31 minute read

MALÛMATI İLİM SANMAK

bir genç kızı? “Keşke onunla birkaç kelam edebilseydim”, diye düşündü.

Şiiri bir daha okudu, döndü bir daha okudu. Sabaha kadar odasının ışığı sönmemişti. Bunu fark edenler merak içinde dışarıda beklediler. Ezan okunurken kalktı, dışarı çıktı, abdestini aldı, namaza durdu. Namaz bittikten sonra güneş doğasıya kadar seccadenin başından kalkmadı…

Advertisement

Güneş doğmuştu, kahvaltı sofrası hazırdı. Annesiyle oturdu kahvaltısını yaparken mektubu koynundan çıkardı:

Dinle anne, sana bir şiir okuyacağım. Başladığı şiirin kalan bölümünden bir kısmını okumaya:

Dinle gönül ve de sus: Sultanlar âşık olmaz. O ülkenin ağzını tatlandıran şekerdir. Bize zehir verse de sevdasıyla yan artık Sen hasret zindanına bir şey beklemeden gir.

Yüzüme bakma n’olur, rahmetinden kapı aç, Şu yorgun gönülcüğüm oracıkta dinlensin. Ezeli kader bugün benim gibi güçsüzü, Kapına çağırıyor, izin ver de dilensin.

Annesi bu satırları duyunca gözlerindeki yaşa hâkim olamadı:

“Aman Sultan Oğlum, devam etme, bu satırlar beni bitirecek. Kimden bu satırlar, kim bu yüreği yangın yerine dünmüş kız? Sana nasıl ulaştırdı bunu?”

“Anacığım Musul’a gittiğim de gül bahçesinde, çiçeklerin arasında bir rüya gibi çıktı karşıma. O an atımın terkisine atıp buralara kadar kaçırmak isterdim. Ne var ki, kendin için yaşamıyorsun ki, kendin için kaçırasın. Bunu yapamadım, onun mahzun ve bitkin bakışlarının arasında gökyüzünde kanatlarını kaybetmiş bir yaralı kuş gibi oradan uzaklaştım. Arkamdan bu uzunca mersiyeyi yazıp göndermiş.”

“Bu bir nevi teklif, evlilik teklifidir. Peki, düşünür müsün bununla evliliği?” “Ana, sarayı bir başkasına bıraksam, mesela oğlun Alaeddin’e bıraksam olur, niye olmasın? Bu görevde olunca, bizim evliliğimiz de ince hesaplar üzerinedir. Benim o bölgede şimdilik görünen bir problemim yok. Bu kız görünürde Türkmenlerden değil. Halkı ve emiri bizi sevgiyle kucakladı. Şehrin altın anahtarını getirip önüme bıraktı. Sıkıntı olsaydı, bir güven kapısıdır diye bakabilirdim.”

“Yarın olmayacağı ne belli? Sonra bu kıza da yazık, iyice âşık, sırılsıklam üstelik!”

“Acaba babasının yönlendirmesi olabilir mi diye de düşündüm. Çünkü ben babasıyla gezinirken bu kız bahçeye nasıl iner ve nasıl karşıma çıkar bir düşünsene?” “Hangi baba senin gibi bir genç Sultana kızını vermek istemez ki oğlum?” “Onda da sen haklısın.” “Peki, birkaç satır daha oku bakalım, bana gençliğimi, babanın peşinde koştuğum günleri hatırlattı.” “Okuyayım anacağım, kadınlar hep başkalarının aşklarında kendi kaybettikleri aşkların izini ararlarmış, öyle mi?” “Biraz da öyledir, merak beni gıdıkladığına göre, doğru bir söz herhalde?”

Dünyanın ne neşesi, ne de sevinci vardır, Gam kervanı gibidir, peşine takar bizi. Tacının da gün gelir saltanatı son bulur Çekilir ayağının altındaki denizi.

Mecnun Leyla’ya koşmuş, bende aşk terse döndü: Sen Leyla’sın Sultanım, bense Mecnun peşinde, Denizi çöl eyledim, dağları gül eyledim, Musul aşkla yıkanır senin her gelişinde.

Güneş aydınlığını bugün senden borç almış, Dağlardaki yeşillik seni alkışa tutar. Bırak işkenceyi de ne olursun dön bana, Beni aşk belasından gel de bugün sen kurtar!

Annesinin tekrar gözleri buğulandı: “Vah yavrum, vah bahtsız kızım benim. Bilmez mi ki, sultanların âşık olma şansları yoktur!” “Anacığım dikkat etmedin mi, o da aynı şeyi söylüyor, hatta ben de aynı sözleri tekrarlarım.” “Demek ki, bu umutsuzluğu bildiği için böyle yaralı bir bülbüle dönmüş.” “Evet, galiba öyle…”

İzzeddin, pencereden dışarıya baktı, sonra ayağa kalktı elindeki kâğıtları katlayıp annesine uzatırken “Bu işin olmayacağını bilse, gönlünü yollarıma serpilen aşk çiçeği yapar mıydı ana? Keyfi mi demişler; aşk gözü kör eder”, diyerek gözlerinden süzülen damlaları annesine göstermemek için başını çaresizce öne ağıp dışarıya doğru yürüdü…

MAL��MATI İLİM SANMAK

Bir insanın yaptığının ilim olması, o insanın aalim-bilgin olmasının şartları var tüm dünyada kabul edilen.

Recep ARSLAN

ir adam var tanıdığım. Gür sesli, yüksek perdeden konuşur daima. Kendini tarihçi zanneder. Konuşmalarında ‘Ben ilmimin zekeatını veriyorum’ der. İlmi olduğunu kesin kabul eder. İlmini yazar, söyler. Ekrana çıkmayı da sever. Çok bilinen ekranlar değilse de, kendisini üstad belleyenler ona itibar ederler. Kabul edelim ki, o adam çok malumat sahibidir. Güçlü bir hafızası ve kuvvetli bir natıkası vardır. Ama haddi yoktur. Her zaman haddi aşar. Haddi aşmak onun en belirgin vasfıdır. Vasfı deyince bir fazilet gibi kabul edilmesin, özellik, kendine aitlik diyelim. O adam çok malumat sahibidir ama zannettiğ gibi aalim değildir. Malumat sahibi olmak ilea alim olmak aynı şey değil.

Bir insanın yaptığının ilim olması, o insanın aalimbilgin olmasının şartları var tüm dünyada kabul edilen. En temel mesele usul’dür. Batılılar buna Methodology diyorlar. Müstemleke Türkçesine de metedoloji diye girmiş. Usul yoksa toplanan bilgiler tasnifsiz, denetimsiz, sağlamasız, ölçütsüz biçimde üst üste konulmuş malumat yığınıdır. Bilgili insan, malumatlı insan başka, aalim insan başkadır. Hakikaten aalim olanlar son derece engin gönüllü, mütavazı, haddini bilir insanlardır. Bilgili, malumat sahibi insanlar ise alabildiğine nobran, hürmetsiz, haddini bilmez ve her fırsatta ukaladırlar. Kendilerinde çok özel değerler olduğuna kaniidirler. Bu yüzden haddi hududu tanımaz, bilhassa toplumda saygı kazanmış isimlere eleştiriler yaparak güya onlardan kendilerinin daha önemli olduğunu iddia ederler. Bilgili, malumatlı olmak insanı ukala eder, bilgiye beraber usul de insan aalim eder.

Kendini tarihçi zannedenler, tarihi bir ilim dalı olarak kabul edip bu alanda çalışanlar, mektepliler, alaylılar, tarih denilen alanın müşkillerini de bilmeliler, bilirler. Tarih serapa bir ilim değildir. İlim olan yanı var, olmayan yanı var. Özellikle alaylı tarihçilerin yaptıkları ilim değil, nakildir. Kitaplardan okuduklarını ve başkalarından dinlediklerini, hatırlarında kaldığı kadarı ve şekliyle anlatırlar ve bununla tarihçilik yaptıklarına inanırlar. Tarihin ilim olan yanı belgeye dayanan kısmıdır. Bir savaş yapılmış, o savaşın tarihi, yeri, katılanların rütbesi, durumu, giysileri, yaşama eşyası, sonunda yapılan anlaşma metni ilimdir. Yüzyıllar ötesine kalmış bina, yol, köprü gibi maddi unsurlar, kitabeler, abideler, süs ve kullanım eşyası, para maddeleri incelenebilir.İlmin konusu olurlar.

Kişiler hakkında hüküm vermek tarihçilik olmadığı gibi insaf ve namus sahiplerine de uymaz. Bugünün toplumunda bir algı var. Diyelim ki Mehmet Akif ya da Mustafa Kemal, ya da Said Nursi, Ya da 2. Abdülhamid, ya da Vahdeddin. Bu insanlar hakkında bir hüküm veriliyor. O adamların hangi hallerinin esas alındığına bir bakmak gerek. O insanların çocuklukları, gençlikleri, orta yaşları, olgunlukları, yaşlılıkları var. Siz o insan hakkında bir hüküm verirken hangi hallerini esas alıyorsunuz? Hiç düşündünüz mü?

Senin kabul ettiğin o kişi kaç yaşında, hata saydığın, sandığın o sözleri söylediğinde kaç yaşındaydı? Muhatabı neredeydi, o neredeydi? Bütün bunlar dikkate alınmadan kişiler hakkında hüküm verildiğinde sadece zalim olunur. Tarihe mal olmuş kişileri, onlar ölüp Allah’ın huzuruna gitmişken,onların dedikodusunu yaparak tarihçilik yaptığını sanmak ne kadar büyük bir eblehliktir düşünmek gerek.

Anlayacağınız üstad denilen o adam ne üstad, ne aalim, ne de tarihçidir. Nefsine güveni, kibir ve enaniyeti zirve yapmış bir insan. Elbette o da öyle imtihan oluyor. Ama onu akıl hocası olarak görenlerin Lozan mevzuunda nasıl da zor durumda kaldığını hatırlamak gerek.

OKULSUZ KÖYE OKUL YAPTIRAN SANATÇI DOSTUM; KÂMRAN YÜCE

Muhsin Ertuğrul'un 1951'de İstanbul'da kurduğu Küçük Sahne Tiyatrosu'nun çekirdek oyuncu kadrosunda o da yer alıyordu. Daha sonra Karaca Tiyatrosu'nda ve Kent Tiyatrosu’nda da çalıştı.

Hüseyin MOVİT

enç yaşta başladığı tiyatro serüveninde hep yaşlı rollerine çıktı. Dublaj çalışmalarında da sesi perdedeki yaşlı kişilerin sesi oldu. Sanat uğruna yaşanmış bir ömür sürdü. Sahnede ve perdede değişik kişilikleri canlandırmak konusunda çok başarılıydı. Sahneye tam otuz yılını verdi. Üstlendiği her rolü başarıyla tamamladı. Sanat hayatına şiirle başladı. Yüce'yi en iyi tanıtan şiiri, "Ben aktörüm"den sonra "Gölge" (1955), "Soyunuk" (1962), "Güneş Yorgunu Atlar (1971) sanat çevrelerinde beğenildi. Tiyatro ve şiiri aynı anda yaşadı. Sanatına âşık bir kişiliği vardı. sürekli çalışır, yararlı işler yapmaya çalışırdı. Askerlik görevini Yedek Subay Öğretmen olarak, Kahramanmaraş'ın Uncular köyünde yaptı. Köyde bir okul binasının olmaması üzerine bir kampanya başlatarak köye bir okul binası kazandırdı.

Bazı kendini beğenmişler gibi başka bir yere ya da il merkezine tayinini hiç aklına getirmedi.

"Kâmran Yüce: 1926 yılında Elazığ'da dünyaya geldi, Haydarpaşa Lisesi'ni bitirdikten sonra girdiği İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni yarım bırakarak profesyonel olarak tiyatro oyunculuğuna başladı, çok sayıda oyunda rol aldı. Muhsin Ertuğrul'un 1951'de İstanbul'da kurduğu Küçük Sahne Tiyatrosu'nun çekirdek oyuncu kadrosunda o da yer alıyordu. Daha sonra Karaca Tiyatrosu'nda ve Kent Tiyatrosu’nda da çalıştı. Bu arada şiir de yazan Yüce'nin şiirleri "Küçük Dergi", "Yenilik", "Yeditepe", "Varlık", "Yücel" ve daha birçok sanat dergisinde yayımlandı. yine 1951 yılında sinemaya da ilk adımını attı. İlk renkli Türk filmi olan Halıcı Kız'dan, Yalnızlar Rıhtımı'na, Talihli Amele'den Ses'e kadar onlarca filmde unutulmaz karakterleri canlandırdı. "Gölge" (1955), "Soyunuk" (1961) ve "Güney Yorgunu Atlar" (1971) adında üç şiir kitabı da yayımlamış olan Yüce, iki filmin de yapımcılığını üstlendi. Birçok filmde de seslendirme sanatçısı olarak çalışan sanatçı kısa adı "Film Ses" olan "Film Seslendirme Sanatçıları Derneği"nin kurucu üyelerinden biriydi.

Kâmran Yüce yayıncılıkla da ilgilenmiş, 1960'lı yıllarda Kent Yayınları'nı yönetmişti[1]. Kâmran Yüce 13 Ekim 1986'da bir turne için gittiği Tekirdağ Çorlu'da geçirdiği trafik kazası sonucunda hayatını kaybetti.

TİYATRO OYUNLARI • Hamlet (Şekspir), Küçük Sahne Tiyatrosu, Guildenstern rolü, 1954. •Montserrat (diğer adı: "Bir Ümit İçin") (Emmanuel Roblès), Küçük Sahne Tiyatrosu, 1955 •Burada Gömülü (John Osborne), Karaca Tiyatrosu, sahneye koyan: Yıldız Kenter, 1959.

•Evdeki Yabancı (Claude Magnier), sahneye koyan: Kâmran Yüce, 1960. •Antigone (Jean Anouilh), Site Tiyatrosu, sahneye koyan: Yıldız Kenter, 1960

•Yarın Cumartesi (Güner Sümer), Site Tiyatrosu, sahneye koyan: Lütfi Akad, 1961.

•Raşomon, Karaca Tiyatrosu'nda Kent Oyuncuları, sahneye koyan: Yıldız Kenter 1961.

•Aptal Kız (Marcel Achard), Karaca Tiyatrosu'nda Kent Oyuncuları, sahneye koyan: Kâmran Yüce, Çeviri: Çetin Altan 1961.

• Büyük Sebastiyanlar (Hovard Lindsay-Russel Clouse), Karaca Tiyatrosu'nda Kent Oyuncuları, 1962

•Nalınlar (Necati Cumalı), Kent Oyuncuları, 1962

•Sandalyeler (Eugène Ionesco), Kent Oyuncuları, 1962.

•Ders (Eugène Ionesco), Kent Oyuncuları, 1962. •Altın Yumruk (Clifford Odets), Dormen Tiyatrosu, (Bonaparte Baba), 1963. • Martı (Anton Çehov) Kent Oyuncuları, 1963.

•Deli İbrahim (Turan Oflazoğlu), Kent Oyuncuları, 1967.

• Sevmek İsterdim Babamı (Robert Anderson), Kent Oyuncuları, 1971.

•İnsan Denen Garip Hayvan (Gabriel Arout, Çehov'un hikayelerinden), Kent Oyuncuları, 1972.

•Harold ve Maude (Colin Higgins) çeviri: Gencay Gürün, Kent Oyuncuları, 1980Ölümü Yaşamak, Kent Oyuncuları, 1982.

• Babalar ve Oğulları, Kent Oyuncuları, 1982. Toplam 20 filmde oyuncu olarak rol aldı.. Bazıları: •1951 - Evli mi Bekâr mı 1972 • Ölüm Nöbet Bekliyor /1987 • Kaçış TV filmi (Wikipedia) 55. Dönem Yedek Subay Öğretmen devre arkadaşımdı. Lokantamızın müdavim müşterileri arasında gayet mütevazı bir kişiliğe sahipti. Kimseyi incitmeyen nazik bir insandı. Sessizce masasına oturur, garsonlardan günün yemeklerini öğrenirdi. Ben hemen yanında biter, onunla yapacağım sanat konulu konuşmaya başlardım. Sinema ve tiyatro konusunda engin bir bilgiye sahipti. Tiyatro ve radyo haber dili arasındaki farkları öğrenmeye çalışır, dakikada konuşulacak kelime sayısı hakkında bilgiler öğrenirdim. Vurgular konusunda çok hassastı, bana örnekler verir, not tutmamı öğütlerdi. Yemekler konusunda pek seçim yapmazdı. Patlıcanlı yemeklere karşı bir tercihi olduğunu sonraları öğrendim. Tatlı yerine meyveleri tercih ederdi. Özel gösterimler için davetiye dağıttığına çok şahit oldum. Adı hiçbir dedikoduya karışmayan nadir sanatçılardan biriydi. Mekânı cennet olsun...

MUŞTU

Asım’ın haberi gönlümüze ağır geldi. Hani denilir ya, isyan değildir bu, lakin insanoğlu yakıştırmaz erken gitti, vakitsiz gitti, yapacak daha çok işleri vardı

Recep GARİP

anıdığım en güzel insanlar, yenilgiyi, acıyı, mücadeleyi ve kaybı yaşamış olan ve diplerden çıkış yolunu kendileri bulmuş romantik ve anarşist olan insanlardır. Bu kişiler yaşama karşı geliştirdikleri kendine has takdir, direniş, duyarlılık ve anlayışla; şefkat, nezaket, bilgelik ve derin sevgiden kaynaklanan bir ilgi ve sorumlulukla doludurlar. Güzel insanlar öylece ortaya çıkmazlar; onlar oluşurlar… Elisabeth Kubler Ross…..

Hayat bir şekilde devam ediyor. Hemen hemen her gün sağımızdan, solumuzdan, yakınlarımızdan, uzak diyarlardan, yakın-uzak komşularımızdan, tanışlarımızdan, dostlarımızdan, üzerimizde hakkı olanlardan, edebi ve kültürel gayret sahiplerinden elhasıl birileri bir şekilde ebedi yurda yola çıkıyor. Bazlarına çok içleniyoruz. Üzülüyoruz. Kimilerinin hasretine, vefasına, sevdasına, inancına, hayatıyla bizlere bıraktıklarına, emanetlere tutunarak devam ediyor hayat. Kargaşalarla, savaşlarla, darbelerle, terörlerle, kalkışmalarla, korona virüsü musibetiyle üzülüyorduk.. Ayasofya’nın 86 yıl sonra tekraren Cami olarak açılmasıyla birlik ruhumuz canlandı..Yazıda amacım bunları yazmak değildi. Hala da yazma niyetinde değilim. Lakin yazı kendisinin hükmünü icra etmeyi sürdürüyor ve yazar buna müdahil olamıyor bazen.

Sadede gelecek olursam, bu ay içerisinde üç vedadan kısaca bahsetmeliyim. Kuşkusuz üçü de üzerinde uzun yazabileceğim, konuşabileceğim şahsiyetler olsalar da uzatmak niyetinde değilim. Feyzi Bayhan Ağabeyi Adana’da ebed yurduna uğurladık. Bahsedeceğimin ilki budur. 1969 yılıydı Seyhan Tepebağ Mahallesinden Adana Sinanpaşa ’ya taşınmamız. O vakitlerde at arabaları, paytonlar, bisikletler ve motosikletlerin hâkimiyeti söz konusuydu. Sokaklarımız, evlerimiz, caddelerimiz üçüncü dünya ülkesi görünümündeydi. Sıklıkla elektrik, su kesintileri yaşanırdı. Saatlerce, bazen günlerce gelmediği olurdu. Cömert bir şehirdir Adana. Böylesi bir dönemde tanımıştım Bayhan ve Atıcı ailelerini. İyi, temiz, dürüst Müslüman ailelerdi. Cami imamı Ahmet Garip Hoca Efendi’ye Ulu Cami İmam Hatipliği teklif edilmiş Hoca Efendi cemaati, genci, insanı kalabalık bir semti tercih ettiğini belirterek becayişle gelmişti. Artık Yüreğir İlçesinin merkez camii olan Zincirli ’de göreve başladığı andan itibaren cemaatine dini bilgiler, Kuran okuma, Arapça, Hadis, Tefsir ve Siyer-i Nebi dersleri gibi özel ve genele yönelik nasihatlerini veriyordu. Her geçen gün yeni bir hocanın gelmesiyle cemaatin coşkusu, gençlerin ilgisi artmış geceli gündüzlü dersler başlamıştı. İşte ilk öğrencilerinden biridir Feyzi, Hürrem, Feyzullah, Mehmet Bayhan’lar. Babaları Tahir Efendiyle komşuları Mehmet Atıcı uzak sayılacak bir semtte oturmasına rağmen oğullarıyla Zincirli cemaatinden olmuşlardı. Kısa zamanda özel talebeleri haline geldi Mehmet Bayhan ve Feyzi Bayhan (Amca çocuklarıdır).

Cemaatin her birisini özellikle Babam Ahmet Garip Hocanın talebeleri haline gelenleri yakinen tanıma fırsatım oldu. İşte onlardan biridir Feyzi Bayhan Ağabey. Dürüst, çalışkan, fabrika işçisi, inançlı, imanlı, sürekli okumayı seven, bildiklerini asla saklamayan bir yapısı vardı. İslami hareketi takip eder, düşünce eksenini sürekli taze tutardı. Babamın talebesi olduğu vakitlerden itibaren ben ortaokulu, liseyi Adana’da bitirip Üniversite için İstanbul’a geçiş yaptığımda yaz tatillerinde Adana’ya gidebilirsem ki gençlik olayları nedeniyle iki buçuk yıl hiç gelememişimdir Adana’ya. Lisede okuduğum dönemlerde evlendi Feyzi Bayhan ve Fatih Bayhan aileye katılan ilk çocuğuydu. Sonraki zamanlarda aileler çoğaldıkça, cemiyette siyasal, sosyal, ekonomik hareketlilikler nedeniyle dağılmalar yaşanıyordu. Hürrem Bayhan İstanbul’a, Fatih Bayhan Kıbrıs’a, Osman Atıcı Malatya’ya, Recep Garip İstanbul’a savrulmuştuk bile. İşte böylesi değişim, gelişim ve dönüşümler bizleri de bir şekilde tezgâhında dokuyarak yeniden şehrimiz Adana’ya dönmüş olduk. Böylelikle başlayan bir değişim sürecinde artık aileler kurmuş, devlet memurluklarına başlamış, bir yandan da STK’larda görevler üstlenmiştik. Feyzi Bayhan Ağabey bilgi ve kültürel birikim bakımından diğerlerinden birkaç gömlek daha iyiydi ve aktarmanın mutlaka bir yolunu bulurdu. Fabrikada işçi, Camiye geldiğinde müezzin, evde baba,

kalabalıkta konuşan bir muallimdi. İşte bu vakitlerde “Yeni Sıla” kültür, sanat, edebiyat dergisini yayınlamaya başlamış, Mayıs 1990 yılında ilk sayımızla okuyucuya ulaşmıştık. Haziran 1991 yılına girdiğimizde dergimizin sahibini Feyzi Bayhan Ağabeyi yapmıştık. Hiç itiraz etmeden Recebim sen nasıl istiyorsan öyle yaparız demişti. Böylesi bir dostluk, ağabeylik, güven duygusu kuşkusuz insan yaşadıkça arayıp bulması gereken bir durum ve bir mecburiyettir. Hoş sohbet, güvenilir bir mümin ve dava adamıydı Feyzi Bayhan. Ruhun şad, makamın ali ve mekânın cennet, komşun Rasûlullah Efendimiz (as) olsun Feyzi Bayhan ağabey. Nurlar içinde gönen. Ben şahidim Allah ve Resulünü çok seven mümin bir kuldun.

ADALET AĞAOĞLU: 14 Temmuz 2020 Salı günü 20. Yüzyıl Türk edebiyatının önemli kalemlerinden Adalet Ağaoğlu, 91 yaşında aramızdan ayrıldı. Eserleriyle Türk sineması ve tiyatrosuna, kültürel mirasımıza önemli katkılarda bulundu. Boğaziçi Üniversitesi’nden yapılan açıklamada, “Edebiyatımızın büyük ismi, Boğaziçi Üniversitesi Fahri Doktora sahibi değerli yazar Adalet Ağaoğlu’nu kaybettik. Eserleriyle her zaman yaşayacak” denildi. 1974 - TDK Tiyatro Ödülü, 1975 Sait Faik Hikâye Armağanı, “Yüksek Gerilim” eseriyle, 1979 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü, 1980 Orhan Kemal Roman Armağanı’nı ve yine aynı yıl yani 1980 Madaralı Roman Ödülünü de “Bir Düğün Gecesi” eseriyle almıştır. 1991 Türkiye İş Bankası Büyük Ödülünü “Çok Uzak Fazla Yakın” eseriyle kazandı. 1992 Lebon Kültür Merkezi (Lebon Cinema Clup) Edebiyat Ödülünü “Ruh Üşümesi”, 1997 Aydın Doğan Roman Ödülünü “Romantik Bir Viyana Yazı” eseriyle imza altına aldırmış oldu. 2018 yılındaysa Erdal Öz Edebiyat Ödülünü kazandı. Kuşkusuz edebiyatçılar, şairler, sanatkârlar eserleriyle yaşar.

Ağaoğlu’da eserleriyle yaşamayı sürdürecektir. Adalet Ağaoğlu'nun Ankara Radyosu'nda başlayan yolculuğu İstanbul'da yalnızca yazarak geçirdiği günlerle devam etti. Ölmeye Yatmak, Yüksek gerilim, Bir Düğün Gecesi, Üç Oyun, Çok Uzak Fazla Yakın ve daha nice eserleri bulunuyor. Dokuz roman, dört öykü, beş deneme, bir mektup, iki anı, bir seçki ve on iki tiyatro oyunu eserlerin de sahibidir. "Bu kadar uzun yaşamayı hiç istemezdim" demişti. 15 Temmuz günü Cebeci Asri mezarlığına defnedildi. Ruhu şad olsun. ASIM GÜLTEKİN: Bu gün 22 Temmuz 2020 günü aldığım acı bir haberle Asım Gültekin’de bizleri bırakarak ebed yurdunun kapılarını araladı, üzüntüm büyüktür.. Asım’ın haberi gönlümüze ağır geldi. Hani denilir ya, isyan değildir bu, lakin insanoğlu yakıştırmaz erken gitti, vakitsiz gitti, yapacak daha çok işleri vardı vs. Asımın vefat haberi yüreğimi, içimi, ruhumu acıttı. İlk tanıdığımda Kartal Anadolu İmam Hatip Lisesi Öğrencilerindendi. Şiiri, sanatı, okumayı, yaşıtlarını yönlendirmeyi seviyordu. Her geldiğinde yanında birkaç dergi gösterir, Ağabey bunları hazırladık. Daha güzellerini nasıl yapabiliriz? Neler yapmalıyız gibi aklına takılan-gelen sorular sorar, daha farklı çalışmalar için yollar arardı. Bir defasında Biat ve Seher dergisiyle yanıma gelmişti. Cahit Zarifoğlu’nu farklı seviyordu. Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Cahit Zarifoğlu üzerine konuştuğumuz uzun sohbetlerimiz şimdi gerilerde kaldı. Zaman zaman dil üzerinde çalışmalarından bilgiler aktarır, etimoloji üzerinde fazla çalışmaların bulunmadığını bu alana yoğunlaşmaya karar verdiğini ifade ederdi. Dil Evi Etimoloji Topluluğu Başkanlığını da yürüttü. İstanbul Yazarlar Birliğinde Ahmet Kot ve Ali Ural’la çalıştılar. Mahmut Bıyıklı’nın Kuruculuğunu yaptığı TÜRDEB (Türkiye Dergiler Birliği)’in ilk dönem başkanı ve ilk üç fuarı yaptıktan sonra Asım Gültekin’e Başkanlığı devrettiğini ifade etmekte yarar görmekteyim. Asım Gültekin, çalışkan, gayretli, milli düşünen, iman ve itikat sahibi bir kardeşimizdi. Dünya Müslümanlarının derdiyle ilgilenir, toplantılar, oturumlar ihdas ederdi. Son yıllarda Rasim Özdenören ağabeyle birlikte planlamaları vardı. Planladıkları konuyu tarafıma bilgi kabilinden de aktarmıştı. Kitap Postası dergisini, Dünya Bizim web sitesini ve Cafcaf mizah dergisinin yönetmenliğini yaptı. Yörünge, Yedi İklim, Yeni Şafak, Sağduyu, Milli Gazete, Vakit, Şehrengiz, Düş Çınarı, Kırklar, Gerçek Hayat, Genç gibi dergi ve gazetelerde de kültür yazıları yayımlandı. Mavi Marmara’da, Kudüs’te, Gazze’de, Eritre’de yeryüzündeki mazlumların yanında olmayı, birlikte olduğu gençlikle Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Yedi Güzel Adam oturumları-okumaları yaparak farklı duruşlar ortaya koydu. Mümin bir kardeşimizdi. Rabbim gani gani rahmet eylesin, mekânı cennet olsun. Sıra dışı olmaya çalışmak değil, sıradan olmamak için gayret göstermeye bunun içinde meseleleri ciddiye almaya, hayatı önemsemeye, ilim, irfan, sanat, estetik ve teknikle donanımlı olmaya mecburuz vesselam.

IHLAMUR AĞACIM

Üstadın “ Yaslanacak bir ağacın varsa, düşünme yaslan”deyişiyle ben de bir ıhlamur ağacına yaslamıştım sırtımı.

Şenay ŞEKER

albim bir ıhlamur ağacına takılı kaldı. Kalbimde henüz söylenmemiş sözler, tercüme edilmemiş cümleler saklı. Hayata şiir olarak bakıyorum ve her bir sözüm ruhuma dokunan mısralarla açığa çıkıyor. Gönül diliyle anlaştığımız sevdiklerimiz ise ayrı bir anlam katıyor hayatımıza. Aynı ıhlamur ağacı gibi.

Kainatta her bir varlığın insan ruhunda ayrı bir anlamı vardır. Mesela ağaçlar sağlam bir dost gibidir; dayandığımız, güvendiğimiz ve gölgesinde serinleyip dinlendiğimiz. Çoğu insan anılarını anlatırken muhakkak eskiye dair hayatlarına şahitlik etmiş bir ağacı unutamazlar. İnsanın hayatında iz bırakan bu ağaç, bazen bir erik veya elma bazen de bir kiraz ağacıdır. Ben de unutmazdım sevdiklerimi, hatta ezberlerdim unutmamak için. Üstadın “ Yaslanacak bir ağacın varsa, düşünme yaslan”deyişiyle ben de bir ıhlamur ağacına yaslamıştım sırtımı. Tüm sevinçlerimi tüm sızılarımı hatta sırlarımı bir bir anlatıyordum ıhlamur ağacıma. Bir zamanlar şifa niyetine içtiğim bir çaydan ibaret olan ıhlamurlaaramızda kurulan bu bağ sanırım sıradan bir olay olamazdı.

Her şey bir şiirle başlamıştı sanki. Şiirlerin büyüleyici yanı duygularıma yön veriyordu adeta. Bahattin Karakoç’un“Bağlayıcı bir takvim sorma bana, geleceğim diyorum ıhlamurlar çiçek açtığı zaman” dizeleri dilimde dolanırken “ Ne zaman geleceksin “ diye soramamış, “ Ihlamurlar ne zaman çiçek açıyor? diyebilmiştim sadece. “Bilmiyorum “demişti.

Sonrasında ne zaman bir dostun cemalini arasa gözlerim, henüz ne zaman çiçek açtığını bilmediğim ıhlamur ağacının hayalini kurardım. Ömrüm boyunca kim bilir farkına varmadan kaç kez bir ıhlamur ağacının yanından geçmiştim bilmiyorum. Ta ki yeni taşındığımız evin penceresine uzanan bir ağacın, ıhlamur ağacı olduğunu öğrenene kadar. Artık şunu çok iyi biliyordum ki ruhen aşina olduklarımız, nasibimize düşenler, hayatımıza hiç olmadık anda giriyor ve hayatımızın bir parçası oluyordu. Aynı ıhlamur ağacı gibi.

Aslında ne çok şeyin farkında olmadan yaşıyoruz şu dünyada. Bazen yudumladığımız bir çayın, kıyısında dolandığımız bir ırmağın, üzerinden geçtiğimiz köprünün, yazdığımız kalemin, ıslandığımız yağmurun ve karşımızdan bize selam eden dağların… Ya içimizdekiler?

Karakaplı bir kitap gibi gönlümüzün içinde kapalı kalan güzelliklerin ne zaman farkına varacağız. İnsan ancak kendisinin farkına vardığında etrafına ve en önemlisi de Yaratıcısına yaklaşmaya başlıyor ve gönül sarayının kapıları açılıyor tek tek.

Şiir ve dostluk, ıhlamur ağacının çiçeklerinde bir araya gelmişti benim için. Karlı kış günlerinde ıhlamurun şifalı yapraklarından hazırladığım sıcacık çayı balkonda yudumlarken kupkuru dalların yeşereceği günü merakla bekliyordum. Baharın gelişiyle ilk müjdeyi veren yaprakları nihayet tomurcuklanmış ve yakında çiçek açmaya hazırlanıyordu. Kupkuru bir ağacın vakti gelince tomurcuklanması, hasretlerin bir gün mutlaka vuslata dönüşeceğine dair insana umut veriyordu. Özlemek de güzeldi, beklemek de. Sanırım vazgeçmemek de sevdaya dahildi. Belki de gelemeyeceğini bile bile.

Ihlamurun mayıs sonlarına doğru açışına ilk defa şahitlik ediyordum. Mucizevi şekilde kendine has uzun yapraklara ilişmiş, zarif çiçekleri gördüğümdeki mutluluğumu anlatamam. Ne çok beklemiştim, ıhlamurun etrafına mis gibi koku yayan o güzelim sarı çiçeklerinin açışını. Gelişini…

Geleceğine inandığım sadık bir dostun verdiği huzur gibi, sokağımıza huzur veriyordu ıhlamur ağacı. Hani varlığı yetiyor denilir ya. Karşılık beklemeden ve karşılıklı muhabbetle, hiçbir iyiliği esirgemeden ve tüm kötülüklere karşı esirgeyerek. Sahip olma arzusu değildi bu, “var olmak ve varı olmaktı.”

Yaz ayının ortası olmasına rağmen günlerce yağmur yağıyor, yağdıkça ıhlamur çiçeklerinin kokusu ruhuma doluyordu. İçim ırmaklarla yıkanmış gibi arınıyor ve çiğ damlaları gibi dilime, kalemime dökülüyordu tüm birikmiş kelimelerim. Rüzgâr, ıhlamur kokan kelimelerimi taşıyordu dostun yüreğine.

Gidilecek yer dostun yüreği idi. Ve gidip gelmeler mevsimlere has bir şey değildi. Anlamıştım ki dostun yüreğinde bir yerin varsa kalbin her gün çiçek açardı.

Ah! Gönül hazinemiz, bize değer katan çiçeklerimiz. İşte onların sevgisiydi bizi canlı tutan. Tüm kâinata ibret nazarıyla bakıp Rabbimizin eserlerinde sevgiliyi bulmak ve Yaratana doğru yol almak. İşte bir ağaca, bir çiçeğe anlam yükleten duygular, sevginin ve muhabbetin eseriydi. Yoksa sevgiden, merhametten mahrum kalan kalplerin taşa dönüşmesi, ağaçların bir odun parçasından farkının olmaması, ağzımızdan çıkan sözlerin yüreklere ulaşmadan sadece bir ses olarak yankılanması kaçınılmaz olurdu.

Cahit Zarifoğlu ne de güzel dile getirmiş dizelerinde:

“İnsan sevmeli, bazen bir insanı yahut bir ağacı, ya da kanadı kırık bir kuşu.

Zaten sevmezse insan insan mı olur?”

Ihlamurlar çiçek açtı ve ben bir ıhlamur ağacına sırtımı yaslayarak alemi okuyorum. Hesapsız sevgiler, esirgenmeden söylenen güzel sözler topluyorum yüzümde tebessümle. Her ağacın çiçeği meyveye dönüşürken ıhlamurun çiçeği meyvesiydi ve benim kalbim ıhlamur ağacına takılı kaldı.

DEFTER-İ MEŞAHİR, ASAF HALET

Henüz yirmilerinin başında olan genç şair haki renkli ceketini sırtını atacak, boğazını sıkan halis şaldan kravatını biraz gevşeterek düşünce ve edebiyat dünyasının birbirinden değerli simalarıyla karşılaşmak için soluğu burada alıyordu işte çoğu zaman.

İmdat AKKOYUN

ir söz söyle ırmağım olsun.. Beylerbeyi’nin dik yokuşundan koşar adım gelen genç delikanlı son vapura yetişme derdindeydi. Birazdan vapura binecek etrafta uçuşan martılara simit atan İstanbul Hanımefendileri, beyefendileri, Sirkeci’den kalkan kara trenin dumanları çarpacaktı gözüne. Karaköy’den, Haydarpaşa’ya giden bir başka vapurun düdükleri arasında son bir mısra iliştirmenin aşkı kasıp kavuracaktı kavruk ruhunu kara kaplı defterine. Muhibbi kütüpler için bulunmaz bir nimet sofrası. Birazdan orada olacaktı. Orada aynı anda Osman Şevki, Necip Fazıl, Ahmet Haşim, Nureddin Topçu, Cevat Rıfat ve daha birçok kalem ve düşünce erbabı da olacaktı. Öyleye iş çıkışında Kapalıçarşı’daki Çukur muhallebicisinden ceplerine doldurduğu biraz kuru üzüm, biraz leblebi ile Cağaloğlu yokuşundan Beyazıt’ta alacaktı soluğu. Orta boyu, şişmanlığı, çay kutuları Çinli resimlerini andıran düşün pos bıyıklarından dolayı görenlerin çoğu onu Hindistanlı baharat tüccarlarına benzetse de o bütün bunlara gülüp geçecekti. Sahaflar çarşısı onun yorgunluğunu hafifletecekti. Akşam iş çıkışı yeniden Beyazıt. Bu sefer daha uzun soluklu. Küllük kıraathanesi onun gibi yolu kalemden geçen, düşünce dünyasının dehlizlerinde yüzmekten korkmayanların uğrak yeri. Bazen çok uzun soluklu olmasa da bir bardak çay, bir iki dostla muhabbetin beli kırılacak, günün yorgunluğu atılacak ve eve oradan gidilecek.

Henüz yirmilerinin başında olan genç şair haki renkli ceketini sırtını atacak, boğazını sıkan halis şaldan kravatını biraz gevşeterek düşünce ve edebiyat dünyasının birbirinden değerli simalarıyla karşılaşmak için soluğu burada alıyordu işte çoğu zaman. Sivri topuklu ayakkabılarını döşeme taşlı kaldırımlarda tıkırdata tıkırda geldiği bu mekanda alnındaki terleri silerken gözleri dalgın bir cam kenarına kurulacaktı. Birazdan içeriye girecek kendine yakın hissettiği edip, nasir, hattat, neyzen, musikişinas, udi ya da şairlerden birinin karşısına alçaktı soluğu Birçoğu için dudak bükülecek, istihzaya varacak nemelazım bir konu olsa da onun için bu paha biçilmez bir şeydi

Genç şair kendinden önce bu yolda yürümüş, isim yapmış, sanatın çeşitli dallarında neşvü nema bulmuş isimlerinden koltuğunun altındaki deftere bir mısra, bir iki satır da olsa bir şeyler karalamalarını arzu ediyordu. Bu isteği çoğu zaman da karşılık buluyordu. Bizzat kendi el yazmalarıyla doldurduğu bu defteri aynı günün akşamı koltuğunun altına sıkıştırdığı gibi Beylerbeyi’ne giden son vapura yetişmek mutlu bir çocuk edasıyla ayaklarına kalçalarına değercesine koşar adım gidiyordu. Geçmişle bağını koparmışlara inat ısrarla Doğunun kadim izleklerini şiirine eklemleyerek kadim bir medeniyetin izlerini sürer gibiydi. Bulduğu her şeyi yazan Süheyl Ünver gibi o da günlerde koltuğunun altında defteri eksik etmezdi. Bulduğu her şeyi yazmak için değildi onunkisi. Yürüdüğü yolda, geçmişin izleğini bırakmadığı gibi önden gidenlerin olurlarını da almayı görev addediyordu. Sanat bir bütündü. Bunun için

sadece şiirle sınırla kalmıyordu. Musiki başta olmak üzere, hattat, muallim, neyzen, sandıkçı, nasir, sefir kime denk gelirse ondan hatıra bir iki satır rica ediyordu. Allah var ya çoğu da kırmıyordu. Bunlardan en ilginci Abdülbaki Gölpınarlı. Vefat haberini bile defninden sonra ilan edilmesini isteyecek kadar görünürlükten beri olan Gölpınarlı bu genç şairi kıramaz.

Düşülen tarihlere bakılırsa henüz yirmi bir, yirmi iki yaşlarında. Yolun başında ve belli başlı yerlerde henüz çıkmış şiiri. Genç ve heyecanlı. Zamanın şiir anlayışı kendi halkasında ona yer vermekten imtina ediyor. Garip akımı altın devrini yaşıyor. O ise bütün bunlara aldırış etmeden Mevlevi dergâhında aldığı terbiye ile dün ile bugünü bütünleştirerek kendi yolunu kuruyor. Geliştirdiği yeni üslubuyla revan oluyor yoluna. “İbrahim!” diyor mesela. Zamanın büyük put kırıcısı, imanın babası İbrahim Peygamberden mülhem içimizdeki putları kırmaya çağırıyor insanlığı. Babil asma bahçelerini ve Buhtunnasır’ı da ilikliyor yanına. Geçmiş bir ırmak olup akıp giderken sizi de bindiriyor kayığına. Ötelerden büyük mutasavvıf Cüneyd-i Bağdadi’de geliyor sonra. “Sidharta”, “Mâra”, “Mariyya”’da. Ne diyor bu diye şaşkınlıkla seyrediyor kayıktakiler. Anlayanlar bir düş bahçesinde yürür gibi yol alıyor aheste aheste. Sesler, imgeler, renkler, çağrışımlar, çağrılar… İçimize. Hep içimize doğru akan bir ırmakta ilerliyoruz yol boyu… İslam’ın, İbrahim’in, Mevleviliğin, Budizmin, Cüneyd’in, Mevlana’nın, Tevrat’ın, İncil’in, Nûrusiyah’ın kadim yürüyüşü bu.

Asaf Halet yolculuğunun başında gençliğin verdiği heyecanla aferin bekleyen bir çocuk gibi bu yolun eüstdlarından birer hatıra topluyor. Bugünlerdeki imza günlerine benzetsek de tam olarak bu değil aslında. Bir başka söylem önden gidenlerin hayır duasıyla yola çıkmak da diyebiliriz buna. Kimler yok ki defterde. Devrin sultanı-ı şuarası Abdülhak Hamit’ten tutun Hattat Hamit Aytaç’a kadar birçok isim. Asaf’ın yirmili yaşlarının başında oluşu hassaten ıskalanmamalıdır buraada. 1928 ile 1931 yani 21 ile 24 yaşlarında oluşturulan defter-i meşayih elli beş kişilik listesi ile onun ruhunun aynası hüviyetindedir. Öyle ya marifet iltifata tabidir kavlinden mülhem hangi birimiz yapmaz ki bunu. Yapıp eylediğimiz işlerin hassaten bu işin erbapları tarafından görülmesi, sadra şifa bulunması bizi onurlandırdığı gibi o işte şevk ve heyecanımızı da artırır. İnsan rüzgârını yediği dağın havasını solur. Sonra “kişi sevdiği ile beraberdir” buyurur Peygamber-i zişan. Bu yüzden imzasını aldığı isimlere baktığımızda onun kimlerle ve nerelerde iştigal ettiğini de gayet iyi gözlemleyebilmekteyiz. Hattat, musikişinas, bestekar, neyzen, kitabiyat, edip etrafında dolanıp durulan bir ömür törpüsü bir genç yetenek. Onun Mevlevi meşrebinden olduğunu handiyse bilmeyen gibidir. Abdülbaki Gölpınarlı, Ahmet Remzi Dede, Ahmet Celalettin Dede gibi isimler hassaten öne çıkmaktadır. Hatta hassaten onlara defterinin başında yer verebilmek için ayrıca iltizam göstermiştir.

O bir şairdir. Sıkı bir şairdir. Bu yüzden Mevlevi dergâhının havasını teneffüs ederken şairler ve ediplerle de yakın ilişki içinde. Abdül Hak Hamit Tarhan, Hüseyin Rahmi Gürpınar, tezkire geleneğinin büyük üstadı İbnülemin Mahmut Kemal İnal, beş ciltlik Sefine-i Evliya” kitabının müellii Hüseyin Vassaf Efendi, Musıki bestekâr, neyzen Rauf Yekta Bey, kitabistan mülkünün sultanı İsmail Saib Efendi, Samipaşazade Sezai, Keşiş Dağı2nın ismini Uludağ’a kalbettiren Bursa’nın ulularından Hattat Osman Şevki Uludağ, Hattat Necmettin Okyay, Hattat Hulusi Efendi ve dahası.

Batının bohem yazarlarında görmeye alışkın olmadığımız bir şey daha vardır bu defterde. Hatta sık sık şahit olduğumuz baba-oğul çatışmalarının aksi bir şeydir bu. Doğu insanı vefa örnekliği ile yaşar. Bunu yaratıcından tutun ilk çevresinden dış halkaya doğru uzatır. Bu anlamdan babası Mehmet Said Çelebi’yi de pas geçmez defterde şair. Yine aynı meşrepten olan Arapça, Farsça ve Fransızcadaki vukufiyeti ile onun ilk mürebbiyesi oluyor babası. Bir nevi dergâhın pirleri kadar, babasının da duası ile yürümek istiyor kelimeler dünyasındaki yolculuğunu Asaf Halet.

Hasılı kelimelerle ülfetin başında olan ve istikbal vaad eden bir delikanlıya birkaç satır karalamaktan imtina etmiyor bu zerafet ve muhabbet ehli. Bir devre damga vurmuş, rahmani bir soluk üflenmiş bu birbirinden değerli idraklere dokunuyorsunuz satırları okurken. Asaf Halet-i okurken yazılanlarda aslında biraz da onların peşine düşüyorsunuz. Defter-i Meşahir muhtevası kadar oraya imza koyanların tarihçeleri ilgiyle okunmayı hak ediyor.

ŞEHİR SOHBETLERİ 32

CORONA SONRASI ŞEHİRLER, ŞEHİRLERİN YENİ HALİ -III-

Üreten şehirlere dönmeden başka çare yok. Şehirlerin çeperlerinde, çevrelerinde doğal alanlara, tarım alanlarına ne kadar çok ihtiyacımız varmış, anladık.

Ahmet NARİNOĞLU

Fotoğraf: https://m.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/704414.aspx u dönemde kurumlarda merkez olmaktan çıkıyor, insan merkeze alınıyor. İnsanlar kurumlara gelerek hizmet kuyruğuna girmek yerine, kurumlar insanın ayağına gidiyor. Kurumlarda örgütlenme ve görev anlayışı değişiyor.

Hizmet sektöründe bilişim/ bilgi işlem/ bilgiye dayalı sistemler alabildiğince devreye girer. Bir hasta takibi bile bilişim programlarıyla yapılıyor. Bilgisayarlar, cep telefonları eskiden kolumuza taktığımız saatler, parmağımızda yüzüklerden daha vazgeçilmez oluyor. Nerdeyse onsuz günlük yaşam geçmiyor. Hizmet açısından iyi ve gerekli görünse de insanı bağlıyor, bağımlı hale getiriyor. ‘’Yukarı tükürsen bıyık, aşağı tükürsen sakal’’ misali. Ama kontrol insanda, insanın iradesinde oldukça Hz. Alinin ifadesiyle ‘’asrın silahı’’ndan yararlanmalıyız. Yararlanmasak da kaçış yok.

Bazı mesleklerin önemli, bazılarının önemsiz olduğu, kurumlarda öyle. Düzene sil baştan yeniden bakılmasını da, ne gerekli, ne gereksiz, ne yararlı, ne yararsız, ne gitmeli, ne kalmalı hepsinin üstüne iyice kafa yormanın vakti geldi bile.

Kentlerin imarından memnun olan var mı? Cetvelle, kalemle çizili, içinde insanın her ihtiyacının karşılandığı imar planları. Bu ifadeler imar planı ana raporlarında yazar. İmara açılan yerlerin toprağı, coğrafyası, canlıları, habitatı… Hepsi için yaşam alanları planlanır. Tabiat korunmaya çalışılır. En azından raporlar böyle yazılır. Gerçekte öyle mi? Nere imara açılırsa orda tabiat bitiyor. Canlı yaşam alanları kalmıyor. Gerekçede talep, nüfus artışı, şehirlerde aşırı yoğunluk. Gelsin çok katlı yapılar. Güneşin uğramadığı mekânlar. Eski yerlerde de mesafeli yapılar, bahçe alanları yıkılarak bitişik beton yapılar geldi.

Eskiden köye ulaşan kıvrımlı/ dolambaçlı yollara tavuk yolu derlerdi. Şehirlerde de kimin arsası varsa arsaya göre cadde ve sokaklar çizildi. Hatta çoğu şehirler müteahhitlerin yönlendirmesiyle yapılaştılar. Yani rant, yani insanı merkeze almayan imar düzeni. Şehirlerde imar ve mülkiyet çözülmedikçe düzen gelmeyecek. Batı ülkelerinde imarda kamu payı %50’lerde. Yüzde elli ve üzeri kamu payı olunca insani şehirlerin kurulacağını belediye başkanları söylüyor. Yanında kamulaştırma kolaylığı sağlandığında yeni şehircilik yapılacak,

yeni şehirler doğacaktır. Mahalleye geri döndük. Bir mahallede yaşadığımızı, bir mahalleli olduğumuzu anladık. Aaa mahalle ne güzelmiş. Cadde, sokak tanıdık insanlar bildik, bakkallar, işyerleri uğraklık oldu. Zaten şehirler mahalle üzerine kurulu. Mahalle olmadan şehirler olmuyor. Semtler, siteler, bloklar, gökdelenler gibi modern şehir adımları şehrin eksenini kaydırıyor. Evler yatma yerine dönüyor. Siteler mahallenin yerini alabilir mi? İşi uzmanları tartışmalı, mahalle kültürünü site kültürüne dönüştürerek çare bulabiliriz. Mesela komşuluk, yardımlaşma, paylaşma, sohbet, kaynaşma….

Sayabiliriz. Atasözlerimiz mahalle kültürü üzerine söylenegelmiş. Bunları sitede uyguladığımızda al sana mahalle kültürü. Mesela ‘’komşuda pişer, bize de düşer’’ atasözü. Gülümsediğinizi görüyorum. Siteler ortak yaşam alanlarına dönüyor. En azından parkı, oto parkı var. Az da olsa yeşil alanı var, oturma alanları var. Buralarda ortak yaşam sürüyor. Ne var ki, çağdaş kent/ çağdaş yaşam dediğimiz şey insanı insandan koparıyor. Oysa musibet bize kaynaşmayı, paylaşmayı halleşmeyi öğretiyor. Betonları hiç sevmem. Biz; taş, kerpiç, tuğla, gördük, bildik. Beton şehirliydi. Oraya da batıdan ithal. Bizim medeniyetimiz batıdan her gelene kuşku ile bakarken betonu çok sevdi. Ülke baştan sona betonlaştı. Toprak kayboldu, doğa kayboldu. Betonlaşma medeniyet ve modernleşme adıyla sunuldu. Madem modernleşecektik betonlaşmalıydık. Öyle de oldu. Şimdi beton dökülen yerler asırlarda geçse de kaybedilmiş topraklar. Beton ülkesi genişlerken doğa ülkesi daralıyor ve kayboluyor. Doğayla betonun savaşında betonun yanında yer aldık. Aldıkta kazanıyor gibi görünürken kaybeden olduk. Musibet gösterdi ki, öksüz doğaya yeniden ana babalık/ atalık yapmalıyız.

Eğitim için dört duvar yetermiş. Hatta ona da gerek yokmuş. Her yerde eğitim olur, her yerde eğitim verilirmiş. Bunu başa gelen musibetle öğrendik. Cumhuriyet kurulduktan onlarca yıllar içinde Anadolu’ya okulun dolayısıyla eğitim, dolayısıyla aydınlanmanın gitmeyişinde de bu okul binası yapma yanlışı yatıyor. Önce bina yapalım, sonra öğretmen, sonra eğitim. Bu yanlış yolla nesiller cahil kaldı, heba oldu. Sosyal çalkantılar, teröründe temelinde bilinçli cahil bırakılmışlık yatıyor maalesef. Şehirlerde musibet meselesiyle buradan ders çıkarmadı. Şimdi eğitim evlerde veriliyor. Her ev okul oldu. Her evde bilginin/ bilimin ışığı yanıyor.

Fotoğraf: https://www.sabah.com.tr/ gundem/2020/03/11/son-dakika-coronavirus-haberi-istanbulda-coronavirus-tedbiri-istanbulda-toplu-tasima-araclari-dezenfekte-ediliyor

Her ev okul oldu. Her yer eğitim sahası. Anne- babalarda çocuklarıyla öğrenci oldular. Aynı yaşa geldiler. Keşke aile hep böyle zaman ayırsa da yuvaya bereket gelse. Gelen bereket devam etse. Şehir baştan sona eğitim kurumu oldu, evler sınıfa döndü desek yalan olmaz. Artık bilgiyi vereninde önemi kalmadı. Bilgi merkeze alındı. Bilgiye ulaşmak için akla gelmedik yollar bulundu. Eğitim araçlarıyla, muhtevasıyla ne denli zengin olursa olsun, yüz yüze, insandan insana eğitimin yerini tutmaz elbet. Eğitim eskisi gibi olmayacak. Yeni eğitim sorgulamayı, bilgiye ulaşmayı, incelemeyi, araştırmayı öğretti. Artık öğreteni de, öğrenileni de sorgulama zamanı. Kendimize bakmazmışız. Sağlığı ihmal edermişiz. Hele temizliğe hiç önem vermezmişiz. İnsan temiz olunca daha sağlıklı olacağını şimdi gördük. Bir Anadolu meseli anlatırlar. Bu şehirde bir kasapla, bir hamamcı oğullarını yarıştırmış. Kasap oğlunun bol et, gıda yediğine güvenerek övünmüş. Yarışı hamamcının oğlu kazanmış. Mesel derki temiz olursan bünyen o kadar güçlü olur. Yani bugünkü bağışıklığı anlatıyor bize.

Musibet vesilesiyle şehirlerimiz daha temiz. Havası, çevresi, suyu, doğası, iklimi, yapıları, umuma açık alanları, cadde- sokakları, parkları, kaldırımları… Hem yerel idareler temizliyor, hem de kirletenler şehirden/ ortalıktan çekildiler. Ya insan olan bizler! Ne kadar sağlık kusurumuz varmış. Doğru bildiğimiz/ yanlışlar varmış. Dersimizi iyi alıyoruz. Artık iyice sağlığımıza, beden temizliğine, yeme- içmemize, çevremize olabildiğince temiz tutuyoruz. Kolonyayı unutan toplum yeniden tanışıyor. Su temizlik nimetiymiş. İyice anlıyoruz. Suyun asaleti temizlenen insana geçermiş. Sağlığı doğrudan/ direkt uzmanlarından dinliyor, anlıyor, tatbik ediyoruz. El, yüz, beden temizliği hayatımızın normali oluyor. Nice tiklerimizi terk ediyoruz. Neticede temiz şehir, temiz insan birbirini tamamlıyor. Eskiden öyle değil miydi? Şehirli denince temiz insan akla gelirdi. Şehirli aslına rücu ediyor. Devam edecek….

ŞEHRE VURGU VE HİPPODAMOS’UN KENT KURGUSU

Geçmişten günümüze şehir üzerine söylenilen tüm şeyler insanın şehri etkilediği, şehrin de insanı etkilediği yöndedir.

Bilal CAN

ir. Şehir denilince aklımıza dört başı mamur, düzenli fakat karmaşık yerleşim yerler gelmektedir. Şehri zaten bir arada tutan bu düzenlilik onun karmaşık nizamından kaynaklanmaktadır. Karmaşıklığın düzenli hali gibi gözüken bu durum nizamsızlıktaki nizam/makro evrenin mikro mekânda neşet etmiş hali gibidir. Geçmişten günümüze kadar kurulan şehirlerin yapısına baktığımız zaman karşımıza çok farklı şehir oluşumları gözlemlenmektedir. Şehri ortaya çıkaran bu nedenler o şehrin işleyişi hakkında da birçok ipucu sunmaktadır. Bu şehirlerin kimi ticari, kimi dini, kimi ise askeri bir oluşum sergilemektedir. İki. Şehirler, insan hayatını düzenlemek amacıyla kurduğu en önemli unsurlardan biridir. Bu bakımdan şehir, insanı bütün yönleriyle belirli bir çerçeve içerisine alarak kendini inşa ettirir. Bu bir tür sınır çizme, insan olabilme ve insan kalabilme sınırının belirlenmesi anlamına da gelir. Bu bakımdan şehir hem kurgulanan hem de kurgulayan bir olgudur. Geçmişten günümüze şehir üzerine söylenilen tüm şeyler insanın şehri etkilediği, şehrin de insanı etkilediği yöndedir. Şehir, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen, dünyaya bakış açısını şekillendiren, yaşam tarzını belirleyen mekânlardır. Sosyolojinin kurucu isimlerinden olan İbni Haldun’un toplum tanımı dolaylı yoldan şehir, şehirli, şehirleşme konularını kapsamaktadır. Bedevi, hadari toplum kır – şehir ayrımını ayrıntılı bir biçimde ortaya koymaktadır. Bu bakımdan sosyolojinin bir şekilde mekânla/kent ve şehirle sıkı sıkıya bağlı ilişkiler bütünlüğü olduğu sonucunu ortaya çıkmaktadır. Yine modern sosyolojinin kurucu isimlerinden Max Weber’in Şehir adlı eseri de sosyolojinin neliği üzerine önemli çıkarımlarda bulunur.

Üç. Modern toplumun anlaşılması, toplumsal ilişkilerinin ve yönelimlerinin belirlenmesi mekânın insan üzerindeki etkisinin boyutunu göstermektedir. Bir makro mekân örneği olan şehir daha çok gelenek ile örüntülü bir boyutta iken kentler ise kapitalizmin sağladığı imkanlar dâhilinde oluşturulan yerleşkeler olarak anlaşılmaktadır.

Dört. Şehri şehir yapan nedir? Şehirlerin oluşumu konusunda birçok görüş mevcuttur. Bu görüşler temel olarak “kurgusallık taşıyan” ve “doğal şekilde oluşan” şehirler

olarak kategorilendirilebilir. Kurgusallık taşıyan yerleşkeler M.Ö. 5. Yüzyılda Miletli Hippodamos tarafından başlatılmıştır. Hakkında bilgileri Aristo’nun Politika kitabından az da olsa elde etmek mümkündür.

Hippodamos, kenti kurgularken mekânı bir pergel ve cetvel ile çizerek dama tahtasına benzer bir planla modern kenti kurgulamıştır. Birbirini dik açılarla kesen sokaklar ve caddeler Hippodamos şemasına göre düzenlenmiştir. Bu uygulama daha sonra kent planlayıcılarına ilham olmuş, geometrik düzende birçok mekân ortaya çıkmıştır. Kent plancılarının bu yolda başlattıkları kent çalışmaları modern kentlerin temelini teşkil etmekte, birbirini dik ve keskin açılarla kesen caddeler, sokaklar modernizmin kentler üzerinde temayüz ettiğinin nişanesi olarak okunmaktadır. Çünkü modern kent insanı, bu keskin bir biçimde ayrılmış cadde, sokak ve bulvarda gündelik ilişkilerini düzenleyecek, sıra sıra dizilen dükkanlardan alışverişler yapacak, moda akımına dahil olup o mekânda yaşayanlar ile aynileşme sürecine girecek, vitrinlerde kendisine sunulan hayat biçimini sorgusuz kabul edip hayatına entegre edecektir. Hippodamik kent düşüncesi bir mekânı sıfırdan ele alarak yeni baştan bir kurgu ile kendini var eder. Yani bu planı uygulamak için öncelikle o mekânın yapılardan arındırılması, ya da birçok yapının yıkılarak belirlenmiş plana uygun hale getirilmesi gerekmektedir.

Beş. Kurgusal kentler, bir amaç uğruna hazırlanan yerleşkelerdir. Belirli bir plan dahilinde oluşturulan bu yerleşkeler, insanlığın zihin dünyasının mekânsal analizi bakımından ele alınıp değerlendirilebilir. Anlam dünyasının, odak noktasının değişmesi, yerleşkelerde de bir biçimde ortaya çıkmaktadır.

İnsanlığın tarihsel serüveni ayrıca mekânların da serüvenidir. Mekânlar üzerinden bir tarih okuması yapmak bu bakımdan insanlığın anlam dünyasına katkılar sunacaktır. Her mekân bir anlamın, bir görüşün bir felsefenin ürünüdür. Yaşantılar amacıyla kurulan mekânlar, farklı işlevsel özellikleri ile de insanlığa hizmet etmektedir.

Altı.Mekân içre mekân olan insanı, mekân dışında düşünmek olası değildir. Çünkü zamandan ve mekândan münezzeh olan ancak yaratıcıdır. İnsanlığın ana rahminde

başladığı süreç doğulan yer, yetiştiği yer ve ölüp gömüldüğü yer olarak hep bir mekân içerisinde tahayyülünü zorunlu kılar. Ahiret inancı da keza mekânlar içerisindedir. Arasat Meydanı, Sırat Köprüsü, Cennet ve Cehennem… ve yine Kuran-ı Kerim’deki cennet ve cehennem tasvirleri mekân tasvirleri olarak insanlığın mekân düşüncesine etkilemektedir.

Yedi. Geleneksel şehir yapılanmalarına bakıldığında yerleşim yerleri bir yeri merkez olarak alır ve bu merkezler nezdinde o şehir din, askeri, ticari şehirler olarak sınıflandırılırdı. En genel şehir düzeni ve özellikle coğrafyamızda gözlemlenen durum bir mabet etrafına yerleşip oluşmuş şehirlerdir. Anadolu şehirlerinin temel yerleşim düzeni mabedi merkeze alan yapılanmadır. Kapitalist mantaliteye göre düzenlenmiş kentlerde ise odak noktası kaymış, Hippodamos şemasının/sarmalının belirlediği keskin bir biçimde birbirinden ayrılan sokak, caddelerle meydanlara, iş merkezlerine, alışveriş merkezlerine doğru kaymıştır. Bu da zihin dünyasında yaşanan değişim ve dönüşümün göstergesi olarak okunabilmektedir.

Sekiz. Zihin dünyasındaki değişim odak noktasının dinsel olandan dünyevi olana yönelmesi mekânlar/yerleşkeler üzerinde zuhur etmiştir. Mabedi/camiyi kendine odak noktası olarak alan Müslüman şehir insanı, gününü beş vakit namaza göre ayarlarken iş merkezleri, alışveriş merkezlerini kendine odak olarak seçen kent insanı ise mesai saatlerine göre kendini ayarlar. Zihin dünyasındaki bu değişim insanlarda bir şekilde kırılmalara neden olmuş, kent insanı ve şehir insanı arasında bir ayrımın yapılması gerekliliğine yönlendirmiştir. Kent insanı ile şehir insanı arasındaki zihinsel fark, salt mekânsal unsur üzerinden değil algılama ve yaşam biçimleri, kültürlenme ve sosyal ilişki boyutunda da kendini göstermektedir.

This article is from: