23 minute read
TARiHi VE ŞiRiN
TARİHİ VE ŞİRİN BİR İLÇE VİZE
Advertisement
Dr. Şakir DİCLEHAN
ırklareli’nin çok şirin bir ilçesi olan Vize, bir yanı Midye (Kıyıköy)’de Karadeniz’e, bir eli yemyeşil Istranca Dağları’na uzanıyor. Trak Krallığı’ndan Osmanlı’ya bünyesinde birçok tarihi eser barındıran Vize, uluslararası “Sakin Şehir” ağına üye. Burası ıhlamur kokulu bir huzur sığınağıdır adeta. Yörede ilk yerleşmelerin MÖ 3000-2500 yılları arasında Traklar’ın buraya yerleşmeleriyle başladığı söylenir. Vize (Bizye), M.Ö. 72’de Doğu Trakya Krallığı’nın kurulmasıyla başkent özelliği kazanmış ve bu statüsünü M.S. 44 yılına kadar korumuştur. Bu dönemde Vize, Trakya Krallığı’na 116 yıl başkentlik yapmıştır. Nitekim Strabon, Vize’nin Trak kabilelerinden Astlar’ın başkenti olduğundan bahsetmiştir. Sahili, ormanı, deresi, şelaleleri ve mağaralarıyla küçük ama dopdolu bir ilçe burası… Antik adı Bizye, Trak Kralı Byzas’tan geliyor. Yunan mitolojisinde ise ismi “Byzia”, yani “kaynakların perisi” olarak geçiyor. Su kaynakları bol Vize’ye bu isim yakışır zaten. Trak Krallığı’nın başkenti Vize’de çok sayıda antik kalıntı vardır. İlçenin güneyinde 40 Trak tümülüsü (mezarı) bulunmaktadır. Vize, Osmanlı Dönemi’nde de Trakya’daki en önemli 3 sancaktan biriydi, tam 111 köyü vardı. Roma, Bizans derken böylece Osmanlı Dönemini yaşamaya başlar. I. Murat döneminde Lala Şahin Paşa tarafından kuşatılan Vize Kalesi, bir ay kadar kısa bir sürede teslim alınır. 1368’de fethi takiben Vize, Rumeli Beylerbeyliği’ne bağlı bir sancak haline getirilir. Bu önemli Trakya kalesi, kesin olarak 1453’te Türk idaresine geçer. Kanuni Sultan Süleyman döneminin (1520-1566) başında Vize küçük bir kasaba durumundadır. Osmanlı döneminde şehrin yerleşim sahası, Roma ve Bizans dönemine oranla biraz daha genişlemiştir. 93 Harbi’nin (1877-1878) kaybedilmesini takiben Yeşilköy’e kadar ilerleyen Ruslar, Vize ve çevresini de işgal etmiş, Kırklareli Bulgar Prensliği’ne bırakılmış ve bu yerler, 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin Antlaşması ile geri alınmıştır.
Balkan Savaşları sırasında (1912-1913) Vize Bulgar işgaline uğramıştır. Bu savaşın sonunda yapılan antlaşma ile yaklaşık yüz bin kadar Bulgar, Doğu Trakya’dan göç etmiş, böylelikle Vize ve çevresinde bulunan Bulgar nüfusun hemen tamamı ayrılmıştır. Kurtuluş Savaşı sırasında 27 Temmuz 1920’de Yunan işgaline uğrayan Vize, 2 Kasım 1922’de işgalden kurtarılır. Bu savaş döneminde Vize, iki yıldan biraz fazla Yunan işgalinde kalır. Vize’nin Önemli bir şairi olan Şeyh Alâeddîn Ali Efendi, 16.yüz yıl Tekke şairlerindendir. Şeyh Alâeddin Ali'nin manzumeleri, bünyesinde tasavvufi neşe taşımakta ve oldukça coşkuyla söylenen şiirlerden oluşmaktadır. Çoğu, hecenin 7’li ve 8’li kalıplarıyla yazılmıştır. Bir İlahi’sinde şöyle der Kaygusuz Alaeddin Ali: “Âriflerin irfanı var İki cihandan ileru Âşıkların meydanı var Kevn ü mekândan ileru” İlk Görev Yerim Yıl 1970, bugün adı İlahiyat Fakültesi olan İstanbul Yüksek İslam Enstitüsü’nden mezun olmuş, aynı zamanda bu yüksekokul ile
birlikte okuduğum ve yürüttüğüm İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesindeki eğitimimi tamamlamak için mecburi hizmetimi Diyanet İşleri Başkanlığı’na devrederek Kırklareli iline bağlı bu ilçeye vâiz olarak atanmıştım. Trakyalılar, vâize, “ Vâizci Hoca” derler. Vize, o zamanlar Trakya’nın uzak bir köşesinde kendi halinde yaşayan bir ilçeydi. Trakya, iç durumu bakımından içler acısı bir hale itilmiş ve inanç yönünden ihmalin zirvesine oturtulmuştu o dönemlerde. Büyük Doğu ailesinin önemli bireylerinden biri olan Suat Ak Bey’in tespitlerine göre: “Evlad-i Fatihan” lakabıyla anılan Rumeli insanı, çalışkan ve gayretli mizacı, insan ve doğayı aziz tutan meşrebi, helalden ayrılmamaya özen gösteren inancı, memleket sever ve doğduğu topraklara candan bağlı karakteri ile ayakta durmaya çalışan, fakat bir İmparatorluğun dağılma serüveni içinde en fazla yıpranmış bir nüfus kütlesiydi ülke genelinde… Sürgün yediği bu topraklarda belki de uzun zamandır şaraptan başka teselli bulamadığı için içkiye fazlaca düşkün, ancak kendisinden başkasına asla zarar vermeyen bir uysallığa sahipti" o zamanlar… Vizeli Abdullah Gürel, Ezan ve Ölüm Vize’de Abdullah Gürel adında, otobüsleri olan ve Trakya’nın peynir üretimini büyük çapta elinde tutan zengin, fakat inancı olmayan bir insan yaşardı Vize’de.... Minareden ezan okununca, hemen içeriye girer ve ezan sesinden rahatsızlık duyduğu için yazıhanesinin kapısını sıkı sıkı kapatırdı daima. Benim görev yaptığım o yıllarda hayli ileri bir yaştaydı Abdullah Gürel ve dazlak kafalı biriydi. Bir gün, o ilçenin zengin esnafından ve manifaturayla uğraşan Hacı Sadık Bey, Ramazan ayında, bizi iftara çağırmıştı. Hacı Sadık, Pomak asıllı bir göçmendi ve çok güzel konuşurdu bu mahalli dili. Ben ilk defa orada Pomakların Trakya'daki varlıklarına tanıklık etmiş ve orada onlarla haşir-neşir olmuştum. Hacı Sadık Bey’in Abdullah Gürel ile yakınlıkları vardı, neden onu da çağırmadınız? Dediğimde:
-Ne oruç tutar ve ne de orucun gereğine ve farz oluşuna inanır, o nedenle çağırmadık demişti bana. Neticede Abdullah Gürel bir gün ölür. Suat Ak’ın ifadesiyle: "Hayat ve ölüm, bir gölge gibi büyük bir dikkatle izlerler birbirini… Ölüm, en mahrem köşesinde, can damarında soluklanır hayatın… Çünkü insanın bütün sözcüklerini kucağına alır ve onlara bir çeki düzen verir ve bunca mırıldanmanın, ileri geri konuşmanın, bağırmanın, çağırmanın ve haykırmanın hangi anlama geldiğini bir çırpıda söyleyiverir… Bütün kopmuş bağları, çözülmüş duyguları, yıpranmış gerçekleri birleştirir, düğümler ve yeniler. Korkunç bir hafızası vardır, asla yanılmaz, gecikmez ve ihmal etmez… İhmalkâr olan, sonsuzca yaşayacağı vehmindeki insandır. Her şeye yetişmeye çalışan fakat ölüme hazırlanmayan ve onu unutan… Ölüm kadar eğer tetikte olabilseydi ve inansaydı eğer insan… Hazırlıklı olurdu ve hesap kitabını ona göre yapardı. Ayrıca onu bir son olarak değil, hayatı inşa edici olarak kavrasaydı, anlamsız kılmazdı yaşamayı ve yaşamak da bir hayal kırıklığı olmazdı, bütün istenmedik deneyimlere rağmen… Ölüme çarenin, “ölüme ve sonrasına hazırlamak” olduğunu unuttuğu zamandan beri, fonksiyonelleşmiş bu dünyada ölüm, artık kullanılamaz olanın yekûn hanesinden kaydının düşmesinden ibaret… İnsan hayatı bir nicelik yekûnu, üzeri çizilen bir rakam gibi… Nice olumsuz görünümleriyle, kalite ve niteliğin uzağında ve süratle aşağılara düştüğümüzü ihtar eden dünya, o kadar kendinden ibaret kaldı ki, galiba en son amacı ölüme çare otu arayan bilime, “İMAN”dan başka bir tesellisi kalmadı insanın…"
Yıllar sonra Edebiyat Fakültesi’nde asistanlığa başladığımda, Çok sevdiğim Vize’li birkaç isimden biri olan merhum Hamdi Kırkkoyun’un oğlu Numan Bey, Abdullah Gürel’in ölümünü ve Vize mezarlığına gömülme olayının öyküsünü detaylı bir şekilde şöyle anlatmıştı bana.
Abdullah ölünce, kendisinin mutlaka betondan yapılmış bir mezara gömülmesini vasiyet eder. Geride kalanlar, onun bu vasiyetini yerine getirirler ve mezarlığa defnederler. İki ay geçmeden kokuyu alan Vize’nin tüm köpekleri, bu mezarın etrafında tur atmaya başlarlar. Müthiş bir koku ve etraftan geçenlerin burunlarını tutmadan geçemeyecekleri bir alan ve yer haline gelmiştir mezarlık...
Vize Belediyesi, çareyi mezarın üstüne iki kamyon toprak dökmekte bulur ve böylece Abdullah Gürelin ölü cismini, köpeklerin tasallutundan kurtarıverir.
“Hiç şaşmayan bir saat Gibi işler tabiat
Uyarak kalbimize….” Vesselam…
BU DÜNYA’DAN PROF. DR. ADEM EFE GEÇTİ
“Bu satırları yazan Nihat Malkoç’un yazısının yerine Prof. Dr.Adem Efe dostumun yazısı yer alacaktı..Büyük bir titizlikle hazırladığı yazısı… Kim bilir ne tasarlamıştı kafasında… Önemli bir arşiv belgesinden çıkarım yaptığı bir yazıda olabilirdi, Belki bu toprakların önemli yerlerini kişilerini paylaşacaktı bizimle..Olmadı, yetiştiremedin bu sefer Adem hocam, Rabbim seni çok sevdiği için yanına aldı.. Bu dünyada 53 yıl tertemiz bir insan olarak yaşadın ve öyle kaldın… Seni çok geç tanıdım, keşke daha önceleri tanısaydım, sık sık telefonla aradığında o naif sesini daha çokça duysaydım.. olmadı Adem hocam…Seni görmeden rabbime uğurladık… Cennet mekânındır inanıyorum kardeşim… “ MEHMET KÂMİL BERSE M.Nihat MALKOÇ
İNSANIN İÇİNİ ACITIYOR GİDENLERİN ARDINDAN YAZI YAZMAK... Ölüm yine bir kuş olup konuyor gönül pervazlarımıza. Soğuk elleriyle okşuyor saçlarımızı. Uykularımız bölünüyor yine orta yerinden. Yarına dair hesaplarımızı siliyor ecel denen keçeli silgiyle. Heybemizde taşıdığımız ölüm, canımıza kastediyor. Hayatın yol ayrımında peşine sürükleyip götürüyor hayallerimizi. Gidenlerin ardından yazı yazmak insanın içini acıtıyor. Prof. Dr. Âdem Efe'nin hayat zincirini meydana getiren halkalardan birinin korona illeti sebebiyle kopması bizleri derinden üzmüştür. Bu üzüntünün yansıması olarak bu kırık dökük satırları yazma gereği duyduk.
MERHUM ÂDEM EFE, YARIM ASRA BİR ASIRLIK İŞLER SIĞDIRABİLMİŞ BİR BİLİM İNSANIYDI. Merhum Âdem Efe, koronavirüs(kovid-19) illeti nedeniyle 50 gün boyunca tedavi görse de uygulanan tedaviye maalesef cevap vermedi. Onu 20 Ekim 2020 tarihinde kaybettik. Onun Rabbine kavuşması ile kültür hayatımızdan parlak bir yıldız daha kaydı. Âdem Efe, 1967 senesinde Manisa'nın Akhisar ilçesinde dünyaya gelmişti. 1985'te Akhisar İmam-Hatip Lisesi’nden mezun olduktan sonra Uludağ Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Kamu Yönetimi Bölümü’nü kazanmıştı. Bu bölümde bir yıl okuduktan sonra tekrar sınava girerek Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi’ne kayıt yaptırmıştı.1991'de Dokuz Eylül Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'nden mezun olmuştu. 19911994 yılları arasında İzmir Vali Nevzat Ayaz Lisesi'nde öğretmen olarak görev yapmıştı. Âdem Efe, 1994 yılında Süleyman Demirel Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi'ne Din Sosyolojisi Araştırma Görevlisi olarak atanmıştı. Yüksek lisansını 1995 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi'nde Sosyal Bilimler Enstitüsü Din Sosyolojisi Anabilim Dalı'nda tamamlamıştı. “Nakşbendiliğin Halidiyye Kolu ve Ramazanoğlu Mahmud Sami Efendi Cemaati" adlı tezini 1994 yılında bitirmişti. 2002 yılında Bursa Uludağ Üniversitesi'nde "Meşrutiyetten Cumhuriyete İslamcılar ve Modernleşme (1908'den 1924'e)" adlı teziyle bilim doktoru olmuştu. 2010 yılında yardımcı doçent, 2011 yılında doçent, ardından da profesör olmuştu. Merhum Âdem Efe, Sosyal Hizmetler Bölümü Sosyal Hizmet Anabilim Dalı'nda profesör unvanıyla görev yapıyordu. Alanıyla ilgili Şam/ Suriye, Bakü/Azerbaycan, Üsküp/Makedonya, Kosova ve Kırım’da çeşitli ilmî toplantılara iştirak etmişti. Efe, evli ve iki çocuk sahibiydi. Fransızca ve Arapça bilen Âdem Efe, kariyer basamaklarını başarıyla çıkarak sahasında zirveye ulaşmıştı. Efe, alanıyla ilgili birçok projenin de yürütücülüğünü üstlenmişti. "Dinî Gruplaşma ve Cemaatleşme Olgusunun Sosyolojik Açıdan İncelenmesi", "Türkiye'de Akademik Din Sosyolojisi Araştırmaları", "Yusuf Akçura, Muasır Avrupa'da Siyasî ve İçtimaî Fikirler ve Fikrî Cereyanlar" adlarını taşıyan üç kitabının yanında çok sayıda makalesi ve bildirisi bulunuyordu. Âdem Efe'nin ilgi alanları "II. Meşrutiyet Dönemi Türk Siyasal ve Düşünsel Hayatı: İslâmcılık, Modernleşme, Küreselleşme, Halkla İlişkiler ve İletişim, Dezavantajlı Gruplar, Osmanlı-Türk Kültürel Hayatı, Tasavvuf, Çingeneler, Dinî Gruplar: Alevilik/Bektaşilik/Tahtacılar, Mehmet Akif Ersoy ve İstiklal Marşı" şeklinde sıralanabilir. Süleyman Demirel Üniversitesi Aksu Mehmet Süreyya Demiraslan Meslek Yüksekokulu Müdürlüğü görevini yürüten Efe, SDÜ Engelliler Araştırma ve Uygulama Merkezi ve
SDÜ Alevi-Bektaşilik Araştırma ve Uygulama Merkezi Yönetim Kurulu üyesiydi.
MERHUM PROF. DR. ÂDEM EFE, ZEYTİNYAĞIYLA BÜYÜYEN BİR EGE ÇOCUĞUYDU. Merhum Prof. Dr. Âdem Efe, bir Ege çocuğuydu. Ruhunda zeybeklik vardı. Efelik karakterine işlemişti. Manisa'nın Akhisar ilçesinde doğan Âdem Efe, memleketiyle olan ilişkisini ve hatıralarını Göller Bölgesi Aylık Ekonomi ve Kültür dergisi Ayrıntı'da yayımlanan "Akhisar, Zeytin ve Hatıralar" adlı yazısında şöyle dile getirmişti: "Zeytinlerin tamamını toplama işi bitince at arabalarıyla fabrikaya götürür, yağın çıkması için sıra beklerdik. Sıranın geldiği gün fabrikaya gider, yağları alır gelirdik. Eve gelen yağdan birer tabak konuya komşuya, olana olmayana tadımlık olarak dağıtırdık. Merhum Âdem Efe, her Egeli gibi bir zeytinyağı tutkunuydu. O, yüzde yüz ev yapımı zeytinyağı kullanmaktan vazgeçmezdi. "Zeytinyağının içine çeşitli baharatlar koyarak kahvaltıda yemeyi çok severim. Küçükken siyah veya kırma yeşil zeytinin içine pırasa doğrayıp, limon sıkarak çok yemişliğimiz vardır. Bunun tadı hâlâ damağımdadır."
O, SÜKUT SURETİNDE YAŞASA DA MİLLÎ VE MANEVÎ MESELELER SÖZ KONUSU OLUNCA AVAZI ÇIKTIĞI KADAR BAĞIRIRDI. Genel itibariyle sükut suretinde yaşasa da millî ve manevî meseleler söz konusu olunca avazı çıktığı kadar bağıran Prof. Dr. Âdem Efe'yi yakından görmedim, kendisiyle tanışmadım. Fakat sanal dünya vasıtasıyla kendisiyle mülâki olduk. Avazı kulaklarıma ulaştı. "Dünya Bizim" de,kendisiyle aynı manevî havayı soluduk. Aynı iklimde bulunduk. Komşu köşelerde yazarlık yaptık. Efe'nin kaleme aldığı kıymetli yazıları okuyup istifade ettim. Hatta "Bu yazıların tiryakisi oldum" desem yeridir. Prof. Dr. Âdem Efe, kendini çok iyi yetiştirmiş münevver (aydın) bir insandı. Alanına son derece hakimdi. Hatta alanıyla yetinmeyen güçlü bir kalem erbabıydı. Başta "Şehir ve Kültür" dergisi olmak üzere birçok süreli yayında yazılar yazarak okurların istifadesine sunuyordu. Merhum Âdem Efe, mütedeyyin bir bilim insanıydı. Hakikat yoluna revan olan bir peygamber sevdalısıydı. İslâm'a ve onun akidelerine bakışı ayet ve hadis eksenindeydi. Dikkat çekmek için sözü eğip bükmeyen, birileri rahatsız olsa da dosdoğru söyleyen bir gönül ehliydi. Şahsına münhasır(özgün) görüşleri vardı. Onun "İbadetlerin (Namazın) Derunî Anlamı" adlı yazısında yer alan namazla ilgili şu satırları buna örnektir: "Namaz, Allah’la kul arasında güçlü ve kopmaz bir bağ kurmaktır. Bu bağ, dinin direği ve temelidir. Beş vakit namazı şartlarına uygun olarak ve vaktinde kılanların büyük günahlardan el çekmeleri sebebiyle, diğer günahlarının affedilebileceği ayet ve hadislerde açıklanmaktadır.
ÂDEM EFE, DEĞER(Lİ)LERİMİZİ YENİ NESİLLERE AKTARMAYI VAZİFE TELÂKKİ EDERDİ. O, koronavirüs nedeniyle buruk geçen ramazanlarla ilgili olarak şunları yazmıştı: "Bu yıl Ramazan ayı, Koronavirüs/Kovid-19 salgınından dolayı oldukça mahzun geçti; camiler cemaatsiz ve sessiz idi. Bu cümleden olarak toplu yani cemaatle yapılan ibadetlerde, camilerin kapalı olması nedeniyle Cuma ve teravih ve bayram namazlarının kılınamaması, camilerde mukabelelerin okunamayıp karşılığında dinlenememesi vb. gibi mahrumiyetler yaşandı ama bireysel olarak yapılan ibadetlerde böyle bir durum söz konusu olmadı. Belki önceki yılların tersine bu yıl ramazan ayında insanlar, özlerine dönerek öz ülkelerinde gezinti yaptılar, kendilerini keşfettiler; derin bir muhâsebe, halisâne bir murâkebe yapma, taakkul, tedebbür, tefekkür, tezekkür etme imkân ve fırsatı buldular; yaptıkları ibadetlerin derûnî anlamları üzerinde yeni tecrübeler edindiler.” Âdem Efe, bir Mehmet Akif hayranıydı. Onu hakkıyla anlayan ve anlatan bir insandı. Hakk'a pervane olan ruhunu Akif'in Safahat'ıyla beslemişti. Akif'i ne kadar doğru anladığı onun şu satırlarından da anlaşılabilir: "Âkif içinde doğup yetiştiği aile ocağı sayesinde, sarsılmaz ve güçlü bir iman sahibi, son derece samimi ve dost canlısı, vefalı, diğerkâm, maddeci hayat anlayışından uzak ve oldukça cömert, asla yalan söylemeyen, her daim verdiği sözü tutan, şükreden ve her haliyle, söz ve davranışlarıyla “örnek” bir insan olmuştur." Ebedî olmak ve ebedî kalmak için bu fena köprüsünden geçmek gerekiyor. Fakat yine de ölenler üzüyor bizi. Prof. Dr. Âdem Efe, elli günlük çetin korona hastalığı sürecinden sonra hayata tutunamayarak güzeller güzeli olan Rabbinin "Dön" emrine uydu. Yarım asırlık kısa ömründe geride hoş bir seda ve güzel hatıralar bıraktı. Allah rahmet eylesin. Mekânı cennet olsun.
AYASOFYA’YI HATLARI İLE MÜHÜRLEYEN MÜNEVVER KAZASKER MUSTAFA İZZET EFENDİ -I-
Kuveyt Türk Katılım Bankası Kültür Yayınları ;Murat Özer’inin kaleme aldığı “Ayasofya’nın Nişânesi Kazasker Mustafa İzzet” isimli kitapta tüm çalışmaların yanında, Kazasker’in hayatı boyunca yazmış olduğu hat eserlerinde kullandığı imzaların izinde yürünerek, onun biyografisini ve ötesinde sanat ruhunu anlamada en heyecan verici detayların ortaya çıkmasına vesile olan kitabı yayınladı.. Sabri GÜLTEKİN
uveyt Türk Katılım Bankası Kültür Yayınları nâdide bir eserin daha ortaya çıkmasına katkı sağladı. “Ayasofya’nın Nişânesi Kazasker Mustafa İzzet” isimli eserin sayfaları yitik bir hazine bulunmuşçasına çevrilmeye başlandığında vefa kokan şu ifade okuruna ‘hoş geldin’ diyor: “Medeniyetimizin yeniden inşâsı derdine ömrünü adamış, kültür dünyamızın kıymetli ismi merhûm Ahmed Halûk Dursun’a ithafen” Bu da gösteriyor ki, medeniyetler kapitalle değil; ancak inançla, ilimle, mimariyle, kültür ve sanatla inşa edilebilir.
AYASOFYA İLE BÜTÜNLEŞEN ŞAHESERLERE İMZA ATTI Eserin önsözünde, “Osmanlı’nın İstanbul’a, İstanbul’un ise tüm İslâm milletine remiz olmuş Ayasofya-i Kebîr Cami-i Şerifi’ne girdiğimizde bizi eşsiz bir hat eseri takımı karşılar. Çehâr Yâr-ı Güzîn Efendilerimizin isimlerine ek olarak âdet olduğu üzere İmâm-ı Hasan ve İmâm Hüseyin Efendilerimizin isimleri... Son levha olan İmâm-ı Hüseyin’in yazısının altında ise damla formunda bir imza var. Başlı başına bir sanat eseri olan bu muazzam imza aslında sadece yazıların hattatının değil, bu mâbedin İslâm fethine atılmış imzasının da bir hulâsasıdır. (Ketebehu’l-Hac Es-Seyyid Mustafa İzzet İmamu’s-sanili emiri’l-mü’minin Abdülmecid Han 1265. / Bu yazıyı Mü’minlerin emiri Abdülmecid Han’ın ikinci imamı Mustafa İzzet, 1849 senesinde yazdı.) Dışarıdan bakıldığında dört farklı tarzdaki minareleri ve devasa kubbesi bu eşsiz yapıyı bize ait kılan alem ve işaretler olduğu gibi, içeri girildiğinde karşımıza çıkan bu muazzam hat eseri takımı da adeta ulu mâbedle bütünleşmiş ve onun ayrılmaz bir parçası ve nişanı olmuştur. İşte o imzanın sahibi, yayınlanmasına vesile olmaktan dolayı mutluluk duyduğumuz bu kıymetli esere konu olan büyük hattat, mûsikîşinas, neyzen ve mutasavvıf Kazasker Mustafa İzzet Efendi’dir. Hat sanatına getirdiği özgün yorumla öncü bir isim haline gelen Kazasker Mustafa İzzet Efendi, aynı zamanda mûsikî alanında çok büyük eserlere imza atmış sanatkârdır. Bunun yanında önemli âlim ve birkaç Osmanlı sultanıyla yakından çalışmış saygıdeğer devlet adamıdır. Dünyanın en büyük ölçülerine sahip olan Ayasofya’daki el işçiliği yazıların hattatı Mustafa İzzet Efendi’nin hayatını detaylı şekilde anlatan bu eser, Osmanlı münevverlerini anlama adına da önemli bir vazifeyi üstlenecektir” ifadelerini kullanıyor Kuveyt Türk’ün Genel Müdürü Ufuk Uyan.
“ON PARMAĞINDA ON MÂRİFET” OLAN OSMANLI MÜNEVVERİ Kazasker Mustafa İzzet Efendi hakkında kelam edip, kalem oynatılacaksa eğer tam da burada işin ehli Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’a kulak kesilmek gerek. Osmanlı münevverliğinin bir özeti niteliğindeki Mustafa İzzet Efendi tam bir “hezârfen” veyahut “câmiu’l-fünûn” denilen; yani ‘On parmağında on mârifet’ diye tabir edilen çok yönlü bir Osmanlı münevveri, entelektüelidir. İlim tahsili için Kastamonu ilinin Tosya’sından İstanbul’a gelen Mustafa İzzet, Fatih Medreseleri’nde bir yandan Arapça, fıkıh gibi zâhirî din bilgisi öğrenimine devam ederken bir yandan da Kömürcüzâde Hâfız Efendi’den mûsikî meşk eder, hüsn-i hat ile ilgilenir. Ondaki isti’dadı gören Hâfız Efendi aynı zamanda Sultan 2.
Mahmud’un musâhiblerinden olduğundan, bir gün padişahın selâmlık merâsimi için geldiği Hidâyet Camii’ne talebesi Mustafa’yı da getirir ve ona meşk ettirdiği na’tı okutur. 13 yaşlarındaki bu talebenin sesini ve tarzını çok beğenen Sultan, eğitimiyle bizzat ilgilenmek ister. Her ne kadar parlak bir öğrenci olsa da yaşının küçük olmasından dolayı hemen Enderûn’a alınması mümkün olmaz. Ancak 19 yaşına geldiğinde Enderûn’a kabul edilir. Kendisi de mûsikîşinâs ve bestekâr olan Sultan 2. Mahmud’un huzurunda yapmış olduğu acemaşîrân ney taksimi ile herkesi büyüleyen Mustafa artık hem sesiyle hem de neyiyle huzur fasıllarının aranan kimsesi olur. Hem böylesi icraları hem de çeşitli mekânlar için yazmış olduğu hatları vesilesiyle her geçen gün şöhreti artar ve pek çok defa ihsân-ı şâhâneye nâil olur.
Kimselere söyleyemese de Sultan’a ve devlet erbabına bu kadar yakın olmak ondaki derviş meşrebi rahatsız etmektedir. “Kurb-ı sultân âteş-i sûzân” misali oradaki havadan rahatsızdır. Zâhiren izzetli ve şerefli, makbul ve muteber bir hayat yaşarken bâtınen rûhaniyeti ve mâneviyâtı sıkıntıdadır. 1831 yılının Surre Alayı’yla beraber Hacca gitme izni alır. Şeyhi Kayserili Şeyh Ali Efendi ile beraber Mekke’ye vardıklarında şeyhinin de kendisinin de NakşibendiMüceddidi Şeyhi Abdullah-ı Dihlevî’nin halifelerinden Şeyh Muhammed Can Efendi’ye tecdid-i bey’at eder. O esnada 30 yaşlarında bulunan Mustafa İzzet Efendi bu şeyhin yanında seyr-ü sülûkunun kalan kısmını tamamlar. Medîne-i Münevvere’deki kutsal misafirlikten sonra vedâ ziyareti için son kez Ravza’ya gittiğinde şu dizeleri besteler: “Ey Habîb-i Kibriyâ v’ey matla’-ı nûr-i hüdâ, / Nûr-ı çeşm-i enbiyâ vü reh-nümâ-yı evliyâ. // Ümmetinden bir siyeh-rû âsiyem geldim sana, / El-amân ey melce-i ümmet Muhammed Mustafâ...” (Ey Allah’ın sevgilisi, güzelliklerin kaynağı, hidâyet nûru, / Cümle peygamberlerin gözünün nûru, Allah dostlarının mürşidi. // Ümmetinden bir günâhkârım, geldim sana, / Yardım eyle, ey Ümmetin sığınağı Muhammed Mustafâ...)
Cezbenin merkezinden misaller âleminde dönen Mustafa İzzet Efendi’nin bir türlü payitahta dönmek istemez. Bir müddet Mısır’da kalır. İstanbul’a döndüğünde ise artık saraydan uzak, sûfiyâne bir hayat yaşamaya sürdürür. Fakat bir Ramazan günü, Beyazıt Camii’nde Özbek cübbesiyle kendini gizlemeye çalıştığı bir ikindi namazı vakti Sultan 2. Mahmud ile karşılaşmaları neticesinde, Mustafa İzzet Efendi’nin hayatında âdeta ikinci bir dönem başlar. Derhal kûşe-i inzivâdan çıkar ve toplumsal vazifelerine geri döner. Fakat hiçbir zaman iç gömleği olan dervişlikten vazgeçmez. Padişahlara kabiliyetleri nisbetinde hocalık eder. Şehzâdelere dinî ilimler ve sanat muallimliği yapar. Ser-müezzinlik, ser-imamlık yapar. Dinî meselelerin en üst düzey mercii olan kazaskerlik makamında bulunur. Binâenaleyh Dîvân-ı Hümâyun üyesidir ve seyyid olduğu için bir dönem nakîbü’l-eşraflık makamında da bulunur. Parlamenter sistemdeki milletvekilliğine benzer Meclis-i Hass-ı Vükelâ üyesi olur. Bu resmî görevlerinin yanı sıra dönemin mühim şairlerinin iştirak ettiği Encümen-i Şuarâ’nın ve derviş meclislerinin müdavimidir. 75 yıllık hayatının son günlerinde tahta çıkan Sultan 2. Abdülhamid’e biat ettikten iki buçuk ay sonra, 15 Kasım 1876 tarihinde âlem-i cemâle göçer. Tophane’deki Kadirî Âsitânesi’nde dedesi Şeyh İsmail Rûmî Efendi’nin yanına defnedilir. Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç, Kazasker Mustafa İzzet Efendi’nin ruhuna öyle bir dokunuyor ki, hayran kalmamak mümkün değil.
OSMANLI NEDEN ANADOLU ÇOCUKLARINA SAHİP ÇIKMADI?!.. Bu ifadelerin arkasından “giriş” yapan ve eserin bitimine kadar emeğini, ilgisini ve bilgisini hiç esirgemeyen yazar Murat Özer devreye giriyor. Yargının başı olarak ifade edilen kazasker (kâdîasker); seyyidlerin baş sorumlusu/ temsilcisi olarak tarif edilebilecek nakîbü’l-eşrâf; Osmanlı mûsikî tarihinin en önemli üç ney virtüözünden biri olan ve dönemin kutbu’nnâyîsi olarak taltif edilen bir neyzen; makam terkip edecek seviyede bir bestekâr ve hânende; Eyüp Sultan Camii kürsüsünde vaaz edecek bir vâiz ve padişaha özel imamlık yapacak seviyede bir İslâm âlimi; devlette sayısız görevlerinin yanında hat sanatı tarihinin kendi yüzyılındaki en önemli isimlerinden birisi olan ve yazıları Ayasofya’yı İslâm nişânıyla süsleyecek seviyede bir hattat. İşte Mustafa İzzet’in, Kastamonu’dan İstanbul’a, Mekke’den Mısır ve Suriye’ye uzanan hayatına sığdırabildiği başlıca vasıfları bunlar. Osmanlı Devleti Enderûn eğitim geleneğinin dürr-i yektâ bir ismi olarak özetlenebilecek Kazasker’in hayat hikâyesinin “Osmanlı neden hep devşirme kullandı da Anadolu çocuklarına sahip çıkmadı?..” gibi anlamsız pek çok eleştiriye de bir cevap niteliği taşıdığı muhakkaktır. ….(Devam edecek….)
MUSİKİ VE EDEBİYAT KANATLI SANATKÂR FIRAT KIZILTUĞ
ziz sanatkâr Fırat Kızıltuğ’u tanır mısınız? Mükemmel bir müzik adamı olmanın yanı sıra kültür meselelerini kendisine dert edinmiş idealist, kalemi ve kelâmı olan bir münevverdir aynı zamanda. Şarkılarımızın, türkülerimizin, kısacası musikimizin ve müzik adamlarımızın hikâyelerini onun yazılarından okuyoruz. Bandodan Klasik Müziğe kitabında, sanatkârımızın hatıraları var. Çocukluğu, aile muhiti, müzikle başlayan ilgisi. Millî sanat için hayat boyu verdiği mücadeleyi tatlı üslûp ve akıcı bir dil ile yazılan eserden takip ediyoruz.
ŞİKESTELERİ BİZE HATIRLATTI Edebiyat tarihçileri ve araştırmacıları bile ‘şikeste’leri unutmuşken bize bu şiir tarzını hatırlatan ve bu yolda güzel eserleri edebiyatımıza armağan eden Fırat Kızıltuğ’dur. Şikesteler’de çok eser var. “Çanakkale Şikesteleri”nde şöyle der: “Başımı dayadım siper taşına,/ Düşmanı cepheden aldım karşıma,/ Allah Allah deyip bastım kurşuna;/ Vatan sevdasına çektim tetiği,/ Anafartalar’a yazdım kütüğü.” Kızıltuğ’un bereketli bir hayal dünyası var. Büyükler için eserler bestelediği gibi çocuklara da müzik yaptı. Ferdî hislerden vatan şiirlerine her vadide örnek kabul edilebilecek büyük eserlere imza attı. Şiirler kitabındaki “Vatan-Ben” şiirindeki duygulara bugün millet olarak çok ihtiyacımız var: “Altında şehidim, üstünde kanım,/ Yürekden toprağa bağlı insanım,/ İradem, düşüncem, nağmem, destanım;/ Vatan benim, ben vatanım vatanım!../ Gündoğuda, günbatıda esen yel,/ Kuzeylere, güneylere taşan sel,/ Gelmiş, geçmiş, konup, göçmüş her güzel;/ Vatan benim, ben vatanım vatanım!..” “Şehitler Bağına Süzülen Yiğit”te de şöyle seslenir: “Şehitler Bağı’na süzülen yiğit,/ Gözünü arala, uyuyor musun?/ Hasretle, hürmetle, yanına geldim;/ Gözünü arala, uyuyor musun?/ Gönlümden geçeni, duyuyor musun?..” Şairimiz bizi arada bir maziye götürür ve destanlaşan kahramanlarımızla buluşturur. “Bize Hayreddinli Derler” şiirinde Akdeniz’i bir “Türk ve Osmanlı Gölü” hâline getiren büyük denizcimizi anlatır: “Yüreğimiz dolu îman/ Düşmana vermeyiz aman,/ Can baş üzre, emr ü ferman;/ ‘Bize Hayreddinli derler.’/ Yavuklumuz, âşığımız,/ Emr ü haktan keşiğimiz,/ Denizledür beşiğimiz;/ ‘Bize Hayreddinli derler.’/ Kıyı, bahirde dururuz,/ Kal’a, hisarlar vururuz,/ Şan ü şevkimiz koruruz;/ ‘Bize Hayreddinli derler.’/ Tilemsen’den deniz uzak,/ Düşman
kurar binbir tuzak,/ Vatan, Devlet için gezek;/ ‘Bize Hayreddinli derler.’/ Venedikli, İspanya’lı,/ Mora, İtalyan, Yanlalı,/ Yunan kaçar yalı yalı;/ ‘Bize Hayreddinli derler.” Fırat Kızıltuğ iyi bir sanatkâr olduğu kadar vefa duygusu yüksek bir karakter numunesidir. Mehmed Çavuşoğlu’nun 1987’de genç yaşta vefatı, onu derinden sarsmıştı. Hocama yaktığı ağıta şöyle başlar: “Toprak tez çağırdı erken yaşında,/ Dost yürekler yanar, ağlar peşinde,/ Hangi mısrâ durur mezar taşında?/ Ömür destanını yazan Mehmed’im,/ Yârelerin sızlar, uzan Mehmed’im.” Bu yürek yakıcı ağıt, şu mısralarla son bulur: “Kızıltuğ unutmuş, kapıp koyvermiş,/ Pîrler bahçesinde, tâze boy vermiş,/ Sami’yi teselli diye soy vermiş./ Fâni bestesini sezen Mehmed’im,/ Kırklar Otağı’nda gezen Mehmed’im.”
Bir ülkenin sevgili başvekili idam edilir de soylu bir şair buna bîgane kalabilir, sessiz durabilir mi? Fırat Bey de bu acıyı yüreğinde hisseder; “Sarı Zeybek” şiirinde Adnan Menderes’i rahmetle, hicranla, hüzünle anar: “Aydın Dağları’nda hazan sarısı,/ İçinde dolanır, bozkurt irisi,/ Peşinde sürünür, çakal kurusu;/ Sarı Zeybek, etrafına bak hele,/ Son sefer kâğıdı gelmiş, acele!../ Yassıl Yassıada, eriyip yassıl, / Kol, beden budayıp, kökünden asıl,/ En koyu denize bat, usul usul;/ Sarı Zeybek, güneş kara, gün kara,/ Vuslat kalmış, hangi sonsuz bahara?/ Aydın Dağları’nda çınar eğrildi,/ Köküne baltalar değdi, devrildi, / Secdeye kapandı, yere serildi;/ Sarı Zeybek, ak gömleği düğmele,/ Üç kulhüvallahü, dahi besmele.”
SANATA ADANMIŞ ÖMÜR Sanatkârımızın hayat hikâyesine kısaca bakalım: 13 Ocak 1935 tarihinde Bayburt’ta doğdu. 1957 yılında Trabzon Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra yurdun çeşitli yerlerinde ilkokul ve müzik öğretmenliği ile fotoğrafçılık yaptı. Müzik bilgilerini, İstanbul Belediye Konservatuvarı ve İleri Türk Müziği Konservatuvarı’nda ilerletti. Viyolonsel, solfej ve usûl dersleri aldı. 1956-1966 yılları arasında İleri Türk Müziği Konservatuvarı Derneği’nde viyolonsel çaldı, ders verdi ve genel sekreterlik yaptı. 1963-1976 arasında Münir Nurettin Selçuk yönetimindeki İstanbul Belediye Konservatuvarı İcra Heyeti’nde yer aldı. İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği Korosu’nda 19762000 arasında viyolonsel çaldı. 2000 yılında emekliye ayrıldı. Şiir ve yazıları 1983 yılından itibaren Türk Edebiyatı, Kubbealtı Akademi Mecmuası dergilerinde yayımlandı. Diyalog Avrasya, Yeni Avrasya, Yesevî, Gobustan, Haber 69 ve Kardaşlık dergilerinde, Ayyıldız, Önce Vatan, Özbekistan gazetelerinde, Aygazete ve Sanatalemi.net sitelerinde yazı ve şiirleri yayınlandı. Şimdi Bizimsemaver. com sitesinde köşe yazarıdır. 2004 ve 2005’te Makedonya’daki Ohri kentinde, Kardaşlık Derneği ve Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı tarafından düzenlenen musiki çalışmalarını yönetti. Türk müziğine katkıları dolayısıyla ESKADER 2011 Yılı Müzik ödülü verilen Fırat Kızıltuğ’un 100’den fazla bestesi vardır. Uzun bir zamandan beri bütün eserleri Akıl Fikir Yayınları tarafından kültür hayatımıza kazandırılıyor. Oğuz Destanı, Mavi Karanlık, Bandodan Klâsik Müziğe, Satrançname, Müzik Sohbetleri, Şikesteler, Dilbeste, Dildeste, Şiirler, Açıklamalı Şarkılarımız, Kop Dağından Birinci Orduya, Tilmaç, Müzik Sohbetleri ve Çal Söyle Şarkımı eserlerinden sadece birkaçıdır.
MUSİKİ İKİNCİ DİLİMİZ Türk müziğinin ikinci dilimiz olduğunu belirten Kızıltuğ’a göre, “Musiki eğitim meselesidir. Musikinin zayıflaması Türkçenin de zayıflamasıdır. Türk musikisi Türkçenin ikizidir. Dokunma duygusu, görme duygusu, işitme duygusu bu kadar organı aktif olarak çalıştıran bir sanat var mıdır? Musiki zamana mukayyettir. Hiçbir disiplin musiki ritmini yakalayamaz.” Fırat Hocanın sohbetlerinde müzik ve edebiyat dünyamızın dev isimleri âdeta resmigeçit hâlindedir. Birçoğuyla yaşadığı
unutulmaz hatıraları vardır, bunları tatlı bir şekilde anlatır. Münir Nurettin Selçuk, Necdet Yaşar, Alaeddin Yavaşça, Ahmet Kabaklı, Kemal Eraslan, Cemil Meriç, Yücel Hacaloğlu ve daha birçok şahsiyeti anar, onlarla ilgili intibalarını nakleder. Hem dünküler vardır sohbetinde hem bugünküler. Onu dinlerken galeride gezer gibiyiz: Kaya Bilgegil, Hakkı Derman, Yorgo Bacanos, İhsan Özgen, Niyazi Sayın, Cüneyt Kosal, Osman Nuri Özpekel, Cengiz Dağcı, Mustafa Nafiz Irmak, Hüseyin Sadetin Arel, Rauf Yekta, Suphi Ezgi, Abdülkadir Meragi, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Bekir Sıtkı Sezgin, Ahmet Hamdi Tanpınar ve Mehmet Kaplan isimleri gelir geçer.
NECDET YAŞAR’LA UNUTULMAZ GÜNLE Fırat Kızıltuğ’un, sanat hayatına büyük tesiri olan Türkiye’nin en büyük tambur üstadı, merhum Necdet Yaşar ile yakın dostluğu vardı. Bir araya geldiklerinde maziden hatırladıkları nükteleri paylaşır, muhabbetle gülüşürlerdi. Kızıltuğ bir konuşmasında, İhsan Özgen’in başlı başına bir deha olduğunu ifade ederek, “Tamburi Cemil Bey’e en yakın kemençeci olup, çalmadığı çalgı aleti yoktur.” demişti. Necdet Yaşar yeni vefat etmişti. Ardından düzenlediğimiz anma toplantısında Fırat Hoca müteessirdi. Yakın dostunun kaybının kendisi için çok ağır bir darbe olduğunu ifade ederek Necdet Yaşar ve Niyazi Sayın’ı elli sene dinlediğini belirtirken, icralarının kendileri için ders olduğunu söylemişti. Fırat Hoca mecliste bir ara, “Şiirde ‘Hicvî’ mahlasını kullanıyordum. Necdet Yaşar’ın da aynı müstearı kullandığını öğrenince ben de ‘Çırak Hicvî’ ismini kullanmaya başladım. Yaptığım bu değişiklik, hoşuna gitmişti.” demişti.
“VİYOLONSEL ÇOKTAN İHTİDA ETTİ” İzmir’de bulunduğu zaman, Ali Rıza Avni’nin ricası ile Yesari Asım Arsoy’a yapılacak bir radyo bandı için viyolonsel provası yapılacaktır. Yesari Asım, viyolonsele Batı çalgı aleti diye sıcak bakmaz. Prova başlayıp, birinci eser bitince gelir ve Kızıltuğ’a, “Viyolonselci Bey, ben hayretler içinde kaldım. Ne kadar güzel refakat ettiniz. Ben şimdiye kadar birçok viyolonselci gördüm ama şimdi anlıyorum. Bizim hüseyni perdelerini, evç perdelerini, dik mamur, nim hicaz’ı onlar bilmiyorlar. Bilmeyince de hissedemiyorlar, basamıyorlar.” der. Kızıltuğ’un Yesari Asım’a cevabı, “Hocam bu saz çoktan ihtida etti, Müslüman oldu.” şeklinde olur. Bu açıklama Yesari Asım Arsoy’un çok hoşuna gider.
“DEMİRPERDE’Yİ YIRTAN ADAM” Çocuklarımıza ecdadımızı tanıtmamız, tarihimizi sevdirmemiz gerektiğini belirten Fırat Hoca, “Destanlar zamanında atalarımız kopuz çalmış, Manas Destanı’nı, Su Destanı’nı, Göktürk Destanı’nı okumuşlar. Destan söylemişler. Müziğimizi bilmeliyiz. Eskiden ailelerin ortak şarkıları vardı, birlikte söylerlerdi. Bugün yazık ki yok. Öz müziğimizle yeniden buluşmalıyız.” diyor. Bir Azerbaycan sevdalısı olan ve bu ülkeye çok sık giden Fırat Kızıltuğ merhum şair Bahtiyar Vahapzade ile de dostluk kurmuştu. Komünizm rejiminin devam ettiği yıllarda bile bu ziyaretlerini hiç aksatmayan Fırat Hoca için Vahapzade, “Bizim demir perdeyi yırtan Fırat Bey’dir.” diyerek anlamlı bir nükte yapmıştı.
İKİ FIRAT İKİ KIZILTUĞ Fırat Kızıltuğ sanat dünyamızda tevazuu ile zirveye çıkmış bir gönül insanıdır. Müzik Sohbetleri kitabında müzik dünyamıza kazandırdığı talebeleriyle yaptığı röportajlar var. Ne talihli öğrenciler değil mi? Böyle yüksek hamiyet sahibi hocalar nadirdir. Belki de bu kitap, kültür sanat dünyamızda bir ilktir. Bu üstün erdem ve şeref de Fırat Hocamıza ait. Menekşe Özkaya da hocamızla büyük bir nehir söyleşi yaptı ve ortaya mükemmel bir eser çıktı. Ahde vefanın güzel bir numunesidir İki Fırat İki Kızıltuğ armağan kitabı. Edebiyatımızdan ve musikimizden kesitler var. Fotoğraflarla bezenmiş büyük boy, 456 sayfalık şaheser. Uzun vakit emek verilen, pek çok bölümden meydana gelen eser, zengin muhtevasıyla gözümüzü de gönlümüzü de dolduruyor.
Fırat Hocayı İstanbul’da yaşayan kültür sanat çevresi yakından tanıyor ve seviyor. O, yüksek ideallere sahip, kalender ve mütevazı bir sanatkârımızdır. Ses mimarlarımızı bugün en iyi bilen ve anlatan irfan adamıdır. Yıllardan beri birçok mahfilde müzisyenlerimizi, edebiyatçılarımızı, mütefekkirlerimizi ondan dinliyoruz. Uduyla müzikseverlerin kulak pasını silerken, hatıralarıyla da kültür dünyamızın bilinmeyenlerini anlatıyor.
Ses, saz ve söz ihtişamı bütün zarifliğiyle onun sohbetlerinde görülür. Aziz sanatkârımız, kıymetli büyüğümüz Fırat Kızıltuğ Beyefendiye sağlıklı, hayırlı, bereketli ve huzurlu ömür diliyorum.