPA - Zaten sonra sorarız. Üç boyutlu yazıcıda şu anda laboratuvarlarda böbrek, pankreas ve karaciğer yapılıyor. Çok kısa bir süre içinde bunlar insanlara nakledilmeye başlanacak. En son bir fare -ben ayrılmadan önce son haberimdi- 3 ay yaşatıldı; üç boyutlu yazıcıda basılmış kemik, kalp ve kas dokusu nakledilen bir fare 3 ay yaşatıldı. Çok acayip bir şey, ama bir yanı da çok basit. O tabii daha karmaşık bir şey, ama bu yanı çok basit bir şey. Gündelik hayatınızı değiştirecek çok güzel şeylere açık bir şey. Ben bütün anaokullarının sürekli böyle şeylerle dolu olmasını istiyorum; okulların, ilkokulların, belki de sokakların böyle olması çok güzel olabilir.


Forum

Şimdi gelelim Herkes için Mimarlık’a... Herhalde ev sahibimiz olarak gördüğümüz için biraz sizleri sona bıraktık gibi oldu. Mimarlık, hepimizin aslında fikir sahibi olduğu ya da olduğunu zannettiği bir şey, hepimiz bir şekilde mimarlığa dair bir fikir sahibiyiz, ama aslında mimarlık insanların en eski mesleklerinden ya da uğraşlarından biri. Çünkü mimarlık ya da şehir planlamada -bunlar hepsi birbirinin içine geçen şeyler- yan yana binaları koymak bir şehir oluşturmuyor. Tıpkı şu anda bizim ağaç diktiğimiz zaman orman yarattığımızı zannetmemiz gibi, yan yana ağaçları böyle çizgi halinde diktiğimiz zaman bir orman yaratmıyorsunuz, orman başka bir şey, az önce söylenen bir şey. Örneğin, dikilen ormanlarla doğal ormanlar arasında o kadar büyük fark var ki... 3 katlık yaşam farkı var. Yani böceğinden bakterisine kadar yaşam açısından çok daha doğal ormanlar, yoğun bir şey. Aynı şey mimari için de geçerli, bir kere Herkes için Mimarlık ne demek, herkes için mimarlık olabilir mi? Oradan bir başlayın isterseniz... Ne yapmak istiyorsunuz siz? MİNE ARNER (HERKES İÇİN MİMARLIK) - Derneğin kurulma aşamasında ben yoktum, Herkes için Mimarlık adına gönüllü üye olarak geldim, ama mimarlık hep ofis ve şantiyeden ibaret çalışma alanı olarak görülen bir meslek, o yüzden buna alternatif arayan öğrencilerin kurduğu bir dernek, öyle başlıyor. Daha çok atıl köy okullarının onarılmasıyla biliniyoruz. Atıl köy okullarının tekrar kullanıma kazandırılması veya adapte edilmesi oradaki yerel halkın ihtiyacına göre şekilleniyor. Bizim için, bunu “herkes için mimarlık” olarak adlandırmamızın nedeni aslında herkesle beraber yapılan bir mimari sürecin varlığı. Yani mesela biz bir projeyi nasıl ele alıyoruz? Daha çok öğretmenler başvurabiliyor, mesela, köy okulları için geçerli bu... Yerel bölgeden insanlar başvuruyorlar ya da işte insanların kendi projeleri oluyor. Herhangi bir dayanışma da gelebiliyor bir iş birliğinde bulunabilir miyiz diye. Önce bakıyoruz, gidiyoruz. Genelde atölye düzenliyoruz orada kullanıcılar için, onlar da katılıyorlar. İlkokulsa örneğin, ilkokul öğrencileri geliyor, hayallerindeki şeyleri çiziyorlar. Veliler geliyor, öğretmenler geliyor, oradaki mimarlık öğrencileri geliyor. Sonrasında da İstanbul’daki arkadaşlarımız -eğer orada üyelerimiz yoksa- bize ofislerini açıyorlar, orada bir tasarım atölyesi düzenliyoruz veya bu bir okulda da olabiliyor veya bize başvuran derneğin, dayanışmanın mekânında da olabiliyor. Sonrasında da o tasarım uygulamaya dönüştürülmek üzere yerine gidip hep beraber -ya öğrencilerle olabiliyor ya da çabucak bitirilmesi gereken bir işse, genelde dernekten üyelerimizden kimler ilgileniyorlarsa- yerinde hayata geçiriyoruz. Esasen özetlemem gerekirse o kullanıcıyla, yerelle, oradaki tabandan gelen istekle beraber sürecin önemli olduğu, sonuçtan ziyade sürecin önemli olduğu bir kurgu bizimki. O yüzden de herkes için mimarlık denilebilir. EMİN ÇAPA - Neler yaptınız şimdiye kadar ya da şu aralar ne yapıyorsunuz? MİNE ARNER (HERKES İÇİN MİMARLIK) - Şu anda mesela, bir okul projemiz var. Urfa Harran’da bir ilkokul, onun içinin tadilatı ve bahçe peyzajının düzenlenmesi, açık derslik alanlarının yapılması işi var. Şu an tasarım aşamasında, Kasım ayında uygulamaya geçeceğiz. Ondan önce Türkiye Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı’nın binasının dış cephe tasarımı vardı. Bir de Yırca projesinden bahsedebilirim orada aktif olarak görev aldığım için. Yırca’da biliyorsunuz termik santraller var ve onlara bir yenisi daha eklenmek istendi. 6 bin 600 zeytin ağacı kesildi ve orada bir dayanışma oluştu. Sadece Soma çevresi kömüre dayalı bir ekonomisi olan bir bölge ve kadınların da çok az söz sahipliği var ekonomi üzerinde. Bu nedenle orada kadın dayanışması oluşuyor. İşte o zeytinliklerin korunmasıyla birlikte daha çok insana ulaşabiliyorlar ve kadınların hem birbirleriyle iletişiminin artması hem de kendi ekonomilerine katkıda bulunabilmeleri için 100 yıllık taş bir binayı satın alıyorlar. Binanın üretimde bulunabilmesi için birkaç ihtiyacı vardı mutfak ve depolama alanları gibi, biz de bir ek mutfak bina yapısı yaptık ve taş binayı tekrar elden geçirdik. Yandaki eski bakkal dükkânını da kadınlar kahvehanesi yaptık. Çünkü genelde kahvehaneye köylerde erkekler gidiyorlar biliyorsunuz; burada kadınların öğrenebilecekleri ve herkese açık, her türlü canlıya açık, hayvanlara, kadınlara, erkeklere açık bir kahvehane olmasını istediler. Orada da uzun

85


86

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

kaldık, bir senelik bir süreçti. Burada projelerimizi de görebiliyorsunuz; bu ekibimizden birkaç arkadaş, Merve’yi görüyorsunuz -daha çok Emre ve Merve tanınıyor dernekten- bu ofisteyken... İlk önce oraya gittiler, istekleri aldılar neler gerekli diye, bir tanışma oldu. Sonra bir arkadaşımızın ofisinde katılacak öğrenci arkadaşlarla, mimarlık öğrencileriyle atölye düzenlendi -3-4 günlük bir tasarım atölyesi yanlış hatırlamıyorsam- ben şantiye aşamasında yer aldım ve bir sene gidip geldik. Sonra 8 Mart’ta açılışı gerçekleşti. Şurada mesela, hep beraber beton döktüğümüz, beton hatıl döktüğümüz bir an var. O sabahı özellikle unutamıyorum, çünkü gelmesi gerekenler gelmedi. Köye normalde o makinenin gelmesi bayağı olay zaten, çünkü oraya yol bile yok neredeyse. Yine o da politik süreçlerle alakalı, yollarının değiştirilmesi yani köyün, çünkü muhalif bir köy. Kimse zaten gelenlerden yardımcı olmadı ve her zaman yerelde her malzemeyi bulamıyorsunuz veya ustalar gelmiyor geleceğiz deyip, daha çok karşılaştığımız sorunlar veya işte muhalif köy orası, ben gitmem oraya diyenler de var. Gelip gelmeyeceği belli olmuyor. Ustalara hatta dört harfliler diye lakap taktık. Burada betonu hep beraber kadınlarla beraber döktük ve şöyle bir an oldu: Dernek üyelerimizden birisi döküyor kovalarla, biz kendimiz kardık, makine bu arada tepeden boşaltıyor betonu ortaya, biz onları yukarıya çıkartıyoruz. Çünkü çok tazyikli ve bizim malzememiz de OSB. Bu arada OSB’yle kalıp yaptınız mı hiç bilmiyorum ama yapılmaması gerekiyor, patlayabilir dayanıklı bir malzeme değil çünkü. Kadınlardan bir tanesi gelip “Yavrum, sen çok yavaş döküyorsun” deyip, elimden kovayı aldı. Böyle bir an var. Bu projede yine toprak sıvayı denemek istedik. Bu sağ taraftaki benim, Yağmur diye bir arkadaşımız ve öğrenciler... Kadınlar kahvehanesi alanı burası. Çatısının tekrardan yapılması ve toprak sıvanın yapılma süreci keyifliydi açıkçası. Normalde artık köy kullanmak istemiyor böyle malzemeleri, doğal ve yerel olanları, çünkü her yerde betonlaşma, çabuk üretme var. Kadınlar, “Kızım, evladım, niye uğraşıyorsunuz, ellerinize yazık” vesaire dediler ama sonrasında kendileri yaptılar, yapının dış sıvasını beraber yaptık. İşte bu anki mutluluk gerçekten o keyif, iş yaparkenki keyif ve sahiplenilme de sağlıyor. Yani kendi binalarını kendileri almak için biriktirdiler paralarını, fona başvurdular; sonra bu süreç oldu, burada da yatay bir hiyerarşi var ve herkesin emeği var. Bu süreçte de emeği olan hani bir kişi sadece gelip bir söz bile söylemiş olsa herkesin emeği çok değerli. Mevcut mimarlık üretim süreçlerinde de belli tasarım kriterlerinin haricinde veya belli akımların haricinde söz söyleme hakkı tanınmıyor. Genelde kullanıcıya çok söz verilmiyor veya süreç hiç önemsenmiyor. Zaten ofislerde çalışanlarınız varsa tasarım için vakit bile ayıramıyoruz. Fakat buradaki bu işte sürecin önemli olması çok daha değerli, çok daha kullanım açısından verimli tasarımlar ortaya çıkartıyor. EMİN ÇAPA - Teşekkürler, çok sağ olun. Dün Türkiye’nin gündemindeydi, farkındasınız. UEFA’nın 2024 Avrupa Futbol Şampiyonası, hiç o illere baktınız mı? Tamam, bir sürü il vardı. Mesela, İzmir yoktu, Türkiye’nin en önemli illerinden biri İzmir yoktu. Şimdi o cezalandırma mantığının bir şeysini biz hayatın birçok yerinde görüyoruz. Burada ben söylenenlerin birkaç ortak noktasını vurgulayıp, sonra size dönmek istiyorum. Bunlardan bir tanesi şu: Herkesin bir derdi var, hayata dair derdi var. Evet, tabii ki insanların dertleri vardır ama bahsettiğim o değil; hayata dair bir derdi olması lazım insanın, yoksa kimse vaktinden ayırıp böyle şeylerle niye uğraşsın? O da gidip başka bir şey yapmak ister, öbürü bilmem ne yapmak ister. Hiç bunlarla uğraşmak zorunda değilsin. Validebağ Korusu’nu ben mi kurtaracağım, Türkiye’yi de ben mi kurtaracağım, mahalleyi ben mi kurtaracağım? Derdiniz olması lazım, hayata dair bir derdiniz olması lazım. Buradaki herkesin ortak noktası bir dertlerinin olması, bir soruna kendilerinden çözüm bulmak, üretmek istiyorlar. İkincisi, kullanılan bir ilginç sözcük var: Direniş. İnsan neye karşı ya da ne zaman direnir? İnsan saldırıya uğrayınca ya da işgal edilince direniz, yaşam alanı işgal edilince direnir. Bu çok önemli bir şey, bu anda böyle bir durum var. 15 yıl önce de böyleydi bu, zannetmeyin 20 yıl önce başka türlü, 20 yıl önce de başka türlüydü, 30 yıl önce de başka türlüydü, ama vardı. Dolayısıyla bu önemli bir şey ve bilmiyorum konuşanlarda bir şey fark ettiniz mi? Bu size bir kimlik kazandırıyor. Hayata karşı bir duruş kazandırıyor. Direnmek insana çok önemli bir şey kazandırır, o da şu: İyi çocuklar ahmaktır, iyi çocuk olmak ahmaklıktır.


Forum

Neden? “Evet efendim”, “Tabii ki anneciğim”, “Tabii ki efendim”, “Tabii ki babacığım”, “Tabii ki hükümetim”, “Tabii ki devletim”, “Tabii ki efendim”... Hayır, asıl kötü çocuk hayır; hayır demek zor bir şeydir, ama çok değerli bir şeydir. Evet diyen değil, hayır diyebilen annesine, babasına, hükümetine, kocasına, karısına hayır diyebilen, inanmadığı bir şeye karşı dik durabilen insanlar olmak ve böyle insanlar yetiştirmek çok değerli bir şey. O yüzden burada söylenenlerin hepsinde aslında bir şeye hayır deme var. Ben daha fazla uzatmayayım, birkaç katkıda bulunmak isteyen ya da sorusu olan buradakilere varsa... Çok güzel şeyler dinledik çünkü. Sırayla alalım isterseniz. AHMET ÇÖREKÇİOĞLU - Merhabalar. Ben Zeytinburnu Belediyesi’nde çalışıyorum. Burada çok başarılı örnekler paylaşıldı, ben bir tane başarısız örnekten bahsederel bu başarısızlığın arka planının ne olabileceğini biraz konuşmak, sizlerin fikirlerini almak istiyorum. Özellikle Kuzguncuklular Derneği ve Validebağ Gönüllüleri’nin fikirlerini çok daha merak ediyorum. Amasya’da -ben Amasyalıyım- Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları’nın küçük bir arazisinde yeşillik bir park vardı. Bir gün hızarlarla parka girildi, ağaçlar kesilmeye başlanınca o yöredeki insanlar hemen ilk tepki olarak bu kesimi durdurdular. Ardından olay daha da büyüdü ve basında yer aldı. Üniversite öğrencileri o parkta nöbet tutmaya başladılar ve süreç Samsun’da da dava konusu oldu. Bir ilgili avukat gönüllülük faaliyetiyle gitti, süreci durdurmak için dava açtı. Belediye Başkanı A Haber’e çıkıp konuşmalar yaptı. 2014’te başladı bu olaylar ama 2015 yılında yine ansızın o parka giderek ağaçları kesmeye başladılar. Şu an orada bir benzin istasyonu var ve park korunamamış halde. Yani sizin başarınız, bir örgütlenmeye dönüşmeniz. Neden kaynaklanıyor? İstanbul’da olmanız mı çok önemli, Anadolu’da böyle bir direniş hareketinin organizasyonu pek mümkün değil mi, bu kültürle mi alakalı, İstanbullu olmanın kültürüyle mi alakalı? Bunu merak ediyorum, siz nasıl örgütlenebilmeyi ve orayı koruyabilmeyi başardınız? Amasya’daki insanlar bunu başaramadılar, sadece bir-iki hafta boyunca her gece orada toplanarak olay ilk başladığı zamanlarda bir koruma isteği gösterdiler, ama bunu devam ettiremediler. Bu konudaki fikirlerinizi merak ediyorum. Teşekkür ederim. ARİF BELGİN (VALİDEBAĞ GÖNÜLLÜLERİ) - Ben şunu önerebilirim: Sosyal medyayı kullanabilirsiniz, biz bunun imkânlarını sonuna kadar kullanıyoruz. Yani bir whatsapp grubu kurulabilir bu birlikteliğin devamını sağlayabilmek için, şimdi bu imkânlar var. Daha önce yoktu, telefonlarımızı alıp veriyorduk, ilk başlarda öyle başladık. Sonradan iş whatsapp grubuna, Facebook grubuna, vesaireye dönüştü. Bir tarzı şu: Şimdi böyle durumlarda daha önce bahsettiğim gibi işte siyasi görüş, siyasi faaliyet yapıyorsunuz suçlamaları gelir. Bunu göğüslemenin en güzel yolu, siyasi partilere karşı eşit mesafede olduğunuzu açıklamak, ama öncelikle kendiniz buna inanacaksınız ve uygulayacaksınız ve insanları inandıracaksınız. Eğer bu olursa ve diğer konularda da nötr olabilmeyi eğer başarabilirseniz gerisi gelir. Biz bunu başarabildik diye düşünüyorum. 20 yıldır bir şekilde siyasi görüş, cinsel yönelim veyahut başka şeyler bizim için bir ayrıştırma vesilesi olmadı. Bizim için ortak tek bir konu vardı: Validebağ Korusu’nu korumak. Onun etrafına kenetlendi insanlar. Eğer toplantılarda bunun dışında konular konuşulmaya başlanırsa, ayrışma başlıyor. Tabii ki konuşulur, toplantı biter, ondan sonra isteyen istediği şeyi konuşur, ama belli bir konu için toplanıldığında önce o konudan başlamak gerek. Bizim mesela 20 yıldır hiç değişmeyen Perşembe akşamı toplantılarımız vardır, her Perşembe toplanırız. Çok nadirdir, bayrama denk gelir, yılbaşına denk gelir veya herkes tatildedir, bazen böyle 2-3 kişiye düştüğümüz olur veya hiç yapamadığımız olur, ama hiç aksamaz gene de. Yani 52 haftanın çok rahat 50’sinde biz hep toplanırız. İlk yaptığımız şey Validebağ’ı konuşmaktır, ondan sonra diğer şeyler gelir. Bunu önerebilirim, yani Tülay Hanım’ın söylediklerine ek olarak bunu söyleyebilirim. EMİN ÇAPA - Başka var mı? TÜLAY ATABEY (KUZGUNCUKLULAR DERNEĞİ) - Yani takip gerekiyor. Takip için de birilerinin

87


88

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

zamanını ve enerjisini ayırması gerekiyor. Bostan için de aynı şey söz konusu olabilirdi, ama birileri işin ucunu bırakmadı. Her zaman 50 kişi, 100 kişi olmuyor, ama 2 kişi bir şekilde takipte kalırsa eğer icabı halinde o 50-100 kişiyi oraya getirebiliyor. Bunu ancak söyleyebilirim size. İşte “Geldiler ilk seferinde, ama bir daha gelmediler” diyorsunuz, iki kişi eğer bekleseydi konuyu, yani zihnen bekleseydi, belki onları tekrar getirebilirdi. Bizde böyle işliyor. SALONDAN - Ben özür dileyerek Emin Bey sizinle ilgili bir hususla başlamak istiyorum bütün toplumdan özür dileyerek, sonra da iki hususu dile getireceğim. Öncelikle Halk TV’ye geçmeniz çok sevindirici, bizim açımızdan çok sevindirici, fakat sizi izleyemiyoruz. Saati mi uymuyor, yani bu konuda bir sıkıntımız var. Bir de Halk TV’yi geniş halk yığınları izleyemiyor bu Kablolu TV’ye girmediği için, acaba sizin bu konuda bir katkınız olabilir mi? Yani Halk TV daha geniş bir kesimin izlemesiyle ilgili bir çabanız olabilir mi? Şimdi ben bundan sonra iki hususu arz etmek istiyorum. Bir tanesi alışkanlıklarla ilgili. Üç tür alışkanlığımız var. Biri, kötü niyetli olmayan -iyi niyetli demiyorum- alışkanlık. Bu mesela, bir bebek dünyaya geldiği zaman anne kucağında emer, beslenmesini sağlar, ama o 30 kiloluk babacan bir tosuncuk olduğu zaman yine anne kucağındadır. Yani kötü niyetli olmayan bir alışkanlık. Yine bir bebek tabii ki babasının-annesinin kucağındadır, ama boyu 1 metreye yaklaştığı zaman bir bakarsınız ki yine annesi tarafından beslenir. Halbuki o çocuğun artık bale yapması, paten yapması, spor yapması gerekirken annesi onu kaşıkla yine beslemeye devam eder. Bu kötü olmayan alışkanlığımız. Bir de ahmakça alışkanlığımız var. Bir otobüse binmeden önce numarasına baktığımız halde şoföre sorarız “İki durak sonraki bir durağa gidiyor mu?” diye mesela, oysaki gitmemesi mümkün değildir. Sürekli olarak bu şoföre sorulur. Üçüncüsü de kötü niyetli alışkanlıktır. İşte her şeyi CHP zihniyetine yüklemek gibi, efendim, camilerin kapatılması iddiası gibi kötü niyetli olarak böyle tekerrür eden alışkanlıklarımız var. İkinci husus söylemek istediğim: Fail ve mağdur paradoksu. Şimdi bizim konumuz çevre ve ekolojik kirlenme. Bunu yapan faildir, ama mağdur bunun farkında değildir ve bizler çırpınıyoruz bu mağduru uyandırmak için. Belki de bizim açımızdan kıyıya vurmuş bir midye gibidir o sorun, yani bizi o kadar ilgilendiriyordur belki de, ama onun bir evladı için, belki de evladı derecesinde önemlidir, ama o maalesef vesayet altında olduğu için bunu dile getiremez. Bizim toplumda şöyle bir şey var: Büyük bir küme düşündüğümüz zaman, halkı da alt kümeye koyduğumuz zaman halkımız maalesef o çevrenin içerisinde bir taraftan işte belediyelerin, bir taraftan sivil toplum örgütlerinin baskısı altında. Halbuki esasında bunlardan yararlanması gerekir. Tabii yararlandığı hususlar da oluyordur mutlaka, ama ben eleştirel olarak baktığım için aksi yönde konuşuyorum. Zaten bir geçim sıkıntısı var, sermayenin baskısı var, bir de uluslararası çevrelerin baskısı var. Halkımız maalesef vesayet, hâlâ vesayet altında olduğunu hissederek bir türlü tepki veremiyor ve bu paradoks bu şekilde sürüp gidiyor. Ben hepinize çok teşekkür ediyorum. EMİN ÇAPA - Teşekkürler, sağ olun. Ben kendi durumumu buranın konusu değil, ama bir cümle söyleyeyim. Ben Halk TV’de başlamadım. Bana sadece bu seçim döneminde kenarda durma, bir şeyler söyle denildiği için, benim de söyleyeceklerim olduğu için bir sözleşme ya da bir para dahi söz konusu olmadan geçici bir yayın yaptım. Ben hayatımın başka bir dönemindeyim, başka şeyler yapıyorum, çok güzel şeyler yapıyorum. Yani çalıştığım dönemden daha çok çalışıyorum, onu söyleyeyim size. Ebru Hocamız burada, o biliyor bir kısmını, inşallah hepinizin geleceği bir kafe açmaya çalışıyorum, bir kitap kulübü. Türkiye’de böyle bir şey yok. İnsanların bir şey okuyup tartıştığı bir yer yok. Mesela, öyle kulüplerin olduğu bir şey yapmak istiyorum. Gençlere dönük bir sürü işler yapıyorum, onları daha sistematik hale getirmeye çalışıyorum. Bunu bir söylemiş olayım.


Forum

Şimdi söylediğiniz davranışlarınız meselesine gelirsem... Tarih okuyan var mı, hani eğitim olarak tarih okuyan kimse var mı? Yok galiba. Peki, tarihe ilgi duyanlar var mı? Cipalo diye bir tarihçi var. İnsan ahmaklığının tarihini yazmış. Şu soruya yanıt arıyor: Neden bazı uygarlıklar bazı dönemler yükselir, sonra birden bire düşer o zirvedeyken? Niye bir toplum zengin olur, sonra fakir olur; öbürü fakirdir, sonra zengin olur. Nedir bunun yanıtı? Bunun önemli bir araştırmasını Daren Acemoğlu yapıyor, Nobel Ekonomi Ödülü’ne en yakın Türklerden biri, ülkemizin vatandaşlarından biri. Fakat Cipalo’nun söylediği şey şu; bütün tarihi araştırıyor ve sonunda şuna varıyor: “Dört çeşit insan vardır: Saflar, haydutlar, ahmaklar, bir de akıllılar. Bunların içinde ahmak kendi yaptığı davranıştan hem kendisi hem toplum kaybeder. İyilerin yaptığı davranıştan -saflar diyor buna- safların yaptığı davranıştan kendileri kaybeder, toplum kazanır. Haydutların yaptığı davranıştan toplum kaybeder, kendileri kazanır. Buna karşın akıllıların yaptığı davranıştan hem kendileri kazanır hem de toplum kazanır.” Bu çok önemli bir şey ve Cipalo diyor ki: “Haydutlar bile aptallar kadar tehlikeli değildir. Çünkü haydutlarda toplum kaybeder, ama servet yok olmaz, bir yere gider, ona gelir, ama aptalda servet yok olur. Hem o kaybeder hem toplum kaybeder.” Aptallığa yatkınlık; düşünmeyen zihnin; sorgulamayan zihnin; “Ben kazanamayacağım, o kazanacak, o kazanacağına ben de kazanmayayım”, vesaire Türkiye’de gördüğümüz en yaygın şeylerden biri. Dolayısıyla buna bakmamız lazım. Yine Cipalo diyor ki: “Toplumda sigma kadar aptal vardır, Almanlar akıllı, Türkler aptal, Japonlar akıllı, Koreliler aptal, böyle bir şey yok. Her toplum eşittir. Tek fark toplumun kimlerin eline güç verdiğidir, yönetim gücünü kime verdiğidir. Bütün her şeyi değiştiren budur. İmparatorlukları zirveye çıkaran, zirveden düşüren, toplumları batağa götüren, bataktan çıkaran budur.” Saflar mı, akıllılar mı, haydutlar mı, yoksa ahmaklar mı? Bu sorunun yanıtı biraz uzar. Hepimiz kendimizi bu arada akıllı, başkalarını ahmak olarak görme eğilimindeyizdir bu arada, onun da özeleştirisini yapmak lazım. Hiçbir şey bilmediğimiz mantığından da hareket etmek lazım. Çok uzatmayayım, bir soru daha alalım isterseniz, buyurun, hiç kadınlara söz hakkı vermedik, yok böyle bir şey. SALONDAN - Ben de aslında soru sormak için değil, bir düşüncemi paylaşmak için söz istedim. Çok teşekkür ederim herkese. Çok motive edici konuşmalar dizisi oldu. Ben aktif bir şey yapmıyorum bu anlamda, ama bunlar benim de kafamdaki sorunlar ve bu değerli insanların bir şeyler yaptığını görmek ve daha çok olduklarını bilmek çok motive edici ve gıpta duydum. Ben bir dönem kamusal alanla ilgili bazı okumalar yapmıştım mekân meselesi üzerine, özellikle Onaranlar Kulübü ve Herkes İçin Mimarlık, yani iki oluşumun çalışmalarının çok böyle tatlı bir noktada durduğunu düşünüyorum. Şu anlamda, şimdi aslında sokakta bir eksiklik var. Mesela, Onaranlar Kulübü’nde... Bir çirkin görüntü ya da boruda bir boşluk ya da bir sıkıntı var, orayı dert edinip kişi, o mahallede oturan kişi bunu düzelttiğinde aslında o mahallesiyle bir ilişki kurmuş oldu. Yani o mekâna sahip çıktı, o mekân onun bir parçası oldu ve o artık oraya ait oldu gibi bir noktaya geliyor. Aslında orayı onarmayan belediye, kendine büyük bir kötülük yaptı, güç kaybetti. Çünkü mahalleli orayı onardı, oraya sahip çıktı, orayı kendine aldı diyeyim. Yani belediye ile mahalleli karşıt değiller de şey anlamında, hani bir idare vardır. Aynı şekilde Herkes için Mimarlık’ta... Hani orada kadınların hep beraber sıvadığı sahneyi gördük. Onlar orayı yaptılar, sahip çıktılar. Yani sıkıntılı bir süreç olumlu bir şeye dönüştü. Ben şu anda İzmit’te yaşıyorum ve aynen hiç estetik gelmiyor, her sokağa çıktığımda böyle gözümü kapatayım gibi çirkin geliyor bana artık şehrin kendisi. Fakat sıkıntılı, olumsuz şeylerin de olumlu cepheleri olduğunu düşünmek çok motive edici ve belki öyle olumlu şeylere odaklanmamız gerekiyor. Buradaki motivasyonu oradan almamız gerekiyor ki çok gayret sarf edeceğimiz çok alan var. Hepimize ihtiyaç var. Bunu eklemek istedim. Çok teşekkür ediyorum. EMİN ÇAPA - Bir şey söyleyeceğim. Şimdi söylediğiniz şey şöyle çok önemli: Benim en nefret ettiğim şarkı “Orada bir köy var uzakta, gitmesek de, görmesek de...” Benim oğlum -bu arada 29 yaşında- hiç anne diye ağlamadı, hep baba diye ağladı. Çünkü biraz ayıp bulacaksınız belki ama bokunu temizlemediğin çocuk senin değildir. Gitmediğin köy senin değildir; dokunmadığın

89


90

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

insan senin değildir; temizlemediğin sokak, dokunmadığın yiyecek, hiç nereden geldiğini düşünmediğin domates -o demin dedi ya “domates yemeyeceğim”, niye domates onu anlamadım ama - senin değil aslında. Onun için bunu düşünmemiz, bunun bir parçası olmamız, süreçlerin bir parçası olmamız lazım. Bakın, demokrasi biçim değiştiriyor. Değiştirmek zorunda, sosyal medyaya herkes bir şekilde atıf yapıyor. Bunlar hep değiştirecek demokrasiyi. Aslında biz bir şeyi eksik söylüyoruz, onun bir tanımı var, başında bir sıfatı var: Burjuva demokrasisi. Demokrasinin çıkışı öyle, burjuva demokrasisi. Negatif anlamda da söylemiyorum bu arada. Burç şehirden doğru burjuva demokrasisi, aristokrata karşı geliyor, “Bu şehirde ben yaşıyorum ve benim param var” diyor ve katılmak istiyor. Rönesans böyle başlıyor, yani şehrini güzelleştirmek istiyor. Dolayısıyla demokrasi biçim değiştirecek ve en önemli özelliği şu olacak: Bizdeki gibi 5 yılda ya da bilmem kaç yılda sandığa gittim, birini seçtim ve o beni yönetti demokrasisi 19. yüzyılda kaldı -20. yüzyılda bile bitmişti o ama- geleceğin demokrasisinin en önemlisi katılımcılık. Yani orada belediye değil biri bir şey düşünüyor; belediyeye gidip derdini anlatıyor; burada biri direniyor, orada biri bu şehre dair bir şey yapmak istiyor; orada biri başka bir şey yapmak istiyor, vesaire. Bu katılımcılık geleceğin en önemli konularından biri, çünkü herkesin söyleyecek bir şeyi var ve o söylenenlerden güzel bir şey çıkabilir. Dolayısıyla katılımcılık meselesini hafifsemeyin. Siz birine, o birine dokunmalı; iki kişi mi iki kişi, üç kişiyse üç kişi, ama bazen yalnız başına. Az önce duyduk, beyefendi örnek verdi. Evet, kimse dert etmediği için, herkes başkasından beklediği için oradaki benzin istasyonu o parkın yerine kurulmuş. Onun için katılımcılık küçümsenecek bir şey değil. Başka varsa bir tane daha soru ya da katkı alalım. SALONDAN - Pardon, çok küçük bir şey, aslında bence tüm katılımcılardan bende kalan... Hatta dün de açmaya çalıştığımız bir sorunun da cevabı için kafamda bir şey yandı. Hepiniz mesela şey söylediniz: Özellikle Validebağ Gönüllüleri Derneği’nden gelen arkadaşımız, bu dernek meseleleriyle ilgili siz demiştiniz, değil mi? Hani “Bir resmi tarafı vardır, ama bizde hiç öyle bir şey yok” diye? Gelen herkes dedi ki, “Bir ara ben yöneticiydim, ama şimdi artık sadece gönüllüyüm” vesaire. Şimdi neden başarısız oluyor sorusuna dönüp baktığımız zaman bu yatay örgütlenme meselesinde aslında şöyle bir durum var bence: Evet, birileri önde kalıyor ve o birileri de işi esas takip edenler oluyor, ama bir süre sonra o liderleştiğinde yine kendi içinde başka bir, küçük bir otokrasi gibi bir şey oluyor galiba ve o aslında arkasındaki… EMİN ÇAPA - Güç alanları, iktidar alanları. SALONDAN - Güç alanları... Derneklerde, odalarda, vesairede hani bu dengeyi tutturmak galiba bir taraftan önemli. Yani evet, işte başkan koltuğundan ayrılıp sonra gönüllü koltuğuna oturabilmek, gönüllülerin tekrar yukarıya geçebilmesi, ama illa birilerinin bir şeyleri takip edeceği konusunda da birbirinize o şeyi hepimizin yapabilmesi, iş paylaşımını yapabilmemiz. Galiba artık demokrasi bir şekilde biçim değiştirecekse şöyle olmalı: Sorumluluğu sürekli paslayarak, ama hiç kimsenin önde temsil ve liderlik gücünü almadan -bizim bugünkü anladığımız liderlik anlamında değil, sadece iş takibi ya da kolaylaştırıcı anlamında o gücü almadan- erki eline alıp onu şekillendirmeden ve kendini sürekli öne atan olmadan arkaya da geçebilecekken... Bazen galiba bunu yapabiliyor olmamız gerekiyor eğer biz bu işi sürdürülebilir bir hale getirip de bir toplum düzenine taşıyacaksak diye küçük bir ekleme yapmak istedim. EMİN ÇAPA - Kesinlikle. Buyurun, lütfen siz alın. SALONDAN - Ben de çok küçük bir ekleme yapmak istiyorum aslında. Dünden beri konuşulanlar üzerinden acil bir şekilde eyleme geçmemiz fikri burada çok güzel anlaşılıyor. Neden böyle bir şeyin gerekli olduğu ve eylem biçimlerinin nasıl olabileceği bir önceki oturumda da vardı, bu oturumda


Forum

da çok güzel bir şekilde karşımıza çıktı. Ben sizin özetinize ek olarak herkesin ortak noktasının ne olabileceğine dair bir şey daha söylemek istiyorum. Aslında çok mikro ölçekte dokunuşlar uzun vadeli davranış değişikliklerini getiriyor diye düşünüyorum. Bu aynı zamanda uzun vadeli davranış değişiklikleri kentlinin veya kentte çalışanın, kentten geçinenin ya da herhangi bir yerleşim yerinde birlikte bir şeyler yapanın da aklını çalıştırmasına ve zamanla akıllı olmasına sebep olacak diye düşünüyorum. Bu anlamda da işte mesela, sizin orada o sokakta yaşayan bir Kadıköylüye “Siz de yapın” demeniz, onun da “Evet, ben de yapabilirim bunu, bu çok küçük bir adımla aslında çevremi daha iyi hale getirebilirim ve bunun da aslında daha da büyük etkilerinin olabileceğini düşünebilirim” fikriyle aklını çalıştırmasını sağlar diye düşünüyorum. EMİN ÇAPA - Bu konuda size bir şey söyleyeyim. Bizim bir sorunumuz var: Biz bir imparatorluk geçmişinden geldiğimiz için hep büyük büyük düşünmek isteriz. Milyar dolar -milyon dolar böyle küçük bir şey, milyar dolar- isteriz. Biz böyle 10 odalı, 20 odalı, 30 odalı şeyler, 1 000 odalı şeyler, büyük büyük metrekareler isteriz. Ya Japonlar kutu kutu evlerde yaşarlar, biz büyük büyük. Büyük büyük değil, çözüm küçük küçükten geliyor, mikrodan geliyor. Makroyu değiştirmek zor, mikroyu değiştirmek kolay. Ben size bir şey söyleyeyim; ben epeydir Tasarım Bienali için İstanbul, Ankara, İzmir dışından tasarım ve bağlantılı olan mimari, peyzaj, grafik tasarım okuyan çocukları İstanbul’a getiriyorum. Geçen sefer 25 çocuk getirdim, bu sefer 30 çocuk. Beş yıldızlı otelde ağırlıyorum, 25 çocuğun 21’i hiç beş yıldızlı otelde kalmamıştı. Özellikle bunu yapıyorum. 17’si uçağa binmemişti. İKSV’de onların yerli-yabancı tasarımcılarla buluşmasını, bienali gezmesini sağlıyorum. Şimdi ne? Bana denildi ki, “Bu çocuklar tasarım dehası mı olacak?” Ben de dedim ki, “Sen de iktisat dehasısın zaten!” Böyle bir şey yok. Mucizeler bekliyorsunuz, mucizeler beklememeliyiz, mucize diye bir şey yok. Mucize sadece dinler tarihinde olabilir, peygamberler mucize gösterir inanıyorsanız, onun dışında mucize diye bir şey yok. Birilerinin bir şey yapması ve küçücük küçücük şeylere dokunuyor olması lazım. Ben size bir şey daha söyleyeyim, bilim diye bir şey duydunuz mu? Cebimizden 10 000’er lira para verip 60 çocuğa etkinlikler yaptık. Şimdi yerimiz yok, Levent Oto Sanayi’nde yapıyorduk eskiden, şimdi yer arıyoruz. Üniversiteden hocaları ayarlıyoruz. Dar gelirli ailelerin çocukları bunlar, çocukları bir testten geçiriyoruz temel bilimlere yatkınlıkları var mı diye. Niye yapayım bunu canım, ben de yerim, sizin kadar biliyorum ben de yemeyi. Birileri küçük küçük böyle bütün memleketin eğitim sistemini dönüştürmek istiyor. Bütün memleketi güzel yapmak güzel bir şey, ama birilerinin elini taşın altına koyup küçük bir şeylere dokunması lazım. O yüzden küçümsemeyelim küçük küçük yapılan şeyleri diyelim ve bitirmeden önce bir kişi daha mı var? Buyurun lütfen, siz de söyleyin ve sonra bitirelim. NUSRET TÜRKKAN - Sabahki oturumda konuşmacıydım, Doğal Yaşamı Koruma Vakfı’ndanım. Ben İstanbul dışından geldim, tabii konuşmacılardan İstanbul dışından katılan herhalde yalnız bendim. Nasıl birlikte hareket edebiliriz diye arkadaşlara küçük bir önerim olacak naçizane: Istırancalar bölgesindeki ormanlarda yoğun miktarda meyve popülasyonu var. Bu sene göz göre göre 3-4 ton yaban elmasını toplayamadık. İstanbul’da kolektif gruplar, kooperatifler var; kuşburnu, üveyz, güven, daha birçok mantar türleri -ki mantar zaten korkunç boyutta- onlarla birlikte orada böyle ürün toplama şeyine katılabiliriz, atölyeler kurabiliriz. Gerekirse oradaki yerel insanlarla bunları nasıl stokladıklarını, nasıl konserve kavanoz yaptıklarını da konuşabiliriz, yardımcı olabiliriz. Böylece İstanbul’la bir işbirliği kapısı aralanabilir. Bunu bir köprü amacıyla gerçekleştirebiliriz. Ben buna çok inanıyorum, güçlü bir ivme kazanabilir. Bunu sadece bir-iki şeyle yardımcı olmak amacıyla değil, genel anlamda bir çizgi akımı yaratırsak diye... Ben İstanbul’un yaşam kaynağı Istırancalar’a sivil toplum kuruluşlarının yeteri kadar önem vermediğini görüyorum. Daha ziyade güneye ve çok uzak şehirlere gidip çalışma yapıyorlar. Gitsinler, ama İstanbul’un, 22 milyonun kendi yaşam kaynağının olduğu Istırancalar’a da odaklansınlar ki orada nükleer santrallere, termik santrallere, 700 tane ÇED dosyasına karşı alternatif proje geliştirmemize yardımcı olurlar. Bizim bu konuda bölgede eğitim

91


92

12. İstanbul Buluşmaları, Ekolojik Kriz Ortamında İstanbul’da Gündem, Söylem, Eylem

alanlarımız var, rekreasyon alanlarımız var, atölye alanlarımız var, eğitim alanlarımız var, kamplarımız var. Bunların hepsini arkadaşlara sunmaya hazırız, yeter ki böyle bir birliktelik yakalayalım. Örnek olur diye düşünüyorum. İyi şeyler çıkacağına eminim. Aynı zamanda kendi ürünlerini yaratma fırsatını da vermiş oluruz. Çünkü o kadar ürün, o kadar şey ormanlarda heba oluyor. Bizim toplama yetkimiz de var; o konuda, diğer her konuda yardımcı olabileceğimizi sanıyorum. Doğrudan doğal ürün verme fırsatı ortaya çıkacaktır. Çünkü İstanbul’da bir sürü şey organik diye satılıyor, ben zaten organik kelimesine inanmıyorum. Doğalın çakmasıdır organik. Böyle bir fırsat sunabiliriz, isteyen arkadaşlar bizimle temas edebilirler. Bugün ilk fırsatı arkadaşımızla yaptık. Trakya’nın risk haritasını hazırlamak için çalışmaya başlayacağız, risk tehditleri içeren bir interaktif harita hazırlamak istiyoruz. Daha önce de birisine başlamıştık, pek ilerleyemedik, ama bu arkadaşımız yardımcı olacak, değil mi? Diğer alanlarda da böyle çalışmalar yapabiliriz. Bizim bu konuda imkânlarımız var, fırsatlarımız var, bir sürü olanaklarımız var. İstanbul’daki böyle kolektif çalışan kişilerle ya da kişilerden ziyade örgütlerle çalışmak istiyoruz. İyi bir örnek olur, o kadar da ürün ormanlarda heba olmaz. Belki bir popülasyon yaratırız, Orman Bakanlığı’na ürün alanları tescil ettirebiliriz. Dolayısıyla tescil ettirdiğin zaman orada herhangi bir maden ocağına ya da başka bir imha projesine de engel oluruz. İstanbul’da da biz birkaç tane yaptık, bu işte Validebağ ya da Kuzguncuk şeyi bilmiyorum bu alanlar tescil ettirildi mi? Bunun için bir yönetim planı oluşturdular mı, bunun için bir ilerleme kaydettiler mi? Eğer tescil ve yönetim planları oluşturamadılarsa, yarın başka bir belediye gelip en güçlü zamanda başka bir şeyle karşına çıkabilir. Teşekkür ederim. EMİN ÇAPA - Biz teşekkür ederiz, çok sağ olun. Buyurun, o kadar hararetle el kaldırdınız ki süreyi çok aştık herhalde, ama buyurun. SALONDAN - Aslında bunu söylemeye ya da sormaya ne kadar hakkım var bilmiyorum. Ben çok az dinleyebiliyordum da bugün en uzun dinlediğim oturum herhalde buydu. Sadece bir şey sorguladım, yani dinlediğim süre içerisinde. İTÜ Şehir ve Bölge Planlama Bölümü mezunuyum ben ve mimarlıkta öğrenciyim. Şehir ve Bölge Planlama okurken gördüğümüz her projeden önce biz gittiğimiz alanda ya da çalıştığımız alanlarda ekolojik çeşitliliği de sorguladığımız paftalar da hazırlardık. O paftada oradaki ekolojik türleri, ağaç türlerini, yeşil alanları, oranlarını, orman alanlarının oranlarını sürekli konuşurduk ve bunu irdelerdik. Önerdiğimiz projelerde de, yani dönem sonunda yapmış olduğumuz ve sunduğumuz projelerde de bu alanları maksimum düzeyde korumaya çalışırdık. Şimdi mezun oldum, birçok arkadaşımı çok farklı yerlerde görüyorum. Hepimiz, ülkeyi bu hale getiren ya da yeşil alanları bu kadar tahrip eden birçok insan da aslında bu yollardan geçti. Bu öğrendiklerimiz nereye gidiyor acaba diye sorguladım dinlerken. Neyse ki güzel insanlar da yetişiyor. Bugünkü ve dünkü oturumdan aklımda kalan bir şey vardı, Deniz Özgür konuşurken “Umut veren şeyler aslında çok az, hani tutunabileceğimiz kadar değil” benzeri bir şeyle bitirmişti konuşmasını, aslında ben umudun burada olduğunu düşünüyorum. Biz küçük küçük şeylerle çok büyük umutlar yaratabiliriz, ama hepimiz birleşirsek, sizin dediğiniz gibi çoğalırsak. Çok teşekkür ederim. EMİN ÇAPA - Biz teşekkür ederiz. Çok sağ olun. Ben kapatırken sizi bir konuda uyarmak istiyorum. Ekoloji meselesine dönerek, küresel ısınma ya da dünyamız tehdit altında söylemleri yalan, dünyamız tehdit altında değil. Hani dünyanın her yeri yaşam dolu diyoruz ya, şu anda dünyaya gelmiş tüm canlı türlerinin yüzde kaçı yaşıyor, biliyor musunuz? %3’ü. Yani türlerin %97’si yok olmuş. Dünya tehdit altında değil. Bilim insanları bize diyorlar ki, “Eğer bütün ormanları yok ederseniz, insanı aldığınız anda 2 bin yıl içinde dünya tamamen orman dolar. Dünyadaki yaşamı yok etseniz, dünya yaşama uygun bir yere dönüşür, yeniden yaşam her yerden pırtlar.” Tehdit altında olan biziz, yalan söylüyoruz. Yok kutup ayıları da, bilmem neler de, onlar tehdit altında da... Hayır, değiller. Bu sistemin bir yerinden bir şeyi aldığınızda bütün sistemi tehdit ediyorsunuz. Şu anda dünya üzerinde amfibiler tehdit altında, biliyorsunuz hem suda hem karada yaşayan canlılardır bunlar.


Forum

Neden, biliyor musunuz? Londra’da kadın doğum kontrol hapı denenirken kurbağalar kullanılıyor. Kurbağa kaçıyor dışarı, bir bakteri taşıyor üzerinde ve o bakteriyi sulara bulaştırıyor. Sonra ticaret gemileriyle Amerika’yı geçiyor, Panama Kanalı’nda durdurulacağı zannediliyordu, güneye geçti, şu anda Brezilya ormanlarına yaklaşıyor ve bütün amfibiler yok olmanın eşiğinde. Yarın amfibiler yok olduğu için insanın ne tür bir tehditle karşı karşıya kalacağını hiçbirimiz bilemeyiz. Hepiniz pandaları kurtarmak istiyorsunuz, kutup ayılarını kurtarmak istiyorsunuz, niye? Güzeller. Hiçbiriniz böcekleri kurtarmak istemiyorsunuz, ama böcekler olmadığında karbon dengesinin ne olacağını, yani yere düşen yaprakların nasıl dönüşeceğini hiçbiriniz düşünüyor musunuz? Yarın torunlarınız size, “Kutup ayılarını kurtaracağına böcekleri kurtaraydın da yok olmayaydım” diyebilir belki. Tabii ki kutup ayılarını da kurtaralım bu arada, hani öyle bir şey yaptım da. Bu şundan kaynaklanıyor: Biz insan merkezli düşünmenin zirvesine vardık. Kekova’daydım geçenlerde, teknelerde yemek yenilirken insanları jet ski’yle gezdiren bir adam geldi yanımıza. O sırada da etrafımızda kaplumbağalar dolanıyor, millet kaplumbağa görünce bağırıyor. “Hepiniz bağırıyorsunuz, ama onlar çok kötü canlılar” dedi. Anlamadım, “Niye kötüler?” diye sordum, dedi ki “İnsanlara saldırıyorlar.” “Gidip de burnunun dibine dayanırsan, ağzına böyle selfie çektirip bir şey, ekmek sokmaya çalışırsan tabii saldırır” dedim. “Denizi kirletiyorlar” dedi. Bunu hiç anlamadım. “Ne yapıyorlar, fabrika mı kuruyorlar mesela denize, nasıl kirletebilir bir deniz kaplumbağası denizi?” diye sordum, “Kakalarını yapıyorlar suya” dedi. İşte bu sözün bittiği yer! Affedersin senin kaka dediğin şeyden o deniz içindeki mikrobiyoloji besleniyor; ondan onun bir büyüğü, ondan onun bir büyüğü... Bütün canlılar bir dengenin içinde dönüyor milyarlarca yıldır. İnsan dediğin canlının bu bakış açısı kente yansıyor, bostanlara yansıyor, işte buğdaya yansıyor. GDO’lu somon balığı gören var mı? Lütfen girin internete, GDO’lu somon balığına bakın, normal somon 6 ayda bu kadar oluyor, GDO’lusu 3 haftada bu kadar oluyor. Bilim tabii ki ilerleyecek, bilim tabii ki genler üzerinde bilmem ne yapacak, ama yaşam hakkının kutsal olduğunu söylediğinizde sadece insan yaşamını kastediyorsanız, kedinin, köpeğin, böceğin hakkını kastetmiyorsanız, o zaman bir şey eksik. Çünkü o dengenin içinde onun ifade ettiği değerin ne olduğunu siz hiçbiriniz biçemezsiniz. Hiçbirinizin buna hakkı da yok. Zaten de bunu takdir edebilecek kapasitede değiliz hiçbirimiz, bunu ölçemeyiz. Kentin ekolojisi de dahil olmak üzere biz İstanbul’u konuşuyoruz ama bu ekolojik sistemin felsefi bir yanı olduğu gibi gerçekten hayati bir yanı da var. Çünkü sınıra gelindi, burası artık sınır, bundan sonra o kadar çok gidecek yeriniz olmayacak. Hani öyle Mars’a gidip kurtulamayacaksınız. Bunu söyleyeyim. Çok uzattık. Teşekkür ediyorum, çok sağ olun. SUNUCU - Siz kapatırken ben mikrofonu aldım. Geleneksel olarak her yıl düzenlediğimiz bu etkinlikte, 12. İstanbul Buluşmaları’nda emeği geçen herkese çok teşekkür ediyorum. İstanbul Teknik Üniversitesi’ne ev sahipliği için çok teşekkür ediyorum, siz değerli konuşmacılarımıza geldiğiniz ve birikimlerinizi bizlerle paylaştığınız için çok çok teşekkür ediyorum. Büyük bir ekip var bunun arkasında; düzenleme kurulu üyelerimize, bilim kurulu üyelerimize tek tek teşekkürlerimizi sunuyoruz. Sizlere teşekkür belgelerinizi takdim etmek isterim. Gerçekten de çok keyifli bir konu oldu ve bu konu etrafında da çok keyifli tartışmalar yaptık. Bir sonraki sene İstanbul Buluşmaları’nın 13’üncüsünde görüşmek üzere. Sağ olun.

93


MİMAR SİNAN GÜZEL SANATLAR ÜNİVERSİTESİ MİMARLIK FAKÜLTESİ ŞEHİR VE BÖLGE PLANLAMA BÖLÜMÜ

İSTANBUL TEKNİK ÜNİVERSİTESİ MİMARLIK FAKÜLTESİ ŞEHİR VE BÖLGE PLANLAMASI BÖLÜMÜ

TMMOB ŞEHİR PLANCILARI ODASI İSTANBUL ŞUBESİ

YILDIZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ MİMARLIK FAKÜLTESİ ŞEHİR VE BÖLGE PLANLAMA BÖLÜMÜ


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.