21 minute read
LANETLi AVLU
ugoslavya’nın Tolstoy’u” olarak anılan İvo Andriç Balkan coğrafyasının önde gelen isimlerinden biridir. Bu betimlemeyi ve Nobel Edebiyat Ödülünü O’na kazandıran “Drina Köprüsü” isimli eseri olmuştur. Bir gömleği iki yakasını birleştiren düğme gibi kara parçalarını birleştiren köprüler yazılı ve görsel her tür sanat dalında ikonik bir özellik taşır. Andriç’in Belgrad’da kaleme aldığı “Drina Köprüsü” nde başkarakter bir köprüdür ve akmakta olan tarih bir mücevhere benzeyen tarihi köprünü dilinden okuyucuya anlatılmaktadır. “Vişegrad kasabasında nehri geçmek için yapılan ve bir inci kolye gibi gözüken Drina Köprüsü’nün etrafında gelişen olayların anlatıldığı eserdir.” (Can, 2017) Eseri yazdığı dönemde Tito rejiminin hüküm sürdüğü Yugoslavya’da edebiyatçılara ayrıcalık tanındığı literatürde yer almış bir husustur. “Tito’nun Yugoslavya’sı Sovyetler ’den farklı olarak edebiyatçılara “göreli bir özerklik” tanımış; “sosyalist gerçekçiliğini” doğrularını yazma baskısıyla karşılaşmayan Andriç’in “Drina Köprüsü” gibi yapıtları Tito tarafından övgüyle karşılanmıştır.” (Andriç, 2019, s. 6)
Advertisement
YAZARA DAİR KISA KISA… Birinci ve ikinci dünya savaşı yılları Andriç Bosna’nın Tarvnik kasabasında doğmuştur. Çocukluğu ise yine Bosna’da Vişegrad kasabasında geçen yazarın hayatına dair kısa bir anlatıyı Bilal Can bir yazısında şöyle kalem almıştır; “İvo Andriç, 1892’de Travnik kasabasında dünyaya gelir. Babasının ölümü üzerine Annesi ile Bosna’nın bir kasabası olan Vişegrad’a taşınırlar. Yazarın çocukluğu ve ilk gençlik yılları Drina Irmağı kıyısındaki bu kasabada geçer. Hırvat kökenli olmasına karşın bir Sırp olarak yaşamayı seçen Andriç eğitiminin ilk etabını Vişegrad’da, liseyi Saraybosna’da, üniversiteyi ise Viyana ve Krakov’da tamamlar.” (Can, 2017) Andriç’in Bosna tarihinde tanık olduğu olaylar ve yaşanmışlıklarına 1924 ve 1941 yılları arasında Yugoslavya elçisi olarak görev yaptığı Roma, Madrid, Cenevre gibi yerler eklenmesiyle dünyaya ait bilgi ve görgüsünü arttırma fırsatı bulmuştur. Bu fırsatı özümseyerek kâğıt üstüne aktırdığı eserlerinden biri “Lanetli Avlu” dur. Andriç 1914’de henüz 22 yaşındayken rejimi protesto ettiği için hapse atılmış ve hayatının üç yılını hapiste geçirmiştir. Hapishane deneyimi üzerine yazdığı Lanetli Avlu ’da; bir cezaevi avlusunu merkeze alarak tarihi kitap içinde yoğurarak çeşitli insan profilleri ile bezemiştir.
AVLU’DAKİ İSTANBUL Kitaba mekân olan ve uzun zaman önce inşa edilen cezaevi, kimisi iki katlı olan on beş binadan oluşmaktadır. Avlunun etrafına sırlanmış olan binaların aralarındaki mesafe yüksek duvarlarla kapatılarak binaları birbirine bağlamaktadır. On beş, yirmi veya otuzlu gruplar halinde koğuşlarda kalan mahkûmların bulunduğu tutukevinde Müslümanlar, Yahudiler ve Hıristiyanlar bir aradadır. Ne kadarı gerçek ne kadarı değil bilmenin imkânsız olduğu kişisel hikâyelerin anlatıldığı bu avlu İstanbul’dadır. Yer yer İstanbul’un efsanevi güzelliğine harika benzetmelerle yer verilen kitaptaki şehre ait iki anlatı şöyledir: “Aysız yıldızsız bir geceydi. Ve önünde o yabancı, karanlık ufuk boyunca uçuşu bitmiş bir havai fişeğe benzeyen İstanbul akşamı doğuyordu. Ramazan’dı, tüm camilerin minarelerinde kandiller yanıyordu, şehrin sayısız ışığının üzerinde muntazaman bir takımyıldız gibi titreşiyorlardı.” (Andriç, 2019, s. 106) “İstanbul’da gün doğumu! Anlatılmaz bir hadise. Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim ve göremem de. (Tanrı gerçekten de her güzel şeyi düşmanına mı verir?) Gökyüzü pembe bir kor gibi parlar ve aşağı yeryüzüne iner; herkese yeter bu; zengine ve yoksula, Sultan’a, köleye ve mahkûma.” (Andriç, 2019, s. 102) AVLU’NUN KARAKTERLERİ Mahkûmları birbirine bağlayan tutkalın suçluluk duygusu olduğu söylenen kitabın önsözünde “Cezaevindeki zorluklara
öyküleriyle direnen, irade gücüyle sebat eden mahkûmlar bir zaman sonra avlunun lanetini dağıtırlar” (Andriç, 2019, s. 7) denilmekteyse de kitabın sayfalarını çevirdikçe dağılan/anlatılan bir lanet görmedim. Sadece tüm mahkûmlar ölümü bekler gibiydiler ve çokça hikâye anlatmaktaydılar. Küçük bir kasabaymışçasına tasvir edilen tutukevi avlusunda serbest kalacağına inancı olup umutla bekleyen birileri yoktu. Belki kitabın adına “lanet” kelimesi bu sebeple uygun görüldü. “Avlu, çeşit çeşit insandan oluşan sakinlerini sürekli elekten geçirir, içerisi durmadan dolup boşalmasına rağmen her zaman dolu olurdu.” diyen Andriç aynı sayfada bu çeşitliliği üstün gözlem yeteneği ile sırlamıştır: “Soyguncular, yan kesiciler,, profesyonel kumarbazlar, büyük üçkağıtçılar ve şantajcılar, hayatta kalmak için sahtekârlık ve hırsızlık yapan yoksullar, içtiklerinin parasını ödemeyi unutan şen sarhoşlar yada meyhane kabadayıları ve belalı tipler, hayattan alamadıklarını uyuşturucuda arayan benzi solmuşlar, kaypak zavallılar, esrarkeşler, afyon içen yada yiyenler ve hayatlarını idame ettiren zehre ulaşmak için hiçbir engel tanımayanlar, baştan çıkmış ihtiyarlar, her türden sapkın dürtüye ve alışkanlığa sahip, bunları saklamaya yada süslemeyen aksine tüm dünyanın görmesi için ortaya koyanlar.” (Andriç, 2019, s. 16) Anlattığı hikayelerle avluda ün salmış Fra Petar isimli karakterin vefat ettiği gün odasındaki kişisel eşyalarının envanter kaydının alınmasıyla başlamaktadır. Fra Petar yazılı Türkçe’ye son derece hakim biri olarak anlatılmakta kitapta, on bir defa evlendiğini söyleyen mahkûmlardan Zaim Ağa’nın hikâyesini anlattığı 19. sayfadaki şu cümle beni şaşırttı. İvo Andriç’in kaleminden doğduğum şehrin adını okumak keyif verdi (nedense) bana: ”Adapazarı’nda zengin olup evlendim. İyi, akıllı bir karım vardı. İnsanlar bana saygı duyuyorlardı ve boyacı dükkânım şehrin en iyi dükkânaydı.” Avlu’yu kendi yöntemleriyle yöneten “Karagöz” takma adıyla kitapta sözü edilen Latif Ağa, hapishanenin müdürüdür. Karagöz, canavarca ve korkutucu derecede varlığıyla korku salsa da (yine de) mahkûmlar tarafından olabileceklerin en iyisi olarak değerlendirilirdi
CEM SULTAN VE AVLU Roma rakamlarıyla sekiz bölüme ayrılmış 108 sayfalık kitap olsa da bir okuyucu olarak bana göre kitap iki bölümden oluşuyor. Birinci bölüm; 17. yy daki gündelik olayların eşliğinde ve mahkûmların anlatılarıyla, ikinci bölüm ise; mahkûmlardan biri olan ve kendisini Cem Sultan sanan Cemil’in hikâyesiyle süslenmiş. Cem Sultan’ın hikâyesi ile kesişen sayfalarda; doğu batı, Müslüman-Hristiyan, büyük-küçük, muhalefet-iktidar gibi konular felsefi bir biçimde ele alınmış. Avlu ve Kadınlar Kitapta kadınlara ayrı bir mesai harcamış yazar. Belli ki gerçek hayatında hapishanede geçirdiği üç yıl içinde bu konuda konuşulduğuna çokça şahit olmuş. Kadınlardan bahsedilen ve deyim yerindeyse kategorize edilerek tasvir edildiği birkaç cümleye yer vermek istiyorum: “Güzel kadınlar şehri olan Smyrna* daha önce böyle bir endam, duruş ve öyle mavi gözler görmemişti.” (Andriç, 2019, s. 51) “Kafkasyalı kadınlar… Onlar kadın değildir kardeşim. Onlar bir yaz günüdür. Yaz günüdür ve toprak mı yoksa üstündeki gökyüzü mü daha güzeldir bilemezsin.” (Andriç, 2019, s. 66) “Yunan kızından bahsediyordu… Hiç bu kadar iri, bu kadar sıkı bir kadın görmemiştim. Adeta bir kalyon.” (Andriç, 2019, s. 96) “Gürcü kadınlarının muhteşem gözleriyle meşhur olduklarını herkes bilir.” (Andriç, 2019, s. 97) Kadınlara ait bu ve benzeri anlatımların olduğu kitabın konu aldığı tarihlerde, hapishane içindeki konuşulan konuların öncelikli olanlarının bu gün de aynı olduğu aşikârdır. Sonuç: “Yakınlık kurduğumuz kişilerle ilk temasımıza ilişkin ayrıntıları genellikle unuturuz.” (Andriç, 2019, s. 40) “”Ben!” tesirli bir kelimedir, bunu söylediğimiz kişilerin gözündeki konumumuzu kaçınılmaz ve keskin bir biçimde belirler.” (Andriç, 2019, s. 82) “Her zaman çok konuşan kişileri çok yargılama eğilimi gösteririz, özellikle de onların üzerinde doğrudan bir etkisi olmayan bir şeyden söz ediyorlarsa.” (Andriç, 2019, s. 48)
Kitapta öykülere sarılmış insanların mahkûmiyetle baş etme tekniğinin “yarı hayal yarı gerçek olan hikâyelerini uzun uzun anlatmaları” dır denilebilir. Ve avlu kendisi için vardı, yüzlerce değişiklik yaşansa da hep aynı kalıyordu.” (Andriç, 2019, s. 95) * Smyrna: İzmir
Kaynakça • Andriç, İ. (2019). Lanetli Avlu (1.baskı b.). (M. Günay, Çev.) İstanbul, Şişli: İletişim Yayınları.
• Can, B. (35.sayı). Vişegrad'ın Gerdanlığı: Drina Köprüsü. Şehir ve Kültür, 90-93.
BİR DAMLA SU KERBELA
ir örtü, dünyanın en güzel örtüsü. Efendiler Efendisi’nin örtüsü. Örtünün sahibi kadar örtünün altındakiler de dünyanın gözbebeği. Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin. Peygamberdeki çocuk sevgisinin zirvesindeki iki isim Hasan ve Hüseyin. Adlarını dedelerinin verdiği, bir gölge gibi dedelerinin izinde büyüyen iki torun. Peygamber terbiyesi ile büyüyen iki dünya güzeli. Gölgesine basılmaya kıyılamayan Efendimizin en güzide iki emanetidir Hasan ve Hüseyin. Bu alemden ebedi aleme göçtüğünde Efendimiz, anne ve babasının aynı titizlikle büyüttüğü iki evlat, babaları gibi cesaret timsali, gözünü budaktan sakınmayan bir yüreğe sahip olan iki kardeş. Dünya kurulduğundan bu yana fitne dünyadan hiç eksik olmamıştır. Hz. Adem’den bu yana şeytanın insanlara saldığı hileler hiç eksik olmamış, kalplerdeki kara bir leke olarak durmuştur fitne ateşi. Kalptir bu, her taarruza açık. Bir anlık gaflet anında ne yana kayacağı belli olmaz kalbin. Hırslar insanı esir alan bir cendere. Makamlar gelip geçici olsa da bir fani için bazen her şeyin önüne geçebilen ruha hoş gelen anlık bahar esintisi gibi. Kendini bunlardan sakınanlar ve asıl olana inanarak yaşayanlar ne büyük bahtiyarlık kazanırlar iki cihanda da. Peygamber Efendimiz’den sonra Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer dönemlerini yaşayan coğrafya, yakılan fitne ateşlerini büyümeden savuşturmuştu. Çünkü dünya hep iyiler ve kötüler üzerine kurulu bir çark etrafında dönüp duruyor var olduğundan beri. Habil varsa Kabil de olacak. Her dönemde köşe başında bekleyenler var. Bazen sesleri gür çıkmasa da bir yerlerde bekler durur dünyanın dengesini bozmak isteyenler. Hz. Osman döneminde başlıyor kırılma noktaları. Küçük çatlaklardan sızıyor fitne ateşi. Hz. Ali’nin çevresinde rahatsızlıklar olsa da Peygamber terbiyesi ile yetişen Hz. Ali, cenk meydanlarında gösterdiği yürekliliği yine yapıyor ve büyümesine izin vermiyor fitnenin.
Ve peygamberin yeğeni, damadı, peygamberi ve dini için gözünü kırpmadan ölüme meydan okuyan Hz. Ali halife olur. Yine bitmez fitne. Ateş yakılmıştır bir kez. Peygamberin yanında olanlar, onunla birlikte mücadele edenler bu kez tam tersine döndürürler çarkı. Dünya sahte peygamberlerle de tanışır, makam için gözünü kan bürüyenler peyda olur. Sınır tanımazlar hırsına yenilenler. Hz. Ali’yi şehit ederler gözünü kan bürüyenler. Peygamber Efendimizin, Hz. Ali’nin ve Hz. Fatıma’nın iki gözbebeğine düşer görev. Hz. Ali’nin şehit edilmesi daha sonra olacak felaketlerin de bir habercisidir. Hz. Hasan’ın ömrü de mücadele ile geçer. Cenk meydanlarında, siyaset meydanlarında durup dinlenmeden süren bir mücadeledir bu. Evinin içine düşen ateş yakar kül eder onu. İtaat etmesi gerekenler baş kaldırır ve itaat beklerler Hz. Hasan’dan. Ömrü bir gül gibi solup gider onun da. Bir zehir alır götürür onu fani dünyadan. Artık bir yanda peygamber torunu, ahlak timsali, gönüller kırmak için değil gönüller yapmak için her şeyi göze alabilecek olan Hz. Hüseyin vardır; diğer yanda babasından aldığı kin, nefret, iktidar hırsı ile büyüyen Yezid. Gücü kendinde sanan, itaati kendine bekleyen, bunun için gözünü kırpmadan peygamberin emanetlerine saldırmakta bir an için tereddüt etmeyenYezid. Bir coğrafya ki sadece çöl sıcağıyla yanıp tutuşmuyor. Fitne ateşi her yeri sarmış. Yalanlarla, gücü kendinde toplamak isteyenlerin hileleriyle kurulmak istenen bir düzen var çölün ortasında.
Bunun karşısında Hz. Hüseyin. Gönlü güzel, yüzü güzel, huyu güzel Hz. Hüseyin. Artık kan dursun diyen, dünya nizama kavuşsun diyen ve herkesi kendi gibi bilen kalbi güzel Hz. Hüseyin. Yezid ve adamları gittikleri her yere zulüm götürerek, başkaldırmayı bir büyüklük sanarak gücü ellerinde tutmaya çalışırlar. Kuran’ın ve peygamberin yolundan uzaklaşarak hırslarının kurbanı olan bir topluluk vardır artık dünyanın ortasında. Umut yine peygamber neslinde. O kurtarırsa kurtarır zulüm altında inleyenleri. Çünkü Hz. Hüseyin; peygamber ahlakını, adaletini bilen göz nurudur. Kûfe halkı sayısız mektup gönderir, haberci gönderir Hz. Hüseyin’e. “Yezid’in zulmünden bizi kurtar.” derler. “Kuran, din, sünnet elden gidiyor, yetiş ya Hüseyin!” nidaları yankılanır çölün ortasında. Gönlü güzel, kalbi temiz Hz. Hüseyin bu feryatlara kayıtsız kalabilir mi? Elbette kalamaz. Mesele din meselesi, Kuran meselesi. Kulak verir gelen haberlere. Her mektup ile biraz daha incinir yüreği. Çöl sıcağında içinden alev alev acılar yükselir. “Oraya gitmeli ve onları kurtarmalı.” der yanındakilere. “Din elden giderse, Kuran incitilirse ümmetin hali ne olur?” Kuran’ın gölgesinde büyüyen böyle düşünür. Peygamberin yanı başında terbiye alan ancak bu dert ile dertlenir. “Gitmek gerek.” der sürekli. “Kûfe halkı bizi bekler.” Çevresindeki herkes bu yolculuğa karşıdır. Onlar da ister elbet yollara düşüp oradaki kardeşlerine yardımcı olmayı ama meselenin özü şudur; Kûfe halkı birçok kez aldatmıştır ehl-i beyti. “Babana da abine de ihanet etti Kûfeliler. Onları aldattılar. Yarı yolda bıraktılar. Canlarına kast ettiler. Gel bu seferden vaz geç.” derler. “Bu kez mesele başka. Bu kadar mektup geldi, haber geldi. Hepsi de yalan olamaz. “ der Hz. Hüseyin. Onu yolundan alıkoymak isteyenlerin hepsine “Allah’ın dediği olur.” der ve düşer yola. Çünkü mektuplarda; “Bizim imam ve önderimiz yok. Bizim yanımıza gel. Şayet Allah bizleri senin elinle hak üzere bir araya getirir.” der Kûfeliler. Bu çağrıya sessiz kalamaz Hz. Hüseyin. Yola düşer. Hem de ehl-i beyitin kadınıyla, çocuğuyla. “Bana mektup yazan, benden yardım isteyen beni yalnız bırakmaz.” der. Yolda karşılaştıkları şair Ferezdak da Hz. Hüseyin’e gördüğü manzarayı anlatır: “Halkın kalbi seninle, kılıçları ise Beni Ümeyye (Emeviler) iledir; kaza ise gökten iner ve Allah dilediğini işler.” der. Buna rağmen yolundan dönmez Hz. Hüseyin. “Ne güzel söyledin. Elbette Allah’ın dediği olur.” der ve çölün kavurucu sıcağı altında yol almaya devam eder Kâinatın Efendisi’nin emanetleri. Kerbela’ya gelince durdurulur kervan. Artık buradan öteye geçilemez derler. Gidilecekse Yezid’e biat etmeleri gerektiğini söylerler. Kabul etmez Hz. Hüseyin. “Kûfe halkı benden yardım istedi. Bakın bunlar da mektupları.” deyip heybeler dolusu mektubu gösterir. Kervanı durduran askerler içinde mektup yazanlar da vardır ama hiçbiri kabul etmez yazdığı mektubu. Bir yanda Fırat. Uzak olsa da Fırat’ın varlığı bile serinlik demektir çölün yolcularına. Bir yanda çöl. Yakıp kavuran sıcak. Susuzluk ile yola getirilmeye çalışılır bu kutlu yolcular. Hiçbiri de pes etmez. Kûfe halkının ikiyüzlülüğü bir kez daha tekerrür etmeye başlamıştır. Yalnız olduklarını anlar Hz. Hüseyin. Para için makam için verdikleri sözden dönmüştür Kûfeliler. Susuzluktan nefesi kesilen çocuklar, susuzluktan dermansız kalan kadınlar. Yazdıkları mektupları, istedikleri yardımı inkâr eden Kûfeliler. Hz. Ali’nin, Hz. Hasan’ın yaşadıklarıyla bu kez Hz. Hüseyin yüz yüze gelir. Bir avuç ehl-i beyt. Çoğu kadın ve çocuk. Yetmiş iki cennet kokulu; Kerbela’nın ortasında susuzlukla yola getirilmeye çalışılır. İçindeki kin, nefret, hırs artık durduramaz bazılarını. Savunmasız bir avuç insana oklarla, kılıçlarla saldırmaya başlarlar. Ne dünya ne Kerbela bugüne kadar böyle bir ihanete tanık olmamıştır. Çocukları, kadınları gözlerini kırpmadan şehit ederler. Peygamberin torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın nur yüzlü evlatları, cennet ehlinin gençlerinden Hz. Hüseyin’i de yüreklerin dayanamayacağı işkenceler yaparak acımasızca şehit ederler. Akıllar baştan gitmiştir bir kere. Hz. Hüseyin’in kız kardeşi Zeyneb’in feryatları ile inler Kerbela. O ağlayıp inledikçe çöl daha bir ısınır, o ağladıkça dağ, taş ağlar. Onun sesiyle kuşlar yolunu değiştirir, Fırat daha bir hazin akar. Tarihler Muharrem 10 Cuma’yı gösterirken üç, dört saatlik bir mücadelenin sonunda Nerdeyse ehl-i beytin hepsi şehit edilir. Kûfe halkı Hz. Hüseyin’in kesilmiş mübarek başını görünce ah u figan eder; “Biz işin buralara varacağını bilemedik.” derler ama iş işten geçmiştir bir kere. Birilerinin hırsı yüzünden peygamber efendimizin “Ben onları çok seviyorum. Sen de sev Rabbim” diyerek dua ettiği güllerinden Hz. Hüseyin gözleri dönmüş hainlerce şehit edilmiştir bir kere. Artık Muharrem ayının 10’u acının günüdür. Yüreklerin dağlandığı bir vakittir artık bu tarih. Allah şehitlere rahmet, kalbi kararmışlara da hidayet nasip etsin.
KARA BENEKLİ LEBLEBİ, ÇORUM HATIRALARI
Mevzumuz Çorum’dur. Ne kadar eskiye dayandığını siz anlayın diye bunlardan bahsediyorum. Öznur SONDÜL
asa da oturmuş seni, beni, bizi düşünüyordum. Senden, benden, damdaki kediden, ocaktaki yemekten, sokaktaki eskicinin sesinden, tavan arasındaki fare tıkırtısından, kavanoz kavanoz yaptığım senin yemeye doyamadığın çilek reçelinden, penceremin önündeki çiçekten, çiçeğime konan kelebekten, Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu’ndan, gülbeşekerden, İnce Memed’den, şeker portakalından…
Tam böyle hayallere dalmış, Leyla Leyla gülümsüyordum ki…Kıskanmış olsa gerek ‘hayallerine beni de kat’ der gibi yuvarlandı yuvarlandı tam masadan düşecekti ki yakaladım yaramazı. Aldım iki parmağımın arasına, tek gözümü kapadım, şöyle bir inceledim. Bana bir şey mi ima etmek istiyorsun diye uzun uzun baktım. “Ya” dedim, “Şimdi sen nohutsun, öyle mi?” cevap vermedi tabi tabii. “Nasıl oluyor da bu hale geliyorsun?” Yine cevap yok doğal olarak. Küçücük leblebi deyip geçmeyin, beni yerimden zıplattı. Masadan düşecek diye ödüm koptu. Yarım hayallerime salça, çayımın yanına çerez, sevenlerine azık... Leblebi deyip geçmeyin; emek var, alın teri var, bir şehir ile özdeşim var. Hemen hayallerimi ve seni Gülbeşeker’e emanet edip geçtim internetin başına.
Bir Çorumlu olarak leblebinin evveliyatını bilmeliydim. Kınarlar adamı valla. Ama evvela kendi memleketimi tanımalıydım. İnsan kendi tarihini, soyunu, nereden geldiğini, kim olduğunu iyi bilmeli. Babaannem hep “Sakın kim olduğunu ve nereden geldiğini unutma evlat” der. Unutmamak için önce öğrenmek gerek. Hemen beynimde Hititler, Hattuşaş, Şapinuva, en sıcağından çifte kavrulmuş leblebi kelimeleri dolaşmaya başladı. Biz de bir şeyler biliyoruz canım çok şükür. Leblebisi ile tanınan memleketim kadim Hititlerin başkentliğine ev sahipliği yapmış aynı zaman da UNESCO Dünya mirasları listesine dahil edilen Hattuşaş’ı da bünyesinde taşımaktadır. Tarihi devirlere bakıldığında Alacahöyük, Hattuşaş, İskilip ( şimdi bir İskilip dolması olsa yerdik ), Kuşsaray, Pazarlı, Eskiyapar, Büyükgülücek ve Balimsultan köyü çevresinde yapılan kazılarda ve toprak üstü buluntularından anlaşılmakta imiş ki Bakır Çağı ile Tunç Çağı’na ait tarihlenen araç, gereç ve silahlar bulunmuş. Şimdi sizlere Bakır ve Tunç Çağı’nı anlatacak değilim korkmayın. Mevzumuz Çorum’dur. Ne kadar eskiye dayandığını siz anlayın diye
bunlardan bahsediyorum. Yoksa gelin de görün derim; top oynadığım sokakları, ellerimi bırakıp yokuş aşağı saldığım bisikletle nasıl takla attığımı,‘Geleceğe Nefes’ seferberliğine katılıp nasıl nefes nefese kaldığımızı, Guinness Rekorlar Kitabı’na adımızı nasıl yazdırdığımızı, çın çın diye sokaklarımızı inleten saat kulesinin sesine kulak vererek nasıl şarkılar söylediğimizi, ( Çorum’un merkezinde yer alan ve şehrin en önemli sembollerinden olan tarihi saat kulesi Sultan II.Abdulhamit’in muhafız birliği komutanı 7-8 Hasan Paşa’nın Çorumlu hemşerilerine bir hediyesidir.) düğünlerimizi, elleri kınalı gelinlerimizi, fiskos yapan birbirinden maharetli teyzelerimi, özellikle Cuma günleri dolup taşan Muradi Rabi Ulu Cami’yi, dünyanın en dar sokağı ve eskiciler arastası olarak da bilinen ‘Dikiciler Sokağı’nı, (bu sokak 37 dükkana ev sahipliği yapmış zamanında, şu an sadece altısı açık olsa da halen çekiç örs sesleri kulağımıza çalınmakta), sokaktan geçmeden anlamazsınız oranın havasını.
Gelin de görün insanlarımızın leblebiyi kavurmak için canhıraş nasıl uğraştıklarını. Sokaktan geçerken kavrulan leblebinin kokusu ile insanların nasıl mest olduklarını ben size yazarak nasıl anlatayım. Keşke kokunun da fotoğrafı olsaydı. Bir leblebi nerelere getirdi bizi, o zaman ondan da bahsedelim ki hatırı kalmasın. Bizim minik leblebi meğerse ne kadar yaşlıymış. 1370-1390 yılları arasında Şeyh Murat Gazi tarafından bulunmuş. Ben size dedim ama leblebi deyip geçmeyin diye. Tarihi büyük büyük dedelerimize kadar gidiyormuş meğer. Onlar da sohbetlerine katıyormuş demek ki bizler gibi. Bizim gibi birbirlerinin içeceklerinin içine atıyorlar mıydı acaba ya da avuçlarının içlerine alıp tek mi çift mi oynuyorlar mıydı ki? Onlarında burunlarına kaçıp hapşırdılar mı ki. O tekerlemeyi bilmeyenimiz yoktur sanırım “Kalemim yok, silgim yok. Sınıfta kaldım haberim yok. Leblebi aldım burnuma kaçtı, hapşu hapşu hapşu.” Aslında biz insanlar çoğu şeyi önemsemiyoruz, zaten var işte deyip geçiyoruz. Bizim için yaratılmış nasılsa diyoruz. Ama onun hakkını vermeden, şükrünü yapmadan sömürmeye devam ediyoruz. Bakmayın öyle. Konuyu leblebiden nerelere getirdi demeyin. Sayısız nimetin şükrünü yapalım birlikte. Neyse bu iki kelamı kulağımıza küpe yapalım. Dönelim bizim kara benekli leblebiye. Leblebi nohudun işlenmesiyle elde edilen bir çeşit kuruyemiştir.
Bu kadarını biliyoruzdur zaten. (Gerçi bir arkadaşım leblebinin nohuttan yapıldığını duyduğunda çok şaşırmıştı) Nohudun günlerce uğraşı sonucu terbiyesi ile özel fırınlarda kavrulması sonucunda oluşuyormuş, bizim kara benekli. Görüyorsunuz ya o minik-ufacık nohut tanesi terbiye ile tadına doyamadığımız, kaç çeşit olduğunu sayamadığımız leblebi oluveriyormuş. Bir de biz insanoğlu kendimizi terbiye etsek varın siz düşünün dünyanın ne kadar güzel bir yer olacağını. Özel fırınlarda kavrulan nohut sonunda leblebi olur. Ama bu işler o kadar kolay değil tabi ki. Alnın terlemeden, elinin tersi ile o teri silmeden, bir oh çekip işin sonuna kavuştuğunun sevincine varmadan, o iş olmaz, tadına varılmaz.
Nohut üç ayrı günde üç kez tavlama yani ısıtılma işlemine tabi tutulur. Üçüncü tavlamadan sonra bir alana serilerek on beş günlük bir dinlenmeye bırakılır. E o kadar yandı, kavruldu, dinlenmeyi hak etti ne de olsa. Biz insanoğlu da keşke nohudu pişirebildiğimiz gibi kendimizi de pişirebilsek. Nefsimizi yenerek yükselsek, pişsek, yansak, olgunlaşsak. İnsan doğduk, insan kalabilsek. Velhasıl leblebiye dönecek olursak, leblebi dinlenmeden sonra yapılacağı günün akşamı ıslatılarak kabarması sağlanıyormuş. Sonra da yapılacağı tavada ısıtılıp mafrak denilen aletle bastırılarak kabuklarından ayrılıyormuş. Bir kez daha kavrulma işlemine tabi tutulmaları sonrasında pijamalarını giyiyorlarmış. Şaka şaka yani sarı üzerine siyah benekli görünümlerini kazanıyorlarmış. İşte buna ‘çifte kavrulmuş leblebi’ denir. Raf ömrü uzun olsa da bizim kara benekli taze tüketilmeyi sever. Hem zaten bekletilmeyi kim sever ki? Leblebinin taze olduğunu ise iki parmak arasında sıkıldığında un gibi ufalanmasından anlarsınız. Ben de iki parmağımın arasına aldığım beni derin düşüncelere daldıran leblebimi sıktım ama ufalanmadı. Demek ki taze değilmiş. Hey gidi kara benekli.
ŞAİRLERİN İSTANBUL TUTKU VE SEVGİSİ Şehirler, içinde yaşadıkları ve yaşamlarını sürdürdükleri insanlarla güzeldir. Bir okula, bir eğitim kurumuna devam etmeseniz dahi, içinde sanki gizli bir el saklıdır ve bu el ve bu sır, gizemlilikten, farkında olmasanız da size bir duygu, bir kültür, bir irfan pompalamaktadır. Dr. Şakir DİCLEHAN
arih boyunca birçok devlet başkanı, kral, imparator, kumandan ve idarecinin gözünde tüten İstanbul, paylaşılmayan ve uğrunda çetin savaşlar yapılan nâzenin bir sevgilidir, başkentler başkentidir şairlerin gözünde… Boğaz denilen incinin her iki yanına dizilen ve yükselen yalılar, fiziki olarak Boğaz’ı kucaklayan köşkler, yedi tepe üzerinde zaman zamanı bir gergef gibi işleyen binalar, uzaktan bakınca işvebâz ve güzel bir sevgili görünümündeki bu kent, taşıdığı anlam ve oluşturduğu güzellik, şairlerin hayalini süslemiştir hep. Kurulduğu günden günümüze dek birçok uygarlığın bir başkenti, hatta Batıya karşı Doğunun bir sözcüsü, yuvarlak masası ve kürsüsü olmuştur. Dünya tarihini yeniden ele almak gerekirse, İstanbul her halde bu yazılım ve ele alışta önsözde ve ilk sayfada yer alacak ve kayalıklı deniz kıyısındaki serpilişiyle hakkı teslim edilecektir herhalde…
Divan dediğimiz Klasik Şiir ve Edebiyat şairlerinin gönlünde İstanbul’un tek bir taşının dahi değeri vardır ve bu tek taş, Urban’a, Turan’a ve İran’a bedeldir. Dünya, başka bir dünya ve büyük de olsa, insan, başka bir insan da olsa, İstanbul geçmişiyle hem rüyaları süsleyen ve hem de gönüllerde derin sevgisi olan bir kent oluşundan zerre miktar değerini yitirtmemiştir ve geçmişte de İmparatorluklara, hem de büyük imparatorluklara başkentlik etmiş, sinesinde barındırdığı değerlerle, türedi uygarlıklarla boy ölçüşecek, Newyork, Paris, Londra, Moskova, Berlin, Pekin ve benzeri başkentler, onun bir banliyosu olmaya namzet şehirlerdir adeta… Divan Edebiyatı’nın Lale Devri şairi Nedim:
“Bu şehr-i Stanbul ki bi-misl ü behadır Bir Sengine yek-pare Acem mülkü fedadır” Deyişindeki sevgi ve hayranlık, Klasik şiirde vücut bulmuş, ona ahenk vermiş, güzellik katmış, hayal meyal dizilen kelimeler arkasında saklanarak, insana zevk veren bir edaya bürünmüştür. Camileriyle, çeşme ve sebilleriyle, Boğazdaki yalılarıyla, ağaçlık ve ormanlık alanlarıyla, dere ve akan sularıyla, göklere bir şahadet parmağı gibi yükselen minareleriyle insana manevi bir zevk ve duygu veriyor İstanbul. “Her büyük şehir, bir insan şeklinde düşünülürse, her halde en aydınlık yüzlüsü, en sevimlisi, en beğenileni, en derin anlamlısı ve en cazibi İstanbul olurdu” diye övgülere boğulan kenti, yani İstanbul’u ne yazık ki biz İstanbul olmaktan çoktan çıkardık. İstanbul, taşıdığı mesaja ve güzelliğe rağmen, onu mesajsızlaştırdık ve çirkinleştirdik. Yani İstanbul’u İstanbulsuzlaştırdık. Şehirler, içinde yaşadıkları ve yaşamlarını sürdürdükleri insanlarla güzeldir. Bir okula, bir eğitim kurumuna devam etmeseniz dahi, içinde sanki gizli bir el saklıdır ve bu el ve bu sır, gizemlilikten, farkında olmasanız da size bir duygu, bir kültür, bir irfan pompalamaktadır. Onun yaşam biçiminden ve gizeminden farkında olmaksızın bir şeyler gelir kucağınıza
düşer, onlarla ruhunuz manevi bir huzura kavuşur. Klasik edebiyatın büyük şairi Nabi, İstanbul’un lehçesindeki kelime telaffuzuna, tatlılığına ve güzelliğine tutkundur. Bu durum, Başkent’ten uzak kaldığı zamanlarda büyük bir özleme dönüşür ve içinde biriken özlemler, bir türkü gibi dile getirilen ve terennüm edilen kelime kalıplarının içine dökülür. İstanbulluların “a canım!, a efendim” hitaplarındaki halâveti, tatlılığı, şirinliği, hoşa giden ateşin kelimelere uzaktan kulak kabarır. “Yeter şu Kahire’nin kahrı” derken biraz da İstanbul hasretinin dile getirilmesinden kaynaklanan bir duygunun dışa vurumundan başka bir şey değildir bu.
“Bilen hâk-i Sitanbul’dur rüsûm-ı şîve-i nâzı”
Kenârın dilberi nâzik de olsa nâzenîn olmaz. (İnsana nazı, niyazı ve işveyle kendini sevdirmeyi öğreten İstanbul toprağından başka bir toprak değildir. Taşranın dilberi güzel de olsa, nazenin olmaz) diyor şair Nabi. Profesörlerin bir kısmının, ayrı bir dünyaları ve ayrı anlayışları vardır daima. Kendi iç âlemlerinde yaşarken toplumla bağları, biraz zayıftır. Necip Fazıl Kısakürek, Erzurum’a gidip orada kısa bir müddet yaşadıktan sonra İstanbul’a döner. Yeni Türk Edebiyatı uzmanı Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar, Erzurum’a gideceği zaman, Üstad Necip Fazıl Kısakürek’e: “Sen Erzurum’a gidip geldin, orada yaşadın. Acaba bana biraz Erzurum hakkında bilgi verir misiniz? Der ve mesela sokaklarında Piyano sesi duyulan evleri var mıdır? Sorusunu sorar. İstanbul şehri, tarih boyunca dikkatleri çekecek tarzda büyük bilgin, şair, sanatkâr ve düşünürün yetişmesinde rol oynamış, İslam uygarlığının çiçeklenmesinde bir merkez görevini üstlenmiştir. Yorgun bir tarihi koynunda barındıran bu şehir, belki de Diriliş tohumlarının ana rahmine düşmesine ve yeni bir ilham ışığının ışımasına, serpilip boy atmasına ve ortaya çıkmasına, bunun bir hakikat sistemi olarak göğermesine tanıklık edecektir. Nasıl ki bir taşın kovuğunda binlerce yıl bekleyip çürümemiş bir tohum, uygun ortam ve şartlar bulur bulmaz yeşerir ve yeryüzüne mutluluk dalgalarını yayarsa, bu şehrin bağrında çekirdek halindeki düşünce ve ideal bir gün belki uygun ortam bulur bulmaz kendini gösteriverecektir. Osmanlılık, bir milletin tarihini ve halkların mukadderatını bir ideolojinin büyüklük ve erdeminden ayrılmaz bütün haline getirmişti. Güçlü bir hukuk sistemi ve hoşgörü duygusu, birbirine yabancı unsurları bir arada yaşatmaya güç yetirebilmişti. Kentlerde zamanla oluşan kültür ve yaşam biçimi, kolay kolay meydana gelmiyor. Zamana karşı direnerek insanlıkla ilgili gelenek ve görenekleri sürdürmekteki kararlılığı göstermek için hayli mücadele gerekiyor, çünkü kentlerin işi ebelikle uğraşmak ve bu yönde bir metafizik atmosfer oluşturmaktır. Ya da oluşmuş ve oluşmakta olan ebelik metafiziğini yansıtmaktır. Bir ebedi metafiziği türetmek ve insana onu bir soluk alınır iklim ve mevsim yapmak. Bunun da ötesinde uygarlığın bu açıdan prizması olmak, iç göz bebeği, gönül göz bebeği olmaktır.
Osmanlılar dönemi boyunca İstanbul, bir kültür ve düşünce şehri olarak geçmişin kirlerinden ve paslarından arındırılmış, ayıklanmış ve pırıl pırıl bir başkent haline gelmiştir. İstanbul, tarih boyunca her şeyden önce uygarlıklar tarihi olan bir şehir olmuştur. Politik, askeri, kültürel ve düşünceye ait hareketlerin odak noktası, diskoteğin en üst köşesinde durduğu halde, bilinmeyen, göğsünde katı bakışları yumuşatacak ve insanlığa bir müzik gibi keşfedicisini bekleyen hüzün ve sevda plağı şeklinde karşımıza çıkıvermiştir. İbn-i Haldun, Mukaddime isimli eserinde bir devletin kuruluş ve yayılışındaki sırlara değinirken şöyle bir yargıya varır: "Devlet, ancak güç ve başarı kazanmak suretiyle kurulur. Galip gelmek ise, ancak bir düşünce etrafında toplanarak onu gerçekleştirmeye azmetmek ve gönülleri birbirine kaynaştırmakla olur. Kalpleri fethetme ise ancak insanların Tanrı'nın dinini yayma ve egemen kılma hususunda birbirlerine yardımlaşmaları ile oluşturulabilir."
Kültür ve bilgi dostu insanlar, kendi nöbetlerini tamamlayarak arkalarında kalıcı eserler bırakmışlardır her zaman. Arap edebiyatının en dikkat çekici ve orijinal isimlerinden biri kabul edilen Ebu'l-Ala el-Maarri, zaman zaman düşüncelerini alaycı bir üslup içinde ifade etmeyi başarmış bir şairdir. Bereketli topraklar ve milletlerin başından geçen ilginç olaylara değinirken, çok güzel ifadelere yer verir:
“Bana toprağın yaşını soruyorsunuz Bana değil, onu yıldızlara sorun Bir sorun yıldızlara ki kaç millet Kaç devlet gelip geçti Üzerinden bu kara toprakların İnsanın kaderi bu, ıstırap ve gözyaşı Gözyaşı, ıstırap ve ümit…”.