SOL KROŞE (Poetik EleştiriYazıları)
SERKAN ENGİN
Ödül Düzleminde Şiir Erkini Yıkmanın Anatomisi Ödüllendirmek, üst konumundaki biri ya da birilerinin, ast konumundaki biri ya da birilerine övgü lütuf etmesidir. Yani her şeyden önce iki birey arasında hiyerarşi kurar ki hiyerarşi insani değildir, dolayısıyla ödüllendirmek ve ödül beklemek de insani bir eylem değildir. Sahibinden daha doğrusu kendisini sahibi olarak gören insandan ona uygun eylem sergilediği için bir köpeğin “ödül” beklemesi, kendi yapısı açısından anlaşılabilir bir durumdur, oysa insani eylemin temel ölçütü, herkese göz hizasında bakıp kalp hizasında sevebilmek, yani kimseyi üst ya da ast saymamak, herkesi kendiyle eşit düzlemde görüp buna göre hareket etmektir. Oysa ödül beklediğiniz zaman, otomatikman ödül veren özneleri üst, kendinizi ast konumuna getirirsiniz, kendinizi eşitlik çizgisinin altına, ödül veren özneleri de çizginin üstüne çekersiniz, yani fırlatılan topu sahibine getirdiği için ödül olarak kuru mama bekleyen köpekten farkınız kalmaz. Bu açıdan ele alındığında, tek tek şiirlere ya da şiir dosyaları veya şiir kitaplarına verilen ödüllerin hem ödül talep eden hem de ödül verenler açısından, insanın insana üstünlüğünün olamayacağı, aralarında hiyerarşi kurulmaması gerektiği temelindeki insani öze aykırılığı ortaya çıkar. Ödül veren özneler, “sunan” taraf olduğu, ödül talep edenlerle aralarında kurulan hiyerarşik yapıda “üst” konumunda oldukları için bir erk gücü elde ederler. Tıpkı istediği eylemi yapan köpeğe kuru mama “sunan” ve ödül talep eden köpeğe karşı “üst” konumunda bulunan “sahip” insanın durumundaki gibi. Dolayısıyla bir şiir ödülü almayı talep edenler, ödül verenlere, bu talepleriyle bir erk alanı sağlar ve bu alana tabi olurlar. Politik bağlamda da erki yaratan, gene kendi başlarında bir politik erk bulunmasını talep edenlerdir zaten. Ancak toplumdaki bireyler erkperestliği aşmaya başladıkça, sınıfsız bir dünya kurulması yönünde adımlar atılabilir.
Ödül talep edenlerin varlığıyla, ödül verenlerin şiir erki oluşur, oysa şiir muhalif duran/durması gereken ve şiir erki başta olmak üzere her türlü erke muhalif tavır sergilemesi gereken bir olgudur. Ancak bu şekilde sanatın eleştirme, sorgulama ve toplumsal devingenliğe katkı işlevi gerçekleştirilebilir. Şiir erkine tabi olmak, pekâlâ politik erke tabi olmayı da getirir ki şair özne, politik erki elinde bulunduranlar, kendi ideolojik algısında olsa dahi toplumun muhalif sesi olmak adına, sanatın ve dolayısıyla şiirin eleştirme/sorgulama/toplumsal devingenliğe katkı işlevi açısından politik erkten uzak durmalıdır. Dolayısıyla şiir ödülü sunan ya da talep eden şairler, en baştan sanatın ve şiirin temel yapısına, asli işlevine, birincil niteliğine aykırı hareket ederler. Yani şiir ödülü vermek ya da almak her iki taraf için de hem insani öze hem de sanatın ve şiirin temel niteliğine aykırı bir eylemdir. Buraya kadarki şiir ödülü irdelemesi, idealize edilmiş, yani kendi içinde tutarlı ve kendi koyduğu çizgiler dahilinde ödül veren ödül mekanizmaları baz alınarak yapılmıştır. Yani, şiir ödülü sunan tarafın, kendi ilkelerini ortaya koyup bu ilkelere uygun olarak ödül talep ederek şiirlerini gönderenlerin eserlerini, şiir sanatının günümüzdeki nesnel ölçütleri, şiir ödülü şartnamesinin içeriği ve eğer varsa adına ödül verilen şairin poetik algısına paralellik temelinde değerlendirdiği varsayılmaktadır. Oysaki pratikte durumun böyle olmadığı, şiirle az çok ilintisi bulunan herkes tarafından bilinmektedir. Geçmişten bugüne, şiir ödüllerinin verilmesinde yaşanan pek çok olumsuzluğun varlığı sürekli gündeme gelmiştir. Ödüllerin verilmesinde şeyh-mürit, baba-oğul, ahbap çavuş hatta sevgili-metres ilişkilerinin belirleyici olduğu ya da para ödülü olan kimi ödüllerin ekonomik destek amaçlı olarak durumu kötü olan ve elbette “tanıdık, eş-dost” şaire verildiği ya da sosyalist bir şair adına konmuş bir ödülün post-modernist bir şaire verilmesi gibi ödülün kendisini hiçleyen eylemler sıkça ve sürekli yaşanmaktadır. Yani şiir ödülü talep edenlerin şiir ödülü verenlere sağladığı şiir erki, ödül veren özneler tarafından kendi çıkar ve keyfiyetlerine göre kötüye kullanılmakta ve idealize edilmiş ödül mekanizmasından daha kötü bir tablo ortaya çıkmaktadır. Böylece insani özden iyice uzaklaşılan, şiirin küçük kirli çıkarlara alet edildiği ve şiir erkinin gücüyle, şiirin ve şairlerin yönlendirilmeye çalışıldığı bir durum var olmaktadır. Özellikle ödül veren öznelerin (jüri üyelerinin) çoğunun her sene aynı ödülün jüri üyesi olmaları, hatta bazı şairlerin pek çok farklı ödülün jüri ekibinde yer almaları, edindikleri şiir erkiyle, kendi egolarını beslemek amacıyla mürit edinebilmelerini sağlamakta ve özellikle genç şairlerin, jürinin poetik algısına uygun şiirler yazmaları yönünde yönlendirilmesi sonucunu da doğurmaktadır. Böylece jüridekiler, kendi şiir algılarına ivme kazandırma
yetisi elde etmektedirler, elbette şiir erkini var eden ve besleyen ödül talep ediciler sayesinde. Sanat eserinin bir başka eserle “yarıştırılması” ise bir başka ve çok yönlü, derinlikli bir tartışma konusu. Ontolojik bağlamda her sanat eserin biricikliği ve bir başka eser ile niteliksel açıdan kıyaslanmasının sakat bir tavır olmasına vurgu yapan Cengiz Gündoğdu’nun şiir yarışmaları/ödülleri ile ilgili yazıları ve İonna Kuçuradi’nin “değer” kavramı ve “bir sanat eserinin değerlendirilmesi” ile ilgili yazıları, bu konuda açımlayıcı ve tartışma alanını genişletici olacaktır. İdealize edilmiş bir şiir “yarışmasında”, yani kendi paradigması içinde referans aldığı politik ve poetik düzlemde, jüri üyelerinin, şiirin nesnel ölçütlerine göre yarışmaya katılan ya da aday gösterilen şiirleri değerlendirmesi ise elbette değerlendiren öznelerin öznel algılarından bağımsız olamaz, çünkü hiçbir nesnel amaçlı değerlendirme, öznel algıdan bağımsız değildir. Burada “nesnel ölçütler” derken, o sanat disiplinin diyalektik gereği tarihsel değişim/dönüşüm sürecinde geçirdiği aşamalar sonucu bugün geldiği konumu ile ortaya çıkan niteliksel özelliklerine vurgu yapılmakla birlikte, bu ölçütler pozitif bilimlerdeki gibi sayısal veriler ve ölçümlerle somutlanabilir olmadığından, jüri üyelerinin öznel algılarına dayalı yorumlarının eserin değerlendirilmesine etkisi yadsınamaz. Bir şiir ile bir başka şiiri niteliksel olarak kıyaslamak, temelde bir atı diğeri ile hız üzerinden kıyaslamak ile aynı düzlemde, kapitalist ekonominin rekabetçi algısına koşuttur. Kaldı ki at yarışında, hız üzerinden iki atın kıyaslanmasının yarışı izleyenlerin öznel algısından bağımsız nesnel bir sonucu vardır, yani atlardan biri ötekini geçer ve izleyici öznelerden bağımsız olarak kıyaslama kendi sonucunu doğurur. Sanat eserinin “yarıştırılmasında” ise, idealize edilmiş bir yarışmada dahi, eserleri değerlendirenlerin öznel algısı kıyas mekanizmasına dâhil olacağı, hatta ağır basacağı için kıyaslamanın kendi nesnel sonucunu doğurmasından söz edilemez. Cengiz Gündoğdu’nun “Sanatta Star Sistemi” yazısında (Varlık Dergisi, Temmuz 1984) belirttiği gibi, kendi yapısı gereği sürekli kâr marjını arttırmayı hedefleyen kapitalizmin, mal olarak gördüğü sanat eserlerini “piyasada” palazlandırmak için ödül kavramını da araç olarak kullandığı, bilinen bir durumdur ki bunun “çok satan” roman türü düzlemindeki etkileri yıllardır görülmektedir. Şiir bugün “satan” bir yazınsal tür değil, dolayısıyla kapitalizm için kâr unsuru olarak roman kadar iştah açıcı değil. Bugün sadece yayınevlerinin (ne acıdır ki “solcu” geçinen kimi yayınevleri de dahil) şair üzerinden kâr elde ettiği, kitabın maliyetinin üstüne yüzde yüz kâr eklenip şairden alınarak şiir kitaplarının basıldığı bir “şiir kitabı piyasası” var ki bu da bir
başka derinlikli bir tartışma konusu elbette. Bugün “satmayan” hatta “hiç satmayan “ yazınsal tür olan şiir, ilerde roman gibi “satan” bir tür haline gelirse, hiç şüphesiz kapitalizm, romanda olduğu gibi şiirde de ödül mekanizmasını, satışları arttırmak ve böylece yüksek kâr elde etmek için kullanacak, “piyasada çok satması muhtemel” şiir kitaplarına ödül verilmesi, belirleyici unsur olmaya başlayacak ve yazılan şiirlerin niteliği de bu ödüllere tabi şiir yazanlar tarafından “piyasaya” göre belirlenecektir. Bugün “rekabetçi” mantaliteyle kurulan ödül mekanizmasını reddetmeyen şairler de o koşullarda, şiiri “piyasa için üretilen meta” konumuna getiren tavra koşut davranacaklardır. Mevcut durumun değişmesinin ilk adımı olarak, tüm şairlerin önce insan olarak kendi öz benliklerine ve şiire saygı gereği şiir ödülü kavramını toptan reddetmesi, böylece kendilerinin ödül talep eden olarak “ast”, ödül verenlerin de “üst” konumuna gelmesine, böylelikle aralarında insan onuruna aykırı olarak bir hiyerarşik yapı kurulmasına, bu sayede bir şiir erki mekanizmasının kurulmasına ve bunun, erki elinde bulunduranlar tarafından kişisel çıkar ve amaçlarına yönelik olarak kullanılmasına, şiirin poetik ve politik düzlemde muhalif tavrına aykırı şekilde yönlendirilmesine, sanat eserinin kapitalist ekonomi anlayışına koşut “rekabetçi” algıyla “yarıştırılmasına” itiraz etmeleri gerekmektedir. Özcesi, ödül düzleminde şiir erkinin yıkılması, şiire ve insan onuruna saygı gereğidir. Serkan Engin Ocak 2011
Post-modernist Şiir(!)’deki Sefaletin Çözümlenmesi Günümüzde yazılan şiirin en büyük sorunsalı, anlam’la olan ilişkisinde gizlidir. Şiir’in, daha doğrusu şairin, anlam karşısında aldığı tavır, bunda etkili olmaktadır. Şiir ile anlam ilişkisini çözümleyebilmek için önce Şiir’i tanımlamakla işe başlamamız gerekir. Şiir, imgelerin, bir ya da daha çok izlek etrafında, metinsel bütünlük oluşturacak şekilde örgütlenmesidir. Bu tanımdan da çıkarsanabileceği gibi, Şiir’in temel birimi imge’dir. Çünkü Şiir, doğal dil içinde gelişen ve/ama özerk bir üst-dildir. Bu da imgeler aracılığıyla, doğal dilin söz diziminin bilinçli olarak bozulup özgün bir dizgeyle yeniden kurulmasıyla oluşturulur. İmge, doğal dili dönüştürerek sınırlarını genişletir ve yeni anlatım olanakları sağlar. Sözcüğün, sabit sözlük anlamının ötesine geçmesine yol açar. Sözcük, tek başına, alımlayan her bireyde, kalıplaşmış, donuk, sabit bir yansıma bulur. Bu yüzden hiçbir sözcük tek başına, imge’nin oluşturduğu çarpıcı çağrışım özelliğine sahip değildir. Sözcüğün çift anlam yüklenmesi amacıyla harflere bölünmesi ( b/aşka…gibi) yeni bir çağrışım oluşturmadığı için imge’yi oluşturamaz, ancak teknik bir oyun düzeyinde kalır. İmge, iki ya da daha çok sözcüğün, somut-soyut, soyut-somut, somutsomut, soyut-soyut, ya da bunların kombinasyonlarına dayalı bir ilintiyle, örnekseme (analoji) yapılmasıyla oluşturulur. İmge’nin işlevi, anlam’ı etkin bir şekilde iletebilmek için çağrışım yoluyla çarpıcı bir duyumsatma olanağı sağlamasıdır. Şiir, imgelerle yazıldığı; sözcük tek başına imge olamayacağı ve her imge en az iki sözcükten oluştuğu için Şiir’in temel birimi sözcük değil imge’dir. Yani, “Şiir sözcüklerle değil imgelerle yazılır”. İmge’yi bir atoma benzetirsek, sözcükler, atomu oluşturan çekirdek, proton, nötron ve elektronlardır. Atomun bileşenleri, doğada, birbirlerinden bağımsız olarak bulunamazlar ve ancak bütünsel olarak atomu oluşturarak işlevsel
bir varlığa sahip olurlar. Sözcükler de ancak, imge’yi oluşturmak üzere örgütlendiklerinde Şiir’de işlevsellik kazanırlar. Bu arada belirtmek gerekir ki içinde imge bulunmayan şiirler(!) için, bütün olarak bir imge oluşturdukları savını öne sürenler, imge oluşturmayı beceremeyenlerin ekmeğine yağ sürmekten öte bir şey yapmazlar…Söz açılmışken, dize’nin tanımı üzerinde durmakta da yarar var. Dize, imge ya da imgelerin, şiirin metinsel bütünlüğüm içerisinde, anlam ortak paydasında oluşturdukları ara toplamdır. Yani, imge ya da imgeler dize’yi, dizeler de şiiri oluşturur. Şiir’de imge, nesnel gerçekliğin insan bilincinde, estetiksel olarak öznel yansımasıdır. Bu yansıtma, aynadaki gibi birebir olmayıp, nesnel gerçekliğin şairin bilincinde alımlanıp dönüştürülerek dışsallaştırılmasıdır. Şiir, doğal dilin içinde kendi dizgesini geliştiren özerk yapılı bir üst-dil olduğuna göre, dilin temel işlevi olan bildirişim, Şiir’in de ayrılmaz bir parçasıdır. Bu da Şiir’in anlam’dan soyutlanamayacağı gerçeğini ortaya koyar. Dolayısıyla, Şiir’in temel birimi olan imge, anlamsız olamaz. Şiir’de anlam rastlantısal değil içkindir. Şair, nesnel gerçekliği öznel olarak estetiksel düzlemde dönüştürerek imgelerle yansıttığına göre, kaynağını nesnel gerçeklerden alan imge, içkin olarak anlam taşır. Aslında yanlış imge yoktur: Anlamlı olan imge ve anlamsız olan saçma vardır. İmge ya da saçma üretimini belirleyen, şairin bilinçsel yapısındaki ideolojik tutumdur. İmge, şair tarafından dışsallaştırıldığı andan itibaren, nesnel gerçekliğe artı değer olarak eklemlenir. Buradan çıkarsanabileceği gibi Şiir, nesnel gerçekliğe bir müdahaledir. Bu dönüştürücü müdahale, ancak devrimci bir bilinç tarafından gerçekleştirilebilir. Dışsallaştırılan imge, nesnel gerçekliğin bir parçası olarak okura ulaşır ve okurun bilincinde, her okurun bilinç ve estetik algı düzeyine göre yankılanır. Yani, şiiri okuyan bireyin bilincinde yeniden üretilerek içselleştirilir. Buna yansımanın yansıması diyebiliriz. Bu da okurun bilinç ve estetik algı düzeyine artı değer katar. Daha ötesi, her okumada yeni çağrışımlar sağlayarak okurun bireysel dönüşümüne sürekli katkıda bulunur. Şair, yazarak kendini gerçekleştirir ve ontolojik bir anlam kazanır, çünkü varoluşu anlamı kılan, bireyin somut ya da imgesel düzlemde, üretimle, nesnel gerçekliğe artı değer katmasıdır. Şair yazdıkça nesnel gerçeklikle beraber kendini ve okuru dönüştürür; bu da toplumsal dönüşüme katkı
yapar. Nesnel ve öznel gerçeklik, diyalektik bir bütün olarak karşılık etkileşim içindedir. Toplumsal gerçeklik, her ne kadar bireyin bilincini sınırlasa da, şair birey, bu ablukayı yarabilen ve toplumdaki tüm bireyler için yıkmaya çalışan kişidir. Aksi takdirde, kapitalist üretim ilişkilerinin olduğu bir toplumda, sosyalist şairin varlığından söz edilemezdi zaten… Gelelim saçma’ya…Doğada saçma yoktur. Her şey, diyalektik bir bütün olarak, sürekli bir değişim-dönüşüm içindedir. Saçma ise kendine ve doğaya yabancılaşmış bireyin hastalıklı zihinsel tasarımıdır. Nesnel gerçekliği dönüştürerek yansıtmadığı, nesnel karşılığı bulunmadığı, doğaya aykırı olduğu için yapaydır. Dışsallaştırıldığında, nesnel gerçeğe artı değer olarak eklemlenemez. Okura ulaştığında ise daha ilk okumada tükenir. Seken bir mermi gibi, alımlanamadan okurun bilincinden geri döner ve yazınsal çöplüğü boylar. Anlam taşımadığı için bildirişim işlevinden yoksun olan saçma, dilsel değildir. Dolayısıyla saçma’yla yazılan metin de şiir değildir. Emperyalist kapitalizmin Şiir’deki izdüşümü olan post-modernist şiir(!), anlam’ı hiçleyen yapısıyla, imge’lerle değil saçma’larla yazılmaktadır. Anlam içermediği için bildirişim yetisi yoktur; bildirişim içermediği için dilsel değildir; dilsel olmadığı için de aslında şiir değildir!!! Post-modernist şiir(!), kendine ve doğaya yabancılaşmış bireyin narsist mırıltılarıdır. Şairin kendisini ve okuru dönüştürme yetisinden yoksundur. Yığma saçma’ların, metinsel bütünlükten yoksun olarak yazılmasıyla oluşan post-modernist şiir(!), yabancılaşmayı oluşturan kapitalizme karşıt tavır geliştirmeyen edilgen bireyin yazdığı şiir(!)dir. Kapitalizm, varlığını korumak ve sürdürmek için her türlü muhalif tavrı sindirmek ister. Dizgeye muhalif olan Şiir’i anlamsızlığa boğup edilginleştirerek, Şiir’in bireyi ve toplumu dönüştürme yetisini silebilmek için post-modernizm denilen, saçmalığın daniskasına işlerlik kazandırmaya çalışmaktadır. Böylece, dizgeyle uyuşan ve sömürü şartlarını kolaylaştıran, örgütsüz ve edilgen bireyler oluşturmayı amaçlamaktadır… Bu noktada, İlhan Berk’in Yazko Edebiyat’ın 33’üncü sayısındaki söyleşisinden bir alıntı yapalım. İlhan Berk, Şiir’de anlam’a ilişkin şunları söylemektedir: “ Anlama gelince. Doğrusu asıl savaşım onun üzerinde toplanmıştır benim. Nedendir bilmiyorum, ben anlamı şiire pek yatkın bulmam. Kimi kitaplarımda onu düşman bile bilmişimdir. Anlam, sanki benim üvey evladımdır. Ama şunu da söyleyeyim; sonuçta şiir şiir ise, anlamlıdır.”Kendi içinde çelişkili bu ifadenin sahibi olan İlhan Berk ve benzerleri, anlam’ı hiçleyen tavırlarıyla, post-modernizmin gölgesinde,
bilerek ya da bilmeyerek emperyalist kapitalizmin uşaklığını yapmaktadırlar. Şiir’in post’u deliktir. SERKAN ENGİN Ekin Sanat Aralık 2005 Berfin Bahar Ocak 2006 YKY 2006 Şiir Yıllığı Kıyı Yaz 2007 Karalama Sayı 2 2007 Sert Sessiz Haziran 2008
Dergilerdeki Mülkiyetçiliğe Rest Çekmek ( Burjuva Etiğinin Dergilerdeki Gölgesinin Yırtılması) Ne Tanrı benim üstümde ne ben O’nun altındayım. Dostoyevski Ön not: Bu yazı belki bir şairin dergiler üzerinden intiharıdır. Ve/ama şiir coğrafyasında hacim sahibi olmak adına, dayatılmış yoz değerler(!) ile uzlaşmaktansa, gerçekten insani olanı savunmak adına çürümüşlüğe rest çekmektir… “Etik!(Ahlak)” diye haykırırlar size.” Bir şiir(yazı) tek bir dergide yayımlanır!”…Peki hangi etik?!. Elbette ki derginin, gönderilen şiirleri kendi mülkü kılmaya çalıştığı burjuva etiği… Şair neden şiir yayımlatır?..Her şairin farkında olduğu ya da olmadığı gerekçeleri vardır. Hiç şüphesiz, hepsinin ortak paydası, kabaca ‘kendi güzelliğini teşhir etmek ve övgü almak’ ekseninde tanımlanabilecek ego tatminidir. Ama bencileyin sosyalist bir şair için bundan çok daha öte amaçları da içinde barındırır şiir yayımlatmak. Nesnel gerçekliğin öznel açıdan estetik düzlemde dönüştürülmesiyle, nesnel gerçekliğe artı değer olarak eklemlenen şiir, bu bağlamda şairin kendisini ve okuru insani olan dizgeye doğru evrilten devrimci bir müdahaledir. Nesnel gerçekliğe artı değer olarak eklemlenen şiir, tamamlandığı andan itibaren sadece şairinin bile değildir. Artık o, şairi de dahil olmak üzere tüm toplumundur. Bu yüzden, gerçek sahiplerinin tümüne ulaştırılması için çaba göstermek, toplumun bilinç düzeyini ve estetik algı seviyesini arttırarak, toplumu dönüştürmek amacında olan sosyalist şairin görevidir. Bir ideolojiyi kuramsal olarak bilmek ve kabul etmek yetmez. Eğer onu içselleştirmediyseniz pratiğe dökemezseniz. Bu bağlamda, sol tandanslı dergiler de, diğerleri gibi, gerici etik(!) değerlerin izlerinden
sıyrılamamışlardır…Nedir bu gerici etik(!) değerler?.. Örneğin, dergilerde hala feodal etik(!) değerlerin uzantıları vardır. Kan bağı ekseninde kendi klanından olanı kollar gibi; “hemşehrim, köylüm” kayırmacılığı gibi, eş-dost yarenliği yapılıp ahbap çavuş ilişkisi sürdürülmektedir. Sosyalist dergilerde bile, sınıfsal dayanışma ekseninde ve/ama şairin imzasına ve yaşına bakılmaksızın nitelikli ürünlerin öncelenmesinden çok, bu eş-dost dayanışması başattır. Kan davası da feodalitenin etik(!) değerlerindendir.Eş-dost kayırmacılığını savunmak ile kan davasını savunmak aynı gericiliğin ürünüdür. Dergilerdeki bir diğer gerici etik(!) anlayış ise, Marksizmin yıkmaya çalıştığı burjuva etik(!) anlayışlarından bir olan, çekirdek ailedeki baba otoritesinin şiir coğrafyasındaki yansıması, yaş hiyerarşisidir. Pek çok dergici ve şiir yıllığı hazırlayıcısı, pervasızca, şiir seçimlerinde imzayı öncelediklerini, usta sayılan bir şair ne kadar kötü bir ürün vermiş olursa olsun, daha önceki ürünlerinin yüzü suyu hürmetine, yaşlarından dolayı geçen yıllar içinde şiire emek vermelerinin hatrına, bu ürünleri(!) yayımladıklarını itiraf etmektedirler. Melih Cevdet Anday, her ne kadar “Şairlerin yaşı olmaz” dese de; her ne kadar şiir tarihinde, on altı yaşında deha düzeyinde şiirler yazmış Arthur Rimbaud gibi bir örnek olsa da, dergiciler, burjuva etiği(!)nin yaş hiyerarşisi dayatmasından kurtulamamışlardır. Oysa ki, kötü bir şiirin (hatta düpedüz manzumenin), şairinin imzasından dolayı yayımlanması, bunu okuyan , yeni yeni şiir okuru olmaya başlamış bir genç için kötü örnek oluşturması nedeniyle topluma ihanettir. Oysa ki, nitelikli bir şiirin,şairinin imzasının henüz yeterince hacim sahibi olmamasından dolayı yayımlanmaması Şiir’e hakarettir… Yaş hiyerarşisini toplumsal hayat içinde savunmak ne kadar gerici bir tutum ise, dergilerde imzayı önceleyip “şiirden kesilmiş şairler”in kötü ürünlerini yayımlamak da bir o kadar gerici bir tavırdır. Kokuşmuş burjuva etiği(!) batağına saplanıp kalmaktır. Ve gene, ne yazık ki, sosyalizmi bu bağlamda içselleştirmemiş dergilerde de, bu burjuva etiği(!) uzantısı var olmaktadır… Yukarıda kısaca değindiğim, dergilerdeki gerici etik(!) anlayışlar, ayrı bir yazı konusu.Bu yazıda asıl açımlamak istediğim, dergilerdeki mülkiyetçilik!...Burjuva etiğinin(!) en temel yapı taşı…İnsanın insanı sömürdüğü dizge kapitalizmin olmazsa olmazı…Oysa ki “ Adalet mülkün temeli” değildir; mülk adaletin katilidir. Etobur hayvanlar nasıl kendi av alanlarını belirler ve rakiplerini buralara sokmak istemezler ise; nasıl bir köylü, komşusu çitini bir metre kendi
bahçesinin içine kaydırdı diye, çiftelisini komşusuna doğrultursa; dergiler de mikro iktidarları sarsılmasın diye mülkleri saydıkları, kendilerine yayımlanmaları için gönderilmiş ürünleri, başka dergilerle paylaşmak istemezler.(Ne acıdır ki, bir de, her dergi, kendini edebiyatın merkezi,Kabe’si,Güneş’i olarak görür.Herkes ve her şey etraflarında döner ve dönmelidir zannederler). ”Etik!” derler. Ne zaman ,hangi şartlarda ortaya çıktığını kendilerinin bile bilmedikleri; ne gibi bir işlevi olduğunu sorgulamadıkları, “Teamül işte” diyerek, mikro iktidarlarını sabitleştirmek için sığındıkları tek açıklamaları budur:”Etik!”…”Bir şiir(yazı) tek dergide yayımlanır!”…Peki bu hangi etik?Kimin etiği?...Elbette ki burjuva etiği…Şiiri , gönderildiği derginin mülkü sayan burjuva etiği… Bu “teamülü” hiç sorgulamadan, neden-sonuç ilişkisi çerçevesinde toplumsal işlevini(ya da işlevsizliğini) irdelemeden, mikro iktidarlarını perçinlemek için “tek şiir tek dergide” kokuşmuşluğunu savunurlar (ne yazık ki sol tandanslı dergiler bile). Bir şiirin(yazının), sadece tek bir dergide yayımlanmasının, toplumsal açıdan ne gibi bir yararı vardır, o derginin mikro iktidarını perçinlemekten başka?!.Aynı şiirin, çok sayıda dergide yayımlanmasının ne gibi bir zararı vardır, o şiiri alımlayabilecek tüm bireylere ulaşabilmek ve onların dönüşümüne katkıda bulunmaktan başka?!.Hele ki şiirin bu kadar az okunduğu bir ortamda…Hele ki editörlerin komşu dergileri, dergi yayın kurulundakilerin kendi dergilerini bile okumadığı bir zeminde. Şiir yıllığı hazırlayıcılarının bileher nasılsa- dergilerdeki şiirleri doğru dürüst takip etmediği bir ortamda…( Bu bağlamda, kişisel deneyimlerimden yola çıkarak,isim ,zaman ve dergi adı belirterek, somut örnekler üzerinden savımı kanıtlayabilirim. Ve/ama derdim, sorunu kişiselliğe indirgemek değil, dizgeyi sarsmak olduğundan, bu somut örnekleri vermiyorum). Yüz elli küsür edebiyat dergisi dolaşımdadır. Editörler bile komşu dergiyi okumazken; dergi yayın kurulundakiler bile kendi dergilerini okumazken; şiir yıllığı hazırlayıcıları bile yeterince dergileri takip etmezken, sıradan bir şiir okurunun bu denli çok sayıdaki dergiyi takip etmesi nasıl beklenebilir?Bırakın tüm dergileri,kendi poetik ve ideolojik anlayışı doğrultusundaki onlarca dergiyi, gerek ekonomik gerek zamansal açıdan izlemesi hangi şiir okurundan beklenebilir. Her derginin(istisnalar hariç) ortalama birkaç yüz okuru olduğu bir ortamda (ki bu okurların çoğu da ne yazık ki sadece şairler ve şair olma heveslileridir), toplumsal dönüşüme, şiirleri ile katkı yaparak, toplumu oluşturan bireylerin bilinç düzeyini ve estetik algı seviyesini arttırmayı görev sayan, bencileyin sosyalist bir şair için, şiirlerinin ancak dar bir çerçevede kısılı kalmasına seyirci olmak trajik bir durumdur. Daha da ötesi, dergilerde yer bulmak adına, dergilerin mikro iktidarlarını
perçinleyen, bu burjuva mülkiyetçiliğini sineye çekmek, devrimci ETİĞE, sosyalist AHLAKA aykırıdır. Son not : Bu yazıyı “okuyanlar okumayanlara anlatsın”…İmzamın hükmü – henüz- yeterli gelmeyeceği için bu yazının yankı bulacağını sanmıyorum. Ve/ama bundan sonra, dergi editörleri bu bağlamda, ya bana sızlanmasınlar, ya da hiçbir ürünümü yayımlamasınlar! REEST! SERKAN ENGİN EKİN SANAT EYLÜL-EKİM 2006 AKKÖY EYLÜL-EKİM 2006 göğebakmadurağı EYLÜL-EKİM 2006 BH KASIM-ARALIK 2006 ANDIZ KIŞ 2007 AFRODİSYAS SANAT OCAK-ŞUBAT 2007 ÇALI ŞUBAT 2007 GÜNEY NİSAN-MAYIS-HAZİRAN 2007 AKDENİZ EDEBİYAT MART-NİSAN 2008
ŞİİRİN KONSOMATRİSLERİ (Şair Oligarşisinin Yerel İzdüşümü) Şiir ile şair arasındaki ilişki, pek çok boyutuyla irdelenebilir: Özne-nesne ilişkisi, mülkiyet ilişkisi, ontolojik bağlam ilişkisi…Biz, bu yazıda, şairin yaşam pratiği ile şiirin ilişkisi bağlamında, şiir üzerinden erk elde etmek için çırpınan şair oligarşisini çözümlemeye çalışacağız. Şair, şiir yazarak kendini gerçekleştirir; ontolojik bir anlam kazanarak kendini sürekli yeniden üretir. Küçük burjuva şairlerini ve gerici şairleri bir kenara koyarsak, toplumcu (sosyalist) şairin şiir yazmasında bundan öte amaçlar olmalıdır. Nesnel gerçekliğin, şairin imgeleminde dönüştürülerek öznel olarak dışsallaştırılması olan şiir, toplumcu şairin kendisiyle beraber toplumu dönüştürmek için bir araçtır. Toplumcu şair, toplumun bilinç düzeyini ve estetik algı seviyesini arttırmak ve sınıf bilincini yaymak durumundadır. Bunu yaparken, didaktizmin tuzaklarına karşı uyanık olmalı ve şiirin politik bir araç olduğu kadar estetik bir amaç olduğu gerçeğini ıskalamamalıdır. Toplumcu şair, devletin sönümlendiği komünist dünyayı hedefler ve bu yolda çabalar. Devlet denilen aygıt, egemen sınıfın emekçi sınıf üzerinde erk elde etmek için kullandığı bir baskı aracı olduğuna göre, devletin sönümlendiği, bireyler arasında hiyerarşik bir yapının olmadığı sınıfsız dünyayı hedefleyen toplumcu şairin, şiir üzerinden bireysel erk elde etmek gibi bir derdi olamaz,olmamalıdır.Çünkü erk elde etmek, ötekini ast durumuna getirmek demektir. Toplumcu şairin şiir üzerinden bireysel erk elde etmeyi amaçlaması, her şeyden önce ideolojik yapısıyla çelişmesi demektir. Toplumcu şairin erk bağlamındaki talebi, kendi sınıfı proletaryanın burjuvaziye egemenliği ve sonrasında sınıfsız topluma geçmek amacı doğrultusunda, toplumcu şiirin (günümüzde toplumcu şiirin evrildiği imgeci toplumcu şiirin), küçük burjuva şiiri ve gerici şiir karşısında baskın olup okur potansiyelini arttırmak yönünde olabilir,olmalıdır.
