30 minute read
ESKi iSTANBUL’DA
ESKİ İSTANBUL’DA SU TİRYAKİLERİ
Advertisement
*T.C. Sultanbeyli Belediyesi Kültür Müdürü ayatın kaynağı su… Varlığın dört unsurumdan biri, ancak olmazsa olmazı su… Her başlangıcın çıkış noktası, İstanbul’un ise sebeb-i varlığı su… O İstanbul ki; dünyanın hiçbir yerinde sularının kaynaklarından böylesi cömertçe yer altından dışa sunulmadığı, o İstanbul ki; dünyanın hiçbir yerinde sularının, mesire yerlerini sarıp okşayıp dolaşmadığı, ve de yine o İstanbul ki; dünyanın hiçbir yerinde sularının, burası misali ‘’Boğaz’ına kadar böylesi sevdaya, böylesi güzele batmadığı… Ve her bir yanının denizlerle, kaynak sularla çevrili olmasına ‘’hamd’’edip, tarihinin hiçbir döneminde ona doyamadığı, kana kana kanamadığı, bir ‘’su gibi aziz’’ İstanbul… İstanbul’un memba sularının tatlı olmasının sebebi, neojen çakıl ve kumlarında toplanan ve süzülen suların, geçirimsiz temel olan yerlerde kaynak oluşturmasıdır. Yamaç kaynağı diye nitelenen ve belirli hat üzerinde bulunan bu özellik sayesinde İstanbul’un içme suyu içene çok hafif içme imkanı sağlamıştır. İstabul’un memba sularını halk bu yüzden keyifle içmekteydi. Osmanlı’da su kültürünün ayrı bir önemi vardı. Halk damak tadı güzel suları sucu dükkânlarında bardakla alıp içerlerdi. İstanbul’da köşe başlarında sucu dükkânları olurdu. Atlı sakalar aracılığıyla membalardan taşınan tatlı sular su tiryakisi müşterilere sunulurdu. Ayrıca uzak şehir ve memleketlerden kervanlarla, gemilerle, içimlik-tadımlık memba suları getirilerek su tiryakilerinin zevkine sunulurdu.
Su tiryakilerinin oluşması doğal olarak su gurmelerini meydana getirmişti ki, bu durum her halde hiç milletin kültüründe yoktur.
Sucu dükkânlarında çeşit çeşit sular bulunur, müşteri hangi memleketin veya kaynağın suyunu içmek istiyorsa onu içerdi. İstanbul’da yaşayanlar arasında tat duyuları gelişmiş ‘’Su Gurmeleri’’ oluşmuştu. Bu gurmeler aynı zamanda iyi bir su tiryakisi olmuşlardı. Gurmeler su satıcılarından bir bardak su alıp tattıklarında hangi kaynağa, hangi memlekete ait olduklarını hemen anlarlardı. Tat farklılıklarından dolayı kaynak sularının bardak fiyatı da değişmekteydi.
Sözgelimi 20.yüzyılın başında Kırkçeşme, Halkalı, Taksim sularının bardağı 5, Kayışdağı, Çamlıca, Taşdelen, Karakulak sularınınki 10 paraydı. İstanbul’un işlek caddelerindeki sucu dükkânlarında şifalı sular da satılmaktaydı. İstanbul’un şifalı bilinen içimlik sularının tamamı yerleşim yerinin çok uzaklarındaydı. Halk arasında değişik efsanelere konu olan bu suların kaynak yerleri aynı zamanda birer mesire yerleri olarak ilgi görmekteydi. Muhtelif gün ve zamanlarda İstanbul ahalisi adeta bir törene gider gibi hazırlanarak bu mesire yerlerine gezmeye giderlerdi. İstanbul suları sadece İstanbul ahalisini cezb etmez İstanbul’a gelen seyyahların da hayranlığını kazanırdı. III.Selim’in mimarı ve kız kardeşi Hatice Sultan’ın ressamı Melling, resimlerinde İstanbul sularına ve çeşmelerine yer vermiştir. Tophane Çeşmesi, Sarıyer Çeşmesi, Belgrat Su Bentleri, İmparator Justinien Suyolu, su kemerleri ve bentlerini resimlerinde kullanmıştır. Ünlü Fransız yazar ve şairi Gerard De NERVAL (1808-1855), 1843 yılında Mısır, Lübnan, Suriye ve İstanbul’a uzun bir seyahatinden sonra yazdığı eserinde etkilenip hayran kaldığı İstanbul suları ve su tiryakilarini şöyle anlatmaktadır. ‘’Bu memleket de alkollü içkiler açıkça satılmadığı için tuhaf bir endüstri kurulmuş: Ölçü ile bardak su satanların endüstrisi!. Bu tuhaf su evlerinde uzun uzun tezgahlar var ve bu tezgahların üzeri de çeşit çeşit şişelerle dolu. Her şişede az çok aranan bir su var. İstanbul’a içme suyu Valens Boruları (Bozdoğan
Kemerinden geçen su yolu) ile gelir. Tatlı suyun nadir ve kıymetli oluşu yüzünden İstanbul’da bir ‘’Su İçiciler Ekolü’’ meydana gelmiştir. Bunlar seçip içtikleri suyun tiryakisi olmuşlardır. Su içim evlerinde muhtelif memleketlerden gelmiş ve muhtelif yıllara ait sular bulunur. Sucu dükkânlarındaki en makbulü Nil suyudur, Fırat suyu biraz yeşil ve sarımtıraktır, zayıf ve gevşek tabiatlılar için tavsiye edilir. Tuna suyunu ise daha çok enerjik kimseler tercih ediyor. Suları yıllara göre de ayırıyorlar.’’ Su üzerine yazılmış şiirler türküler vardır medeniyetimizde işte bunların en önemlililerinden biride Fuzuli’nin Su Kasidesidir; Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su Hz. Mevlana, “Tatlı suyun başı, kalabalık olur” der. Eski İstanbul’da tatlı su kaynaklarının başı mesire alanları olarak ta değerlendirilmiştir.
KUTADGU BİLİG VE TÜRK KÜLTÜR HAYATINA KATKILARI -I-
Yusuf Has Ulu Hacib, yazmış olduğu bu eseriyle İslamiyet’i kabul eden Türkler arasında yaygınlaşan Arapça yazma alışkanlığına karşı, Türkçe ile de böyle önemli eserler yazılabileceğini göstermiştir. Prof. Dr. H. Ömer ÖZDEN*
*TC Atatürk Ünv. utadgu Bilig, on birinci asırda adının Yusuf olduğu bilinen biri tarafından yazılarak Karahanlı hükümdarı Tabgaç Buğra Karahan’a sunulmuş olan çok değerli bir kitaptır. Kitap, okunduğu takdirde insanı mutluluğa ulaştıracağını vadetmektedir.
Bilindiği gibi ‘kut’, mutluluk, nimet, ikbal, devlet, esenlik, ihsan, gönenç gibi anlamlara gelir; ‘bilig’ ise bilgi demektir. Kut kelimesine isimden fiil yapma eki olan -ad ve sıfat fiil eki olan -gu birleştirildiği zaman, gelecekte mutluluk, ikbal, nimet, esenlik, devlet verecek olan bilgi anlamını taşıyan bir kavram grubu ortaya çıkmaktadır. Kut kelimesi, Arapçadan dilimize giren ‘tebrik’ anlamını da taşıdığı için milli ve manevi bayramlarda ‘mübarek olsun yerine ‘kutlu olsun’ ya da ‘tebrik ediyorum’ yerine ‘kutluyorum’ gibi ifadeler kullanırız. ‘Kutsal’ kelimesinin de ‘kut’a dayandığı malumdur. Gerek Orhun Kitâbelerinde, gerek İslamiyet sonrasında eserlerini Arapça olarak veren Fârâbî’de ve gerekse Türkçe olarak yazılmış olan Kutadgu Bilig’de ‘kut’, Tanrı’nın verdiği kağanlık, yani devlet başkanlığı anlamını da taşımaktadır. Bu anlamı da bizzat Kutadgu Bilgi’den çıkarıyoruz. “Tanrı kime inayet ve yardım ederse, dünya onun olur ve o, Kut’a kavuşur.” (Kutadgu Bilig, 6192. beyit.) O halde Kutadgu Bilig, hem yazarına hem de okuyanlarına ikbal ve istikbal kapılarını açacak olan kutlu bir kitap anlamını da taşımaktadır. Her şeyden önce kitabın yazarı Yusuf, bu kitap sayesinde Karahanlı Devleti’nde bir makam sahibi olmuştur. Muhtemelen 52 yaşında yazmaya başlayıp 54 yaşındayken tamamladığı bu eser sayesinde Yusuf, Karahanlı hükümdarı tarafından ödüllendirilip, bugünkü anlamda Özel Kalem Müdürü olarak anlaşılabilecek olan Has Haciblik makamına getirilmiştir. Böylece eserden umulan ilk fayda, bizzat yazarına dokunmuştur. Yusuf Has Hacib, Kutadgu Bilig’i yaşadığı dönemdeki Türk devleti ve onun hakanı olan Tabgaç Buğra Karahan’a sunarak onun faydalanmasını sağlamak gayesiyle yazmıştır. Bununla birlikte bu eser, dünya var olduğu müddetçe okuyan her devlet başkanına, her millete, hatta vasıflı vasıfsız herkese gerekli olan ve her dönemde istifade edilebilecek şekilde kaleme alınmış bir şaheserdir.
Kutadgu Bilig incelendiğinde Yusuf Has Hacib’in iyi bir eğitim aldığı anlaşılmaktadır.
Kitap, bir vasiyetname ve siyasetname niteliği taşıdığı için felsefe ve onun bir dalı olan ahlak anlayışıyla ilgili filozofların görüşlerinden çok yararlandığı görülmektedir. Bu anlamda yine kitaba ön söz yazan meçhul kişi, Yusuf Has Hacib’in Çinli ve diğer milletlerin bilgelerinin eserlerinden yararlandığını belirtmektedir. (KB. ‘Birinci Ön Söz’, s. 1-2) Kitaba yine ismi bilinmeyen biri tarafından ikinci bir ön söz daha yazılmış olup burada da Kutadgu Bilig’in değeri ve önemi şu ifadelerle övülmüştür: “Bu kitap çok aziz bir kitaptır; bilen için bir bilgi denizidir. Değerli bilgiler ile süslenmiştir. Bunların her birine birçok hakîmlerin sözlerini inciler dizer gibi sıralamıştır. Dünyanın ileri gelen hükümdarlarının hepsi bu kitabı benimsemişler ve hazinelerine koyup saklamışlardır. Bu, faydalı bir kitaptır ve hiçbir zararı yoktur. Bu kitabın sözleri insana yardım eder ve yol gösterir; her iki dünyadaki işleri düzenler. Türk, Çin ve bütün Maşrık illerinde, dünyada bunun gibi başka bir kitap yoktur.” (KB. ‘İkinci Ön Söz’, s. 3-4) İkinci ön sözü yazanın söylediklerine bakıldığında Kutadgu Bilig’in asıl faydasının, bunu okuyacak olanlarda görüldüğü ve gelecekte görüleceği anlaşılmaktadır. Nitekim kültürümüzün abidevî eserlerinden biri olan Kutadgu Bilig, ele alınan konuların kapsamlılığıyla, sadece yazıldığı zamana değil, günümüze ve geleceğe de ışık tutan bir muhtevaya sahiptir.
Söz bu noktaya geldiğinde Kutadgu Bilig’in çok uzun asırlar boyunca gizli kaldığını belirtmekte fayda vardır. Bilindiği üzere bu önemli eser, yazıldıktan sonraki yıllarda istinsah edilmiş, ama kaç kez istinsah edildiği bilinmeksizin adeta tarihin derinliklerinde ve toz tutmuş raflarda unutulmuştur. Bugüne kadar kitabın üç nüshası bulunmuştur. Bunlardan ilki 1439 yılında tespit edilen ve önce Tokat’a, oradan İstanbul’a ve nihayet Hammer tarafından satın alınarak Viyana Milli Kütüphanesi’ne götürülen, bu yüzden de Viyana Nüshası olarak bilinendir. Bu nüsha orijinal nüsha olup, Uygur alfabesiyle yazılmıştır. İkincisi 1896 yılında Kahire’deki Kahire Hidivlik Kütüphanesi’nde bulunmuştur. Nüsha Arap harfleriyle yazılmıştır. Üçüncüsü ise yine Arap harfleriyle Türkçe olarak yazılmış olan ve Zeki Velidî Togan tarafından Fergana’da bulunan Fergana nüshasıdır. Bu üç nüshayı bir arada değerlendiren Reşit Rahmeti Arat, kitabı Türkiye Türkçesine tercüme etmiştir. Kutadgu
Bilig, 20. yüzyılda ortaya çıktığına göre Türk kültür ve medeniyetine katkıları bundan sonra olacaktır. O halde bu katkılar neler olabilir? Yazımızın esas konusunu teşkil eden husus, bu soru etrafında şekillenecektir.
Yusuf Has Ulu Hacib, yazmış olduğu bu eseriyle İslamiyet’i kabul eden Türkler arasında yaygınlaşan Arapça yazma alışkanlığına karşı, Türkçe ile de böyle önemli eserler yazılabileceğini göstermiştir. Daha önce Hun Türkçesiyle yazılan mektup ve bazı tablet yazılarından sonra Göktürk alfabesiyle yazılmış olan Yenisey tabletleri ve Orhun Kitabeleri de Türkçenin gelişmiş bir dil olduğunu göstermiş olmaları bakımından önemlidir. Bunlar, İslamiyet’in kabulü öncesinde yazılmış oldukları için, o dönemin Çincesine karşı önem arz ederken, Kutadgu Bilig ve aynı dönemde yazılmış olan Divanü Lügati’t-Türk, bir asır kadar önce toplu olarak kabul edilen İslamiyet’in Türkler arasında Arapça yazma ve konuşma hevesinin yaygınlaşmasına karşı adeta Türkçeyi savunma eserleri olmuştur. Bu iki eser, daha önce Türkler tarafından yazılan Arapça eserlere karşı, Türkçenin de var olduğunu ve Türkçe ile de eser yazılabileceğini göstermiştir. Nitekim bu eserlerden sonra Ahmet Yesevî’nin Divan-ı Hikmet’iyle devam eden Türkçe eser yazma geleneği başlamıştır. Edip Ahmet Yüknekî’nin Atabetü’l-Hakayık’ı (Aybetü’lHakayık), Yunus Emre’nin şiirleri, Âşık Paşa Tarihi, Oruç Beğ Tarihi, Menakıbnameler vs. Türkçe ile şiir, tarih, edebiyat, felsefe… yazılabileceği, hep bu geleneğin bir devamı niteliğinde gelişmiştir.
Kutadgu Bilig, geçmişi geleceğe bağlayan bir köprüdür. On birinci asırda yaşayan Türk toplumunun oluşturduğu değerleri, yirmi birinci asır ve sonrasındaki asırlarda dünyanın değişik coğrafyalarında yaşayan ve yaşayacak olan Türk toplumuna bu değerler vasıtasıyla bağlayacaktır. Çünkü toplumları yaşatan ve geleceğe taşıyacak olan, milli ve manevi değerlerdir.
İdeal toplum modelleri olarak ilk çağlardan itibaren ortaya çıkan ütopyalar, toplumların siyasi çalkantılar içinde oldukları zamanların ürünleridir. Ütopya yazmak demek, alternatif yönetim anlayışları teklif etmek demektir. Platon, siyasi sıkıntılar içindeki Yunan toplumuna ideal bir devlet önermiştir. Fârâbî, daha reel bir siyasi yönetim biçimini İslam toplumunda oluşturmak istemiş ve Peygamberî bir yönetim biçimini idealize ederek sunmuştur. Yusuf Has Ulu Hacib de yaşadığı dönemdeki yönetim sıkıntılarına çözüm önerileri oluşturarak bunu Türk-İslam toplumuna anlatmak ve hatta hükümdara sunup uygulamasını sağlamak istemiştir. İdealist bir anlayışla realist yaklaşımın ortaklaşa ele alındığı bu eserin sunduğu siyaset felsefesi, o gün ve gelecekte uygulanabilecek bir çözüm yaklaşımıdır.
Kutadgu Bilig, Türkçenin on birinci asırdaki kullanımını göstermesi bakımından önemlidir. O asırdaki Türkçe ile günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde konuşulan Türkçenin gelişmesini takip etmemiz, o zamanlar kullanıldığı halde zamanımızda kullanılmayan, unutulmuş olan ya da geçmişten bugüne hangi kelimelerin nasıl bir tekâmül geçirerek ulaştığını görmemiz bakımından katkı sağlayacağını söyleyebiliriz. Bu anlamda Kutadgu Bilig’in dil bilgisi (gramer), söz dizimi (sentaks), anlam (semantik) ve kelime biçimi (morfoloji) çalışmalarına yardımcı olacağı açıktır.
Bilindiği gibi Türkçede pek çok kelime unutulmuş, birçoğu da değişikliğe uğramıştır. Bundan dolayı Kutadgu Bilig, Türkçenin geçirdiği evrimin bilinmesi bakımından çok önemlidir. Türkçemize pek çok yabancı kelime girmiş olduğu gibi, yabancı dillere de Türkçeden birçok kelime girmiştir. Ancak bizde başkalarının etkisinde kalma iyi bilindiği halde, başkalarına bizim yaptığımız etkiler fazla bilinmez, hatta görmezlikten gelinir ve hatta önemsenmez. Etkilenme de, etkileme de doğaldır, ama hep etkilenen olma ruh hali insanı ve kültürleri olumsuz etkilemektedir. Kutadgu Bilig iyi bilindiği takdirde kelimelerin köklerine inilmiş olacağı için hangi kelimelerin Türkçe olduğu, hangi kelimelerin Türkçeden başka dillere geçtiğini anlamak kolaylaşacaktır. Türkçenin yeni kelimeler türetmeye her dem ihtiyacı vardır. Bir zamanlar bu ihtiyaçtan dolayı kelime uyduruluyor ve Türkçemiz bundan olumsuz olarak etkileniyordu. Kutadgu Bilig’e müracaat edilerek orada kullanılan kelimeler sayesinde yeni kelimeler türetmek hem daha bilimsel hem de daha kolay olacaktır.
Eserde dil ile bilgi ve anlayış arasında bağ olması gerektiği vurgulanmaktadır. “İnsanı aydınlatan fasih dilin kıymetini bil. İnsanı kıymetlendiren, dildir; kıymetten düşüren de dildir. Söz, bilerek söylenirse bilgi sayılır; bilgisizin sözü, kendi başını yer.” (KB. 162-163.b) Kutadgu Bilig, bilgiye çok değer veren bir yapıya sahiptir; bilgi, denize benzetilmektedir. “Anlayış nerede olursa orası ululuk kazanır; bilgi kimde olursa o büyüklük bulur.” (KB. 154. b) “Bilginin manasını bil, bak bilgi nerede; bilgiyi bilen insandan hastalık uzaklaşır.” (KB. 156.b) “Bilginin kıymetini bilgili bilir, akla hürmet bilgiden gelir.” (KB. 472.b) “Bilgili kimsenin yeri, gökten daha yüksektir.” (KB. 2452.b) Bu beyitler, Yusuf Has Hacib’in bilgiye yüklediği değerin anlaşılması bakımından oldukça önemlidir. Bilgi, felsefenin temelini oluşturduğu gibi İslam inancının da temelinde yer alır. Kur’an-ı Kerim, başlı başına bir bilgidir; vahiy, insana bilginin ulaştırılmasıdır. Yusuf Has Hacib, felsefe ve dindeki bilginin önemini dikkate alarak insanın değerinin de ancak bilgiyle artacağını görmüş ve bunu kitabına yansıtmış, yöneticilerden ve tüm insanlardan da bilgiyi önemsemelerini istemiştir.
Kutadgu Bilig, Türk tarihini ve tarihî şahsiyetlerimizi tanımamız açısından tarih bilimine katkılar sunabilecek mahiyettedir. Eserde, Türk beylerinin iyi yöneticiler olduğuna vurgu yapılır. “Eğer dikkat edersen görürsün ki dünya beyleri arasında en iyileri Türk beyleridir.” (KB. 276.b) Yine bu beyler içinde geçmişteki en namlı kahramanlardan birinin de Alp-Er Tunga isimli kahramanımızın olduğu görülmektedir. “Bu Türk beyleri arasında adı meşhur ve ikbali ayan-beyan olanı, Tunga Alp-Er idi. O, yüksek bilgiye ve çok faziletlere sahip idi; bilgili, anlayışlı ve halkın seçkini idi. Ne seçkin, ne yüksek, ne yiğit adam idi; zaten
âlemde ferasetli insan bu dünyaya hâkim olur. İranlılar ona Efrasiyab derler; bu Efrasiyab, akınlar salıp, ülkeler zaptetmiştir. Dünyaya hâkim olmak ve onu idare etmek için pek çok fazilet, akıl ve bilgi lazımdır. İranlılar bunu kitaba geçirmişlerdir; kitapta olmasa idi onu kim tanırdı.” (KB. 277-282. b.ler)
Bilindiği gibi milletimiz İslam inancını seçmeden önce Gök Tanrı Dinine mensuptu. Bundan başka çok az da olsa Budizm, Maniheizm, Yahudilik, Hıristiyanlık gibi dinlere inanan boylar da bulunmaktaydı. Yusuf Has Ulu Hacib, Kutadgu Bilig’i yazdığında Türkler toplu olarak İslamiyet’i kabul edeli bir asırdan fazla zaman geçmişti. Bireysel kabullerle birlikte Türklerin İslamiyet’le tanışması neredeyse üç asrı bulmuştu. Bu sürede Arapça dinî terim ve kavramlar Türkler arasında yaygınlaşmıştı. Hatta bu anlamda Yusuf’la akran olan Kaşgarlı Mahmut, Arapça dini terimlerin Türk toplumunda hemen hemen hâkim dil olmasından ve Türkçenin unutulma endişesinden dolayı Türkçenin önemini göstermek maksadıyla Divanü Lugati’t-Türk isimli eserini yazıp Abbasi halifesi Muktedî Bi-Emrillah’a sunmuştu. Yusuf Has Hacib de benzer bir durumu Kutadgu Bilig’de ortaya koymaya çalışmış, İslami terimlerin Türkçe karşılıkları varsa onları kullanmaya azami gayret göstermiştir. Sözgelimi İslam inancında en çok kullanılan terim Allah’tır. Oysaki Yusuf Has Hacib, eserinde Tanrı sözcüğünü kullanmayı tercih etmiştir; çünkü Türkçe tam karşılığı bulunmaktadır. Türkçe tam karşılığı olmayan terimlerde ise Arapçalarını kullanmıştır. Sözgelimi Besmele’yi, azze ve celle’yi olduğu gibi almıştır. “Ey erklig uğan mengü mungsuz bayat/Yaramaz seningdin adınka bu ad.” (Ey kuvvetli, kadir, ebedî ve müstağni olan Tanrı, senden başkasına bu ad yakışmaz) (KB. 6.b) Bu beyitte Tanrı’nın sıfatları olarak erklik, uğan, mengü gibi terimleri kullanmayı tercih ettiği gibi, Peygamber sözcüğü yerine de ilk halife olan Hz. Ebubekir’i anlattığı “Yuluğ kıldı malı teni canını/Yalavaç sevinci tiledik öni” (Malını, tenini, canını feda etti/dileği ancak Peygamber’in rızası idi) (KB. 52.b) beyitinde görüldüğü gibi yalavaç terimini kullanmıştır. Nadiren de resul terimini kullanmıştır.
Yusuf Has Hacib’in kullandığı uğan (kudret), bayat (kadîm), mengü (ebedî), mengsüz (özüyle var olan) gibi dini terimler, Geleneksel Türk dininin, yani Gök Tanrı dininin tanınmasına
vesile olmakta, bu meyanda Dinler Tarihi çalışmalarına kılavuzluk edebilecek nitelikte olduğu görülmektedir.
Eserde ahlaki ilkelere, felsefi düşüncelere, siyasi terimlere, hukuka oldukça geniş yer verilmiştir. Kitabın, özellikle ahlaki erdemler üzerine yazılmış olduğunu söylemek yanlış olmasa gerektir. Eserde konuşturulan dört şahsiyet de bu erdemlere göre seçilmiştir. Küntoğdı, töreyi, hukuku ve adaleti temsil eder ki adalet bütün erdemlerin en başıdır. Aytoldı, kut’u, mutluluğu, devleti temsil eder ki adalet devlet sayesinde sağlanır. Ögdülmüş, aklı temsil eder ki adaleti, erdemi anlamlandıracak olan akıldır. Odgırmış ise hayatın sonunu temsil eden münzevi yaşamı temsil eder ki devlet adamlarının böyle bir hayata özenmesi bile önerilmez; çünkü devlete tabi bütün insanlar, yöneticilerin uyanık, akıllı ve cesur olmasıyla güçlenirler. Bu bakımdan Kutadgu Bilig’in, çağdaş felsefe, ahlak ve siyaset çalışmalarına yeni bakış açıları sağlayabilecek bir nitelikte olduğunu söylemek mümkündür.
Her toplumun gelenek, görenek, örf ve adetleri olduğu gibi Türk milletinin de çok eski bir kültürü bulunmaktadır. Bu geleneksel kültürde inanca dayalı uygulamalar olduğu gibi, tecrübeye ve bilgiye dayalı uygulamalar da vardır. Kutadgu Bilig’de de geleneklere, örf ve adetlere önemli yer verilmiştir. Bu bakımdan Kutadgu Bilig, Türk kültürü ve toplum yapısıyla ilgili araştırmalara yön tayin edecek bir yapıya sahiptir.
Bunları da bir sonraki yazımızda ele almayı düşünüyoruz.
BU, BİR AŞK EMANETİDİR
ubbeler, sipahilerin miğferi gibiydi. Minareler ise mızraklarıydı sanki. Kubbenin üzerine oturduğu, besleyici kubbelerde ve duvarlarında yer alan onlarca penceresinden içeriye sızan güneş, dışındaki karanlığı içindeki renk cümbüşüyle öylesine derin bir uhreviyete çeviriyordu ki, bunun atmosferinde hırsın erimemesi mümkün değildi. Burada dillenen sükût bir hayal saltanatıydı sanki. İçerisinde sizi kuşatan maneviyatın huzuru ile kirli de girseniz, arınmış olarak çıktığınızı hissedersiniz. Ayasofya, güzellik makyajını dışında değil içinde kullanmıştı. Hikmetini, inşa edenlerin koruyanların, kullananların ve daha da önemlisi gerçek kimliğine kavuşturanların niyetinden alan bu abide, mahzun duruşunu devam ettirebilir miydi? Elbette ki değil; onun her çağda bir görünen sahibi vardıysa, bir de görünmeyen ezeli sahibi vardı. Çünkü bu bir aşk emanetiydi. Selçuk Beyle Şakir Hoca, Ayasofya’nın ilk cumasında burada buluştular. Namaz sonrasında bir kitabevine oturdular ve bu günün tahlilini yaptılar. Şakir Hoca, gelen çayları içerken, buradaki havayı sordu: “Nasıl buldun ortamı?” “Heyecandan ortama bakamadım ki. Namaza girmeden önce hep şunları düşündüm: Fatih adına asılan kitabesine dokunan eller, çoktan yok olup gittiler. Ancak onun kapısı hep ayakta durdu. Kullanım alanını değiştirseler de mahiyetine güçleri yetmedi. Bir eser, keyfiyetiyle kimliğini dillendirir. Oraya girenler, turistik merakla bakarken, burasını yapan insanların duygularını hiçbir zaman unutmadılar. Burası, Peygamberimiz Efendimizin geldiği 7. Asra kadar Hak üzere olduklarını sanan insanların çabasıyla geldi. Onlar da yanıltılmış, yanlışa sürüklenmiş kitaplarına bağlı kalsalar da, inanmış olma arzusundaydılar. Onlara telkin edilen inanç tarzının yanlışlığını bilseler kendilerine rehberlik eden rahiplerinin peşine düşerler miydi? Nihayet onlar da ‘Ehli Kitaptan’ insanlardı. Bu eseri, böyle bir iman anlayışıyla inşa ve ihya ettiler. Sosyal realitedir, bir gömleğin düğmelerini ters iliklerseniz elbiseyi düzgün giyemezsiniz. Hıristiyan dünyası böyle bir tersliğin mahkûmiyeti içindeydi. Bunun içindir ki, Yüce Yaratıcı’nın ruhsatı olmasaydı, burası Mümin ve Müslüman bir toplumun eline geçemezdi. Burası bu yönüyle, kolay kolay Müslümanlaşamazdı!” “Buraya 86 yıl boyunca girip çıkanların içerisinde, yürek sızısıyla eserin kaderine yanan
yakılan binlerce insan vardı. Bunların duaları günü gelecek icabet bulacaktı, değil mi?” “Evet, nihayet o gün de gelmişti. 24 Ağustos 2020 bir kutlu dua ve bir muhteşem törenle kapısını 1453’ün idealine açtı. Bakın Şakir Beyciğim, Bütün peygamberlerin görevlerini ifa ettikleri dönemde, karşılarında duran, muhalefet eden insanlar vardı. Hiçbir Peygamber, törenlerle karşılanmadı. Hepsi bir kenara, bu cami için müjdeleyici işaretinin izleri bulunan Son Peygamber, taşlanmadı mı, evinde öldürülme teşebbüsüyle yüz yüze gelmedi mi, yurdundan yuvasından sürülmedi mi? Camiyi açan iradeye karşı olanların, tavrının böyle bir benzerlik talihsizliğine sürüklenmesine en güzel cevabı öyle sanıyorum ki, iki Yunanlı Rahip verdi. Selçuk yanındaki gazeteyi açtı ve Yunanistan’dan iki papazın, kendi milletinin suratına çarptığı gerçeğin metnini okumaya başladı: ‘Yunanistan'da, Rahip Evangelos Papanikolaou çıktı ve namuslu din adamı örneğini sergileyerek kendi insanlarına harika bir Türk tokatı patlattı: Ayasofya’yı koruyan Türkler olmasaydı Ayasofya düşerdi. Böyle büyük bir yapıyı kim koruyacaktı? Türkler korudu. Türklerin hüküm sürdüğü dönemde insanların dinlerini özgürce yaşayabiliyordu. Girit'te Türkler bir tane bile manastır kapatmadı. Fakat Yunanistan'da Othonas'ın emriyle çok sayıda manastır ve kilisenin kapatıldığını biliyoruz. Bu yüzden insanlar 'Latin serpuşu yerine Türk sarığı görmeyi tercih ederim', diyordu. Ben de olsam Türk'ü seçerim. Ayasofya'yı Türklerden başka kim koruyabilirdi? Türkler nerede olursa olsun, hep daha iyilerdi. Bizim için utanç verici ama bu gerçek." ifadelerini kullandı. Ve devam etti: Şimdi söyleyeyim, 24 saat boyunca Ayasofya’ya ne kadar turist giriyordu? Hepsi çıplak ve vücutları gözüken elbiselerle buraya giriyorlardı. Çünkü burası müzeydi, o turistler umursamaz ve saygısızca burasını kirletiyordu. Şimdi buraya uzun elbiseleriyle ve ayakkabılarını çıkararak girecekler. Bu, saygı göstergesi değil mi? Bugün bunu bir lanet olarak değil, bir düzeltme olarak algılamalıyız.'' Şimdi bir başka Atina Üniversitesi Teoloji Fakültesi Öğretim Görevlisi, eski Yunanistan Yüksek Mahkemesi Avukatı Başpapaz Lambros Fotopulos bir yazı yayınlayarak Yunanistan hükümetine ağır eleştiriler yönelten ifadelerine bakalım: Papaz yazısında şu ifadeleri kullandı: “Bugün Ayasofya'da bir Ortodoks ayini yapılsaydı, bugüne kadar bu kutsal yerden geçmiş ve Allah'ın insanla olan nadir buluşmasını yaşamış olan binlerce Ortodoks'un kemikleri sızlayacaktı. Çünkü ön sırada imansız insanların, kâfir siyasetçilerin, aforoz edilmiş devlet yöneticilerinin, Papa'nın temsilcilerinin, kardinallerin dikildiğini, kameralarda onların yüzlerinin yansıdığını göreceklerdi. Metropolitler ve papazlar gösterişli ayin kıyafetleriyle kendilerinden hoşnut bir vaziyette poz vereceklerdi. Bayan bakanlar ve milletvekilleri dar pantolonlarıyla ya da havadar giysileriyle bedenlerini teşhir edeceklerdi. Fanatik milliyetçiler putperestlerle birlikte bayraklarını tehditkâr bir şekilde sallayacaklardı. Ateist büyükelçiler, yabancı devletlerin temsilcileri, hep birlikte aynı şovda her zaman olduğu gibi bu duruma devam edeceklerdi.’ Yunan papaz yazısını; ’Ayasofya cami olduktan sonra yapılan ilk dua eşsiz bir nezakete sahipti. Erkekler ve kadınlar ayrı yerlerde, her biri saygıyla, gayretle dua ediyordu’, ifadeleriyle bitirdi. Aklın ve sağduyunun tepkisi işte bu! Hatta bakın, bugün dünyada Ortodoks mezhebine bağlı en büyük kitleyi oluşturan Rusya, burasının ibadete açılmasına karşı, ‘Bu karar Türkiye’nin iç meselesidir’, diyerek olumsuz bir tepki vermedi.” “Bizde müze olarak kalmasını isteyen talihsiz bir sürü aydın kılıklı insanların da tepkileri vardı. Onlara göre, Fatih’in emanetinin hukuki ve ahlaki hiçbir önemi yoktu. Acınacak hal, bizimkiler bu Rum papazları kadar doğru duruşu gösteremediler.” Şakir Hoca da, internetten indirdiği bazı mesajları paylaşmak istediğini söyledi: “Dikkat ettiniz mi bilmiyorum, bizde seküler kesimin hemen tamamına yakını burasının cami olmasına karşı. Bazı sanatçılar, edebiyatçılar da böyle bir görüş sergiliyorlar. Seküler kesimin zaten başından beri karşı olduğu bir projedir Ayasofya’nın ibadete açılması. Bu işi iktidar-muhalefet meselesi olarak gören siyasi kesimin de özellikle muhalefet kısmı rahatsızlığını açık açık belli ediyor. “Sadece Ayasofya mı, Sultanahmet Camii de müzeye dönüştürülmelidir”, diyen milletvekiline partisinin küçük bir uyarısı olmadı.” “Dahası var bu camiyi kendi şehrinde bulunduran İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanı, Yunan medyasına, ‘Ayasofya’nın ibadete açılması gibi bir ihtiyacın bulunduğuna inanmıyorum’ demiş ve açılıştaki cuma namazına da gitmeyeceğini söylemiş.” “Maalesef, biz, bunlarla boğuşarak yaşamaya mecburuz.” “Şükür hak geldi, batıl zail oldu!” Yazar’ın Mihrabat Yayınlarında çıkan AYASOFYA TEBESSÜMÜ isimli eserinden.
ZAPTİYE AHMET CUMHURİYET DEVRİNDE BİR OSMANLI AKINCISI
Muhsin KARABAY
ursun Gürlek’in yeni kitabı, Bilge Kültür Sanat Yayınları’ndan Zaptiye Ahmet üst başlığı ve Cumhuriyet Devrinde Bir Osmanlı Akıncısı alt başlığı ile neşredildi. Kitabın hazırlanışı değilse bile yayınlanışı Zaptiye’ye de yakıştı doğrusu. Böyle bir kitabın ortaya çıkmış olması hem Zaptiye Ahmet ismi ile maruf Ahmet Ersin Yücel’in unutulmaktan kurtarılması hem de onun gibi cesur, dinine, memleketine, milletine, kültürüne, millî ve manevî değerlerine bağlı olan bir vatan evladının yeni yetişen nesillere tanıtılmasına da vesile olacağı için çok memnun oldum. Yıllarca rahmetli romancımız Mehmet Niyazi Özdemir’den Filozof Cemal’i olduğu kadar Zaptiye Ahmet’i de çok dinlemiştim. Rahmetli Niyazi Hocamız özellikle dost meclislerinde, Beyazıt’taki İLESAM’ın eskiden İs-tanbul Şubesinin de bulunduğu Sinanpaşa Medresesi’nde ve Sultanahmet’teki Türkiye Yazarlar Birliği’nin İstanbul şubesi olarak hizmet veren bir Mimar Sinan eseri olan Kızlarağası Medresesi’nde düzenlenen çe-şitli anma toplantıları münasebetiyle geçmişten, tanıdıklarından, Türk büyüklerinden, meşhur yazar ve hocalarımızdan hâtıralar, anekdotlar anlatır; bir çocuk neşesiyle, büyük bir heyecanla ve hatta coşkuyla sesini de yükselterek anlattıklarıyla hem kendi güler hem de bizleri, kalabalıkları güldürürdü. Mehmet Niyazi Özdemir Ağabeyimiz, çok erken yaşlardan itibaren edebiyat ve kültür camiasına girmiş ol-ması ve ayrıca Ötüken Yayınları’nın da üniversite talebeliğinden başlamak üzere kurucuları arasında bu-lunmasından dolayı da adeta neredeyse yüzyıla yakın bir tarihin canlı şahidi durumundaydı. Onun anlattıklarını anlatabilecek insanların sayısı da çok azdı doğrusu. İşte Niyazi Hocamızın bir efsane gibi anlattığı Zap-tiye Ahmet’i ben şahsen ancak onun anlattığı kadarıyla tanıyabilmiştim. Şimdi bu kitaptan okuyabildiğimiz yazılardan da haberdar değildim. Şimdi düşünüyorum da benim hatırladığım kadarıyla ne Zaptiye Ahmet için ne de Filozof Cemal için bir anma toplantısı düzenlenmişti. Oysa onun sağlığında bunlar pekâlâ yapıla-bilirdi ve biz onu yıllar önce daha çok tanıyabilirdik. Ama bu mümkün olmamıştı maalesef... İşte Dursun Gürlek dostumuz bu eksikliği, yapmış olduğu bu güzel çalışma ile gidermiş oldu. Zaptiye Ahmet mide kanaması geçirip hastaneye kaldırıldıktan ve kendisine altmış şişe kan verilmiş olmasına rağmen maa-lesef kurtarılamayarak 16 Temmuz 1969 Çarşamba günü Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur. Beyazıt Cami-si’nde kılınan cenaze namazını çok sevdiği Abdurrahman Gürses Hoca kıldırmıştır. Nevzat Kösoğlu, Dündar Taşer, Ömer Nasuhi Bilmen, Eşref Edip Fergan da cenazede bulunanlar arasındadır. Dursun Gürlek arkada-şım bir gün Zaptiye Ahmet’in mezarına gideceğimizi söyledi. Doğrusu daha önce mezarını da bilmiyordum. Özellikle meşhur adamların mezarları üzerinde çalıştığım hâlde o güne kadar Zaptiye Ahmet’in mezarı hak-kında bana herhangi bir bilgi veren de olmamıştı… Zaptiye Ahmet’in mezarının yerini tam olarak bilmiyor-duk ama İstanbul’da Edirnekapı’da, Sakızağacı Mezarlığında, rahmetli Celâleddin Ökten Hocanın yakınında olarak öğrenmiştik. Mezar taşında şunlar yazılıydı: “Merhum ve mağfur Ahmed Yücel ruhu için rızaenlillah Fatiha 1389”. Kabri başında Fatiha’larımızı okuduk ve bu kitapta kullanılmak üzere mezarının fotoğraflarını da çektik. Bu satırları yazmakta olduğum sırada onun kabrinin yeri hususundaki bilgim maalesef kesinleşmemişti. Bu kitaptan öğreniyoruz ki aslında Zaptiye Ahmet’in mezarı yol geçeceği için bulunduğu yerden kaldırılarak şimdiki bulunduğu yere nakledilmiş. Ancak bilgiler birbirini tutmuyor. Kitaptaki yazıları büyük bir dikkatle okumama rağmen hiç birinde de onun defninde bulunmuş bir dostunun kabriyle ilgili satırlarına
rastlaya-madım maalesef... Yani Zaptiye’nin kabri oraya nakil mi geldi yoksa ilk defin yeri şu andaki yeri miydi, bunu kesin olarak öğrenemedim. Bu değerli kitap Dursun Gürlek arkadaşımızın bir mukaddimesi ile başlıyor. Dursun Hocamız, Zaptiye Ahmet ile ilgili bu çalışması hakkında detaylı bilgiler veriyor. Mutlaka dikkatli bir şekilde okunması icabeden bu sayfalardan sonra Zaptiye Ahmet’in kız kardeşi Nuriye Uğur Akın’ın duygu ve bilgi dolu yazısını okuyoruz. Nuriye Hanım, ağabeyinin dinî ve millî konulardaki hassasiyetlerini, Allah ve Peygamber sevgisini, çalışma azmini, okuma aşkını ve birlikte geçirdikleri güzel yılları anlatıyor. Zaptiye Ahmet yani Nuriye Hanım’ın ağabeyi kendisinin yetişmesi için de çok gayret sarf etmiştir. Onu çeşitli ders-lere ve toplantılara götürmüş, birçok kıymetli şahsiyetle tanıştırmış, böylece daha genç yaşta ona hem ağabeylik hem de rehberlik, liderlik yapmıştır. İnsan bu kitabı okurken kendini adeta bir zaman tünelinde imiş gibi hissediyor. Burada ismi geçen ve birçoğu rahmet-i Rahman’a kavuşan çok kıymetli isimler bile bu kitabın değerini katbekat arttırmaktadır. Mahir iz, Salih Tuğ, eşi Binnaz Hanım, Mahmut Celâleddin Ho-ca’nın kızı Hümeyra Ökten Hanım, Kadir Mısıroğlu ve İsa Yusuf Alptekin de bu önemli isimler arasındadır. Nuriye Hanım’ın yazısından sonra onu en iyi anlatabilecek kalemlerden biri olan Mehmet Niyazi Özde-mir’in yazısını okumaya başlıyoruz. Liseyi aynı yıllarda ve Haydarpaşa Lisesi’nde okumuş olmalarından dola-yı onunla olan dostlukları çok derindir ve adeta ayrı geçen günleri olmamıştır. Niyazi Hocamız onun yurtta-ki arkadaşlarını nasıl namaza kaldırdığını, yurtta ezan okuyarak onları cemaatle namaz kılmaya nasıl teşvik ettiğini ve onun Kadir Mısıroğlu, Ali İhsan Yurt, Mehmet Şevket Eygi gibi önemli şahsiyetler ile nasıl birlik-te azimle, gayretle, aşk ve şevkle çalıştığını anlatmaktadır. O yılların fakirliği, yoksulluğu içinde yaşanan küçük bir dayanışma örneği de bize büyük bir ders verecek niteliktedir. Allah sağlıklı ömür versin, benim de ancak geçen yıl kendisini bir toplantı vesilesiyle tanıma imkânı buldu-ğum Özer Ravanoğlu da onun arkadaşları arasındadır. Özer Bey, Sıtkı Evren Bey, Mehmet Ertuğrul Düzdağ, Niyazi Hocamızla birlikte kış günü, Zaptiye’nin çalışmakta olduğu, Mehmet Şevket Eygi tarafından kurulan dergideki çalışmalarına yardımcı olmak üzere gittiklerinde, ailesi İstanbul’da olanlar evlerinden odun götürürlermiş, yani bugünün şartları ile elli yılın, elli yıl öncesinin şartlarını mukayese etmek bile mümkün değildir. Eskiden bir fakirlik vardı. Elli yıl önceyi bırakın yirmi, otuz sene önce de Türkiye’de gerçekten bir fakirlik ve yokluk devrini yaşadık bizler... Ben onlardan sonraki nesilden açlık sınırında geçinmeye çalışmış bir öğretmen olarak fakirliğin, yokluğun azla yetinmenin, eldeki ile mutlu olmanın ne demek olduğunu da bilenlerdenim. Dolayısıyla onların evlerinden odun götürerek ısınmalarını çok iyi anlayabiliyorum. Kültür tarihimize de ışık tutan bu güzel kitapta yer alan bazı anekdotlar sizi zaman zaman duygulandıracak, zaman zaman da güldürecek. Niyazi Özdemir Hocamız ona, “Zaptiye” lâkabının Özer Ravanoğlu tarafından, toplum içindeki hassasiyetlerinden dolayı kendisini rahatsız eden birçok şeye müdahil olması dolayısıyla verildiğini anlatır ve artık Özer Bey’in, “Zaptiye” lâkabından sonra artık o herkesin Zaptiye Ahmet’i olmuştur. Niyazi Hocamız, Zaptiye Ahmet’in halka nasıl “mesele geçtiğini” de gayet güzel anlatmaktadır. Aslında Zaptiye Ahmet’i daha da meşhur eden; onun Sovyetler Birliği Başbakanı Kosigin’in İstanbul’da Ayasofya’yı ziyareti esnasında kendisine “Yuh!!!..” çekmesi üzerine gözaltına alınmasıyla birlikte gazetelerde haber olmasıdır. Zaptiye Ahmet’in en büyük özelliklerinden biri de mesele geçmektir yani o meselesi olan bir insandır ve her mekânda ve her fırsatta bu meseleleri etrafındakilere de anlatarak onları da meselelerden haberdar etmek, belki de meseleleri onlarla paylaşmak, onları da dertlerine, meselelerine orta etmek istemiştir.
Aslında memleketimizde mesele geçebileceğimiz yerler maalesef sadece kahvehaneler olmuştur. Oysa 1980’lerin sonunda ilk defa yurtdışına, İngiltere’ye gittiğimde orada Hyde Park’taki Speakers’ Corner’da (Hatipler Köşesi) yüzlerce insanın mesele geçmekte olduğunu görünce gerçekten İngiltere’nin söylendiği gibi demokrasinin beşiği olduğunu anlamış ve döndüğümde de Türk Edebiyatı dergisinde İngiltere seyaha-timle ilgili iki sayıda yayınlanan yazılarımda, Türkiye’de de Hyde Park’taki gibi bir hatipler köşesinin en azından İstanbul’da, özellikle Gülhane Parkı’nda da oluşturulmasını temenni etmiştim. İşte belki de bizler “mesele geçecek” yerler bulamadığımız için, birbirimizle her gün, sonları maalesef bazen kanla biten tar-tışmalarda, kavgalarda ve dövüşlerdeyiz... Birbirimizi anlayamadığımız ve daha da önemlisi anlaşılmadığımız için de huzursuz ve mutsuzuz... Zaptiye Ahmet
gibi söyleyecekleri olan, dertleri, meseleleri olan insanla-rımız o kadar çok ki... Ama maalesef bu insanlara konuşma fırsatı; duygularını, düşüncelerini anlatma, onları milleti ile paylaşma, “mesele geçme” fırsatı verilmediğinden, karşılıklı birbirini dinlemeyen, anlamayan, anlıyorsa da yanlış anlayan bir millet olup çıktık maalesef... Hele hele İstanbul gibi, son 15-20 yılda azman-laşan, adeta “şehir” olmaktan çıkarak, bazı semtleriyle birer “Küçük Teksas” olan, kimliksiz ve şahsiyetsiz şehirlerde bedenî varlığımızı olduğu kadar ruh sağlığımızı muhafaza ederek yaşayabilmek de hayli zorlaş-tı!... Sultan Abdülaziz Han’ın Turşucu-başısının torununun dükkânından turşu yedikten sonra biraz ileride Sultan Abdülhamit Han’ın Şerbetçiba-şısının dükkânından da şerbet içen birçok dostunun anlattığı; kimi zaman duygulandıran, kimi zaman hü-zünlendiren, kimi zaman da güldüren hâtıraları, anekdotları okumak için mutlaka, aziz dostum Dursun Gürlek’in Zaptiye Ahmet kitabını alıp okumalısınız. Hayır, hayır!.. Sadece okumanız yetmez, eşinize dostunuza, çocuklarınıza da okutmalısınız... Hepimizin bu kitaptan öğreneceği o kadar çok şey var ki!.. Hele çocukları-mız ve gençlerimiz bu kitabı okurlarsa, bu memlekete, bu millete, bu necip milletin dininden diline ve mimarisinden kültürüne de o derece sahip çıkacaklardır Yani demem o ki, Zaptiye Ahmet, sadece devrinin değil, devrimizin olduğu kadar gelecek devirlerin de zaptiyelik görevini bu kitaplar neşredildiği ve okun-duğu müddetçe yapacaktır. Kitapta başta Zaptiye Ahmet’in kız kardeşi Nuriye Uğur Akın Hanımefendi ol-mak üzere hocaları, yakın dostları, neredeyse çocukluk ve okul arkadaşları olan Mehmet Niyazi Özdemir, Özer Ravanoğlu, Ahmet Nuri Yüksel, Mahir iz, Nevzat Kösoğlu, Galip Erdem, Dr. Âsaf Ataseven, Hekimoğlu İsmail, Ergun Göze, Münevver Ayaşlı, Ahmet Güner Elgin, Kadir Mısıroğlu, İsmail Oğuz, Mehmet Şevket Eygi, Raif Karadağ, Ahmet Rıfat, Abdullah Dervişoğlu, Mehmet Cemal Çiftçigüzeli, Hasan Arvasi, İmam Mustafa, Erdem Öztekin, Rahime Kadirioğlu, Müslüm Turan, Peyami Turan, Dinçer Baykan, Dursun Ali Çemberci, Üstün İnanç ve Hüdavendigâr Onur gibi bazılarını bizim de tanıma mutluluğuna erdiğimiz kültür, sanat ve edebiyat erbabının yazılarını okuyabilirsiniz. Ahmet Ersin Yücel’in, bu kitabın sonuna eklenen yazıları da mutlaka dikkatle okunması gereken türdendir. Zaptiye Ahmet’in yazıları bence onun şahsiyetini kültürünü bilgisini birikimini ve her şeyden de önemlisi eğer ömrü vefâ edip de şöyle en azından ellisine, altmışına kadar yaşayabilmiş olsaydı ne çapta bir âlim, mütefekkir ve yazar olabileceğinin de vesikasıdır, ispatıdır, göstergesidir... Onun özellikle, “Mimaride Ruh” başlıklı yazısı başta mimar ve mühendisler olmak üzere bütün ilgili münevver ve memurlarımıza okutturu-lup ezberlettirilmelidir!.. Ayrıca Zaptiye Ahmet’in, kitabın sonuna eklenen vasiyetnamesi de beni oldukça etkiledi. Hatta zaman za-man ben de vasiyetnamemi yazmaya niyetleniyorum, fakat hâlâ bir türlü başlayamadım ama Zaptiye Ahmet bunu bir yatsı namazından sonra yapmış ve her satırı okuyunca insan kendi vasiyetnamesini okuyormuşça-sına duygulanıyor ve hatta gözlerinden yaşlar damlıyor...
Bu kitap vesilesiyle çok önemli gördüğüm bir hususa da temas etmeden geçemeyeceğim. Hepimizin evle-rinde en azından üç beş fotoğraf albümü vardır. Fakat albümlerdeki fotoğrafların ne yazık ki arkalarında fotoğraf ve fotoğraftakilerle ilgili bilgi ve açıklamalar hemen hemen yok gibidir. Bunu akrabalarımın, arka-daşlarımın ve yakın çevremdeki birçok kıymetli şahsiyetin albümünde de gördüm. Maalesef hepimiz hep hayatta olacakmışız ve o fotoğraflardaki kişilerin kimler olduklarını soranlara her an cevap verebilecekmişiz gibi düşünüyoruz. Oysa maalesef hepimiz ölümlüyüz ve o fotoğrafların bir kıymet ifade edebilmesi için onlardaki kişilerin kimler olduklarını bizden sonrakilerin de bilmesi açısından mutlaka fotoğrafların arkala-rına açıklamalar yazılmalıdır. O fotoğraflarda bulunan kişilerin isimleri, fotoğrafın nerede, ne zaman ve kim tarafından çekildiği gibi bilgilerin mutlaka yer alması gerekir. Şahsen ben elimden geldiğince bunları yap-maya çalışıyorum. Bu işi önce mürekkepli kalemlerle yaptığımda gördüm ki, mürekkep diğer fotoğrafları da lekeliyor ve her tarafı kirletiyor. Şimdi çeşitli denemelerden sonra sonunda hazır, kendinden yapışkanlı etiketlere bilgisayardaki programını da kullanarak bilgileri yazıp onları fotoğrafların arkasına yapıştırıyo-rum. İnşallah bu yazıyı okuyan dostlarımız da ellerindeki fotoğrafların arkalarına gerekli açıklamaları yazar-lar. Hele hele büyük gazetelerin, dergilerin, yayınevlerinin, vs. arşivlerindeki fotoğraflar için bunların ya-pılması elzemdir. Zira o yayınevlerinin arşivlerindeki fotoğrafların içindekileri belki bugün için bilenler olabilir ama yakın bir gelecekte eğer arkalarına gerekli bilgiler yazılmamışsa onların kimler
olduklarını söy-leyebilecek belki tek bir kişi bile bulamayabiliriz. Zira sahafların önlerindeki kutularda, çantalarda ve ba-vullarda binlerce fotoğraf maalesef kimlikleri olmayan insanlar gibidirler!.. Bu kitaptan da bir örnek vererek söylemek istediklerimi daha müşahhas hâle getirmek istiyorum. Meselâ sayfa 234’te bir fotoğraf var. Bu fotoğrafta bulunan üç kişinin isimleri maalesef yazılamamış. Oysa Teşkilat Refik, bu kişilerin kimler ol-duklarını söyleyebilirdi ama maalesef öğrendiğim kadarıyla o da vefat etmiş. Oysa bu, daha önceki yıllarda yapılmış olsaydı bu isimleri de öğrenebilecektik. Yazdıklarım ne yazık ki, kitapta bulunan diğer bazı fotoğ-raflar için de geçerlidir. Dursun Gürlek dostumuzun söz konusu kitaba almış olduğu 18 Temmuz 1970 tarihli Raif Karadağ’ın yazısı Bizim Anadolu gazetesinde yayınlanmış. Bu yazıyı özellikle bir konuyu burada belirtmek üzere seçtim. Raif Bey bu yazısını, rahmetli Ahmet Ersin Yücel’in vefatının 1. yıldönümünde milliyetçi gazetelerin hiçbirinde onunla ilgili bir satırcık olsun yazı göremediği için üzüntüsünden ağlayarak kendisine telefon açan sevgili anneciği ile görüştükten sonra yazmış.
Ben bu yazıyı 2020’nin Eylül ayının başlarında kaleme almaya çalışıyorum yani aradan tam elli yıl geçmiş. Maalesef bu elli yıl içinde Zaptiye Ahmet’le ilgili sadece rahmetli Mehmet Niyazi Özdemir vasıtasıyla biraz bilgi sahibi olmuştum, ondan ötesi yok. Demek ki bu yıllar içinde hiç kimse bir teşebbüste bulunarak en azından yılda bir kere olsun bir toplantı düzenlenmesi veya mezarına ziyarete gidilmesi girişimlerinde bu-lunmamış. En azından benim hiç haberim olmadı. Mezarlıklarda en çok gezenlerden biri olduğun için bura-ların artık bayramdan bayrama bile ziyaretçilerinin ne kadar azaldığını gördüğümden bu satırların okuyucu-larını da kendileri öldükten sonra da kısa zamanda unutulacaklarından hiç şüphelerinin olmaması konusun-da uyarmak istiyorum. Çünkü artık hiç kimsenin bir başkasını hatırlamaya, onu anmaya, onun hâtırasını yâd etmeye, hele hele mezarını arayıp bulmaya veya biliyorsa mezarının başına üç beş arkadaşı ile gidip birer Fatiha okumaya vakti yok!.. Benim abarttığımı zannedenler olabilir, fakat eğer merakınız varsa gelin, size bunların canlı örneklerini gösterebilirim. Benim burada söylemek istediğim şu; eğer aileden birileri varsa; bu eş olabilir, hayırlı evlâtlar olabilir, akrabalar olabilir, eğer sevdiklerinin unutulmasını istemiyorlarsa biraz da onların gayretleri gerekiyor. Bu işte kimler görevli? Herkes başkasından bir şeyler yapmasını bekliyor... Şunu unutmayalım ki, mezarlık-lar şöhretli adamlarla dolu. Evet, onlar da zamanında hayattayken meşhurdular. Bir kısmı hâlâ eserleri ile, geride bıraktıkları ile unutulmadılar ama bu herkes için söz konusu değil. Meselâ kırk yıldır İstanbul’dayım ama rahmetli Ahmet Ersin Yücel’in ailesinden hiç kimseyi tanımadım. Keşke aileden birileri onun dostla-rından hiç olmazsa rahmetli Mehmet Niyazi Özdemir ile irtibata geçip böyle bir kitabın yıllar evvel yayın-lanmasını; en azından yeni yetişen nesillerin onu tanıyabilmeleri için bazı anma toplantılarının yapılmasını veya mezarı başında ziyaretler tertip edilmesini temin edebilmiş olsalardı. Dursun Gürlek arkadaşımızın Zaptiye Ahmet’i tanımış ve şu anda hayatta bulunan son bir kaç kişiden rica ile aldığı yazılar haricinde maalesef Zaptiye’nin vefat ettiği yıllara ait olanlar dışında onun vefatından son-raki yıllara ait bir yazı göremeyeceksiniz. Yazılar rahmetli Ahmet Ersin Yücel vefat ettiği zaman yazılmış ve birkaç yıl içinde de unutulup gitmiş. Onu yaşatan sadece sohbetlerdeki anlatımlarıyla Mehmet Niyazi Öz-demir olmuştur. Zaten o eski yazıları kaleme alanların da bir çoğu artık hayatta değil. Demek ki, onu tanı-yanlar da vefat ettikten ve özellikle de en azından her vefat yıldönümünde milliyetçi, muhafazakâr gazete ve dergilerde olsun acaba bir yazı çıktı mı diye derin acısı ve merakıyla onları karıştırdıktan sonra eğer herhangi bir yazı çıkmamışsa beklentisi ve ümidi olan bir gazeteye, bir dergiye veya bir yazara telefon aça-cak, yüreği evlât acısıyla yanık sevgili anneciği de bu fâni dünyaya vedâ eyleyince maalesef Zaptiye Ahmet de nisyana terk edilmiştir. Kırk, elli yıl içinde böyle çok ama çok isim gördüm. Vefat ettikleri ilk birkaç yıl içinde toplantılarla anıldıkları hâlde daha sonra ne isimlerini anan oldu ne de eserlerini basan!.. Bakın eserlerini diyorum... Bu insanlar ki, geride eserler bırakmışlardı... Onlar bile unutulup gittiler... Kitapları-nın yeni baskıları yapılmayan nice kıymetli yazar ve şâirimizin unutulduğunu ben size isim isim sayabilirim ama siz okuyuculardan değil de onların ruhaniyetlerinden ve aziz hâtıralarından utandığım için yazamıyo-rum. Bugün onları hatırlayıp anan ve onların mezarlarının yerlerini bilenler bile neredeyse kalmadı. Ben de bazılarının mezarlarını büyük araştırmalarım neticesinde zorluklarla bulabiliyorum, tabii mezarlarını bulamadıklarımız da ayrı hikâye..