24 minute read

HÜZNÜN BiR BAŞKA ADRESi

Next Article
TARiHi VE ŞiRiN

TARiHi VE ŞiRiN

HÜZNÜN BİR BAŞKA ADRESİ, DOĞU TÜRKİSTAN -II-

Zor ve zulüm gafleti dağıtır, insanı kısa zamanda eğitir. Kadim kültürümüzde bir atasözü vardır, “Harb-i umumiyi gören (çocuk da olsa) ihtiyarlar” diye. Her ne kadar sıkıntılar insanı biyolojik olarak etkilese de aslolan çilenin onun ruhuna attığı tohumlardır.

Advertisement

(Yazını ilk bölümü Şehir ve Kültür Dergisi, 65. Sayıda) Muhsin DURAN

apa II. Urban, Kudüs’ü Müslümanların idaresinden almak için Hristiyanları harekete geçirmiş, Kutsal şehir Kudüs’ü Müslümanlardan kurtarmak için savaşa katılacak olanların günahlarından arınacağı vaadiyle bütün Hıristiyanları savaşa çağırmış. Haçlı ordusu diye isimlendirilen bu ordu İslâm idaresinden sonra Fatimilerin elinden burayı almış, Müslümanlarla birlikte, Müslümanları şehre davet ettikleri için bütün Yahudileri de katletmişler. Öldürülen bu insanların 70 bin civarında olduğu ifade ediliyor. Usâme İbni Munkız’ın ifadesiyle “Kudüs’te zulüm ile öldürülenlerin hikâyeleri, yeni doğmuş bebeğe anlatılsa, saçlarını ağartır” der. Selahattin Eyyûbî 88 yıl Haçlıların elinde kalan Kudüs’ü fethettiğinde kıyım ve katliâm olmamış. Dileyen şehirde kalmış, dileyen şehri terk etmiş. Bu dönemde Selahattin’in merhamet ve adaletli uygulamalarını yabancı tarihçiler de ifade etmişler. Sonra Abbasiler, Selçuklular, Memlûklular ve nihayet 400 yıldan fazla bir süre Osmanlılar olmak üzere Kudüs, tarihi boyunca İslâm idaresinde kalmış. Osmanlı idaresinde de imar ve inşada kusur edilmemiş, inançlar arasında asla farklı, adaletsiz uygulamaya meydan verilmemiş olduğunu öğrendim. Türkistan’da birçok konuda, özellikle eğitim ve öğretim konularında hürriyetimiz yoktur. Ben babamın ölümü ve Selahattin’in doğumu sonrası biraz bilgilendikten sonra çocuklarımı kurtarmaya onların eğitimlerini tamamlatmaya karar verdim. Başka ülkeye beş bin dolardan fazla para çıkarmak cezayı gerektirmesine rağmen maddi durumum iyi olduğu için bir fırsatını bulup ailemi bir İslâm ülkesi olduğu için Mısır’a götürdüm. Türkistan’da Selahattin’i beş yaşında iken gizli olarak Kur’an eğitimine göndermiştim. Hâfızası iyi, hocası memnundu. Mısır’da eşim ve çocuklarımın komşuları olan bir âmâ Hâfız, oğlum Selahattin’i okutmayı üstlenmiş. Hâfızlığını iyi götürüyormuş. Ne var ki Mısır’da siyasi durum değişmiş. Normal seçimlerle iktidar olan Muhammet Mursi’yi askeri darbeyle devirmişler onun yerine Mısır Silahlı Kuvvetlerinin Genel Kurmay Başkanı Sisi gelmiş. Mısır’da Doğu Türkistanlı çok sayıda öğrenci varmış. Çin Hükümeti bu öğrencilerin Çin’e iadesini istemiş. Sisi beş yüz kadar öğrenciyi iade etmiş. Maalesef bu öğrencilerin hepsini Çin Hükümetinin idam ettiğini öğrendik. Benim çocuğum resmi bir kurumda kayıtlı olmadığı için kurtulmuş. Dış ülkelerle internet bağlantısı olmadığı için onlarla

haberleşemiyordum. Eşimle ikinci bir planımız da vardı. Mısırda aksi bir durum olursa Türkiye’ye gitmeleri gerektiğini konuşmuştuk. Sonrasını bilmiyorum, haberleşemiyoruz. Okulların yaz tatiline girdiği ayların son haftasında spor, oyun, eğlence ağırlıklı yaz okulunda dini eğitim de veriyoruz. Bir sabah yanımdaki sınıftan yüksek sesler gelmeye başladı. Hemen masadan kalktım zaten sıcak nedeniyle kapısı açık olarak ders yapılan komşu sınıfa baktım. Hanım öğretmen birkaç çocuğu ayırmaya çalışıyordu. Ben de yardımcı oldum. Olayı anlamaya çalıştım. On üç on dört yaşlarında esmer yuvarlak yüzlü, çekik gözlü bir öğrenci karşısında iki çocuk birden saldırma veya korunma hamleleri yapıyordu. Hemen müdahale ederek onları ayırdım. “Derdiniz nedir” diye sordum. “Bana o şöyle yaptı, bu böyle yaptı” dediler. Onları sıralarına oturttum. Önümde bulunan esmer, yüzü kan ter içinde, gözü yaşlı burnu akan öğrenciyi aldım lavaboya götürdüm. Yüzünü, gözünü, burnunu temizledim. Bu yabancı öğrenciyi benim sınıfıma götürdüm. Bundan sonra benim sınıfımda olacağını söyledim. Daha sonraki günlerde onunla, yeni öğrenmeye çalıştığı Türkçesiyle konuşmaya başladım; Doğu Türkistanlı olduklarını söyleyen Selahattin, bir sene önce Mısır’dan annesi, ablası ve kardeşiyle geldiklerini, yakın mahallede oturduklarını söyledi. Türkistan’da Kur’an eğitimine başladığını Mısır’da bir Âmâ Hâfız hocasının olduğunu öğrendim. Ona Kur’an-ı Kerim okumasını söyledim. Aman Allah’ım! Maharec-i huruf, tecvid uygulaması harika… Hele hüzünlü bir makamla okuması var ki hayran olmamak mümkün değil. Selahattin adeta; ailesinin, Türkistan’ın hatta İslâm âleminin şu zaman dilimindeki hüznünü ifade eden bir makam bulmuş kendisine. Selahattin her gün ödev olarak verdiğim iki sahifelik Kur’an-ı Kerim ezber dersini, ertesi sabah yapmış olarak geliyordu sınıfa. Kur’an-ı Kerim okumaya daha dört yaşında başlamış, hafızlığı epeyce ilerletmiş. Çocuklar bir oyun ve eğlence havası içerisinde derslerini bazen aksattıkları halde Selahattin o sıcak havalarda iki sahifelik hıfzını asla aksatmıyordu. Eğlenceli, sporlu, dersli yaz okulu Ağustos ayı başlarında bitiyordu. Okulun son günlerinde Selahattin’i ve ailesini daha yakından tanımak ve bir ihtiyaçları var mı, diye sormak için iki hanım öğretmenle birlikte evlerini ziyaret ettik. Temiz, sağlıklı bir dairede oturduklarına sevindik. Anne kırklarında bir hanımefendi, birisi kucakta iki kardeşi vardı. Bu dört kişilik aileyle tanıştık. Anne başlarından geçenleri anlattı; Mısır’da, Çin’e iade edildikten sonra idam edilen 500 öğrenciden bahsetti. Kendilerinin de Mısır’da resmi kayıtlarının olmadığı için tanınmadıklarını, onun için iade edilmekten kurtulduklarını anlattı. Sonra da Türkiye’ye göçtüklerini, şimdilik rahatlarının yerinde olduğunu ancak Çin’e iade edilme korkusunu her an yaşadıklarını, eşiyle birkaç yıldan bu yana haberleşemediklerini söyledi. Çocuklarının “Anne, ya babamız idam edildiyse” diye sorduklarını anlatırken bir taraftan da gözyaşları döküyordu. Selahattin önceki sene Kur’an-ı Kerim okuma yarışmasına girmiş, bisiklet hediye etmişler, okula onunla geliyordu. Yaz okulu biterken de yarışma düzenledik. İlçe Müftülüğünün jürisi yine birincilik verdi. Jüride bulunan Hafız Ahmet Hoca, Selahattin’i kursuna yatılı olarak alabileceğini söyledi. Kayıt döneminde irtibata geçtiğimizde annesi evde yalnız olduklarını, okula evden devam etmesini tercih ettiklerini söyledi. Aslında Selahattin hayallerini gerçekleşmek için ilk adımlarını Türkiye’ye gelmiş olarak çoktan atmıştı. Selahattin bunun farkında mıydı acaba? Olmalıydı, herhalde... Zor ve zulüm gafleti dağıtır, insanı kısa zamanda eğitir. Kadim kültürümüzde bir atasözü vardır, “Harb-i umumiyi gören (çocuk da olsa) ihtiyarlar” diye. Her ne kadar sıkıntılar insanı biyolojik olarak etkilese de aslolan çilenin onun ruhuna attığı tohumlardır. Tarih, ruhuna atılan intikam tohumları nedeniyle yeryüzünü kan gölüne çeviren zalimlere tanıklık ettiği gibi bu tohumları yeşerterek ibretlik dersler çıkaran, istikbâle ışık tutan güzellikleri sahneleyen, zulüm kılıçlarını kıran gerçek yiğitlerin, kahramanların altın sahifelerine de şahitlik etmiştir. Dünyamız çoğunlukla dertli ve çileli olan insanların meskeni olmuş. Hala da öyle… Ama çile pınarlarının suyu mazlumlar için hep Kevser yerine geçmiştir. Bu coğrafyalar zor ve zulüm zamanında anaların doğurup büyüttüğü nice yiğitleri er meydanlarına sürmüş. Kaderin kahırla, çileyle yoğurduğu, öğrettiği, eğittiği “O erler” içinden Alparslanları, Nurettinleri, Selahattinleri, Süleymanları, Ertuğrulları, Fatihleri, Yavuzları göndermek hep O’nun lâtif cilvelerinden olmuştur. O’na bu hiçbir zaman zor olmamıştır. Belki de Selahattin’in dedesinin sözü gelecekte şöyle tecelli edecektir “Selahattin Türkistan’ı kurtar… Selahattin Türkistan’ı kurtar..” emrini alan bir yiğit meydana sürülecektir kim bilir.

ŞEHİR SOHBETLERİ 33

HAYDİ MAHALLEMİZE -I-

Osmanlı döneminde şehirleri mahalleler kurularak meydana gelir. Önce cami, sonra etrafında yapılan evler derken halka halka yerleşimler. Mahalle hayatın her alanını kucaklar. Ahmet NARİNOĞLU

ehir sohbetlerinde daldan dala atlıyorduk iş gelip meselelerimizin köküne inince yerleşime takılıp kaldık. Yerleşimler bu coğrafyada temel taşlarımız. Onlarla oynamak çok tehlikeli ama herkes buradan vuruyor. Bizi var eden temel taşlarımızdan biri mahalleye yolculuk yapalım dedik. Bu sohbette mahalleyi konuşacağız.

Mahalle ‘’mahal’’ den geliyor. En küçük yer manasına gelir. Anadolu şehir, kasaba ve köylerinde sıkça kullanılır. Hemen sözlüğe bakalım. Büyük sözlük (TDK) mahalleye ‘’bir şehrin bir kasabanın, büyükçe bir köyün bölündüğü parçalardan her biri’’ diyor. Bir de resmi mahalle tarifi var. ‘’Belediye sınırları içinde, ihtiyaç ve öncelikleri benzer özellikler gösteren ve sakinleri arasında komşuluk ilişkisi bulunan idari birimdir’’ (Belediye Kanunu, md. 3) diyor.

Mahalleyi bize tanıtanların başka başka mahalle tanımları var.

Mahalle birbirini tanıyan, bir ölçüde birbirinin davranışlarından sorumlu, sosyal dayanışma içinde olan kişilerden oluşmuş bir topluluğun yaşadığı yer. Mahalle en alt kademede örgütlenmiş yönetsel birim ve toplumsal yapı en küçük yerleşim alanı. Mahalle aynı inanış ve geleneklere sahip insanların bir araya gelerek oluşturduğu mekanlar. Çoğu Belediyeler maalesef atadan beri gelen adı ve kimliği olan mahalleyi küçük diye birleştiriyorlar. Bazı ilçelerde onun üzerinde mahalleyi bire, ikiye indiriyorlar. Halbuki mahalle büyüklüğü ne olursa olsun mahalle kimliktir. Her birimiz bir mahallede doğduk, bir mahallede yaşıyoruz.

Bizde önce mahalle kurulmuş. Yerköy İlçesi buna güzel bir misal. Çiçekdağı varken Yerköy yokmuş. Çiçekdağlılar tren yolu istemeyince demir yolu ovadan geçmiş. Birde istasyon kurulmuş. Etrafına cami, dükkan, pazar, han, hamam derken mahalle kurulmuş. Bugünkü Yerköy olmuş. Çiçekdağlılarda hayıflanıp durmuşlar.

Mahalle en küçük yerleşim birimi olduğuna göre mahalleyi bize en iyi toplum anlatır. Geleneksel toplumdan geliyoruz. Atalarımız bu topraklara yerleşmek için geldiler. Kurdukları en küçük yerleşimler de mahalleler oldu. Tarih kaynakları bize, yeniden hiç yoktan mahalle kurduğumuz gibi, kurulu mahalleler

üzerine yerleştiklerimizi de söylüyor. Şehir ve kasabalarda eski mahallelerin üzerine yerleşimleri biliriz. Bu topraklara yerleştikçe yerelleştik. Yani oralı olduk. Kültürümüzde iki yabancı karşılaştığı zaman hemen nerelisin deriz. Şehirden olduğunu söylerse bu sefer içinden mi deriz. Buradan anlıyoruz ki, kişinin orada yaşaması mahallesi veya köyü ile ispat ediliyor. Zaten biz yerleştikçe zamana da direnmişiz. İnsan ve toplum olarak varlık mücadelesi vermişiz. Buna zamana meydan okuma diyebiliriz. Bir insanın bir yere bir topluma ait olması insani yan olmakla beraber Anadolu coğrafyasında çok çok daha kıymeti harbiyesi var. Nerdeyse yerlilik ile akrabalığı eş tutarız. Yani gurbette aynı mahalleli akraba, komşu gibidir. Aynı duyguları yaşar.

Mahalleyi anlamaya çalışırken önce sosyolojiden bakalım. Kasabalar, şehirler mahallelerden kurulur. Bazı bölgelerimizde dağınık köyler mahallelerden meydana gelir. Mahalle ise fiziki, coğrafi, sosyal bir bütündür. O mahallede yaşayan toplumlara göre mahalle adları verildiği görülüyor. Müslüman mahallesi, azınlık mahallesi gibi. Mahalleler tarihte ihtiyaçtan kurulmuş. Şimdi de öyle. İhtiyaçlar yani güvenlik, birlikte yaşama, ortak kimlik, ortak değerler bize mahalle kuruluşunun ipuçlarını veriyor.

Mahalleye biraz da tarihten bakalım. Mahalle, tarihte mali ve idari yönden kendi içinde kapalı en alt yönetim birimi olmuştur. Mahalle, her sınıf ve bölgeden insanların, belli kurallar ve etikler çerçevesinde birlikte yaşadığı yerleşim birimleri olagelmiştir. Farklı etnik, din ve mesleklere mensup insanların surlarla çevrilmiş mahallelerde yaşadıkları tarihi haber veriyor. Şerif Mardin, ‘’ Osmanlı İmparatorluğu’nda topluluğun en küçük faal birimi’’ der.

Osmanlı şehirleri de mahalle, birbirini tanıyan, dayanışma içinde olan topluluğun yaşadığı yerdir. Mahalle cami merkezli kurulur. Aynı camide ibadet edenler cemaat olma yanında mahalleli olurlar. Etnik guruplarda bir arada mahallede yaşarlar. Meslek gurupları da mahallede topluca otururlar.

Osmanlı döneminde şehirleri mahalleler kurularak meydana gelir. Önce cami, sonra etrafında yapılan evler derken halka halka yerleşimler. Mahalle hayatın her alanını

kucaklar. Güvenlikten tutun iktisadi, içtimai, harsi ve diğerleri. Onun için mahalle şehrin olduğu kadar medeniyetinde merkezidir. Mahallede ahlak, örf hukuk var. Merkezde camisi, mektebi, kahvesi, bakkalı ve diğer birimleriyle sosyal bir yapı içinde birlik, beraberlik ve dayanışma sergileyen yaşam var. Kendi kendine yönetim var.

1864 ve 1871 Vilayet Nizamnameleri ile düzenleme gelir. Burada şehir ve kasabalarda elli hanelik yerleşim yerlerinin mahalle sayılacağı ve her mahallenin köy hükmünde olacağı belirtilir.1933 yılında Belediye Kanunu ile mahalle muhtarlığı ve ihtiyar heyeti kaldırılır, 1944 yılında mahalle muhtarlıkları yeniden kurulur.

Mahallenin yönetim yapısı ve işleyişi iç ve dış koşullara bağlı olarak değişir. Mahallenin yönetiminde sorumluluk imamdan muhtarlara geçer. Mahalle yöneticisi atama ile değil seçimle belirlenmektedir. Mahalle yönetiminde kadınlar da yönetici olma hakkı kazanmıştır. Mahallenin her türlü hizmetleri merkezi yönetime bırakılmıştır. Mahalledeki geleneksel dayanışma aygıtları yerini STK’lara bırakmıştır. İmamların mahalledeki merkezi rolü ikincil hale dönüşür.

Mahalle muhtarlığı da bir yerel yönetim organı olarak sayılmamaktadır. Tüzel kişiliğin bütçesi yoktur. Kendi kararını kendi anlamaz. Kamu hizmetlerini devlet ve belediyeler üstlenir.

BU ŞEHİRDE ”MAHMUT BALCI” İZ BIRAKTI.. -I-

“Bir semaverlik muhabbettir ömür dediğin Ve göz ufkunda bir kağnıdır göçer gider Palandöken yaylasında bir türküdür zaman, Ötesi karlı bir düş, uçar gider” ……Yahya Akengin “Mahmut Balcı,o gün dediki; Çok teşekkür ediyorum, vesile oldunuz, ben bundan sonraki vakitlerde, İstanbul’da yaşadığım için, Vefa semtinden geçerken diyeceğim ki, vefa İstanbul’da sadece bir semtin adı değilmiş. TRT Erzurum Radyosu aradı Mahmut Balcı’yı, eski günleri hatırlattı yani güzel bir şeye vesile oldunuz, çok teşekkür ediyorum, emeği geçen dostlara.” İsmail BİNGÖL

ahmut Balcı’yı, Ankara’daki görevim sırasında girdiğim TRT prodüktörlük imtihanını kazanıp, tayin yerim olan memleketimdeki TRT Erzurum Bölge Müdürlüğünde çalışmaya başladıktan sonra tanıdım. Seksen sekiz yılının bir Nisan’ında başladığım görevim sırasında işimle veya merakımla ilgili konularda değişik çevrelerle irtibatım devam ederken, her zaman olduğu gibi, en çok gittiğim yerlerden biri de kitabevleriydi. Erzurum’da açılan bütün kitabevlerini fırsat buldukça dolaşıyor, ilgimi çeken kitapları alarak kütüphanemi zenginleştiriyordum. Ancak bunların sahiplerinden samimi olduğum ve ara sıra sohbet ettiğim kişiler mahduttu. Mahmut Balcı’nın “Tek-Yay” kitabevi de bunlardan biriydi ve her uğradığımda hareketliliğine, kesinlikle birkaç işle birden uğraştığına ve o arada da kitap almaya gelenlerle, daha doğrusu kitap okumayı iş edinmiş olanlarla sohbet ettiğine yakından şahit oluyordum. O da o yıllarda bir yandan öğrencilikle meşgul olurken, bir yandan da kardeşi İbrahim’le birlikte, her tarafına kitabın kokusu ve güzelliği sinmiş bu mekânı işletiyordu.

Zaman geçtikçe aramızdaki samimiyet gelişti ve daha sık uğrar oldum Tek-Yay’a… Ne var ki, artık burası yetmiyor hem okuyucuya hem de kitaplara dar geliyordu. İşte bundan olacak ki, nihayetinde o yılları hatırlayan herkesin de bildiği gibi, yeni yerine, Kızılay İş Merkezinin alt katındaki, ferah diyemesem de eskisine göre daha geniş olan bir mekâna taşındı TekYay Kitabevi… Bir farkla ki, adı değiştirilmiş ve bunun sonucunda da daha geniş bir camiayı kucaklamayı ufuk edinmiş olarak. Bu zamandan sonra “Üniversite Kitabevi” adıyla kitapseverlerin karşısına çıkan Mahmut Balcı, bulunduğu yerin verdiği imkândan da yararlanarak yeni etkinliklerini, yeni gayretlerini bir bir ortaya koymaya başladı. Konferanslar, dergi yayımlamak ve sohbetler bunlardan bazıları… Her an yeni bir fikirle sizi karşılayan yapısıyla adeta yerinde duramaz bir şekilde oradan oraya koşması bazen insanın başını döndürüyordu. Ama fıtratı böyleydi ve vefatına kadar da öyle kaldı. Burada, bir müddet kalmak üzere mecburi olarak Erzurum’a gelen ve onun bu yönüne dikkat çeken birinin cümlelerine yer verelim:

“Daima bir projesi, hayırlı işler için gayreti olan Mahmut Balcı’nın Tek-Yay’la başlayan meskûn

kitapçılık serüveni, 1995’ten itibaren Üniversite Kitapeviyle 2011’e dek sürdü. Mahmut Balcı hiçbir zaman sadece bir kitapçı olmadı. Balcı’nın Erzurum’a kattıklarının, kazandırdıklarının son iki yılına şahit oldum. Onlarca akademisyenden, yazardan, şairden dinlediğim sitayişkar sözler de onun hizmetlerinin büyüklüğüne, kıymetine işaret etmektedir. Yıllardır büyük bir özveriyle, fedakârlıkla, çalışkanlıkla, samimiyetle onlarca önemli ismi Erzurumlularla buluşturdu. Balcı’nın Kitapevi sıcak bir buluşma, tanışma, tartışma, görüş alışverişinde bulunma yeri oldu. Geniş kitap yelpazesiyle kitapseverlerin gönlünde taht kurdu.” (Mustafa Nezihi, “O, Artık Erzurum'dan Ayrılıyor”, dünyabizim.com, 16 Nisan 2011 Cumartesi,)

Yine yazarın deyimiyle, “Gülümsemeyi ve gülümsetmeyi bilen, 50 yıllık ömrünün yarısından fazlasını ideal bir kitapçı ve yayıncı olma gayretiyle geçiren” Mahmut Balcı, kitabevi Erzurum’da devam ederken, İstanbul’da kurduğu ve çok önemli kitaplara imza attığı Birey Yayınlarıyla bu sektörde de boy gösterirken, birden tekrar Erzurum’a döndü ve işine kaldığı yerden devam etti. Fakat bu da uzun sürmedi ve birtakım gerekçelerle, yalnız bu sefer temelli olarak buradan ayrıldı, kültürün başkenti İstanbul’a yerleşti. Bütün bu olanların tanığı olduğumu onunla yaptığım sohbetlerden yakinen biliyorum.

Bu dönüş biraz farklıydı ve kitap dünyasıyla eskisi kadar ilgili olmadığını gösteriyordu onu tanıyanlara… Daha çok sosyal faaliyetlerle ve gençliği merkeze alan işlerle uğraşmaya başlamıştı. Bunu sosyal medyada yaptığı paylaşımlardan da görmek mümkündü. Hayat çizgisi bu şekilde devam eden Balcı’nın vefat haberinin sevdikleri, tanıdıkları, arkadaşları ve dostlarıyla buluşması da yaşadığı gibi hızlı ve ani oldu. Aynı zamanda TYB üyesi olan Balcı’nın vefatı ile ilgili Türkiye Yazarlar Birliği Erzurum Şube Başkanı Muhammed Hanefi İspirli’nin yayınladığı mesajın, bizimle birlikte birçok kişinin hislerine tercüman olduğu ve onu özetlediği bir gerçektir: “Kültür-sanat faaliyeti yapan; adeta tek kişilik ordu gibi hizmet yürüttüğü alanlarda mücadele eden Balcı’nın erken vefatı hepimizi derinden üzmüştür. Erzurum’da birçok yazarın, şairin ilk kitaplarını yayınlayan, aynı zamanda TYB’nin kültürel faaliyetlerine fikri desteklerde bulunan değerli üyemize Allah’tan rahmet, ailesine başsağlığı diliyoruz”. Mahmut Balcı’yı 28.03.2017 tarihinde, TRT Erzurum Radyosunda “Doğunun Sesi” kuşak programı içerisinde yer alan “Kimler Geldi Kimler Geçti” bölümüne konuk etmek için telefonla aradığımda, Erzurumlular olarak onu unuttuğumuza dair şakayla karışık bir sitemle başladı söze. Tabii bunun böyle olmadığını biliyordu. Evet belki geç ve seyrek aranıyordu, ama bu hiçbir zaman O’nun unutulduğunun delili olamazdı. Zira burada onu unutmayan, unutmayacak olan birçok dostu ve arkadaşı vardı. En azından kitap, yayın ve kitabevi konuşulurken adına önemle vurgu yapılıyor ve kültürel faaliyet olarak Erzurum’a yaptıkları şüphesiz dile getiriliyordu. Bunu ifade ettiğimde güldü ve yolu Erzurum’dan geçenlerin ya da bu şehrin yerlisi olupta şimdi uzaklarda bir yerlerde yaşayanların, geçmişin penceresinden bakarak o günlere dair kesitler aktarmalarını istediğimiz böyle bir program için arandığına çok ama çok sevindi. İşte aşağıda okuyacağınız röportaj, böyle bir vaktin hatırasıdır. Hatta bunu youtube kanalından sesli olarak da dinleyebilirsiniz. Bu vesileyle hayat hikâyesi 1963’te o yıllarda ilçe olan Kilis’te başlayan, 11 Ocak 2019 tarihinde İstanbul’da sona eren Mahmut Balcı’ya rahmet diliyorum: İsmail Bingöl: Sevgili dinleyiciler Doğunun Sesi programı ‘Kimler Geldi Kimler Geçti’ köşemizle devam ediyor ve Eğitimci Yazar sayın Mahmut Balcı, telefonun diğer ucunda. Sayın Balcı merhaba.

Mahmut Balcı: Merhabalar.

İ.B: Hoş geldiniz yayınımıza ve Erzurum’a. M.B: Teşekkürler sağ olun, İstanbul’dan sevgiler, saygılar. İ.B: Çok teşekkür ederiz, bugün sizlerle hayatınızı, Erzurum’da geçirmiş olduğunuz günleri konuşacağız, anılarınızı hatırlayacağız birlikte. Öncelikle sizi tanıyalım mı?

M.B: Çok teşekkür ederim böyle bir vefa örneği gösterdiğiniz için. Programa emeği geçen tüm arkadaşlara, dostlara teşekkür ediyorum. Aynı zamanda vatandaşlarımızın, kültür dostlarımızın, tüm radyo sevenlerin üç ayların başlangıcı olan Regaip Kandili’ni tebrik ediyorum.

Devam edecek....

YAŞAYAN TARİHİ ALANLAR İÇİN BİR ÖNERİ: ŞEHİRLERE

ÖZGÜ KANUN

“Bir ev sahibine aittir, fakat cephesi herkesi ilgilendirir” Victor Hugo Cüneyd ALTIPARMAK* B.Cenap ALTIPARMAK**

uerard’ın sorduğu “imkan sınırları nerededir?” sorusunun ve çizdiği “mevcut şartlara göre bu sınırlar o kadar dardır ki, en mütevazı plan bile bir ütopya olmaktadır” sınırını aşmak için seslenip aradığı “Evvel amme menfaatlerine mevcut kanunlardan daha münasip… Ve daha esaslı olarak –Fas’ta halen yapıldığı gibi- mal sahiplerini belirli bazı hallerde menfaatlerini birleştirmeye icbar eden bir kanun lazımdır”… şeklindeki ifadesinden hareketle bu yazıyı kalem alıyoruz. Önerdiklerimiz “bir model” arayışına ışık tutmak, şehirlerde bu konularla ilgilenen kimselerin dikkatine sunmaktadır.

Bilindiği üzere, “uyumayan şehir” diye bir kavram var. Bu şehirlerde ışıklar sönmez. Yirmi dört saat canlıdır. “Fast” olarak nitelenen bu durumun karşısında, “citta slow” yani “sakin şehir” kavramı türemiştir. Uyumayan şehirlere inat edercesine buralarda da her şey yavaş akar… Bir de “müze şehirler” tabiri vardır. Bu şehirler, tarihin ve milletlerin geçmişlerinin sergilendiği, geçmişten bugüne kadar değişimi gözler önüne seren müzeler en önemli sanat merkezleridir ve hemen her yerinde butik müzeler bulunan ve tüm bunların dışında “devasa” sayı ve nitelikte eserlere malik müzelere ev sahipliği yapan şehirler vardır: Paris, New York, Floransa, Sao Paulo, Londra… gibi. Şehir türleri saymakla bitmez: Gastronomi şehri, müzik şehri, gökdelenler şehri diye uzayıp gider bu. Ama bunlar içinde bizce en mühimi bir miras üzerine inşa edilmiş olanları, yani kültür şehirleridir… Kültürel mirasın toplumsal bilinç oluşumuna etkisi büyüktür . Kültür, “üretmek” ile başlar ve fakat bu yetmez. Çünkü kültür “korumak” ile gelişir. “Kültürel miras” şeklinde ifade edilmesi de bundan olsa gerektir. Tarih ve kültür şehirlerinin merkezinde bulunan ve halen “yaşayan” alan, birçok benzerinden farklı olarak kafeler, butik oteller ve turistik satış ve benzeri biçimde “canlı” değildir. Bu alanlar, halen o şehirde yaşayanların, alış-veriş yapmak için indiği “çarşı”, arkadaşları ile buluştuğu “kıraathane”, ticaretin yapıldığı “han”, giysilerin satıldığı “bedesten”, eski eşyaların alıcı bulduğu “mezat” vb. biçimde canlıdır. Moda tabirle “organik” bir canlılık vardır buralarda. Yani bu alanlar, turistlere terk edilmiş, “biblo” mahiyetli değildir. Zaten buranın benzeri şehirlerden ayrılan en önemli iki temel özelliği de budur: •“kentsel sit alanında yaşamın halen devam ediyor olması” ve

• “taşınmaz kültür varlıkları sayısın fazla oluşu”.

Şehir hafızadır. Şehir toplumun belleğidir. Bu bellek, şehrin simge isimleri ve mekânlarında tecessüm ederler. Mekânların yitirilmesi, şehrin hafızasından bir öğenin ayrılması demektir. Nasıl ki insanlar beyinleri ile düşünüyor ve ağzı ile konuşuyorsa, şehirler de sahip olduğu mekânlar ile düşünür, burada yaşananlar ile konuşurlar…

Mekânların en önemlisi ve kıymetlisi ise kültür varlıklarıdır. Kültür varlıklarını korumak bir dizi mimari proje ve uygulamalar gerektirir. Tekil yapılar, evler, hanlar, hamamlar vb., çok ciddi ve hassas nitelik taşır ve olmazsa olmazdır. Sokakların korunması, sit alanlarının muhafazası vb. konular ise merkezden idare edilmek ile yetinilmeyecek niteliktedir, çok ama çok mühimdir. Bu manada korumanın iki ayağı vardır: “yapıları onarmak” ve “alanları doğru yönetmek”… Koruma meselesi ülkelerin, şehirlerinin değerlerini ortaya çıkararak yarıştığı ve ekonomik girdiler elde ettiği bu çağda, iktisadi alan başta olmak üzere, çevre, tarih, kültürel miras konularını kapsamına almaktadır. Bireylerin bilinçleri okudukları, duydukları ve öğrendikleri kadar, yaşadıkları mekânlar, gördükleri eserler ve hayatlarını sürdürdükleri ortamlarda gelişir ve şekil kazanır . Hukuki anlamda koruma konusunda temel yetki 2863 sayılı yasayla Kültür ve Turizm (KTB) Bakanlığına verilmiştir. Ancak bu sürece bir çok kamu kurumu (Vakıflar Genel Müdürlüğü, TİKA vb), valilikler ve belediyeler de yetkilidir. Korumaya yapı bazlı baktığımızda restorasyon ve türevleri; alan bazlı bakarsak da sit alanları, ören yerleri, çevre düzenleme projeleri, koruma amaçlı imar planları ve nihayet alan yönetimi kurumları çıkar. Türkiye’de oturmuş bir restorasyon prosedürü ve uygulaması vardır. Kim ne derse desin, imkânları nispetinde yukarda saydığımız kamu kurumlarının koruduğu ve kurtardığı yapı çoktur. Peki, bu tahribat neden meydana gelmektedir? Bu kıymetli bir sorudur. Bunun bir çok cevabı olabilir. Ancak biz burada biraz da “yönetim/planlama” boyutu üzerinden meseleye bakacağız. Türkiye’de, tarihi alanların “kazı yönetimi” “sit alanlarının korunması” konusunda çok ciddi tedbirler alıp uyguladığı bir vakadır. Ancak, “yaşayan alanların” (hassaten kentsel sitlerin) yönetilmesi konusunda son zamanlarda doğru adımlar atılmaya başlandığını ve fakat yetmediğini gözlemliyoruz. Özellikle, şehir merkezlerinde halen yaşayan yerlerin idaresinde, yetki karmaşasının getirdiği sorunları görmekteyiz. Mevzuatımıza koruma süreçleri açısından bakınca, “tespit”, “onarım”, “planlama” ve nihayet “yönetim” evreleri karşımıza çıkar. Yönetim konusunun mevzuattaki karşılığı “alan yönetimi” olarak ifade edilmektedir - . “Alan yönetimi”; tarihi alanların tümünün bir plan dahilinde idare edilmesidir. Burada temel nokta, tespitli alanların korunmasını sürdürülebilir kılmaktır. Birimleri; danışma kurulu, alan başkanı, eşgüdüm ve denetleme kurulu, denetim birimi ve anıt eser kuruludur, buna ilişkin esaslar yönetmeliktedir. (Bkz. Alan Yön . m.4) Alan yönetimi, fiziki olarak sınırlıdır ve fakat bu alana dair tüm idari/yönetim yetkilerini içermez. Buna göre, “alan yönetimine has yetkiler” kullanılabilecektir. Bu “özgülenmiş” yetkiler, sit alanları ve ören yerleriyle bağlantı noktalarının ve etkileşim alanlarının bir bütün olarak korunması, geliştirilmesi, yönetim planının hazırlanması, onaylanması, planın uygulanması ve denetlenmesi gibi hususlardır. Ülkemizde, Bursa, İstanbul gibi yerlerde alan yönetimi vardır. Hatta İstanbul için özel düzenlemeler söz konusudur. Korunması gereken alanların hassaten kentsel sitler açısından sağlam bir idari teşkilat öngörmek, güncel siyasetin ve değişimlerin etkisinden uzak biçimde tasarımlamak ve bunu tekrar dizayn edilip, ülke sathına yayılması şarttır. Doğru finansman modeli ve iyi bir yönetim, hak ve hürriyete saygı ile ülkemize çok fayda getirecek “detaylı” ve “özgülenmiş” düzenlemeler şarttır.

Diğer ülkelerdeki düzenlemelere yer veren yazısında Dülger ; Alman eyaletlerinin bazılarının anayasalarında kültürün ve tarihi yapıların korunması hususun yer aldığını, Alman yasaları taşınır ve taşınmaz kültür varlıklarını koruma altına aldığını belirmektedir. Avusturya’da ise kültür varlıkları konusunda tek bir yasa olmadığını ve birçok yasada farklı hükümler bulunduğunu belirtmektedir. ABD’de kültürel miras için genel ve özel çok sayıda yasa bulunduğunu, bunun İngiltere ve Galler’de kültürel miras ve sanat eserlerin korunması konusunda da aynı olduğunun belirtildiğini söyleyebiliriz. İtalya’nın ise kültür varlıklarını koruyan yasalar bakımından en eski ve kapsamlı yasalara sahip olan ülke olduğunu, Anayasası ve medeni kanununda ile İtalyan Kültür Mirası ve Tabiat Yasasının bu konuda önemli olduğunu belirtmek isteriz. İspanya’da

ise Milli Miras Yasası bu işlevi görmektedir. Alan yönetiminde daha özel düzenlemler de vardır. Örneğin Stonehenge Yönetmeliği , Washington DC Tarihi alanına ilişkin yasa vb. gibi… Ülkemizde, Boğaziçi, Çanakkale ve Kapadokya alanları genel mevzuat disiplininden ayrılmış ve özel olarak düzenlenmiş alanlardır. Nitekim Boğaziçi Kanununun (2960 s.) İstanbul “Boğaziçi Alanının” korunması amacıyla çıkarıldığı belirtilmektedir. Benzer durum Çanakkale için de geçerlidir. 6546 s. Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alan Başkanlığı Kurulması Hakkında Kanun’la Çanakkale deniz ve kara savaşlarının meydana geldiği Çanakkale Savaşları Gelibolu Tarihi Alanını için de öngörülmüştür. Kapadokya Alanı Hakkında Kanunu da (7174 s.) bu minvalde önemli bir adımdır. Gerekçesinde alanın kültürel, doğal yapısı nedeniyle kanunla korunması gerektiği belirtilmektedir . İstanbul’a ve Bursa, Kayseri gibi şehirleri içinde özel düzenlemeler olduğu vakidir. 2082 sayılı İstanbul, Kayseri, Bursa Kapalı Çarşılarının Onarımı ve İmarı Hakkında Kanun çıkarılmıştır. Belirttiğimiz “özel düzenleme” yaklaşım sadece tarihi alanlar ile ilgili değildir. “Protokol yolu” olarak da bilinen “5104 sayılı Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Projesi Kanunu” adıyla çıkan yasa, Ankara’nın girişi için bir imar planı ekiyle çıkan belki de tek yasadır.

Girişte de belirttiğimiz üzere “imkânları zorlayarak” şehirlere özgü kanunlar çıkmalı düşüncesindeyiz. Ülkemiz böylesine zengin bir kültür varlığı habitatına ve kentsel sit alanlarında sahip. Bunları adeta “konfeksiyon” üretimi elbiselere sığdırmaya çalışmak beraberinde maraz doğurmaktadır.Bunun için kentsel sit alanı yoğun olan yerler için gerekli inceleme, fizibilite yapılmalı ve sonuç olarak o alanlara özgü düzenlemelere gidilmelidir. Bunun bir kanun olması çok iyi olacaktır. Fakat ilk adım olarak bir yönetmelik ile de süreç başlatılabilir. Yani genel bir alan yönetmeliği yerine, şehre özgü ve onun ismi ile bütçesi, kolluk meselesi ve diğer sorunları düzenlenmiş, sorunları çözen mevzuat düzenlemelerine ihtiyaç vardır. Detaylarını daha geniş biçimde izah edebileceğimiz bu modelin aşağıdaki üç hususu temel alması gerekir: i) günlük kaygılardan ve gündemden uzak ve alan ile ilgili bilgisi olanlardan müteşekkili bir danışma organı, ii) yerel ve merkezi idarenin temsilcilerinin bulunduğu bir icra organı ve nihayet iii) alanı yönetmek konusunda yetkili bir başkan… Teşekkül edecek yapının, “devlet resmiyeti” içinde olmaması daha da yerinde olacaktır. Bu tip yapıların teşekkülünde, “Vakıf-Şirket Modeli”, “Dernek-İşletme Modeli”, “KooperatifSTK Platform Modelleri” ve “Birlik Modeli” olarak nitelediğimiz modellerin denenmesi de mümkündür. Bu bir “prestij” görevi olduğu için ehil ve toplumca kabul gören kimselerce icra edilmelidir. Kültür mirası, en fazla sahip çıkılması gereken ve teminatımız olan varlıkların bütünüdür. Buna sahip çıkmak, görevden öte, zorunluluktur.

KAYNAKÇA 1- GUERARD, Albert, “Paris İmar Planı Hakkında Notlar”, Türkiye Mühendislik Haberleri, 1958 (Çeviren: Şevket Tokuş), http://www.imo.org.tr/resimler/ekutuphane/pdf/1665.pdf 2- Bu konuda şu yazılara bakabilirsiniz: ALTIPARMAK, Cüneyd, Koruma, Uygulama ve Denetim Büroları (KUDEB), İstanbul Barosu Dergisi, Cilt: 93, Sayı: 3, Yıl: 2019 s.228 vd, ALTIPARMAK, Cüneyd., Taşınmaz Kültür Varlıkları Hukuku Yönünden Koruma Amaçlı İmar Planları, Terazi Hukuk Dergisi, Cilt: 13, Sayı: 143, Temmuz 2018, Sayfa: 63-80 3- Ülkemizde “koruma” konusunun mevzuat bağlamında gelişimi hakkında detaylı bilgi için bkz: KEJANLI, D.Türkan / AKIN, Can Tuncay / YILMAZ, Aysel Türkiye’de Koruma Yasalarının Tarihsel Gelişimi Üzerine Bir İnceleme, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi www.e-sosder.com ISSN:1304-0278 Kış -2007 C.6 S.19 (179-196) Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi www.e-sosder. com ISSN:1304-0278 Kış -2007 C.6 S.19 (179-196) (İnternet: http://www.acarindex.com/dosyalar/makale/ acarindex-1423879320.pdf , ET:13.04.2018) 4- Bu konuda detaylı olarak düşüncelerimizi paylaştığımız yazı için bakınız: ALTIPARMAK, Cüneyd, “Türkiye’de Alan Yönetimi Açmazları ve Öneriler” Aktüel Arkeoloji Dergisi, Mart-Nisan,2020, s.26-33. 5- Kültür ve Tabiat Varlıklarının Korunması Hakkında Kanun m.3/a-10 6- Alan Yönetimi ile Anıt Eser Kurulunun Kuruluş ve Görevleri ile Yönetim Alanlarının Belirlenmesine İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik (Alan Yön.) 7- Detaylı bilgi için bkz. DÜLGER, Murat Volkan, “Kültür Varlıklarının ve Sanat Eserlerinin Hukuki Açıdan Korunması”, İstanbul Medipol Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi (1), 2014; 107-161 8- The Stonehenge Regulations 1997, http://www.legislation.gov.uk/uksi/1997/2038/made , Stonehenge Management Plan 2009, http://www.stonehengeandaveburywhs.org/assets/Stonehenge-WHS-ManPlan-2009-low-res.pdf 9- Historic Landmark and Historic District Protection Act of 1978, https://planning.dc.gov/sites/default/files/ dc/sites/op/publication/attachments/DC%20Preservation%20Law%20UPDATED%20Mar%202020.pdf 10- Burada özce verdiğimiz Kapadokya Alan Yönetimi için Bkz. 7174 s. Kanun, 38 s.CBK, Alan Başkanlığı ve Personel Yönetmeliklerine.

OSMANLIYI İHTİŞAMA TAŞIYAN SIR NEYDİ?

Voltaire şöyle der:“Birtakım cahil ve aptalların sözlerine kanarak Türklerin sırtına yüklediğimiz iftiralarla koskoca bir kitap olur. Onlar dünyanın en güzel, en büyük kesimine hâkimdirler. Bütün tarihçilerimiz, Türk imparatorluğunu istibdada dayanan bir devlet olarak göstermekle bizi çok aldatmışlardır! Türklerin sanatı kahramanlıktır!” Muhsin İlyas SUBAŞI evletler kendiliğinden ihtişamın şansına sahip olamazlar. Onları oraya taşıyan bir lider ve o lidere destek veren bir halk kitlesi olması gerekir. Halkına inanan liderle, liderine bağlanan halkın ortak duyarlılığı ülkeyi arzu edilen başarıya götürür. Bunun tarihimizdeki en etkin örneği kuşkusuz ‘Muhteşem’ tabiriyle yâd ettiğimiz Sultan Süleyman’ın devridir. 73 Yaşına gelmiş olmasına rağmen, yorgun bedenini bir yaylı arabaya alarak Savaşa giden bu yüce kumandan, nihayet fethetmeyi düşündüğü kalenin önünde; Zigetvar’da ruhunu teslim eder. Kalbi oraya, bedeni ise çok sevdiği İstanbul’una getirilip defnedilir. Onun döneminde, üstelik ülkesiyle anlaşmazlıkları bulunan Avusturya Büyükelçisi Busbecg, 16 Yüzyılın ortalarında kişisel hislerini bir kenara bırakarak, ülkesinin çıkarları uğruna değil, yakından tanıdığı Osmanlı’nın güçlü Padişah’ını şu cümlelerle anlatır: “Sultan Süleyman’ın bende bıraktığı intibaı şöyle anlatayım: Sultan, artık yaşlandığını hesaba katacak durumdadır. Fakat yine de görünüşü, hâl ve hareketlerindeki onurluluk, gerçekten bu muazzam imparatorluğun hükümdarı olan bir adama yakışmaktadır. O, aşırılığı sevmeyen, kendini birçok zevkten mahrum etmesini bilen, irade sahibi bir kimsedir. Gençliğinde bile ağırbaşlılıkla hareket ederdi, şarap içmezdi. Dindardır, ibadetini hiç ihmal etmez. Bir emeli devletin hudutlarını genişletmek ise, diğeri de aynı derecede dinini yükseltmek, yaymaktır.” Osmanlı’yı ihtişama taşıyan sır bu adamın anlattığı Padişah portresindedir. Devletin bekası için evladına; Şehzade Mustafa’ya kıyan bir babadır bu! Bunu tahlil etmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ülkesiyle Osmanlı arasındaki problemlere rağmen, duygusal olarak mesele bakıp hesabi bir anlayışla Sultan hakkında yorum yapmıyor. Çünkü Sultan’ı dikkate alırken, kendi ülkesindeki ve diğer Batı ülkelerindeki liderlerin durumunu da hesaba katıyordu. Onlarla yapılan mukayese, onu böyle bir hakkaniyet duygusuna götürmektedir. Osmanlı’yı adaletiyle ‘Cihan Devleti’ haline getiren ilk Padişah oluşunun onurunu, milletine bahşedip onu da asırlarca kullanarak bugünlere gelen Osmanlı Devleti, sonunda içindeki soysuzların ihanetine uğramak suretiyle bu şansını maalesef kaybetti. Busbecg 1562’de Osmanlı hakkında bunları yazarken, ondan bir asır sonra yaşamış olan ünlü düşünür Voltaire ise şöyle der: “Birtakım cahil ve aptalların sözlerine kanarak Türklerin sırtına yüklediğimiz iftiralarla koskoca bir kitap olur. Onlar dünyanın en güzel, en büyük kesimine hâkimdirler. Bütün tarihçilerimiz, Türk imparatorluğunu istibdada dayanan bir devlet olarak göstermekle bizi çok aldatmışlardır! Türklerin sanatı kahramanlıktır!” Jean-Henry Abdolonyme Ubicini ise 1846’da geldiği İstanbul’da gördüklerini dile getirerek, üç asır boyunca Osmanlı’daki liyakat kurallarının değişmediğini gösterir: “Avrupa’da hüküm süren zannın aksine, Türkiye’de hiçbir zaman ne asilzadeler sınıfı mevcut olmuştur ne de imtiyazlı tabakalar...

Bir taraftan, bizim Orta Çağ’ımızda oldukça nüfuzlu bir yer işgal etmiş olan din adamları, Türkiye’de dindar sınıfın yani Müslüman halkın dışında ondan apayrı bir yer almamıştır. Diğer yandan da değil yalnız toplumların, fertlerin bile hayatlarının en önemsiz hâl ve tavırlarının Allah’ın devamlı müdahalede bulunduğunun herkesçe kabul edilmiş bir akide olarak ortaya çıkmış olması, soydan gelen hak ve imtiyazlardan yararlanan bir aristokrasinin yerleşmesini imkânsızlaştırıyordu.” Ubicini, 19’uncu asrın ortalarında geldiği İstanbul’da kaldığı süre içerisinde gördüklerini tarafsız bir şekilde anlatmış ve bu konuda kimsenin etkisi altında da kalmamıştır. “Türkiye gibi hakkında pek çok peşin hükümlerin ve hatta diyebilirim ki, sayısız masalların ve iftiraların dolaştığı bir ülke söz konusu edilirken namuslu bir yazarın yapacağı iş doğru ve titiz davranmak olmalıdır. İşte, benim aradığım ve özlediğim de böyle olmaktır.” diyerek kendi samimiyetini göstermiştir. Öyle ki kendi ülkesi başta olmak üzere mirasını paylaşmak istedikleri Türkiye’nin var olduğunu ve var olmaya devam edeceğini de söylemekten çekinmemiştir: “İşte nihayet bu mektupların başında yönelttiğimiz şu soruya cevap verebilecek duruma gelmiş bulunuyoruz: Bir Türkiye Var mıdır? Evet, bir Türkiye vardır. Demek istiyorum ki inançlarının, ahlâkî anlayışlarının, kanuna karşı besledikleri hürmetlerinin kendilerini şaşılacak derecede ilerlemeye hazır tuttuğu cesur, zeki, bilhassa namuslu 11 milyon Osmanlı vardır Türkiye’de.” İşte Osmanlıyı ihtişama taşıyan sırrın bazı ipuçları bunlar. Biz galiba geçmişimizde kimliğimizin ihtişamını dışımızdaki insanlardan öğreneceğiz. O var olan Osmanlı’yı doğal olarak önce dış düşmanları, sonra haince bir saldırıyla içerdeki işbirlikçi iç düşmanları yıktılar.

This article is from: