12 minute read
BAVULDAKİ ‘HAYAT
“Güler yüzlü insanlar arasında yaşayanların hayatı daha tatlı geçer.” Şevket Rado
Erbay KÜCET
Advertisement
ocukluk günlerimde annemin haberi olmaksızın ahşap sandalyeye korkusuzca çıkıp tavandaki bir insanın zor geçebileceği tablayı minik ellerimle yukarı itekleyip tavanın iç kısmına çektikten sonra güçlü bir hamle daha yapıp soluğu çatı arasında aldığım günleri hatırlatmıştı Nobel Edebiyat Ödülü'nü alırken ‘Babamın Bavulu’ konuşmasıyla Orhan Pamuk. Rahmetli babam bavul hediye etmemişti ama bavul dolusu eski tarihli dergi ve gazeteleri hıfzetmişti çatı arasındaki eski bavulumuzda. Kar ve yağmurdan korunmak yağ tenekelerinin açılmasından yapılan çatıdaki paslı tenekeler ile toprak tavan arasına saklanan bavulun kapağını kaldırdığımda yuttuğum tozlar aşağıya indiğimde burnumdan simsiyah soba kurumu gibi çıkardı. O günlerde 250 binler sattığını sonradan öğrendiğim ‘Hayat’ dergisinin (21 Eylül 1961, Sayı 39) Adnan Menderes’in asılmaya gitmeden önce doktor muayenesi, arkadan bağlı elleriyle beyaz gömlek giydirilerek idam sehpasına yürütülmesinin fotoğraf ve alt yazılarını saatlerce incelerdim. Benim için önemli arşiv niteliği olduğuna inandığım dergi ve gazeteleri uzunca bir süre tavandan indirmediğimizi, göz attığım günlerde zevk aldığımı ilk gençlik yıllarımdan hatırlıyorum. Hatırladığım elbette sadece bavul değil. Tavanda ne kadar zaman geçirdiğimi babamın ajanslarda kulağını vererek dinlediği ‘Tesla’ lambalı radyo üzerinde sabitlenmişçesine duran Alman yapımı, kurmalı, tamburlu çalar saatimizden öğrenirdim. İçerisinde eski tarihli dergi ve gazete dolu bavulun çatıda neden saklanmış olabileceği konusunda yorumu zihinlerinize bırakarak o günlerde tirajı çok fazla olan Hayat dergisi çerçevesinde Şevket Rado’dan söz etmek istiyorum. 1913 Üsküp doğumlu. Vefa Lisesi mezunu Hukuk eğitimi alan Rado, Son Posta gazetesinden sonra Akşam gazetesinde muhabirlik, fıkra yazarlığı, yayın müdürlüğü yapmıştır. Gazeteciliğin yanı sıra sosyoloji ve edebiyat öğretmeni olarak da çalışırken İstanbul Radyosunda her hafta aile sohbetleri programı yapmıştır.
Onun tanınmasını sağlayan ise, 1956 yılında ilk sayısından başlayarak Türkiye'nin ilk magazin dergisinin son sayısına kadar yazması ve yönetmesidir. Varlık dergisinde Şevket Hıfzı adıyla şiirler yayımlayan Şevket Rado, Eşref Saati, Ümit Dünyası, Hayat Böyledir, Aile Sohbetleri, Saadet Yolu ve İnsan Severse Yaşar isimleri ile yayınladığı sohbetlerinde gençlere doğru yolu göstermeyi gözetmiştir. Ses, Resimli Roman, Hayat Spor, Ayna ve Hayat Tarih dergisi ile adından söz ettirmiştir. Haftalık fasiküller halinde verdiği Hayat Ansiklopedisi (1960) de toplumda yankısını bulmuş yayınlar arasındadır. Nezihe Araz, Hikmet Feridun Es, Semiha Es, Yılmaz Öztuna, Naşit Hakkı Uluğ, Rakım Çalapala, Nihat Menteşe, Şevket Kutkan, Yahya Benekay, Muharrem Ergin ve Vedat Nedim Tör gibi isimleri kadrosunda barındıran Hayat’ta Refik Halit Karay'ın ‘Karlı Dağdaki Ateş’, Halide Edip’in ‘Akile Hanım Sokağı’ ve ‘Kızıl Hançerler’, Kerime Nadir'in ‘Sisli Hatıralar’ gibi romanları tefrika edilmiştir. Yapı Kredi Bankasının sahibi olduğu dergi yetmişli yıllarda işlevini kaybetti ve bir grev sonucu 6 Temmuz 1979’da kapandı. Muhteva ve basım tekniği açısından ülkemiz basın dünyasında bir dönüm noktası olan Hayat dergisinde Türk sanatı, Osmanlı tarihi, aktüalite ve edebiyatın muhtelif dallarına ait enteresan konular cazip bir şekilde işlenirdi.
Duvardaki saatleri yaylar işletiyorsa ev hayatındaki eşref saatlerini de tatlı dil işletir diyen Şevket Rado, 9 Nisan 1988 tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir. Bu vesile ile onu yazısından bir alıntı ile anmış olalım: “Birkaç günlük ömrümüzü saadet içinde geçirmek hepimi¬zin tek arzusudur. Yaşamdan zevk almayı bilmek, mesut olmanın olmazsa olmaz koşuludur. Bu dünya, gelinebilecek dünyaların elbette ki en iyisidir. Etrafındaki konularla ilgilenmesini bilenler, asla sıkılmazlar. Tatlı dilin açamayacağı kapı yoktur.”
KAHRAMAN ŞEHİR KAHRAMANMARAŞ -III-
Prof.Dr.H. Ömer ÖZDEN*
akşam geç saatlere kadar muhabbet ettikten sonra ertesi sabah, yine Üniversite’nin otobüsüyle şehir gezisine çıktık. İlk durağımız Kahramanmaraş Kalesi oldu. Kale’de dalgalanan bayrağımızın hemen alt kısmındaki levhada “28 Teşrini Sani 335 (28 Kasım 1919) Cuma günü, Türk-Maraş; silah gücü ile inen bayrağını, iman gücü ile yeniden dalgalandırdı.” İbaresi vardı. İşte o andan itibaren Maraş’ın Ermenilerce nasıl zulümlere uğradığını öğrenmeye başladık. Kalede panoramik bir müze kurulmuş; o yılların Maraş’ının tasvir edildiği bu müzede görevli bir memur, bizlere o günlerde yaşananları, üç boyutlu minyatür bir şehir manzarasında tek tek göstererek anlattı. Burada onun söylediği olayları anlatmak, sayfalar süreceği için çok kısa olarak şöyle özetleyebilirim. Şehirde Türklerle birlikte yaşayan Ermeniler, Mondros Mütarekesi sonrasında İngilizlerden kendilerini korumalarını istemiş, İngilizler de şehri işgal etmiş. Ama İngiliz komutan bir araştırma yaptırınca Ermenilerin yalan söylediklerini anlamış ve şehri boşaltmış. Bu kez Fransızlar gelmiş ve Ermenilerin istekleri doğrultusunda hareket etmişler. Birkaç Ermeni ve Fransız’ın saldırısına uğrayan kadınları kurtarmak için ilk kurşunu Sütçü İmam sıkıp Ermeni ve Fransız askerlerini öldürmüş ve kurtuluş hareketini başlatmış. Daha sonra Fransızlar, kaledeki Türk bayrağını indirip Fransız bayrağı çekmiş, Maraş halkı sabah namazında bunu görünce, şair ve yazar Necip Fazıl Kısakürek’in amcası Mehmet Ali Bey bir beyanname hazırlayıp oğluna bunu camilere asmasını istemiş. Halk bunu görünce iyice hayıflanmışlar. Ertesi günü Cuma namazına gelen Maraşlılara, Şeyh Halil Sezai Efendi, “Biz şu anda hür değiliz, bayrağımızın yerinde Fransız bayrağı var, bu nedenle bize Cuma namazı farz değil!” diyerek silahını alıp kaleye doğru yürümüş.
*T.C. Atatürk Üniversitesi Maraşlılar da arkasından gidip gönderdeki Fransız bayrağı yerine Türk bayrağını yeniden çekmişler. Böylece başlayan kurtuluş hareketi, başarıyla sonuçlanmış ve Maraş halkı, kendi kurtuluşunu kendisi gerçekleştirip tarihe altın harflerle yazılmayı hak etmişlerdir. Bunun mükâfatı olarak da bu güzel şehre 7 Şubat 1973 yılında TBMM’de çıkarılan kanunla Kahraman unvanı verilmiştir.
Bu unvanın veriliş hikâyesi de oldukça ilginç. Maraş’ın düşman işgalinden kurtuluşu, şehir halkının topyekûn direnmesi ile gerçekleşmiş, Maraşlılar 12 Şubat 1920’de kendi vilayetlerini kurtardıktan sonra çevre vilayetlerin de yardımına koşmuş ve onların da kurtuluşlarına destek vermişlerdir. Kurtuluş Savaşı sonrasında Maraş vilayetine bir yazı gönderilerek, Milli Mücadele’ye katılanların listesi istenmiştir. Şehrin ileri gelenleri toplanıp, aldıkları kararı Ankara’ya şöyle bildirmişlerdir: ”Maraş'ta Milli Mücadele’ye katılmayan tek fert bile yoktur.” 5 Nisan 1925 yılında toplanan TBMM. Maraş’taki her ferde birer İstiklal Madalyası verilmesi yerine bu madalyanın Maraş şehrine verilmesini kararlaştırmıştır. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra Maraş, TBMM. tarafından 7 Şubat 1973 yılında çıkarılan kanunla şehrin adına Kahramanlık unvanı verilerek ikinci defa ödüllendirilmiştir. Maraş kalesinde o günlerde kullanılan bir top da vardı. Bu topla ramazan aylarında iftar ve sahur topu atıldığını öğrendik. Eskiden Erzurum’da da benzer bir topla aynı işlem yapılırdı. Önce topun atılması kaldırıldı. Top ne oldu bilmem ama şimdilerde yeniden eskiye dönme arzusuyla topsuz olarak ses bombasına benzer bir şey atılıyor.
Şimdi burada tekrar Erzurum’a dönmek istiyor ve Erzurum’da da Ermenilerin yaptıkları zulümleri anlatan bir müze kurulamaz mı? diye düşünüyorum. Çünkü Erzurum, bölgemizde Ermeni zulmüne en fazla maruz kalan şehirlerden biridir ve on binlerce Erzurumlu, Ermeniler tarafından hunharca katledilmiştir. Her bir katliam, ayrı ayrı filmlere, romanlara konu olabilecek kadar vahimdir. Ermeni iddialarıyla 1919’da Erzurum’a gelen Amerikan heyetine Erzurum Belediye Başkanı Zakir Bey’in “İşte şehrin dört bir yanında gördüğünüz bu mezarlar, sizin de anladığınız gibi Türk mezarlarıdır; şu ilerde gördüğünüz küçük mezarlık ise Ermenilere aittir. Bu keratalar ölülerini yemediler ya!” diye verdiği cevap, minyatürler halinde anlatılamaz mı?
Giderek şehrimizin ve Erzurumlunun hafızası kayboluyor. Hafızamızı yeniden canlandırmak için bir şeyler yapmamız gerekmez mi? diye düşünüyor ve kendi kendime hayıflanıyordum.
Bu anlamda Kahramanmaraşlıları ve yöneticilerini tebrik etmek istiyorum. Buradan ayrılıp Sütçü İmam’ın ilk kurşunu sıktığı yeri ve kabrini, aynı yerin yakınında Ermeni komşusu tarafından evinin duvarı delinerek şehit edilen Hafız Veliyyüddin Efendi’nin kabrini de ziyaret ettik. Sonra yine şehir içerisinde otobüsle gezerek şehrin ne kadar planlı bir şekilde geliştiğini müşahede etme fırsatı bulduk. Eski Maraş ile yeni Maraş, birbiriyle barışık bir haldeydi. Eski evler korunmuş, terk edilip viraneye, metrukeye döndürülmemiş, onarılıp yaşatılmış. Şehir içerisindeki tarihi mekânları aracımızdan görme fırsatı bulduk ve Sultan Abdülhamit Han Camii’ne gittik. Bir tepe üzerinde inşa edildiği için şehrin her yerinden görülebilen bu cami, oldukça büyük ve yakın dönemde yaptırılan bu camide eski mimari üslup yansıtılmış. Oldukça etkilendiğimi belirtmeliyim. Oradan da ayrılıp şehrin her tarafının panoramik olarak seyredilebildiği bir tepe üzerine, bir terasa çıktık ve şehrin tüm güzelliğini oradan çaylarımızı yudumlayarak seyrettik. Kahramanmaraş beni şaşırtmaya devam ediyordu. Ancak o sırada şehrin üzeri yavaş yavaş bir toz bulutu ile kaplanmaya ve gökyüzü, güneşin yansımasıyla turuncu bir renk almaya başladı.
Daha sonra belediyenin bir başka tepede yer alan tesislerinde öğlen yemeğimizi yedik. Dönüşte TRT’de yayınlanan ‘Yedi Güzel Adam’ dizisinin çekildiği Maraş Lisesi’ne uğrayıp dizinin çekiliş anlarından birine de tanıklık ettikten sonra, şehir merkezinde otobüsten ve toplantıya katılan arkadaşlarımızdan vedalaşarak ayrılıp, başka bir şaşkınlığa doğru ilerledik. Şehrin merkezindeki Kapalı Çarşı, eski Maraş’ın 2014’teki yansımasını gösteriyordu. Bu çarşı, beni hayretler içinde bıraktı. Aradığınız her şeyi bulabileceğiniz bu çarşıdan hiç ayrılmak istemedim. Ne yoktu ki? Kurutulmuş sebze ve meyvelerden tazelerine, peynirden yoğurda, pastırmadan sucuğa, yemeniden cepkene, ceviz ağacından oyma sandıklardan hediyelik eşyaya, dondurmadan oyuncağa, kısacası iğneden ipliğe ne ararsanız bulabileceğiniz bir kapalı çarşı. Maraş Ulu Camii’nin hemen yanı başında, bedesten ile bakırcılar çarşısı arasında toplam 116 dükkândan oluşan ve on altıncı yüzyıla ait olduğu bilinen bu Osmanlı dönemi çarşısı, günümüzde albenisi ve ziyaretçisi çok yüksek olan AVM’lerin bir prototipi olarak kabul edilebilir. Çarşı, orta yerinde bulunan dua kubbesiyle dikkat çekiyor. Çarşıdan kurutulmuş dolmalık biber ve patlıcan, Maraş acı biberi gibi gıdaların yanında, çocukluğumuzda sıkça oynadığımız sapan ve topaç aldım. Böylece çocukluk günlerime, geriye doğru bir yolculuğa çıkmayı istiyordum. Nitekim öyle de yaptım. O zamandan bu zamana bahar aylarında fırsat buldukça topaç çevirmeye çalışıyor ve çocukluğuma dönüyorum. Zaman zaman eski günlere dönmenin keyfini yaşamayı herkese tavsiye ediyorum. Bu devasa çarşıdan bir de minik Maraş sandığı almayı ihmal etmedim. Maraş sandığı, cevizden oymalı bir tarzda yapılan ve Erzurum’da çok makbul olan bir sandık türü. Gelinlik kızların çehiz sandığı mutlaka olur. Ancak makbul olanı Maraş sandığıdır. Bizim evimizde de bu sandıktan mevcut. Rahmetli annemin çehiz sandığı. Maraş’tan satın aldığım, bu kocaman sandıkların küçültülmüş olanıydı.
Kapalı çarşıyı gezerken yine aklıma Erzurum’daki eski çarşıların yerinde yeller estiğini, Hacılar Hanı gibi birçok önemli ve eski çarşımızın maalesef değerlendirilemediğini gözümün önüne getirip üzüldüğümü hatırlıyorum. Erzurum’da nice hanlar olmasına rağmen bazı tarihi şehirlerimizdeki gibi değerlendirilememiş ve atıl vaziyette kalmış olmalarına halen yanıp yakılmaktayım. Gönlüm istiyor ki bunlar bir an önce tanzim edilerek turizme ve ekonomiye kazandırılsın.
İstemeyerek de olsa çarşıdan ayrılıp bir önceki akşam dondurma yediğimiz pastaneden Erzurum’a getireceğimiz dondurmalarımızı da alıp aracımızla yola revan olurken, Kahramanmaraş’ın beni ne kadar şaşırtmış olduğunu, küçük ölçekli bir büyükşehre gittiğimizi düşünerek çıktığımız yoldan geri dönerken, asıl küçük ölçekli büyükşehirde yaşayanların bizler olduğunu düşünmeden edememiştim.
Hiç kuşkum yok ki Kahramanmaraş, bir günde gezilecek kadar küçük bir şehir değil. Kısmet olur da bir kez daha gitmek nasip olursa, bu kez bu kahraman şehrimizi ve ilçelerini daha ayrıntılı bir şekilde dolaşmayı düşünüyorum. Bu ne zaman gerçekleşir, şimdiden tahmin etmek zor. ya nasip deyip geçelim.
ŞEHİRLERİN GİZLİ ATEŞİ AŞK HİKÂYELERİNDEDİR
Muhsin İlyas SUBAŞI
usul ve Kerkük, Selçuklu akınlarıyla Türkleşmeye başladı. Babası 1. Giyaseddin Keyhüsrev’in ölümü üzerine büyük oğlu Malatya Emiri İzzeddin Keykavus’un 1211 yılında tahta çıkışı için düzenlenen cülus töreni büyük gösterilerle Kayseri’de yapıldı, Selçuklunun Sultanı olarak bir süre burada ağırlandı, daha sonra Konya’ya giderek devletin başına geçti. İzzettin’in ilk işlerinden birisi, bu bölgeye bir ziyaret gezisine çıkmak oldu. Tahta oturduğunda kendisini tebrike gelen ve hediyeler getiren bölgenin Meliklerine teşekkür gezisiyle, buraları kendi hükümdarlık alanına alması için uğraşmaya değer mi, değemez mi, buna bakacaktı. İlk defa Musul’a gitti. Musul’da coşkulu törenlerle karşılandı büyük itibar gördü. Musul Melik’i Hüsameddin Salar, şehrin altın anahtarını bir altın tepside getirip önüne koydu: “Bu topraklar senindir, bu şehir senindir. Burada istediğin tasarrufta bulunabilirsin.”
İzzeddin teşekkür etti. Birkaç gün dinlendikten sonra Melik’in has bahçesinde gezinmeye çıkmıştı. Birden karşısına boyu, posu endamı yerinde, yetişmiş, buğday tenli, gamze yanaklı, çakır gözlü, uzun kestane rengi saçlarıyla bakınca insanın yüreğini hoplatan bir güzel kız çıktı. Utangaç bir edayla, yanına yaklaştı, hafifçe tebessüm etti, eğilerek selam verdi:
“Sultanım, memleketimize hoş geldiniz. Bize şeref verdiniz. Bahçemizin gülleri bugün sizin şerefinize çok daha başka ve güzel kokular vermeye başladı ve daha da güzelleştiler.”
İzzeddin, gördüğü güzellik karşısında adeta çarpılmıştı. Siyah sakalı, beyaz yüz tenini etkili bir güzelliğe büründürmüştü, omuzlarına sarkan gür saçları onu daha çekici bir hale getirmişti. başında börkü, ayaklarında diz altına kadar uzanan parlak mor sahtiyandan çizmeleri, iri yapısı ve uzun boyuyla alımlı bir delikanlı görünümü bir erkek güzeli gibiydi. Evli de değildi. İzzettin’i sarayın penceresinden izleyen Melikin kızı dayanamamış ve bahçeye inmişti. İzzettin de şaşkındı; bu kız nereden çıkmıştı karşısına? Mecnunun aradığı Leyla bu muydu? Keremin peşinde ovaları aştığı Aslı mıydı yoksa? Ya da Ferhat’ın dağları delmeye kalkıştığı Şirin miydi bu kız? Sultan olmasaydı, bu kızı atının terkisine attığı gibi düşerdi memleketinin yollarına. Bir daha yüzüne baktı, onun utangaç tebessümü karşısında irkildi. Söyleyecek söz bulamadı:
“Bu bahçenin güzelliği sizinle bize tebessüm ediyor. Güllerin ne hükmü var sizin yanınızda, Sultanım Efendim.” Kızın babası yanlarındaydı. İzzeddin, bu kısa diyalogdan biraz da utanır oldu. Sonra kendi kendine; ‘acaba bir tertiple mi karşı karşıyayım? Beni bahçeye niye indirdiler, bu kızı niye karşıma çıkardılar, beni bununla evlendirmek mi istiyorlardı?’ gibi düşünceler geçti aklından. Daha fazla dursa, bir daha yüzüne baksa aklı başından gidecekti. Yüzünü döndü, kendi içinden “Aşka vaktim yoktur!” diyerek yürüdü. Melikin sarayına döndükten sonra, burada fazla kalmamaya karar verdi, bu kızı bir daha görürse, dünya mülkünden vazgeçip aşk ateşinde eriyebilirdi .İyi bir ağırlanmanın keyfiyle Yurduna döndü. Çok geçmeden Selçuklu sarayına bir haberci geldi Musul’dan. Sultanla görüşeceğini söyledi. Adam kimdi, neyin nesiydi, pek bilmiyorlardı. Sebebini sordular, ‘size söyleyemem, özeldir, sırdır, bir gönül işidir’, dedi. Adama ısrar ettiler, ama nafile; ‘Sultana bir emanetim var onu bırakıp çıkacağım’ diye direndi. Kötü niyetli birisi olabilir miydi? Adamın üzerini aradılar, koynundaki rulo halinde bir mektuptan başka bir şeyi yoktu. Kılıcını, hançerini alıp kenara koydular. Sultan’a haber verdiler: “Sultanım, Musul’dan Musul Melikinin temsilcisi olduğunu söyleyen bir misafir var, Saraydan geldiğini söyler, ama niçin geldiğini ne getirdiğini söylemez. Israrla sizinle görüşeceğini, size özel bir emanet verip döneceğini ifade etmektedir. Ne dersiniz, ne yapalım bu haberciyi?” Sultan meseleyi tahmin edebilmişti. Tebessüm etti: “Bırakın gelsin içeri, üzerinde hançeri varsa alın, yanında kimse olmasın!” Adamı içeri aldılar. Geldi, saltanat koltuğunun minderini öptü. Koynunda büyük bir itinayla çıkardığı kırmızı bir sahtiyana sarılmış, rulo halindeki emaneti uzattı: “Sultanım, bizim sultanımızın kerimesi, size sevgilerini, saygılarını, bağlılıklarını iletir ve bunu kabul buyurmanızı diler.”
Sultan yerinden doğruldu. Gelen emaneti aldı, açtı, önce bir baktı, bir kenara koydu. Adamla yer gösterdi. Oturttuktan sonra hal ve hatırını sordu: “Sırf bunun için mi bunca yolu tepeledin?” “Efendim, gönül muhabbeti insana dağlar deldirmez mi, çöllerde kum taneleri gibi rüzgârda savrulmaz mı, dağları dolaştırıp bulutların gözyaşlarını akıtmaz mı?” “Doğrudur, aşk önce kendi gönlüne kıyıcıdır. Aşk gönlü duygunun mahkûmiyetine sürükler, köleleştirir. Düştüğü yüreği kavurur, o gözleri de kör eder ve ne yaptığını bildirmez insana. Aşk bir gönül ateşi ise, hangi yürekte tutuşmuşsa, onun ocağı orasıdır. ” “Sultanımın kızı, siz ayrıldıktan sonra yemeden içmeden kesildi. Doktorlara götürüldü çaresi bulunamadı. Ben nedimesinin eşiyim. Beni bu emaneti size ulaştırmam için memur ettiler. Koşup geldim, cevabını alıp dönmek isterim.” “Teşekkür ederim, siz birkaç gün istirahat ediniz. Gideceğiniz zaman ne gerekiyorsa inşallah onu yaparız.” Adam selam verip dışarı çıktı. Vakit akşamüzeriydi. Saraydaki görevliler birer birer evlerine çekildiler. Sultan yalnız kaldı, gelen emaneti açtı ve okumaya başladı: Şifa verici zülfün düşmeyince yüzüme, Gamlı gönlümden bugün senin için ah çıktı. Seni görmek uğruna bu yollara düşerken, Ulaşmayınca sana yürekten eyvah çıktı. Sen gönül pazarına girince durdu işler, Sevdana tutulanlar yandı, bitti, kül oldu. Kapandı tüm kapılar, güzellerin yüzüne, Gam yüklü gönüllere hasret ateşi doldu. Zaman bahçesindeki bütün güzel ağaçlar, Saf durdular karşında, önünde eğildiler. Güller seni görünce kızardı utancından, Güller güzelliğinle yarışa özür diler Ayın aydınlığına öyle perde oldun ki, Göstermiyor yüzünü sen gidince buradan. Senden uzak kalmanın gamıyla dertteyim ben, Bir küçük selam olsun gönderiver oradan. Bana âşık olmayı düşünmedin bilirim, Bilirim, geri gelip bakmayacaksın bana. Aşka bedel isteme, ben onun tutsağıyım, Bana ölüm yar olur, külüm gelecek sana.
Satırlar uzadıkça, İzzeddin’in dudakları titremeye başladı. Satırların yakıcılığı onu hüzün denizine sürüklemişti. Neredeyse o okyanusta tek başınaydı ve kurtarıcı olarak bu güzel kızın ellerini bekliyordu. Bir aşk böyle mi yakarmış