Travel And Gourmets - Mayıs 2016 - Sayi 9

Page 1

“TÜRKİYE’NİN EN İYİ LEZZETLERİ, OTELLERİ VE RESTAURANTLARI” K U T L U Ö Z E M R A K

TRAVEL AND

GOURMETS AYLIK ONLINE YEME, İÇME VE GEZİ KÜLTÜRÜ DERGİSİ / MAYIS 2016 / SAYI 9

ALAÇATI OT FESTİVALİ

Kapadokya Masal ve Macera

MAVİ İNCİ

OHRi

ARTI

GARİPÇE VE RUMELİ FENERİ

MISSISSIPPI MUD PIE XTAPODI YUNAN USULÜ AHTAPOT


BU AY İlkbahar festivalleri hızla devam ediyor. Bu yıl Alaçatı Ot Festivali yine çok yoğundu. O kadar kalabalıktı ki adeta iki yüz metre mesafeyi yirmi dakikada yürüdük. Travel and Gourmets dergisi olarak biz de söyleşi yapmak için oradaydık. Türkiye’nin önemli festivallerinden birisi olan Alaçatı Ot Festivali yoğun ilgi görüyor ancak kapasitenin üzerinde ziyaretçi gelmesi bazen durumu zorlaştırıyor. Çeşme’de sezonun uzaması için benzer festivallerin belirli sezonlarda yapılarak sayısının arttırılması gerekli. Bu ay dergi içerisinde lezzetli tariflerimizin yanı sıra çok keyifli röportajlarımız da mevcut. Dosya konumuz Kapadokya ile ilgili büyüleyici bir içerik hazırladık; doğasına ve enerjisine hayran olduğum Kapadokya’nın en keyifli noktalarını sizlere getirdik. Sevgiyle kalın... KUTLU ÖZEMRAK

Genel Yayın Yönetmeni

Bizi sosyal medyadan takip edebilirisiniz; Instagram: travelandgourmets Facebook: travel and gourmets


EDİTÖRDEN


TRAVEL AND

GOURMETS WWW.TRAVELANDGOURMETS.COM

KUTLU ÖZEMRAK

İMTİYAZ SAHİPLERİ BİLGEHAN ARAS bilgehanaras76@gmail.com

kutluoz@gmail.com /

GENEL YAYIN YÖNETMENI KUTLU ÖZEMRAK kutlu@travelandgourmets.com Editör & Yazı İşleri Didem Mazlum Yazı İşleri Art Direktör Görsel Tasarım Çeviri

Katkıda Bulunanlar

Reklam Yayına Hazırlayan

Özgür Kaya Bilgehan Aras Ebru Ece Ulutaş Erhan Dalgıç

Ahu Gül Ürük, Aytaç Göller, Buse Ünal, Cem İsmi, Chef Geovani, Gökay Meriç, Murat Yıldız, Müberra Bağcı, Özgür Kaya, Selçuk Ceylan, Sercan Çam, Serhat Saçkesen, Tuğçe Ertan 0 (532) 604 30 34 dergi@travelandgourmets.com Baras Medya

Travel And Gourmets bir Doka Reklam, Turizm, İnsaat LTD. ŞTİ. markasıdır. Travel And Gourmets basın meslek ilkelerine uymayı kabul etmiştir. Reklamların sorumlulukları reklam verenlere, yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir.

YAZIŞMA ADRESİ / ŞUBE 6436/2 NO:4 D:1 YALI MH. KARŞIYAKA - İZMİR TEL: 0 (532) 604 30 34 MAIL: dergi@travelandgourmets.com MERKEZ ADRES DEREBOYU CAD. ZÜMRÜT SOK. 2/D KAT: 2 MASLAK / İSTANBUL TEL: 0 (533) 552 04 49


Zor beğenenlerin tercihi

Ücretsiz kargo ve koşulsuz iade imkanları ile www.softcotton.com.tr Soft Cotton bir Gökhan Tekstil markasıdır.

Kabin Ekibi

*Destan Havlu


CEM İSMİ KITCHEN COORDINATOR Instagram: cemismi

PATLICAN PÜRELİ SOMON BALIĞI MALZEMELER Somon balığı, 400 gr (derisiz fileto) Toz Antep fıstığı, 2 yk. Patlıcan püresi: Patlıcan, 4 adet Tereyağı, 2 yk. Un, 2 yk Süt, 1 su bardağı Kaşar peyniri, 100 gr. Tuz Karabiber HAZIRLANIŞI Balığı fırın tepsisine alın ve 180 derecelik fırında 10-12 dk. pişirin. Ayrı bir tencerede tereyağı ile unu pembeleşinceye kadar soteleyin ve sütü ilave edin.Daha sonra közlenmiş patlıcanları ekleyip karıştırın. En son rende kaşar ve baharatları ilave edip servis tabağına alın. Pişen balıkların bir tarafını dövülmüş Antep fıstığına bulayıp patlıcan püresinin üzerine koyun. Afiyet Olsun Cem İsmi Kitchen Coordinator Instagram: cemismi



CHEF GEOVANI Instagram: chefgeovani Twitter: @chefgeovani

GELATO (ROMA DONDURMASI)

Galeto’nun taze olarak günlük üretimi yapıldığı ve katkı maddesi konulmadığı için yapısal olarak fazla dayanıklı değildir, günlük tüketilmelidir. Yazları brioche arasında ve sabah kahvaltıda yemek gelenektir. Roma’ya gidenlerin mutlaka denemesini tavsiye ederim.

İtalyanca anlamıyla “Gelato” dondurulmuş demektir ve İtalyan tipi dondurmayı belirtmek için kullanılır. Romalılar döneminde zenginlerin dağlardan kar buzu getirtip bunlara meyve suları ve şarap ekleyerek, serinlemek için yedikleri bilinmektedir. Ancak gelato bu hikayeden 1000 yıl kadar sonra doğmuştur.

Güneyin Sorbettosu ise; taze meyve ve şekerle yapılan su bazlı hafif dondurmadır, Sicilya’da sabahları Espresso Granita olarak da farklı bir şekilde tüketilir.

Sevgili dostlarım yaz geldiğine göre hepinizin çok sevdiği İtalyan Gelato’sunu anlatma zamanı geldi. Buralarda Roma dondurması denilen, bizim meşhur Gelatomuzu ve neden dondurma değil de “Gelato” dediğimizi nedenlerini ile açıklayacağım.

Gelelim nasıl ortaya çıktığına; Grandük Cosimo De Medici çok ihtişamlı bir davet verip davetlilerinin hayran kalmasını istiyordu, bunu organize etmesi ve yeni bir tatlı sunması için zamanın ünlü mimarlarından birini Bernardo Buontalenti (Florence, 1531-Florence 1608) görevlendirdi. Bu kişi aynı zamanda matematikçi, mühendis ve ressamdı. Buontalenti buz, limon, şeker, yumurta, bal, süt ve bir damla şaraptan oluşan, içine de lezzet versin diye bergamot ve portakal aroması ekleyerek Gelato’yu icat etti, yalnızca bununla kalmayarak dükün bahçesine bir de tarihin ilk soğuk hava odasını kurdu. Gerçek Buontalenti orijinal dondurması yemek isterseniz Floransa’da Gelateria Badiani’de (Via dei Miile Floransa) yiyebilirsiniz. Galeto’yu bir mimarın icat etmesi çok ilginç değil mi? Güney ve Kuzey İtalya’da, Gelato ve Sorbetto olmak üzere iki tip geleneksel dondurma üretilir. Gelato tam yağlı süt ve kremanın karışımıyla yapılır, daha az yağlıdır ve içerisine daha çok taze lezzetler ve malzemeler (çikolata, fıstık, vanilya) konulur. Bu nedenle de ice cream denen yağlı Amerikan dondurmasından ayrılır; lezzeti de kesinlikle farklıdır, taze yapılması, doğal malzemeler kullanılması nedeniyle daha sağlıklıdır.

AHUDUDULU GELATO (6 kişilik)

MALZEMELER 500 gr ahududu 400 gr süt 150 gr toz şeker 2 yumurta beyazı 250 ml krema 1 adet limon suyu ve rendelenmiş kabuğu 1 yemek kaşığı bal 5 gr vanilya (bulabilirseniz gerçek vanilya çubuğu çekirdeği) HAZIRLANIŞI Bir tencerede süt, limon kabuğu rendesi, yumurta akı ve şekeri karıştırarak kaynatın, sonra buzdolabına alarak soğutun. Başka bir kapta limon suyu ve ahududuyu iyice ezerek karıştırın, püre haline gelince sütlü karışıma ekleyin. Sonra bir başka kapta bal ve kremayı çok kabartmadan karıştırın, bunu da karışıma ekleyip düz bir borcam ya da kenarlı bir tepsiye koyun. Buzluğa koyduktan sonra her yarım saatte bir tahta kaşıkla dıştan içe doğru karıştırıp (toplamda beş kez) dört saat kadar bekleyin. Üzerini fıstık ya da beğendiğiniz bir sos ile süsleyerek servis edin. Instagram: chefgeovani Twitter: chefgeovani



MURAT YILDIZ KUZU İNCİK

(Patatesli armut kreması, domates chutney, baby ıspanak filizleri ve kuzu sosu ile) MALZEMELER Kuzu incik, 2 adet Kuru soğan, 25 gr Sarımsak, 2 gr Domates, 25 gr Salça, 15 gr Patates, 50 gr Armut, 25 gr Beyaz şarap sirkesi, 5 cl Ispanak, 20 gr YAPILIŞI Kuzu incikleri yıkadıktan sonra tuz ve karabiber ile marine ederek mühürlüyoruz. Daha sonra incikleri mühürlediğimiz tencerede kuru soğan, sarımsak ve domatesleri kavurup suyunu veriyoruz. İnciği de içine atıp yaklaşık iki saat kısık ateşte pişiyoruz. Patates ve armutları soyup ikisini aynı anda haşlıyoruz. Haşlandıktan sonra el blender’ı ile krema haline getiriyoruz. Kuru soğan ve soyulmuş domatesi aynı anda ufak ufak doğrayıp beyaz şarap sirkesi ve bir miktar su koyduktan sonra kısık ateşte 30 dakika pişiriyoruz. Ispanakları ayıklayıp tabaktaki gibi sunum yapıyoruz. Afiyet olsun Instagram: muratyldiz



SERCAN ÇAM FOODSTYLIST

KAKAOLU KEK

Evde temel malzemelerle yapımı sadece beş dakika süren pratik mi pratik, mis gibi vanilin kokulu, yumuşacık kakaolu kek beş çaylarınızın vazgeçilmezi olacak. MALZEMELER 2 yumurta 1/2 su bardağı şeker 1/2 su bardağı sıvıyağ 1/2 su bardağı süt 1 paket kabartma tozu 1 su bardağı un 2 yemek kaşığı kakao 1 paket vanilin HAZIRLANIŞI 1. Yumurtaları ve şekeri iyice çırpın. 2. Sıvı malzemeleri ilave edip karıştırın. 3. Ayrı bir kaba un, kabartma tozu, kakao ve vanilini eleyip karışımın için dökün. 4. Spatula ile karıştırın ve yağlanmış kalıba dökün. 5. Önceden 180 derece fırında 25-30 dakika pişirin. Instagram: sergioinkitchen Snapchat: Biraylakadam sercancam.blogspot.com.tr


Fotoğraf: Sercan Çam


ŞEF SERHAT SAÇKESEN MÖVENPICK HOTEL CHEF AND FOOD PHOTOGRAPHER

ENGİNARLI PİLAV Gün enginar günüdür ey ahali. Evet ne kadar zahmetli olduğunu bilirim enginar ayıklamanın ama bir o kadar da lezzetli, sağlıklı ve besleyicidir. Tarlalar enginarla dolup taşarken bence bu ay en doğru zamandır ayıklayıp saklamak için. Salatası, zeytinyağlısı, dolması, ızgarası, tatlısı ve tabii ki bir de vazgeçilmez pilavı olur. Bu sayıda sizlere Egemizin lokal lezzeti olan ‘enginar pilavı nasıl olur?’ onu anlatıyorum, artık yapıp tatması da size kalıyor. MALZEMELER • 1 su bardağı pirinç • 1,5 su bardağı su • 3 adet enginar • 5-6 dal taze soğan • 1/2 demet dereotu • 1/2 demet taze nane • 1 limon suyu • Tuz • Kimyon • Karabiber • Zeytinyağı YAPILIŞI Doğradığımız taze soğanları zeytinyağında orta ateşte 3-4 dakika pişirelim. Enginarları üzerine ekleyelim. ½ limon suyunu ve bir çay bardağı suyu ilave edip 7-8 dk pişirelim. Islattığımız pirinçleri, karabiber, kimyon ve tuzunu ekleyip enginarların üstüne ilave edelim. Bir bardak suyu ilave edip kısık ateşte kapağı kapalı şekilde pişirelim. Enginarlı pilavımız piştikten sonra ocağın altını kapatalım ve 10 dk. demlenmeye bırakalım. Daha sonra 1/2 demet dereotunu, ½ taze naneyi ve yarım limon suyunu ilave edip pilavımıza karıştıralım. Kapağını kapatıp 10 dk. demlendikten sonra servis yapalım. Instagram: serhatsackesen www.serhatsackesen.com


Fotoฤ raf: Serhat Saรงkesen


MISSISSIP MUD PIE (MUDDY MISSISSIPPI CAKE)


Lezzet

PPI YAZI: SELÇUK CEYLAN FOTOĞRAFLAR: AYTAÇ GÖLLER INSTAGRAM: hamurundavar


yılının son günlerinde İstanbul yepyeni bir mekana kavuştu; KULİS! Uzun bir süredir de oldukça merak ediyordum, iş amaçlı bir İstanbul seyahatinden dolayı da Kulis Bebek’e gitme fırsatım oldu. Sanat dünyasının ikinci evidir kulisler… Tiyatroda oyuna hazırlanırken ya da konsere çıkmadan önce dinlendiğin ikinci ev… KULİS de buradan yola çıkarak, hikayeler biriktirmek için doğdu… Müzisyen ve eğitmen kimliği ile tanınan Buket Doran, yıllarca birçok isim ile müzik sektörünün mutfağında unutulmaz işlere imza atan Yeşim Doran Taş ve başarılı organizasyonları ile bilinen Berti Palambo’nun da içinde olduğu Tektekçi’nin kurucuları bir araya gelerek KULİS’in temellerini attılar. KULİS’in kurucuları, yıllar önce müdavimi oldukları mekanların samimiyetini ve zarif duruşunu harmanlayarak misafirlerinin kaliteli müzik dinleyebileceği, zevkle yemek yiyebileceği bir mekan hayal ettiler ve KULİS’i tasarladılar. Özenle hazırlanmış iç dizaynı, sahnesi, terası ve lezzetli menüsü ile Bebek ve İstanbul’a yeni bir soluk getirecek olan KULİS’in LIVE SAHNE’sinde, Jazz’dan Rock’a haftanın beş günü canlı performansa yer verilecek. Birbirinden özel konserlerin yanı sıra alternatif isimlerin ve cover gruplarının da performanslarını izleyebileceksiniz. Çalışma saatlerinden dolayı, yoğunluğunu da göz önünde bulundurarak erken saatlerde kapalı olan Kulis’i bizim için açtıran Yeşim Doran Taş’a ve planlarını erteleyip bizim için orada saatlerce ilgisini esirgemeyen Tuğba Aydın’a çok teşekkür ederim. Mississippi Mud Pie (Muddy Mississippi Cake)’i çok seveceksiniz. Hazırlaması biraz zahmetli olsa da buna değer!

MISSISSIPPI MUD PIE (MUDDY MISSISSIPPI CAKE) MALZEMELER:

Çikolatalı Kurabiye Kabuğu İçin: Oreo, 40 Adet. Tereyağı, 5 kaşık Unsuz Çikolatalı Kek için: Tereyağı, 4 kaşık Bitter çikolata, 168 gr. 2 yemek kaşığı + 1 çay kaşığı espresso tozu Sert Kahve, ¼ cup, oda sıcaklığında Tuz, ¼ çay kaşığı Vanilya özütü

Yumurta, 6 adet, XL Şeker, 1 cup Çikolatalı Puding için: Şeker, ¾ cup Kakao, ½ cup Mısır nişastası, ¼ cup Yumurta sarısı + beyazı, 4 XL Süt, 2 ½ cup Tereyağı, 3 kaşık Vanilya, 2 kaşık Bitter çikolata, 80 gr. Krema için: Sert Krema, 1 ¼ cup Pudra şekeri, 2 kaşık

HAZIRLANIŞI:

1. Fırını 150 dereceye ayarlayın. Rondo’da oreoları incecik çekin. Erimiş tereyağı ile karıştırıp kek kalıbının zemin ve kenarlarına yayın. On dakika fırında pişirdikten sonra soğutun. 2. Fırını 180 dereceye ayarlayın. Bir kasede espresso tozu, tuz, vanilya ve kahveyi karıştırın. Bir kap içerisinde de yumurta sarısı, ½ cup şekeri iyice beyaz köpük olana dek 5-10 dk çırpın. Başka bir kapta da yumurta beyazları, tuz ve kalan ½ cup şekeri sert köpük olana denk çırpın. 3. Benmari tekniği ile tereyağı ve çikolatayı eritin. Yumurta sarısı kabının içine kahveli karışım ve erimiş çikolatayı da ekleyerek mikser kullanmadan spatula ile iyice karıştırın. 4. Yumurta beyazlarını ise birer bardak şeklinde karışıma ekleyerek spatula ile köpükleri çok fazla yok etmeden çevreden merkeze doğru karıştırın. Karışımı kalıba dökerek, 180 derece fırında 38-42 dakika pişirin. Piştikten sonra dışarıda soğutup buzdolabında en az üç saat dinlendirin. 5. Şeker, kakao, tuz ve mısır nişastasını bir tencere içerisinde karıştırıp üzerine yumurta sarılarını ekleyin ve tekrar karıştırın. Orta ateşte yavaş yavaş sütü de ekleyerek karıştırmaya devam edin. Koyulaşınca da çikolata, vanilya ve tereyağını da ekleyip karıştırmaya devam edin. Pudingin üzerine değecek ve hava almayacak şekilde streç film ile kaplayın ve en az üç saat bekletin. 6. Puding karışımını kekin üzerine spatula iye yayın ve son işlemi yapmadan önce tekrar 30 dakika buzdolabında dinlendirin. 7. Sert krema ve pudra şekerini önce düşük, sonra yüksek, en son da orta devirde çırpın. Koyu bir köpük elde edince de pudingin üzerine ekleyip buzdolabında en az bir saat dinlendirin. Uzun uğraşlar sonunda ‘’Mississippi Mud Pie ( Muddy Mississipi Cake) yemeye hazır, afiyet olsun.


Lezzet


K AP Meet Shinichi Morohoshi, a man who likes dangerous people, bōsōzoku bike gangs, and lights up Tokyo’s dark heart with his neon-lit Diablo…


PADOK YA Tu ğ ç e E r t a n & G ö k a y M e r i ç // I n s t a g r a m : k o k l a d u n y a y i // w w w. k o k l a d u n y a y i . c o m

Kapadokya, Türkiye’nin en çok ziyaret edilen bölgelerinden biri, hem de büyüleyici bir gezi noktası. Otantik otelleri, masal gibi peri bacaları, gizemli yeraltı şehirleri ve seramik sanatlarıyla insanı kendinden alan bu diyarı gezmek her gezginin rüyalarını süslüyordur. Bunca yurt dışı seyahatimize rağmen bir türlü denk getirip Kapadokya’ya gidememiştik. Dünyanın birçok noktasında tanıştığımız insanlar Türk olduğumuzu öğrenince önce İstanbul, sonra Kapadokya’yı sordukça biz de bu harika destinasyonu görmemiş olmanın ezikliğini yaşıyorduk. Bir yandan da boy boy fotoğraflarına hayranlıkla baktığımız balonlar, masal gibi peri bacaları içimizi cız ettiriyordu. Sonra, yoğun tez çalışmalarımızdan üç dört günlük bir kaçamak yapma fırsatı bulur bulmaz soluğu Kapadokya’da aldık. Tabii bunda Anadolujet’in İzmir-Nevşehir direkt seferlerini başlatmış olmasının payı da büyük.


K

apadokya, Pers dilinde “Güzel Atlar Diyarı” demek. Efsaneye göre Roma zamanında, yöre halkı yetiştirdiği muhteşem atları hem stadyumlarda yarıştırıyor, hem de vergilerini bu güzel atlarla ödüyorlarmış. Hepimizin bildiği gibi, bu bölgenin alamet-i farikası da peri bacaları. İnanması güç ama aslında neredeyse altmış milyon yıl önce Erciyes ve Hasan Dağı’ndan püsküren lavların yıllar içerisinde aşınması ile bu ilginç şekilleri almışlar. Şapkalısı, konisi veya mantar şekilli gibi bir çok farklı tipi var bu peri bacalarının. İsmine peri bacası denmesinin sebebi ise, zamanında bu mağaraların içerisinde perilerin yaşadığına inanılmasından kaynaklanıyormuş. Hatta bazen, perilerin yaptığı düğünlerin seslerinin geldiği bile söyleniyormuş. Şimdi bu anlattıklarımız size gülünç geliyor olabilir ama Kapadokya’ya seyahat ederseniz ortamın ne kadar masalsı ve büyülü olduğunu görüp bu efsanelere hak verebilirsiniz. KAPADOKYA’DA GEZİLECEK YERLER Nevşehir Havalimanı’na gece indiğimiz için direkt otele gidip eşyalarımızı bıraktık ve kendimizi Göreme sokaklarına attık. Gece, aydınlatılan peri bacalarıyla harika bir ortamı olsa da yorgunluğa yenildik ve rahat odamızda sıfır nem ayrıcalığıyla harika bir uykuya daldık. Ertesi gün erken ve dinç bir şekilde uyanıp kaldığımız Cave Suits’te çok güzel bir kahvaltı ettikten sonra, Kapadokya’da gezilecek yerler listesinin en başında gelen ve her yerde ismini duyduğumuz Göreme Açık Hava Müzesi’ne doğru yürümeye karar verdik. Zaten daha önceden de bildiğiniz gibi eğer mümkünse mutlaka yürümeyi tercih ediyoruz, bu sefer de otelimiz müzeye iki km olunca vurduk kendimizi güneşli Kapadokya yollarına. Yolun kenarında dizilmiş peri bacalarıyla selfie çekilirken bizi fark eden bir taksi şoförü yanımızda durup istersek bizi bazı turistik noktalara götürüp gezdirebileceğini söyledi. Galiba son zamanlarda Ankara ve İstanbul’da yaşanan kötü olaylardan dolayı turizm biraz kötüye gitmiş, bu sebeple herkes turistlere karşı çok girişken ve fiyatlar da aynı derecede makul. Bizi alan taksi şoförü de kişi başı yirmi TL’ye neredeyse bizi bütün gün gezdirdi, kendisi çok kibardı ve gerçekten bizim de çok içimize


KAPADOKYA



sindi. Kapadokya’da ulaşım köyler arasında dolmuş veya taksi ile sağlanıyor ama dolmuş saatleri her zaman belli olmuyor, araba kiralamayı veya bizim yaptığımız gibi taksiyle gezmeyi tavsiye ediyoruz. Biz de taksi şoförümüz Yunus’un açtığı ruhani müzikle, Açık hava müzesini başka bir güne bırakıp sarı rengin hakim olduğu kıvrımlı yollardan kendimizi spontane bir güne bıraktık. Bazen böyle günün getirdiklerini yaşamak yapılan planlardan çok daha keyifli oluyor, emin olun. İlk durağımız Çavuşin Köyü oldu. Göreme’ye 2.5 km uzaklığındaki bu köy, aslında yörenin en eski yerleşim yerlerinden biri ve Kapadokya’nın en eski kilisesi de burada bulunuyor. Beşinci yüzyıldan kalan kilise Vaftizci Yahya adına yaptırılmış. Bu arada belirtmekte fayda var, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış olan Kapadokya Hıristiyanlık için önemli bir merkezmiş, o sebeple kayaların içine oyulmuş ve boyalarla süslenmiş pek çok kilise mevcut. Çavuşin’de de Hıristiyan dervişler ve topluluklar yaşıyormuş zamanında. Şu anda ise son derece sakin, minik bir köy. Hediyelik eşya almak için de en uygun fiyatları bu köyde gördük, demedi demeyin. Daha sonra, bizi köyün çıkışında bekleyen taksimize atladık ve Paşabağ’a ulaştık. Aslında Paşabağı vadisinde trekking turları da yapılıyor ama bizi hava sıcaklığından dolayı çok enterese etmedi, zira Nisan başı olmasına rağmen hava gündüz saatlerinde çok sıcaktı. Siz de bu mevsimlerde veya yazın gideceksiniz mutlaka suyunuzu ve şapkanızı eksik etmeyin. Paşabağı’ndaki peri bacalarının en önemli özelliği şapkalı olmaları. Biz de bu dev yapıların yanında şaşkınlıkla gezinip biraz fotoğraf çektikten sonra, yakınlarda bir çay bahçesinde çay molası verdik. Daha sonra Yunus bizi deve şeklindeki peri bacasını görmeye götürdü. Devrent Vadisi’nde bulunan bu deveyi aşırı ilgiden dolayı çitle çevirmek durumunda kalmışlar, bu yüzden bir Mona Lisa tablosu gibi uzaktan izlenebiliyor. Sıradaki durağımız, artık çok yorgun olmamız ve gitmeyelim dememize rağmen

“ K A PA D O K YA’N I N EN Ö N E M L İ Z A NA ATL A RINDA N BİRİ DE SERAMİK”

KAPADOKYA

Yunus’un ısrarları üzerine gittiğimiz Zelve Açık Hava Müzesi oldu. İyi ki de gitmişiz, kesinlikle değermiş. 50-60 yıl öncesine kadar yöre halkının aktif olarak yaşadığı Zelve Vadisi’nde pek çok kilise, şarap yapım yeri ve hatta bir de cami var. Kapadokya, aslında üzümleri ve şarapçılığıyla da ünlü bir yer, bu da eskilere dayanan bir gelenek. Peri bacalarının içinde çok eski şarap yapım tekniklerine ait alanları görebiliyorsunuz, insanoğlunun keyfine düşkünlüğü o zamandan belliymiş zaten. Zelve Vadisi aslında üç vadiden oluşuyor ama biz yalnızca birinci bölümünü gezdik. Giriş bölümünde arada bir konserler de veriliyormuş, eminiz izlemesi büyük bir keyiftir. Bu tip vadilerde, daha önce insanların yaşadığını hayal etmek çok ilginç; hele ki odaları, kiliseleri birbirine bağlayan tünelleri, seyir teraslarını gördükçe insanın küçük bir çocuk olup buralarda saklambaç oynayası geliyor. Bu arada müze kart, Kapadokya’daki çoğu ören yeri ve müze gibi burada da geçiyor, aklınızda olsun. Böyle ilginç yerlerde geçen bir günün ardından çok romantik bir nokta olan Aşk Vadisi’ne geçtik. Bazı kaynaklara göre, aşkınızı tazeleyebileceğiniz yegane lokasyon burasıymış. Fakat test ettik onayladık, manzarası gerçekten efsane. Biz erken uyanmayı hiç sevmediğimizden burayı gün batımına sakladık ama aslında sabah kalkan balon seferlerinden birinin içinde değilseniz burası o balonları gün doğumunda izlemek için müthiş bir yer. Çoğu yerde gördüğünüz “balonları izleyen blogger” temalı fotoğraflar burada çekiliyor, ama bizden size dev hizmet, biz Aşk Vadisi’nde gün batımını fotoğrafladık. Nazar boncuklu ağaç ise bu sürreal ortama çok uygundu. Günü bitirmeden önce Yunus’un tavsiyesi ile Avanos’ta bulunan Kapadokya Seramik isimli seramik atölyesine gittik. Kapadokya’nın en önemli zanaatlarından biri de seramik. Bu atölyede bir seramik ustası, tornada ufak bir kase yapmayı gösterirken konuyla ilgili de bilgi veriyor. Çamura şekil verildikten sonra nasıl fırınlandığını, daha sonra tek tek ustalar tarafından desenlerinin nasıl çizilip boyandığını anlatıyor. Bu arada eski geleneğe göre; Kapadokya’da seramik yapmayı bilmeyene kız vermez, halı dokumayı bilmeyen kızı da almazlarmış. Hatta kız istemeye gidildiğinde, kızın babası damada bir şekerlik kapağı uzatır, buna uygun bir şekerlik yap bakalım dermiş.


KAPADOKYA

Damat ölçüyü tutturabilirse ne ala, çalsın davullar zurnalar! Kız için de minik bir halı dokuma testi yapılırmış, gelinlik kızımız canlı ve açık renkleri tercih ederse psikolojik durumunun iyi, koyu renkleri tercih ederse depresif olduğu sonucuna varılırmış. O zamandan varmış yani bu ruh sağlığı testleri. Bu güzel bilgilendirmeden sonra biraz da dükkanı gezip akşam yemeği yemek için Göreme’ye geri döndük. Kapadokya’daki ikinci günümüz bizim için çok özeldi çünkü hayatımızda ilk defa balona binecektik. Sabah beş gibi ütopik bir saatte uyanıp otelin lobisindeki turistlerle sohbet ettikten sonra, Air Kapadokya’nın bizi alan aracına bindik ve ofislerinin yolunu tuttuk. Burada adet böyleymiş; sabahın çok erken saatlerinde sizi ofise getirip hafif bir kahvaltı ikram ediyorlar, ardından kaydınız oluşturuluyor ve kısa bir eğitim alıp balona doğru tekrar yola çıkıyorsunuz. Eğitim demişken; sadece balon yere iniş yaparken almanız gereken bir pozisyon var, onu öğretiyorlar. Balona binilecek alana gidip balonumuzun şişirilmesini beklerken biraz üşüsek de sepete bindikten sonra brülörler sağ olsun, saç diplerimize kadar ısındık. Ortalama bir balona aşağı yukarı yirmi kişi biniyor, size tavsiyemiz sepete en son girmeniz, böylece köşede kalıp en güzel manzaralara haiz olabilirsiniz. Balonla uçma deneyimine tek kelimeyle bayıldık, çok nostaljik ve insancıl bir deneyimdi. Gerçekten ayaklarınızın, yani sepetinizin yerden kesildiğini hissediyorsunuz ve tatlı tatlı yükselmeye başlıyorsunuz. Ondan sonra gökyüzünde süzülürken diğer balonların da rengarenk katılımıyla birlikte her şey çok

“ K A PA D O K YA’DA K İ İ K İ N Cİ GÜNÜMÜZ BİZİM İÇİN ÇOK ÖZ EL Dİ Ç Ü N KÜ H AYAT I M I Z DA İLK DEFA BALONA BİNECEK TİK. SABAH BEŞ GİBİ Ü TO P İ K B İ R S A AT T E U YA N I P YOLA ÇIKTIK”

sakin bir şölene dönüşüyor. Bir yandan güneş çıkmaya başlayıp etraf aydınlanırken, öbür yandan altınızda onlarca peri bacası diziliyor ve anı yakalamakla snap atmak arasında bir yerlerde bu heyecanı doyasıya yaşıyorsunuz. Pilot da hemen yanınızda olduğundan çok güven verici bir uçuştu bizim şahsi fikrimize göre. İniş için üç farklı yer denedik, çünkü balon iniş yapacağı sırada yer ekibinin de yetişip yakalaması gerekiyor, neyse kazasız belasız indik sonuç olarak. Daha önceden de birçok yerde gördüğümüz gibi hemen ufak bir masa kuruldu, piknik sepetinden şampanyalar ve kadehler çıktı fakat aslında bu şampanya alkolsüzmüş çünkü Sivil Havacılık Kurumu yönetmeliği bu şekildeymiş. Bu gelenek de sağ salim iniş yapmış olmanın kutlamasıymış. Gerçek anlamda eşsiz bir deneyimdi; eğer ki böyle bir şans yakalarsanız mutlaka değerlendirin, unutamayacağınız bir anıyı heybeye atmış olursunuz. Tabii bu balon turunun avantajlarından biri de sabahın çok erken saatlerinde gerçekleşmesinden dolayı sabahın sekizinde dipçik gibi ayakta ve gezmeye hazır olmanız. Biz de bu enerjik halimizden yararlanıp Uçhisar’ın yolunu tuttuk ki çok kalabalık olmadan kaleyi gezebilelim diye. Uçhisar Kalesi’ni biz açtık diyebiliriz, burada müze kart geçerli değil ama giriş beş TL ve buna kesinlikle değiyor. Kaleye girdikten sonra oldukça fazla sayıda basamak çıkılıyor ama etrafınızda görmeye başladığınız manzaralar o kadar güzel ki insan yorgunluğunu unutuveriyor. Zaten bu kalenin tepesi tüm Kapadokya’nın en yüksek noktası ve açık günlerde Hasan Dağı ve Erciyes bile görünüyormuş. Gün batımı saatlerinde çok kalabalık olduğunu duyduk ama sabah saatlerinde bomboştu, o yüzden çok rahat bir şekilde keyfimizce gezdik. Tabii o kadar aktiviteden sonra “Gezginin Ayak İzleri” adlı seyahat blogunun sahibi Cüneyt’in tavsiyesi ve bizi tanıştırması sayesinde Karlık Evi Butik Otel’e geçtik. Burası kaleye doğru bakan müthiş bir bahçede hem midenize hem gözlerinize bayram gibi gelen bir kahvaltı servis ediyor. Güneşin altında, ayaklarımızın altında çimenleri hissederken demli bir çayla bu kahvaltı gezimizin en keyifli anılarından biri oldu. Aslında bir balayı oteli olan Karlık Evi aynı zamanda sanatla da iç içe bir otel, biz burada konaklamadık ama kahvaltısı harikaydı. Sabah erken kalkmanın yorgunluğunu




KAPADOKYA



buradaki güzel manzarayla attıktan sonra bir taksiye atlayıp Avanos’a geçtik. Avanos, bize göre Kapadokya’da gezmesi en keyifli köy. Hem içinden Kızılırmak geçiyor, (nehir kenarı düzenlemesi harika olmuş) hem de iç taraflara geçildiğinde yerel hayat gerçek anlamda devam ediyor. Dilerseniz bu nehirde gondol sefası da yapılabiliyor. Avanos’un iki önemli köprüsü var; bunlardan biri Taş Köprü, diğeri Asma Köprü. Asma Köprü aslında biraz korkulu bir deneyim çünkü siz yürüdükçe köprü git gide daha çok sallanmaya başlıyor. Tabii yöre halkı buna alışmış ama bizim biraz dizlerimiz titredi. Köprüden geçtikten sonra biraz da yüreğimizin götürdüğü yere doğru sokakları adımlayıp eski konakların, top oynayan çocukların ve koyun otlatan teyzelerin arasından geçip tekrar nehir kenarına indik. Hemen suyun kenarında bir kafede ördekleri izlerken bir çay molası verdik. Yeterince dinlendikten sonra bu kez dolmuşa atlayıp otelimize geri döndük ve erken kalkmanın acısını erken yatarak çıkardık. Kapadokya’da yapılacak o kadar çok aktivite var ki, arasında seçim yapmak çok zor olabiliyor. Bölgede, kırmızı tur, mavi tur ve yeşil tur olmak üzere üç ana tur yaptırılıyor. Biz genel olarak turdansa kendi rotamızı kendi zamanımıza göre çizmeyi her zaman tercih ediyoruz fakat yeşil turun diğerlerine göre uzak bir noktaya yapılıyor olması bize çok kolaylık sağladı. Yeşil tur; Güvercinlik Vadisi, Selime Manastırı, Ihlara Vadisi, Derinkuyu Yeraltı Şehri ve ufak bir şarap tadımıyla bölgeye has Sultanit taşının satıldığı bir dükkanı kapsıyor. Kendiniz bir turizm acentesinden bu turu satın alabilirsiniz veya otelinizden temin edebilirsiniz. Biz bu turu sırt çantalı gezginlere hitap eden ve gerçek bir hostel deneyimi sunan Rock Valley Hostel’den gerçekten çok uygun fiyata satın aldık, hatta dönüşte kendi müze kartlarımızı kullandık diye üstüne ücret iadesi bile aldık. Bu arada eğer bütçeniz kısıtlıysa Rock Valley Hostel gerçekten düşük fiyata çok başarılı bir hizmet veriyor.

“ K A PA D O K YA’DA YA P I L AC A K O K A DA R ÇO K A K T İ V İ T E VA R K İ , A R A SI N DA S EÇİ M YA P M A K ÇO K ZOR OLABİLİYOR. BÖLGEDE, KIR M IZI TUR , M AVİ TUR V E Y E Şİ L T U R VA R”

KAPADOKYA

Sonuç olarak, yine sabahın erken saatlerinde otelimizden alınarak turumuza başladık. İlk durağımız Güvercinlik Vadisi oldu. Burada, yine tepeden çok güzel bir manzaraya şahit olunuyor, tabii fotoğrafların, çekilen selfielerin haddi hesabı olmuyor. Buranın ismi vadide eskiden beslenen güvercinlerden geliyormuş, zaten güvercin gübresi de çok değerli bir gübreymiş ve zamanında senede bir kez buradan toplanıp bölgedeki tarım arazilerinde kullanılıyormuş. Artık böyle bir şey yapılmıyor ama bu her gördüğünüzde büyülenmekten kendinizi alamadığınız peri bacalarıyla süslü manzaranın güzelliğine engel değil. Buradan sonra rehberimizin otobüste bizi bilgilendirdiği kısa bir yolculukla Selime Manastırı’na geçtik. Kayaların içine oyulmuş bir yapı olan Selime Manastırı, Kapadokya’nın en büyük katedrali. Burası zamanında hem dini amaçlarla, hem de kervanların kalabilmesi için kullanılmış bir kompleksmiş aslında. Bizi en çok etkileyen ise yemek yeme alanlarındaki taştan oyulmuş uzun masalar ve oturma yerleri oldu. İki katlı katedrale tırmanmak biraz zorlu ama bir o kadar da ilginç. Bin yıldan daha eski olan bu mekanların nasıl kullanıldığını hayal edince insanın tüyleri diken diken oluyor. Ayrıca Star Wars’taki bazı sahneler için George Lucas’ın buradan ilham aldığı biliniyor. Bu ilginç manastırdan da ayrıldıktan sonra öğlen yemeği yiyip dünyaca ünlü Ihlara Vadisi’ne geçtik. Girişte yine müze kart geçerli. Kapadokya’ya bir seyahat planlamadan önce bunu bilmiyorduk ama bu vadi, Grand Canyon’dan sonra dünyanın sayılı kanyonlarındanmış, hatta rehberimizin anlattığına göre dünyanın en büyük ikinci kanyonuymuş. Fakat bu konuyla ilgili başka bir kaynaktan net ve güvenilir bir bilgiye ulaşamadık. Sonuç olarak 150-200 metre derinliğinde muhteşem bir vadiye inip yaklaşık dört km yürünüyor. Zor olur mu, merdivenler çok dik mi, inmesi iyi de çıkması nasıl oluyor gibi soruları hemen zihninizden atın ve burayı gezi listenize alın. Doğanın muhteşem güzelliğini içinize çekip suyun kenarında yürürken yolun nasıl geçtiği anlaşılmıyor bile. Bu arada, girişte iki yüz küsur basamak iniliyor


KAPADOKYA

ama bir daha tırmanma yok, çıkış düz bir yerden yapılıyor ve tur aracı sizi oradan alıyor. Dört km yürüyüşe, çok tatlı bir çay bahçesinde ara veriliyor. Biz de, nehrin kenarında bir kütüğün üzerine ilişip demli bir çay içtik ve kendimizi adeta filmlerde gördüğümüz bir sahnede hissettik. Bu huzur dolu doğa deneyiminden sonra klostrofobiklere hiç tavsiye edilmeyen Derinkuyu Yeraltı Şehri’ne doğru yol aldık. Acaba girebilir miyiz? Duvarlar üstümüze gelir mi filan diye düşünürken yağmurun bastırmasıyla birlikte kendimizi içeride bulduk. Burası aslında on iki kat yerin altına inen bir şehir ama sekiz katı gezmeye açık. Zamanında buraların gizlenmek ve savaştan kaçmak için yapıldığı düşünülüyor. İçeride yaşam alanları, depolar, şaraphaneler, ahırlar ve hatta morg bile var. Zannettiğimiz kadar da içimizi daraltan bir deneyim olmadı, içerisi hem serin hem de bütün o dar koridorlar geniş odalara açılıyor. Kapadokya’ya özgü şaraplar tattığımız ufak bir şarap evine gittik ama bizim asıl ilgimizi çeken şey sultanit taşından yapılan takıların satıldığı yer oldu. Bu taş, doğada çok nadir bulunuyor ve en büyük özelliği de ışığa göre renk değiştirebiliyor olması. Sadece bizim ülkemizde, Muğla-Milas bölgesinden çıkan sultanitin renkleri aklınızı başınızdan alabilir. Fiyatlar da ona göre biraz yüksek ama belki daha az turistik dükkanlarda daha uygun fiyatlar da vardır, araştırmak lazım. Bu atölyeden sonra yeşil turun sonuna geldik ve turu satın aldığımız Rock Valley Hostel’de bir akşam üzeri çayı içip otelimize dinlenmeye çekildik. Ertesi gün, yani Kapadokya’daki son

“ K A PA D O K YA’N I N K EN Dİ N E H A S B İ R L E Z ZE T İ VA R D E M EK İSTESEK DE MAALESEF D İ Y E M E Y İ Z , A M A Y O Z G AT ’A A İ T BİR LEZZET OLAN TESTİ KEBABI BURADA YÖRESEL BİR LEZZET OL AR AK K ABUL EDİLMİŞ”

günümüzde, tekrar Göreme Açık Hava Müzesi’ne doğru dingin bir yürüyüş gerçekleştirdik. Burada da müze kart geçerli. 1985’ten beri UNESCO koruması altında olan açık hava müzesi, dördüncü yüzyıldan on üçüncü yüzyıla kadar peri bacalarının içine oyulmuş manastırlara ve kiliselere ev sahipliği yapıyor. Bir yerden sonra bütün bu kiliseler birbirine benzemeye başlıyor ama Karanlık Kilise’deki duvar resimlerinin canlılığı, yüzyılları aşıp gözlerinizin önüne serilmesi paha biçilemez bir deneyim. Bu arada belirtmeden geçmeyelim, Karanlık Kilise’yi gezmenin on TL’lik ek bir ücreti var. Göreme Açık Hava Müzesi’ni gezmek için iki üç saat yeterli bir zaman, biz de güzel havanın ve ortamdaki büyünün keyfini sonuna kadar çıkarttıktan sonra yavaş yavaş otelimize dönüp bavullarımızı toplamaya başladık. Bu diyarlara sonunda gelmiş olmanın mutluluğunu yaşayarak havaalanının yolunu tuttuk. NOTLAR KAPADOKYA’DA NE YENİR? Kapadokya’nın kendine has bir lezzeti var demek istesek de maalesef diyemeyiz, ama ilginçtir ki Yozgat’a ait bir lezzet olan testi kebabı burada yöresel bir lezzet olarak kabul edilmiş ve menülerde kendine yer bulmuş durumda. Onun haricinde şık ve güzel kafelerinde gözlemeden, pideye alışık olduğumuz tüm lezzetleri bulduk. Yöresel lezzet arayışımız boyunca bindiğimiz taksilerde veya alışveriş yaptığımız yerlerin çalışanlarına buralarda nerede yemek yiyorsun diye sorduğumuz her seferde aldığımız cevap “Evde” oldu :) Biz de makus talihimize boyun eğip turistik yerlerde yemek yemek durumunda kaldık. Bunlardan ilki Göreme’nin görece lüks sayılabilecek işletmelerinden biri olan Sedef Restaurant’tı. Dedik ki madem kaderimiz testi kebabı, o zaman siparişimiz de testi kebabı olsun. Sunumu, şovu ve görseli harika, turistlere hoş gelebilecek bu lezzet açıkçası bize biraz yavan geldi. Haşlanmış sade dana etinin bir çömlek içinde getirilip masanızda kırılmasıyla servis edilen bu yemeğin en güzel tarafı suyuna banması. Ertesi sabah yaptığımız harika balon uçuşundan sonra, güzel bir kahvaltı yapmak için yolumuzun üzerinde bulunan Uçhisar Köyü’ndeki Karlık Evi’ne gittik. Biz sabahın sekizinde gitsek de burada gün boyu kahvaltı




var. Arayıp da bulamadığımız şey. Zaten insanlara neden saat on ikiden sonra kahvaltı servis etmezler anlaşılmaz. Envai çeşit peynir, kızarmış ekmek, reçeller ve tavşan kanı demlenmiş sıcacık çaylarımızla, havuzdan su içen ördeklerin arasında, ayağımız çimlere basa basa harika bir kahvaltı ettik. Hatta yetmedi biraz bahçedeki hamaklarda dinlendik bile. Ne de olsa tatil yorucu şey :) Eğer burada kalırsanız ya da kahvaltıya gelirseniz işletmenin kış bahçesinde şöyle köpüklü bir Türk kahvesi içmeyi ihmal etmeyin.Aynı gün, akşam yemeğimiz konakladığımız otel olan Cappadoccia Cave Suits’in restoranında servis edilen akşam yemeğiydi. Civardaki herhangi bir restoranın fiyatlarını fazla aşmayan ve her akşam farklı bir menü bulabileceğiniz işletmenin restoranı sıcakkanlı personeli ve lezzetli yemekleriyle yorgun bir akşam için iyi bir seçenek. Biz çeşitli mezeler, tavuk ve pilav yedik, son derece memnun kaldık. Üçüncü akşamımızda havanın biraz da yağmurlu olmasından dolayı otelimize çok yakın olan Pide House isimli restoranda yediğimiz kıymalı kaşarlı pide ve mercimek çorbası tüm yolculuğun en iyi yemeğiydi diyebiliriz. Ardından gelen ve taze demlenmiş çay da cabası.Bunların haricinde Avanos’ta, Kızılırmak’ın kenarında çay-gözleme yapıp kazları beslemeden ya da Ihlara Vadisi’nin tam ortasındaki kafelerde şöyle buz gibi bir nar suyu içmeden dönmeyin. KAPADOKYA’DA NEREDE KALINIR? Kapadokya, ziyaretçilerine her türlü konaklama fırsatını sunan bir lokasyon. Yani hem sırt çantalılar için uygun konaklama fırsatları sunarken hem de üst segmente hitap eden tesisler mevcut. Kapadokya aynı zamanda hem ulusal hem de uluslararası pazardan çok rağbet gören bir balayı destinasyonu. Bizim konakladığımız işletme Göreme’nin merkezinde bulunan Cappadoccia Cave Suits

“ K A PA D O K YA , M İ S A F İ R L ER İ N E KENDİNE HAS PEK ÇOK ÜRÜN SU N A N BİR TATİ L YÖ RE Sİ. ÇÖMLEKÇİLİK YÜZYILLARDIR BURADAKİ EN ÖNEMLİ GEÇİM K AY N A K L A RIN DA N O L M UŞ”

KAPADOKYA

Hotel’di. Burası tüm Kapadokya bölgesinde üç farklı bacaya sahip tek konaklama işletmesi. Bu yüzden de otuz iki odasının çoğu bu bacaların içine konumlandırılış durumda. Hatta bu bacalardan birinin tepesinde en azından bin yıllık bir şapel bile var. Sıcakkanlı personeli ve her detayı düşünülmüş odalarıyla Cappadoccia Cave Suits bize harika bir dört gün yaşattı. KAPADOKYA’DAN NE ALINIR? Kapadokya, misafirlerine kendine has pek çok ürün sunan bir tatil yöresi. Mesela seramik ve çömlekçilik yüzyıllardır buradaki en önemli geçim kaynaklarından olmuş. Renk renk, el emeği göz nuru ürünlerin arasında ince belli çay bardağından, tabaklara ve hatta pişirmeye uygun toprak cezvelere kadar envai çeşit şeyi bulabilirsiniz. Özellikle Avanos bu açıdan çok zengin. Ama dikkat, etiket fiyatları satış fiyatlarının üç katından bile fazla olan yerler var. Biz seramik bir cezve aldık, Türk kahvesine lezzet katacağını düşünüyoruz. Yöreye özgü müdür bilinmez ama buradaki mücevherat dükkanlarında Sultanit denen ve sadece Türkiye’de çıkarılan, ışığın açısına göre renk değiştiren doğal bir taştan yapılan mücevherler satılıyor. Bu işletmelerde yapılan şovlar görülmeye değer; önce satıcılardan biri size bir kaç cümle ile bu taşı anlatıyor ve ardından bağırıyor “Işıklar!” tam bir şovmen gibi. Başka bir görevli de hemen farklı renklerdeki ışıkları açıyor ki aynı taşın değişik renklerini görebilesiniz diye. Bir de hemen hemen yörenin her tarafındaki tezgahlarda 1 TL’ye bulabileceğiniz alçıdan yapılmış peri bacalarından ya da balon şekilli magnetlerden alabilirsiniz. KAPADOKYA’DA ULAŞIM NASIL SAĞLANIR? Yörenin; Göreme, Avanos, Ürgüp, Uçhisar gibi turistik beldeleri arasında dolmuş işliyor ve genelde saat başında kalkıyor. Fakat siz de bizim gibi taksiyi tercih edebilirsiniz çünkü mesafeler Ihlara Vadisi hariç, beş-sekiz km ile sınırlı ve ücret yirmi TL’yi pek geçmiyor. Hem de saat derdiniz olmuyor. Havaalanı transferi için de Helios Transfer firmasını arayıp uçağınızın saatine göre rezervasyon yaptırabiliyorsunuz, sizi isminizle havaalanından karşılayıp otelinize kadar götürüyorlar. Bu hizmetin bedeli de yine yirmi TL.


KAPADOKYA

GAMiRASU ViLLAGE HOUSE

YAZI: KUTLU ÖZEMRAK



KAPADOKYA

Kapadokya’nın büyülü atmosferinde yer alan Gamirasu Hotel & Restaurant huzurlu ve samimi bir duruşa sahip. Doğal ve tarihi havası sizi büyülüyor. Restoran kısmı rezervasyonla çalışıyor. Tamamen geleneksel yöntem ve yemeklerle hizmet veriyor. Aslında bu restoran bir köy evi ve ailece işletiliyor. Önce aile ile tanışıyorsunuz sonra kendileri sizler için özel menüyü hazırlamaya başlıyor. Burada bulunan tandır ile ‘kete’ (bir çeşit ekmek) yapılıyor. Mantı gerçekten çok lezzetli. Tuzda köy tavuğu is kokusu ve doğallığı ile bildiklerinizden farklı. Tandır çorbası ve kabak çiçeği dolması ailenin büyük annesi tarafından özenle yapılıyor. Tatlılar ise Haside tatlısı ve katmer; çay ile mükemmel bir uyum içindeler. Bu restoran biraz ezber bozuyor. Samimi bir ortamda aileye misafir oluyorsunuz, üstelik ev yapımı kıvamında ve her yerde bulunamayacak yemekleri tadıyorsunuz. Standart bir restorandan çok daha fazlası diyebiliriz. Bu farklı deneyim için Kapadokya’da GAMİRASU VİLLAGE HOUSE’u mutlaka ziyaret edin! 0 384 354 58 15 www.gamirasu.com



KAPADOKYA


‘EŞSİZ’ MUSEUM HOTEL YAZI: ÖZGÜR KAYA


KAPADOKYA Museum Hotel’i tanımlayacak en iyi kelime kesinlikle ‘eşsiz’. Binlerce yıllık Kapadokya tarihini iliklerinize kadar hissedeceğiniz bir müze burası. Yanlış okumadınız; adından da anlaşılacağı gibi gerçek bir müze. Sahibi Ömer Tosun tarafından kurulmuş ve çok kıymetli tarihi parçaları bünyesinde barındıran, her yıl resmi görevlilerce envanter sayımları yapılan bir müze otel. Bu özelliğinin yanı sıra; birçok uluslar arası ödül almayı başarmış olan Museum, aynı zamanda Türkiye’nin ilk ve tek *Relais & Chateaux hotelidir. Museum’a giriş yapıldığı andan itibaren tarihi doku sizi alıp götürüyor. Bütün personel, otel ile ilgili bu tarihi detaylara ve bilgilere çok hakim. Bu sayede otele etkileyici bir giriş yapmanızı sağlıyorlar. Resepsiyon alanından itibaren sürprizlere hazırlanın. Odanıza doğru ilerlerken yüzlerce yıllık mağara koridorlardan geçerek gidiyorsunuz. Muhteşem Kapadokya manzarasında kahvenizi içerken otelin beslediği paçalı güvercinler, kaplumbağalar ve tavus kuşları size eşlik ediyor. Otuz odadan oluşan Museum Hotel’in odalarının hepsi birbirinden farklı. Antikalarla döşenmiş kaya ve taş odaları ile büyülü bir dünya yaratılmış. Odaların her birinde ayrı bir tarih, ayrı bir hikaye var. Taştan oyularak yapılmış yer altı şarap mahseni odası da var, çeşmesinden şarap akan odası da. Odalarda yüksek kalite içeren önemli detaylara yer verilmiş. En dikkat çeken ise; misafirlere hitaben yazılmış hoş geldiniz kartı. Otel sahibi Ömer bey’in kaleme aldığı yazıda otel ile ilgili bilgilerin yanı sıra bir de kendisine direkt olarak ulaşabileceğiniz özel numarası yer alıyor. Museum Hotel, tarihi dokusunun yanında mutfağına da büyük önem vermiş bir tesis. Yerel ve otantik lezzetler ön plana çıkartılarak oluşturulan menüsüne Şef Murat BOZOK danışmanlık yapıyor ve yemeğiniz işinin ehl-i ustaların ellerinden çıkarak harika sunumlarıyla masanıza geliyor. Yemeğin yanında otelin kendi üzüm bağlarından ürettiği şarap da mutlaka tadılmalı. Kahvaltı ise ayrı bir şölen; tamamen organik ürünlerden hazırlanan kahvaltı, açık havada manzara eşliğinde paha biçilemez bir hal alıyor. Ayrıca bu tarihi yapıda Kapadokya manzarasına karşı yüzme ve spa olanakları da değerlendirilmeli. Kısacası eski mağara ve yıkıntı evlerin aslına sadık kalınarak, özenle restore edilmiş Museum Hotel Kapadokya bölgesi için iyi bir örnek olmayı başarmış. Eğer Kapadokya’ya yolunuz düşerse siz de bu ‘eşşiz’ deneyimin tadına varın. Bir daha kalır mıyım? Sabırsızlıkla o günü bekliyorum. *1954 yılında Fransa’da belli bir kalite misyonunu benimsemiş oteller tarafından kurulan Relais & Chateaux, bugün altmış ülke ve beş kıtada beş yüze yakın üye oteli bulunan dünyanın en prestijli otel konsorsiyumlarından biridir. Sadece belli kalite standartlarına sahip karakteristik özellikleri bulunan, lüks ve butik konaklamanın, gurme lezzetlerin ve şarap tadımının en güzel örneklerini sunan butik oteller, şatolar ve restoranlar Relais & Chateaux üyesi kabul edilebilmektedirler. Diğer zincirlerinin aksine oldukça yüksek kalite standartlarına sahip bir kuruluştur.



KAPADOKYA


MUSEUM HOTEL

RÖPORTAJ: KUTLU ÖZEMRAK & ÖZGÜR KAYA


KAPADOKYA Garsonlukla başladığı iş serüvenine halıcılık ve daha sonra hayalindeki meslek olan turizmle devam eden, yaklaşık kırk beş yıldır da bu işin içinde olan Indigo Group Yönetim Kurulu Başkanı&Museum Hotel sahibi sevgili Ömer Tosun ile Kapadokya’da keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. Otelcilik işine ne zaman ve nasıl başladınız? Bu hikaye halıcılık yaptığım döneme denk geliyor. 1994 yılında Avustralya genel valisi ziyarete geldi, halıları sattık keyifliyiz. Elinde peri bacalarından gece lambası olan yağız bir delikanlı geldi o sırada, benimle görüşmek istiyormuş. Bana gece lambalarını sattı ve dedi ki; benim Uçhisar’da evim var ve sen onu alacaksın Ömer bey! Bunu o kadar samimi söyledi ki şaşırıp kaldım. “Ne yapacağım ben Uçhisar’da?” dedim, “Muhakkak görmen gerekiyor” dedi ve bindik gittik, manzarayı görünce bin yıldır buradaymışım gibi bir duygu kapladı içimi. Tamam alıyorum dedim ve bu serüvene 2002 yılında altı oda ve elli kişilik ekiple başladık. Şimdi beş farklı kategoride otuz odamız var. Her biri şekil, dizayn ve dekorasyon açısından birbirinden farklı. Her odanın bir hikayesi var. O günlerden bu günlere geldik ama çok da kolay olmadı. Yıllar sonra buradan bakınca; dünyanın lüks, tarihi otelleri içerisinde birinci olmuşuz, iki yıl üst üste Avrupa’nın en iyi küçük butik oteli olmuşuz, tüm bunlar bizim için de ülkemiz için de gurur kaynağı ve bu başarı her şeye değer. Otel o kadar büyüleyici ki, adeta her köşesinden sanat ve tarih fışkırıyor. Mimari görselliğin yanında işletmesi de çok büyük emek istiyor, bu noktaya nasıl geldiniz? Evet gerçekten çok zor ve fedakarlık isteyen bir iş bu. Her bir noktası ve metresini düşünerek, taşların doğal haliyle durmasından, konumuna kadar hepsini planlayarak hareket ettik. Otelin sosyokültürel esintiler taşıması ve doğaya uyumlu olması çok önemli. Biz bu bilinçle hareket ederek farklılık yaratmayı başardık. Otelin adı neden Museum? Yaşayan müze konseptimiz sebebiyle Museum Otel. Bu işin en gerisine gidersek iki ayrı hayalim vardı; biri topladığım antikalardan müze açmak, diğeri de otelcilik yapmaktı. Ben de ikisini birleştirdim ve Türkiye’de ilk kez müze & otel oluşumunu Museum’la beraber hayata geçirdim. Otel içerisinde hem genel alanda hem de misafir odalarında ciddi bir koleksiyon sergiliyoruz. Bu koleksiyondaki antika eserlerin her biri Nevşehir müzesine kayıtlı, bir yandan koruyor bir yandan da sergiliyoruz. Mutfağınız hakkında bilgi verir misiniz? Mutfakla Mustafa şef ilgileniyor, sağ olsun daha önceki projelerimizde de yanımızdaydı. Murat Bozok danışmanlığında müthiş işler çıkarıyor. Öncelikle yabancı misafirlerimize daha yöresel yemekleri sunmaya çalıştık.

Eski Rum kültürünü araştırdık, Rum mutfağını servis etmeye başladık ve bu çok hoşlarına gitti. Son birkaç senedir yerli turistler de gelmeye başladı. Yabancı turiste yöresel yemekleri sunduğunuz zaman onun için otantik oluyor ve çok beğeniyor ama Türk misafirler gelmeye başlayınca bu işin ehli şef Murat Bozok ile çalışmaya karar verdik. Menümüzü geleneksel lezzetlere farklı yorumlar katarak yeniledi. Herkesin damak tadına uyacak, eşsiz lezzetler menümüzde yer alıyor.​ Şu anda termal otellerle ilgili bir çalışmanız var, biraz bahsedebilir misiniz? Dokuz senedir bu bölgede termal kurmaya çalışıyorum, bütün kazancımızı yatırdık ve kaynakları bulduk. Şimdilik üç otel projemiz var ama on otele kadar çıkmayı düşünüyoruz. Elektrik üreteceğiz, tarım gelişecek, seralar kurulacak. Bu projeyle dünyanın en üst düzey markalarını, dünyanın en farklı otelleriyle buraya getireceğiz. Kapadokya’nın nasıl bir doğası var? Burada inanılmaz verimlilikte bir doğa zenginliği ve dünyanın en nadir doğal güzelliği var. Biz burada sebze, meyve ekerek örnek bahçeler yaptık; nektarin, şeftali, elma, armut, kayısı yetiştirdik ve emin olun ki bu meyvelerden alacağınız lezzeti herhangi bir yerde bulamazsınız. Dünyanın en güzel mantarları da burada yetişiyor. Volkanik bir alt yapıya sahip olduğu için; sebzeler, meyveler, ballar, kekikler, şaraplar inanılmaz lezzetli ve mineralli. Bu güzel doğayı kullanarak alternatif sporlara da yön verdiniz. Cross Golf Cappadocia projesi nasıl başladı? Bölgede balon dışında lüks turizme hitap eden farklı aktiviteler yapmak gerektiğini düşünüyordum hep. Özellikle de peri bacalarının arasında golf oynatma fikri aklımdan çıkmıyordu. İstanbul’dayken İsviçreli gazeteci bir hanımla tanıştım, Golf dergisinin yazarıymış; buraya davet ettik ve ona bu fikrimden bahsettim. Çok heyecanlandı ve “Neden yapmayasın ki” dedi? Fas’ta çölde golf oynattıklarından bahsetti; derin bir araştırmadan sonra hemen bunu Kapadokya’ya uyarlattım, golf hocaları getirttim ve programları hazırladık. Golf turnuvasını yaptık, İsviçre büyük elçisi açılışını yaptı. Rusya’dan, Ukrayna’dan golfçüler çağırdık. Iltm Cannes fuarına davet edildim, Kapadokya ve cross golfü kırk beş dakika boyunca anlattım. Daha sonra golf fuarlarına katılmaya başladım, Golf Channel düzenlediğimiz turnuvanın çekimlerini yaptı. Dışarıdan teşvik almadan, tamamen kişisel merakım dolayısıyla güzel işlere imza attığımı düşünüyorum. Son olarak neler söylemek isterseniz? Biz bu ülkede Avrupalının yapamayacağı şeyi yapacağız ve bu şekilde örnek olacağız. Sağlığım el verdiği sürece proje üretip onları hayata geçirmeye devam edeceğim. Kapadokya’yı ve dünyayı güzelleştirmek adına kişisel bilgilerimi ve varlığımı ortaya koymaya hazırım. Herkesi Kapadokya’ya davet ediyorum, bu eşsiz güzellik görülmeye değer!



KAPADOKYA

ÜRGÜP BALON Instagram: urgupballoons urgupballoons.com



KAPADOKYA

Kapadokya’yı keşfetmenin en güzel yollarından biri, Kapadokya’nın derin vadilerinde ve kaya oluşumları arasında Sıcak Hava Balonu ile süzülerek uçarken gözlerinizi kapayıp sessizliğin ve huzurun tadına varmak olacaktır şüphesiz. Kapadokya’nın güzelliklerini ziyaretçilerine sunan Sıcak Hava Balon Turu uçuşlarına talep, bölgenin sunduğu mükemmel hava koşulları ve muhteşem manzara nedeni ile her yıl artış göstermektedir. Bölgenin en çok tercih edilen, sekiz balon ve sekiz deneyimli pilotu ile 2008 yılından beri faaliyette olan Ürgüp Balon firması Genel Müdürü Tamer Durmaz, yerli turistleri hayatlarında bir kez bu deneyimi tatmaları için Kapadokya’ya davet ediyor. Butik ve vip bir hizmet ile özgürlüğün tadını çıkaracağınız bu keyifli balon turuna başlamadan; gün doğumundan önce özel araçlarla otelden alınıp kalkış bölgesinde güzel bir kahvaltıyla başlangıç yapıyor, ufak bir eğitimden geçip sunumları izliyor ve deneyimli pilotlar eşliğinde güneşin doğuşuna doğru havalanıyorsunuz. Turun sonunda bu başarılı yolculuk dolayısıyla temsili şampanya eşliğinde kutlama yapıyor ve ‘Pilot imzalı özel Urgup Balloons Uçuş Sertifikası’na sahip oluyorsunuz. Hayatınızın bu üç saatinde mutluluk, adrenalin ve huzur yanınıza kar kalıyor. Firmanın Uçuş İşletme ve Eğitim Müdürü aynı zamanda da Baş Pilotu Ercüment Sandıkçıoğlu; hamileler dışında altı yaşından, yüz altı yaşına kadar sağlık problemi olmayan herkesin balon uçuşu yapabileceğini, uçak, planör vb. hava araçlarına kıyasla balonun en tehlikesiz ve en emniyetli hava aracı olduğunu önemle vurguluyor. Bölgede her firma gün içerisinde yalnızca altı balon uçuşu hakkına sahip. Toplamda yirmi beş balon firması var. Yüz balon aynı anda kalkıyor. Hava şartları müsaade ederse kırk beş dakika sonra elli balon daha kalkabiliyor.



(19-22 MAYIS 2016)

CAPPADOX


KAPADOKYA

FESTiVAL

“GELiN BAHÇEMiZi EKELiM”


KAPADOKYA Bu yıl 19-22 Mayıs 2016 tarihleri arasında “Gelin bahçemizi ekelim” teması altında ikincisi düzenlenecek olan Cappadox, Kapadokya’nın özel doğası Uçhisar, Göreme ve yakın çevresinde gerçekleşiyor. Geçtiğimiz yıl, üç gün boyunca müzik, çağdaş sanat, gastronomi, açık hava deneyimlerinde buluşturan Cappadox’ta Türkiye’den ve yurt dışından katılımcılar konserler, gün doğumu etkinlikleri, doğa yürüyüşleri, çağdaş sanat performansları ve sergilerle Kapadokya’yı keşfetti. Cappadox, bu yıl tohumların ekildiği ortak bir mirasın izini sürmeye hazırlanıyor. Etkinliklerini “Gelin bahçemizi ekelim” teması altında toplayan Cappadox bu coğrafyanın geçmişinden ve doğasından yola çıkarak günümüzün hızlı yaşamına alternatif bir pencereden hıza ve küresele karşı, doğanın ritmini, insani ölçeği ve yereli merkeze alıyor. GASTRONOMİ Kapadokya’nın tarihinden gelen yeme içme kültürüyle günümüzün yenilikçi mutfak eğilimlerini birleştiren “Cappadox 2016 Gastronomi Etkinlikleri” yola şef Maksut Aşkar öncülüğünde çıkıyor. Yerel lezzet anlayışlarını toplayan, birleştiren, yeniden tasarlayan ve araştırmalarını Cappadox’a taşıyan şef Maksut Aşkar’a, Şemsa Denizsel, Avustralyalı Şef Sebbie Kenyon eşlik edecek. Levon Bağış ve Nilhan Aras ise “Gurme Tadım” etkinliklerinde katılımcılarla buluşacak. Cappadox Gastronomi, gerek geçmiş uygarlıkların Kapadokya’ya bıraktığı tatların inceliklerini, gerekse bugünün Kapadokya mutfağında görülen ama üzerinde durulmayan yaklaşımları tazelemeyi, çeşitlendirmeyi ve yenilemeyi gözetecek. Şefler, yerelden aldıkları esini yaratıcılık ve tecrübeyle yorumlayacak, katılımcılarla buluşturacaktır. Facebook: CappadoxFestival Instagram: cappadox Twitter: CappadoxFest E-mail: info@cappadox.com cappadox.com



Meet Shinichi Morohoshi, a man who likes dangerous people, bōsōzoku bike gangs, and lights up Tokyo’s dark heart with his neon-lit Diablo…


MEHMET YALÇINKAYA

RÖPORTAJ: KUTLU ÖZEMRAK & ÖZGÜR KAYA

1974 yılında Bolu’da dünyaya gelen Mehmet şef gastronomi konusunda doğuştan şanslı olarak başlamış yemek serüvenine. 1998 yılından beri edindiği bu mesleği ‘Dünya Aşçılar Olimpiyatları’nda önce üçüncü sonra da ikinci olarak taçlandırmış. Daha önceleri İtalya, Fransa, Almanya, Katar ve Yunanistan’da çalışmalarını sürdürmüş. Son durak olarak Wyndham Grand Istanbul Kalamış Marina Hotel’in teras katındaki, büyüleyici atmosferi ve lezzetleriyle damaklara kazınan OUZO Roof Restaurant’da Executive Chef olarak fusion tatlar yaratmaya devam ediyor. Biz de İstanbul’a gelmişken Mehmet şefle gastronomi ve mutfak hakkında güzel bir röportaj yapalım dedik. Röportajın ardından şefin gurme lezzetlerini biz yedik, okuması size düşüyor


E

n sevdiğiniz ve takip ettiğiniz mutfak hangileri? Ben genel olarak İtalyan mutfağını seviyorum. Bunun başlıca nedeni; taze, sağlıklı ve lezzetli olması. İspanyol şeflerin de hakkını yiyemeyiz; Katalan ve San Sebastián bölgesi şu anda dünya gastronomisini yönlendiriyor çünkü özellikle bu bölge ve sektöre iyi yatırımlar yapılıyor. Deniz ürünlerine karşı bir tutkunuz var gibi? Evet kesinlikle! Deniz ürünleri; şıklık, sunum, lezzet ve yaratıcılık açısından ete nazaran çok daha fazla imkan sunuyor. Mesela karidesin envai çeşit yemeğini yapabiliyorsunuz ama dana ve kuzu’da sınırlanıyorsunuz. Deniz ürünleri hem cool, hem lüks, hem klas. Romantik bir yanı da var, şarap çeşitleriyle gayet uyumlu. Makarna ile ya da tek başına aromalandırılarak tüketilebilir. OUZO Roof Restaurant’da deniz mahsulleri menünüz nasıl? Ben genel olarak fusion mutfaktan yanayım. Mesela ahtapotla favayı bir araya getiriyoruz. Kalamar külbastı, avokado püresi üstünde karides, karides altında mevsime göre Ege otlarından pilaki yapıyoruz ve bunu bakırda sunuyoruz; favori lezzetimiz oldu diyebiliriz. Balık köftesini Lübnan ezmesiyle, deniz tarağını da yenilebilir toprakla sunuyoruz. Et ve diğer lezzetler? Ördek klasik olarak polenta, incir ve hardalla sunulur ama bizim mutfağımızda ördek kuymak ile sunuluyor. Odun fırınında pişirdiğimiz dana yanağı, ballı keçiboynuzu tatlısı, lavantalı muhallebi favorilerden. Ihlamurlu bal kabağını kelebek ceviz ile birlikte panna cotta şeklinde, lohusa şekerinde pişirdiğimiz ayva tatlısını pişmaniye ile sunuyoruz. Türk kahveli sufle ise inanılmaz lezzetli. Değişik bir lezzet denemek adına menengiçli dondurma yaptık ve çok beğeni aldık. Bir restoran mutfağında başarılı menüyü çıkarma aşamaları nelerdir? Öncelikle tedarik işini iyi koordine etmek gerekiyor. Yerinden, taze ve güvenilir olması çok önemli. Ürün kalibrasyonu Türkiye’de ne yazık ki çok düşük, kabuklularda tedarik aşamasında ürün kalibrasyonu yaşıyoruz. Menü planlamasının analiz edilerek yapılması gerekiyor. İyi bir ekip, ürünlerin ticari, trend ve süreklilik sağlayabilmesi çok önemli. Menüler nasıl hazırlanıyor?


MEHMET YALÇINKAYA


MEHMET YALÇINKAYA


Menüye sokacağım ürünleri üç ay boyunca ücretsiz servis ederek reaksiyon almaya çalışıyorum, Şef her şeyi belirleyemez. Burası ticari bir işletme ve misafirlerin yüzdesi menüyü belirler. Geri dönüşler doğru bir iş yaptığımızı kanıtlar nitelikte oluyor. Mesela misafirler tarafından benimsenmiş, menüden çıkaramadığım birçok yemek var; buraya o lezzet için geliyor. 2008 yılında dünya üçüncülüğü, 2014 yılında da dünya ikinciliği elde ettiğiniz ‘Dünya Aşçılar Olimpiyatları’ndan bahseder misiniz? Bu olimpiyata mutfak sanatlarının Mekke’si diyorlar, burada mutfak sanatlarının uç noktaları yaşanır. En son olimpiyatlarda Gaziantep’teki mozaiği tuzdan yapmıştım, 2008’de o döneme göre yeni bir pişirme tekniği olan; direkt olarak ‘asitle pişirme tekniği’ ile katılmıştık. Olimpiyat kriterlerinde lezzet yoktur; renk uyumu, gramaj, kalori-karbonhidrat dengesi, ticari ve mantıklı olmasına bakılır. Yapacağınız tabak bir saatten önce, elli kişiden fazlasına yapılmıyorsa geçersiz oluyor. Çünkü dünya genelinde ana yemek standartı en geç yirmi beş dakikadır. Başlangıçlar ve tatlı ise on sekiz dakika. Olimpiyatlara katılım şartları nedir? Olimpiyatlara gittiğiniz zaman beş kriteri sağlamanız lazım. Hijyen eksikse, tabağın altındaki etiket sökülmemişse temizlenmemiş sayılıyor ve yirmi beş puan gidiyor. Üst düzey bir madalya almanız için farklı bir teknik, yeni bir ürün ya da şaşırtacak derecede bir şey yapmanız gerekiyor. Tabii uluslar arası gastronomi kriterlerini uygulamak şartıyla. Bir de işin artistik kısmı var; çikolatadan heykellerin yapıldığı bir yer burası, kendine güvenen ve olimpiyat kriterlerini yerine getirebiliyorsanız katılabilirsiniz. Olimpiyatlara katılmak restoran mutfağına katkı sağlıyor mu? Kesinlikle, bunu şöyle düşünebilirsiniz; Fransız moda haftası nasıl bütün dünyanın renkleri belirliyorsa, olimpiyat da o şekilde; beş yıl sonra trend ne olacak, sofraya hangi bardak, hangi tabak ne şekilde gelecek... hepsini şimdiden görmüş oluyoruz. Cımbız, tütsü ve nitrojen kullanmayı çok eski tarihlerde görmüştük. Yemek yarışmasından ziyade vizyonu geliştiren bir şey. Sizce ‘damak tadı’ nedir? Ben yemeğin genlerle alakalı olduğuna ve damak zevkinin anne sütüyle işleyen bir duyum olduğuna inanıyorum. Evlerde genel olarak altmış çeşit yemek yapılır. On-on bir yaşına kadar sokakta ve restoranda yediğimiz yemeği tanıyamaya çalışır, evde alıştığımız


MEHMET YALÇINKAYA


damak tadını az da olsa dışarıda bulmak isteriz. Damak tadı çekirdek ailede başlar ve hayat boyu şekillenir. Avrupa’dan bakıldığında bizim mutfağımız nasıl görünüyor? Genelde kebap ve döner olarak görünüyor. Bizim son dönemde yayınladığımız manifestomuzun ya da yerel ürünleri modernleştirip sunmamızın amacı bu algıyı kırmak. Son dönemlerde modern Türk mutfağında değişikliğe gittim, yalnızca Mezopotamya ve Ege yetmiyor. Ben Akdeniz’i de içine aldım ve Akdeniz’i sentezlemeye başlıyorum. Modern Türk mutfağının amacı; yerel ürünleri modernleştirerek insanlara bunları tattırmak ve yayılmasını sağlamaktır. Bir öngörü olarak, Avrupa’yı önümüzdeki on yılda bizim malzemelerimizden yapılan yemeklerin saracağını düşünüyorum.


GARİPÇE VE RUMELİ FENERİ YAZI AHU GÜL ÜRÜK


GARİPÇE VE RUMELİ FENERİ


GARİPÇE VE RUMELİ FENERİ İstanbul’da yaşayan İzmirliler beni çok iyi anlayacaklardır. Hem bir İzmirli hem de hıdrellez doğumlu bir boğa kadını olarak elbette ki nisan ayının gelişini kendimi sokaklara atarak kutlayacaktım. Çünkü havaların ısınmasıyla birlikte biz Egelilerin içi bir hoş olur; kafalar hafif mayhoş, saçlarımızı rüzgara verir, gönlümüzü çiçeklendirir, kendimizi doğaya atar ve ayağımızı sokacak bir deniz arar dururuz. Ben en çok bahar ve yaz aylarında sıkılırım İstanbul’dan. Koşa koşa Ege’ye gitmek isterim. Güneş tepemde, deniz önümde, sırtım bir ağaca yaslı olsun isterim. Çünkü hem bedenen hem ruhen böyle beslenirim. Bu yüzden İstanbul’da her hafta sonumu Egedeymiş gibi yaşamaya kadar verdim. Yine böyle bir cumartesi sabahı, doğum yeri olmasa da ruhu İzmirli arkadaşım Rezzan ile sporumuzu yaptığımız Belgrad ormanı dönüşü kanlanan bitlerimizi Garipçe’de bir balık ziyafeti ile taçlandırmaya karar verdik. Garipçe Rumeli Kavağı ve Rumeli Feneri arasında küçük bir balıkçı köyü. Hatta o kadar küçük ki; içinde bir bakkal, bir kahve ve üç adet restoran bulunuyor. Köyün girişindeki dar sokağa girer girmez sizi balıkçı ağları ve ahşap balıkçı tekneleri karşılıyor. İşte bir İzmirli olarak ilk vurulduğunuz yer bu dar sokak oluyor. Çünkü Garipçe Ege’de alışık olduğumuz balıkçı köylerine çok benziyor. Yaklaşık yetmiş haneli bu köy geçimini balıkçılıkla sağlıyor. Köyde gün boyunca denize nazır otururken, bir yandan da gidip gelen balıkçı teknelerini, balıkçıların ağ toplama seremonilerini izlemeniz mümkün. Köyün girişinde küçücük bir pazar karşılıyor sizi. Köy kadınlarının hünerleri olan reçelleri, peynirleri ve salçaları burada rahatlıkla bulabilirsiniz. Mısır ekmeği ise hiç şüphesiz pazarın en popüler ürünü. Ne de olsa Garipçe bir Karadeniz köyü. İkramlardan karnınızı çok şişirmemeye çalışarak sahile doğru yürüdüğünüzde üç adet yan yana dizili balık restoranını görüyorsunuz. Ben hedonizmin esiri olmuş sezgilerimi dinleyerek, Kaşı Kumluk Balık Lokantasına doğru depar atarak ilerliyorum. Zira özellikle hafta sonları denizin tam dibindeki masaları boş yakalamak pek kolay olmuyor. Diğer iki restoran ahşap yükseltiler üzerine masalarını koyarlarken, Kaşı Kumluk Balık Lokantasında masalar incecik kumların üzerine kuruluyor. Neyse ki hem yüzüme güneşi alan, hem de ayaklarımı özgürce suya sokabileceğim bir masa yakalıyorum. Önce ayakkabılar çantaya, sonra ayaklar kuma... Köyün hiçbir yerinde alkol satışı olmadığı için restoran menüleri de buna göre şekillenmiş. Bu yüzden meze olarak fazla bir şey bulamasanız da, öyle ara sıcaklar geliyor ki, bir tabakla asla yetinemiyorsunuz. Kalamar, midye ve karides tazecik ve deniz kokuyor. Ana yemek olarak kaya levreği söylüyoruz. Levrek ara sıcaklar kadar lezzetli değil ama servis ve personel ilgisi on numara. Her ne olursa olsun mekandan mutlu ayrılıyorsunuz. Restoranın fiyatları İstanbul’daki hatta İzmir’deki, hatta gittiğim birçok yerdeki fiyatlara göre oldukça uygun. Masamıza yemek boyunca Garipçe’nin tatlı sakinleri olan kediler ve köpekler ziyarete geliyor. Cüsselerinden anladığımız kadarıyla Garipçe halkı epey bir hayvan sever. Biz de kalan balık ve ekmeklerimizi köpek, kedi ve hatta denizdeki martılarla paylaşıyoruz. Dönüşte köy halkına bir katkımız olsun diye pazardan birkaç şey alıyoruz. Garipçe halkı güler yüzlü, konuşkan ve sıcakkanlı. Ben taze baharat ve keçi tulumunu tercih ettim, size de tavsiye ederim.



GARİPÇE VE RUMELİ FENERİ Gün batımını Rumeli feneri manzaralı Rumeli Feneri kalesinde yakalamak üzere arabaya biniyoruz. 17.yy’dan kalma Rumeli Feneri kalesi, İstanbul boğazının Karedeniz tarafından en uç noktasında yer alıyor. Doğal olarak uçsuz bucaksız bir deniz manzarası var. Ama burası ne yazık ki kültür mirasımız olması gereken yerde, sahipsiz ve terk edilmiş bir kale haline gelmiş. Tarihi bir yer bulduğumuzda hemen en çıkmayan kaleme saldırıp duvarlara isim yazmak sadece bizim ülkemize ait bir görgüsüzlük mü hiçbir zaman anlayamayacağım? Yerlerde kırık dökük içki şişeleri, kale burçlarının içinde kalan evsiz misafirlerin verdikleri tahribat içler acısıydı. Yine de olağanüstü manzarasının tadını çıkarmaya, iyot kokusunu olabildiğince ciğerlerimize hapsetmeye çalıştık. Taş merdivenlerin çoğunun kırık dökük olması benim dışımda kimseyi rahatsız etmemiş olacak ki, herkes taş kemerlerin üzerinde ceylanlar gibi sekerken ben yaşlı teyzeler gibi tutuna tutuna turumu tamamladım. Hatta bir ara Rezzan’ı kale burçları içindeki çukurlarda uzun atlama yaparken yakalamışlığım bile var. Bakmayın fotolarda güldüğüme, o gülücüğe baş dönmesi ile birlikte endişe eşlik ediyor. Zira kale duvarlarının yanı kayalık ve uçurum ama gördüğüm manzara; bu zorlu ve korkutucu hatta tehlikeli yolculuğu yapmama değdi :) Kale turumuzu tamamladıktan sonra sıra karşı kıyıda bana göz kırpan Rumeli fenerine ziyarete geldi. Beni tanıyanlar deniz fenerlerine olan tutkumu çok iyi bilirler. Bu yüzden rotamızın son soluğunu deniz fenerinde alalım istedik. Eski kaynaklarda o bölgede 1500’lü yıllardan beri var olan bir deniz fenerinin varlığından söz edilirken, şu anki fener 1856’da Fransızlar tarafından inşa edilmiş. İstanbul boğazının Karadeniz’le birleştiği kuzey ucunda yer alan otuz metre yüksekliğindeki bu güzel fener, Rumeli köyüne ismini de vermiş. Manzarası müthiş! Bir yanın Karadeniz, bir yanın İstanbul boğazı... Fenerin hemen altındaki restoranda soluklanmak istediğimizde yemek yemediğimiz için pek hoş karşılanmadık. Tatlı söyleyip durumu kurtarmaya çalışsak da ne gelen tatlının, ne çayın, ne kahvenin tadı yoktu. Fenerin kapısı ziyaretçiler için açık. Ancak kapıyı açıp içeri girdiğinizde klasik bir deniz feneri mimarisi bulmak yerine Sarı Saltuk dede türbesiyle karşılaşıyorsunuz. Türbenin yapımında köy halkının feneri yapan Fransızlara baskılarının büyük olduğu söyleniyor. Rivayete göre zamanında köydeki balıkçılar denize açılmadan önce tekneleriyle fenerin etrafında toplanır, avın bereketli geçmesi için Sarı Saltuk’un ruhuna dualar okuyup ondan izin isterlermiş. Balıkçıların kendilerini ve teknelerini koruduklarına inandıkları bu ritüel uzun yıllar boyunca devam etmiş. Bu naif hikayeyle birlikte, harika bir manzara eşliğinde Garipçe’ye ve Rumeli Feneri’ne hoşça kal derken; yol boyunca yemyeşil ağaçların, eşsiz doğanın ve tertemiz havanın eşliğinde bir sonraki yolculuğumuzu planlayarak şehir merkezine dönüyoruz. Karadeniz’le İstanbul’u birbirine bağlayan bu minik köyü mutlaka ziyaret edin, tazecik deniz ürünlerinden tadın, pazarından ev yapımı reçeller alın, kendinizi bir gün bile olsa doğanın kollarına atın. Bırakın Garipçe sizin dostunuz olsun ve bırakın sadece mideniz değil ruhunuz da doysun... :) AHU GÜL ÜRÜK Instagram: ahuguluruk Twitter: ahuguluruk



Meet Shinichi Morohoshi, a man who likes dangerous people, bōsōzoku bike gangs, and lights up Tokyo’s dark heart with his neon-lit Diablo…


H TA P ODI -Y UN A N US UL Ü

AHTAPOT

BUSE ÜNAL



I

talo Calvino, ömrünün bitirmesine müsaade etmediği beş duyudan bahsetmeyi amaçlarken yalnızca üçünü yazabildiği ‘Jaguar Güneş Altında’ kitabında tat alma duygusunu farklı ülkelere yapılan yolculuk ile bağdaştırarak der ki: ‘‘Başka bir ülkeye yapılan yolculuk o ülkenin doğasını ve kültürünü keşfetmek olduğu kadar, beslenme alışkanlıklarını da keşfetmek demektir, ancak beni yanlış anlamanızı istemem; beslenme derken yalnızca yemeğe katılan ürünlerden yahut çeşnilerden bahsetmiyorum, bir o kadar da o toprağın insanının ununu öğütüşünden, tenceresindeki yemeğini karıştırma biçiminden söz ediyorum.’’ Calvino’nun bu sözleri bana hep Yunan halkının iplere çamaşır serercesine astığı ahtapotları anımsatır. Aile kökenimden midir yoksa karşı kıyı olmasında mıdır bilmem; ancak Yunanların hep bu vurdumduymaz keyifli hallerine karşı bir özlem duyarım. Calvino’nun da dediği gibi bir ülkeye yapılan yolculuk, ülkenin doğası ve tarihinin yanı sıra halkının beslenme alışkanlıkları ve daha da önemlisi mutfaklarında uyguladıkları basit usulleridir de aslında.



Ahtapot Dünyanın birçok yerinde sofraların vazgeçilmezi olmayı başarmış bir lezzettir. Japon halkı onu takoyaki (kızartılmış ahtapot) adını verilen kızartılmış hamur toplarının iç malzemesi olarak sıkça tükettiği gibi, odorigui (danseden yemek) usulünde çiğ yani canlı olarak da tüketir. Aynı ahtapotu Maldivliler Hindistan cevizi yağında, Portekiz halkı Lagareiro adını verip ufak patateslerle harmanlayarak, Yunan halkı ise güneşe asıp kuruttuktan sonra ızgara ederek yahut bol sirke ekleyerek yemeği tercih eder. Yani farklı suların aynı aileden gelen vantuzlusu her toprağın huyuna göre lezzetlenir ancak bana kalırsa ahtapotun asıl memleketi Egedir. Denizinin tadından mıdır, halkının huyundan mıdır yoksa toprağın tarihinden midir, bilmiyorum; lakin karşı kıyının ahtapotu umursamazlık ve özenin bir arada harmanlandığı bir lezzettir. Yunan kıyılarında ahtapot yakalanıp dövüldükten sonra yumuşaması için vantuzları güneşe

“YUNAN HALKINA GÖ RE A HTA P OT HAŞLANARAK DEĞİL KURUTULARAK YENİLMESİ GEREKEN BİR DENİZ ÜRÜNÜDÜR”

dönük bir biçimde iplere asılır. Turistler şaşkınlıkla bunun fotoğrafını çekerken Yunan kedileri bir parça koparabilmek için sinsice etrafta koşuşturur. Toprağın insanı ise birkaç gün içinde ipten aldığı ahtapotun kollarını vantuzuyla zeytinyağında ovar, sirkeli sosa yatırır, ızgara eder ve afiyetle yer. Yunan halkına göre ahtapot haşlanarak değil kurutularak yenilmesi gereken bir deniz ürünüdür. Haksız olduklarını söyleyemeyiz zira ahtapot haşlandığında boyut olarak küçülür. Vantuzların soyulması meselesine gelecek olursak; bu da onlar için başlı başına bir hatadır. Vantuzları ayırarak yediğinizi görürlerse hiç düşünmeden başlarlar başınızda söylenmeye; “ah paidi mou”, “ah moro mou” diye diye. Ahtapotun kurutulması ona içindeki yumuşaklığın aksine dışında hafif bir sertlik verir. Kurutulmuş ahtapotun da asıl lezzeti tam da bu tezatlıktan gelir. O yüzden siz siz olun Yunanın kurutulmuş ahtapotunun keyfine varın; vantuzunu ayırmayın, hatta zıpkınla vurduysanız dallara gerdiğiniz ipe atın yahut varsa bir yelkenliniz yakaladıktan sonra hemen halata asın ve öylece bırakın, bir kaç gün kadar kurusun.


7. ALAÇATI OT FESTİVALİ


7. ALAÇATI OT FESTİVALİ


7. ALAÇATI OT FESTİVALİ

Dünyada bir turizm markası haline gelen Alaçatı, kendisi gibi markalaşmış festivaliyle konuklarını ağırladı. 07-10 Nisan tarihleri arasında Çeşme Belediyesi tarafından gerçekleştirilen festival binlerce ziyaretçiyi ağırladı. Bu yılki tema Radika’ydı. Yine pek çok ot sergilenip satışa sunuldu. Dört gün boyunca stantlar açık kaldı. Yerli ve yabancı turistlerin yoğun ilgi gösterdiği şenlikte; otları tanıma ve toplama, gezilerinden yemek atölyelerine, yabani ot ve bitkilerle beslenme seminerlerinden konserlere kadar birçok etkinlik gerçekleştirildi. Dört ülkenin bakanlıklar düzeyinde katıldığı bir oluşum olan ‘Gıda ve Beslenme İçin Biyoçeşitlilik Projesi’nden (Biodiversity for Food and Nutrition Project) dünyada alanının en iyisi olan akademisyenler ağırlandı. Festival süresince uzmanlar hem incelemelerde bulundu hem de seminerlerde gıda ve beslenme için kullanılan, yenilebilen yabani türlerle ilgili yapılan çalışmalar hakkında bilgi verdiler. Travel and Gourmets dergisi olarak Kutlu Özemrak ve Özgür Kaya da gastronomi turizmi ve Alaçatı konulu bir söyleşi gerçekleştirdi.



İÇ

Meet Shinichi Morohoshi, a man who likes dangerous people, bōsōzoku bike gangs, and lights up Tokyo’s dark heart with his neon-lit Diablo…


ÇİNDE YAŞADIĞIN GÜZELLİKLERİN FARKINA VAR SAMSUN 2.YÖRESEL OT YEMEKLERİ FESTİVALİ (25-29 MAYIS 2016)


S

amsun Yöresel Ot Yemekleri Festivali’nin hazırlıkları ‘İçinde yaşadığın güzelliklerin farkına var’ sloganı ile baharı özlemle beklediğimiz şu günlerde hızla devam ediyor. Samsun’un yöresel otlarını ve ot yemeklerini tanıtmak amacıyla Samsun Büyükşehir Belediyesi, Orta Karadeniz Kalkınma Ajansı, Samsun Turizmciler Derneği ve Samsun Turizm Alt Yapı Birliği ile birlikte düzenlenen “Samsun Yöresel Ot Yemekleri Festivali” 26-27-28-29 Mayıs tarihleri arasında Sürmeli Köyü ve Sevgi Gölü yanında gerçekleştirilecektir. Festivalin amacı; Karadeniz’de doğanın zenginliğinin, otların çeşitliliğinin ve bu otlarla pişirilen yemeklerin tanıtılarak hem unutulmamasını hem de gelecek kuşaklara aktarılabilmesini sağlamak. Sağlıklı ve doğal beslenmenin öneminin giderek arttığı bu dönemde, otları tanıyıp bilenlerle, tanımak isteyenlerin buluşmasını sağlamaktır. Festival kapsamında “Yöresel Ot Yemekleri Yarışması” ve “En Çok Çeşit Yenilebilir Ot Toplama Yarışması” yapılacaktır. Festivalde yarışmaya katılan yemeklerin tariflerinin bir kitapta toplanarak, gelecek kuşaklara kalıcı bir kaynak bırakılabilmesi amaçlanmaktadır. Festivalde katılımcılar yöresel otlarla yaptıkları yemek çeşitlerini, doğadan topladıkları otları ya da bahçelerinde yetişen otları sergileyebilecek, evde yaptıkları reçeller ve turşularla da katılabilecekler. Festivalde “Yöresel Ot Yemekleri Yarışması” için hazırlanacak olan yemeklerde kullanılacak otlar; mendek, yazı pancarı, diken ucu (mevlicen), sakarca, kaldirik, pelpit, yağlıca, ebegümeci, yaprak çeşitleri, höngül (turp otu), lahana, pazı, ısırgan, kırçan, kuzu kulağı, tere, kaz ayağı, su teresi gibi yöresel otlardır. Yarışmaya bu otlarla yapılan yöresel ev yemekleri, salatalar, börekler, pilavlar, dolmalar ve hamur işleri çeşitleri ile katılınabilinecek. Festivalde ünlü şeflerle canlı mutfak etkinliği, fotoğraf sergisi, resim sergisi, İzcilik Kulübü eğlenceli aktiviteler ve şehir dışından festivale gelenler için ücretsiz Bafra Kızılırmak Deltası gezisi, Vezirköprü Şahinkaya Kanyonu gezisi, Ayvacık gezisi düzenlenecektir. Tüm festival etkinlikleri süresince fotoğraf sanatçıları için fotoğraf gezileri düzenlenecektir. Facebook: samsunotfestivali samsunotfestivali.com E-mail: bilgi@samsunotfestivali.com İrtibat: 0362 432 5104 - 0532 585 4953 (Dilek Genç)



MAVİ İNCİ:

OHRi

Meet Shinichi Morohoshi, a man who likes dangerous people, bōsōzoku bike gangs, and lights up

MÜBERRA BAĞCI Tokyo’s dark heart with his neon-lit Diablo… www.egedentarifler.com Instagram: egedentarifler


OHRİ


OHRİ


M

akedonya’nın güneybatısında Arnavutluk sınırına yakın bir konumda yer alan Ohri, göl kenarında kurulmuş bir şehir. Doğal güzelliği ile Makedonya’nın en önemli tatil merkezi, aynı zamanda UNESCO dünya mirası listesine dahil edilmiş bir yer. Ohri için söylenen “Tanrı cenneti yaratırken yeryüzüne bir damla düşürür, o damla Ohrid’dir.” cümlesi sanırım bu güzelliği anlatmaya yeter. NEREYE GİDİLİR? OHRI GÖLÜ Ohri Gölü Avrupa’nın en derin ve eski gölü. Ohri Gölü’nün bir kısmı Makedonya, bir kısmı ise Arnavutluk sınırlarında yer alıyor. Ohri Gölü’ne kıyısı olan üç şehir var; bunlardan ikisi Ohri ve Struga, diğeri ise Arnavutluk sınırında bulunan Pogradec. Ben ilk gördüğümde Ohri Gölü’nün büyüklüğü ve güzelliği karşısında büyülendim. İnsanda gölden çok deniz izlenimi uyandırıyor. Bu muhteşem güzellikteki gölün kenarında tur yapan tekneler var, mutlaka bunlarla bir tur yapmanızı öneririm. Burada tekne turu için uzun ve kısa süren seçenekler var, bunun dışında küçük balıkçı tekneleri ya da kano ile kısa bir tur yapmayı da tercih edebilirsiniz. Biz yaklaşık iki saat süren bir tekne yolculuğu yaptık, Ohri’den yavaş yavaş uzaklaşmaya başladığımızda göl kıyısındaki şehir muhteşem görünüyordu. Ohri yavaş yavaş uzaklaşıp gözden kaybolduktan sonra sağlı sollu muhteşem güzellikteki doğa manzaraları başlıyor. Mavinin ve yeşilin her tonunu görebileceğiniz bu seyir inanılmaz güzel. Her bir kare kartpostal gibi... Ohri, yerli halk tarafından tatil için tercih edildiği gibi turistler tarafından da rağbet edilen bir yer. Ohri Gölü, dünyanın en temiz göllerindenmiş, ben denemedim ama gölde yüzmeyi de düşünebilirsiniz. Göl kenarında plajlar ve cafeler var. Yüzmeyi tercih etmezseniz göl kenarında yürüyüş yapmak da çok keyifli olur. SU MÜZESI Burası bir açıkhava müzesi. Tekne turunda ilk molamızı Su Müzesi’nde verdik. Buraya Ohri’den karayolu ile de yaklaşık yarım saatte ulaşmak mümkün. Burada neolitik dönemden kalma evler var, giriş ücreti 2 euro. SVETI NAUM Ohri merkeze yaklaşık 30 km mesafede yer alan St Naum’a kara yolu ile ya da Ohri Gölü’nden kalkan teknelerle ulaşabilirsiniz. Kara yolunu tercih



OHRİ ederseniz biraz virajlı ama müthiş manzaralı bir yoldan geçecek; yol üzerinde Pestani, Lagadin gibi otel, pansiyon ve yazlıkların bulunduğu tatil beldelerini de göreceksiniz. Tekneyle gidilirse Su Müzesi’nden sonraki ikinci durak burası. St Naum Manastırı’nın da bulunduğu bu bölge bir doğal park görünümünde. Ohri Gölü’nün kıyısında yer alan St Naum görülmeye değer bir doğal güzelliğe sahip. Manastır yapısının en göz alıcı binası kilisesi. Manastırın içinde kilise ile birlikte Aziz Naum’a ait olduğuna inanılan mezar var. İnanılan diyorum, çünkü eski dönemde Müslümanlar bu mezarın Balkanlarda yaşamış bir derviş olan Sarı Saltuk’a ait olduğunu düşünerek ziyaret ediyorlarmış. Şu an ise buraya daha çok Hristiyanlar geliyor. Kilisenin içerisinde yer alan mezar kısmında ise insanlar kulağını dayayıp kalp atışına benzer bir ses duymaya çalışıyor. Bu sesi duyabilenlerin iyi insan olduğu ya da dileğinin gerçekleşeceği gibi inanışlar söz konusu. Kilisenin girişinde bir de sanduka var, buraya mum yakarak insanlar dilek tutuyor. Peki St Naum kim derseniz, St Naum, Kiril alfabesini bulan Kiril ve Metodius’un öğrencisi ve bu alfabenin Balkanlar’a yayılmasında etkili olmuş isim. Aynı zamanda hastalıkları iyileştirici gücü olduğuna inanılan biri. Ayrıca St Naum’un içinde yer aldığı Galicica Milli Parkı; kamp kurmak, yamaç paraşütü, trekking gibi aktiviteler yapmak için ideal bir yer. OHRI KALESI (SAMUEL KALESI) Ohri doğal güzelliğinin yanı sıra tarihi yapıları ile de ilgi çeken bir şehir. Roma yapımı kale 9-10. yy’da Çar Samoil tarafından onarılıp surları güçlendirilmiştir. Bu nedenle, Çar Samoil/Samuel Kalesi olarak bilinmektedir. 14.yy’da Osmanlıların eline geçen kale bugün açık hava müzesi olarak kullanılmaktadır. Bölgeye hakim bir tepede kurulmuş olan kaleden hem şehir hem de göl manzarası harika görünüyor. Kaleye çıkarken ve inerken farklı güzergahları tercih ederek fotoğraf çekmek için

“OHRI DOĞAL GÜZELLİĞİNİN YA N I SI R A TA R İ H İ YA P I L A R I İ L E DE İLGİ ÇEKEN BİR ŞEHİR. R O M A YA P I M I K A L E 9 -1 0.Y Y ’ DA Ç A R S A M O IL TA R A FIN DA N ONARILIP SURLARI GÜÇLENDİRİLMİŞ”

çok güzel malzemeler sunan sokakları değerlendirebilirsiniz. Kaleye çıkan yol hafif eğimli, zeminde de Arnavut kaldırımları var. Bu sebeple yürüyüş biraz efor gerektiriyor ama gördüğünüz manzara çektiğiniz zahmete değiyor. Ohri’nin eski yerleşim bölgesi kalenin eteklerinde yer alıyor. ANTIK TIYATRO Antik Tiyatro Çar Samoil Kalesi’nin hemen yanındadır. Roma döneminden kalma bu amfi tiyatro şehirdeki en eski yapı. MÖ. 3. yüzyılın sonlarında yapılan bu tiyatroda birçok oyun sergilenmiş. Tiyatro 4000 kişilik oturma kapasitesiyle bölgenin eskiden en büyük tiyatrosu. O dönemlerde yaşamış olan saygın ve zengin kişilerin kendilerine ait oturma yerleri bulunmaktaymış. Bugün de bazı isimler oturulan taşların üzerinde görülebilmekte. Tiyatro, restorasyon çalışmaları sonucunda tekrar sanatsal aktivitelerin sergilendiği bir mekan olarak kullanılmaktadır. AZIZ JOHN KANEO KILISESI Ohri’de çok sayıda kilise var, hatta Makedonya’nın kurucusu Çar Samoil’in yılın her gününe bir tane düşecek şekilde 365 kilise inşa ettirdiği söyleniyor, tabii bunlardan günümüze yaklaşık kırk tanesi ulaşabilmiş. Yine de Ohri çok sayıdaki kilise ve manastırı ile Hristiyanlar için önemli bir merkez. J. Kanoe Kilisesi de Ohri’nin simgelerinden. Makedonya’nın Oscar’a aday gösterilen ilk filmi olma özelliğine sahip Yağmurdan Önce (Before the Rain)’de yer alan bir sahne ile akıllarda yer eden kilise, göle bakan muhteşem bir manzaraya sahip. Bu kilise Ohri’nin en çok ziyaret edilen kiliselerinden biri. Özellikle filmde yer almasından sonra daha çok ilgi görmeye başlamış. Burada fırsatınız olursa gün batımını izleyin. AZIZ CLEMENT KILISESI Kalenin yakınlarında yer alan Aziz Clement Kilisesi, 2002 yılında, M.S. 893 yılında Aziz Clement’in kendi yaptırdığı orijinal kilisenin yerine inşa edilmiştir. Clement, orijinal kilisesini 5. yüzyıla ait bir kilisenin kalıntıları üzerine inşa etmiş, hatta kendi mezarını da bu kilisenin içine yaptırmıştır. 916 yılında öldüğünde buraya gömülmüştür. Kilise 12, 13 ve 14. yüzyıllarda restore edilmiş, Osmanlı döneminde de camiye dönüştürülmüş, Osmanlı döneminin bitmesinin ardından kilise tekrar eski kilise haline gelmiştir. Yapılan kazı çalışmalarında orijinal kilisenin temelleri ve bazı parçalarına rastlanmıştır.



OHRİ


OHRİ

AYASOFYA KILISESI Kilise 11. yüzyılda inşa edilmiştir. Bu kilise de erken dönem Hristiyan kilisesi yıkıntıları üzerine yerleştirilmiştir. Kilise Osmanlı döneminde cami olarak kullanılmış, 1912 yılında tekrar kiliseye dönüştürülmüştür. Ayasofya Kilisesi 11. yüzyıla ait fresklerin en iyi haliyle korunduğu dünyadaki iki kiliseden bir tanesidir. KAĞIT ÜRETIM ATÖLYESI Eskiden nasıl kağıt üretildiğini uygulamalı olarak burada görülebilir, bu kağıtlara basılmış resimler hatıra ya da hediyelik olarak satın alınabilir. Hayati Halveti Dergahı, Ohrid Milli Müzesi, 1100 yıllık geçmişe sahip tarihi çınar Ohri’de görülebilecek diğer önemli yerler arasında. NEREDE/NE YENİR? Ohri’de Makedon mutfağına ait pek çok lezzeti tadabilirsiniz. Makedon mutfağının Türk mutfağına benzerlik gösteren tarafları var. Bu yüzden yemek konusunda Ohri’de sıkıntı yaşamazsınız. Kahvaltı için sık karşınıza çıkacak fırınlardan “bürek” dedikleri börek çeşitlerinden alabilirsiniz. Yemek içinse Ohri Gölü kıyısında bulunan balık restoranlarından birini tercih etmek mümkün. Burada Ohri’de yetişen “belvica” balığını tadabilir, Makedon müzikleri eşliğinde keyifli saatler geçirebilirsiniz. Ben Belveder Restoranı denemiştim, önerebilirim. Momir, Dalga göl çevresinde yer alan diğer dikkati çeken restoranlar. Sveti Naum civarında ise Ostrovo Restoran su ve yeşilin birleştiği bir ortamda etnik müziklerle keyifle yemek yiyebileceğiniz bir yer. Balık tercih etmezseniz köfte de iyi bir seçenek olabilir. Balkan mutfağında et önemli bir yere sahip, özellikle köfte çeşitleri oldukça yaygın. Şehirde İtalyan restoranları da bir hayli yaygın, bunlardan birini de tercih edebilirsiniz. Makedonya’nın popüler salatası “shopska” yine tadılması gerekenler arasında. Shopska, çoban salataya benzeyen ve üzerinde rendelenmiş peynir bulunan lezzetli bir salata. Ayrıca közlenmiş biber ve patlıcanla yapılan ajvar sosu da tatmalısınız, severseniz kavanozlanmış halini marketlerde de

“OHRI’DE MAKEDON MUTFAĞINA AİT PEK ÇOK LEZZETİ TA DA Bİ Lİ R Sİ N İZ”

bulabilirsiniz. Ajvar sosu sipariş vermeseniz de genelde yemeklerin yanında getiriyorlar. Bölgeye has bir başka sos ise sarımsaklı bir lezzet olan “makalo”. Tatlı olarak da bir Makedon tatlısı olan “kaymaçina” denenebilir. Makedonya kaliteli şarapları ile de biliniyor, şarap dışında Makedon rakısı da ünlü. NEREDEN/NE ALINIR? Ohri deyince akla ilk olarak dünyaca ünlü incisi geliyor. Şehir merkezinde yer alan çarşıda inci satan sıra sıra dükkanlar var. Buradan inci ve sedeften yapılma aksesuar ve takılar almak mümkün. Ancak fiyatların yüksek olduğunu belirtmekte fayda var. Bir de satın aldığınız ürünün gerçek inci olmama ihtimali de söz konusu. Magnet, tişört gibi hediyelikler ve ajvar sos alabilecekleriniz arasında. NEREDE KALINIR? Ben Belveder Otel’de konakladım. Ohri merkeze yürüme mesafesinde olmasa da yakındı, özellikle göle bakan odaların manzarası çok güzel. Ayrıca antika objelerin sergilendiği ilgi çekici bir lobisi var. Tarihi dokuyu daha iyi yaşamak için “eski kent”te yer alan pek çok butik otelden birini tercih edebilirsiniz. Ohri’de lüks otellerden pansiyonlara, misafir evlerinden kamplara kadar pek çok farklı konaklama seçeneği bulmanız mümkün. Otel Gorica, Aleksandar Villa Butik Otel, Villa Kale Sunny Lake Hostel öne çıkanlar arasında. Ohri küçük bir şehir, yarım gün tekne turu, yarım gün de tarihi bölgeyi gezerek turunuzu bir günde bile tamamlamanız mümkün. Ancak vaktiniz varsa birkaç gün kalıp göl kenarında sakinliğin ve huzurun tadını çıkarmanızı öneririm. Ohri bence her mevsimde keyifli olabilecek şehirlerden biri, ama bahar veya yaz planlarınız arasına alırsanız güzel havadan daha çok faydalanabilir düzenlenen bazı festivalleri izleme imkanı da bulabilirsiniz. Ohri, tarihi ve doğal güzelliklerle dolu bir turizm ve kültür şehri olmasının yanı sıra vizesiz gidilebilmesi dolayısıyla da tercih edilebilecek bir şehir. Benim Balkan turumda en beğendiğim yerlerden biri Ohri oldu, sizlere de görmenizi öneririm. Ohri’ye gitmişken yakın çevresinde yer alan Struga, Üsküp, Kalkandelen, Resne gibi diğer Makedon şehirlerini ya da Arnavutluk’u da gezebilirsiniz.



style more...

&

more...

m o d e l p o rt f o l ı o / r e k l a m & K ATA L O G f o t o G R A F I / G R A F İ K TA S A R I M W W W. C AT I K AT I S T U D I O. C O M

|

W W W. AY TA C G O L L E R . C O M

fotoğraf & tasarım


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.