Ve/ama toplumcu şairin şiir üzerinden bireysel erk elde etmek amacında olması, Marksizmi içselleştirip yaşam pratiğine dökememiş, solculuğu da şairliği de bir etiket olarak gören sığ(ır) şahısların işidir… Bu açımlamadan sonra gelelim şiirin konsomatrislerine…Aslında şiirin taşrası yoktur. Her ne kadar kültürel etkinliklerin niceliksel yoğunluğu, belirli büyük kentlerde toplanmış olsa da, pekala küçük bir kentimizden, şiirimizin gündemini belirleyen dergiler çıkabildiği gibi çok nitelikli şairler de çıkabilir, çıkmaktadır. Ve/ama küçük kentlerde, şairlerin niceliksel yapısı gereği, yani ulusal çapta tanınan ve şiirimizde kendine yer edinmiş şairlerin sayıca azlığı nedeniyle, kentin en tanınmış şairi etrafında, sarmal bir yapı içeren bir erk mücadelesi vardır. Bu sarmal yapının merkezindeki ulusal çapta tanınan şair, yerel gündemde çeşitli ünvanlarla bol bol pohpohlanır. Ne de olsa koyunun olmadığı yerde keçi Abdurrahman Çelebi’dir… Bir de bu şairin yardakçıları vardır. Yani bu şaire yakın durarak kendilerini önemli saymaya çalışan şair müsveddeleri. Bunlar, ulusal çapta tanınan şaire yağ çekerek onunla birlikte oligarşik bir yapı oluştururlar. O şaire yaltaklanarak, onun nüfuzu üzerinden çeşitli yayınevlerinden uyduruk kitaplarını yayımlatırlar. Yerel gazetelerde şair kimliği ile berbat köşe yazıları yazıp dandik sanat sayfaları düzenlerler. Daha da ötesi, bu oligarşik yapıdakiler, iki kadeh teklif eden heryere gidip uyduruk şiir dinletileri verirler.Bunlar rakının yanına iyi meze olurlar. Şiir üzerine iki tümce edebilecek kadar kuramsal birikimleri olmadığı, manzumeyle şiirin farkını dahi bilmeyip ucuz manzumelerini şiir diye yayımlatma gafletinde bulundukları halde, şiirin rantını tepe tepe yerler. Çünkü onlar için şiir, konformist beklentilerinin aracıdır. Boyaları dökülen şair maskelerinin ardında, mikro iktidar elde ederek yerel yapının maddi ve manevi kaynaklarını sömürmektir asıl amaçları. İki kadeh beleş rakı içmek ve kof ünvanların arkasına sığınıp yerel gazetelerde masa kapmaktır dertleri. Sonra bir de hiç utanmadan “toplumcu şairim” demezler mi… Şiir üzerinden elde ettikleri erkin sembolü, yakalarındaki şair rozetidir. Her ne kadar alınlarında “eşek” yazsa da, bu rozetle kendilerini toplumun üzerinde görürler. Ne de olsa rozetleri onlara düşledikleri pek çok küçük kapıyı açmaktadır. Bunlar, kentte şiir adına nitelikli bir çıkış görünce hemen tedirginliğe kapılırlar. Oligarşik yapıları, yok sayma taktiği ile savunmaya geçer.
Çünkü zavallı var oluşları, bu uyduruk erk üzerindendir ve maskeleri düşünce ortaya kocaman bir hiç çıkacağını çok iyi bilirler. Onlar, şiirin konsomatrisleridir. İki kadeh rakı ve ayaklarına kadar gidip onları alacak araba vaat ederseniz oturma odanızda size de şiir dinletisi verirler. SERKAN ENGİN Şehir Dergisi Kasım 2006 YKY 2006 Şiir Yıllığı Güney Dergisi Sayı 41 2007 Karalama Dergisi Ocak
KÖPEKLEŞEN ŞAİRLERİN ANATOMİSİ Yıl 2005. Bir telefon konuşması: Hüseyin Alemdar: Serkan n’aber? Serkan Engin: İyiyim, sağol. Hüseyin Alemdar: Serkan, Enver Ercan’a selamımı söyle, senin şiirlerini Varlık’ta bassın. Serkan Engin: (Gülerek) Ya “arkadaş yakinimdir” diyerek şiir mi bastırılır? … İlk bakışta Hüseyin Alemdar’ın yaklaşımı iyi niyetli olarak genç bir şaire destek gibi algılanabilir ama etik açıdan iğrençtir böyle selamla kelamla, torpille şiir yayımlatmak. Ne var ki onlar için doğal ve sıradandır bu durum. Çarklar böyle işler. Aslında bu, yetenek gördükleri genç bir şairi “çarklara” dahil etmektir, “ehlileştirerek”, bir şiir erkine biat etmesini sağlayıp “köpekleştirme” çabasıdır. Çokları için şiir bir erk alanıdır. Makro ve mikro şiir erkleri ile donatılmıştır şiir coğrafyası. Şiir şeyhleri edindikleri müritlerle güçlerini artırmak ister sürekli. Güçleri arttıkça erklerinin geleceğini garantilemek ve erkin getirdiği rantı yemektir amaçları. Enver Ercan, elinde bulundurduğu Varlık ve Yasak Meyve dergileriyle şiir coğrafyasındaki erk alanından aslan payını götüren kişidir. Bu sayede hemen her şiir yarışması jürisinde rahatlıkla görebilirsiniz kendisini. Köpekleşen genç şair!lerden pek çok müridi vardır, paralarını alıp Yasak Meyve Yayınları’ndan kitabını bastığı. Ödüller vererek, şiirlerini kendi dergilerinde yayımlayarak “ulufe” dağıttığı bu şair!ler sayesinde emre amade kapıkulları beslemektedir. Bir başka erk sahibi de yakın zamana kadar Adam Sanat Dergisi’nin başında olan ve şimdi aynı tavrı Sözcükler Dergisi’nde gösteren Turgay Fişekçi’dir. Gene Hüseyin Alemdar’ın aktardığına göre Ahmet Erhan ve Hüseyin Alemdar kaç kez ilkokul çocuğu gibi elinden tutup Onur Caymaz’ı Adam Sanat Dergisi’ne götürmüşlerdir, “Abi bu çocuğun şiirlerini bas” diyerek…Oysa ne kadar alçaltıcı bir durumdur bu kendine saygısı olan bir insan için. Ne var ki Onur Caymaz bu duruma “höst” demek yerine boynunu büküp “abilerinin” vereceği ulufeyi ellerine
ovuşturarak kabul etmiş ve böyle böyle palazlandırılmıştır. Tabi erke tabi, emre amade olması şartıyla. Bir başka şiir şeyhi ise jürisinde olduğu şiir yarışmasında aleni şekilde kendi oğlu Ali Hikmet’e ödül vermekten çekinmeyecek kadar pervasızca ulufe dağıtan Hilmi Yavuz’dur. Can Yayınları’nın şiir editörlüğü yaptığı sırada Can Bahadır Yüce’ye kitabını basmak suretiyle ulufesini vermiş ve himayesine almıştır. Bugün kral ve soytarısı şeklinde her yerde beraber boy göstermektedirler. Televizyon programlarına Can Bahadır Yüce’yi de götürüp kendine övgüler düzdürmektedir Hilmi Yavuz. Veysel Çolak da bir başka şiir şeyhidir elinde bulundurduğu Dize Dergisi ve şiir yıllıkları yayımlamasının verdiği güçle. Pek çok kapıkulu beslemektedir emre amade. k. İskender de bir başka şiir şeyhidir evinde müritlerine uşak muamelesi yaptığı sabit kişi…Bu isimler ve dergilere daha pek çokları örnek olarak eklenebilir şiir coğrafyasında irili ufaklı erk sahibi… “Şeyh uçmaz mürit uçurur” diye güzel bir söz vardır. Şiir şeyhlerinin erkini besleyen işte bu kısa yoldan tanınmak, palazlanmak, dergilerde şiirleri ve kendileri hakkında övgü dolu sözlerin yayımlanması, şiir ödüllerine kapmak, şiir yıllıklarına girmek, tanınmış yayınevlerinde kitaplarını bastırmak vs gibi çıkarlar uğruna bu şiir şeyhlerine biat ederek köpekleşen şaircikledir. Hatta şiir coğrafyamız bu yolda “metres şairi!” bile görmüştür. Çok ünlü bir yayınevinden şiir kitabını bastırmak ve Avrupa’da Şiir Festivallerinde fink atmak pahasına dedesi yaşındaki ünlü şairle ilişkisi ulusal basına kadar taşınmıştır bu şahsın. Oysa nitelikli şiir zaten geleceğe kalacak ve tarih herkesi doğru yere koyacaktır. Bırakın şiir ödülünüz olmasın, büyük yayınevleri şiir kitabınızı basmasın, namlı dergiler size yer vermesin…Günübirlik parsayı toplamak sizi geleceğe taşımaz, sadece geçici bir süre popüler yapar. Sonra şiir tarihinin çöplüğünü boylarsınız şiiriniz nitelikli değilse ve ancak okurun özdeşlik kurabileceği ya da okura empati kurduran şiirler geleceğe kalır. Nitelikli şiir yazamıyorsanız, okurun kalbine iki dize çakamıyorsanız, hiçbir şiir ödülü ya da edebiyat dergisi sizi geleceğe taşımaz. Ece Ayhan’ı şiir yıllıklarına bile almazlardı mesela. Bugün ise şiirleri hakkında tezler yazılan, pek çok genç şairi etkileyen ve tartışmasız şiir tarihimizin en özgün şiirlerini yazmış nitelikli bir şair olarak değerlendirilerek geleceğe doğru ilerlemektedir. Köpekleşen şaircikler oldukça bu şiir erkleri sürecektir. Ne var ki bu kapıkulu şaircikler tarihe utanç abideleri olarak geçerler ancak. Bir
Nazım’ın, Mayakovski’nin, Can Yücel’in, Neruda’nın, Rimbaud’un şiir erklerine biat ettiğini düşünebilir misiniz?.. Bir re-prodüksiyon şiirimle “höst” demek istiyorum bu şiir erklerine ve köpekleşen şairciklere : Şiir Haini Nazım’a ince selamlarımla… … Evet, şiir hainiyim, siz şiirperverseniz, siz şiirseverseniz, ben şiir hainiyim. Şiir, ahbap-çavuş ilişkilerinizse, hemşehrim-köylüm kayırmacılığınızsa şiir, şiir, kirli klikleriniz, çirkef klanlarınızsa, şiir, el altından takas ettiğiniz sahte ödüllerinizse mürit-mürşit yaltaklanmalarınızsa şiir, şiir, mikro iktidarlarınız, mikro vicdanlarınız, mikro beyinlerinizse, ben şiir hainiyim. Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla : Serkan Engin şiir hainliğine devam ediyor hâlâ. Serkan Engin NİSAN 2010
ŞAİR ÇALAR, ŞAİR OYNAR Şairlerin hali çok acıklı doğrusu. Bazen traji-komik duruma da gelebiliyor. Çünkü şiir okuru falan yok bu ülkede, kayda değer sayıda. Bu yüzden de şairler kendileri çalıp kendileri oynuyorlar ne acıdır ki. “Ne büsbütün içinde ne tamamen dışında” olduğum şair ortamına, artık acıyarak bakmaya başladım açıkçası. Ece Ayhan, Turgut Uyar, Cemal Süreya gibi büyük şairlerin şiir kitapları bile, senede bin tane satılmıyor. Bildiğim kadarıyla, istisna olarak, sadece Nazım Hikmet ve Yılmaz Odabaşı’nın şiir kitaplarının satışı, yıl içinde birkaç bin sayısına ulaşabiliyor. Edebiyat dergilerinde düzenli olarak şiir yayımlatan, şiir yıllıklarına giren şairlerin çok ünlü olanlarının dışındaki şairler, yayınevlerine kendi ceplerinden para vererek kitaplarını bastırmak zorunda kalıyorlar. O kitaplar da ancak 500 tane basılabiliyor, satmayacağı için. Dağıtımcıların çoğu, satılmadığı için, bu kitapları dağıtmaya yanaşmıyor. Kitapçıların çoğu da şiir kitapları satılmadığı için, çok ünlü ve satan şairlerin kitapları dışındaki şiir kitaplarını almak istemiyor. Aynı zamanda tanınmış bir edebiyat dergisinin de sahibi olan bir yayınevi sahibinin bizzat ağzından dinlediğim üzere, sene içinde, sadece üç şairin kitabını, seçerek yayımlıyorlar ve o kitapları da 500 tane basıyorlardı ancak. Bu 500 kitabın 50 tanesi, kitabın sahibi şaire veriliyor, eşe dosta imzalı olarak versin, imza günlerinde kullansın, arşiv yapsın diye. 50 tanesini de yayınevi kendi arşivi için saklıyor. 200 tane kadarı da kitabın sahibi olan şair ve yayınevi tarafından diğer şairlere ve kitabın tanıtımı yapmalarını umdukları, basın-yayın organlarındaki belirli kişilere yollanıyor. 50 tanesi ise, zorla kütüphanelere kakalanmaya çalışılıyor. Toplam sayı ne etti: 350. Geriye ne kaldı 500 kitaptan: 150. İşte bu kalan 150 kitap, dağıtımcı bulunursa, dükkânına almayı kabul eden kitapçılar çıkarsa, uzun yıllar boyu tükenmek bilmiyor raflarda. 500 tane basılan şiir kitabının yaklaşık 200 tanesi, diğer şairlere yollandığına göre, şairler sadece birbirlerine şiir yazıyorlar ne acıdır ki. Şiir kitabı çıkartıp imzalayarak birbirlerine yollamaktan öteye geçemeyip şiir okuruna ulaşamıyorlar, kayda değer sayıda şiir okuru olmadığı için. Edebiyat dergilerinde de durum farklı değil. Satılabilen bir iki edebiyat
dergisini alanlar, sadece şairler, kendini şair sananlar ve çok az sayıdaki sıkı şiir okuru. Diğer dergiler ise, dergiyi çıkartanlar tarafından şairlere ve diğer dergicilere yollanıyor çoğunlukla. Yani, bu dergiciler de birbirlerine kendi dergilerini yollamaktan öteye geçemeyip olmayan şiir okuruna ulaşamıyorlar. Yani, artık şiir, şairler arasında bir kapalı devre yayına, kendi aralarında bir oyuna dönüşmüş durumda. Ne acıdır ki şairlerin pek çoğu da birbirlerini okumuyor, bilindiği üzere. Şiir dinletilerin durumu da çok acıklı, hatta üniversitelerde düzenlenen dinletilerin durumu da böyle ne yazık ki. İstanbul dâhil olmak üzere, tüm şehirlerde düzenlenen şiir dinletilerine, konuk olarak çağrılan şairlerin dışında, sadece diğer şairler, kendini şair sananlar ve birkaç eş dost katılıyor. Kazara, ekstradan bir iki şiir okurunun gelmesi halinde ise büyük olay yaşanıyor doğrusu. Barlarda düzenlenen şiir dinletileri bir yana, üniversitelerde düzenlenen şiir dinletisi, şiir paneli, şiir kongresi gibi etkinliklerde de durum aynı. Birkaç sene önce, Kocaeli Üniversitesi’nde, başta Refik Durbaş olmak üzere, Seyyit Nezir, Baki Ayhan T., Arife Kalender gibi bilinen şairlerin konuk olup kürsüde şiir üzerine söyleşi yaptıkları dinletiye, sadece, İzmit’teki birkaç şair ve kendi şair sanan birkaç kişi katılmıştı mesela. Hatta, etkinliği düzenleyen İhsan Topçu, kürsüye çıkıp katılımın bu kadar az olmasından dolayı, konuk şairlerden özür dilemek durumda kalmış ve bu durumun final sınavları döneminden kaynaklandığını söylemişti. Bir süre sonra ise, öğretmenlerinin zoru ve not korkusu eşliğinde, toplu halde, epey sayıda öğrenci salona getirildi, durumu kurtarmak için. Kitap fuarlarına katılan şairlerin durumu da çok acıklı. Ruşen Hakkı, çok güzel tanımlamıştı yıllar önce, oradaki hallerini. “Gelinlik kızlar gibi oturuyoruz orada, gelene geçene bakıyoruz” demişti. Bu ülkede şiir okuru olmadığı için, şairler stantlarda oturup gelene geçene bakıyorlar ancak, eş dost geliyor birkaç kare fotoğraf çektiriliyor, şairler birbirlerinin standını ziyaret ediyor, orada gene birkaç kare fotoğraf. Yani, “dostlar alışverişte görsün” durumu yaşanıyor sadece. “Kimsenin kimseye gözü değmiyorsa, şiir niye?” demişti ya bir şair. Asıl, kimse şiir okumuyorsa, şiir yazıp yayımlamak niye? SERKAN ENGİN KASIM 2010
Ahmet Erhan’a ince mektup, “Sol” kulvarda koşan şiirler üzre Ahmet Abi, benim senin şiirinle geç tanışmama neden olan, bu zalim antolojilerdir. Ne yazık ki, antolojilerin çoğu, sanki şairleri kötülemek için kullanılan bir kirli propaganda aracı gibidir. Hatta, Memed Fuat’ın “Çağdaş Türk Şiiri Antolojisi” bile. Ben, işte bu yüzden, çok geç tanıştım mesela Ece Ayhan şiiriyle. Çünkü Memed Fuat’ın antolojisinde görmüştüm ilk kez Ece’nin adını, lisedeyken ve antolojiye alınan şiirlerinden biri, Ece Ayhan’ın post-modernist şiir ucubeliğine en çok savrulduğu şiir örneklerinin başında geliyordu, yani “Kudüslü Fare”. Nefret ettim onu okuyunca Ece’den de şiirlerinden de ve bir daha ilgilenmedim. Derken çok yıllar sonra, bir gün, “Devlet ve Tabiat” geçti elime ve aşık oldum bu şiirlere. Daha önce layıkıyla şiirini tanımama izin vermeyen şiir antolojileri yüzünden ıskaladığım Ece’nin, “Devlet ve Tabiat” dönemi ve sonrası şiirleri, benim okur olarak, yana döne okumaktan en haz aldığım şiirler arasına girdi. Yeni yeni sıkı şiir okuru olmaya dönüştüğüm günlerde, senin de birkaç şiirini okudum antolojilerin birinde ve ilgimi çekmedi açıkçası, muhtemelen antolojiyi hazırlayanın yanlış ya da sana karşı ard niyetli seçiminden ötürü. Çok yıllar sonra, yani şiire vira bismillah dememin üstünden epey yıllar geçtikten sonra, 2006’ta senin “Şehirde Bir Yılkı Atı” adlı kitabını okudum baştan sona. Senin okuduğum ilk ve tek şiir kitabın da budur, hâlihazırda. Bak Ahmet Abi, sakın kırılma, alınma, ama kalbim hiç kekelemeden düşüncemi ortaya koyacağım o kitap bağlamında, her zaman, her yerde, kendim dâhil herkese karşı nasıl dibine kadar dürüst davrandıysam. Gayrı sen ister “küstah veled” dersin belki içinden ya da bıyık altından gülersin belki “höst lan cühela” diyerek, ya da başkaca bir tepkin olur, bilemem. Öznel açıdan, bir şiir okuru olarak, o kitaptan şiir okuma hazzı alamadım. Şimdi gene belleğimi yokladım, ama tek bir dize bile çakamamışsın, o kitaptaki şiirlerinle, ne belleğime ne kalbime. Bak, Veysel Çolak’ın da iki ciltlik toplu şiirlerini okumuştum mesela 5-6 sene önce. Sizi aynı kefeye koymak ya da kıyaslamak babında demiyorum,
ama o şiir külliyatından da vallahi tek bir dize bile geçemedi bana, belleğime ve kalbime çakılı. Şair Serkan Engin olarak, kendi poetik duruşum, kavgam bağlamında bakarsak da durum şudur: Haberin olmuştur sanırım. “İmgeci Toplumcu Şiir Manifestosu” diye kısa, sade ve ne yazık ki epey yüzeysel (ah şimdiki aklım olsa…) bir bildiri yayımlattım 2004’te Şiir Ülkesi’nde, hatta 2007’de Necmi Selamet’in derlediği, cumhuriyet tarihimizdeki on iki şiir manifestosunu/bildirisini içeren “Şiirimizde Manifestolar” adlı kitaba alındı manifestom. Kısa ve öz ifade edersek, derdim şuydu poetik açıdan: Diyalektik gereği, Şiir de diğer her şey gibi, nasıl değişim/dönüşümden geri duramazsa, Türkçe Şiir’in geçirdiği deneyimlerden sonra –hele ki İkinci Yeni-, bugün artık imge-yoğun olmayan bir metin şiir değil manzume olur. Yani Attila İlhan’ın dediği gibi “Şiir imgelerle” yazılır. Bu manifesto –aramızda kalsın ki cahil cüreti kısmı da var işin- benim yazdığım ilk poetik metindir. Sonraki yıllarda, giderek daha derinleşen poetik yazılar yazdım ve içlerinde bence en iyisi, Özdemir İnce’nin “Şiir ve Gerçeklik” adlı kitabından yoğun olarak beslendiğim, bunun üstüne, önceden Metin Cengiz’in poetik yazılarından damıttıklarımı kattığım ve okuduğum daha başka pek çok poetik yazıyı da bunların üstüne katıp kendi imgelemimde harmanlayarak yazdığım yazı, yani “Post-modernist Şiir(!)’deki Sefaletin Çözümlenmesi” oldu. Bu yazı, birkaç dergide yayımlandı ve Baki Ayhan T.’nin hazırladığı 2006 YKY Şiir Yıllığı’nda anıldı, yıl içinde dergilerde yayımlanmış nitelikli poetik yazılardan seçmeler arasında, başka bir poetik yazımla birlikte. Ve Arif Damar, Cumhuriyet’teki köşesinde övmüş bu yazıyı meğer, hatta yazının altındaki adımı “müstear” sanıp, “Bu yazının altında imzası bulunan Serkan Engin, eğer müstear bir isim değilse, iyi bir yazar geliyor”, diyerek. Sağ olsun, bana da Hüseyin Alemdar haber vermişti o zaman, çocuklar gibi heyecanla arayarak beni (Ah ki, gelir mi bir daha Türkçe Şiir’e, Hüseyin Alemdar gibi, kalbi serçelerden örülü biri…). Hatta ricam üzerine, üşenmeyip sayfayı taramış ve bana yollamıştı Hüseyin Abi. Yani özcesi Ahmet Abi, “Kavgası Olmayanın Şiiri de Yoktur” diye, bir şiir bildirisi de yazmış olan bu şiirkardeşinin, hem post-modernist şiirle, hem gerici ve faşizan şiirle, hem de “kaba toplumcular” diye tanımladığı, yani bugün artık, imge-yoğun olmayan bir metnin şiir değil de artık manzume olduğunu; Sosyalist Şiir’de, sadece içeriğe yaslanarak, slogancı, sekter şiir yazmanın çoktan arkaik olduğunu, biçimsel açıdan imge-yoğun şiir yazmanın artık diyalektik bir zorunluluk olduğunu, yani ki, Ali Rıza Ertan’ın yirmi küsur sene önce fark ettiği ve savladığı gibi (ah ki,
manifestomu yayımladıktan sonra öğrendim bunu, Ali Rıza Ertan’ın bu sağlam ve diyalektik gereği, o yıllardan itibaren zorunlu olmaya başlayan önermeyi ortaya attığını ve boynu bükük bırakıldığını bu önermenin o yıllarda) “Biçimde İmgeci, İçerikte Sosyalist” bir şiirin olmazsa olmazlığını ıskalayan şairlerle kavgası var, poetik düzlemde. Selamlar…İçtenliğimle… Serkan Engin Kasım 2010
Şiir Bahane Rakı Şahane Barlardaki şiir dinletilerinde, şiir bir güzel rakıya meze yapılır. Zaten, rakı susuz da gider, ama şiirsiz aslaaaa. Şairler, şairlerin yakın dostları ve şair olma heveslilerinden başka tek bir şiir okuru bile gelmez genelde bu üfürükten şiir dinletilerine. Yani şair çalar şair oynar işte. Gelsin rakılar, bir yandan müzik, "haydin dans edelim, oturmaya mı geldik" halleri, arada “hadi şairler birbirimize şiir okuyalım" şeklindeki traji-komik haller... Hani, Çetin Altan’ın güzel bir tanımı vardır ya: "Türk'ün Türk'e propagandası" diye, işte bu şiir dinletileri de şairin şaire propagandasıdır en fazla . Tabi asıl mesele şiir miir değil canım, eğlenmeye bahane olsun, yani klişe slogan kalıbına dökersek: Şiir Bahane Rakı Şahaneee… Sanmayın ki üniversitelerin, belediyelerin, siyasi partilerin ya da çeşitli derneklerin ve benzeri kurumların şiir dinletilerinde, şiir panelikongresi- festivali vs. gibi etkinliklerde durum farklı. Orada da, şiir etkinliğine konuk edilen şairlere, etkinlik sonrası rakılı-mezeli sofralar kurulur bir güzel. Hatta bazılarını pavyona bile götürüyorlarmış aldığım duyuma göre. Hadi, barlardaki şiir dinletilerinde, her gelen kendisi ödüyor hesabını ya da arkadaşı ödüyor, “ne haliniz varsa görün” denip geçilebilir, ama asıl mesele üniversitelerin, belediyelerin, siyasi partilerin ve kamu kurumlarının düzenlediği etkinliklerde. Çünkü HALKIN PARASIYLA YİYİP İÇİYOR bu şair-paşamlar. Oralardaki şiir dinletilerinde de gene şairin şaire propagandası vardır zaten. Hani, şöyle yüzlerce şiir okuru, iştahla şiir dinlemeye gelse, “ Ya, adamlar bak o kadar kişinin estetik algısı ve bilinç düzeyine az da olsa katkıda bulundular okudukları şiirler ve şiir bildirileri ile, çok mu yani şimdi akşam bir yemek daveti ” diyeceğim. Gel gör ki, sadece şairler arasında kapalı devre yayındır ne yazık ki bu etkinlikler, şiir okurunu ara ki bulasın. E, o zaman ne diye düzenleniyor bu faaliyetler kardeşim: Tabi ki “Şiir Bahane, Rakı Şahaneeee”. Amaç tamamen ve sadece budur ne yazık ki. Maksat, bedava uçak biletleti ve ücretsiz konaklama sayesinde, gezelim görelim, yiyelim içelim, oh gelsin rakı-balık ziyafetleri, hatta pavyona götürülenler için “aman da dansöz ne iyiymiş be” halleri…
Uyumayın heyyyyyyyyyyyy!, “Dünyanın En Tuhaf Mahluku” dediği kişiler Nazım’ın, size söylüyorum. Uyumayın, hakkınızı arayın, emeğinizi çalmalarına göz yummayın bunların, sömürtmeyin kendinizi. Sizden toplanan vergilerdir, bu tayfanın, şiiri küçük konformist amaçlarına alet edip ziyafet sofralarında semirmelerini finanse eden. Sizin paranızla yiyip içiyor, hatta pavyonlarda dansözlerle birlikte gerdan kırıyor bunlar. Heyyyyyyyyyyyyy! Uyanın artık be! Nasıl demişti Tevfik Fikret: “Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin, /Doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin!” HAN-I YAĞMA İşte bu sofra efendiler İşte bu sofra kan ağlayan Can çekişen halkımızın sofrası. Nesi var, nesi yoksa hepsi bu. Bekler sizi efendiler bu sofra, Nasıl da durur, nasıl da titrer karşınızda. Aman canım, utanacak ne var efendiler? Yiyin yutun hapur hupur, şapur şupur, Yiyin efendiler, yiyin, Bu iştah açan sofra sizin. Vallahi sizin, doyuncaya kadar yiyin, Patlayıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin. Bütün bu nazlı beylerindir ne varsa ortalıkta Hasef, nesef, şeref, şatafat, oyun, düğün, konak, saray Hepsi sizin efendiler. Konak, saray, gelin, alay, Hepsi sizin, hepsi hazır, hepsi kolay. Yiyin efendiler yiyin, bu hanı iştiha sizin, Doyuncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin. Nasıl olsa bu yoksul, bu fukara halk Verir nesi var nesi yoksa, Verir malını, canını, ümidini, tüm güzelliğini, Servetini, istikbalini, sağlığını, rahatını. İçinde kaynayan mahşeri Verir bu memleket, verir, hiç tasalanmayın, Hiç düşünmeyin haram mıdır yoksa helal mi.
Yiyin efendiler, yiyin, ama biraz çabuk yiyin Bu harmanın gelir sonu, kapıştırın giderayak. Yarın bi bakarsınız, sönmüş bugün çıtırdayan ocak. Bugün mideniz hazırken, bugün çorbalar sıcak, Atıştırın, tıkıştırın, kapış kapış, kucak kucak. Götürün efendiler, götürün, bu yağma sizin, Bu ihanet sizin, bu hıyanet sizin, Gün sizin efendiler, şölenler, törenler sizin. Gelin görün ki ne yapsanız, ne etseniz de Çare yok efendiler, siz de gelir ve geçersiniz, Gelmiş ve geçmiş efendileriniz gibi. Çün bu memleket bizim efendiler, bu memleket bizim. Söylemek zorunda kaldığım için özür dilerim. Siz yine de yiyin efendiler, yiyin Bu iştah açan sofra sizin, yiyin yiyin, yiyin yiyin.. TEVFİK FİKRET Tevfik’in izinden giden onurlu şairlere selam olsun… Diğerlerini de halk’a ve en büyük yargıç tarih’e havale edelim… Serkan Engin Kasım 2010
Haydar Ergülen’e heves kırığı mektup Senin şiirlerini, kitabını çalacak kadar çok sevmiştim bir zamanlar, adımı hırsıza çıkaracak kadar. Hem çaldım, hem söyledim, sana. “Bi’ tozunu alıp koysaydın gene rafa”, demiştin de, “Abi, kimse kapağını bile açmamıştı ne yazık ki, ‘şiir okulu’ denen yerin kütüphanesinde.” demiştim. İmzan vardı içinde, elin değmişti, güzel bir şeydi, bende hatıra kalması senden. Şimdi ise, senden bana hatıra kalan sadece, istesem de belleğimden ve kalbimden asla silemeyeceğim birkaç güzel dize, en çok da: “Kırk şair birden olsam yazamam bir hevesi”. Benim bir zamanlar şairlere dair en büyük hevesim, ansızın bir yerde, kimse tanıştırmadan, mesela bir vapurun kıç üstünde, sen dalgın dalgın martılara, denize ve Allah’a bakarken, sana rastlamak ve senin “Cümle” şiirinin son iki dizesini dönüştürüp sana hitap etmekti, tokalaşmak için elimi uzattıktan sonra: “Aşk olsun sana Haydar Abi/ Şiire kurdun cümlemizi”… Kalbim bunca temiz diye midir bilmem, ama tam da düşlediğim gibi oldu, seninle ilk yüz yüze gelişimiz. Galata Kulesi’nin köşesinden bir adam döndü ve burun buruna geldik. Kalbim yörüngesini değiştirdi birden; baktım ki: Haydar Ergülen. Benim başka hiçbir çocuk kalpli düşüm, ince hevesim, bu kadar güzel ve böyle istediğim gibi gerçekleşmedi bugüne kadar, Haydar Abi: Yaş 35, yolun bilmem neresi… Elimi uzattım, tokalaştık ve tam da düşlediğim gibi, “Aşk olsun sana Haydar Abi/ Aşka kurdun cümlemizi” dedim, gözlerinin içine bakarak. Şaşkınlık içinde “Kim, kimsiniz” diye kekelediğinde, adımı söyledim. Öncesinden başlayan telefon ve e-posta ilintimiz üzerinden beni anımsadığından, sıcak, kısa metrajlı bir sohbet gelişti aramızda, “ayaküstü”. Nasıl bir tesadüftür ki, yanımda da, eskisi memleketimde olduğu için, bu tanışma olayından sadece bir gün önce, yeniden okumak hevesi içimi doldurduğundan ötürü bir sahaftan aldığım, en sevdiğim şiir kitabın: 40 Şiir ve Bir…
Kitabı çıkardım çantamdan utana sıkıla, rahatsız etmekten çekinerek, imzalatmak için sana. O kitap artık bende değil Haydar Abi, ama yazdıkların kalbimde hâlâ: “Kule dibi. Ayaküstü. Şiir üstü.” Düşünüyorum da, ya o zamanlar, senin Cihangir’deki (belki Kuzguncuk’taki o zamanlar) evinin kapısına gelseydim, içimde ince bir heves, içeri alır mıydın beni acep. Aldın diyelim, azıcık iner miydi peki yeryüzüne, Kaf Dağı’ndaki burnun. Göz hizasında sohbet eder miydin benimle. “Kimsenin gözü kimseye değmiyorsa…” diyorsun ya, kalbin değer miydi acep kalbime. Kalp hizasında sevebilir miydin beni… Diyeceğim o ki, Böbürlenme Haydar Abi, senden büyük Hüseyin Alemdar var, Şiir’de ve daha önemlisi, Güzel Sevebilmeler Cumhuriyeti’nde. O’nun kalbi bir serçe sürüsüdür, şiire, sinemaya ve aşka kanatlanan. Yoksulluğun ve kahrın dibine vurduğu günlerinde, babasının Sadri Alışık Sokak’taki köhne ofisinde yatıp kalkarken yani, aşk’tan yetim, iş’ten ıskartayken, beni, yani yeni yetme kıçı kırık bir şairi, ayakta karşılamış ve ayakta uğurlamıştır, çok yıllar önce. Bayram sabahına uyanmış bir çocuğun heyecanlıyla, bana ücretsiz olarak bir sürü şiir kitabı vermiştir, Hera’dan yayımladığı. Gün gelmiş, boyunu aşan yoksulluğuna rağmen, cebindeki, kendisine bile ait olmayan paradan, çıkartıp yol parası vermiştir bana, yolda kaldığımdan. Hüseyin Abi ki, sen dâhil tüm şairleri kalp hizasında seviyor, “uzakyakın, kavgalı da olsa, tüm şairler kardeştir” diyerek, “hâlâ” ve gelmez bence bir benzeri bir daha kolay kolay, bin kanatlı vefa kuşu Hüseyin Alemdar’ın, şiir camiasına. Göz hizasında seviyor, Yeşilçam figüranlarını da, Yılmaz Güney’i de; bencileyin lanet, Şiirli Köyün Delisi’ni de, Şiir’in Küçük Prensi, zerafetin sol anahtarı Ersan Erçelik’i de. Ben ki ağır sıklet küfürbazımdır, sen dâhil bilir cümle âlem; ben bile ar eyledim, senin şair kardeşlerine ettiğin o haksız hakaretleri bu, ince sitem dolu, heves kırığı mektubun arasına tıkıştırmaya. Ayna olur sana ki, belki dank eder kalbine, utanırsın biraz kendinden, diyerek bile yazamadım o sözlerini bu sayfaya. Peki, sen nasıl yazdın o sözleri, ölen bir şair için açılan taziye defterinin, yaslı sayfaların arasına, hiç ama hiç yeri değilken…
Hani, uzaktan kalender biri bildiğimiz yıllardır; yakından görünce kalbini, ‘böyle çiğmiş meğer’ diye çıkan Haydar Abi, kendinle barışık mısın hâlâ? Hâlâ “Kars’a uzun gitmeye” yüzün var mı mesela, Cemal Abi ile yan yana… Serkan Engin Heves Kırığı 2010
İki Tur Şiirli Mektup: 1- Cemal Abi’ye küçürek mektup, az erotizm Cemal Abi, senden sonra mı böyle oldu, yoksa hep mi böyleydi bilmem, ama bugün, şairlerin çoğu kalpsiz ve kalpadam be Cemal Abi, azıcık kazısan hayal kırıklığı çıkıyor altından. Şiirleri ise hiç sorma, bugünlerde çoğu puşt-modern. Senin ustan Karacaoğlan’dı, sevişen harflerden hayat yapmak üzre. Senden sonra bayrağı devralan da şiirevladın Hüseyin Alemdar, bugün Türkçe’de ve muhtemelen tüm dünya dillerinde en iyi erotik şiirleri yazan. Ya bir gün tutukluk yaparsa Hüseyin’in kalbi şiire, ya da topallarsa hayattan, yahut – gecinden versin elbet- istifa ederse, bir düş ağrısı gibi süren ömründen, diyerek endişelenme sakın Cemal Abi, biz de kendi sıkletimizce “Uzun minareliyiz”, elhamdülillah. Serkan Engin Kasım 2010
2- Can Yücel’e canhıraş şikayet Can Abi, hani sen sağken, sanki bazılarının analarını sikmişsin gibi; ya da Orhan Gencebay, Müslüm Gürses, Ferdi Tayfur ile birlikte arabeskin kare asıymışsınız gibi,“Can Baba, Can Babaa” diyor ya sana bazıları; ben özellikle ve inadına demiyorum, Can Abi. Bilirsin çoğu, ünperest ve erkperesttir, bu insan denen memeli türündekilerin. Hani, hiçbir aslan, sürüdeki en iyi avlanan aslana yalakalık etmez, onun başarısından pay çıkarmak için kendine. Ya da hiçbir arı, kovandaki polen toplamakta en başarılı arının kıçında dolaşmaz, kendisini de adamdan saysınlar diye…
Ne zamanki sen, şiirde ünlendin kırkından sonra ve bira köpüğü saçlı, dağ sakallı bir adam oldun, bayıldılar senin küfretmene. Ağzının içine bakarlardı, “aman, can baba benim de anama küfretsin” diye. Sonra sen basıp gittin “kıçımın fosforuyla aydınlanın”, diyerek. Peki, küfür bitti mi senden sonra; hâşâ. Zaten senden önce de ve sağken sen, 7’den 77’ye küfürbazdı bu ülke, sen gittikten sonra da, yine ve hâlâ. Evde, sokakta, ka’vede, kışlada, fabrikada, ofiste, pazarda, yani bilcümle insanların dolandığı her yerde, şakır şakır kol geziyor küfür bu coğrafyada. Uzatmayalım, zaten bildiğin şeyler buraya kadar olanı; şikâyetime geleyim Can Abi de, kamu âlem sen anla: Ben ne zaman dellenip arsızlığa, yüzsüzlüğe, şerefsizliğe küfretsem uzun boylu; “uzaylı görmüş köylü” gibi şaşarak bakıyor pek çokları bana; sanırsın hepsi sadrazamın sol testisinden firar etme, hepsi asilzade torunu. E, daha “ünlü” harf değiliz henüz şiirin alfabesinde tabi. Saçımızdan bira köpükleri de düşmüyor daha sakalımızın dağlarına. Ne zaman ağız dolusu küfredecek olsam, birileri çıkıp başöğretmen gibi parmak sallıyor bana. Sen söyle şimdi Can Abi, “ün”leyip “ün”leyip de, nerelerine sokmalı bunların parmaklarını? Serkan Engin Kasım 2010
Hepinizin Annesi Melek, Hepinizin Babası Kahraman “Şiirimiz karadır abiler” Ece Ayhan Öyle tabi paşam, elbet hepinizin annesi melek, hepinizin babası kahraman. Bir beni döve söve büyüttüler çünkü, bir beni öz anam babam sokaklara attı, defalarca, karda kışta. Sizinkiler mi? Aman canım, hâşâ, hepsi melek, hepsi kahraman. Ne var ki paşam, ben şahsen “yalnızlığın sokak köpeği” olmak durumunda bırakılmasaydım da, öz anam-babam sokaklara atmasaydı da, dövüle sövüle, psikolojik işkenceyle büyütülmemiş olsaydım da, tüm bunları ve daha başka belaları/kahırları/zulümleri yaşayan çocukları/kadınları/adamları kalbim GÖRÜR ve onların dili olarak da onların şiirlerini yazardım paşam. Ki yazdım da çokça, hiç çıraklık yapmadığım halde “Kırık Çırak” şiirini, tezgâhtar kız olmadığım halde “Tenha Tezgâhtar” şiirini, eşcinsel olmadığım halde “Kız Veysel” şiirini, gündelikçi-temizlik işçisi kadın olmadığım halde “Gün delik Gülizar” şiirini yazdığım gibi. Peki siz neler yazdınız paşam? “Hayatta ben en çok babamı/anamı/karımı sevdim” şiirlerinden başka neler yazdığınız bu bağlamda. Ah tabi ya, hem hepinizin anası melek, babası hep kahraman. Ayrıca bu toplumda hiç ama hiç, kanayan kocaman bir yara olarak sokaklarda gezen kimse yok zaten. Ne demek efendim, hâşâ. Güllük gülistanlık içindeyiz cümleten zaten. “Allah devletimize, milletimize zeval vermesin” di’mi paşam. Kürt çocuklarını “devlet dersinde öldürmüşler” mi demiş birileri, aman efendim, hâşâ, yapar mı hiç öyle şey “Dövlet Baba”, zinhar iftiradır, çamur atmadır, vatan hainliğidir. Bunlara sosyal linç uygulamalı paşam, Ahmet Kaya’ya yapıldığı gibi, gavur illerine sürmeli bunları, memleket hasretiyle kavrula kavrula ölsünler paşam, Nazım Hikmet gibi. Sonra, çırak çocuklar, eşcinseller, gündelikçi kadınlar, tezgâhtar kızlar, genelev kadınları, işportacılar, uyuşturucu belasına batanlar, işçiler-memurlar-köylüler-küçük esnaflar-ev kadınları da kimmiş paşam, hepsi iktidarlarınızın elinin kiri, yıkarsınız geçerler, paşam. Siz devam edin gene post-modernist şiirleriniz(!)de sözcük oyunları ile oyalanmaya, Letrizm’in hortlağına sarılıp bölün gene aptalca sözcükleri
harflere, devam edin paşam. Gün sizin şimdilik, size el veren edebiyat erk odakları sayesinde. Yalnız paşam, şu var ki, sizin kulağınıza fısıldayan biri çıkmamış olabilir belki henüz, ama okurun empati ya da özdeşlik kuramadığı şiirler, edebiyat tarihinin çöplüğünü boylar paşam. O el etek öperek edindiğimiz dandik ödüller, ya da erk odaklarına yaltaklanarak yayımlattığınız kitaplarınız, şiirin şer odakları sayesinde girdiğiniz dergiler, yıllıklar, antolojiler sizi kurtarmaz paşam. Sizi tarihin kuburu bekliyor, haberiniz olsun, sefanız olsun paşam. Serkan Engin Aralık 2010
RİCA EDERİM ÖL ARTIK RUŞEN ABİ “İzmit” ve “Şiir” sözcükleri yan yana geldiğinde, akla ilk Ruşen Hakkı gelir uzun yıllardır, her ne kadar kendisi doğma büyüme İzmitli olmasa da. Gençlik yıllarında, işi gereği İzmit’e tayin olmuş ve o dönem İzmit’te kendisinden başka, ülke çapında bilinen şair olmadığı için İzmit Şiir Erki’nin başına geçmiş ve hâlihazırda bu erkin başındaki şairdir. Nasıl bir şairdir dersek, bence Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın son dönemi kadar kötü, Fazıl Hüsnü kadar iyidir. Varın siz bu iki çelişik gibi duran yargıdan istediğinizi seçin, ister övgü ister yergi sayarak. Ruşen Hakkı ile tanıştığımızdan bu yana, yani on iki sene içinde, kişisel hiçbir sorunumuz olmamıştır ve bilirim ki hiç yüzüme karşı söylememiş olsa da sever beni, ben de O’nu. Yıllardır görüşmüyor olsak da geçen sene tesadüfen yolda karşılaştığımızda, içtenlikle tokalaşmıştık kısaca hal hatır sorarak birbirimize. Yüzüme sımsıcak, içten bir sevgiyle ve saygıyla bakarak tebessüm etmişti. Şiire daha yeni yeni kulaç atmaya başladığım yılların başında, kendisine götürdüğüm acemi, kötü şiirlerimi okumaya katlanmış ve hiç üşenmeden her biri için kısa notlar düşerek, bu notları sanırım hâlâ kullanmakta ısrar ettiği emektar daktilosunda, toplu halde yazıp bana vermişti. Şimdi ben de O’ndan edindiğim şiir terbiyesi ile bana acemi, kötü şiirlerini getirip yorum isteyen gençlerin yolladıklarını, aynı sabır ve özenle okuyup, kalplerini ve heveslerini kırmadan, bilgimi paylaşmaya çalışıyorum. Bugüne kadar Ruşen Hakkı’nın hiç kimseyi kırdığına da şahit olmadım zaten. Hep babacan, içtiğinde neşeli ve tatlı küfürbaz, rakıyı güzel içmesiyle ünlü… Ruşen Hakkı, iyi kötü, Türkçe Şiir’de kendine bir yer edinmiştir hiç şüphesiz, yarım asrı çoktan aşan şiir maratonuyla. Şiire verdiği elli küsur yıllık emeğin ve yeteneğinin sonucu olarak da İzmit Şiir Erki’nin tartışmasız lideri konumundadır. Ne var ki bir de Ruşen Hakkı’ya yamanan ve O’nun ününden nemalanarak, aslında amatör küme şiir oyuncusu olmalarına rağmen, büyük şair edalarıyla gezinen birkaç kişi vardır. Bunlar, Ruşen Hakkı’nın dostluğunu sömürerek, üfürükten şair sıfatı kazanmış, kendi ceplerinden para vererek yayımladıkları uyduruk şiir kitaplarıyla da yalancı pehlivan gibi dolanmaktadırlar ortada, uzun yıllardır. Hâlbuki hiçbiri ne şiir yıllıklarına girebilmiştir henüz, şiirleri ya
da poetik yazılarıyla ne de kendilerinin bizzat yayın kurulunda bulunduğu ya da başında arkadaşlarının bulunduğu bir iki dergi dışında doğru dürüst şiirleri yayımlanabilmiştir edebiyat dergilerinde. Bu amatör küme şiir oyuncularından bir tanesi, bu sayede, yerel gazetelerde köşe kapmaktan tutun da yerel tv’lerde program yapmaya kadar epey nemalanmaktadır, üfürükten şair sıfatına sığınarak. İki tanesi ise İhsan Topçu’dan sonra hiç de layık olmadıkları şekilde, Kocaeli Şiir Etkinlikleri Birimi’nin başına geçmişlerdir. Üniversitedeki bu iki amatör küme şiir oyuncusundan birinin üfürükten şiir kitaplarını, İzmit’teki tek kitapevinin önündeki sepette, ucuzluk reyonunda görmüştüm “tanesi 50 kuruş” yazılı bir etiketle. Bunun üzerine içeri girip bu kitapları kilo hesabıyla ile alıp alamayacağımı sormuştum ben de. Yıllar önce bir etkinlikte şöyle demişti Ruşen Hakkı: “Gençken, içimizden ‘yeter artık yazmayın ya’ derdik ustalar için, ama öyle olmuyormuş, bu yaşa gelince de şiir yazmak bırakılamıyormuş.” Doğrudur evet, şair adam son gününe kadar yazmadan duramaz. Ancak ölerek şiirden kopabilir bir şair. Ben de yaşlandığımda, o zamanın genç şairleri benim için, içlerinden ya da aleni “Yeter be Serkan Engin, öl artık” diyecekler, kendilerince haklı olarak. Hatta şairler arasında en kolay bana diyecekler şu yazımı da dayanak gösterip. O zaman ben de tıpkı Ruşen Hakkı’nın bu yazıyı okurkenki hali gibi, tatlı, babacan bir tebessümle karşılayacağım o genç şairleri. Ruşen Hakkı, etrafına çöreklenen ve kendi ününden nemalanarak üfürükten şair sıfatı elde eden ve bu sıfata sığınarak, kendisi ile birlikte “mevlüthanlar” gibi şiir dinletilerinde toplaşan, akabinde bunun hatrına rakılı mezeli ziyafetlere konan, kitap fuarlarında küçük şiir dağlarının tanrısı gibi boy gösteren, gazetelerde köşe kapan, bu köşe kapmacı şahısları, bu saatten sonra hayatının dışında tutmaya niyetli olmadığına göre ve Ruşen Hakkı’nın şiir ortamlarından, sosyal hayattan tamamen elini eteğini çekip inzivaya çekilmek gibi bir planı olmadığı da göz önüne alınırsa, tek bir yol kalıyor geriye, Ruşen Hakkı’dan nemalanan sahte şiir peygamberlerinin ucuz erkinin yıkılması için, o da ölmesi Ruşen Hakkı Abimizin. Bu yüzden senden Şiir aşkına rica ediyorum, öl artık Ruşen Abi. SERKAN ENGİN KASIM 2010
HER TÜRK ŞAİR! DOĞAR (Tabi Diğer Anatolya ve Trakya Halklarından Olanlar da) Bu ülkede herkes şiir! yazar. Öyle “Her üç kişiden beşi” değil her 3 kişiden 99’u şairdir!. Şiir yazmayana kız vermezler. Şiir kitabı olmayanı kahvehaneye bile sokmazlar, adamdan saymazlar. Bir genç kızının çeyizinin en nadide parçası yazdığı şiir kitaplarıdır. Herkes için yapılması sıradan ve “vatan borcu” şeklinde olmazsa olmaz bir görevdir şiir yazmak. Velhasıl, bu ülkede şiir yazmak en hafif meşrep iştir. Hegel’in sanat disiplinlerinin en üstünü olduğunu iddia ettiği Şiir, bu coğrafyada sanatın orospusudur. Kimse amatörce beyin ameliyatı yapmaya kalmaz ama herkes şiir! yazar… Hegel, Şiir’i sanat disiplinlerinin en üstünü saymıştır, çünkü Şiir insan imgeleminin en özgürce kullanılabildiği alandır . Diğer sanat disiplinlerinde, özellikle plastik sanatlarda malzeme, sanatçı özneyi kısıtlar, ama tamamen soyut nesneler olan sözcüklerin imgeler üzerinden bir ya da daha çok izlek etrafında kurgulanması ile oluşturulan Şiir, sözcüklerin ontolojik yapısı gereği sanatçı özneyi en özgür bırakan alandır ve/ ama bir eserin sanatsal değer taşımasının en temel özelliği olan özgün biçemi Şiir’de kurmak da bir o kadar zordur. Çünkü herkesin kullandığı doğal dilin parçası olan sözcüklerden size ait yepyeni bir üst dil kurmak zorundasınızdır öncelikle. Bu şiir dili hem özgün hem de etkileyici olmalıdır. Arkanızda bulunan, sanat tarihi boyunca denenmiş pek çok yöntem hem size yeni ve özgün dil için üstüne yeni bir tuğla ekleyeceğiniz bir birikim sunarken bir yandan da bu denli çok şeyin denenmişliği sizin özgün biçem kurmanızda, hatta daha ötesi büyük şair olabilme kavgasında yeni bir poetik yol açmanızda işinizi o denli zorlaştırır. “Poeta nascitur, non fit.” diye eski bir Latin Deyişi vardır. Yani” Şair olunmaz, doğulur”. Önce doğuştan gelen genetik özelliklerinizin arasında şiir yazabilme yetisi olmalıdır. Sonra bu yeteneği büyük bir emekle işlemek gerekir. Şiir külliyatını okuyup içselleştirmenin yanında, şiir üzerine kuramsal yazıları/kitapları okumanız gerekir ki kendi özgün biçeminizi kurmanız yolunda kafa yorabilmeniz için donanımınız olsun. Sanat tarihini incelemeniz ve Şiir’in diğer sanat disiplinleri, özellikle resim sanatı ile arasındaki kuramsal etkileşimlerini bilmeniz gerekir.
Bunlar da yetmez, şiir dışındaki sanat eserleriyle alımlayıcı özne olarak imgeleminizi beslemeniz gerekir. Daha ötesi temel olarak pozitif bilimler ve sosyal bilimler üzerinde bilgi birikimiz olmalıdır. İçselleştirilmiş bir politik görüşünüz ve tavrınız olmalı, sanat algınızı ve üretiminizi bu çizgide şekillendirmeniz gerekmektedir. Daha da ötesi hayatın çeşitli alanlarında şair özne olarak gelişen algıda seçiciliğiniz ile gene politik bakış açınız üzerinden hayatın sonsuz olaylar kombinasyonları içindeki “insan”ı gözlemeniz ve o “insan”ın şiir düzleminde dili olmanın yollarını, didaktizme kaçmadan aramanız gerekmektedir. Bütün bunlar yıllara yayılan zorlu ve acılı bir süreçtir. Şiir yazmaya başladıktan sonra, önceleri nüve olarak şiirinizde bulunan özgün biçem, zamanla gelişir ve olgunlaşır. Ardından başka bir sancılı süreç başlar: Şiirin asal varlık alanı olan edebiyat dergilerinde şiirlerinizi yayımlatmak…Derken uzun yıllar içinde has şiir okurunun, edebiyat dergisi okurunun şiirini bilip tanıdığı bir konuma gelince de şiirlerinizi matbu olarak yayımlarsınız (Gerçi bu da ayrı bir sancılı konu…). Yani şiir yazmak ömür boyu sürecek sancılı bir maratonu koşmaya kalkmaktır (Şair kendince haklı gerekçelerle şiiri bırakmaya karar vermedikçe…) Oysa bugün herkes şair!..İnternet, sanayi devriminden sonra insanlık tarihinde en büyük sosyal değişimleri yapan olgu. Zamanla daha da belirginleşecek bu etkiler. Kitle iletişim araçları içinde en işlevsel kullanım alanına sahip olan internet, bireylerin en özgür şekilde kendilerini ifade etmeleri olanağını sağladı. Tabi, her yeni buluş gibi bunun da yan etkileri kaçınılmazdı. Şimdi ipini kopartıp klavyesini kapan şair! oluyor. Şiirin neliği hakkında iki satır bile okumayıp hiç kafa yormadan, tümceleri alt alta yazıp az biraz da uyak düşürüp yazdığı manzume müsveddelerini şiir zannedip birbirlerine ifşa ediyorlar. Hatta adlarının başına “Şair bilmem kim” , “Usta Yazar bilmem ne oğlu” kimi sıfatları cömertçe serpiştirip nasıl gülünç durumlara düştüklerinin farkına bile varmıyorlar. Sonra, daha doğru dürüst hiçbir dergide ürün yayımlatmadan koşar adım şiir! kitabı çıkartıyorlar; şiir! dinletileri verip eşi dostu davet ediyorlar…Oysa kimse amatörce beyin ameliyatı yapmıyor; kimse amatörce takım elbise dikmiyor; kimse amatörce marangozhaneye dalıp sandalye yapmıyor; kimse amatörce avukatlık yapmıyor; oysa kimse…Kimse haddini bilmiyor! SERKAN ENGİN MART 2010
RÖTARLI ŞAİRLER! SİRKİ Edebiyat tarihi incelendiğinde görülür ki büyük şairler, en geç yirmili yaşlarının sonuna doğru şiire başlamışlardır. Hatta çoğu yirmili yaşlarda ilk şiir kitabını çıkartmıştır bile. Tabi bundan önce, şiirleri defalarca edebiyat dergilerinde yayımlanmış ve şiir okurunun bildiği birer şair haline gelmeye başlamışlardır. Yani edebiyat tarihinde, kırk yaşından sonra şiire başlayan büyük bir şair yoktur. Bırakın büyük şairi, gerçekten şair vasfına sahip hiç kimse yoktur edebiyat tarihinde, kırkından sonra şiire başlayan. Bunun psiko-dinamik nedenlerini açıklamak elbette psikolog ve sosyologların ilgi alanına girer, ama nesnel durum açıkça bunu göstermektedir. Günümüzde, internet devrimi sonrası kırkından hatta ellisinden sonra şairliğe! soyunan pek çok şahıs türemiştir. Bunlar internet öncesi de vardı ve yazdıkları şiirleri! uyduruk gazetelerin dandik şiir köşelerine yolluyorlar ve bu şiirler! yayımlandığında da kendilerinde vehmettikleri şair vasfını perçinlediklerini sanarak egolarını şişirmeye devam ediyorlardı. Bugün internet devrimi ile birlikte bireysel iletişim olanaklarının sınırsızlaşmasıyla bu rötarlı şairler! çok daha kolay at koşturacakları alanlara kavuştular. Bu şahıslar, çalıştıkları işten emekli olduktan sonra boşluğa düşen kişilerdir. Ömür boyu hayatlarını anlamlandıramadıklarının farkına varırlar birden, günlük meşgaleleri olan mesleklerinden ayrı düşünce. Böylece, hem zaman geçirmek hem de giderayak kendilerini anlamlı kılacak işlerin içinde olmak ve adlarını yarına bırakabilmek kaygısıyla “hobi” dedikleri uğraşlar edinirler. Kimi resim kursuna gider kendini ressam sanmaya başlar. Kimi de şiire musallat olur. “Kırkından sonra saz çalmak” diyerek çok güzel ifade edilen bir durumdur bu halk deyimiyle. Bu rötarlı şairler! yaşları itibariyle az kalan zamanlarının telaşıyla koşar adım şiir! yazmaya başlarlar. Ölüm korkusu bir yandan enselerine üflemeye başlamıştır ne de olsa azar azar. Onlara sorsan, aslında çok önceden büyük şair olacaklardır da iş- güç -aile çoluk- çocuk devrimci mücadele - parti - örgüt çalışmaları vs engel olmuştur hep onlara. Ancak vakit bulmuşlardır muhteşem yeteneklerinin ürünü şiirlerini! insanlara lütfetmeye. Koca dünya şairi Nazım Hikmet’in bile toplasan ömür boyu yazdığı birkaç yüz şiiri varken , bu rötarlı şairler! birkaç senede
BİNLERCE şiir! yazarlar. İç dökümü denebilecek tarzda yazılmış ve en fazla “anlatı” türüne dâhil edilebilecek tümcelerden oluşan metinlerinin, sanki bu tümceler dizeymiş gibi alt alta yazılıp aralarına devrik tümceler katılarak, biraz da uyak düşürülmesiyle şiir olduğunu zannederler. Bunlardan bir tanesiyle yüz yüze görüşme olanağım olmuştu. Sanal şiir âleminin şahsen iyi bildiği isimlerden biridir kendisi. Adını anmayacağım bu pamuk saçlı şahıs, emekli olduktan sonra güzelce bir “entelektüel sakalı”! bırakmış ve şiire sarkmaya başlamıştır. 60 yaşlarındaki bu rötarlı şair! , 6 sene önce şiire başladığını ve 6.000 şiiri olduğunu gururla söyledi bana aynı masada oturduğumuzda. Ben de “Peki içlerinde 6 tane şiir var mı” dediğimde ise elbette bozuldu ve bir şeyler geveledi ancak… Yılda 1000 şiir yani güne vursanız 3 şiir eder. Def-i hacet giderir gibi günde 3 kere zırvalanmış metinler vardır ortada, ama sorsanız bu rötarlı şair! hayat koşullarının engel olduğu müthiş yeteneğini, az kalan zamanının baskısıyla telaş içinde ortaya koymak derdindedir. Tıpkı diğer yüzlerce benzeri gibi… Rötarlı şairlerin! kafasına şiir antolojisi ile vurmayın boşuna, kendi hallerine bırakın. Serkan Engin Mayıs 2009
BEN VE ŞİİR’İN İNTİKAMI Ben," kötü yol" a düşürülmüş, küçük, kirli çıkarlara alet edilmiş, örselenmiş, zulme uğratılmış “şiir'in intikamıyım”! Ben, kitapsız öldürdüğünüz Zafer Ekin Karabay ile Özge Dirik'in hortlağıyım! Ben, faşizmin kurşuna dizdiği Nikol Vaptsarov'un gözlerindeki son küfürlü bakışım! Ben, ödüllerinize, yayınevlerinize, dergilerinize, yıllıklarınıza, antolojilerinize sümüğünü bile atmayan adamım! Ben, şiir baronlarının, köçeklerinin, kapıkullarının çanına ot tıkamak üzreyim ki ancak ve ancak "ben ölünce il durulur"! Ben, tek kişiyim belki bugün, belki birkaç kişi, ama tarihin önünde cemi cümlenizi çöpe atacak sellerce adamın içinde bir damlayım! SERKAN ENGİN Aralık 2010