23 minute read

TARİHİN AYAK İZİ ROMA

Çeşme, dünyaca ünlü sanatçı Anita Ekberg'in "La Dolce Vita" filminde havuzuna girip yıkandığı zaman ünü daha da arttı.

Şifanur Özçelik ŞİRİN

Advertisement

talya'nın başkenti Roma, bana göre dünyanın en tarih kokan, en hayaller kurmamıza yardımcı olan ve en ilham verici şehirlerinden birisidir. Roma, efsaneye göre , savaş tanrısı Mars'ın ikiz oğullarından Romulus'un Kardeşi Remus'u öldürdükten sonra onun adıyla anılan Roma'nın ilk kralı olduğu ve kurulduğu rivayet edilir. Antik Roma, M.Ö. sekizinci yüzyıldan itibaren, İtalya'nın Tiber Nehri kıyısındaki küçük bir kasabadan, kıta Avrupası, İngiltere, Batı Asya, Kuzey Afrika ve Akdeniz adalarının çoğunu kapsadığı zirvede bir imparatorluğa dönüştü. Roma sokaklarında dolaşırken, ilk imparator Augustus'un uzun ve muzaffer saltanatında, huzur ve en refah çağını yaşadığı ve imparatorluğa dönüştüğü yerlere tarih sahnesinden uzun uzun baktım... Ve sonrasında tarihinin en dramatik etkilerinden biri olan Julius Caesar'ın yükselişinin ardından imparatorluğun beşinci yüzyılda düşüşe geçmesi gezide düşündürücü anlardı...

ROMA'DA İLK DURAĞIM, KOLEZYUM OLDU... Roma'nın ve dünyanın en etkileyici, en ünlü yerlerinden biri olan, İmparator Vespasian'ın oğlu Titus tarafından 80 ayda tamamlanan Kolezyum. Açılışı, yüz gün sürdü ve etkinlik boyunca yaklaşık dokuzbin hayvanın ve ikibin gladyatörün öldürüldüğü rivayet ediliyor. Seksenyedi bin seyirci kapasitesine sahip bir yer olarak tarihten günümüze kalmış dev yapılardan biridir. Zamanında dünyanın en büyük arenası olan Kolezyum, gladyatörlerin birbirlerine ve vahşi hayvanlara karşı savaştığı bir yer olarak kullanılıyormuş. Günümüzde ise burası gladyatör kostümü giymiş İtalyanlar tarafından mesken tutuluyor. Onlarla küçük bir bahşiş karşılığında fotoğraf çektirebiliyorsunuz.

İKİNCİ DURAĞIM , TREVİ ÇEŞMESİ (AŞK ÇEŞMESİ) Roma merkezindeki Piazza di Trevi'de yer alan, şehrin en büyük Barok yapılı çeşmesi aynı zamanda dünyanın en ünlü çeşmelerinden birisidir. Üzerinde birçok heykel bulunan çeşme, etkileyici bir yapıdır. Çeşme, Papa XII. Clement tarafından Heykeltıraş Nicola Salvi'ye yaptırılmıştır. Çeşme, dünyaca ünlü sanatçı Anita Ekberg'in "La Dolce Vita" filminde havuzuna girip yıkandığı zaman ünü daha da arttı. Bugün çeşmede yıkanmak yasaktır. 26 metre yüksekliğinde ve 20 metre genişliğindeki çeşme, , aynı zamanda bir dilek dileme noktası konumunda. Buraya her gün binlerce bozuk

para atılıyor! Romalılar; omzunuzun üzerinden bir madeni parayı çeşmeye atmanız gerektiğini ve bunun da mutluluk getireceğini söylüyorlar...

ÜÇÜNCÜ DURAĞIM, PANTHEON Günümüzde resmen "Basilica di Santa Maria ad Martyres" olarak bilinir. İkibin yıllık çarpıcı bir tapınak olarak kullanılan yapı, şimdi kilise olarak kullanılmaktadır. Pantheon Roma'nın antik anıtları ve Batı dünyasının en etkili binalarından biri olarak günümüze kadar gelen bu yapı, dışarıdan çok fazla göze çarpmasa da Bazilikanın içi kesinlikle nefes kesici. Yapı hakkında o kadar fazla detay var ki içeri girmeden önce kesinlikle bir rehber kitapçık edin. Ressam Raphael burada gömülü olduğu Pantheon , Rönesans'tan beri, aynı zamanda bir mezar kilisesi olarak kullanılmıştır.

DÖRDÜNCÜ DURAĞIMIZ, PİAZZA NOVANA MEYDANI Birçok açık hava kafesi ve restorana ev sahipliği yapan, renkli sokak sanatçıları, satıcıları ve turistleri ile Piazza Navona, Roma'nın en canlı meydanıdır. Kimilerine göre, bu sadece Roma'nın değil, dünyanın en güzel meydanı olarak tasvir edilir. Lorenzo Berninis'in Fontana dei Quattro Fiumi gibi birçok heykellere ve çeşmelere de ev sahipliği yapıyor bu meydan.

BEŞİNCİ DURAĞIMIZ, VATİKAN Dünyanın en küçük devleti olan Vatikan, Roma'da bulunuyor. Tüm dünyadaki Katolik inancını benimseyen Hıristiyanlar için kutsal bir yer olan Vatikan, Roma‘nın merkezinde 1000’e yakın nüfuslu bir devlet aynı zamanda.

Papa tarafından yönetilen bu dünyanın en küçük ülkesi yüzölçümüyle kıyaslanamayacak sayıda ve değerde tarihi esere de ev sahipliği yapması sebebiyle dünyanın her yerinden ve her dinden milyonlarca turistin uğrak noktası. Burası Papa'nın evi, ama aynı zamanda binlerce diğer sakinleriyle birlikte. Günlük yaşamlarını kendi posta sistemi, dükkanları ve gazeteleriyle yönetiyorlar. İsviçre muhafızlarının kendine özgü kıyafetleriyle geçitlerini izledikten sonra, 11 farklı Vatikan müzesini, Michelangelo'nun Sistine Şapeli'ni, Aziz Petrus Bazilikası'nı ve Vatikan Bahçelerini ziyaret edebilirsiniz.

ALTINCI DURAĞIMIZ, ROMA MÜZESİ 1870 yılına kadar Roma'nın tarihini anlatan yaklaşık 40.000 heykel, resim ve mozaik barındırmaktadır. Müze, 18. yüzyılda inşa

edilen Palazzo Braschi'de yer almaktadır. Mutlaka Ziyaret edilmesi gereken yerlerden biri olarak giderseniz tavsiye ediyorum.

YEDİNCİ DURAĞIMIZ, FORUM ROMANUM Adeta masaldan çıkmış gibi görünen Forum Romanum, tapınak kalıntıları mozaiği, aşınmış mermer sokakları ve bazilikalarıyla, Dünyanın en önemli yerlerinden biridir. Palatine Tepesi ve Capitoline Tepesi arasındaki vadide yer almaktadır. Eski Roma'nın ticari, politik ve dini merkezi idi. Tapınaklar, senato evi ve hukuk mahkemelerini kapsayacak şekilde genişletildi. Roma İmparatorluğu düştüğünde, Forum unutuldu, gömüldü ve Orta Çağ boyunca hayvan ağılları olarak kullanıldı. Roma’nın en hareketli bölgesine gitmek isterseniz, adını yakınlarda bulunan İspanyol Elçiliği’nden alan İspanyol Merdivenlerine rotanızı çevirmeniz yeterli olacak. Bu merdivenler hem gündüz hem de gece yüzlerce insanın uğrak bir yeri konumunda. Birçok Meydandan oluşan Roma şehri, her tarafında bulunan eski tarihi sanat eserleriyle tam bir Rönesans kenti.

ROMA'YA GİTMEK İÇİN EN UYGUN ZAMAN Paskalya Bayramında ve Vatikan hacılarının ziyareti zamanlarında otel fiyatları biraz yüksek olduğu için gideceklerin bu konuya dikkat etmelerini tavsiye ediyorum. En uygun mevsim bahar aylarıdır.... Baharlardan ise ilkbahardır bana göre. İdeal bir gezi seyri için Mayıs ayını tercih etmenizi öneririm. Bu ebedi aşıklar şehrini, buram buram tarih kokan şehri görmediyseniz mutlaka gidip görmenizi tavsiye ederim...

Seyyahın ayak izini takip etmeye devam edin... İyi seyirler diliyorum...

ROMA’DAN İTALYA’NIN KUZEYİNE DOĞRU BİR CEVELÂN

Lugano Gölü de Como Gölü gibi güzel bir coğrafi yer. İsviçre AB üyesi değil. Lakin refah seviyesi yüksek Lugano kentinden belli oluyor

Prof. Dr. Âdem EFE*

*T.C. SDÜ ört-altı eylül iki bin on sekiz tarihleri arasında Roma Sapienza Üniversitesi’nde düzenlenen bir kongreye katılmak için iki eylül akşamı Isparta’dan İstanbul otobüsüne bindim. Sabah erkenden yol arkadaşım olacak bir arkadaşımla İstanbul Atatürk Havalimanı’nda buluştuk; işlemleri yaptırıp uçağın kalkış saatini beklemeye başladık. Sayılı dakikaların, saatlerin dolmasıyla birlikte, on onbeşte İstanbul Atatürk Havalimanı’ndan havalanan uçağımız, gökyüzünde bir saat bile kalmadan, Atina Eleftherios Venizelos Havaalanı’na iniş yaptı. On dörtte Roma’ya kalkacak uçağımızı beklerken kafelerden birine girip bir kahve içelim istedik. Atina’da Yunan Kahvesi diye içtiğimiz kahve, bildiğimiz Türk Kahvesi idi fincanda ve bol köpüklü. Hora geçmişti. Ardından vakit saat geldi uçağa bindik ve on yedi gibi Roma Fiumicino Havaalanı’na indik. Az bir bekleyişten sonra otobüsle şehir merkezinde bulunan terminiye vasıl olduk. Otobüsten iner inmez, her ne kadar daha önceden kalacak yerleri ayarlamış olsak da, birkaç yer bakalım diye yol arkadaşımla birlikte termini civarında birkaç hostele baktık, çoğu bakımsız idi bu yüzden beğenmedik, çıktık. Sonunda yine daha önceden ayırtmış olduğumuz hostele gelip burada kalmaya karar kılıp yerleştik. Yurtdışında birçok ülkeye gitmeme karşın hiç hostelde kalmamıştım. Her şeyin bir ilki olduğu gibi bunun da ilki oldu. Hostel dediğiniz yerler bir odada iki, üç veya dört yatağın bulunduğu, tuvalet, banyo ve mutfağın ortak kullanıldığı nispeten ucuz mekânlar. Kalacak yerimizi ayarladıktan sonra mutfak alışverişi için yakın civardaki bir alışveriş merkezine giderek ekmek, domates, salatalık, peynir ve meyve türü bir şeyler alarak dolabın bir köşesine yerleştirdik. Akşam yemeğimizi bunlardan yiyerek iktifa ettik. Sabah kahvaltısı için de malzememiz vardı. Sabah kalktık duştan sonra mutfağa geçip kahvaltı masasına oturduk. Akşamdan aldığımız kahvaltılıkları çıkarıp masaya koyduk. Hostelin bize verdiği kahvaltı topu topu bir kruvasan ile bir bardak kahveden ibaretti. Ben çay tiryakisi olduğumdan rica minnet veya yalvar yakar bir bardak sıcak su daha alıp içine poşet çay atıp ancak bir bardak çay içebildim. Kahveyi pek sevmem ve aramam. Allah yokluğunu göstermesin ya da beni sınamasın ama şu yaşıma kadar çay içmeden dışarı çıkmışlığım yoktur desem mübalağa yapmış sayılmam. Sabah erkenden veyahut gecenin bir vaktinde bile bir yere gidecek olsam

illa çay demle(ti)r, en az üç bardak içer öyle yola çıkarım. Şükürler olsun ki gurbette bir bardak bile olsa çay içebilmiştim. Bu öğleye kadarı bırak kuşluk vaktine kadar ancak idare ederdi ama ne yapacaksın? Zaten yurt dışında en zorluk çektiğim şeylerden biri damağıma uygun çay bulamamaktı(r). Doğal olarak yurtdışında damak zevkine uygun çay bulmak ve içmek çoğu yerde çok lüks bir şey. Çünkü Avrupa’da, Arap ülkelerinde bizdeki usulde çay demleme bilinmiyor, oralarda daha ziyade kahve içiliyor. Çay faslını geçelim. Çay deyince benim için akan sular durur, bu mecradaki söz uzar gider, asıl mevzuya gelemem. Hostelden kongrenin yapılacağı yer yakın sayılırdı. Birkaç otobüs değiştirerek üniversiteye ulaştık. Vardığımızda Türkiye’nin farklı üniversitelerinden gelmiş bir çok arkadaşa rastladık, selam-kelamdan sonra tanışmalar filan feşmekan derken kayıt, açılış konuşmaları derken oturumlara geçildi. Biz Isparta’dan gittiğimiz arkadaşla birlikte bildirimizi ilk oturumda sunarak, kenti, Roma’yı fethe çıkmayı planlamıştık. On ikiye doğru sunumlar bitti. Öğle yemeği olarak bir poşet içinde bir adet soğuk tost, bir şişe su ve bir de küçük meyve suyu verdiler. Bu menü dişimizin kovuğuna yetmezdi. Hey gidi benim cömert memleketim dedim. Neyse bir köşede yine ayaküzeri atıştırıp yola revan olduk. Roma büyük bir kentti. O gün akşama kadar bazen yaya olarak bazen de otobüs, metro ne bulduysak binip Kolezyum’dan başlayarak, Trevi Çeşmesi, İspanyol Merdivenleri vb. gibi görülecek önemli yerlerin büyük bir kısmını gördük. Çarşıda dolaşırken İ.K. diye bir yere rastladık. İçeriye şöyle bir göz attığımda çaydanlık-demlik ikilisini görünce, burada güzel bir çay içebiliriz ümidiyle içeriye daldık. Ama içeride hiç kimse gözükmüyor. Seslice selam verdik. Alan çıkmayınca biraz ilerleyip mutfağa kadar geldik. Bir delikanlı içeride kendince bir şeylerle meşgul, bizi duyacak, görecek halde değil. Nihayet bizi görünce işini bıraktı, yanımıza geldi. Ben yorgunluktan kendimi ilk bulduğum sandalyeye atarken bir yandan da delikanlıya “Geçerken içerideki çay takımlarını görünce burada çay içebileceğimiz ümidiyle geldiğimizi” söyledim. “Yok abi çayı kendimiz için demliyoruz. Şu anda da yok” demesin mi? Benim bütün hayalim, ümidim, ışığım söndü. Sadece yutkunmakla yetindim. Ayrılırken, “Peki buralarda yemek yemek için tavsiye edebileceğin güvenli bir yer var mı?” diye sorduğumuzda ise verdiği cevap düşündürücü idi. “Yiyin hocam yahu lezzetli olur” dedi. Bunun üzerine ben “Delikanlı sen nerelisin?”, “İsmin ne?” gibi hızlıca bir iki soru daha sordum. “Abi ben …lıyım; ismim de Müslim” dedi. (…) Oradan çıktık ve Roma’nın sokaklarında dolaşmaya başladık. Arapların işlettiği veya çalıştığı bir pizzacıda yemek işini aradan çıkardık. Yemek işini hallettik ama sırt çantamız gittikçe ağırlaşıyordu. Akşam kalacağımız yere gelmeden önce yine markete gidip akşam yemeği için alışveriş yaptık. Yorulmuşuz. Ben de yorulunca aksine kolay uyuyamıyorum. Bir o yana döne bir bu yana kıvrıla uyumuşum. Sabah yine aynı minval kahvaltıyı yaptıktan sonra bu defa sırt çantalarımızı yüklenip hostelden ayrıldık. İkindi sularına kadar sıcak, kalabalık demeden Roma’nın altını üstüne getirdik. Dondurma yedik. Roma’nın merkezinde bulunan Vatikan din devletinin sınırları içinde cevelân ettik. Katoliklik mezhebinin yönetim merkezi, bir başka deyişle “Tanrı-Kenti” olarak isimlendirilen bir devletçik. Birçok turist gibi bizler de St. Peters Meydanı’nda bol bol fotoğraf çekildik. Burada fotoğraf ‘çekildik’ diye yazdım ama ‘çekindik’ mi olacaktı? Hala bir karar verebilmiş değilim. Bu ara cümleden sonra ana bir akse girelim. Burada bir parantez açalım. Az sayıda Türk bulunduğundan dolayı başkent Roma’da, Diyanet İşleri Başkanlığı’na ait bir Din Hizmetleri Müşavirliği bulunmuyor(muş). Milano’da bulunan Din Hizmetleri Ataşeliği bütün İtalya’daki Türkleri temsil görevini ifa ediyor(muş). Başkentte bir adet cami var(mış). İtalya ve Avrupa’nın en büyük camii olan Roma Camii (Moschea di Roma). Şehrin kuzeyinde, Monti Parioli eteklerinde, Acqua Acetosa mahallesinde yer alan cami aynı zamanda İtalyan İslam Kültür Merkezi olarak 1995 yılından bu yana hizmet vermekteymiş. Ama biz bu ulu camiyi göremedik. (…) Roma’da iki gece üç gün kaldıktan sonra Floransa’ya (Firenzi) gitmek için saat beş suları otobüse bindik. İtalya’da bizdeki gibi otogar ve otobüslerde muavin geleneği yok. Şoför cep telefonundan bilet kontrolünü yaparak sizi içeriye alıyor. İçeride bizde olduğu gibi herhangi bir ikram da olmadığından tek başına yetiyor. Roma ile Floransa arası yaklaşık 283 km ve otobüsle üç saatten fazla tutan bir sürede ulaştık. Otobüste fazla yolcu yoktu. Önlerde ve tek başımıza oturarak yol boyu gözlem yapma imkânı buldum. Biz Roma’dan kuzeye doğru refah seviyesinin

güneye göre daha yüksek olduğu bölgelere gidiyorduk. Bağlar, bahçeler, mısır ve ekin tarlaları yolun iki yanında yer alırken otobüs güzel asfalt yollardan, şirin köylerin, bakımlı kasabaların içinden süzülerek ilerliyordu. En ücra köylerdeki büyük kiliseler dikkat çekiciydi. İhtişamlı görünüyorlardı. Buraya varmadan yüz dört km önce 1088 yılında Avrupa’nın ilk üniversitesinin kurulduğu Bologna’ya uğradık. Roma’da bildiğimiz anlamda otogar yokken burada bizdekiler kadar olmasa da derli toplu bir otogara rastladık. Birkaç yolcu indi bir o kadar da bindikten sonra tekrar yola revan olduk. Bir kusur saat yolculuktan sonra Floransa’ya vasıl olduk. Floransa, Rönesans’ın başladığı yer olan şehir, Arno nehri çevresinde kurulmuş. Bir tepeye çıkarak buradan nehrin iki yakasında yer alan kenti şöyle bir temaşa etik. Birbirinden güzel meydanları, tarihi binaları, sanat galerileri ve müzeleriyle tam anlamıyla bir kültür ve sanat şehri. Leonardo da Vinci, Michalengelo, Giotto, Botticelli ve Raffaello gibi dünyaca ünlü sanatçıların eserleri sergileniyor. Kültürü, mimarisi ve adeta açık hava müzesi görünümüyle ülkenin en önemli turistik kentlerinden birisi. Michalengelo’nun meşhur Davud heykeli burada. Birbirine benzeyen muntazam sokaklarında hayli dolaştık. El-hasılı Floransa güzel bir kentti. Floransa'dan sonra karayoluyla Venedik’e (Venezia) geldik. Gece vakti ulaştığımız San Marco’da zor da olsa bir otel bulup geceledik. Sabah yine bir marketten alışveriş yaparak kahvaltımız yaptıktan sonra, sıcak bir günde sırtımızda çantalarımızla hayli terlemiş vaziyette kenti köprüden köprüye atlayarak kanal kanal dolaştık deyim yerindeyse. Venedik, yüz on yedi adası, irili ufaklı dört yüz kadar köprüsüyle “Kanallar Şehri ”, “Sular Şehri”, “Gondoller Şehri” ve “Maskeler Şehri” olarak biliniyor. Zira hatıralık eşya satılan dükkânların vitrinlerinde en çok renk renk, türlü türlü maskeler görülüyordu. Altı eylül perşembe günü on altı otuz otobüsüyle Como kentine doğru yola çıktık. Birçok küçük köylerin içinden, uzağından yakınından geçerek akşam saat on gibi bu şirin kente ulaştık. Como, İtalya’da ipekçiliğin en yaygın olduğu bir yermiş ve bundan dolayı “Citta di Seta” (İpek Şehri) diye adlandırılıyormuş. Bu bilgiden sonra burasıyla ilgili bir ilginç bilgi daha verelim: İtalya’da otuz bin civarında Türk bulunuyormuş. Türklerin büyük bir çoğunluğu da Como kentinde mukimler. Burada bulunanların tamamına yakını da Sivaslılardan müteşekkilmiş. Como’da DİB’ına ait Türk Kültür Merkezi Derneği var. Buradaki görevli Hüseyin Ergen, eşiyle birlikte, SDÜ Isparta İlahiyat Fakültesi’nden öğrencimizdi. Isparta’da evden otogara giderken aramış İtalya'ya geleceğimi söylemiştim. Venedik'ten ayrılıp Como’ya geçerken kendisiyle telefonla birkaç defa daha görüşmüştük. Devresi gün cuma olduğundan görevi vardı. Cumadan önce Como Gölü’nün kenarında birkaç resim çekilip kısa bir şehir turu yaptıktan sonra. Merkeze girmeden önce Hüseyin hoca kulağıma eğilerek “Hocam buradaki cemaate birkaç şey söylemek ister misiniz?” dedi. Ben de “olabilir” dedim. İçeride otuz kırk kişi kadar cemaat vardı. İçlerinde babalar ve oğullar; dedeler ve torunlar bulunuyordu. Birkaç da renklerinden yabancı olduğu anlaşılan kişiler bulunmaktaydı. Ergen’den kitabımızı istedim ve Mü’minûn suresinin ilk ayetlerinde geçen kurtuluşa eren müminlerin özelliklerini kendime konu edindim. Konuşma esnasında karşı sağ tarafımda oturmakta olan bir kişiye söz bir yerlerden açılıp tam yerine geldiğinden “Hacı abi yanındaki oğlun mu torunun mu?” diye bir soru yönelttim. O kişi de “Torunum Veysel, hocam” dedi. Namaz bittikten sonra “Hocamlarla bir tanışalım” dediler. Tanışma anında Sivaslı bir diğer kişi “Hocam Veysel abiye ‘Hacı abi dedin ya tam isabet oldu. Veysel abi daha geçtiğimiz pazar kutsal topraklardan döndü, daha taze hacı’ dedi. Hacı Veysel abi de “Hocam bizim eve gidelim size güzel bir çay demler, yanında hurma yer zemzem içeriz” dedi. Çay deyince benim gözüm gönlüm açıldı. Zira bir hafta boyunca çay içememiş sadece kahve ile yetinmek zorunda kalmıştım. Hüseyin hoca “Hocamlar Milano'yu görmek istiyorlar. Vaktimiz az. Akşama inşaallah geliriz” mealinde bir şeyler söyledi.

Ardından vedalaşarak Milano’ya doğru yola çıktık. Como Milano arası yakın kırk, kırk beş dakika demeden oraya vardık. İlkin kentin kalesini gezdik. Müteakiben, modanın kalbinin attığı yer olan Galleria’ya intikal ettik. Galleria bizim Kapalı Çarşı’yı andıran yapısıyla tüm dünya markalarının bulunduğu bir mekân. Yani modanın kalbinin attığı yer. Galleria’nın çıkışında bulunan Duomo’nun yanında yöresinde birkaç poz fotoğraf çekildik. Duomo, dinin doğuş yeri anlamına gelen bir kutsal yer. Hemen her şehirde böyle bir yapı bulunuyor. Milano’yu gezdikten sonra akşama doğru İsviçre’nin Como’ya yakın bir kenti olan

Lugano’ya intikal ettik. Lugano Gölü de Como Gölü gibi güzel bir coğrafi yer. İsviçre AB üyesi değil. Lakin refah seviyesi yüksek Lugano kentinden belli oluyor. Gölün kenarında akşamüzerine denk gelen saatlerde, yani grup vakti birkaç poz fotoğraf çekildikten sonra tekrar Como’ya geldik. Hüseyin Ergen hoca “Hacı Veysel abiyi arayarak yemekten sonra gelmek istiyoruz” diye telefon etti. Sivaslılara ait bir pizzacıda akşam yemeğini yedikten sonra Hacı Veysel abinin evine gittik. Oraya vardığımızda hurmalar ve zemzem suları hazırlanmış çay demlenmiş vaziyetteydi. Çayın yanında baklava ve yaprak sarması yenmeğe amade bekliyordu. Çayın yanında hac muhabbeti, gurbetlik, memleket meseleleri konulu muhabbet uzadı gitti. Kaç bardak çay içtim saymadım ama çok içmiştim. Çay da çaydı hani bu yüzden çok hora geçti. Gece yeni bir güne devrilirken buradan ayrıldık. Zira yarın ülkemize yolculuk vardı muhabbet güzel olsa da daha da geç kalmamamız gerekiyordu.

İki gün kalınca Como’daki Sivaslılarla muhabbeti ilerlettik. Sıcak insanlar. Onlara komşuluk ve birbirleri arasında misafirliğe gelip gitme ilişkilerini ve sıklığını sordum. “Hocam bizler sabahtan gece yarılarına kadar pizza işinde çalışıyoruz. Bir kısmımız inşaat işlerinde çalışıyor. Eşlerimiz de kravat vb. birtakım el işleri yapıyorlar. Akşamları çay içmeye gelip gitme bu esnada çekirdek çitleme gibi lükslerimiz! Yok” diye cevap verdiler. Ama ben biliyordum ki Türk insanı her ne kadar Avrupa’da yaşasa da kültürel ve manevi değerlerinden kolay vazgeçemez(di). İtalya’yı Roma'dan başlayarak kuzeyine doğru beş altı gün boyunca dolaştık. Çizmenin alt kısmını görmedik. Bu cümleden olarak Sicilya, Napoli, Pompei vb. gibi yerlerini görüp gezemedik. Bir başka sefere…

Her kentin kendine özgü dokusu var. Roma başka, Floransa daha farklı, Venedik ise bambaşka, Milano güzel. Como ve göl harika. Roma'da balkon görülmezken Como ve Milano’da Fransız balkonu türünden yapılar mevcuttu. Katolik olan İtalya’nın hemen her şehrinde çok sayıda kilisenin mevcut olduğunu gözlemledim. Sanki her yer kilise. Sekülerleşmeden olsa gerek kiliseler artık eskisi gibi genç üye bulamıyorlarmış. Bundan dolayı kiliselerin bazıları müze olarak kullanılmaya başlanmış ve masraflarının bir kısmını ziyaretçilerin giriş ücretlerinden karşılıyorlarmış.

TÜRKİYE İLE İTALYA ARASINDA BİR SAATLİK BİR FARK VAR. Marketlerin, dükkânların hatta otellerin girişleri çok farklı. Güvenlikten dolayı olmalı herhalde bu tür işyerlerine direkt girilmiyor, dolambaçlı yollardan ulaşılıyor. Roma’da bir litre su bir euro; bir fincan kahve bir buçuk; ortalama bir gömlek yirmi dokuz; bir litre benzin ise bir atmış bir euro (1.61) idi. Orada yaşayanlar içim fiyatlar normaldi ama biz Türkiye’de patates-soğan krizinin yükseldiği bu yüzden dolar/euronun devamlı yükseldiği zamanlarda orada idik. Böyle olunca bir kahve fincan on lirayı aşıyordu. Haliyle birçok şey pahalı gibi gözük(m)üyordu. İtalyanlar rahat, neşeli ve bol kahkahalı insanlar. Barlar, kafeler, tabakhiler neşeden, gürültüden yıkılıyor. İspanya, Yunanistan gibi İtalya’da da fiesta geleneği varmış. Biraz gürültücüler. Konuşurlarken sanki son heceleri uzatıyor gibiler. Roma bana çok temiz gelmedi. Sokaklar insan kaynıyor bunların çoğu da Çinli. Hostellerde çalışanların büyük bir çoğunluğu Bangladeşli. Pizza dükkânlarında çalışanların kısmı azamı ise Arap kökenli. Türklerden de pizza işini yapanlar var. İtalyancada Pà·sta makarna demekmiş, orada öğrendim. Akdeniz kültür havzasında yer almalarına rağmen bizdeki gibi zeytinli, peynirli, domatesli, salçalı, sucuklu yumurtalı, salamlı, çaylı, çorbalı bir kahvaltı yapma adetleri yok(muş). Sabahları çoğu zaman bir kruvasan ve bir bardak kahve ile yetiniyorlarmış. Öğlen biraz pizza ile karınlarını doyuruyorlar(mış) ama akşam yemekleri pizza, diğer yemekler ve içki eşliğinde abartısız beş, altı saat kadar devam edebiliyormuş.

Sekiz Eylül Cumartesi günü Bergamo Havalimanı’ndan havalanarak İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’na ikindi vakti beş sularında indik. Oradan Kadıköy’e intikal ettik ve buradan itibaren refikimle olan yol arkadaşlığımız sona erdi. O, İstanbul’da birkaç gün daha kalma görüşünde niyetindeyken ben bir an önce dönme düşüncesindeydim. Üsküdar meydanında güzel bir Türk çayı içip kendime geldikten sonra Kız Kulesi'ni yakinen görmek için Harem Otogarı’na sırtımda ağır bir çanta olmasına rağmen yaya olarak geldim. Kız Kulesi’nin karşı kıyıları, minderlerde çay içme ve çekirdek çitleme yerleri olarak düzenlenmiş. Akşam, hava güzel olduğundan buraları ve tüm kıyı çok kalabalıktı. Buna karşın benim burada çay içecek zamanım yoktu. Zira gece boyu sürecek uzun bir yolculuk beni bekliyordu.

TAŞLARIN ÇAĞRISINI DUYAN RESSAM: FEHİM İBRAHİM HAKKIOĞLU -II-

Taş deyip geçeriz; lâkin düşünen insan için öyle midir? Taş tan nerelere varır ve ne düşünceler üretir bu kişiler.

İsmail BİNGÖL

“...Taşlarını tek tek alır eline, usulca okşar ve yine o matemli kemanına sarılırdı. Her akşam aynı saatlerde gelirdi kemancı sahildeki parka... Ve her akşam bir önceki güne inat çok daha kasvetli olurdu gözlerindeki keder. Kemancı her akşam yorgun sırtında o taşları taşır. Kemancı her akşam sessizce anılara gülümser... Ve kimse bilmez kemancının kederini. Kimse görmemiştir, duymamıştır bugüne dek tek kelime söylediğini... Bir gün küçük kız çocuğunun ' Sen bu taşları neden böyle çok seviyo'sun?' sorusuna şöyle cevap vermişti kemancı amca:

“'Ben küçükken, senin yaşlarındayken okula taşlı bir patikadan geçerek giderdim. Her sabah o yoldan geçer ve okul çıkışlarında o yola dökerdim çocukluğumun gözyaşlarını. Benim ağlayışlarımı kimseler bilmezdi o patikadan başka. Pek fazla arkadaşım olmadığı için taşlarla oynardım. Hüzünlerimi, sevinçlerimi taşlara anlatırdım. Taşlar sözümü hiç bölmeden dinlerdi beni, taşlar sırrımı saklardı. İşte o günlerde başladı taşlara ilgim. Yoldan geçerken farklı renklerde ve şekillerde taşlara rastladım. Kim bilir daha kaç kişinin öyküsünü dinlediler benim oyun arkadaşlarım... Nice insan geldi geçti o patikadan... Taşlar hep oradaydılar ve hep sessizce tarihe tanıklık ettiler. Bilir misin, hiçbir taş bir diğerine benzemez küçüğüm. Her taşın kendi yüzü, kendi görünümü vardır. Her taş aslında kendi başına sır dolu bir yalnızlıktır. Ben farklı taşlar buldukça onlardan bu sırları dinlerim. Toprağın üstünde durup da gökyüzünü seyre dalarken işittiklerini anlatırlar bana... Ve ben taşları işte bu yüzden severim.' -'Fakat, dedi küçük kız, taşlar nasıl oluyor da konuşuyorlar seninle. Ben taşların konuştuğunu hiç duymadım.' -'Dinlemesini bilirsen, küçüğüm, tabiattaki her şey sana bir şeyler anlatır. Dinlemesini bilirsen ancak... Nerede bir taş görsem taşın öyküsünü öğrendim, yüzünün ayrıntılarını ezberledim ve taşları da eski bir dost bildim. Taşlar benim için cinayetlerin gizli ipuçları, mutlulukların gizli yansımalarıdır. Hayatın kimselerce bilinmez sırları, tarihin tanıklarıdır. Sıradanlığın içindeki başkalıktır. Taşlar benim için başka çocuklara verilecek en güzel armağandır. Ya sizin için? Sahi siz hiçbir taşı dinlediniz mi? Taş gibi siz de dostlarınızın sırlarını sonsuza dek saklamayı başarabildiniz mi? Siz taşları sevdiniz mi?” (Ebru ERDİNÇ, (12 Mart 2002–Dergibi.com)

Ya Fehim İbrahimhakkıoğlu… Peki o nasıl buluşmuştu taşlarla ve ilk bakışta alelade görünen taşları sanatının malzemesi yaparak, yeni bir teknik kullanmak suretiyle resimde

taşlardan bir yeni bir tarz oluşturmuş, adeta yeni bir yöntem geliştirmişti? Kısaca özetlemek gerekirse şöyle diyordu kendisi bu konuda: “Sanatta yeni arayışları kültür geleneğinin bir devamı olarak görüyorum. Sıcağı soğuğu, derinliği, perspektifi bilen biri olarak yağlı boya tablo benim için çok kolaydı. Ben de herkesten ayrı bir çizgide olmak, yeni bir ekol oluşturmak istiyordum. Tabiatta gördüğümü, ondan bana yansıyanı gerçeğe çok daha yakın olarak nasıl resmedebilirim diye resimde boyanın dışında malzeme arayışı araştırmalarım beni çakıl taşlarına yöneltti. Hocam Burhan Alkar’ın tam da istediği olmuştu. Resmi alışılmış bütün üslup, teknik ve tarzların dışında çalışmış, bu akımın ilk temsilcisi olmuştum. Doğanın en sert parçasında, sanatı en estetik haliyle yakalayan bir bakış açısı sunmuştum. Renk ve şekil bakımından ilk bakışta sınırlı gibi gözüken bir malzemeyle, sanatın sınırsızlığını ve güzelliğini göstermiştim.”

Ve bugün Türkiye’de ve Dünya’da birçok özel koleksiyonda, sanat galerisinde taşları kullanarak yaptığı resimler yer almakta ve bu resimler meraklıları tarafından büyük bir hayranlıkla seyredilmektedir. Bu yüzden dünyanın dört bir yanından davetler almış ve devlet başkanları tarafından ağırlanmış, sayısını hatırlamadığı kadar sergiye katılmıştır. Sanatını güzelleştirmenin yanında, sanatın iç alemine kattıklarıyla yüreğini de güzelleştiren Fehim Abi, bütün bunların arkasında seksen yılı geçen ömrünün büyük bölümünü, alın terini, sanat aşkını, gecesini, gündüzünü ve en önemlisi ailesinden esirgediği zamanı bırakmıştır.

Taşların çağrısına kulak vererek tamamen kendine has bir tekniği tuvale yansıtan ve bunun sonucunda ortaya koyduğu eserler sebebiyle resim sanatında farklı bir yere oturtulması gereken Fehim İbrahimhakkıoğlu, sanatına ve kendine gösterilen ilgi bakımından hiç olmazsa bugün ömründen devşirdiği yaşlılık günlerinde hak ettiği yerde midir? sorusu akla gelebilir. Bu soruya verecek cevap bellidir ve şudur: Sanatın ve insanlığın hakkını vermeye çalışan kaç sanatçı, yazar, şair, kültür adamı, yaşadıkları çağda tam anlamıyla buna nail olabilmişler ki, Fehim Ağabey de bunu sağken görsün. Bu konuda biraz ilerleme kaydettiğimiz iddia edilse de bu sayının fazla olmadığı da bilinmektedir. Üstelik tevazuu kendine şiar edinen ve kendini gözlerden nihan etmeye çalışan birini kim, nasıl bilecektir ki? Her daim okuduğumuz İstiklâl Marşı’mızın şairi Mehmet Akif Ersoy bile bu halden mustarip ve yüreğinin sesini mısralarla anlatırken, bu konudaki düşüncemize tercüman oluyor:

“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince, Günler şu heyûlâyı da er geç silecektir. Rahmetle anılmak… Ebediyet budur, amma, Sessiz yaşadım, kim, beni nerden bilecektir?”

Ne var ki onun istemediklerini, toplum kıymet bilme açısından görüp, kendisine verme ve bu yolla olsun sanatın incelttiği, çabuk kırılmaya müsait gönlünü alması gerekmez mi? Sanata uzanan yolu Erzurum’da başlayıp, daha sonra İstanbul’a uzanan, bugün bazı sağlık sorunlarına rağmen hâlâ “Taşların Çağrısına” cevap vererek resim yapmaya, kendinden sonraya daha çok eser bırakarak mirasını çoğaltmaya devam etmektedir Fehim Ağabey. Bir yandan da belediyelerin verdikleri destek doğrultusunda talep edenlere sanatını öğretmeye çalışıyor. Bildiklerini hiçbir şekilde kendine saklamayı düşünmeyen ve her türlü fırsatı değerlendirerek öğrencilerine aktarmaya çalışan Fehim İbrahimhakkıoğlu ile yıllar önce kardeşi Feyyaz Ağabey’in rahatsızlığı sebebiyle Erzurum’a geldiğinde tanışma fırsatı yakalamıştım. Rahmetli Feyyaz Ağabey, daha çok sanatından bahisle arada bir ondan söz eder ve yaptıklarının resim sanatında çok değişik bir yer tuttuğunu anlatırdı. Ardından yüz yüze görüşüp, sanatından haberdar olduktan sonra, söylediklerinde ne kadar haklı olduğunu gözlerimizle de görmüş olduk. Atalarından geldiğini düşündüğümüz sanat damarının ortaya çıktığı kişilerden rahmetli babaları şair ve hattat Hakkı İbrahimhakkıoğlu ve amcaları eğitimci yazar Mesih İbrahimhakkıoğlu’nu da 1989 yılının Haziran ayında yaptığım röportaj vesilesiyle tanımak şerefine erişmiştim.

Yıllar içinde verilen hayat ve fikir mücadelesinin, hastalıkların, bir de yaşlılığın yorduğu vücutlarına rağmen bizim talebimize cevap vermiş olmaları, gerçekten büyük kadirşinaslıktı. Hem öyle ki; sözün bitiminde Hakkı İbrahimhakkıoğlu üstadımızın söylediği “Bir hiçinen bu kadar alakadar olduğunuz için zahmetinize acıdım.” sözünü hâlen unutamadığımı ve yüreğime oturduğunu söyleyebilirim. Bugün etrafımızda olupta, onların yanından geçemeyecek olanların şişinmeleri, kibirleri gözümün önüne geldi de, mütevazılığın bu kadarı bedenimi yeniden

ateşe kesti. Sanatın, kültürün, bilgi ve görgünün adeta birer timsali olan iki Erzurumluyu, iki İbrahimhakkızâdeyi yakından tanımak, onlarla sohbet etmiş olmak doğrusu çok değişik, bir o kadar da istisnaî durumdu. Kendilerini bu vesileyle bir kere daha rahmet ve hürmetle yâdediyorum. Yıllar içerisinde tanıdığım İbrahimhakkıoğlu ailesinin fertlerinden Feyyaz Ağabey hakkında yazı yazmış, Belkıs ve Fehim İbrahimhakkıoğlu ile birkaç defa röportaj yapmış biri olarak, ailedeki her kişi de değişik bir yönün öne çıktığını ama en önemli özelliklerinin tevazu ve rindmeşrep olmaları, yani “görünüşe ve dünya işlerine kıymet vermeyen, kurallardan uzak, bütün varlığı kendi iç dünyasına göre değerlendiren, gönül gözüyle gören, hoş görülü, kalender, ârif, hakîm, gönül ehli kimseler olduğudur”. Tokadîzâde Şekip diyor ya bir beytinde:

“Rind-i kalenderim yoktur bunda şek / Nâzını çekemem anlasın felek!” Leonardo da Vinci, insanlık tarihinin en önemli kişilerinden biri. Yalnızca resim sanatında verdiği eşsiz eserlerle değil, bilim, mühendislik ve düşünce alanına yaptığı katkılardan dolayı da, önemini hiç yitirmeyen ve hatta her geçen gün hakkında yeni çalışmalar yapılan, hayatındaki gizli kalmış bazı kesitlerin gizemini zihinlere hissettirmek adına filmler çekilen, romanlar yazılan bir dâhi olarak, sanat alanında farklı bir yere oturtuluyor. Felsefe ve resim arasındaki ilişkiyi ayrıntılı bir biçimde inceleyen Leonardo da Vinci’ye göre, resim dünyanın güzelliğini şöyle yakalıyor:

“Resim, yaratılan herhangi bir şeyin yüzeylerini, renklerini ve şekillerini kapsar; felsefe de aynı cisimlerin içine nüfuz eder, o cisimlerin kendine has güzelliklerini gözden geçirir, ama ressamın yansıttığı hakikat daha farklıdır: Ressamın hakikati, bu cisimlerin ana hakikatini kavrar, çünkü göz daha az aldanır. Ressamın cisimlerin yüzeyini çizerek doğayı taklit etmekle kalmadığı, aynı zamanda cisimlerin bütün yapısını araştırarak doğayı tanıdığını, bu araştırmanın cisimlerin görünmez ruhunu derinlemesine kavrayıncaya kadar devam ettiğini belirten Leonardo da Vinci, ressamın doğa ile sanat arasında bir yorumcu olduğunu belirtiyor ve ekliyor: “O halde resim felsefedir.” (Leonardo ile Sanat ve Düşünce, Mustafa Tolay, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, 2019-Atlas Tarih Dergisi, Sayı:63-MartNisan 2020, Kitabın tanıtım yazısından) Daha ileri gidilerek resmin büyüsüne ve ondaki derinliğe, anlam, çizgi ve estetik bütünlüğe kendini kaptırıp, orijinal eserler üreten ressam için şöyle bir niteleme yapılıyor: “Resmin filozofu”… Gerçekten çok güzel ve anlatılmaya çalışılan kişi için harika bir niteleme… Eserleriyle, gözlere ve gönüllere akseden farklı duruşuyla, hayatı anlama, kavrama ve bütün bunlara dönük bakış açısıyla Fehim İbrahimhakkıoğlu bize göre bu nitelemeyi fazlasıyla hak ediyor. Bir resmi yapmadan önce gösterdiği davranışları kendisinden dinlediğinizde, öncelikle her neyin resmini yapıyorsa, öncelikle onunla ilgili ne var ne yok hepsini okumaya, seyretmeye ve bir düşünce derinliği geliştirip, ruhuna aşina olmadan tuvale ilk taşı koymadığını anlatması, resmin de filozofu olabileceğini bizlere açık ve net olarak anlatıyor. Ne var ki onun resimlerine sığ bir bakış açısıyla yaklaşınca, şöyle düşünüyor insan… Gerekli malzemeyi(taş) bir araya getirdikten sonra hemen tuvalin karşısına geçip, başlıyor resmi oluşturmaya… Hâlbuki gerçek bir sanatçı için bu mümkün değil. Diyelim ki yaptığınız iş, birinin portresi. Sanatçı portreyi yaparken portresi yapılan kişinin görünümüyle beraber karakteristik özelliklerini, mimiklerini ve ruh halini de eserine yansıtmayı amaçlamaktadır. Bunu becerebilmek için öncelikle portre sahibiyle ilgili bilgi edinmesi, edindiği bu bilgileri düşüncenin ışığında harmanlayarak, eserinin yüzüne, bakışlarına, yüzündeki çizgilere, kısacası onu resmedecek noktaları yakalamaya hasretmelidir ki, sıradan bir portreden ayrılan, tarzını ve tavrını yansıttığı, kendine has bir eser meydana getirmiş olsun. Hipokrat tarafından söylendiği iddia edilen Latince özdeyişte der ki: “Ars longa, vita brevis” “Sanat uzun, ömür kısa” Yani ne kadar uzun yaşarsanız yaşayınız ömrünüz yine de sanatın yanında çok kısa sayılır. Çünkü sanat sonsuzluğu vurguluyor aynı zamanda… Öyleyse fırsat elde iken, ömrümüz el verdiğince bir eser bırakmalıyız kendimizden geriye… Fehim İbrahimhakkıoğlu ağabeyimizin de bu yaşta hâlâ yapmakta olduğu budur ve gayesi, kendinden sonra da adını yaşatacak, hatırlanmasını sağlayacak tablolar bırakmaktır.

Sanatı insan olmanın ve insana yakıştığı gibi yaşamanın bir aracısı olarak gören ve bir ömür boyu güzelin, güzelliğin peşinden koşan ağabeyimize bu satırlar aracılığıyla bir kere daha hürmetlerimizi sunar, sağlıkla yaşayıp yeni eserler vermesini dileriz.

This article is from: