36 minute read

TÜRKiYE KIR

Next Article
ESKi iSTANBUL’DA

ESKi iSTANBUL’DA

TÜRKİYE KIR MİMARLIĞI -II-

Anadolu Kırsal Mimarlığı’na asırlardır yazılı olmayan görgü, ahlak ve inanç kuralları çerçevesinde oluşmuş değerler sistemi, birlikte yaşama kültürü hakim olmuştur. Komşu yapılara saygı gösterilir. Hiçbir ev bir başka evin ışığını, havasını ve manzarasını etkilemez. Dr. Şimşek DENİZ

Advertisement

nadolu kırsal mimarlığının çerçevesini çizmek için mimariyi etkileyen parametreler, mimari tasarımdaki temel ilkeler mimari çeşitliliğin bölgelere göre dağılımı ve plan şeması tiplerini ortaya koymak gerekir. İklim, topoğrafya, doğal doku, çevrede bulunan malzemeler çevresel etkenlerdir. Din, dil, dünya görüşü, kültürel değerler, aile, akraba ve toplum ilişkileri ve gelenekler kültürel etkenlerdir.

Toplum davranışları bölgedeki ailelerin sosyoekonomik durumları ve yaşam biçimlerini sosyal etkenler olarak sıralayabiliriz.

İnsanınmekan ve ev algısı, kültürü, ev deneyimleri ise insani etkenleri oluşturmaktadır. Anadolu’da kırsal dokuyu oluşturan parsellerde ana yapıya ek olarak zirai ve hayvancılık amaçlı ahır, samanlık, izbe, tandır gibi müştemilat yapıları yer almıştır.

Sanayi devrimi öncesi Anadolu Kırsal Mimarlığı’nda tabiata ve iklime uygunluk, içten dışa çözüm, yapı malzemesinin en yakından seçilmesi, bina ve mobilya ölçülerinin insan bedeni temel alınarak oluşturulması ve az maliyetle gerçekleştirilmesi temel ilkeler olarak sayılabilir.

İç Anadolu’da oldukça yaygın olan ahşap çatkı – kerpiç dolgu tekniği Orta Asya’daki Harzem bölgesinde 8. Yüzyıldan itibaren kullanılmaktaydı.

Anadolu Kır Mimarlığı sade, insani boyutta ve fonksiyoneldir. Genellikle sivil mimari 1-2 katlıdır. Kagir olarak inşa edilen zemin katlarda sağır duvarlarla ve bahçe duvarlarıyla mahremiyet korunmuştur. Zemin katlar tarım ve hayvancılık amaçlı kullanılmış, çoğunlukla mutfak ve fırın zeminde inşa edilmiştir. Üst katlar yaşam alanı olarak tasarlanmış, çıkmalar ve cumbalarla sokağa açılmıştır.

Plan tipolojisinde kare ya da dikdörtgen odalarda işlevsellik ve uyum gözetilmiştir. Sedir, ocak, yüklük, dolap, gusülhane mimari ile birlikte tasarlanmış ve bütünün bir parçası olmuştur.

Sofalar Anadolu’da farklı yörelerde hayat, sayvan, divanhane, çağnışır, tahtabaş gibi farklı isimlerle anılır. Ortak yaşam mekanı olan sofa bazı bölgelerde eyvanlarla genişletilmiştir.

Türk sivil mimarisindeki plan şemaları sofalar esas alınarak 4 ana gruba ayrılmıştır. • Sofasız plan tipi • Dış sofalı plan tipi • İç sofalı plan tipi • Orta sofalı plan tipi Anadolu kır yapılarının çoğu doğal arazi yapısına göre açılmış yolların sınırladığı parseller üzerine inşa edilmiştir. Kır sivil mimarisi tek düzelikten uzak olarak farklı arazi büyüklüğünde birbirlerinden farklı plan ve cephe düzenlerine sahiptir. Yerleşim biçiminde arazi yapısı, hakim rüzgar yönü, panaroma ve gün ışığı etkili olmuştur. Zemin katlarda bölgedeki üretime yönelik hayvancılık ve tarımsal amaçlı servis hacimleri yer alırken yaşam alanlarının bulunduğu üst katlarda belirgin bir geometric disiplin mevcuttur. Altı kagir üstü ahşap çatkılı, geniş saçaklı ve alaturka kiremit örtülü Türk evi kırsal mimarinin çok sık rastlanan karakteristik özelliğidir. Anadolu Kır Mimarisi’nde çeşitlilik ve bölgesel çözümlere karşılık adeta aynı ustanın elinden çıkmış gibi bir bütünlük görülür. Bu olguda kuşaktan kuşağa aktarılan yapı inşa tekniği ve ilkeleriyle usta ve çırak ilişkisinin şekillendirdiği bir ahlaki temel rol oynamıştır. Anadolu Sivil Mimarisi’ni bugün Türkiye’de mevcut olan yedi bölgeye göre de sınıflandırmak mümkündür. Taşkonut mimarisini ve gölgeli avluları sıcak ve kuru iklime sahip güneydoğu anadolu’da görüyoruz. Ahşap hatıllı taş mimarisi ve

kırlangıç tavan Erzurum ve Kuzeydoğu Anadolu Mimarisi’nde sık kullanılmıştır. Karadeniz Mimarisi’nde ahşap iskelet ve cephe düzeninde dolma göz çıtalamalar Ege ve Akdeniz bölgesinde ise düz damlı kübik taş mimarisi egemendir. Orta Anadolu’nun tüm köy ve kasabalarında topraktan yapılan ahşap çatkılı kerpiç evler mevcuttur.

İÇ EGE, TOROSLAR VE İÇ ANADOLU’YA ISE HIMIŞ YAPI TEKNIĞI HAKIMDIR. Anadolu Kırsal Mimarlığı’na asırlardır yazılı olmayan görgü, ahlak ve inanç kuralları çerçevesinde oluşmuş değerler sistemi, birlikte yaşama kültürü hakim olmuştur. Komşu yapılara saygı gösterilir. Hiçbir ev bir başka evin ışığını, havasını ve manzarasını etkilemez. Komşunun bahçesine bakan pencere açılmaz. Yan bahçeye çatıdan gelen yağmur suyu boşaltılmaz. Kabul edilmelidir ki Anadolu Kırsal Mimarlığı’nda mekan ve eve dair bu yaklaşım İslam inanç ve ahlakından beslenmiş ve somut olarak mekanda tecessüs etmiştir.

KAYNAKÇA • Cengiz Bektaş, Halk Yapı Sanatı, İstanbul 2001 • Sedat Hakkı Erdem, Türk Evi Plan Tipleri, İstanbul 1995 • Doğan Kuban, Türk Evi Geleneği Üzerine Gözlemler, Türk ve İslam Sanatı Üzerine Denemeler, İstanbul 1995 • Metin Sözen ve Cengiz Eruzun, Anadolu’da Ev ve İnsan, İstanbul 1992 • Anadolu’da Kırsal Mimarlık, Çekül Vakfı Yayınları

ANKARA SOMUT OLMAYAN KÜLTÜREL MİRAS MÜZESİ

Somut olmayan kültürel mirasımız adına ülkemizde bir ilk olan bu müzenin ortaya çıkmasında önderlik eden Proje Koordinatörü kıymetli hocamız Prof. Dr. Öcal Oğuz ve değerli hocalarımız Doç. Dr. Evrim Ölçer Özünel ve Doç. Dr. Dilek Türkyılmaz olmak üzere Gazi Üniversitesi, Altındağ Belediyesi, Ankara Kalkınma Ajansı ve Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesine, sevgili müzeci arkadaşlarım Zeynep ve Burakhan'a teşekkür ediyorum… Salih DOĞAN

nkara SOKUM Müzesinin çalışmalarını aşağı yukarı kurulduğu günden beri İstanbul'dan takip etmeye gayret ediyorum. Lakin bir türlü müzeyi gezme fırsatım olmamıştı. Geçtiğimiz günlerde Hamamönü semtinde bulunan müzeyi gezmeye karar verdim. Müze çalışmaları çok kıymetli hocam Prof. Dr. Öcal Oğuz’un önderliğinde Gazi Üniversitesi Türk Halkbilimi Araştırma ve Uygulama Merkezinde 2005 yılında halk bilimine gönül vermiş değerli bir ekibin uzun yıllar yapmış olduğu çalışmalarla ortaya çıktı. Doç. Dr. Evrim Ölçer Özünel, Doç. Dr. Dilek Türk Yılmaz Öğretim Görevlisi Selcan Gürçayır ve Tuna Yıldız bunların başında geliyor. Sonrasında dönemin Belediye Başkanı Veysel Tiryaki’nin Hamamönü’nde restore edilen Ankara konaklarından birini tahsis etmesiyle 2011 yılında başlayan çalışmalar Kalkınma Ajansının desteği ile 15 Haziran 2013 yılında konağın müzeye dönüştürülmesi neticesinde Ankara Somut Olmayan Kültürel Miras Müzesi kendi alanında Türkiye'nin ilk uygulama müzesi olarak çıkartmıştır.

Müzenin kurucusu UNESCO Türkiye Milli Komisyonu Başkanı Prof. Dr. Öcal Oğuz ve ekibi; özelde Ankara'nın genelde Anadolu'nun tarihi ve kültürel değerlerini, müzecilik ve Türk halkbilimi konularındaki deneyimini aktarmak, yaşatmak ve teşvik etmek amacıyla işe koyulmuştur. Telefonla görüştüğümüz müze sorumlusu arkadaşım Zeynep Hanım bana refakat için Burakhan Beyi görevlendirmişti. Anlaştığımız saatte kapıda hazır olup birlikte müzeyi gezmeye başlıyoruz.. Müzede Türk Halk Bilimi öğretim üyeleri ve öğrencileri gönüllülük esasına göre çalışıyorlar, Burakhan Bey de onlardan biri; heyecanlı genç ve yaptığı işten gurur duyan mütevazı bir arkadaş..

Size biraz müzemizin kuruluş amacından bahsedeyim diyerek söze başlıyor; “Müzemizin kuruluş amacı başkentimizi kültür turizmi merkezlerinden biri haline getirmeye katkıda bulunmaktır. Ankara’nın kültür turizmi potansiyelini hareketlendirmek, tarihî ve kültürel değerlerini ortaya çıkarmak için alan çalışmaları yapmak ve bu alan çalışmasından elde edilen verileri müzede uygulama modellerine dönüştürmek müzemizin hedefleri arasında yer almaktadır. Bütün bu çalışmaları özetleyen Ankara’nın Somut Olmayan Kültürel Mirası kitabını size takdim edeceğim. Orada Projemiz hakkında daha detaylı bilgilere

ulaşabilir, müzemiz açılmadan önce Ankara’nın tüm ilçelerindeki tarihi kültürel değerlerin derlenmesi, bu bağlamda Ankara’nın ilçe ve köylerine tek tek giderek yapılan alan araştırmaları ve toplanan verilerle büyük bir bilgi havuzu oluşturuldu. Somut olmayan kültürel miras toplulukların, grupların ve kimi durumlarda bireylerin, kültürel miraslarının bir parçası olarak tanımladıkları uygulamalar, temsiller, anlatımlar, bilgiler, beceriler, bunlara ilişkin araç gereçler ve kültürel mekânlar...”

Kanatlı dış kapıdan genişçe bir avluya giriyoruz, sol tarafta etkinliklerin yapıldığı bir çadır, sağ tarafta ahşaptan heykeller mevcut. Müzede iki katlı konağı gezdiren ziyaretçilere rehberlik yapan kız ve erkek öğrenciler yöresel dönem kostümleriyle ziyaretçileri karşılayıp gruplara sunum yapıyorlar. Kısaca canlı ve dinamik bir müze ortamı siz bekliyor.

GÖLGE OYUNU VE MEDDAHLIK Müze iki katlı olup ilk kat sol taraftaki salonda geleneksek gösteri sanatlarımızdan KaragözHacivat gölge oyunlarının yapıldığı bir sahne oluşturulmuş; okul grupları veya ziyaretçilere belli aralıklarla bir “hayali” tarafından gösteriler yapılıyor. Bu alanda yapılan sergilemelerde geleneksel gölge oyunu meddahlık mirasına kuklalardan, oyun karakterlerine kadar her şey mevcut. Burakhan Bey, bütün bir gösterinin tanıtımının yapıldığı bu sanatımızın müzeleştirilme süreçlerini bana tüm detaylarıyla anlatıyor. Giriş kısımda bulunan kitaplar, dergiler, müze tanıtım materyalleri, geleneksel ahşap oyuncaklar, renkli topaçlar, mangala, beş taş ve bunları deneyimlemenin çocuklara ne kadar heyecan verdiğini görmelisiniz…

EBRU SANATI VE IHLAMUR BASKI Müze; giriş katın sağ tarafındaki küçük salonda iki önemli mirasımızın deneyimlendiği bir alan olarak düzenlenmiş: ebru sanatı ve ıhlamur baskı yapımı. Bir İngiliz turist ile birlikte oturup baskı yapıyoruz. Çocukluktan beri hafızamızda yer etmiş özellikle Tokat işi baskılı sofra bezleri vardır. Beni bu uygulama doğrudan geçmişe götürdü ve bir anlamda bellek mekân olan müze işlevi aslında bunu veriyor ziyaretçiye. Bilinçaltındaki geçmişinizle yüzleştiriyor sizleri. Beni bir anda çocukluğumdaki o sofraya götürdü; sofra başında bugün var olmayan insanlarla buluşturdu, onların hatıraları zihnimde canlandı, mutlu oldum ve hüzünlendim. Eminim bütün ziyaretçiler aynı duyguları yaşıyorlar. Çocukluk anılarınızı tekrar hatırlarken yaşadığınız mutluluk ve anılarda saklı kalmış olay kahramanlarının yokluğunun yarattığı hüzün, "herşey zıddı ile kaimdir" sözünü kulaklarınızda yankılıyor. Üst kata hafif adımlarla merdivenlerden yukarı doğru çıkarken sağ tarafta muhtemelen konağın sahipleri olduğunu düşündüğüm bir çiftin fotoğraflarının sessizce beni izlediğini fark ediyorum. Hemen merdivenleri çıkınca karşıda kiler odası bizi karşılıyor.

Kiler Odası: Geleneksel yöntemlerle yapılan kışlıklar, turşular, tarhanalar, kurutmalıklar,

kavanozlarda yapılan reçeller pekmezler, siniler, teştler, güğümler, tel dolap içinde saklanan yiyecekler, hububat çuvalları… Kiler ile oturma odası duvarına monte edilmiş ahşap dönerli servis dolabı kültürümüzün taşıyıcı unsurlarından birisi olarak kullanım biçimi gösterilerek sergileniyor. Türk toplumunda yaygın kullanılan bir deyim; ”ne dolaplar çeviriyorsun” deyimi buradan gelmektedir. Mesela bir kız, beğendiği erkeğe duygularını belli etmek için bu dolaba mendil koyarak karşı tarafa işaret gönderebilirmiş. Karşı taraf da hislerini mendili farklı şekillerde katlayarak gösterirmiş ki bu da “dolap çevirme “deyiminin çıkış noktalarından. Dolap çevirme deyimi somut olmayan kültürel mirasın somut objeler üzerinden müze vasıtasıyla kültürel aktarımının yapılmasını sağlamıştır. Öbür köşede yufka ekmekler var ekmeğin nimet olarak kültürümüzdeki baştacı yeri anlatılıyor, yapım ve paylaşım kültürüne dair görseller muhteşem hazırlanmış.

Burası harika bir bellek mekân, sizi modern zamanlardan beton binalardan alıp geleneksel yaşamın derinliklerine götürüyor. Burakhan Bey, yaşlı ebelerimizin ipleri nasıl eğirdiğini kökboyaların hangi bitkilerden yapıldığını her gün çöpe attığımız soğan kabuklarının ve diğer boya yapılan birçok bitkinin ne kadar kıymetli olduğunu anlatıyor örneklerini bir bir gösteriyor. Yan tarafa köy odasına geçiyoruz

Şark Odası: Sedirli oturma düzeni, bizim eskiler makat da derlerdi, ortada bir mangal kış

günlerinin hikâyeleriyle bütünleşen bir sıcaklık. Burakhan Beyin mangalın kullanım kültürüne dair anlattıkları hayli ilginç geldi: Mangalın kapağının başında bulunan kuş motifi, eğer kapıya dönük konmuş ise “mazeretimiz var, eğer mümkün ise ziyaretinizi kısa tutabilir misiniz” anlamına geliyormuş. Eğer kuş içeriye dönük ise “istediğiniz kadar oturabilirsiniz hiçbir mazeretimiz yok” demekmiş. Eski köy evlerinin duvarında bulunan geyikli halı kilimler halı yastıkları tavana yakın bir örtülü raf üzerinde ahşap radyo, saz, gaz lambası gibi eşyalar mevcut. Karşı duvarda eski bir ahşap dolap içinde kahve kültürümüze dair malzemeler, kullanılan materyaller ve “bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır" deyimi ile kahvenin kültürümüzdeki yeri anlatılıyor. Müze ziyaretçilerine kulaktan kulağa anlatıla gelen geleneklerimizin, oyunlarımızın canlandırıldığı, masalların, hikâyelerin anlatıldığı köy odalarını deneyimleyeceğiniz alanlardan birisi bu şark odası.

Ara bölmelerde geleneksel dokuma tezgâhı ve kullanılan objeleri görünce rahmetli anamın kilim dokumada kullandığı demirden bir “kirkit”i vardı onu hatırladım. Kazıklar çakar upuzun gererdi iplerini kurardı dokuma tezgâhını evin önüne üç ağacın ucundan bir birine çatılıp üzerine bir çul atılarak çadır gibi gölgelik yaptığını ve ilerledikçe onu biraz daha ileri alarak kilim, palaz, tay, kıl harar dokuduğunu net hatırlıyorum. Sevginin, acıların, kederlerin, sevinçlerin motiflere aktarıldığı kilimlerimiz... Kandiller, idare,

lambaları, çıralar, lüksler, gemici fenerleri vitrin içinde sergilenmiş ne güzel!

Gelin Odası: Gelin odasında, beyaz gelinlikler, büyükçe bir ahşap gelin çeyiz sandığı içerisi el emeği göz nuru işlenmiş çeyiz ürünleri ile dolu. Kapak üzerinde sergilenmiş geleneksel işlemeli eski bir cepken, sandıkta yemeniler, nakışlı ip çoraplar, kanaviçeler, işlemeli mendiller, danteller neler de neler… Ahşap bir eski beşik içinde geleneksel yöntemlerle kundaklanmış temsili bir bebek sarıp sarmalanmış. Bebeklerin altına "öllük" yani beyaz toprak koyarlardı bizim oralarda, pişik olmasın diye! Baby Johnson geldiğinde onlar çoktan kaybolmuştu zaten. Vitrin içinde düğün, sünnet kültüründe davet ve davete icabet geleneklerimizin sembolleri sergilenmiş. Bizim köyde de "okuntu" getirene yumurta, mendil, çorap verilirdi. Gelin yatağı aynı zamanda süslenmiş sünnet çocuk yatağı olmuştur. Sünnet kültürümüze dair asker kına kültürü ve sünnet çocuğu büyüdüğünde onun için hazırlanmış asker bavulu. Gelin odasının içinde duvara gömülmüş ahşap kapaklarla kapatılmış eskiden yıkanmak için kullanılan minik bir banyo mevcut. Eski konaklarda genellikle uygulanan bir örnek bu ve halen Anadolu’da da eski konaklarda bu kültürün mekânı olarak korunmaktadır. Karşı tarafta bulunan son odamıza geçerken duvarda somut olmayan kültürel mirasımız olarak UNESCO miras listesine girmiş bütün miraslarımızın görsellerini inceliyoruz. Son odamıza geliyoruz geleneksel tarzda sedir divan tarzında oturumu kurgulanmış köy odası tarzında orta yerde kilim üzerinde bir mangal, duvarda İstanbul Boğaz Köprüsü motifli bir halı ve geleneksel oyunlarımıza dair görseller mevcut ve burada da çeşitli gruplara oyunlar sergileniyor temsiller veriliyor diye anlatıyor Burakhan Bey.

Ankara Somut Olmayan Kültürel Miras Müzesi, müze objesini; objenin kendisiyle birlikte kullanım şekli varsa törensel ritüeli, kültürel kodlardaki karşılıkları ve çağrışımlarıyla birlikte toplumsal bilinçaltına varan şekliyle bütüncül bir bakış açısıyla ele almaktadır. Böylelikle geçmişten geleceğe önemli bir köprü olmayı başarıyor. Sahip olduğumuz zengin ve köklü medeniyetin mirasçısı bir millet olarak Anadolu’nun bir özeti sayılan Ankara şehrimizin tarihi ve kültürel değerlerini ortaya koyup kendi özgün formlarında uygulamak, sergilemek ve gelecek nesillere aktarma misyonu ile hizmet vermektedir. Bu bağlamda müze

ortaya çıkardığı bilgi ve geleneğin örnekleri olarak; orta oyunları, meddahlık, gölge oyunları, masallar, hikâyeler, ninniler, maniler, türküler, geleneksel sohbet toplantıları, temsili kına gecesi, diş hediği, asker kınası, sünnet töreni, beşik toyu gibi birçok kültürel miras değerleri burada canlandırılmaktadır. Müze ziyaretçilerine geleneği kendi atmosferinde deneyimleme fırsatları sunmaktadır. Somut olmayan kültürel mirasımız adına ülkemizde bir ilk olan bu müzenin ortaya çıkmasında önderlik eden Proje Koordinatörü kıymetli hocamız Prof. Dr. Öcal Oğuz ve değerli hocalarımız Doç. Dr. Evrim Ölçer Özünel ve Doç. Dr. Dilek Türkyılmaz olmak üzere Gazi Üniversitesi, Altındağ Belediyesi, Ankara Kalkınma Ajansı ve Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesine, sevgili müzeci arkadaşlarım Zeynep ve Burakhan'a teşekkür ediyorum. Ankara'ya yolu düşenler tarihi ve kültürel kent belleği açısından çok önemli bir bölge olan Hamamönü semtindeki bu müzeyi mutlaka görmelidir diye düşünüyorum. Müze şimdi Etnografya Müzesi bünyesinde olup eğitim-öğretim sezonunda 09.00-17.00 saatlerinde Pazartesi günleri hariç açık ve ücretsizdir.

SOMUT OLMAYAN KÜLTÜREL MİRAS Somut Olmayan Kültürel Miras (SOKÜM) UNESCO tarafından; toplulukların, grupların ve kimi durumlarda bireylerin, kültürel miraslarının bir parçası olarak tanımladıkları uygulamalar, temsiller, anlatımlar, bilgiler, beceriler ve bunlara ilişkin araçlar, gereçler ve kültürel mekânlar biçiminde tanımlanmaktadır. Kuşaktan kuşağa aktarılan bu miras, toplulukların ve grupların çevreleriyle, doğayla ve tarihleriyle etkileşimlerine bağlı olarak, sürekli biçimde yeniden yaratılır ve bu onlara kimlik ve devamlılık duygusu verir; böylece kültürel çeşitliliğe ve insan yaratıcılığına duyulan saygıya katkıda bulunur…

Fotograflar: SOKUM Müze Arşivi- Salih Doğan

MAZİDEN BİR YAPRAK: ŞAİR, YAZAR A. VAHAP AKBAŞ’LA TÜRKÜLER ÜZERİNE…

“Diyelim: deli yürek sakarya / derviş dicle ve fırat / dertli tuna/ amuderya aras ince arda../ onlar ki birer türküdür/ ağlar her biri bir yerde şimdi" İsmail BİNGÖL

ir terazi gibidir türküler… Söyleyen; bir kefesine hüznünü, kederini, sıkıntısını, acısını, ayrılığını; diğerine sevincini, mutluluğunu, vuslatını koyar. Ve öyledir ki; bazen biri, bazen öbürü ağır basar. Onun için de, bazen gidipte dönmeyenlerin, gelipte görmeyenlerin, sevipte alamayanların acısıyla içimiz yanıp, yüreklerimiz dağlanır. Yana yana dinler, döne döne ağlarız türküde anlatılanların haline… Ve belki de kendimize, kendi yaşadıklarımıza... Çilemize, cefamıza, ateşlerde yanan hayatımıza ve başka hayatların bu minval üzre sönüp gitmesine… Ardından ne bir ses, ne bir soluk kalmamasına… İnce bir sızıyla kavrulup geçip giderek toprağa karışmasına… Bazen de seviniriz; kavuşanların, mutluluğu ucundan kıyısından olsun yakalayanların sebebine… Coşarız; içimiz içimize sığmaz olur, kuşlar gibi uçarız adeta… El ele verip bar tutar, halay çekeriz. Dağlar gibi yücedir şimdi başımız… Ovalar, sahralar bizimdir… Türküleri anlatmaya, güzelliklerinden, birlik ve bütünlüğümüzün perçinleri olduklarından bugüne kadar birçokları sözetmiş, bundan sonra da sözedilmeye devam edilecek. Bu vatan, bu yurt, bu coğrafya bizim oldukça ve bu canlar tende yaşadıkça, türküler susmayacak, bizim hikâyemizi anlatmaya devam edecek… İşte şimdi o canlardan biriyle, şair ve yazar Vahap Akbaş’la kısaca türküler üzerine söyleşeceğiz. Ama ondan önce şairin dünyasındaki türkülerin varlığı konusunda birkaç kelam edelim. "Gülsüz, bülbülsüz manimiz, türkümüz, şarkımız yok gibi." diyen şair için atalarımızın “geçmişte yıkandığı nehirlerin artık birbirinden kopuk ve ağlar durumda” olması derin bin acıyı içerir ve bir “türkü” gibi gördüğü bu nehirlere şöyle seslenir:"diyelim: deli yürek sakarya / derviş dicle ve fırat / dertli tuna/ amuderya aras ince arda../ onlar ki birer türküdür/ ağlar her biri bir yerde şimdi" Trakya'da öğretmenlik yapan Akbaş, yöreye ait "Aliş'imin kaşları kare" türküsünün hikâyesinden yola çıkarak yine büyük bir acıyı dile getirir. Rusçuk'un Maratin köyünde Mahmut Ağa adlı bir adam, kızı Gülsüm'ü kendisi gibi zengin birisiyle evlendirmek düşüncesindedir. Gülsüm, Aliş adlı bir faytoncuyu sevmektedir. Aliş, askerlik hizmeti dönüşü Gülsüm'ü kaçırır. Araya fayton sahibi Ömer Ağa girer, iki taraf anlaşır. Düğün hazırlıkları başlar. Bir gün Aliş arabasıyla Lom çayının üstünden geçerken köprü yıkılır, Tuna'ya düşer, kaybolur. Haberi duyan Gülsüm teessüre kapılıp kendini Tuna nehrine atar. "ağlar her biri bir yerde şimdi/ kara kaşlı aliş üzerine/ ve yâreli içler üzerine" Akbaş, özellikle de Divan şairlerinden yaptığı alıntılarla birlikte, anonim halk edebiyatı ürünlerinden olan türkülere yaptığı göndermelerle bu geleneği besleyen, onun arka planında yer alan İslam kültür ve medeniyetine olan bağlılığını ifade eder. İç dünyasındaki karmaşıklığın sebepsiz söylediği türkünün sözlerinde gizlendiğini fark eden şair; bu düşüncesini bir türkü sözü gibi şu şekilde özetler: Güzeller adama çok iş ederler/ Severler, akıbet derviş ederler."

Yine çok bilinen, tanınmış kişilerce defalarca seslendirilen “Gurbet Şiiri”nde, “Türküler bastıramıyor yalnızlığımı / Mızrap amansız değiyor yüreğimin tellerine / Bir koca kentin kalabalık caddelerinde / Kazan kaldırıyor çocukluğum” diyerek, hasretliğinin acısına türküleri eş ederek anasına seslenen ve gönül dünyasında türkülere kendince yer veren Akbaş’la şahsen tanışmadan önce, onu kitaplarından ve aynı edebiyat dergilerinde yazdığımız yazılardan tanıyordum. Mısralarındaki naiflik, kelimeleri kullanımındaki titizlik, yaptığı işi ciddiye alışı, duygusallık boyutunun yüksek oluşu ve türkülere olan ilgisi, kendi penceremden bakarak onun hakkında az da olsa fikir edinmemi sağlamıştı. Sonrasında şiir gecelerinde ve başka birtakım vesilelerle görüştüğümüzde, onunla alakalı hissiyat olarak edindiğim kanaatin doğru olduğunu ve gerçekten oturduğunu gördüm. Kibarlığı, nezaketi, nezaheti ve duruşuyla inceltilmiş bir ruha sahip olduğunu anladım. Sonra bir gün, yaptığım programda türküler üzerine kısaca değerlendirmesini aldığım sanatçı, yazar, şair arasına onu da aldım. Telefon vasıtasıyla yaptığım bu röportaj gibi başkaları da bugüne kadar arşivimde durdu. Yazdıklarıyla

edebiyatımıza ve medeniyetimize katkı sağlayan bu güzel insanı bir kere daha anmak ve bu dünyadan bir A.Vahap Akbaş’ın geçmiş olduğunu tekrar hatırlatmak adına çözerek yayınlamak istedim. Şiir, roman, deneme, araştırma, inceleme türünde birçok esere imza atan Akbaş (D.2 Mayıs 1954, Batman-V.15 Kasım 2014, Çorlu)’la bilindiği üzere sağlığında edebiyat, sanat üzerine birçok sohbet yapılmış. Şairin bu sohbetlerde söylediklerinin yanında, kültürümüzün önemli ögelerinden olan türkülerimiz üzerine dile getirdikleri de hayli güzel ve dikkat çekici tespitler… Bakınız bu kısa sohbette türkülerle ilgili sorularımıza hangi cevapları verdi sayın Akbaş: İ.BİNGÖL: Üstadım, yıllardır şiirle, yazıyla iç içesiniz. Yeni eserler, yeni yazılar kaleme almak, yeni eserler üretmek için kelimelerle daha çok haşır neşirsiniz. Yazdıklarınızı okuyunca gözümüze çarpan bir tema da türküler… Nesirlerinizde, şiirlerinizde ara ara türkülere vurgu yapıyor, yer veriyorsunuz. Buradan da anlaşılıyor ki, halk kültürümüzün bu önemli ögesi sizin için de önem arz ediyor, etkiliyor. Hemen sormak istiyorum, türküler niçin önemlidir? V.AKBAŞ : Aslında genel anlamda müzik, musiki önemlidir. Çünkü bir milletin, bir toplumun bütün kültür değerleri o müziğin içinde yer alır. Bizim müziğimizin temel taşı, hemen orta direği de türkülerimizdir. Dolayısıyla türkülerimizde bizim bütün hayatımız var. Bizi anlamanın yolunun bu türkülerden geçtiğini söylüyor Yahya Kemal. Çünkü hayat tüm boyutlarıyla yoğunlaşarak en iyi türkülere aks ediyor. Yani biz türkülere baktığımızda onda adeta bütün hayatımızın aktığını görüyoruz. Bir Fethi Gemuhluoğlu abimiz vardı. Allah rahmet eylesin. O türküler için çok güzel şeyler söylerdi, ondan öğrenmiştim. O, ’İnce tarafıyla, yüce tarafıyla, temiz tarafıyla insanlarımız var türkülerde’ diyordu. Ve yine aynı şekilde ‘hafif tarafıyla, çılgın tarafıyla, şehvetli, avare taraflarıyla yine insanlarımız türkülerdedir.” diyordu. İşte kırılan insanlar, küsen insanlar, kaçan insanlar, kendi dışına kaçmak isterken içine büzülen insanlar, ilgi bekleyen insanlar, kıskanç olanlar, duyarlılar, meraklılar, acılar, acıklı olaylar, dostluklar, aşklar her şey türkülerdedir, türkülerimizdedir. Bu gözle baktığınız zaman gerçekten bütün hayatımızın türkülerde aktığını görürüz. İ.BİNGÖL : Sayın Akbaş peki sizin için, bir yazar ve şair olarak türkülerin hayatınızdaki yerini sorsak ne söylersiniz? Yani sanatınıza, yazdıklarınıza nasıl tesir eder? Üretirken ya da okurken türkülerle nasıl bir bağ kurarsınız? Bunun belli bir şekli, zamanı ya da zemini var mıdır? V.AKBAŞ : Türkü bizim eski kültürümüzün temel taşı, manevi değerlerimizin, moral değerlerimizin içinde yer aldığı halk verimleri. Ve böyle olunca tabi biz insan olarak da her şeyden önce daha sonra bir yazar, bir şair olarak türkülere yabancı kalmak, uzağında kalmak mümkün değildir. Onu sadece dinleyip böyle bir ruh arınmasına girmek, ne bileyip dinlenmek, huzur içinde yaşamak, çağın, günün sıkıntılarından kurtulmak, acılarından uzaklaşmak gibi bir işlevle yaklaştığımız gibi, bir kültür unsuru olarak da yaklaşıyoruz türkülere… Çünkü sadece müzikle uğraşanların değil, edebiyatçıların, sanatçıların da türkülere bir sanat eseri olarak yaklaşmaları gerektiğini düşünüyorum. Tanpınar, bir gün Anadolu’nun romanını yazacak insanların türkülerimizden işe başlamaları gerektiğini söyler. Bütün sosyal yapımız adeta o türkülerin içindedir. Dolayısıyla benim için de böyle bir derinliği, bir anlamı olan şeydir türküler... Aynı zamanda bir kaynak bizim için. Baştan sona bir hikâye türkülerimiz, destan türkülerimiz. Acılar var, ağıtlar var, tarihi olaylar var, yani onların da böyle tahlil edilmesi gerektiğini düşünüyorum tıpkı şiirler gibi. İ.BİNGÖL : Türkülerimizin birliğimize, bütünlüğümüze ve millet olma şuuruna katkıları muhakkak ki çok fazla. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz Sayın Akbaş? V.AKBAŞ : Şimdi aklıma Konfüçyüs’ün bir sözü geldi. Yani o genel olarak müzik için söylüyor. Diyor ki; ‘Bir milleti tutsak etmek isterseniz müziğini çürütün’. Bunu tersinden alırsak bir milleti birlikte tutmak, sağlam tutmak, diri tutmak, birlik ve beraberlik içinde tutmak için de türkülerin akışına, devamına, sağlamlığına önem vermek gerekir. Gerçekten türküler bir milletin ortak değerlerini içinde tuttuğu, yaşattığı için ve bir ortak zevk oluşturduğu için şüphesiz ki bir birlik ve beraberlik harfidir. Aynı zamanda bir tutkal vazifesi görüyor. Biraz bu açıdan bakınca türkülerin gerçekten büyük bir işlevi var. İ.BİNGÖL: Üstadım çok teşekkür ederiz. V.AKBAŞ : Türkülerimize yer verdiğiniz, türkülerimizi yaydığınız için, türkü kültürü oluşturduğunuz için ben teşekkür ediyorum. (TRT Erzurum Radyosu Bizim Eller Programı.15.03.2011)

KUR’AN BÜLBÜLÜMÜZ DR. MEHMET ALİ SARI İLE MÜLÂKAT -IIIHocamın ehliyeti vardı. Önce bir otomobil alarak onu taksi olarak çalıştırmayı denedi. Yanında görev yaptığı müezzinlerinden Nizameddin Efendi ile birlikte taksicilik yapmaya başladı. Hüseyin MOVİT

ocamın, halen Dilovası’nın Tavşancıl mahallesinde yaşamakta olan bir de kayın biraderi vardır. 1922 doğumlu olan Mehmet Otuz isimli bu ağabeyle seyrek de olsa görüşüyoruz. Ben İstanbul’a geldiğimde hocam âilesiyle, Karaköy’de Çeşme Meydanı denilen semtte ahşap, eski bir evde oturuyordu. Çok sık olmasa da evlerine getir götür işleri için beni gönderir, götürdüklerimi kapıdan verir dönerdim. Oradaki ahşap salaş evlerin hepsi sonradan yıkılarak yerlerine caddeler açıldı, yeni iş hanları ve binalar yapıldı. Hocam da Şişli Sormagir Sokak’ta, meşhur şarkıcı Hamiyet Yüceses’in apartmanının bitişiğinde, camimiz cemaatinden Muhallebici Ali Rıza Bilal’in apartmanının giriş dairesini kiralayarak oraya taşındı. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün E cetvelinden aldığı maaşının büyük bir kısmını, oturduğu bu daireye kira bedeli olarak veriyor olmalıydı. Kendisini seven ve durumları iyi olan esnaftan dostları, onun maddi sıkıntı çektiğini bildiklerinden, ek gelir için ona ilave iş yapmasını öneriyorlar, kendisine kredi açacaklarını vaad ediyorlardı. Hocamın ehliyeti vardı. Önce bir otomobil alarak onu taksi olarak çalıştırmayı denedi. Yanında görev yaptığı müezzinlerinden Nizameddin Efendi ile birlikte taksicilik yapmaya başladı. Bir seferinde Vilâyet Konağı’ndan Cağaloğlu’na doğru çıkan yokuşta mecburî duruş yaptıktan sonra kalkışta arabasını biraz geriye kaçırınca, arkasındaki taksi şoförü, kafasını arabasının camından çıkarıp, üzerine kayan arabanın direksiyonunda sakallı birinin olduğunu görünce, “Ulen hoca, ananı avradını…” diye saydırmaya başlayınca Hoca Efendi, yanında oturan arkadaşına, “Bu iş bize göre değil” diyerek taksiyi doğruca garaja çekip taksicilik yapmaktan vaz geçmiştir. Başka ne gibi ilâve işler yapabilir diye düşünülüyor, kendisi için halı ticareti uygun ve yakışır görülüyor. Tarlabaşı’nda camiye yakın bir dükkân kiralayarak halı satma işine başlıyor. O işte de dolandırıldığından kredi ile açılan halı dükkânı da büyük bir zararla kapatılıyor. Şartları mevcut olduğunda, her Müslüman’ın yerine getirmesinin dinen zorunlu olduğu Hac yapma görevi, tek parti idaresinde yasaktı. 1950’den itibaren Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle, isteyen Müslümanlara Hacca gitme müsâdesi verilince, Hoca Efendi, özel bir şirket tarafından görevli olarak vapurla Hacca gönderildi. Hacdan döndükten sonra, Resimli ve İzahlı Hac Kitabı adıyla bir kitap yazdı ve bastırdı. O konuda henüz yazılı bir kitap olmadığından kitap tuttu ve iyi sattı. Bu husus, kendisi için başka konularda da kitap yazmayı teşvik edici oldu. Küçük hacimli kitaplar yazıp, bastırdı. Bu kitaplar, özellikle cuma günleri Ağa Camii’nin giriş kapısı önünde satılıyordu. O günlerden başlayarak 1970’lere kadar küçük cep kitapları yazdı. Bu kitaplar hakkında kendi ifadesi şöyledir : “Çeşitli isimler altında dinî, ahlâkî, içtimaî ve bir de tasavvufî olarak 18 kitap yazmaya muvaffak oldum” (Bu Günün Meşhur Huffaz-ı Kiram ve Mevlithanları, İstanbul, Hamle Matbaası, 1965, s. 5). Küçük hacimli bu kitaplar arasında yer alan, “Bu Günün Meşhur Huffâz-ı Kiram ve Mevlithanları” adındaki biyografik kitap, türünün ilki olarak epeyce sattı. 128 sayfa olan bu kitabında hocamız, meslek camiasından meşhur olan olmayan, kolay ulaşabildiği 64 kişinin biyografisine yer vermiştir. O günlerde, okulda veya diğer derslerle meşgul olduğumdan gündüzleri camide fazla bulunamıyordum. Bu sebeple bana karşı tavrı genelde iyi değildi, bazen aramızda soğuk rüzgârların estiği de oluyordu. Buna rağmen adı geçen bu kitabının 90. sayfasında bana da yer vererek şu iltifatlarda bulunmuştur: “Hafız Mehmet Ali Efendi genç, güzel, yakışıklı ve gayet şık, tertemiz giyimli münevver bir efendidir. Fevkalâde Kur’ân okumakla mûsıki bilgisine de vâkıf olduğu cihetle bu günün meşhur Kur’ân-ı Kerîm

ve Mevlid-i şerif okuyanları arasında mevki sahibidir. Dinî musikiyi muhterem üstad H. Kemal Batanay, Sadettin Heper, Halil Can ve Ali Rıza Sağman Beylerden meşk etmiştir. Lâ dinî musikiyi ise isimlerini hatırlayamadığım birkaç zatı kiramdan meşk etmiştir. Notayı da gayet iyi bildiğinden güzel tambur çalmaktadır. Bu sebeple şayanı takdir ve tebriktir. Hafız Mehmet Ali Efendi, kuvvetli bir hitabete malik iyi bir vaizdir. Okuduğu hutbelerinde, yaptığı vaazlarda daima muvaffak olan ve cemaat üzerinde ezici bir tesir yaratan, ahlâklı, faziletli, dürüst, terbiyeli, azimkâr, mesleğinin şeref ve haysiyetini daima koruyan, temiz kalpli ve konuşmasıyla da halkın en aşağı tabakasından en yüksek tabakası ve sosyetesine kadar hulul etmesini bilen bir efendi olması itibariyle iftihar ederiz. Merhum hocamın, hakkımda kitabına dercettiği ifadelerini buraya memnuniyetle aldım. On altı yaşımdan itibaren on dört sene, geceli gündüzlü her hâlimle gözünün önünde bulunduğum hocam, vaki kusurlarımı görmezden gelerek böylesi görüş ve iltifatlarda bulunmuştur.

İSTANBUL YÜKSEK İSLÂM ENSTİTÜSÜ’NDE HOCALIĞI Sadettin Heper diye mevlevî, mûsikişinas bir zat vardı. Tamburî Kemal Batanay, Mesut Cemil Bey üçü birlikte İstanbul Radyosu’nda Program ve Tasnif Heyeti’nde çalışırlardı. Rahmi Efendi Hocamın ahbabı olan Sadettin Heper, Harbiye’deki İstanbul Radyo Evi’ne gidip dönerken Ağa Camii’ne uğrar, namazını kılar, kahvesini içerken, Hocam ile de sohbet ederlerdi. Aynı zamanda Hafız olan Sadettin Heper, Hafız Ali Efendi ile yaşıt ve dost idiler. Hafız Ali Efendi, Sadettin Heper’e saygı duyar, vehimli olması sebebiyle başkalarından esirgediği duygularını, düşüncelerini ona çekinmeden açar, sözünü de dinlerdi.İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nün o zamanki müdürü Kemal Edip Kürkçüoğlu, Hafız Ali Efendiyi sever, hürmet eder, onu her zaman takdirkâr davranışlarla karşılardı. Hafız Ali Efendi, Fındıklı’daki Yüksek İslâm Enstitüsü’nde okuttuğu Kur’ân-ı Kerîm derslerine, Kadıköy Tüccarbaşı’ndaki evinden geldiği için zaman zaman geç kaldığı olurdu. Müdür Kürkçüoğlu, kendisine yardımcı bir hoca bulmasını ve yorulmamasını söyler. Ali Efendi ise buna pek yanaşmaz. Kendisi ile çalışacak aynı seviyede kimi bulsun, üstad, kimseyi beğenmez ki. Günler geçer, Kemal Edip Bey hatırlatır, ısrar da edince Ali Efendi, durumu dostu Sadettin Heper’e açar ve “Kimi alayım, yok ki” diye de sızlanır. Heper de, Rahmi Efendiyi al işte, der. Ali Efendi açıkça “Olmaz, yapamaz” diye kestirip atar. Aradan geçen bir iki hafta sonra Sâdettin Heper, Hafız Ali Efendi’ye, “Bak arkadaş, eğer Rahmi Efendiyi almaya razı olmazsan, Hendekli Hafız Abdurrahman Efendi’yi getirecekler” deyince bu, sıtmaya razı oluşun sonunda hocam, 16 Ocak 1960’da Yüksek İslâm Enstitüsü’nde Kur’ân-ı Kerîm dersleri hocası oluyor. 17 Mart 1971 tarihinde ilk neslin vazifeyi devir alışına kadar uzunca bir süre, Hafız Ali Efendi ile birlikte Enstitüde Kur’ân-ı Kerîm Dersi hocalığı görevinde bulunuyor. Öğrencileri, hocalığından gereği gibi yararlanamadıklarını söylerler. Gerçi Hafız Ali Efendi, Halil Can, hatta olanca ilmî kapasitesine rağmen Ömer Nasuhî Bilmen gibi hocalar da çok faydalı olamamışlardır. Küçük halkalara hatta ferden ders vererek hocalık yaptıklarından olmalı, sınıf öğretmenliğinde beklenen başarıyı gösterememişler, İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü’nde meslekî dersler, başlangıçta bu minval üzere düşük irtifada işlenerek devam etmiş, alanın genç ve idealist sahipleri gelinceye kadar durum idare edilmiştir.

GEÇİRDİĞİ TRAFİK KAZASI VE HOCAMIN VEFATI Uzun ve sıcak yaz günlerinin yaşandığı bir mevsimde, 3 Temmuz 1956 tarihinde ikindi namazından sonra, cemaatinden Yasin Uygunca’nın arabası ile yakın arkadaşlarıyla birlikte âdetleri olduğu üzere Emirgan’a çay içmeye ve deniz havası almaya giderlerken Ayazağa yolunda trafik kazası geçiriyorlar. Kazada arabada olanlardan sadece Hocamın ayağı kalçasına yakın bir yerden kırılıyor. Bu hadiseden sonra aylarca görev yapamadan evinde yatalak olarak yaşadı. Uzunca bir zaman görevine devam edemediğinden kazayı yapan Yasin Uygunca’nın maddi katkısı ile evinde raporlu olarak günlerini geçirdi. Zaten çok sigara içiyor, had safhada şekeri de olduğundan sağlığı tamamen bozuluyor. Kaza sonrası kısalan ayağı ile aksayarak bastonla bir müddet camiye devam etmeye çalıştı ise de sıkılıyor, günlerinin zor geçtiği her hâlinden belli oluyordu. 1972’de 1 Şubat Salı günü İstanbul’da 63 yaşında vefat etti. Cenaze namazı Çarşamba günü yıllarca imamlığını yaptığı Ağa Camii’nde kılınarak Eyüp Sultan Mezarlığı’nda caddeye yakın sol alt kısımdaki 9031 numara ile belirlenen yere defnedildi. Allah, taksiratını affeylesin, mekânı cennet olsun.

KUBAD-ABAD SARAYI ÇİNİLERİ-II“ÇİFT BAŞLI KARTAL, ŞAHİN VE LALE FİGÜRLERİ”

Kubad-Abad Saray kazılarında çıkan sekiz köşeli yıldız çinilerindeki çift başlı kartal ve şahin motiflerini öylesine ustalıkla kullanmıştır ki, sanat tarihçilerimizin ne kadar dikkatini çekmiştir bilinmez ama bu çinilerin tersten görünüşleri lale motifi olarak algılamak mümkündür. Bilal ARIOĞLU

rta Asya’dan getirdikleri bilgi birikimini bu coğrafyanın sunduğu imkânlarla mezceden, yeni teknikler geliştiren çini ustaları, övünçle imzaladıkları birer yüksek sanat eserleri sunuyorlardı. Selçuklular, Anadolu’ya bu yeni sanat ürünleri ile damgasını vururken diğer taraftan da üzerinde oluşturdukları eserlerle adeta bu sanat ürünlerinin sergilendiği bir müze haline getirmişti. Yazık ki bu birikimin büyük bir kısmı günümüze ulaşamadı. Kubad-Abad Sarayı bize Selçuklunun dini yapılar dışındaki kültür ve sanat birikimini yansıtması açısından önemlidir. Hasanali Yıldırım “Herkes Acı Çeker, Sanatkâr Istırap” makalesinde “Istırabın hakikatini muhatabına sirayet ettirebilecek kudrette ifade edebilene sanatkâr, ifade yerine yaratıcı bir tarzda işaret edene ve şifası kendinden menkul yara açabilene ise büyük sanatkâr demekteyiz” diyerek, sanattaki son dönem halimizi de şöyle özetliyor “Hâlbuki bir sanatkâr, kanına karıştıramadığını ifade edebilme imkânından mahrum kalır. O zaman da müracaat edeceği yegâne alan tasannu. (yapmacık hareket) Son yüzyıl edebiyatımızın ve sanatımızın asliyet röntgeni: yapay çiçekten rayiha ummak”(6) Anadolu çiniciliğinde lale motifinin kullanılması Selçuklu dönemi ile başlamaktadır. Selçuklu sanatkârı çini motiflerinde laleyi sade olarak kullandığı gibi, Kubad-Abad Saray kazılarında çıkan sekiz köşeli yıldız çinilerindeki çift başlı kartal ve şahin motiflerini öylesine ustalıkla kullanmıştır ki, sanat tarihçilerimizin ne kadar dikkatini çekmiştir bilinmez ama bu çinilerin tersten görünüşleri lale motifi olarak algılamak mümkündür. Sanatkâr kuşkanatlarını öylesine stilize ederek çizmiştir ki adeta eserin bu yönde yorumlanmasını da istemiş olmalıdır. Zira dikkatlice bakınca bu eserlerin bazılarında stilize edilmiş iç içe laleleri de görmek mümkündür. Çift başlı kartalın ayakları da öyle bir ustalıkla yerleştirilmiştir ki, hem dıştaki lale figürünün yaprağını tamamlıyor hem de içteki tomurcuk halindeki laleyi işaret ediyor. Şahin çizili çinide de farklı bir kanat stilizasyonu ile ayaklar yine benzer işlevi görmektedirler. Her iki desende de kuşların kuyruk çizimleri bize stilize edilmiş ayrı bir çiçek sunmaktadır. Hatta böyle bir okumada kuş kafalarını lale soğanı olarak ta algılamak mümkündür. Yukarıda Hasanali Yıldırım beyin sanatkâr tarifinde bahsettiği yaratıcı bir üslupla işaret etmeyi ve boyut katmayı becerebilmişlerdir. Belki bunun içindir eserin gövdesine “El-Muazzam” yazısını

kondurması. Çünkü sanatçı burada görebilen göz için olağanın sınırlarını zorlamaktadır. Normal bakıldığında Selçuklunun sembolü olan çift başlı kartalı, ters çevirdiğimizde ise İslam medeniyetinin sembol çiçeği lale motifini görebilmekteyiz. İslam sanatkârı açısından sekiz yüzyıl evvelinden bu denli özümsenen lale bunun için de hemen her edebi sanat dalımızda zirve çiçek olmayı başarabilmiştir. Selçuklu dönemine ait Berlin İslam Sanatı Müzesi'nde bulunan sekiz köşeli yıldız çini örneğinde (13.50 x 11 cm) ortada başat halde lale figürünü gördüğümüzde yukarıdaki çinileri bu şekilde yorumlamamızı güçlendirmektedir. Selçuklunun çinideki lale yorumu İstanbul’un fethinden sonra hızla gelişmiştir. Lale o kadar bu medeniyetin çiçeği olmuştur ki fetihten bir asır sonra sadece çini sanatında stilize edilerek kullanılan lale çeşidi bini bulmuştur. Prof. Dr. Süheyl Ünver lale medeniyetini konu alan makalesinde “16. asırda bütün şaşasıyla tamamen stilize edilerek bine yakın çeşit ve renklerde duvar çinilerimizde en hâkim çiçek laledir.”(7) demektedir. Selçuklu döneminde çiçekleri tanıma ve onlarla iç içe bir yaşam olduğunu görüyoruz. Çünkü dönemin çağdaş tarihçisi İbn Bibi’nin aşağıdaki şiirsel ifadesinde dile getirdiği gibi Selçuklu sanatkarı çiçeklerle oldukça aşina idi. Daha öncesinde belirtiğimiz gibi Türk kültürü aslında 9. Yüzyılda bahçe ve çiçek kültürüne, peyzaj düzenlemesine hakimdi; Cennet gibi güzel bir dağ eteği yoksa gök buranın toprağına amber mi saçmış Yeni yeşillikten firuze rengini almış laleden, üzeri sanki kan lekelerine dönmüş Nesrinden, yasemenden ve nesterenden meydana gelen güzel bir çemen değil sanki gökyüzü (8) Prof. Dr. Rüçhan Arık İş Bankası yayınlarından çıkan Selçuklunun büyük sultanı Alaaddin Keykubad’a atfettiği kitabında; “Selçuklu çinilerindeki motif zenginliğinde, bir hayal coşkunluğu yansımaktadır. Bu zengin biçim repertuvarının kökeni arandığında, bunların, Türklerin ana yurdu sayılan bölgelerde tuğla, terro-cotta ve stuco üzerine uyguladıkları desenlerden de beslendiği görülmektedir. Özellikle figürlü örneklerde, kökü Uygurlarınkine dayanan bir resim sanatı geleneğinin gücü yansımaktadır. Bu figürlerin birçoğu, tarihin derinliklerindeki karmaşık geleneklerden kaynaklanan bir semboller dünyasının motifleridir. Anadolu'da

bu zemin üzerinde yeşeren şaşılacak güçteki yaratıcılık, kendine özgü bir desen dünyası oluşturmuştur.”(9) Kubad-Abad sarayı çinilerini incelediğimizde sanılanın aksine, yüksek düzeyde kültür ve sanat birikimi bulunan Selçuklular hakkında, başta resim sanatı olmak üzere, umulandan fazla fikir ve bilgi vermektedir. Burada Türklerin anayurdundan getirdiği desenlerden beslendiği açıkça görülmektedir. Yaşadıkları bölge üzerinde karşılaştıklarını, getirdikleri ile mezcedilmişlerdir. Saray çinilerinde avcı kuşlardan başka avcı ve av olan diğer hayvan toplulukları da resmedilmiştir. Özellikle bu çiniler üzerindeki hareket halinde hayan tasvirleri (geyik, dağ keçisi gibi) Resim sanatına dinamizm ve hareket katan bir usluplaştırmayı da görmek mümkündür. Selçuklu sanat anlayışını yansıtan en zengin miras, figüratif desenlerle donatılan Kubad-Abad saray çinileridir.

KAYNAKÇA 1) İbni Bibi El-Evamirü’l-Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye (Selçukname) Hazırlayan; Mürsel Öztürk T:C. Kültür Bakanlığı 1000 Temel Eser, Milli Kütüphane Başkanlığı Basımevi Ankara 1996 s:363 2) a.g.e s:362-363 3) Türk Çiçek Kültürü Üzerine Cevat Rüştü’den Bir Güldeste H:Nazım H. Polat Ötüken sh:195 4) Rüçhan Arık - Oluş Arık “Anadolu Toprağının Hazinesi; Çini Selçuklu ve Beylikler Çağı Çinileri” Kale Grubu Kültür Yayınları, Mas Matbaacılık A.Ş İstanbul 2007 5) A.g.e sunuş 6) Hasan Aliyıldırım “Herkes Acı Çeker, Sanatkar Istırap” BİRNOKTA Edebiyat dergisi Temmuz 2020 sayı:222 7) TR Kültür Dergisi Yunus Emre Enstitüsü Sayı:13 8) İbni Bibi El-Evamirü’l-Alâ’iyye fi’l-Umûri’l-Alâ’iyye (Selçukname) Hazırlayan; Mürsel Öztürk T:C. Kültür Bakanlığı 1000 Temel Eser, Milli Kütüphane Başkanlığı Basımevi Ankara 1996 s:362 9) Rüçhan Arık “Kubad Abad Selçuklu Saray ve Çinileri” Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları İstanbul 2000 S: 116

“SAVAŞ İMPARATORLUĞU” VE KÜSKÜN BİR YAZAR

Sanat takdir edilmediği yerden gider. Sanatçı da gitmese bile küser, kabuğuna çekilir. Serdar YAKAR

nsan olmanın, dost kalmanın, kardeş kalabilmenin yüklediği sorumluluklar vardır, dostlarımızın, kardeşlerimizin acılarını ve mutluluklarını paylaşmak gibi...

Acılar paylaştıkça azalır, mutluluklar ise paylaştıkça çoğalır.

Bir dostun acılarını paylaşmak, başsağlığı dileğinde bulunmak üzere gittiğimiz taziye evinde tanış(tırıl)mıştık Kadir Tanır ile yıllar önce, yeniden Şehr-i Maraş’a geldiğimiz yıllarda.

Kadir Tanır ismi hiç de yabancı gelmemişti bana. Dergi kolleksiyonlarım içerisinde özel bir yeri olan Mavera’ların ilk sayılarında okumuştum hikayelerini...

Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu, Erdem Bayazıt’la aynı dergide hikayeleri yayınlanan Kadir Tanır’ın Akabe Yayınları’nın ilk kitap yayınları arasında yer alan bir de hikaye kitabı vardı “Alagün” diye...

Sonra aradan yıllar geçmiş ve Kadir Tanır ismine yayın dünyasının içerisinde olmama rağmen hiç bir yerde rastlamamıştım. Oysa Mavera uzun yıllar yayınını sürdürdüğü gibi orada yazan diğer isimler de birçok dergi ve gazetede yazı hayatını devam ettirmişti.

Kadir Tanır ismi, belleğimde hep bir müstear isim gibi algılanmıştı doğrusu o güne dek.

Taziye evinde tanış(tırıl)dığım Kadir Tanır, benim hikayelerini okuduğum Kadir Tanır olabilir miydi. Sormak en doğalı idi ve öyle de yaptım. Evet. O Kadir Tanır bu Kadir Tanır idi.

Karşılıklı ziyaretleşmeler ile gördüm ki küskünlerimizden biri idi Kadir Tanır. Mimardı. Köy Hizmetleri İl Müdürlüğünden yeni emekli olmuştu.

Üstelik bir zamanlar benim şu an çalışmakta olduğum kurumda, belediyede de çalışmıştı.

Mütevazi bir büroda inşaat işleri ile uğraşıyordu ve onun hikaye yazdığını, üstelik yayınlanmış bir kitabı olduğunu yıllardır aynı odada çalıştığı iş arkadaşları dahi bilmiyordu. Aslına bakılırsa belki kendisi dahi unutmuştu.

Küsmüştü çünkü... Kime, kimlere... Sanat takdir edilmediği yerden gider. Sanatçı da gitmese bile küser, kabuğuna çekilir. Toplum için üretebileceği eserler kendisi ile birlikte yok olur gider. Atalar boşa dememiş “marifet iltifata tabiidir” diye... İltifat sanatkârın ekmeğidir, aşıdır. Toplum önderi olmaya, yönetici olmaya soyunanlar gönüllerinden sevgiyi, dillerinden iltifatı düşürmemelidir. Konuşmalarımız sanattan ve edebiyattandı. İnşaat bürosunun havası değişmiş, yeni bir heyecan, yeni bir kıvılcım parlayıvermişti. Kadir Tanır’ın ikinci kitabı “Güz Yağmurları” Ukde yayınlarının on yedinci kitabı olarak yayınlanmıştı. Kadir Tanır yeniden yazmaya, yazılarını dergilere göndermeğe başlamış ve hatta yarım kalan romanını tamamlamaya karar vermişti. Şu an elimde Kadir Tanır’ın üçüncü hikaye kitabı var. Adı “Savaş İmparatorluğu.” Yedi İklim dergisinde okumuş olduğum hikayeleri bir kez daha okutuyor bana...

“Kan üzerine, öldürme üzerine politika olmaz” diye bağıran öğrencinin isyanına kendimi kaptırıveriyorum, Savaş İmparatorluğu’nun daha ilk hikayesinde. Öteden başka bir öğrenci; “İnsan hayatı kutsaldır. Ve öldürme telafisi olmayan bir yanılgı, bir suç, bir günahtır. Ve her fert bir dünyadır. Emir verdiğiniz güçler an an binlerce dünyayı birden söndürürken siz günah işlemedim diyemezsiniz! Onların elleri

kana bulanıp bulanıp çıkarken, siz ellerim temiz diyemezsiniz!”

“Nefret etmek de nefret edilmek de istemiyorum” diyor kız öğrenci... Bu alıntılar Savaş İmparatorluğu’nun ilk hikayesinden. 96 sahifelik kitapta toplam sekiz hikaye var. Okumaya Savaş İmparatorluğu’ndan başladığımızda inanıyorum ki diğerlerini de okuma imkanı bulacak, bir sanatçının küskünlüğünün bizlere neler kaybettirdiğini siz de göreceksiniz.

Kadir Tanır’ın 13 yaşında menenjit hastalığı ile başlayan hastane hayatı, guatr ameliyatı, mide ülseri, bronşit, kulak ameliyatı ve bir dizi ameliyatın ardından gelen ilik nakli ameliyatından sonra 14 Aralık 2011’de son buldu. Ankara’da rahmeti rahmana kavuştu. Cenazesi memleketi Kahramanmaraş Ulu Camiden kaldırılarak Şeyhadil Mezarlığına defnedildi.

Eserleri; Alagün (1982), Güz Yağmurları (1998), Savaş İmparatorluğu (2004), Şeytan Sarmalı (2006), Küskün (2008), Sonsuz Uzun Ölüm (2008), Suikast Selâmlığı (2009)’dır.

Başkalarını boş verelim ama sakın ola ki bizler küstürenlerden olmayalım...

Küsenlerden ise hiç olmayalım...

KARAGÖZÜ YAŞATAN SANATKÂR ÜNVER ORAL

“Eskiden Ramazan aylarında iki şey hatırlanırdı. Biri pide, diğeri de Karagöz’dü.” Sormuştum: “Peki bugün?” Güler yüzle “Şimdi sadece pide hatırlanıyor. Biz unutulduk.” … Mehmet Nuri YARDIM

emaşa” diye de isimlendirilen millî ve gelenekli sahne sanatlarımızdan Meddah, Ortaoyunu, Kukla, Tuluat ve bilhassa Karagöz’ün yaşayan büyük üstadı Ünver Oral, yıllardan beri yeni nesillere dünkü hazinelerimizi aktarıyor. Bu konuda yılmadan çalışırken ilgisizliğe rağmen çalışmalarına aralıksız devam ediyor. Davet edildiği mekânlarda sanatımızı icra eden, anlatan, çocuklara ve gençlere sevdirmeye çalışan sanatkârımız, muhtelif yerlerde “Karagöz ve Kuklada Yapım, Yazım ve Oynatım” başlıklı sohbetlerde bulundu. Temaşa sanatlarımızı yaşatan sanatkârımızın, bu sahada yayımlanmış pek çok eseri bulunuyor. Birkaç duyarlı televizyonun dışında “Karagöz ve Hacivat”ı tanıtan yayın kuruluşu ne yazık ki yok. Hâlbuki asırlardan süzülüp günümüze gelen bu sanatları yeni nesillere sevdirmeliyiz. Aksi takdirde Karagöz’e Yunanlılar sahip çıkınca üzülür, kederleniriz. Karagöz’den sonra Keloğlan’ı Nasreddin Hoca’yı yitiririz. Sonra da “Niçin değerlerimizi kaybediyoruz?” diye dövünür dururuz.

NÜKTEDAN SANATKÂR Ünver Oral ile dostluğumuz eskilere dayanır. 1980’lerin ortalarında çalıştığım Türkiye gazetesine gelirdi. Uzun uzun konuşur, sohbet ederdik. Ünver Bey, derdi olan bir sanatkâr. Kubbealtı Vakfı’nda çalıştığım senelerde de zaman zaman uğrardı. Bir ziyaretinde vedalaşırken, “Tanıştığımıza memnun oldum.” deyince yanımdakiler “Yeni mi tanıştınız?” diye sordular. Ünver Bey’le biz tebessüm ettik. Arada tekrarladığı şakalarından biriydi. Başka bir gün Karagöz’den bahsediyoruz. Şöyle dert yandı: “Eskiden Ramazan aylarında iki şey hatırlanırdı. Biri pide, diğeri de Karagöz’dü.” Sormuştum: “Peki bugün?” Güler yüzle “Şimdi sadece pide hatırlanıyor. Biz unutulduk.” demişti. Hakikaten belediyeler son yıllarda Karagöz sanatını ihmal ettiler. Diğer ses sanatçılarını her akşam iftardan sonra salonlarına, açık hava alanlarına, çadırlarına çağırdılar. Hâlbuki o sanatçılar zaten yılın 11 ayında iş bulup çalışabiliyorlar. Karagözcüler öyle mi? Onlar Ramazan’dan Ramazan’a hatırlanıyor ve hazırlanıyorlar. Bu konuda Karagöz ustalarının göz ardı edildiğini düşünüyorum. Ünver Bey hakikaten nüktedan! Yıllar önce bir yakınımda ziyaretine gitmiştik. İkram geldi, sofraya oturduk. Yemeğe başlarken “Çok fazla yemeyin, daha sonra biz de hanımla yiyeceğiz!” deyince yanımdaki şaşırmış ve elini derhâl sofradan çekmişti. Tabii bunun

bir şaka olduğu anlaşılınca yemeğe yeniden dönülmüştü.

BEYKOZ’DA BİR HEZARFEN Geçenlerde arkadaşım Muhsin Karabay ile birlikte Ünver Beyi Beykoz’daki evinde ziyaret ettik. Her zamanki gibi eşiyle birlikte bizi güler yüzle karşıladı; oturup sohbet ettik, sanatlarımızı konuştuk. Cevabını merak ettiğim hususu sordum. Acaba Beykoz’da yetkililer Karagöz’le ilgileniyorlar mıydı? “Yeni Belediye Başkanınız Murat Aydın Bey sanatkârlara değer veren bir idareci. Hatta kendisi fotoğraf sanatçısı. Zeytinburnu’nda birçok değerli hizmette bulundu. Sizden haberi oldu mu? İlgilendi mi?” Sorum üzerine “Evet Belediye’nin Kültür Müdürlüğü’nden geldiler. Çalışmalarımı görüp fotoğraflar çektiler. Sanırım Belediye bünyesinde bazı faaliyetlerimiz olacak.” dedi. Bu cevaba, “Çok sevindim, hakikaten sizden istifade etmeliler. Zira bu sanatları bilen ve yaşatan müstesna sanatkârlarımızdansınız. Keşke eğitim de verseniz. Yeni Karagözcü gençler yetiştirseniz.” dedim. “İnşallah Belediye bünyesinde böyle bir kursumuz olacak.” deyince bu müjdeye de doğrusu pek sevindim.

KARAGÖZ’ÜN ÖZÜ KORUNMALI Karagöz’ün özünün korunması gerektiğinin altını çizen Oral, “Maalesef son yıllarda bu sanatı bozma yolunda çaba var. İşten anlamayan ama meraklı bazı gençler Karagöz’ü kendi anlayışlarına göre kullanır oldu. Bayağı esprilerle Karagöz’ün ruhuna uymayan davranışlarda bulunuyorlar. Hâlbuki bütün

sanatlarda olduğu gibi bu sanatta da usta-çırak, hoca-talebe münasebeti şart. Yani Karagöz oynatacaklar, mutlaka bunu bilen bir ustadan önce öğrenmeliler, inceliklerini kavramalılar, yetki aldıktan sonra sanatı icra etmeliler.” diyor. Ona göre tamamen ticari amaçla yapılan icralar, sanata iyilik değil kötülük oluyor ve insanların Karagöz’den soğumasına ve uzaklaşmasına sebep oluyor. Meddah, Ortaoyunu, Kukla ve Tuluat Tiyatrosu gibi gelenekli sanatlarımıza saygı duyulması gerektiğini ifade eden sanatkârımıza göre, “Ramazanlarda bazı çadırlarda bu muhteşem sanatlarımız çok basit şekilde icra ediliyor. Bu hâl, çok üzücü. Ehil olanlar ve sanatı bilenler, bu konuda söz ve yetki sahibi olmalı, sanatı uygulamalılar.” Gelenekli tiyatronun ‘ödenekli tiyatro’ denilen Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları tarafından himaye edilmesi gerektiğini vurgulayan Oral, “Bu sanatı bilen birkaç sanatkâr kaldık. Bizden sonra da kimse bu sanatları, sanatseverlere gösteremeyecek. Onun için hem devletimizin hem de milletimizin temaşa sanatlarımıza sahip çıkması lâzım.” diyor. Sanatçımıza göre “Bu sanatlarda açık mesaj verilmez, ince düşünce, mizah kanalıyla sunulabilir.” Türkçe konusunda büyük hassasiyet taşıyan Ünver Oral, “Uydurukça” denilen garip dile karşıdır. Bunun için herkesin diline pelesenk olan “geleneksel” kelimesine karşıdır. “Gelenek tiyatrosu” veya “gelenekli tiyatro” denilmesi gerektiğini hatırlatıyor. Ünver Bey, başta Karagöz olmak üzere millî sanatlarımızı icra edeceklerin, Türkçeyi mükemmel şekilde

konuşması gerektiğini savunuyor. Aksi takdirde bu çalışmalar amacına ulaşmayacaktır.

PEK ÇOK ESERE İMZA ATTI Ünver Oral sanatı yalnızca icra etmedi, geniş kesimlere aktarmayı hedefledi. Kitaplar yazdı. Bu sanatları yurtiçi ve yurtdışında birçok panel, sempozyum ve konferansta anlattı, tanıttı, atölyelerde uyguladı. Sanatkârımız, 1937 yılında Tokat’ın Erbaa ilçesinde doğdu. Sanat ve edebiyatın çeşitli dallarıyla ilgilendi. Bazı şiirleri bestelendi, bir radyo oyunu TRT tarafından filme alındı. Türk Gelenek (Halk) tiyatrosu çalışmalarına 1961 yılında başladı. UNIMA (Dünya Kukla ve Gölge Oyunu Birliği) temsilciliği (1975) yaptı. Türkiye Millî Merkezi’nin kurucularındandır. Özellikle Karagöz ve kukla konularında atölye, araştırma, yazı, kurs, sohbet, sergi, radyo-TV ve gösteri programlarına devam etti. Karagöz, Ortaoyunu,

Kukla sanatları ile film senaryoları, şiirleri ve tiyatro metinleri ile ESKADER ve diğer kuruluşlardan ödüller aldı. Muhtelif yerlerden şu eserleri çıktı:

Cinikizler, Küçük Kuklacılar, Küçük Mehmetçikler, Prenses ile Çoban, Karagöz Perde Gazelleri, Çocuklara Karagöz ve Kukla Şiirleri, Ah Şu İnsanlar, Börekçi Güzeli, Çocuklara Karagöz-Hacivat Söyleşmeleri, Karagöz, Kuklacı Kardeşler, Çocuklara Karagöz Hikâyeleri, Karagöz Belediye Memuru, Barış Korkusu, Kiracı, Yüz Çocuklu Anne, Karagöz Park Bekçisi, Kavuklu İş Buldu, Kediler Okulu, Karanlığın Kolları, Baba Ocağı-Ana Kucağı, Karagöz ve Plastik Tekniği, Karagöz Hayâl Perdesi, Karagöz Okula Başladı, İbişli Kukla Oyunlarımız, Karagöz Oyunları, Meddah Kitabı, Günümüzden Karagöz-Hacivat Söyleşmeleri, Kukla ve Kuklacılık, Kukla Kitabı, Karagöz Oyunları, Perde Gazelleri, Karagöznâme, Madalyalı Kuklacımız Talât Dumanlı, LorelHardi İstanbul’da, İlçemiz Beykoz, Yazı ve Resimlerde Beykoz, Karagöz Belediye Başkanı, Şiirlerde ve Şarkılarda Beykoz, Öp Hacivat’ın Elini, Karayazılılar, Tabut, Çocuklara Karagöz ve İbiş, Karagöz Amca, Karagöz Boyama, Öğrencilere Karagöz, Karagözden Hikâyeler, Çocuklara Karagöz ile Hacivat, Türk Mânilerinden Seçmeler, Türk Ninnilerinden Seçmeler, Türk Bilmecelerinden Seçmeler, Tekerlemeler, Türkülerden Seçmeler, Karagöz Geldi Hoş Geldi, Ülkücü Ali. Beykoz’u sanatın merkezi hâline getireceğine inandığım Murat Aydın Bey’in, ilçeye dair eserleri de bulunan Oral’a sahip çıkacağına yürekten inanıyorum. İnşallah yeni Karagöz ustaları Beykoz’umuzdan yetişecektir. Ünver Oral Beyefendiye sağlıklı, bereketli, huzurlu ve hayırlı bir ömür diliyorum.

This article is from: