13 minute read

GÖÇMENLiĞi BiLMEDEN

Next Article
LANETLi AVLU

LANETLi AVLU

Benim de arkamda Renkli taşlar olsaydı, Çocukluğuma giden yolu Bulmam kolay olurdu. Behçet NECATİGİL Erbay KÜCET

ristof Kolomb’un, Latin Amerika yerlilerinin ‘Guanahani’ dediği ‘Bahia’ adasına ayağını basıp ‘San Salvador’ adını vermesinden 463 yıl, Amerika Birleşik Devletleri Beyaz Saray binasının temelin atılmasından 163 yıl, Amerikalı eczacı Pemberton’un ‘Coca Cola’ formülünü bulmasından 69 yıl, Ankara’nın Başkent olmasından 32 yıl, Turgut Özal’ın doğumundan 28 yıl, Atatürk’ün Mason Localarını kapatmasından 20 yıl sonra İtalyan kemancı Giovanni Battista Viotti adına düzenlenen ‘Viotti Keman Yarışması’nda keman virtüözü Suna Kan’ın birincilik aldığı 13 Ekim 1955 Perşembe günü Ankara’da dünyaya ‘hoş bulmuş’um.

Advertisement

Selanik/Kayalar-Haydarlı bölgesinde yaşarken 30 Ocak 1923’de Yunanistan’la imzaladığımız Mübadele Anlaşması gereğince 1924 senesinde ‘takas’ anlamına gelen mübadele ile Türkiye’deki Rumların Yunanistan’a; Yunanistan’daki Türklerin de Türkiye’ye göçünde Molla İsmail, beş yaşındaki oğlu Emin Ali ile hanımı Ayşe’yi alıp apar topar ‘mübadil’ olmak için memleketlerinden çok uzaktaki Selanik’e meşakkatli bir yolculukla ulaşmışlardı.

Selanik limanında demirleyen Gülcemal vapurunun güvertesinde kendilerini uğurlamak için el sallayan yoktu. Kaptanın her limandan ayrılırken çaldığı düdüğün sesi ağıtlarına karışmış, doğup büyüdükleri, ekip biçtikleri topraklara yaşlı gözlerle veda etmek zorunda kalmışlardı. Onları sevindiren ise gidecekleri yerde kardeşleri bildikleri insanlarla buluşacak olmalarıydı. Yol azıkları börek, çörek ve içeceklerini dalgaları sağa sola serpiştirerek yol alan vapurda paylaşırken babaannem Ayşe hanım yol arkadaşı kadınların yardımıyla ikinci çocuğu ‘Muhsin’i güvertede kucağına almıştı.

“TATLARLIYIM, AVUKATGİLİN HASAN’IN TORUNUYUM” Bilirsiniz ilk tanışıldığında nerelisin? Ardından kimlerdensin? suali gelir. Çocukken mahalle ve okul arkadaşlarımın bu soruya babalarının doğup büyüdüğü köy, kasaba ve şehri söylediklerinde annemin köyünü söylemişimdir. O günlerde mübadil yani muhacir olduğumuzu bilmediğimden babamın Selanik’ten göçü sonrası yerleştirildikleri Giresun-Şebinkarahisar Güvercinlik köyünü görmemiştim. Yakın akrabalarla, Ankara’ya tedavi için geldiklerinde Aktaş’taki gecekondumuzda tanışırdık. Akrabalarımızın

bir kısmının Niğde’nin Uluağaç köyünde, bir kısmının Manisa’nın Akhisar kazasının Medar köyünde yaşadıklarını öğrenmem sonraki yıllarda olmuştu. İlk gençlik yıllarıma kadar atalarımın Selanik’ten göçtüğünü kimseyle paylaşamadığımdan anne tarafından dedemin lakabı ve dayılarımdan bahsederek geçiştirdiğim çok olmuştur. O yıllarda göçmen veya muhacirlere yerleşik halkın ve bazı basın organlarının Selanik’ten Türkiye’ye göç etmiş ailelere ‘Sebatayist, dönme, Yahudi’ gibi sıfatlarla hitap etmelerinden rahatsız olduğumdan okul, mahalle ve komşular arasında bu konuya girmezdim. Ailede kimse “Selanikli olduğunuzu sakın söylemeyin” diye tembih etmemiş olsa da doğru olacağını düşünerek kimliğimi saklamak için “köyümüz Tatlar, lakabımız Avukatgil” derdim.

Çocukluğumuzda en çok sıkıntı çektiğimiz diğer konu soyadımla ilgili sorulara inandırıcı ve tatmin edici cevaplar verememekti. Bu konuda babamın bizlere gazetelerin bulmaca sayfalarındaki ‘cet’ ten yola çıkarak “Kücet, künyeli soy” diyerek kısa yoldan ürettiği cevapları hayatımızın her aşamasında kullanmamıza itiraz eden olmamıştır. ‘Kücet’ her ortamda dikkati çekerdi. ‘Aslanlar, doğanlar, şahinler, kartallar, çiğdemler, laleler, güller, sümbüller, efe ve yiğitlerin’ bolluğu dururken kimsede olmayan ilginç, ilginç olduğu kadar anlamını dahi bilemediğimiz soyadımızın telaffuzundan dolayı Köçek, Küçük, Köçet, Göcet vs. denilerek gülünmesi karşısında geçerli veya yeterli izahımızın bulunmadığını itiraf ediyorum. İlerleyen günlerde ülkemizde sözlük yazarlığı konusunda otorite sayılan ağabeyimizin de soyadımızın anlamına katkı ve çözüm bulamadığını görünce bırakmıştım ki, kültürel bir etkinlik için Sivas’a yaptığım seyahatte yol arkadaşım TÜRKSAV Genel Sekreteri Yavuz Gürler’in zahmet edip gönderdiği notu paylaşıyorum: “Küçet: ‘Mazlum’ demek. Kıpçak Türkçesine ait bir sözcük. Kökeni küçemek 'zorlamak, baskı yapmak' fiilinden. XV. ve XVI. yüzyıldaki Şahseven Türkmenlerinin beylerinden birinin adı da Küçet/Küçek Han'dır.” Teşekkür edilir, öyle de yaptık. Ankara Altındağ’ın karakteristik özelliklerini üzerinde taşıyan birisi olduğumuzdan olaylar karşısında çabuk alevleniriz. Haksızlığa tahammüllümüz olmaz, karşımızdaki kim olursa olsun fark etmez Altındağlı Hakan Taşıyan’ın şarkısında olduğu gibi kaybeden olacağımızı bilerek ‘itirazım var!’ deriz. Mahalle kavramını, mahalleli ruhunu iliklerimize kadar yaşarken fedakârlık, insanî değerler ve komşuluk kavramı öne çıkmıştır. Olmayana verilir, alamayana alınır, gösterişsiz ama düzgün giyinilirdi. Kavgalar, delikanlılık raconu gereği Hatip Çayı kenarında yapılırken siyaset dışı kalınmasını bugün anlamakta güçlük çekenler olabilir.

Toplumsal hafızamızda, siyasette, uluslararası ilişkilerde ciddi kırılmalar meydana getiren Balkan Savaşlarının 100. yılı vesilesiyle Türkiye Yazarlar Birliği, Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Dairesi Başkanlığı, Uluslararası Saraybosna Üniversitesi (IUS), Yunus Emre Enstitüsü, Saraybosna Türk Kültür Merkezi ve TİKA Saraybosna Koordinatörlüğünün ortaklığıyla Saraybosna Belediyesi Büyük Salonunda 14 Aralık 2012’de yapılan sempozyumda ilim adamlarımızın sunumları sonrası vecde gelmiş olmalıyım ki; söz isteyerek, “Türkiye’de yaşayan ve kimliklerini gizlemeyenlere teşekkür ediyor, ‘Selanikli’ olduğumu söylemek istiyorum” dediğimde, salondakiler kısa konuşmama pür dikkat kesilmişlerdi. Sözlerim bittiğinde alkışlayanların çoğunun şaşkınlıkları yüzlerinden okunuyordu. O dakikaya kadar ‘Ankara’nın yöresel oyunlarını, seğmen tavrı ve davranışlarıyla çok iyi sergileyen arkadaşlarının Balkan göçmeni bir aileden geldiğini öğrendiklerinde büyük bir yükün üzerimden kalktığını hissetmiş, rahatlamıştım. O gün Bosna-Hersek’in efsane ismi Aliya Izzetbegoviç’in kabrini ziyaret ettiğimde Balkan Savaşları’nın kronolojik seyrine değil savaş sonrası toplumsal ve siyasal yapıda ortaya çıkan etkilere odaklanıp, konuşmacıları can kulağı ile dinlemiştim. Türk Parlamenterler Birliği üyeleriyle altı gün Balkan ülkeleri turumuzda rehberimizin gezi otobüsünü Kayalar-Haydarlı civarından dolaştırması ile hanımımla dedelerime Fatiha okumayı ihmal etmedik.

Ankara’ya yakınlığının verdiği avantajla dikkat çekmiş Altındağ’ın Tatlar Köyü’nden Cumhuriyet Halk Fıkrası IV. Dönem Ankara Milletvekili (04.05.1931- 23.12.1934) seçilmiş Muslihittin Tunca; Anavatan Partisi kurucusu, XVII - XVIII ve XIX. Dönem Ankara milletvekili, 46. ve 47. Hükümetler Sağlık Bakanı Halil Şıvgın ve teyzezadem Zekai Tunca’nın yetiştiği köy ile irtibatımı bugüne kadar kesmeden babamın akrabalarından bulabildiklerimle yetindim.

DEDE YURDUNU ZİYARETİM

Dedemizin gayrı meskûn evinin yerini gösterirken, ben gayrı ihtiyâri zaman ötesine giderek Eset dedemizin, çehresini, ninemi, çevresini, günlük yaşayışını, bizimle karşılaşmış olsaydı duygu ve düşüncelerini merak ediyorum. Muhsin DURAN

slında yıllardır; doksan yaşını yarılamış Ziya Amca’yı, oğullarını, dolayısıyla dedelerimizin yaşadığı köyü ziyaret ederek kökenlerimiz hakkındaki yazıya geçirmek, gelecek nesillerimize bir not bırakmak fikrinde idim. Çoktandır içimde taşıdığım bu niyetimi gerçekleştirmek için bir fırsat doğmuştu. Bu yaz yine köyümüz Dihoy’a ve eşimin köyü, Hasanşeyh Kasabası’na bir yolculuğumuz oldu. Altımızda arabamız da vardı. Bunu fırsat bilerek; eşim Şevkiye Hanım, kızım Kübra Nur’la birlikte bu düşüncemizi gerçekleştirmeye karar verdik. Karadeniz sahiline Reşadiye’nin köyleri, yaylaları üzerinden yeni, kestirme yol açılmıştı. Biz de Hasanşeyh Kasabası’ndan yola çıktık. Yüksek yaylaların kıvrılan derelerine inen, tekrar tırmanan, bazen çam ormanlarından, bazen gürgen ormanlarından geçen, bazen de, bizim yaylacıların kör duman dedikleri sisin içinde kaybolan, sonra çıkan yollarını takip ederek, Perşembe Yaylası, Aybastı, Fatsa, üzerinden Ordu’ya oradan da Giresun, sonra Espiye’ye geçtik. Bizi Amcaoğlu Ali karşıladı. Kardeşi Enver’le aynı apartmanda karşılıklı oturuyorlarmış. Ziya Amcanın oğlu Ali ve Enver’in misafirleri olduk. Sağ olsunlar bize izzet ve ikramda kusur etmediler. İkisi de aileleriyle candan, akrabamız olduklarını hissettirdiler. Ertesi günü dönmeyi düşünüyorduk. Ali’nin: “Amca biz fındık topluyorduk, bir günlük işimiz kaldı ama sizin için gün ayırdık. Sizi yarın dedelerimizin köyüne ve yaylasına götüreceğim,” dedi. Bu ilgi üzerine; ben de zaten oraları görmek istiyordum, tamam kalalım dedik.

GELEVERA DERESİ 19 Ağustos’un 2020 havalar oldukça sıcak. Tilkicek Köyü ve yaylasına gitmek üzere Ali Bey’in jipiyle Espiye’den Gelevera Deresi’nin yeşillik denizine daldık. Yukarıdaki köylerden yaylalardan bazen sızıntı olarak, bazen bir taşın altından kaynayarak çıkan soğuk suların taşları döverek aktığı dere, arabamızla birlikte kıvrım kıvrım, yolla sarmaş dolaş ilerliyor. Billur gibi gümüş dereyi bazen görerek, bezen kaybederek, uçurum diyebileceğimiz dik yamaçların diplerinden geçiyoruz. Derenin sağ ve sol yamaçları ladin, köknar, kestane, meşe ağaçlarıyla, en fazla da fındık bahçeleriyle kuşatılmış. Ali Bey bir ara Kurt Kayası mevkiinde arabayı durdurdu. Piramit görünümlü çam ormanının bir kesimi yalçın kayalık. Kayalıklara çizilmiş kurt resminin olduğunu söylüyor. Biz de başımızı kaldırarak kayaların altını üstünü getirerek bütün alanını gözümüzle tarıyor, yalçın kayaların üzerinde doğal olarak çizilmiş kurt sülietini arıyoruz. Herkes hemencecik buluyor. Ben; kulaklarını bir sese dikmiş, kuyruğunu dikleştirmiş, bir ayağını kaldırmış çizimi, biraz zor buluyorum. Biz oradayken bir araba daha durdu. Merhabalaştık. Bir genç, arkadaşıyla Fransa’dan geliyormuş. Konuşmak istediği belli “Abi böyle yerler Avrupa’da olsa dünyaya tanıtırlar, şu ihtişama bak, Alp Dağları’ndan muhteşem,” diyerek, bizim duygularımıza da tercüman oldu. O soğuk sulardan biz de tattık. Yol kenarları o kadar sarp yamaçlar ki bazen göz hizamızda üç tane çam ağacını üst üste görmek mümkün olduğu gibi bazı yerlerde de tamamen kayalıklar çam ağaçlarına saksılık yapmış. Yolda arabamızın sol arka lastiğine sivri taş batmıştı. Lastiği değiştirdik. Nihayet; yüz otuz yıldan bu yana soyundan, sülbünden yüzlerce insan yetişmiş, bir kısmı hayatta olmayan ama bir o kadarı da yurdumuzun muhtelif coğrafyalarına dağılmış olarak yaşayan koca bir kabilenin, dedelerinden birisi olan Eset Dede’nin yıllar önce yaşadığı Tilkicek Köyü’ne ulaşıyoruz.

TİLKİCEK KÖYÜ epelerin dundasında, iki derenin kesiştiği yerde bir köy. Havasından, suyundan mezra, otlak,

yayla bir mekân olduğu anlaşılıyor. Büyük dedemizin köyünü antik bir çağdan kalmış bir mekân gibi dikkat ve merakla geziyoruz. Ayakta elli atmış hane ya var ya da yok. Evlerin çoğunda kışın oturan yokmuş. Yıllardır uzak kentlerden torunların yazın gelip gittiği, ormanın deriliklerinde, yazlık ve yalnız bir köy olmuş. Daha yüksekte Kazıkbeli Yaylası’nın inişe geçilen yamaçlarından sızıntılarla başlayan, çizik çizik suların aktığı Gelevera Deresi’yle, aşağıda suyu ilk birleşen derenin ağzında.. Her tarafta gür pınarlar akıyor. Büyük dere; başka derelerin sularını da alarak döne döne, taşları döve döve Espiye’den Karadeniz’e dökülüyor.. Ali Bey, enkazı hâlâ arsasının üzerinde olan bir harabeyi, taş duvarları ayakta, kapı, pencere pervazları iyice siyahlaşmış, nispeten çürümüş bir yıkıntıyı gösteriyor: “Burası ....

oğulları’nın yeri; zamanının zenginiymiş. Ama biraz diktatör birisiymiş. Adamları varmış. Malı melâli çokmuş, dediği dedik adammış... Bu derenin suyunun çıktığı bizim yayladan künklerle, pöreklerle yağ akıtırmış bu eve, konağına,” diye anlatıyor. Evinin enkazı bir hüznü ve hâlâ ağanın korkusunu yansıtıyor olmalı ki bunca yıldır kimse kaldırmaya cesaret edememiş.. Küçük köy değirmeninin bendinde hâlâ bir değirmenlik su var. Sanki ustası ve müşterisi olsa hemen haldır aldır buğday öğütmeye devam edecekmiş gibi duruyor. Yenilenmiş olan köy camisini ziyaret ettik. Birçok ev yıkılmış arsaları boş. Buna dedemiz Eset Efendi’nin evi de dâhil. Köy halkı geçimini hayvancılıkla sağlarmış, önemli bir kısmı da kömürcülük yapıyormuş. Bu köyü; Osmanlı Rus Savaşı sonrası köyde geçimleri zorlaşan bir kısım komşularla birlikte dedelerimiz 1880 lerde terk etmiş. Osmanlı Devleti’nin Tokat Kalhanesi (bakır filizlerini bakır levhalara dönüştüren atölye, imalathane, o zamana göre fabrika da diyebilirsiniz.) ne kömür satarız, geçiniriz diye... Büyük dedemizin köyünü Ali Bey tanıtıyor.. “Şurası dedemizin evinin arsası, şurası kardeşinin evinin yeri, diye. Dedemizin gayrı meskûn evinin yerini gösterirken, ben gayrı ihtiyâri zaman ötesine giderek Eset dedemizin, çehresini, ninemi, çevresini, günlük yaşayışını, bizimle karşılaşmış olsaydı duygu ve düşüncelerini merak ediyorum. Meğer bir insanın yaşayabilmesinde emeği geçen, kendisinin dokunamadığı ama hayatının zincir halkasını teşkil eden ne kadar insan varmış? Bir rüya gibi gelmiş geçmiş sayısız insanlara minnet duyuyor, hemcinsimle iftihar ediyorum. İnsan derinliği olan bir varlıkmış. Eski evler ahşap ve kerpiçten yapılmış, tamir olan, yeni yapılanlar ise betonarme. Bahar mevsiminde buraların güzelliğine doyulmazmış. Hatta dağlarında mor renkli ters lâleler de varmış. Bahar mevsiminde kırı bayırı bin-bir çiçekle donanırmış. Arı kovanları da onu gösteriyor. Bulgur dövmek için taştan oyulmuş dibek, sokutaşı yıllar önce işini bitirmiş bir ağaç dibine yaslanmış. Gözümüze yansıyan gümüş dereyi görünce dere boyuna yöneliyoruz. Dere boyuna bahçe yapmışlar, yaz sebzeleri ekili. Fasulyeler çangalları doldurmuş. İşte orada yerini sevmiş, iyice yayılmış bir çördük ağacı. Bizim köyün tabiriyle “yıkılıyor.” Baharla birlikte üzerinde açan bütün çiçeklerinin tamamı meyve tutmuş dallarında.

KAZIKBELİ VE TİLKİCEK YAYLASI Yaylaya gitmek üzere köyün içerisinden geçen yola devam ediyoruz. Arabamız daha yükseklere doğru yol alıyor. Ali Bey: “Önce Kazıkbeli Yaylasına gidelim, bugün pazarı,” diyor. Espiye’den 118 km. Rakımı 2500 m. Kazıkbeli Yaylası; bölgede konaklayacakları da düşünmüşler. Gezginlere yönelik sosyal alanları olan bir yayla. Hafta da bir çevre köy, kasaba ve yaylaların alış veriş yaptıkları pazar kuruluyormuş. Marketi, kasabı, lokantası, oteli var. Bu rakımda iki minareli bir de camisi var. Buralarda da yol boyunca önünde küçük mermer yalağı olan birçok “Kır Pınarı” görüyoruz. Karşı çimenlik yamaçlarda çizik çizik dereciklerin Ağustos güneşinde ışıldayarak büyük dereye süzüldüklerini, çevresinde koyun sürülerini seyrederek biraz aşağı iniyor, daha sonra da başka bir istikamete yukarı davranıyoruz. Ali Bey konteynırdan gayet lüks bir ev yaptırmış getirmiş yaylaya kondurmuş. Etrafını yeşillendirmiş. Yol üzerindeki evlerin önlerinden tepelere gerilmiş çelik halatları soruyorum. Tepelerdeki fındık bahçelerinde toplanan fındıkların, çelik halat üzerindeki bir düzenekle evlere nakledildiğini öğreniyorum. Bir nevi yöresel teleferik. Ali Bey’in ifadesiyle: Bu ayda bu bölgenin havası değişik olur. ‘Ağustos ayı Giresun ve civarında ölü adamı dirilten aydır,’diyor. Açıklamasını da yapıyor; bu ayda hastaya bile iş gördürürler. Bir yabancı olarak bu ayda buralara uğramayacaksın, diye de mesajını (!) vermiş oluyor. Ama biz bilmiyorduk bu ayda bu kadar meşgul olduklarını. Ve de buraların efsâne güzelliğini...

DİPNOT 1-Çangal: Fasulye sırığı.

EYLÜL BİR ŞİİRDİR VE HER DİZESİNDE RÜZGÂR VARDIR

Yeter ki yüreğimizin sesini dinleyelim. Şenay ŞEKER

ylardan eylül ve ben ömrümün sonbaharındayım. Sonbahar rüzgârları serin serin esiyor ve bizi bambaşka âlemlere götürüyor. Eylül bir yanıyla sonbahar serinliğini taşısa da bir yanıyla yazdan kalma güzelliklere sahip. İnsan ömrü ne kadar da mevsimlere benziyor. İlkbahar; hoş kokulu çiçekleriyletazeliği ve toyluğu, sonbahar ise; olgunluğu vetecrübeyi temsil ediyor. Hayatın eksi ve artılarının birbirini tamamladığı gibi, mevsimlerde aralarındaahenkli birşekilde dönüp duruyor. Aynı sonbaharyapraklarının döne döne dallardan düşmesi gibi. Ağaçlardan ayrılan yapraklar, annelerinden ayrılan evlatlar gibi bir bilinmezliğe savruluyor.

Sonbaharın şavkı vurmuş dünyaya. Her yer kızıl, her yer kızılca kıyamet. Endişeli ve sarıya çalan bir renk hakim yüzlerde. Ahir zaman ümmetiyiz ve nasibimize düşen,dünyanın güz günleri.Savaşlar, zulümler ve haksızlıklarla dolu, rahatı kaçan bir dünyada yaşıyor olsak da bu dünyaya imtihan için geldik ve vazifemiz gönülleri, yaşadığımız dünyayı ve en önemlisi de ahiretimizi gülistana çevirmek. Her daim yüzümüzde tebessümle ve kalbimizdeki baharla karşılayalım tüm mevsimleri. İçimizde yaşattığımız bahar, ılık bir rüzgar gibi sirayet etsin de dört mevsim bahar olsun tüm alem.

“Kitabın arasından çıkarıp bana verdiğinkurumuş çınaryapraklarını hala saklıyorum. Onlar sadecebir yaprak değil, özlemlerinin ve hüzünlerinin resmi. Ne zaman incinsem; o yapraklarıkitabın arasından çıkarır ve içli bir sesle: “Sizin de dallarınızkırıldı mı hiç? “ diyerek mırıldanırım”.Hâlbuki çınar yaprağı kırılarak ayrılmamıştı dalından. Kendi dilememişti ayrılığı. Vakit gelmiş ve sert bir rüzgâr gözyaşlarını saklayarak ayırmıştı dalından. Rüzgârsert essede incitmemişti yaprağı. Nereye gitse eşlik etmiş ve gönlünü razı etmişti. Yaprak, İlkbahar da yeşil ve tatlı bir renkte tomurcuklanmış, ağaçları donatmış, meyvelere kucak açmış ve vazifesini tamamlamıştı. Giderken son bir güzellik yapıyor, sarının tüm tonlarıyla tabiatı şenlendiriyordu. İyi yaşayanlar, iyi veda etmeliydi.

Huzurlu mevsimdir sonbahar.Sakin verengârenk. Bu sükûneti, ırmağın berrak sularına karışan sonbahar yapraklarının o muazzam manzarasını seyre daldığınızda daha iyi hissedersiniz. Irmağın kıyısında esen rüzgâra

kendinizi bıraktığınızda hem dinlenir hem de iç muhasebenizi yaparsınız. Zaten insanın kalbine yöneldiği ve ruhunun sesini dinlediği yegâne mevsimdir sonbahar.

Muhakkak ki ilkbaharda, yeni tomurcuklanan yapraklar ve çiçeklerin açışı, uzun ve soğuk kış günlerinden sonra havaların ısınıp toprağın hareketlenmesi, insana umut ve neşe verir.Peki, böylesine güzel bir mevsimden ziyade niçin şairler ve sanatkârlar hazan mevsiminden ilham almışlardır? Sanırım bunun sebebi, sılasından ayrılan insanın ağlayarak dünyaya gelmesiyle başlıyor. Dünya, ruhlar için bir sürgündür ve ruh hakiki yurdunun hasretiyle yanar durur. İnsanın çamuru karılırken yağan kırk günlük yağmurun otuz dokuzu gam, biri neşedir. Bundan dolayı hep hüzün tarafı ağır basar insanın.

O sararan ve yeryüzüne dağılan yapraklar baharda sevindiğimiz yeşil yaprakların ta kendisidir aslında. Dallarda verdiği güzelliği şimdide bambaşka renklerde yeryüzüne bir kelebek gibi uçuşarak vermekte ve doğum kadar ölümün, vuslat kadar hasretlerinde mübarek olduğunu bize hatırlatır. Her bitişten sonra yeni başlangıçlar, her kapanan kapının ardından açılacak yeni kapılar insana Yaratanın bir vaadidir. Bu deveran bize Allah’tan başka hiçbir şeyin baki olmadığını öğretir. Yeşeren her yaprak ebediyyen o dalda kalamayacağını bilir. Açan her bir çiçek bir nimetin müjdecisi olduğunun farkındadır ve kerameti kendinde görmez.Ama ne yazık ki insan fani olduğunu unutur da sararıpdalından düşen yapraktan ibretalmaz.

Rüzgârın anayurdudur Sonbahar. Ruha şifa veren bir esişle güz yağmurlarını davet ediyor ve bir mektup gibi haber veriyor kışın gelişini: “Hazırlığınızı yapın, soğuktan ellerin ayakların uyuşacağı, ümmet coğrafyalarında gözü yaşlı anaların, mahzun bakışlı çocukların büyük imtihanı olan karakış geliyor. Sıcacık evlerinde çaylarını yudumlayanlar kadar şanslı değil herkes. Yine mülteci kamplarında bileklerine kadar çamura bakan çorapsız çocuklar, bir tas sıcak çorbayı büyük nimet bilen analar olacak ve yine biz vicdanımızın üzerini yün battaniyelerimizle örteceğiz, sesini duymamak için. Geldik ve gidiyoruz. Yapraklar gibi insanlarda bir bir toprak olacak. Fakat İslam ağacının kökü sağlam ve gövdesi kuvvetlidir. Kıyamete kadar yeni nesiller vermeye

devam edecek ve bu kervan yoluna devam edecektir. Yol boyunca elbette mevsimler misali; güneşli günler de göreceğiz, karlı dağlar gibi zor geçitlerden de geçeceğiz. Sararan ve dalından ayrılan yapraklar gibi hasretler çekip hüzünlenirken, rengarenkçiçeklerde ve dupduru akan sularda ferahlık bulacağız. Bedenine güvenerek yola çıkanın yolda kalması muhakkaktır. Fakat teslim olmuş bir yürekle yola çıkarsak ne yorulur ne de kayboluruz. Yüreğimiz bize pusula olur derman olur. Her şeyin Allah’tan cc geldiğini bilir ve gönül rızasıyla bunu kabullenirsek daha az acı duyar ve hayat yolculuğunun her anından lezzetalır, hikmetler çıkarırız. Yeter ki yüreğimizin sesini dinleyelim. Şair, sonbaharın insana verdiği duyguları ve rüzgâra kendimizi bırakmanın kalbimizi dinlemek olduğunu dizelerinde ne güzel anlatmış.

Durgun havuzları işlesin bırak Yaprakların güneş ve ölüm rengi, Sen kalbini dinle, ufkuna bak. Düşünme mevsimi inleten rengi Elemdir mest etsin ruhunu Eser rüzgârların durgun ahengi. Yan yana sessizce mevsimle keder Hicrana aldanmış kalbimde gezin Esen rüzgârlara sen kendini ver. Ahmet Hamdi Tanpınar

This article is from: