.
KITA P Aydınlık
BU SAYIDA
33 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 96
16 Mart 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı:3 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Tahsin Yücel:
İnsan yazdığı şeydir BABİL BALIĞI Yıldızları Gördüm
ARAPLAR, BATI MEDENİYETİNİ NASIL DÖNÜŞTÜRDÜ? “Hikmet Evi”
BİR İSVEÇ POLİSİYESİ DAHA: Pekin’den Gelen Adam
ARA KABLO Divan Şiiri Üstüne Çeşitlemeler
ÖYLECE ÖLÜP GİDEMEYİZ Beat Kuşağı
Aydınlık KİTAP
16 MART 2012 CUMA
İÇİNDEKİLER
3
SUNU
Haftanın Portresi ve Bekir YIldız’ın “Harran”ı...
s. 4
Türkiye’de ulusal çapta günlük yayın yapan gazete sayısı 36 ve bunların yarıya yakını okurlarına bir de kitap eki sunuyor. Bu eklerin nitelikleri, içerikleri ve hedefleri ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte 36 / 16 oranının, “az kitap okunan” bir ülkede hiç de fena olmadığını söyleyebiliriz. Kitaplarla ilgili ek vermek, örneğin alışveriş eki vermekten, elbette ki çok daha iyidir. İnternette yayın yapan edebiyathaber.net sitesi, “Gazeteler hangi günlerde kitap eki veriyor?” başlığı altında bir liste sunmuş durumda http://www.edebiyathaber.net/gazeteler-hangigunler-kitap-eki-veriyor Sitenin alfabetik sıralamasına göre kitap ekleri ve periyotlar şöyle:
Araplar, Batı Medeniyetini nasıl dönüştürdü?: “Hikmet Evi” s. 5 Alasdair Gray: “Zavallılar”
s. 6
Öylece ölüp gidemeyiz...
s. 7
İşçi sınıfı ve Kapitalizm üzerine bilimsel bir çalışma: Proleterya genişliyor s. 8
Mecit Ünal: Gülden Terazi
s. 9
Yıldızları gördüm!
s. 10
Bir İsveç Polisiyesi daha: “Pekin’den Gelen Adam”
s. 11
Tahsin Yücel’le klasikler, çeviri ve “İnsan Yazdığı Şeydir” üzerine söyleşi
s. 12-14
Seyyit Nezir: Arakablo
En çok okunan kitap ekiyiz
Agos Kitap Eki: Her ayın ikinci cuması Aydınlık Kitap Eki: Her hafta cuma günü Akşam Kitap Eki: Her ayın ikinci haftasının cuma günü Cumhuriyet Kitap Eki: Her hafta perşembe günü Dünya Kitap Eki: Her ayın ilk cuma günü Evrensel Kitap Eki: Her ayın son cuması Milliyet Kitap Eki: Her ayın ikinci haftası çarşamba günü Radikal Kitap Eki: Her hafta cuma günü Sabah Kitap Eki: Her ayın üçüncü haftası çarşamba günü Star Kitap Eki: Her ayın ilk perşembe günü Taraf Kitap Eki: Her ayın ilk cuma günü Vatan Kitap Eki: Her ayın 15’inde Yeniçağ Kitap Eki: Her ayın üçüncü haftası cumartesi günü Yeni Şafak Kitap Eki: Her ayın ilk çarşamba günü Zaman Kitap Eki: Her ayın ilk pazartesi günü Bu listede yer almayan, Birgün gazetesininin 15 günde bir çıkan kitap ekini de biz ekleyelim. Görüldüğü üzere ülkemizde toplam 16 gazete, haftalık, 15 günlük ya da aylık periyotlarla kitap eki sunuyor okurlarına. Listeye bakıldığında hemen görülen bir şey daha var; yalnızca üç gazetenin, yani Aydınlık, Cumhuriyet ve Radikal’in kitap ekleri haftalık… İnternet medyasının güvenilir haber sitelerinden medyatava.net’te yer alan tiraj raporuna http://www.medyatava.net/tiraj.asp göz atalım şimdi de… Sitede 27 Şubat 2012 – 4 Mart 2012 tarihleri arasında sunulan verilere göre haftalık kitap eki veren üç gazetenin satışları şöyle:
s. 15
Toplumcu gerçekçi şiirin efendi sesi: Abdülkadir Meriçboyu
s. 16
Bir kitap bir film
s. 17
Yeni Çıkanlar
s. 18-19
Çocuklar için
s. 20
Sahaf ve Anadolu’dan Kitabevi
s. 21
Alıntı test ve Bulmaca
s. 22
Aydınlık: 52. 908 Cumhuriyet: 51. 003 Radikal: 26. 936 Aydınlık’la ilgili veriye, kitap ekimizin ilk sayısının çıktığı 2 Mart 2012’deki yaklaşık 7 bin yeni okurun yansımamış olduğunu da not düşelim. Elinizde 3. sayısını tutmakta olduğunuz Aydınlık Kitap Eki, üç hafta içinde en çok okunan, en çok okura ulaşan kitap eki olma özelliğini taşımaya başladı. Aydınlık okurlarının kitaplar ve yazarlarla ilişkisi de düşünüldüğünde, Türkiye’de günlük satışı 200 bini geçen altı gazete içinde yalnızca ikisinin (Zaman ve Sabah) aylık kitap eki verdiği de tekrar akla getirilirse, tevazuyu da elden bırakmadan, tüm benzerlerimiz içinde zirvede olduğumuz rahatlıkla görülüyor. Bizi zirveye taşıyan ve zirvede tutan Aydınlık okurlarına teşekkürlerimizle…
Öneri-Yorum
Tuna Kiremitçi
1) Korkma Ben Varım, Murat Menteş, İletişim Yayınevi, 424 s. Tarantino’vari sinemasal dil romana bazen çok yakıştığı için. Aramızdaki Duvar, Ludmila Filipova, Doğan Kitap, 476 s. Bulgaristan Türklerini ve komşularımızın öyküsünü bize hatırlattığı için.
. KITA P Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Egemen Yamandağ
Bir de Baktım Yoksun, Yekta Kopan, Can Yayınları, 164 s.
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
Zor olanı yapıp derin bir konuyu sadelikle ve duru bir şekilde anlattığı için. Doğal Roman, Georgi Gospodinov, Apollon Yayıncılık, 160 s. Neslimizin varoluşçusu ve Kundera’nın Bulgar mirasçısı olduğu için. Akl-ı Kemal, Sinan Meydan, İnkılap Kitabevi, 2 Cilt Atatürk’ün akıllı projelerini bize tarihçi titizliği ile hatırlattığı için.
5)
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
Aydınlık KİTAP
16 MART 2012 CUMA
HAFTANIN PORTRES
BEK R YILDIZ’IN “HARRAN”I…
Selma Lagerlöf (1858-1940)
Yakalandığı bir hastalık nedeniyle çocukluğunun büyük bölümünü tümüyle evde geçiren ve özel eğitim alan, Nobel kazanan ilk kadın olan Lagerlöf sonradan dünyayı gezdi
1909’da Nobel’e de er görülen Lagerlöf, bu ödülü kazanan ilk kad n, ilk sveçli ve çocuk edebiyat nda da ürün veren zeleri”yle Nobel Edebisosyalizme yat Ödülü kailk yazar olarak tarihe sempatisini zanan ilk geçti. 16 Mart 1940’ta ortaya koydu. kadın yazar irde do du u eh “Malikane Öyolan Selma Laya ama küleri”, Mısır ve gerlöf, 20 Kasım veda etti Filistin’i gördükten 1858’de İsveç’te doğdu. Babası subaydı. Yakalandığı bir hastalık nedeniyle çocukluğunun büyük bölümünü tümüyle evde geçirdi ve özel eğitim aldı. Babasının karşı çıkmasına rağmen 1882’de Stockholm’deki öğretmen okuluna girdi. Bu sırada ailenin ekonomik durumu bozuldu, doğduğu çiftlik satıldı ve Selma Lagerlöf babasını kaybetti. Ünlü “Gösta Berling” romanını öğretmenlik yaparken yazdı. Lagerlöf bu romanda doğup büyüdüğü çevredeki küçük malikane yaşamlarını, civardaki demirdöküm atölyelerindeki koşulları anlatıyordu. 1890’larda İsveç edebiyatında romantik akımın canlanışında rol oynayan, mit ve efsanelere özel ilgi duymaya başlayan Lagerlöf, “Görünmez Bağlar” adlı romanından sonra öğretmenliği bırakarak dünyayı gezmeye başladı ve yazmayı tek işi olarak kabul etti. İtalya seyahatinden sonra kaleme aldığı “Deccal’in Muci-
sonra yazdığı iki ciltlik “Kudüs”, “Bay Arnes’in Hazinesi” gibi yapıtlarıyla birlikte uluslararası çapta bir yazar haline geldi. Birinci Dünya Savaşı başlayınca büyük bir karamsarlığa kapılan Lagerlöf, birkaç yıl süreyle pek ürün vermedi. Daha sonra “Marbacka” (1922), “Bir Çocuğun Anıları” (1930) ve “Selma Lagerlöf’ün Günlüğü” (1932) adlı kitaplarında incelikli bir üslupla çocukluğunu anlattı. 1909’da Nobel’e değer görülen Lagerlöf, bu ödülü kazanan ilk kadın, ilk İsveçli ve çocuk edebiyatında da ürün veren ilk yazar olarak tarihe geçti. 16 Mart 1940’ta doğduğu şehirde yaşama veda etti. “Mutluluğu Beklerken”, “Yemin”, “Gösta Beling”, “Morbacka”, “Nils Holgersson’un Serüvenleri” gibi kitapları değişik yıllarda değişik yayınevlerince Türkçeye kazandırılmıştır.
Sarsıcı bir yol hikayesi İstanbul’dan Harran’a uzanan bir yol hikayesi yapısında kurgulanan “Harran”, yine Anadolu insanını başrole oturtuyor, işsizlik ve ölüm manzaraları çizerek, Güneydoğu insanını kaçakçılığa ya da göçe zorlayan nedenlere el atıyor REHA GÖNENÇ Eğer “acı ve acıtıcı gerçeklik” diye bir kategoriden söz edilebilirse, bunun edebiyatımızdaki en önemli temsilcilerinden birinin Bekir Yıldız olduğu konusunda fazla tartışmaya gerek yoktur. “Reşo Ağa”, “Beyaz Türkü”, “Alman Ekmeği”, “Kara Vagon”, “Kaçakçı Şahan”, “Dünyadan Bir Atlı Geçti”, “Mahşerin İnsanları”, “Demir Bebek”, “Halkalı Köle”, “Ölümsüz Kavak”, “Darbe” gibi yapıtlarıyla, Orhan Kemal sonrasında gerçekçi akımda özgün ve seçkin bir kulvar oluşturmuştur Yıldız. 1933 Urfa doğumlu yazar (ö: 1998), Doğu ve Güneydoğu Anadolu üzerinden feodalizmi, işçi göçü ve bir süre kendisinin de çalıştığı Almanya üzerinden kapitalizmi, kimi zaman insanın tüylerini ürperten bir gözlem gücüyle anlatır; açlıktan taş yiyen çocukları, tarlada doğum yapan kadınları, düğününde sıkılan kurşunla ölen damatları, kan davalarını, kadının Türkiye ya da Almanya’da değişmeyen sömürülüşünü, evlilik ve cinsellik sorunlarını ete kemiğe büründürerek karşımıza getirir. Doğu’nun ve Batı’nın, köyün ve kentin, doğanın ve insanın eşsiz çarpıcılıktaki betimlemelerini görürüz onun öykü ve romanlarında. “Ben sosyalizmi başkaları gibi sonradan seçmiş biri değilim. Ben antiemperyalist olduğum için sosyalizmi seçtim. Benim için sosyalizm, daha Marks olmasaydı, Lenin gelmeseydi, Ekim Devrimi yapılmasaydı, yüz yıl önce, bin yıl önce de ben yaşamış olsaydım, o zamanki baskı düzenine karşı bir alternatif arardım. Ama ben bugünde yaşıyorum. Fabrikalarda çalıştım. Şunu gördüm ki, emperyalizm var olduğu sürece dünya yok oluyor. Ben onun karşısında bir alternatif aramak
zorundayım, bu alternatif sosyalizmdir. Sovyetler Birliği’ndeki sosyalizm beni hiç ilgilendirmiyor. Sosyalizm yaratılmamış bile olsa, ben bunu yapmak isterim. çünkü ben antiemperyalistim” diyen Bekir Yıldız’ın tüm eserleri Everest Yayınları’nca yeniden okurla buluşturuluyor. Yayınevinin piyasaya sunduğu sekizinci Bekir Yıldız kitabı, “Harran” oldu. İstanbul’dan Harran’a uzanan bir yol hikayesi yapısında kurgulanan “Harran”, yine Anadolu insanını başrole oturtuyor, işsizlik ve ölüm manzaraları çizerek, Güneydoğu insanını kaçakçılığa ya da göçe zorlayan nedenlere el atıyor. Evladını kaybeden bir baba, satın aldığı kamyonetin senetlerini ödeyebilmek için kaçağa gitmekten başka çaresi olmayan bir genç adam, “Harran”daki anlatının temelini oluşturuyor. “Yürüyorum kamyona doğru. Acabalar diyorum bu kez de. Ağanın hışmına uğrayıp kent kapılarına doluşanlar, dün dağ yollarından sırtta gelirken, bugün minibüslerle gelip hastane kapılarında bekleye bekleye ölenler… Toprakla kardeşken bile aç olanlar, toprak ağalarının kentlerde kurdukları yeni sömürü biçiminde de biçare olanlar, bacasız dumansız fabrikalardaki vidalardan, somunlardan katbekat çok olanlar… Eee… Sonra?” diyerek umutları kendilerinden ağır çeken insanlarımızın dünyasında sağlam adımlar atan Yıldız, ölümünün üzerinden geçen 14 yılda “yalnızca iyi ambalajlanmış” pek çok yazarın yanında da akıcı, rahat, hiçbir zorlama belirtisi görülmeyen Türkçesiyle de bir yıldız gibi parıldamayı sürdürüyor. (Harran, Bekir Yıldız, Everest Yay., 96 s.)
Aydınlık KİTAP
16 MART 2012 CUMA
5
EV ” ARAPLAR, BATI MEDEN YET N NASIL DÖNÜ TÜRDÜ? / “H KMET
Felsefe, Müslümanlardan alınmıştır! “Arap ilmi ve felsefesi, Hıristiyan aleminin cehaletten kurtulmasına yardım ederek bizzat Batı fikrini mümkün kılmıştır (...) Tarihin sayfalarını çevirdiğimizde Arap ilminin meyveleri olmadan Batı medeniyetini tahayyül etmenin imkansız olduğunu görürüz.” TAYFUN AKKAN Arapların ve kültürlerinin küçümsenmesi, daha doğrusu Arap halklarına “kültürsüz” muamelesi yapılması, yalnızca Batı dünyasındaki ırkçılığa özgü bir anlayış değil, daha genel bir “hastalık” boyutunda. Arapların bir tarihi yokmuş, insanlık tarihine hiçbir katkıları olmamış, tüm serüvenleri “çölden” ibaretmiş gibi düşünen “ilericilerimizin” sayısı da az değil. Arap ve Müslüman coğrafyasını bombalayan, insanları katleden Batı, zihinleri de iğdiş etmiş durumda. Jonathan Lyons imzalı “Hikmet Evi / Araplar Batı Medeniyetini Nasıl Dönüştürdü?”, en kısa yoldan söylersek bu sapkın anlayışı, Araplarla ilgili hurafeleri tuzla buz eden bir inceleme. Yirmi yılı aşkın süre boyunca Reuters Haber Ajansı editörü ve muhabiri olarak Türkiye, İran, Endonezya’da çalışan Lyons, bilim ve felsefe alanlarında göz kamaştırıcı buluşlara imza atan Ortaçağ Arap alimlerinin ve bu bilgileri Batı’ya götüren gezgin Avrupalıların olağanüstü öyküsünü anlatıyor “Hikmet Evi”nde. Ortaçağ İslam dünyasının karmaşık kültürel ortamına dalan yazar, bu zaman ve mekandaki kültürel filizlenmenin çoğunun tümüyle etnik Arapların ya da Müslümanların eseri olmadığını da en baştan vurguluyor: “İranlılar (Zerdüşti ve Hıristiyan olanlar dahil) Yahudiler, Yunanlılar, Süryani Hıristiyanlar, Türkler, Kürtler ve başkaları da bilim, teknoloji ve felsefenin tüm alanlarında çok önemli roller oynamıştır.”
ADELARD’IN ARADI I I IK Bu temel vurguya rağmen Lyons, söz ettiği çalışmaların neredeyse tamamının Arap dilinde ve en önemlileri Şam ve Bağdat olmak üzere Arap hükümdarların himayesinde gerçekleştirildiğini belirterek, Arapçanın dönemin evrensel ilim dili ol-
duğunun altını çiziyor ve ekliyor:“En son bilgilere erişmek isteyen Batılı Ortaçağ alimlerinin de ya Arap dilini iyi bir şekilde öğrenmesi ya da Arapçayı iyi bilenlerin yaptığı tercümeler üzerinden çalışmalarını yürütmesi gerekiyordu.” Bathlı Adelard, Hippolu Augustinus, Averroes, Boethius, Copernicus, Dalmaçyalı Hermann, Batlamyus, Roger Bacon ve daha bir dizi ünlü ismin Arap ilminin Batı’da kabulü konusunda önemli rol oynadıklarını belirten Lyons, örneğin Adelard’ın, Haçlıların “kafir Müslümanlarda” yalnızca kötülük gördüğü bu topraklarda “Arap hikmetinin ışığını aradığına” dikkat çekiyor. Ve Adelard da Arap hocalarından öğrenmiş olduğu gibi, “gökler düzenli ve değişmez ritimlerle hareket ediyorsa Kadir-i Mutlak Tanrı’ya hangi rol kalıyor?” sorusunun peşine düşüyor.
BATI’NIN MUAZZAM BORCU Jonathan Lyons’ın şu satırları,
kuşkusuz ki kendisi ve çoğu okur açısından bir keşif sayılmaz ama tekrarlamakta ve unutmamakta yarar var: “Arap ilmi ve felsefesi, Hıristiyan aleminin cehaletten kurtulmasına yardım ederek bizzat Batı fikrini mümkün kılmıştır (...) Tarihin sayfalarını çevirdiğimizde Arap ilminin meyveleri olmadan Batı medeniyetini tahayyül etmenin imkansız olduğunu görürüz.” Ve bir ek daha, Roger Bacon’dan: “Felsefe, Müslümanlardan alınmıştır.” “El-Mağrib / Akşam” başlıklı önsöz ve “El-İşâ / Yatsı”, “El-FecrSabah”, “Ez-Zuhr / Öğle”, “El-Asr / İkindi” başlıklarını taşıyan dört ana bölümden oluşan kitap, “Bugün kaçımız Araplara olan muazzam borcumuzu ödemeye çalışmak bir yana, durup kabul ediyoruz ki” diyerek, 21. yüzyıldaki Haçlı saldırılarının gölge düşürüp karanlığa boğmaya çalıştığı bir kültürel coğrafyadan çarpıcı manzaralar sunuyor. (Hikmet Evi, Jonathan Lyons, Doğan Kitap, Çev. Şaban BıyıklıMehmet Savan, 278 s.)
KİTAPTAN “Kaç kişi azimuth‘tan zenith’e, algebra’dan zero’ya dek modern teknik sözlüğümüzden pek çok kelimenin onların değerli bir mirası olduğunu kabul ediyor? Veya yediğimiz bütün yiyeceklerden -birkaçını sayarsak kayısı, portakal, enginar- amiral, şalopa, muson gibi yaygın denizcilik terimlerine kadar her
şeyde Arapların gündelik dil üzerindeki etkisine ne demeli? Hatta özbeöz İngiliz geleneği olan Morris halk dansı bile aslında Arap halk ozanlarının Müslüman İspanya’nın soylularını eğlendirdiği bir devri anımsatan mağribi (İng. moorish) dansının bozulmuş bir şeklinden ibarettir.”
6
Aydınlık KİTAP
16 MART 2012 CUMA
ALASDA R GRAY / “ZAVALLILAR”
Ve God* Bella Baxter’ı yarattı! Bell her şeye rağmen sürekli gülümsemeyi ve insanlarla konuşmayı ihmal etmiyor. Serüveni boyunca, sevgilisi Duncan’dan fırsat bulduğu anda tanıştığı herkesten yeni şeyler öğreniyor; örneğin Dr. Hooker’dan dini ve Bay Astley’den siyaseti. Ve dünyayı düzeltmeye karar veriyor! MELİS YALÇIN Üç yaşında bir beyine sahip genç ve güzel bir kadın, uslanmaz bir çapkınla Avrupa seyahatine çıkarsa ne olur? Kendisinde anaçlığı ve çocuk duyarlılığını bir arada gördüğümüz başkarakter Bella Baxter bize bunun cevabını veriyor, hem de ondan beklenmeyen bir olgunlukla. Sahi onu bu hale getiren neydi? Annesini ve babasını kaybettiği bir tren kazası mı? Godwin Baxter’a kalırsa onu yaratan God’ın (bundan sonra ona God diyeceğiz) ta kendisi! Koca kafalı ve korkunç sesli ve iri küt parmaklı God, babası ünlü cerrah Sir Colin’den öğrendiği tekniklerle ölü bir bedeni kullanarak Bell’i yarattığını söylüyor. İnanması güç ama karar vermek de okuyucuya düşüyor. Aslında God’ın güzel canavarı Bell (bundan sonra ona Bell diyeceğiz), Dr. Frankenstein’ın canavarından çok daha farklı. Başlangıçta bebekler gibi emekleyen ve düzgün cümleler kuramayan Bell, kısa bir süre içerisinde iyiyle kötüyü ayırmayı öğreniyor, karar mekanizmasını geliştiriyor ve yazarın ifadesiyle, “Bundan sonrasında bu düşünceler Doğulu bir bilgenin sezgileriyle David Hume ve Adam Smith’in analitik zekâsını birbiriyle harmanlıyor.”
ONA DÜNYAYI GÖSTER N (Zavallılar, Alasdair Gray, Sel Yay., Çev. Süha Sertabiboğlu, s. 312)
“Bir fanusta karar verecek kadar olgunlaştırılmış, ama dışarıdan hiçbir dayatmayı ezberine almamış bir beyin ürettiğinizi düşünün. Hiç kirlenmemiş, gazete manşetlerine, dayatılmış ahlak kurallarına, toplumsal korkulara maruz kalmamış bu gencecik beyni alın ve ona dünyayı gösterin. Acı çekenleri, zenginlik içinde yaşayanları, kadınları, erkekleri, çocukları, zulmedenleri, ezilenleri, ezenleri, mülkiyeti, baskıyı, özgürlüğü gösterin ona. Dünyanın bütün köşelerinden birer sahne gösterin yalnızca, hiçbir şey demeden. Ve sonra bırakın o karar versin kimden yana olacağına, kimi koruyacağına, nerede saf tutacağına.” Hepimiz bunun cevabını merak ediyoruz aslında içten içe. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, aklımızın içindeki her düşünce, en ufak düşünceler bile anılarla sarılmış, başkalarından duyduklarımızla şekillenmiş, yani her şey öğretilmiş… “Özgür irade yoktur da denilebilir tüm bunlardan yola çıkıp daha popüler bir ifade kullanmak isteyecek olursak. Peki ya gerçekten özgür irade olsaydı, ya gerçekten özgür irademizle bir seçim yapmak mümkün olsaydı?”** Yazar işte tam da bunu sorguluyor kitabında. Ve şunu iç rahatlığıyla söyleyebiliriz ki, “zavallı” Bell’i diğer canavarlardan ayıran en önemli özelliği özgür iradeye sahip olmasıdır.
YARIM NSAN Bell hiç küçük olmamış, bu yüzden kor-
“Sen bir keresinde bana şans cehaletin ciddileştirilmiş adıdır demiştin.” “İşkence etme bana Bell.” Glasgow’a döner dönmez sadık koruyucusu God ve nişanlısı McCandless’la birlikte “dünyayı düzeltmenin” hayallerini kuruyor. Yeri gelmişken Bell’in fakir bir tıp öğrencisi olan nişanlısı Mum’dan (biz ona Mum diyeceğiz) bahsetmemek olmaz. Mum Bell’in gördüğü ikinci ve âşık olduğu ilk erkek, aynı zamanda onu God’ın yarattığını bilen de tek insan.
A KIN EN MASUM HAL kuları yok ve toplumsal kaygılar taşımıyor. Hiç küçük olmamış, bu yüzden kendini yarım hissediyor: “Ben ancak yarım bir kadınım Mum, yarım bile değil hatta çünkü çocukluğum yok; sürüklediğimiz övünç bulutlarıyla doldurduğumuz hayat parçası diyordu Bayan MacTavish, şeker-vebaharat-ve-her-şey-hoş-küçük-kızlık falan yok, ilk aşkın-genç-düşleri-kadınlık falan yok. Hayatımın tam bir çeyrek yüzyılı kayboldu kırıldı, gümledi, mahvoldu.” Bell her şeye rağmen sürekli gülümsemeyi ve insanlarla konuşmayı ihmal etmiyor. Serüveni boyunca, sevgilisi Duncan’dan fırsat bulduğu anda tanıştığı herkesten yeni şeyler öğreniyor; örneğin Dr. Hooker’dan dini ve Bay Astley’den siyaseti. Ve dünyayı düzeltmeye karar veriyor! Ne kadar çocukça ve Bell’e yakışan bir hareket, değil mi? “Sosyalist nedir Duncan?” diye sordum. “Dünyanın düzeltilmesi gerektiğini sanan aptallar.” “Neden? Dünyada bir bozukluk mu var?” “Sosyalistler dünyayla bozuk ve benim şeytanca şansımla.”
İnanılmaz kurgusu ve şaşırtıcı derecede inandırıcı haliyle “Zavallılar” klasik bir Frankenstein uyarlaması olmaktan çok ötede. İskoç edebiyatının önemli yazarlarından biri olan Alasdair Gray’a Whitbread Roman Ödülü ve Guardian Kurgu ödülü kazandıran bu kitap, Sel Yayıncılık tarafından dilimize kazandırıldı. Kitap özellikle Cervantesvari giriş metniyle ve yazarın kendisine ait ilginç çizimleriyle modern bir klasik olmayı hak ediyor. Yazar bir yandan akıcı bir dille hikâyesine devam ederken bir yandan da inceden inceye mesaj vermeyi unutmamış. Bize iyi ve kötünün, saflığın ve ahlakın tanımını yeniden yapmamız gerektiğini hatırlatmanın yanı sıra bilimsel etik anlayışına da farklı bir yorum sunmuş. Ayrıca belki de aşkın en masum halini bir bilimkurgu eserde görmemizi sağladığı için yazara ne kadar teşekkür etsek azdır. *God hem Tanrı anlamında, hem de Godwin’in kısaltması şeklinde kullanılmıştır. **Alıntı. ( www.sabitfikir.com/elestiri/zavallilar-ve-ozgur-bir-canavar”http://www.sabitfikir.com/elestiri/zavallilar-ve-ozgurbir-canavar)
KİTAPTAN Bir zamanlar bir çocuğum olmuş. God, doğru mu bu? Eğer doğruysa gerçekten o kız ne oldu? Çünkü nedense ben eminim onun kız olduğundan. Bell’in düşünemeyeceği kadar büyük bir düşünce bu. Yavaş yavaş, derece derece girmeliyim içine. God, okuyor musun içimdeki değişikliği? Bir zamanlarki kadar bencil değilim artık ben.
Yanımda değilse de hissettim Mum’u. ve teselli etmeye çalıştım onu. Korkmaya başladım yitirdiğim küçük kızı çok düşünürsem içimde büyüyecek duygulardan. Tuhaf bir şey bu, çatlamış ve bomboş kafalı Bell’e bu çocuk akıllı Wedderburn’ün öğretmesi diğer insanlara karşı daha duygusal olmayı. Beni bakıcı hâline getirerek yaptı bunu İsviçre’ye vardığımızda. Anlatacağım nasıl olduğunu.
Aydınlık KİTAP
Öylece ölüp gidemeyiz... Herkesin kapılıp gittiği “Amerikan rüyası”nı reddeden bir kuşak... DAMLA YAZICI Beat akımının isim babası ve en önemli temsilcilerinden olan Jack Kerouac’ın ölümünden 36 yıl sonra 2005’te New Jersey’de bir depoda bulunan oyunu, yazarın 90. doğum günü dolayısıyla Siren Yayınları tarafından okurlarımıza da sunuldu. “Beat Kuşağı” Kerouac’ın ve arkadaşlarının hayatını tüm gerçekliğiyle yansıtan bir oyun. Daha önce hiç sahnelenmemiş eserin, üçüncü perdesi “Pull My Daisy” adıyla sinemaya uyarlanmıştı. Beat Kuşağı’nın tarihine ve Jack Kerouac’ın hayatına baktığımızda kitabın nasıl bir felsefe üzerine kurulu olduğunu biraz daha iyi anlayabiliriz. Beat Kuşağı ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası kapalı bir toplum yaratma çabası ve mekanikleşmeyle yönetenlerin birey mahremiyetini elle geçirdiği dönem olan 1950’lerde ortaya çıktı. Bilimin atom bombası şeklinde insanların toplu katliamlarında kullanıldığının görüldüğü, hoşgörünün ortadan kalkarak politik hegemonyanın, tekbiçimliliğin arttığı yıllardı 50’ler ve sisteme sıkı sıkı bağlanmış insanlar yaratma çabası tam tersini de yaratmıştı. Edebiyatta Beat Kuşağı, bu Ortodoks kültürden vazgeçmiş bir avare sürüsü, konformist düşünceye isyan ve kadınları, alkol, uyuşturucu ve tüm küfürleriyle kendi yaşam birliklerini kurarak doğdu. Akımın en etkili üyeleri Allen Ginsberg, William Burroughs ve Jack Kerouac idi. “Beat Kuşağı” terimi Jack Kerouac tarafından 1948 yılı civarında akımlarını tanımlamak için kullanıldı. En önemli Beat çalışmaları Jack Kerouac’ın “Yolda”sı (On the Road), Allen Ginsberg’in “Uluma”sı (Uluma) ve William Burroughs’un “Çıplak Şölen”i (Naked Lunch) idi.
OYUN DED N BUDUR TE! Yaşam görüşlerinin radikal romantizm ve radikal idealizme dayandığını söylemek mümkün. Sırasıyla William Blake, Walt Whitman ve Henry David Thoreau’dan etkilendiler. Budizmin “Zen” versiyonu ve nihilizm üzerinde engin bir bilgiye sahiptiler. “Hiçbir şey sonsuza dek sürmez” cümlesini temel alırsak, Jack Kerouac’ın, kitabın arka kapağına da yansıyan “Oyun dediğin budur işte: özel bir konusu yok, özel bir ‘anlamı’ yok, insanlar nasılsa aynen öyle. Yazdığım her şeyi, dünyaya inmiş ve onu hüzünlü gözlerle izleyen bir melek ol-
duğumu hayal eder ve öyle yazarım” sözünün anlamını ve bu insanların bakış açısını çok daha net anlarız. Yazarın yaşamına baktığımızda, Kerouac; Fransız kökenli Kanadalı bir anne-babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. İngilizceyi altı yaşında okula başladığında öğrendi. Dört yaşındayken ağabeyini kaybetti. Annesi dindar bir Katolikti ve babası içkiye, tütüne ve kumara düşkündü. Annesine bağlılığı konusundaki açıklaması “aşık olduğum tek kadın” diyecekti. Şizoid bir kişiliği olduğu gerekçesiyle, girdiği Donanma’dan atıldı. Arkadaşının işlediği bir cinayete adı karıştı, kefaletle serbest kaldı. 1957’de yayımlanan “Yolda” kitabı değişik yazım üslubuyla ilgi çekti ve büyük satış oranına ulaştı. Kitapta Kerouac “Öylece ölüp gidemeyiz, insanın en azından şarap ve şiire ihtiyacı var” demiştir ve Beat Kuşağı’nın yaşam algısını ortaya koymuştur. 47 yaşında alkole bağlı sirozdan ölmesi, yaşamıyla paralellik taşır ve örtüşür. Yaşama bakışları çerçevesinde sıradan, ilkel bir yaşamı savunup sığ kalıplaşmaları eleştiren bu adamlar, özellikle sonradan büyük bir okuyucu kitlesine hitap etmeyi başardılar.
ALI ILMI IN DI INDA B R AKI Bütün bunlara baktığımızda “Beat Kuşağı” kitabında spontane ve düzenden arınmış bir tarzla doğal bir aktarım oluşturuluyor. Bu doğal ve yer yer sıkıcı, anlamsız gelebilecek akış bir eserde dramatik kurgular, entrikalar veya daha önce eşine benzerine rastlanılmayan hikayeler arayan okuyucuyu elbette tatmin etmeyecektir ama Jack Kerouac’ın toplumun öğüttüğü insanlar tarafından beğeni almak gibi bir derdi olduğunu hiç zannetmem. Kendi hayatlarımız ne kadar sıkıcıysa veya ne kadar heyecanlıysa onların hayatı da öyleydi ve Kerouac kitapta bu gerçeği değiştirmek için uğraşıp sırf egemen-orta sınıf insanları beğenin diye yalan söylemeyi tercih etmemiş elbetteki. Kerouac’ın ve arkadaşlarının oluşturdukları, itilmiş değerleri kucaklayan aylak hayatları “Beat Kuşağı” kitabında tüm sadeliğiyle karşımıza çıkıyor ve bu sadeliğin içinde altı çizilecek cümleler bulduruyor bize. (Beat Kuşağı, Jack Kerouac, Siren Yayınları, Çev. Garo Kargıcı, s. 115)
8
Aydınlık KİTAP
16 MART 2012 CUMA
Ç SINIFI VE KAP TAL ZM ÜZER NE B L MSEL B R ÇALI MA
Proleterya genişliyor
Haluk Yurtsever günümüz kapitalizmini Marksist gözlükle otopsi masasına yatırıyor. Vardığı en önemli sonuçlardan birisi, “finans-kapitalin, tekelci sermayenin bir kesimi değil, kendisi” olduğudur
MEHMET İNANÇ TURAN Haluk Yurtsever’in “Kapitalizmin Sınırları ve Toplumsal Proletarya” isimli çalışması Yordam Kitap’tan yayımlandı. Proletarya ve kapitalizm üzerine zaten elde Marx’ın “Kapital”inin var olduğunu düşünen okuyucunun acele karar vermemesini öneririm. Evet, Marx’ın “Kapital”i bütünüyle proletarya ve proletaryayı yaratan kapitalizmin işleyiş yasalarıyla ilgilidir. Ne var ki, Marx’ın yararlandığı kaynaklar doğal olarak kendi dönemiyle sınırlıdır. Kapitalizmi anlamak için “Kapital” bize bilimsel bir zemin sunar. “Kapitalizmin Sınırları ve Toplumsal Proletarya” Marx’ın döşediği zemin üzerinde yükselen bir kitap. Önemi, Marx’ın kapitalizm ve proletarya analizleriyle, günümüzün verilerini birleştirebilmesinden geliyor. Özellikle Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra hızla kökleşen, kapitalizmin sınırsızlığına (sonsuzluğuna) duyulan inanca ve proletaryanın artık tarihsel bir özne olmadığını savunan görüşlere bilimsel bir bakışla yanıt veren bir kitaptır.
TOPLUMSAL PROLETERYA VE B L NÇ Yazar, proletaryanın Marx’ın söylediği gibi “evrensel bir sınıf olduğunu”, devrimci gücünü üretimdeki yerinden aldığını ve daha önemlisi kimi burjuva ideologlarının iddia ettiklerinin tersine, proletaryanın saflarının daralmayıp genişlemiş olduğunu kanıtlarıyla sunuyor. Proletaryanın yok olduğunu ve yok olma sürecine girdiğini söyleyenlerin ileri sürdüğü argümanları tek tek çürütüyor. Onların proletaryanın tükenişini gördüğü yerde, Haluk Yurtsever çoğalışını ve yeniden üretilişini görüyor. Sözgelimi hizmet sektörünün kapitalist biçimlerde örgütlenerek proletaryayı sayıca büyüttüğünü gösteriyor. Yazar, proletaryayı ekonomik ilişkileri yanında toplumsal ilişkileri içinde ele alıyor. Neredeyse toplumsal ilişkilerin her alanını didik didik ediyor ve proleter emeği gözle görünür hale getiriyor. Haluk Yurtsever’in “toplumsal proletarya” olarak soyutlama yöntemiyle ulaştığı kategori, toplumun bütün işçileri, toplam proletarya oluyor. “Toplumsal proletaryanın” tarihsel-toplumsal özne olmasını (toplumu radikal biçimde değiştirecek güç olmasını) bilinç unsuruna bağlıyor. “Toplumsal proletarya” ancak bilinçlenerek “politik proletarya” oluyor. Ka-
pitalizmin sınırlılığının (sonluğunun) ölüm fermanını “politik proletarya” imzalıyor.
DE ER YASASI L YOR
kendiliğinden yok olmayacağının altını çiziyor. Sınıf mücadelesini ele alıp, çeşitli yönleriyle irdelediği bölümde, Türkiye solunun iyi bildiği ekonomizmin yanı sıra “politisizm”i de eleştiriyor. Ekonomizm, bilindiği gibi, Marksizmi ve sınıf mücadelesini ekonomiye, ekonomik mücadeleye indirgiyor. Yurtsever, ekonomizmin aynı zamanda bir sosyalizm anlayışı olduğunu vurguluyor. Haluk Yurtsever, yeni bir kavram olarak önerdiği “politisizm”i kitabında şöyle tanımlıyor: “Politisizm, siyaseti, devlet etkinlikleri alanına hapsederek emek ve üretim süreçlerinin işçi sınıfının çalışma ve yaşam ortamının dışına taşıyan, ekonomik sorunu işçi ile işverenin sözleşmeyle çözecekleri aldatmacasına dayanan burjuva yaklaşıma soldan destek verdiği için tersinden ekonomizmdir. ..Geniş anlamıyla üretimden, maddi temelden uzaklaşmış ideoloji ve siyaset üretimi kaçınılmaz olarak politisizme yol açmaktadır. Siyasal pragmatizm, radikal demokrasi, liberter ve sivil toplumculuk aynı yaklaşımdan besleniyorlar.” Yurtsever, bu çözümlemeleri sonunda, “ekonomik mücadeleyi sendikalar, siyasal mücadeleyi partiler yürütür” biçimindeki klişenin artık bir kenara atılmasını öneriyor. “Ekonomizmin panzehiri, ekonomi/siyaset ikiliğini kaldıran sınıf siyasetidir” diyor.
Haluk Yurtsever günümüz kapitalizmini Marksist gözlükle otopsi masasına yatırıyor. Vardığı en önemli sonuçlardan birisi, “finans-kapitalin, tekelci sermayenin bir kesimi değil, kendisi” olduğudur. Yazar, bu kapitalizmin sınırlarını araştırıyor. Güncel kapitalizmin özelliklerini sıralıyor: Bilim ve tekniğin üretimle doğrudan bağı, hız ve uygulama olarak artıyor. Maddi üretimde zihinsel emek oranının artmasının yanı sıra, maddi olmayan emek öne çıkıyor. Maddi olmayan meta üretimi, sermaye-emek-mülkiyet ilişkilerinde değişikliklere yol açıyor. Bilgi iletişimindeki emekçiler arasında yeni bir hiyerarşi oluşuyor. Kapitalist-emperyaELE T R LEMEZ list ülkelerde otomatikB R MET N DE L leşme-robotlaşma “Kapitalizmin Sınırları ve Toplumimalat üretiminde canlı sal Proletarya”, gericilik dönemi dünya emek oranın düşmekoşullarını bilimsel ışıkla aydınlatmayı sini getiriyor. başarmış bir kitap. Türkiye solunun Yazarın vardığı elinde birçok yönüyle tartışılması gerediğer bir önemli sonuç, günümüz kapi- ken bir kitap. Yazar bize eleştirilemez talizminin bu özellik- bir metin sunmuyor; tartışmaya ışık yalerinin, emek-değer kacak fikirlerin olduğu bir çalışma suyasasının varlığını nuyor; tartışmanın gizil gücünden ortadan kaldırmayararlanmamızı istiyor. dığı üzerinedir. Türkiye solunun röDeğer yanesansa ihtiyaç duysası bugün de işliyor. duğu bir z Günümü Günümüz kapitalizmi, dönemde, hem serbest kullanılabilir zakapitalizmi, özgür bir manın arttığı koşullara dünya umusahiptir; ama bu zaserbest kullan labilir dunu tazelemanı burjuvazinin yen, hem de t art n n ma za kendisi, artık değer bilgi aktasömürüsü için gasp ko ullara sahiptir; ama ran bu kitaediyor. İşte, yazar bın Marx gibi serbest kulbu zaman burjuvazinin okuyuculanılabilir zamanın artr e de suyla buluş k art , isi kend tığı üretim koşullarını, ması kapitalist üretim biçimisömürüsü için gasp gerekiyor. nin sınırları olarak görüBüyük emek yor. ediyor içeren bu kitabın, EKONOM ZM VE emeğinin karşılığını bulması dileğiyle. POL T S ZM (“Kapitalizmin Sınırları ve TopHaluk Yurtsever, proletaryanın gülumsal Proletarya”, Haluk Yurtsever, cünü ve kapitalizmin sınırlarını gösterdikten sonra, kapitalizmin Yordam Kitap, s. 408)
Aydınlık KİTAP
GÜLDEN TERAZİ
MEC T ÜNAL
16 MART 2012 CUMA
9
Tarihte zaman aşımı olmaz unutmak ölümdür asıl Buldukları yere çökmüşlerdir. Fotoğrafta hiçbir poz verme belirtisi de bulunmamakta, objektife bakmamaktadırlar. Metin Altıok içinde olduğu anı aşmış, sanki çok uzaklarda bir zamana bakmaktadır. Uğur Kaynar dalıp gitmiştir. Behçet Aysan ise yorgun bir halde gözlerini kapamış durumdadır -“Yakanlardan mısın yakılanlardan mı?” Sivas Madımak katliamından bu yana nüfus kâğıdında Sivas yazan nice insanın memleketi sorulduğunda karşılaştığı yaygın bir sorudur bu. Ancak sizinle tanış olmak, yakınlık kurmak ya da hısım akraba çıkmak isteyen bir kimsenin sorabileceği, bundan başka anlamlara da açık olan bu sorunun art anlamı, nüfus kâğıdında Sivas yazan herkesi bu katliamdan dolaylı bir biçimde sorumlu tutmakta; soruyu soranın kendisi başta olmak üzere nüfus kağıdında Sivas’tan başka bir il yazan herkesi bu katliamın manevi sorumluluğundan da kurtarmaktadır. Doğum yeri ya da kökeni Sivas olan pek çok kişinin bu sorudan ne denli muzdarip olduğunu, yine ancak nüfus kâğıdında Sivas yazanlar bilir. Soruya soruyla, “siz hangilerdensiniz” diye sormama inceliğini suçluluk kompleksine yoranlar da çıkmış olabilir mi, bilemeyiz, ama; bu soruyu soranların geçmişte atalarının yaptığı iddia edilen benzer bir suçun manevi baskısı altında olduklarını ve buna yarı yarıya inandıklarını söyleyebiliriz. Dünyanın en büyük aydın katliamlarından birini bu türden bayağı sorularla sulandıranlardır aslında gerçek sorumlular. Görmüş başlarını çevirmiş, duymuş kulaklarını tıkamış, susmuş, ses çıkarmamışlardır! Hâlâ da öyledirler.
YERYÜZÜNDEK EN BÜYÜK ACI
ete.com mecitunal@aydinlikgaz
Nobel ödüllü “Teneke Trampet” yazarı Günter Grass’ın İkinci Dünya Savaşı’ndan yarım yüzyıl sonra “Soğanı Soyarken” adlı gençlik anılarını anlattığı kitabında itiraf ettiği, binlerce, onbinlerce insanın ortağı olduğu suçluluk türü bu işte. Hatırlarsak Grass, itirafı üzerine "Bunca zaman bize ders vermeye nasıl cüret ettin?" yolundaki sorulara "Kendimi neyle suçladığımı bilmek ister misiniz?” diyordu; “Daha önce bazılarının söylediği gibi kırk yıl susmakla değil... En çok canımı yakan (ve ilginçtir kimse beni bu yüzden eleştirmedi) o dönemde yapabilecek olduğum ve yapmadıklarımdır: Savaş yeni başladığında bir amcamı kurşuna dizdiklerinde, bir sınıf arkadaşımı ve bir öğretmenimi alıp götürdüklerinde, Yehova şahidi bir asker eline silah almayı reddedip ortadan kaybolduğunda... Ne tek bir kişi için parmağımı oynattım, ne de soru sordum; görmek, bilmek istemiyordum. Tanıdığım insanları öldürüyor, yahut kampa ve cezaevine götürüyorlardı. Ve ben kafamı çeviriyordum. Bunun yeryüzündeki en büyük acı olduğunun, beni hiçbir zaman terk etmeyeceğinin farkında mısınız?" (Nobelden de öte, Doğan Kitap, sayfa 78).
TÜRK A R N N FOTO RAFI Metin Altıok’u, yanında Uğur Kaynar ve Behçet Aysan ile Madımak Oteli’nin merdi-
venlerinde saldırganları karşılamaya hazır beklerken gösteren bir fotoğraf var belleğimde. Gösterdiğinden çok daha fazlasını içeren bu fotoğrafta Metin Altıok’un elinde bir yer fırçası bulunmaktadır. Uğur Kaynar’ın bir eli çenesinde, diğer eliyle dizinin üstündeki, yanından hiç ayırmadığı çantasını tutmaktadır. Bunun kendini savunmak için eline geçirdiği her hangi bir şey olduğunu da düşünebiliriz(*). Çünkü fotoğraf bir kuşatma altında çekilmiştir. Oturduğu basamakta iki eliyle ne olduğunu anlayamadığımız bir cisme belki de bir başka yer fırçasına dayanan, Behçet Aysan’ın önünde ise bir yangın söndürücüsü vardır. Merdivenlerde dinlendikleri sırada çekilmiş bu fotoğrafın, fotoğrafçının “çekiyorum ha” dediği tür fotoğraflardan olmadığı, fotoğraftaki kişilerin karede yer alışlarından bellidir. Buldukları yere çökmüşlerdir. Fotoğrafta hiçbir poz verme belirtisi de bulunmamakta, objektife bakmamaktadırlar. Metin Altıok içinde olduğu anı aşmış, sanki çok uzaklarda bir zamana bakmaktadır. Uğur Kaynar dalıp gitmiştir. Behçet Aysan ise yorgun bir halde gözlerini kapamış durumdadır. Bu fotoğrafa Asaf Koçak’ı, Hasret Gültekin’i, Asım Bezirci’yi de ekleyebiliriz. Veya Nesimi Çimen, Muhlis Akarsu, Muhibe Akarsu, Edibe Sulari, Erdal Ayrancı, Sehergül Ateş, Muammer Çiçek, Gülender Akça, Mehmet Atay, Sait Metin, Carina Johanna, Gülsün Karababa, İnci Türk, Huriye Özkan, Murat Gündüz, Ahmet Özyurt, Handan Metin, Yeşim Özkan, Yasemin Sivri, Serpil Canik, Serkan Doğan, Belkıs Çakır, Nurcan Şahin, Özlem Şahin, Asuman Sivri, Menekşe Kaya, Koray Kaya’dan oluşan ölüler lstesinden her hangi üçü ya da beşini… Gerçekten de, aynı yerde çekilmiş birçok başka fotoğraftan otelin iç merdivenlerinin kuşatılanların mola yeri olduğunu, dönüşümlü olarak burada dinlendiklerini anlıyoruz.
“ODESA MERD VENLER ” KADAR ÖNEML MERD VENLER Türk şairinin portresidir bu fotoğraf. Türk şiirinin yüz akı üç yiğit ozan, salt, o gün orada kendilerini kuşatan gladyonun maşalarına değil, gladyonun kendisine, Türkiye’yi kan gölünden bir yangın yerine çevirmeye uğraşan emperyalizme, onun faşist sömürü ve zulüm düzenine karşı direnmektedirler. Bir kitap olarak yayımlanmadıysa da, Sivas Madımak Katliamı sırasında otelin içinde çekilen bu ve daha başka fotoğraflar
yapılan belgesel filmlerde kullanıldı. “Odesa Merdivenleri” kadar önemlidir bu merdivenler. Sivas Davası’nda zaman aşımına saatlerin kaldığı şu günlerde aklıma düşen bu fotoğrafın orijinali, diğer fotoğraflarla birlikte Aydınlık arşivinde bulunuyor. Bir kısmı, Edebiyatçılar Derneği’nin 1994’te yayımladığı, derneğin, Özcan karabulut, Atilla Aşut, Hidayet Karakuş, Öner Yağcı ve Gökhan Cengizhan’dan oluşan çalışma grubunca hazırlanan “Sivas Kitabı/Bir Topluöldürümün Öyküsü” adlı kitapta da var. “Sivas Kitabı” bu katliam konusunda belli başlı kaynak kitaplardan biri. Kapsamlı bir çalışmanın ürünü olan ve yeni baskısı bulunmaya kitap, internette “nadir kitap” kategorinde yer alıyor. Bu konudaki bir başka çalışma ise hemen aklıma geliveren Cumhuriyet Kitapları’nın yayımladığı Öner Yağcı’nın “Sivas’ı Unutmak” adlı kitabı.
TAR H ZAMAN A IMI B LMEZ Bu yazı yayımlandığında davanın yargı süreci bitmiş olacak. Dünyanın belki de en büyük aydın katliamı, hukuksal olarak zaman aşımına uğrayacak. O andan itibaren başlayacak olan artık başka bir süreçtir. Tarih olma süreci de diyebiliriz buna. Tarihte zaman aşımı yoktur! Nesimi Çimen, Asım Bezirci, Metin Altıok, Muhlis Akarsu, Behçet Aysan, Muhibe Akarsu, Edibe Sulari, Uğur Kaynar, Asaf Koçak, Erdal Ayrancı, Sehergül Ateş, Hasret Gültekin, Muammer Çiçek, Gülender Akça, Mehmet Atay, Sait Metin, Carina Johanna, Gülsün Karababa, İnci Türk, Huriye Özkan, Murat Gündüz, Ahmet Özyurt, Handan Metin, Yeşim Özkan, Yasemin Sivri, Serpil Canik, Serkan Doğan, Belkıs Çakır, Nurcan Şahin, Özlem Şahin, Asuman Sivri, Menekşe Kaya, Koray Kaya hepsi de sağlar henüz, yaşıyorlar çünkü aramızda.
UNUTMAK ÖLÜMDÜR ASIL (*)1956 Sivas-Zara doğumlu Uğur Kaynar’ın çantası ondan kalan eşyalarla birlikte eşine teslim edildi. Ehliyet, biraz para, bir paket Bafra sigarası, kibrit, hediye alınmış işlemeli bir cüzdan ile bir peçeteye karalanmış şu dizeler çıktı o çantadan: “öldüğümde doğduğum yere gidiyorum yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği işte böyle yeniyorum.”
10
Aydınlık KİTAP
16 MART 2012 CUMA
BABİL BALIĞI
Yıldızları gördüm! M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com
“Bir teoriye göre, eğer biri evrenin neden ve niçin burada olduğunu açıklayabilirse, evren aniden yok olacak ve yok olan evrenin yerini, daha anlaşılmaz ve tuhaf bir şey alacaktır. Bir başka teoriye göre ise bu zaten olmuştur.” (Douglas Adams, “Kuşkucu Somon”) Aydınlık Kitap’ta iki haftada bir yayımlanacak bu köşede, bilim-kurgu ağırlıklı olmak üzere, fantastik kurgu ve korku edebiyatını da alt türleriyle birlikte sizlerle buluşturmaya gayret edeceğim. Bahsi geçen türlerin derin okuyucularının bulunduğu gerçeğinin de farkında olarak, aynı zamanda belirli önyargıların, yanlış veya yetersiz bilgilerin de mevcut olduğunu peşinen kabul ediyorum. Bu nedenle çok kısa da olsa bahsi geçen türlerin kökenlerinden ve alt türlerinden de bahsedeceğim. Bir şekilde, bu köşeyi okuma kılavuzu olarak kullanmak da mümkün. Bilim-kurgu türünün ne zaman ortaya çıktığı tartışmaları hala sürüyorken, en azından, zaman içerisinde şekillenen alt türleri hakkında, kökenlerinden daha fazla bilgiye sahibiz. Kökenlerini araştırmada akademisyenlerden bir kısmı Sümerlerin “Gılgamış” destanını apokaliptik bilim kurgu faktörleri çevresinde değerlendirirken, bir kısmı “Mahabharata”nın zaman yolculuğu temasını içerdiğini belirtir. Bir başka grup bu mitolojik metinlerde bilim ve teknolojinin çok az yer edindiği gerekçesiyle bilim-kurgu türünde değil fantastik kurgu türünde değerlendirilmesi gerektiğini savunur. Bir başka grup, bilim-kurgunun Samsat’lı Lukianos’un “Gerçek Tarih”i ile başladığını savunurken, Japon öyküsü “Urashima Taro” ile başladığını savunandan, Arap bilim adamı İbn Nefis’in “er-Risaletü’lKâmiliyye fi’s-sîreti’n-nebeviyye” eserinin ilk bilim-kurgu romanı olduğunu savunana kadar geniş bir yelpazeyi görmek mümkün. Kimi edebiyat tarihçileri ise belirli isimlere kadar (Thomas More’un “Ütopya”sı, 1516; Francis Bacon’ın “Yeni Atlantis”i, 1627; Johannes Kepler’in “Somnium”u, 1634, vb.) yazılmış olanların bilim-kurgu türünde değil, bilim-kurguya hazırlayıcı metinler olarak değerlendirilmesi gerektiğini savunmaktadır.
B L M-KURGU NED R? Kökeni bir türlü paylaşılamayan bu türün, çağımızdaki okuyucu adedindeki düşüklük hem acı vericidir hem de komiktir. Bilim-kurgu edebiyatının sadece ışın kılıçları, uzay gemileri, dünya dışı türler ve lazerlerle dolu bol savaş sahnelerinden ibaret olduğu yanılsaması nedenlerden biri olabilir. Bilim-kurgunun alt türlerinden sadece biri olan ve “Uzay Operası” olarak adlandırılan bu alt türün, pazarlamaya daha uygun olması nedeniyle sürekli başımızdan aşağı boca ediliyor oluşunu göz önüne alırsak, okuyuculara kızmak yerinde olmaz. Elbette bu kaçınılmaz olarak “o zaman bilim kurgu nedir?” sorusunu ortaya çıkaracaktır. Bilim-kurgu için pek çok tanımlama veya tanımsızlık mevcut iken, en sevdiğim tanım Vladimir Nabokov’un “Eğer tanımlarımızda titiz davransaydık, Shakespeare’in ‘Fırtına’ oyunu, bilim-kurgu olarak adlandırılırdı” iddiasının çağrıştırdıklarıdır. Robert Heinlein ise bilim-kurguyu “Doğa hakkında derinlemesine anlayış ve bilimsel metodun önemi ışığında, gerçek dünya ve tarih hakkında yeterli bilgi temelinde, gelecek olaylar hakkında mümkün ve gerçekçi tahminler yürütmek” olarak tanımlar ve ekler: “Bu tanımlamanın bütün bilim-kurguyu kapsaması için ise sadece ‘gelecek’ kelimesinin üstünü çizmek yeterlidir.” Elbette ki alt türlerin de çokluğu sebebi ile bilim-
kurgu ve fantastik kurgu arasındaki sınır çizgisi incelmektedir. Karışıklığı engellemek için, tek yapılması gereken şeyin, bilim-kurgunun bilimin prensipleriyle yakın ilişkide olduğunu, kısmen yazıldığı dönemin bilimsel gerçeklerini veya mümkün bilimsel gerçekleri içermesinin zorunlu olduğunun bilinmesi yeterlidir. Rod Serling bu konuda “Fantastik kurgu olası kılınan imkânsızlıktır. Bilim-kurgu ise mümkün kılınan olasılıktır” der. Arthur C. Clarke bu duruma daha eğlenceli bir tanım getirir: “Bilim-kurgu genellikle olmasını tercih etmeyeceğiniz, olabilecek bir şey hakkındadır. Fantastik kurgu ise genellikle sadece olmasını dileyeceğiniz, olamayacak bir şey hakkındadır.”
GELECE N EK LLEND R LMES 30 Ekim 1938’de ABD’de milyonlarca radyo dinleyicisi Marslıların dünyaya saldırdığı haberini duyunca şok geçirdi! Bir kısmı evlerinden çığlıklar atarak kaçarken bir kısmı panikle arabalarına atlamaya başladı. Gerçekte radyodan dinledikleri ise H. G. Wells’in “Dünyaların Savaşı” romanının Orson Welles tarafından zamana ve mekâna uyarlanmış halinin bir bölümüydü. Bilim kurgu sadece olabilecek koşullarla ilgilenmez, aynı zamanda bu koşullarda insanlığın yerini ve tepkisini de araştırır. “Yaban Diyarlardaki Yabancı” ilk yayımlandığında okurlarının, yazarın evinin önüne kamp kurmasının sırrı da bu inandırıcılıkta ve gerçekçi analizlerde gizlidir. Kısaca örneklere devam edelim. “Siberpunk” alt türünde göreceğimiz üzere, internet kültürünün henüz oluşmadığı, evlere bile girmediği dönemlerde yazarlarının dev ağlardan oluşan geleceklerinde, “hack”, “hacker” terimlerine, detaylı anlatımlarına kadar rastlarız. Bu eserler işlediklerin konuların yanı sıra Silikon Vadisi’ne kadar ilham kaynağı olmuş, bir bakıma geleceği şekillendirmişlerdir. “Distopya” alt türünün yarım yüzyıldan fazla zaman önce yazılmış eserlerinde, karanlık gelecek kurgularında rastladığımız (bkz. “1984”, “Cesur Yeni Dünya” vb.) sistem sorunları şu an yaşadığımız sistemlerden ne kadar uzaktır? “1984”ün “Big Brother”ı artık kurgu olmaktan çıkıp tamamen ete ve kemiğe bürün-
memiş midir? Bir başka “distopya” kült roman, 1953 yılında yayımlanan Ray Bradbury’nin “Fahrenheit 451”inde (İthaki Yayınları, 2012, 3. baskı. Ayrıca Epsilon yayınevinden çıkan Tim Hamilton uyarlaması çizgi romanına da ulaşmak mümkün) kitabın kahramanı, okumanın yasaklandığı bir gelecekte, yaşlı bir kadının sakladığı kitaplarını yakmak üzere görevli olarak evine gider. Kazara kitaplardan birinden, bir satır okur: “Öğledensonra güneşi altında zaman uykuya dalmıştı.” Cümle kafasına kazınır ve bunun üzerine kitaplardan birini çalmaya karar verir. Kitaplarını ve evini terk etmek istemeyen yaşlı kadın, kendini yakmayı tercih eder. Bu eylem kahramanı rahatsız eder ve kendisine şu soruyu sordurur, “Neden biri kitaplar için ölmeyi göze alır?” “Fahrenheit 451”, muhalif düşünceler içeren kitapların yakılmasına yönelik içeriğinin yanı sıra, sansür, televizyon ve diğer medya araçlarının kitap okuma alışkanlığını katli, bilgi ve algı dağarcığımızdaki çarpılmalar, yozlaşmalar veya başka deyişle çarpıtılmalar ve yozlaştırılmalar hakkındadır. Yazarı ününe kavuşturan romanının dışında Ray Bradbury’nin yazmış olduğu öykülerden oluşan derleme “Yakma Zevki,” (İthaki Yayınları, 2012, Çeviren: Murat Özbank) “Fahrenheit 451”e öncü niteliğinde, romanın kahramanı Montag’ı da içeren iki öyküyü barındırıyor. Yine “Fahrenheit 451”deki gibi 1950 ABD’sinin ve sosyal toplumun gelecek korkularını, hayal gücü kısıtlandığında insanlığın çöküşünü ve beraberinde getireceği tehlikeleri barındıran öykülerle dolu. Öykülerde karşılaştığımız korkuların günümüzle de yakın ilişki içinde olduğunu görüyoruz.
KE KE… Bir kez daha günümüzü anlamak için, geçmişte yazılan bilim kurgu eserlerine ihtiyaç duyuyoruz. İnsan “keşke” demeden edemiyor, “keşke, günümüzde yazılıp yayımlanan yerli-yabancı bilim-kurgu eserleri okunsa, zamanında tercüme edilse de gelecek kuşaklar bulundukları çağı anlamak için şimdi yazılan eserlere ihtiyaç duymasa, hiç olmazsa gelecek kuşaklar, kitap sansürü, kitap yasağı gibi kavramlarla sadece tarih kitaplarında karşılaşsa.” Günümüzü, geleceğimizi, bazen geçmişimizi ve özellikle de bütün bunların arasında insanlığımızın yerini anlayabilmek için bilim-kurgu edebiyatına ihtiyaç duyuyoruz. “Yıldızları gördüm,” diyebilmek için ihtiyaç duyuyoruz…
Aydınlık KİTAP
B R SVEÇ POL S YES DAHA: “PEK N’DEN GELEN ADAM”
Yüz yıllık intikam öyküsü Dondurucu bir soğuğun hüküm sürdüğü 2006 kışında İsveç’in kuzeyindeki unutulmuş bir köyde başlayan sürprizlerle dolu serüven...
ELVAN BEŞİKÇİOĞLU Son 10 yıl içinde uluslararası yayın piyasasında farklı bir ses olma yolunda adımlar atmış olan İskandinavya kökenli polisiye romanlar, İsveçli yazar Stig Larson’un “Ejderha Dövmeli Kız”ıyla birlikte tavan yaptı bilindiği üzere. Öte ya 1948 doğumlu Henning Mankell, vatandaşı Larson kadar şöhret sahibi olmasa da sıkı maceralara imza atan, Altın Kitaplar aracılığıyla daha önce dokuz kitabı okurlarımızla buluşmuş olan bir yazar. “Pekin’den Gelen Adam” Mankell’in Türkçedeki onuncu romanı. Sürükleyici, düşündürücü ve kimi zaman da ürpertici bir politik-polisiye roman olan “Pekin’den Gelen Adam”, dondurucu bir soğuğun hüküm sürdüğü 2006 kışında İsveç’in kuzeyindeki unutulmuş bir köyde başlıyor. Bir ihbar üzerine köye gelen polisler korkunç bir cinayetin kurbanını karlar içinde yatarken bulurlar. Köy, dikkat çekici biçimde ürkütücü bir sessizliğe bürünmüştür ve ortalıkta hiç kimse yoktur. Cinayetle ilgili bir görgü tanığı olup olmadığını anlamak için ev ev dolaşan polisler, ülke tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir katliamın izleriyle karşılaşırlar. Yargıç Birgitta Roslin, gazeteleri okuduğunda maktullerden biriyle arasında ailevi bağ olduğunu fark eder ve olayı araştırmaya karar verir. Yargıcın elinde 19. yüzyıldan kalma
bir günlük ve cinayet mahalli köyün civarında bulunan kırmızı ipek kurdeladan başka hiçbir ipucu yoktur. Birgitta’nın araştırmaları onu uluslararası bir çürümüşlüğe ve çok eski bir intikam öyküsüne götürür. “Yanlış Yol” adlı romanıyla 2001’de Altın Hançer Ödülü’ne değer görülen, Gazze’ye yardım götüren gemilerde yer almayı politik bir kararlılığa dönüştürmüş olan Henning Mankell, “gençliklerinde kızıl devrimin hayalini kuran”, yıllar sonra Çin’e gittiklerinde ülkeyi yeni bir değişim sürecinde bulan karakterleri aracılığıyla bu uzak coğrafyanın gizemini de serüvene dahil ediyor. “Bahsi geçen insanların hiçbiri artık hayatta değil. Ama Hesjövallen’de yaşananların altında yatan gerçek, hepimizin düşündüğünden farklıymış. Kökleri, tahmin edebileceğimizden çok daha derinlere uzanıyormuş. Yazdığım her şeyin ispatlanıp ispatlanamayacağını bilmiyorum. Çoğunun ispatlanabileceğini sanmıyorum. Aynen, kırmızı kurdelenin nasıl olup da Hesjövallen’e gittiğinin asla ispatlanamayacak olması gibi. Onu oraya kimin getirdiğini biliyoruz ama hepsi bu” diyen? Mankell, ülkemizdeki tutkunlarına şaşırtıcı ayrıntılarla süslenen tipik bir “soğuk duyarlık” örneğiyle sesleniyor bir kez daha. (Pekin’den Gelen Adam, Altın Kitaplar, Çev. Zeynep Heyzen Ateş, 510 s.)
12
Aydınlık KİTAP
16 MART 2012 CUMA
KAPAK
TAHS N YÜCEL’LE KLAS KLER, ÇEV R VE “ NSAN YAZDI I EYD R” ÜZER NE
“Çeviri, aslından daha güzel olabilir” Ben arı Türkçeyle yazmayı yeğlerim, öbür türlüsünü belki ancak alay olsun diye yaparım. Öyle alışmışım. Yani Ataç’ın dönemini yaşadık, arı Türkçe için savaşım verilen dönemleri yaşadık. Bir de Anadolulu olmanın da bu konuda bir katkısı var DAMLA YAZICI Kunduracı Ahmet Yücel ile Nuriye Münevver Hanım’ın oğlu. Elbistan’da başlayan hayatı İstanbul’da devam eder. Galatasaray Lisesi’ni parasız yatılı olarak okur. İÜEF Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirir ve aldığı profesör ünvanıyla emekli olur. 100’e yakın kitap çevirisi var. Toplam 40’a yakın roman, öykü, deneme, inceleme, anlatı kitabının sahibi. Siz bütün bunları yapmış bir “Görünmez Adam” tanıyor musunuz? Tanıştırayım: Tahsin Yücel Onunla konuşmaya başladığınız andan itibaren o sakinliğinin altında muzip bir çocuk yattığını anlıyor ve 80 yaşındaki bu yazarı çok seviyorsunuz. Son olarak İş Bankası Kültür Yayınları’ndan çıkan ve Tahsin Yücel’in Balzac’tan Flaubert’e, Camus’den Barthes’e 26 yazarın 35 çeviri yapıtı için yazdığı önsözler “İnsan Yazdığı Şeydir” adlı kitapta, Mukadder Özgeç tarafından toplandı. Biz de bunu fırsat bilip Tahsin Yücel’le görüştük. Sayın Yücel, bu kitabı oluşturma fikri nasıl doğdu? Hayatınız boyunca emek verdiğiniz ve Türk edebiyatına bir miras olarak bıraktığınız çevirilerinizin önsözlerini “İnsan Yazdığı Şeydir”de bir arada gördüğünüzde - ki sadece sunulardan bile bir kitap oluşabilmesi sanırım bir ilk- ne hissettiniz? İşin doğrusu, yazılarımı belli bir süre geçtikten sonra toplamayı düşünürüm ve toplamışımdır da. Hatta son olarak bir kitap daha topladım, yayınevine de verdim. Henüz yayımlanmadı. Ama Mukadder Hanım’ın hazırladığı “ İnsan Yazdığı Şeydir” benim için hoş bir süpriz oldu. Çünkü yaptığım çevirilere yazdığım önsözleri bir kitapta toplama gibi bir düşünce hiçbir zaman geçmemişti aklımdan. Böyle birden kitapla karşılaşınca, kocaman da kitap, hoşuma gitti, çok sevindim. Kendisi hiç bahsetmemişti de böyle bir şey hazırlıyorum diye. O nedenle şaşırttı kitap beni. “İnsan Yazdığı Şeydir”de, çoğunlukla klasik eserlerle ilgili yazı-sunuşlarınız yer alıyor. Bir “klasik”, yazıldığı dönemde hemen belli eder mi kendini? Klasik deyince bugün çok çeşitli yapıtlar geliyor gözümüzün önüne. Birbirinden çok farklı şeyler, örneğin Moliere’in bir komedisi de klasik, ilk çağdan kalma bir destan da klasik. Hatta geçtiğimiz yüzyılın sonlarına doğru yayımlanmış bir kitabın, klasik olmasa bile klasik olabileceğini düşünüyoruz, “çağdaş klasik” diyenler var. Yani yazıldığı dönemde klasik olabilecek kitaplar. Daha bir niteliği olan kitaplar, insan doğa-
Prof. Dr. Tahsin Yücel: Yaz lar m belli bir süre geçtikten sonra toplamay dü ünürüm ve toplam md r da
sını incelemeleri bakımından yahut ekonomik olsun siyasal olsun... Klasik deyince daha çok eski çağları düşünüyoruz ama çok yakın dönemlerin yapıtlarına da klasik dediğimiz oluyor. Eser kendini belli ediyor, yazıldığı dönemde klasik olarak adlandırmasak da ilerde klasik sayılabilecek bir kitap diyebiliyoruz.
“ÖNSÖZ, AZALDI” Herkesin önsözü atlayıp doğrudan ana metne başladığı olmuştur. Fakat sizin sunularınızı okurken farkettim ki aslında sunular esere daha da adapte olabilmemizi sağlayan bilgilerle dolu. Sunuların “gerçek okuyucular” tarafından mı okunduğunu düşünüyorsunuz? Evet. Güncel yapıtlarda bir önsöz pek görmeyiz. Deneme ve incelemelerde önsöz oluyor da asıl edebiyat yapıtlarında, yani romana kimse kolay kolay önsöz yazmıyor. Mesela André Gide’nin “Kalpazanlar”ı, orada bir önsöz var. Çağdaş yapıta, hele ki romansa, şiirse önsöz koymuyoruz ya da yazarı koymuyor.
Çeviri eserlerde konmalı mı? “HER YAPIT ÇEVR L R” Çeviri eserler tabii daha farklı. Kitaba baktığımızda, hepiBir yabancı yazarın yapıtını mizin hayatında etkileneçeviriyorsunuz. Yani onu Türkçe rek okuduğu, özel tanıtmakta elbette yarar ün bu bug yerlere sahip olan var. Yazarın özellikFransız edebiyatının düzeye geldi, geri leri,yazıldığı dönem pek çok devleşmiş Bir falan... Ama örnedönü ü de olamaz. eserinin çevirileğin diyelim ki Yaşar zamanlar CHP iktidar rini sizin yaptığıKemal’in bir ronızı görüyoruz. dönemlerinde de buna kar manı; Yaşar KeDil di Çeviri, hayatınızın im a am d olanlar var mal’i biliyorsunuz, önemli bir unsuru nin yapıtlarını, ilgi alaDevrimi’ne, Türkçe ve bu konuda otonını, dünya görüar la mas na kar olanlar rite kabul ediliyorşünü falan sunuz... da bizim kulland m zdan biliyorsunuz. Önsöz Epey oldu çeviri dil bir l fark onun için ve onun çağyapmayı bıraktım ama daşları için pek gerekli kullanm yorlar çok çeviri yaptım. Bu da değil. Tabii önsözden önkoşulların zorlamasıyla. söze de fark var. Öyle bir Ben liseyi parasız yatılı okudum. önsöz olur ki genel olarak okurun Liseyi bitirdiğim zaman da ancak çalışagörmediği ya da zor göreceği bir takım özellikleri de belirtir. Kimi zaman mesela rak okuyabilirdim. Daha lisedeyken de Fransızlar arasında birçok yazar yapıtla- ben öykü falan yazmaya başlamıştım. rının doğru anlaşılması için bir takım ön- Varlık Yayınları’nda çalışmaya başlamışsözler koyarlar ama çağdaş yapıtlarda tım yarım gün. Bu kadar çeviriyi nasıl yaptınız derler genelde. Kaç yıl ben orda önsöz daha az karşımıza çıkıyor. çalıştım ama sıkı bir çalışmaydı. Yarım
KAPAK gündü belki ama bir günlük çalışmadan daha fazlaydı. Patronla, Yaşar Nabi Bey’le uzun zaman aynı odada oturduk. O zamanlar sigara da içerdim, saatte bir sigara içerdim, onun dışında hep çalışma. Günlük işler olurdu, dergi hazırlama falan ve onun dışında da her zaman masamın üstünde çevrilecek bir kitap olurdu. Çok çevirimin olmasının nedenlerinden biri budur. Yani hiç boş durmazdım. Bir de evde de çeviri yapardım bütçeyi desteklemek için. Böylece 100’e yakın kitap çevirmiş oldum. Çeviri biraz da cesaret mi gerektiriyor? Yani kendi ülkesinde devleşmiş bir yazarı Türkçeye aynı şekilde taşıyamama korkusu duyar mısınız? Tabii çeviride şöyle bir durum var; çevirince belli bir değeri olan, belli bir özelliği, kişiliği olan yazarların yapıtlarını çeviriyorsunuz. İster istemez çeviride bazı şeyler kaybeder yapıt ama ender olarak kazandığı şeyler de olabilir. Yani çevirisi aslından daha güzel de neden olmasın, olabilir. Dil olarak elbette, biçem olarak. “Çevirebilir miyim acaba?” sorusu var ama dili bildiğiniz zaman, bir de edebiyata yatkınlığınız olduğu zaman her yapıt bir şekilde çevirilir. Aslında kötü, başarısız yapıtlar daha zor çevirilir. Çünkü dili bozuktur, tutarsızlıklar vardır. Düzgün bir kitabı, özgün olabilir o başka ama iyi yazılmış bir kitabı çevirmek, kötü yazılmış bir kitabı çevirmekten daha kolaydır.
Aydınlık KİTAP
16 MART 2012 CUMA
13
Edebiyat alan ndaki, dü ünce alan ndaki yap tlara yaz lara, kitaplara önem verilmesi, de er verilmesi gerekir, engellenmesi de il. Elbette hepimizin ho lanmayaca yap tlar da yay mlan yor, yay mlanabilmeli de
“TÜRKÇE DÖNÜ TÜ, GEL T , ARILA TI” Öz Türkçe kullanmadaki kararlılığınız nedeniyle çevirmenliğinizi eleştiren bir kesim de var. Buna nasıl bakıyorsunuz? Edebiyat yapıtının dili zaten kendiliğinden özel bir dil. Bir de ben arı Türkçeyle yazmayı yeğlerim, öbür türlüsünü belki ancak alay olsun diye yaparım. Öyle alışmışım. Yani Ataç’ın dönemini yaşadık, arı Türkçe için savaşım verilen dönemleri yaşadık. Bir de Anadolulu olmanın da bu konuda bir katkısı var. Bir takım öğretmenlerimin etkisini göz ardı edemem. Kulakları çınlasın, daha hazırlık sınıfında İstanbullu ama arı Türkçeyi çok seven bir öğretBen menim oldu: Necdet Kurt. Pamuk’un bütün Yani böyle bir destek de kitaplar n okumad m, gördüm. Yaşadığınız yerin etkisiyle halkın hele bu “Kara Kitap”tan içindesiniz ve halkın sonra hiçbir kitab n etkisiyle yabancı sözokumad m ama Pamuk’u ben cük girmiyor dilinize. be enmiyorum diye herkes Yani ne bileyim İsbe enmeyecek diye de bir ey tanbul’da hukuk, edebiyat okumuş insanlar yok. kincisi, Nobel yabancı kökenli, Arap akademisinin üyeleri büyük kökenli, Fars kökenli ihtimalle Türkçeden sözcüklerle haşır neşir okumad lar oluyorlardı. Benim doğdukitab n ğum yerde çok arı bir Türkçe bir dil kullanmıyorlar. konuşulurdu. Şimdi konuşurken Türkçe dönüştü, gelişti, Elbistan ağzıyla konuşmuyorum ama arılaştı. o dil mantığını bir yerde sürdürdüğümü Türkçe dönüştü ve arılaştı, fakat düşünüyorum. sonra evrimine devam etti ve bugün yabancılaşan, yer yer bozulmalar gösteren Eleştirenlerin, sizin arı Türkçe karar- de bir hal aldı. Türkçenin bu gidişini lılığınızı “Kemalist dil inadı” şeklinde nasıl değerlendiriyorsunuz? ele almalarına ne diyorsunuz? İster istemez, yani bana öyle gelir ki Şimdi bunu diyenler, kendileri de bir dilin dışına çıkamazsınız. Bir ulus düşü100-200 sözcüğü kenara bırakırsak, arı nün bir millet düşünün, niye kendi dilinin Türkçe konuşanların konuştuğunu, yaz- sözcükleri varken başka dillerden sözcük dığını yazıyorlar. Türkçe bugün bu dü- alsın. Bu soruyu sormayan, Arapça, zeye geldi, geri dönüşü de olamaz. Bir Farsça, Franszca, İngilizce gibi dillerden zamanlar CHP iktidarı dönemlerinde de pekala sözcük kullanmamız gerektiğini buna karşı olanlar vardı ama şimdi Dil düşünen veya bu tür sözcükler kullanDevrimi’ne, Türkçenin arılaşmasına karşı maktan hoşlanan yazarlar var. Ama bir olanlar da bizim kullandığımızdan farklı de Türkçe diye bir dil var. Yani biz
Türkçe konuşuyorsak doğru bir Türkçe kullanmamız herhalde yeğlenmesi gereken şeydir.
“ R ÇEV RMEK ZORDUR” Kitapta da sunumuna yer verilen iki şiir kitabı çeviriniz var: Charles Baudelaire’den “Paris Sıkıntısı” ve Robert Desnos’dan “Hayır Aşk Ölmedi”. Bütün çeviri birikiminize bakıldığında şiir çevirisinin azlığı görülüyor. Nedeni nedir? Bir uğraş meselesi. Genellikle yazarlar yazmaya şiirle başlar, bizde en azından böyle. Ben de eskiden şiir yazardım. İlkokulda başladım,çok erken başladım ben. Sonra düz yazıya döndüm. Çeviride birçok şeyler kaybedilebilir şiir ama tersi de doğru. Yani iyi bir çeviriyse, yani sözcük
hele ki soyut sözcükler söz konusu olduğu zaman o dilin sözcükleri belki o şiiri daha da bir zenginleştirir. Evet şiir çevirmek zordur. Bir takım şeyler kaybedebilir şiirden ama kazandığı da olur. Ben pek yapmadım şiir çevirisi evet. Son dönemde, özellikle de Fethi Naci’nin ölümü sonrasında, Türkiye’de edebiyat eleştirisinin genel durumu hakkında söyleyecekleriniz nelerdir? Eleştiri elbette gerekli bir etkinlik. Edebiyat eleştirmenliğinin edebiyatın tanınması sevilmesi, anlaşılması, yorumlanması konusunda elbette büyük katkıları olmuştur, oluyordur. Ben belli bir yaşa geldim, o kadar takip edemiyorum ama genç kuşakta da mutlaka vardır
14
16 MART 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
iyi eleştirmenler.
KAPAK Tahsin Yücel arkada m z Damla Yaz c ’yla...
ORHAN PAMUK’UN TÜRKÇES Siz, Orhan Pamuk’un Nobel kazanmadan çok önce, 90’ların başında, çok kötü bir Türkçeyle yazdığını belirtmiş, onu örneklerle eleştirmiştiniz ve bu eleştiriniz büyük tartışma yaratmıştı. Nobel ödülü çok değerli yazarlara verilmiştir ama bunun tersi durumlar da daha az olmakla birlikte var. Ödül verilirken neler göz önüne alınıyor onu tam olarak bilmiyorum ama dünya edebiyatında en önemli ödül tabii ki Nobel. Ben Pamuk’un bütün kitaplarını okumadım, hele bu “Kara Kitap”tan sonra hiçbir kitabını okumadım ama Pamuk’u ben beğenmiyorum diye herkes beğenmeyecek diye de bir şey yok. İkincisi, Nobel akademisinin üyeleri büyük ihtimalle Türkçeden okumadılar kitabını. Pamuk’a gelince bir tür olağandışı bir şey onun kazandığı başarı. Yani kutlamak gerekir. O dille, o yapıtlarla bu kadar başarıya ulaşmak muazzam birşey. Edebiyat dünyasında büyük yankı uyandırmış olan “Kara Kitap” eleştirinizde diyorsunuz ki “ ‘Peki, bunca baskı yapan, bunca eleştirmeni hayran bırakan bu kitapta tutarlı sayılabilecek hiçbir şey yok mudur?’ diyeceksiniz. Olmaz olur mu? Örneğin iki yarım tümcesi vardır ki, kurgusuyla da, içeriğiyle de gerçekten doğru görünür: ‘Ne tuhaf okurlarsınız siz, ne tuhaf ülke burası?’ ” (s. 128). 1990’da kaleme alınmış bu yazıda bir iğneleme var okura tarafınızdan. Peki o günden bugüne baktığımızda okuyucu hâlâ tuhaf mı? Okur deyince ya da romancı, yazar deyince, örneğin Yaşar Kemal de yazar, Pamuk da yazar, bu arada ben de biraz yazar sayılabilirim ama işte hepsi aynı olmuyor. Okurlar için reklamın da etkisi vardır ama beğeneni de vardır. Neresini nasıl beğenir orasını bilemiyorum. Yazar kitabını kaleme alır, gerisi okuyucuya kalır mı diyorsunuz? Tabii, muhakkak. Bir de şöyle bir şey vardır; genelde bakarsanız en çok satan yazarlar en iyi yazarlar olmamıştır her zaman. Türkiye’ye de bakın dünyaya da bakın durum budur. İstisnaları vardır tabii, gerçekten de değerli bir yazar değerli bir yapıt üretip çok da satabilir ama genelde durum farklıdır. Çevirilerinizin kendi yazarlığınıza katkısı ne olmuştur?
Yazd kça deneyim kazan yorsunuz. Genellikle en son yaz lanlar ilk yaz lanlara göre daha nitelikli oluyor
Kuşkusuz şöyle; kitap okuyoruz ve çeviri de bir tür okumadır, hatta daha dikkatli ve daha ileri bir okumadır. Benim belli bir dönemde çok çeviri yapmam kendi yazarlığımı daha geriye almıştır. Kendi yapıtlarımı ikinci plana atmış olabilirim. Yani daha az kitap yazmışımdır daha çok yazabilecekken ama bir başka yazarı, bir başka biçemi tanımak beni zenginleştirmiştir.
“YALAN”IN YER AYRI Kendi romancılığınıza, öykücülüğünüze baktığınızda en iyi yapıtım diyebileceğiniz hangisidir? Vallahi insan onu pek söyleyemiyor. Kişilere göre de değişebiliyor bu. Bir de yazdığınız sırada iyi bir şey olacağını düşünüyorsunuz ki yazıyorsunuz. Dönem dönem farklılıklar da olabiliyor. Yazdıkça deneyim kazanıyorsunuz. Genellikle en son yazılanlar ilk yazılanlara göre daha nitelikli oluyor. Ama şimdi benim yaşım 80’e geliyor ve bu yaşımda yazdığım bir romanı 1960’larda yazdığım bir romanla karşılaştırırsak sanki 60’lardaki kazançlı çıkar bu işten diye de düşünüyorum. O nedenle az yazmaya çalışıyorum. “Yalan” en benimsenmiş olanı galiba... “Yalan” kapsamlı bir roman evet. Yani benim de kendi ölçülerim içinde değer verdiğim bir kitabım. Geçen yıl Chuck Palahniuk’un “Ölüm Pornosu” kitabının çevirmenine ve kitabı yayımlayan yayınevine Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu tarafından dava açıldı. 2011’in Türkiyesinde edebiyatta gerçekleşen bu durumu bir çevirmen ola-
rak nasıl yorumluyorsunuz? Edebiyat alanındaki, düşünce alanındaki yapıtlara, yazılara, kitaplara önem verilmesi, değer verilmesi gerekir, engellenmesi değil. Elbette hepimizin hoşlanmayacağı yapıtlar da yayımlanıyor, yayımlanabilmeli de. Farklı düşünceleri, farklı görüşleri ki belki bizim katılmayacağımız görüşleri savunanlar olabilir, gene de herkes kendini yansıtabilmelidir.
GÖRÜNMEYEN ADAM! 1954 yılından beri çevirilerinizle olsun, romanlarınızla ve öykülerinizle olsun Türk edebiyatında aktif bir üretkenliğiniz oldu. Bu süreç içinde Türkiye’nin politik çalkantıları edebiyat dünyasına içerik olarak ya da yasaklarla etki etti. Siz bu süreçlerde ne gibi şeylerle karşılaştınız? Valla bir kere bir çeviriden dolayı karakola falan çağrıldım ama kendi yazdığım romanlar, öyküler, denemelerden dolayı böyle bir şeyle pek karşılaşmadım. Belki de o kadar ünlü olmadığım için, göze batmadığım, görünmediğim için! Hatta bir tane söyleşi kitabım vardır “Görünmez Adam” diye. Ordan yırttım, görünmezlikten kurtardım. İnternette sizin için şöyle yazılmış: “Yaza yaza, okuya okuya, bir roman kahramanı gibi muzipleşmiş. Nitekim kendine ‘görünmez adam’ lakabını takmış, çünkü kuyrukta beklerken millet hep ‘sen nerden kaynadın araya’ diye çıkışırmış.” Öyle biri miydiniz hep? Evet. Bu da göze batar bir adam olmadığımı gösteriyor. Yani her kuyrukta başıma gelmedi ama birkaç kuyrukta başıma geldi, “kardeşim sen nerden geldin yahu” diye. Teşekkür ederiz Tahsin Bey bu güzel sohbet için. Ben teşekkür ederim.
Aydınlık KİTAP
ARA KABLO
SEYY T NEZ R
16 MART 2012 CUMA
15
Divan Şiiri üstüne çeşitlemeler Cöntürk’e göre, “Divan şiiri kapanmış bir Osmanlı kültürünün ürünüdür... Divan şiirini tutanların çoğu, o şiir rağbetten düştüğü için üzülürken daha çok o şiiri besleyen İslâm / Osmanlı kültüründen kopukluğu için üzülüyor.” Cöntürk, bu belirlemesiyle, Cumhuriyet ideolojisine A. A. Şentürk’ün getirdiği suçlamayı da yanıtlamış oluyor 1940’larda Abdülbaki Gölp narl taraf ndan Divan iiri’nin Osmanl saray kültürüyle yüklü ölü bir iir oldu u sav geli tirildi inden beri, eski iirimizin yüksek zümreye ait bu kolu üstüne kar t ya da kesi en görü ler içeren tart malar azalmak öyle dursun, son y llarda daha bir yayg nla yor. Özellikle Turgut Uyar’ n “Divan” adl iir kitab üstüne Kemal Tahir’in modern iirimizin yüklenmesi gereken miras içinde as l gövdeyi Divan iiri’nin olu turdu u yönündeki o gürültüler koparan de erlendirmesi sonras nda, hem tek tek airler için yap lan oylumlu çal malar, hem de her biri yeni yakla mlar, yeni saptama ve ke ifler de içeren bütünlüklü edebiyat tarihi ve antoloji örnekleri sürekli ço al yor. 40 y ld r yürütülen tart malarda, Divan iiri tamlamas n n sözcük olarak yeterince eski iirimizi kar lamad na da s k s k de inildi.
ADLANDIRMA, ÖMER SEYFETT N’DEN
zete.com seyyitnezir@aydinlikga
Divan iiri tart malar n n oda na Ahmet Necdet’in çal mas n n en sa lam kaynak olarak oturdu unu söylemek abartma olmaz. öyle ki, onun antolojisi, Divan iiri’nin seçkin örneklerini merakl okur için günümüz Türkçesiyle sunarken, tart malar n temel savlar na yetkin kalemlerden ara t rma ve deneme örnekleri getiriyor, bu ba lamda ana kaynak olmakla kalm yor, olas aç l mlar n uçlar n veriyor. Ahmet Hamdi Tanp nar’dan Orhan Okay’a, Agâh S rr Levend’ten Hilmi Yavuz’a, Cevdet Kudret’e, Nurullah Ataç’a, Melih Cevdet Anday’a kadar birçok ustan n yakla m ilkesini bu çal mada bulabiliyoruz. “Osmanl iir Antolojisi”nde, Cumhuriyet’in Osmanl kar t kültür politikas n ele tirerek* Divan iiri tamlamas n n eski iiri eksik anlatt yönünde Ahmet Atilla entürk’ün Ömer Faruk Akün’e dayanarak “Osmanl iiri” sözcüklerinin kullan lma öneri (s. XII) ve tart mas da daha önce Ahmet Necdet’in çal mas nda ele al nm t . Asl nda Divan iiri’nin ne olup ne olmad ve adland r lmas üstüne tart malar elbette çok eskilere gidiyor. Seyit Kemal Karaalio lu’nun belirlemelerine göre (s. 567-571) dîvan edebiyat kavram n ilk olarak Ömer Seyfettin’de buluyoruz. Buna Ahmet Necdet de kat l yor. Ömer Faruk Akün’ün “türlü verileriyle alt yüzy l sürmü koca bir edebiyat , birçok yaz nsal türü d ar da b rakan, düzyaz y ise d ar da b rakan divan edebiyat adland r n yetersiz buldu unu” an msatmay ise ihmal etmiyor (s. 11) Kavramsal düzeydeki yetersizlikleri a mak üzere ara t rmay yaln zca türsel ba lamda b rakmay p divan mazmunlar n ve özel kavramlar aç klamal örneklerle bütünlüklü bir çal mada ortaya koyan skender Pala, “Ansiklopedik Divan iiri Sözlü ü”nde, “ airlerin manzumelerini toplad klar eserlere dîvan denmesinden ötürü” (s. 120) saptamas yla yetinir. emsettin Kutlu ayn nedenlerle
(s. 12) yerle ik adland rmay seçer. Bu arada, belirtmek gerekir ki, Divan iiri üstüne en zengin ve çapl sözlük, kan mca Ahmet Talât Onay’ n “Eski Türk Edebiyat nda Mazmunlar” kitab d r.
KAPANMI B R KÜLTÜRÜN ÜRÜNÜ Divan iiri’yle ili kisi zaman zaman edebiyat söyle ilerinde efsanevi biçimde dile getirilen Hüseyin Cöntürk’ün “Divan iiri Üstüne Denemeler” kitab n n Haluk Aker taraf ndan yay na haz rlan p bas lmas ndan sonra tart man n tematik boyutu bamba ka boyutlar kazand . Kitab n çindekiler’i (s. 534), “Divan iirinde Rakip” genel ba l alt nda â k, sevgili ve rakîp kavramlar n n yüz binlerce beyitte nas l çe itlendi ini gösteren ve 30 sayfaya yay lan alt ba l ktan olu uyor. Cöntürk’ün alt sayfal k kaynakças ndan anla ld na göre, bu konuda M. Atilla entürk taraf ndan yap lm bir çal ma var: “Klasik Osmanl Edebiyat Tiplerinden Rakib’e Dair” ( stanbul, 1995). Cöntürk’e göre, “Divan iiri kapanm bir Osmanl kültürünün ürünüdür... Divan iirini tutanlar n ço u, o iir ra betten dü tü ü için üzülürken daha çok o iiri besleyen slâm / Osmanl kültüründen kopuklu u için üzülüyor.” (s. 40-41, 15.12.01) Cöntürk, bu belirlemesiyle, Cumhuriyet ideolojisine A. A. entürk’ün getirdi i suçlamay da yan tlam oluyor**. Seçim ve de erlendirmelerinde ahlaki ve edebî kayg lardan uzak kalmay do ru bulan Cöntürk çal mas n n niteli ini öyle tan ml yor: “Â k, sevgili ve rakîp aras ndaki, ‘ li ki ve davran lar’ as l ilgi alan m zd r. Bu bir ili kiler ve tav rlar çetelesidir (dökümüdür) denebilir.” (s. 37 / 04.04.02) Çünkü ona göre “ya am, bir ili kiler örgüsünden ba ka bir ey de ildir.” Yine de amaç, Divan iiri’nden toplumsal veriler sa lamak de ildir. Cöntürk, “Metinleri airlerden ve ya ad klar tarihlerden soyundurma” niyetindedir. Hilmi Yavuz, Divan iiri’nin ya amdan kopuklu u sav n Osmanl y olumsuzlama tutumunun yans mas olarak görüyordu. Yüzy llarca süren yinelemeleri, tam tersine, onun ya ama s k s k ya ba l l na dayand r yor: “Bu sürekli yinelenmeyi, belki de, Osmanl toplumunun kapal ve kendi kendine yeterli köy ya am n n, üretim tarz içindeki belirleyici konumuna ba lamak daha do ru görünüyor.” (“Yaz n Üzerine”, 1987 [bkz.: Ahmet Necdet, s. 93]) Cöntürk, amac n öyle belirtiyor: “Bu çal may yapmam zdaki amaç ne divan iirini sevdirmek ne de ondan so utmakt r.” (s. 37 / 07.03.03) Seçerken gözetti i ilke ise genellemelere ayk r l k: “Metinlerde as l ilgimiz gelene e kar-
olanlarla / görünenlerledir.” (s. 38 / (07.11.00) Bu nedenle, ayr nt ve istisnalar n akademisyenlerce geçi tirilmesini ele tirerek önemli bir saptamada bulunur: “Divan iirinde ayr nt ve istisnalar ba l ba na bir iirdir, özgül bir gelenek olu turur.” (s. 41, 24.12.01)
BUGÜNÜN HATIRINA... Cöntürk, kendi tutumuyla akademisyenlerinki aras na kesin bir s n r çizerken öyle diyor: “Türk dili ve edebiyat akademisyenleri için Osmanl kültür miras n reddetmek, onu yabanc bir kültür saymak, söz konusu de il. Bu yüzden divan iirini ona [mirasa] dayand rarak aç klamak, sevdirmek pe inde. (s. 39 / 13.12.00) ... Ben bugün divan iiriyle ilgileniyorsam bugünkü iirin / edebiyat n hat r için ilgileniyorum. Akademisyenler ise divan edebiyat n n hat r için bunu yap yorlar.” (s. 46 / 13.04.01) Okuru Cöntürk’ün çok farkl yönelimler içeren kitab yla ba ba a b rak rken son sözü iki airimize b rakal m: Hem kadeh hem bâde hem bir ûh sâkidir gönül / Nef’î Bu dizede, Baudelaire’in insana “hem kurban hem cellat” deyi ince derin bir gönül tan m verilmiyor mu? Yahya Efendi’nin, “Neler çeker bu gönül söylesem ikâyet olur” dizesi ise günümüz airini k skand racak bir duygu ve anlat m tazeli i ta m yor mu?
* Divan iiri adland rmas n n Cumhuriyet sonras na ait ve Osmanl ’y sözcük olarak bile unutturmaya yönelik köklü bir kopu ideolojisinin ürünü oldu unu öne süren A. A. entürk, bu sav n saçmal n görmek için Cumhuriyet döneminde yaz lm herhangi bir tarih, toplumsal ara t rma ya da edebiyat kitab na göz atsa bu bile gerçe i görmesine yetecekti. ** entürk, Divan iiri’ni dinci - ahlakç bir yakla mla yorumlama tutumunu öylesine a r noktalara götürüyor ki, smet Zeki Eyubo lu’nun elli y l önce metinlere dayal çözümlemelerini görmezden gelmekle kalm yor, okuru yanl yönlendiriyor. Divan iiri’ndeki e insel e ilimlerin görünü te oldu unu öne sürerken dokuz dereden su getiriyor. Kitap boyunca süren bu tutuma en tipik örnek, Avnî’nin (Fatih Sultan Mehmet) gazelleri ve özellikle Veyis redifli olan gazelidir (s. 42): Hüsn ile cânânlar içre cân-i cânândur Veyis erbet-i la’liyle dil derdine dermândur Veyis (Veyis sevgililer içinde güzelli i ile canlar n can d r. Veyis duda n n ilac ile gönül derdine dermand r.)
16
Aydınlık KİTAP
16 MART 2012 CUMA
TOPLUMCU GERÇEKÇ R N EFEND SES : A. KAD R
Yüreğimizin başında oturan şair CAFER YILDIRIM “Bir kitap okudum hayatım değişti.” Bir roman kurgusu içinde söylenmiş bu sözün bir şairimizin hayatında gerçek anlamına kavuştuğunu kaç kişi bilir? Doğrusu ben de bilmiyordum. Size tarihin tozlu sayfalarına karışmış işte o hikayeyi anlatacağım. 1936 yılında, Kara Harp Okulu öğrencisi bir gencin dolabı aranır. Gencin dolabında Maksim Gorki ve Sabahattin Ali gibi yazarların kitaplarıyla birlikte Nazım Hikmet’in “865 Satır”ı da bulunur. Arama yapanlar muradına ermiştir. Ele geçirilen kitaplar Nazım’ın Orduyu İsyana Teşvik Davası’yla Harp Okulu öğrencisi gencin ilişkilendirilmesi için yeterli olur. Bu genç daha sonra edebiyatımızda A. Kadir mahlasıyla kendini gösterecek olan Abdülkadir Meriçboyu’ dur. Aynı operasyonda Abdülkadir ile birlikte yirmi bir arkadaşı daha tutuklanmıştır. Şimdi bundan öncesine dönmek istiyorum. Abdülkadir aslında alaylı bir subayın çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Varlığı Ekim Devrimi’ne düşmüştür. Ne güzel! Ne var ki Abdülkadir bir subay çocuğu olarak dünyaya gelmenin avantajını çok çabuk yitirir. Şans meleği onu çabucak terk etmiştir. Sekiz yaşında babasız, Kuleli Lisesi ikinci sınıfta ise annesiz kalmıştır. Hayatına tesadüf eden olumluluklardan yeganesi Ekim Devrimi’dir ve o ise kendisinden uzaktadır. Abdülkadir’in çocukluk yıllarında yanı başımızdaki topraklarda Sovyet Devrimi canhıraş ilerlerken Halide Edip’in deyişiyle ülkemiz ateşle sınanmaktadır. Halkın payına en pespaye acıların düştüğü o günlerden Abdülkadir de hissesine düşeni alır: “Ben halk çocuğuyum. Babasız büyüdüm. Çocukluğum yoksulluk ve acılarla yoğruldu. Okul tatillerinde sepetçilik yaptım, kurabiye sattım. Karpuz sergilerinde çalıştım. Kendi kitap defter paramı kendim kazandım hep. Mahallemizde oturan zengin çocuklarını da görürdüm. Bir kuru fasülyeyi çoğu zaman bulamazdık.”
MAHKUM YET N TESELL S Abdülkadir Meriçboyu bu sözleri Nazım Hikmet davasıyla ilgi olarak yargılandığı mahkemede söylemiştir. Bizim hakimlerimizin kalbi de taş değil ya! Bayağı bir duygulanmışlar, hatta aralarında gözyaşını tutamayanlar oluştur. O duygusal hava içinde karar vermek güç olduğundan mahkemeye bile ara verilmiştir. Yarım saat sonra ise mahkeme heyeti, Harp Okulu ikinci sınıf öğrencisi Abdülkadir Meriçboyu’nu beş yıl hapse mahkum etmek mecburiyetini aşamamış olarak salona dönecektir. Bu cezanın temyizden sonra miktarı azalmış, ceza on aya inmiştir. Abdülkadir’in on aylık hapis cezasını Ankara’da Nazım Hikmet’le birlikte tamamlamış olması yirmi yaşında altüst olan hayatı açısından bir teselli olarak görülebilir. Fakat hayattaki en güçlü dayanaklarını yitirmiş bir genç için o günleri göğüslemenin o kadar kolay olmadığı da bir gerçektir. Hapis yata yata biter. Ne var ki artık ne askeri okul öğrencisi ne de eski Abdülkadir’dir. Hemen askere alınır. Askerliği boyunca il il dolaştırılır: Çorum, Diyarbakır, Sapanca… Fakat artık hayatına şiir iyiden iyiye girmiştir. Nazım’la geçirdiği günler ve bütün bu dolaşmalar esnasında yazdığı defter sayfaları gün gün çoğalmıştır. Bir gün bir de bakar ki elinde bir kitaplık şiir vardır. Bu şiirlerin kimileri “Ses”, kimileri “Yeni Edebiyat” dergilerinde yayımlanmıştır.İlk kitabının adını “Tebliğ” koyar. Burada bir ekleme yapmak durumundayım. Abdülkadir ilk şiirini annesini kaybettikten sonra (lise ikinci sınıfta) ve annesinin ölümüyle ilgili olarak yazmıştır. Daha sonraki yıllarda da yazmayı sürdürmüştür. Bu ilk dönem şiirlerinde memleketçi şiirin temsilcilerinden Faruk Nafiz Çamlıbel ve öz şiirin ilk temcilcilerinden Necip Fazıl Kısakürek’in etki alanı içindedir. Nazım’ın
lık dönemini tamamlamıştır. Bu döneme ait şiirlerini Ali Karasu adıyla da olsa yayımlar. O da artık hayatının altüst olmasına sebep olan ve hapishanede kendisine şiir dersleri veren adam gibi kendi şiirlerini kendi adıyla yayımlayamayan bir şairdir.
TOPLUMCU RDE B REY
şiiriyle tanıştıktan sonra artık yeni, yepyeni bir mecranın yolcusu olur. Nazım onun hem hayatının hem de sanat çizgisinin kökten değişmesine sebep olmuştur. Daha başka bir deyişle Abdülkadir doğup büyüdüğü o yoksul mahalleye, Eyüp’e Nazım’la birlikte geri dönmüştür. 1941 yılında askerlik görevini tamamlamış ama hayatla ilgili bütün planlarından azade bırakılmış biri olarak gelmiştir İstanbul’a. Çeşitli gazetelerde düzeltmenlik yaparak hayatını kazanır. Bu arada Hukuk Fakültesi’ne yazılır. Ayrıca “Yürüyüş” adlı toplumcu bir derginin çıkarılışı sürecinde yer alır. Dergide Nazım, İbrahim Sabri adını kullanmaktadır. Niyazi Akıncıoğlu, Cahit Saffet, Rıfat Ilgaz, Ömer Faruk Toprak ve Sait Faik dergide şiirleri yayımlanan isimlerdir. A. Kadir’in “Tebliğ”inde bulunan şiirlerin bir kısmı da bu dergide yayımlanmıştır.
BE HECEC LER N HEDEF NDE Abdülkadir artık A. Kadir olma aşamasına gelmiştir. Gündelik bir keyif, sıradan bir merak ya da tutku ile başladığı kitap okuma serüveni onu adım adım toplumcu şair kimliğine kavuşturmuştur. A. Kadir’in ilk şiir kitabı olan “Tebliğ”in arka planı ana çizgileriyle böyledir. “Tebliğ”in yayımlanış tarihi 1943’tür. “Tebliğ”in çıkmasıyla yasaklanması bir olur. Beş Hececilerimizin iki siması Yusuf Ziya Ortaç ve Orhan Seyfi Orhon “Çınaraltı” dergisinde hiç vakit kaybetmeden “Tebliğ” aleyhinde ihbar niteliğinde yazılar yazarlar. A. Kadir artık zaten rejimin sabıkalısıdır. Tebliğ mi, al sana tebliğ denmiştir adeta. Şair tutuklanır, hücreye kapatılır. Bu arada “Tebliğ” toplatılır. A.Kadir’e sürgünlük yolları yeniden görünmüştür. Kapatıldığı hücreden on yedi gün sonra çıkartılarak yollara düşürülür: Muğla, Balıkesir, Konya, Adana, Kırşehir…. Sürgünlüğün bir edebiyatçı için ne avantajlar içerdiğini Refik Halit Karay’dan biliyoruz. Refik Halit’i İttihat Terakki Sinop’a sürgün göndermeseydi eğer “Memleket Hikayeleri”nden yoksun kalacaktık. Bu durum bir bakıma A.Kadir için de geçerlidir. Gitti ve Anadolu’yu tanıdı. Zaten artık ideolojik olarak çilesiyle, teorisiyle hazır-
A. Kadir çıktığı sürgünlükten doğup büyüdüğü şehre ancak beş yıl sonra 1948 yılında dönebilir. “Tebliğ”den sonra yeni bir şiir kitabı yayımlaması için hayli uzun bir süre geçer. Bu durum bireysel üretimiyle ilgili olabileceği gibi rejimin onu hedef tahtasına yerleştirmesinin de bir sonucu olabilir. A. Kadir’in üretim periyodu onun üretken bir şair olmadığını göstermektedir: İlk şiir kitabıyla ikincisi arasına tam on altı yıl girmiştir.Bu duruma işaret etmem hanesine bir olumsuzluk olarak yazılmasına ima niteliğinde değildir. A. Kadir’in dahil edildiği 40 Kuşağı diye anılan şairler kuşağının genel özelliğidir bu. Enver Gökçe, Cahit Irgat, Ahmet Arif, Mehmet Kemal Niyazi Akıncıoğlu gibi şairlerle kıyasladığımızda A. Kadir’in ortalamanın üstünde bir üretime sahip olduğunu söyleyebiliriz. Öyle anlaşılıyor ki çeviri ve güncellemelere yönelmesi şiir çalışmalarında aheste bir tutum içine girmesine neden olmuştur. A. Kadir çevirileriyle de hiç eskimeyecek, üstelik tadını ilk ondan aldığımız eserlerle buluşturdu bizi. Tam da burada İlhan Selçuk’un şairin ölü üzerine yazdıklarından bir bölüm aktarmak isterim: “O gün akşam haberlerinde TV’nin birkaç tümceyle olsun A.Kadir’in ölüm haberini Türk ulusuna duyurmasını bekledim; ses çıkmadı. Gece haberlerinde de devlet TRT’si yine bilinçli bir sessizlik içindeydi (…) -Troya. Bizim yurdumuzun bir parçasıdır. Troya; ve Homeros bu kentin çevresinde dönen bir savaşın destanını yazmış Anadolulu ozandır. Dünya klasikleri arasında geçen bu başyapıtın 600 sayfalık Türkçe çevirisi, dilimizde bir güzellik anıtıdır. İlyada’nın kapağına baktığınızda iki ad görürüsünüz: Türkçesi: Azra Erhat- A. Kadir.”
27. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE... A. Kadir 1 Mart 1985 yılında, 68 yaşında “Mutlu Olmak Varken” adı altında topladığı, hayatın hücrelerinden damıtılmış şiirlerini ve onca dilden yaptığı çevirilerini bırakarak hayata gözlerini kapadı. Bütün şiirlerini topladığı son kitabının adı, bana her zaman mevcut dünya düzenine bir eleştiri çağrışımı yapsa da kendi devrimci hayatına yönelik bir imayı da anımsatmıştır. Bu durum ona yakışır bir haldir. A.Kadir hiçbir zaman bağırıp çağıran biri olmamıştır. Toplumcu gerçekçi şiirimizin “en efendi sesi” olmuştur. “Şiirinin Türkçesi orta bir şehirlinin konuştuğu dildir (Doğan Hızlan).” O dille ve Behçet Necatigil’in deyişiyle “yenik hayatların acılığını yansıttı” bize. Yenik hayatların acılığını yansıtırken de “gözü yaşlı ya da kükreyen bir tavırla” çıkmadı karşımıza. “İçten içe yürekten yüreğe yayılmak istenen bir duyguyu” o duygunun ruhuna uygun bir dille iletmeye çabaladı. Sennur Sezer “Bence A.Kadir toplumcu şiirimize bireyi getiren ozanlardandır” dedi, onun için. Hüseyin Ferhat ise “A.Kadir, şiirlerinde, özgül duygulanımlarla gerçekliği gösterir ve kanıtlar” belirlemesinde bulundu. Paralel görüşlerdir ve tartışmaya açıktır. Tartışmaya açık olmayan ise Nazım Hikmet’in A.Kadir için söylediği ve bütün severlerinin hissiyatını ifade eden sözlerdir: “A. Kadir’i pek severim. Yüreğimin başında oturan insanlardan biridir. Ona ait bütün hatıralarım iyi, mert ve güzel…” Biz de onu ölümünün yirmi yedinci yılında Nazım’ın ona karşı beslediği aynı duygularla anıyoruz.
Aydınlık KİTAP BİR KİTAP BİR FİLM
Peybamberin bile uğramadığı İtalyan köyü TUNCA ARSLAN Ignazio Silone’nin, yoksul bir İtalyan köyündeki yaşamı anlattığı ünlü romanı “Fontamara”da bir köylünün evreni tanımladığı bölüm unutulmazdır. Köylü, evrenin en yüksek katında tanrının oturduğunu söyler. Onun altındaki katta, civardaki tüm toprakların ve insanların sahibi olan ağa gelmektedir. Ağanın bulunduğu katın altında, ağanın muhafızları yer alır… Dördüncü basamakta, ağanın muhafızlarının köpekleri yaşamaktadır… Sonra… “Sonra” der köylü, “hiçbir şey gelmez, boşluk vardır”… “Sonra, gene boşluk vardır… En alt katta ise biz köylüler yer alırız.” Carlo Levi’nin (1902-1975), “İsa Bu Köye Uğramadı” adlı romanı da “Fontamara”ya çok benzeyen bir İtalyan köyünde, Eboli’de geçer. Köylüler de neredeyse aynıdır. Yazar, doktor, ressam ve bir siyasi eylemci olan Levi, ülkesinin az gelişmişlik sorununa son derece yalın bir dille çarpıcı biçimde el attığı “İsa Bu Köye Uğramadı”da, peygamberin bile uğramaya gerek duymadığı bir dağ köyünde, Mussolini faşizmi döneminde yaşananları anlatır. Romalı sosyal-demokrat bir doktor, anti-faşist görüşleri nedeniyle bu köye sürgün edilir. Köyde, birbirleriyle ve köylülerle görüşmeleri yasaklanmış iki de komünist sürgün vardır. Hemen belirtelim, roman otobiyografik özellikler gösterir; Levi, politik nedenlerle Güney İtalya’daki Lucania bölgesinde bulunan Eboli’de bir sürgün olarak üç yıl geçirmiştir. Kahramanımız, bu uzak güney köyünde, kentlere özgü tüm yaşam ve düşünce öğelerinin dışında bir süreçle karşılaşır. Doktor, yerleştiği evden başlayarak köy sakinlerini tanımaya, insancıl ilişkiler kurmaya çalışır. Mesleği nedeniyle köylülerin ondan yardım istemeye başlaması da işini kolaylaştırır. Ama geleneksel hurafeleri terk etmemekte kararlı yoksul köylüler, ona da çevredeki faşistlere de belli bir mesafeden fazla yaklaşmazlar. Zaman geçtikçe doktor bu ilkel ve tecrit edilmiş köyün gerçekliğinden, köylüler de doktorun ilericiliğinden etkilenmeye başlar. Doktorun etkilendiği bir diğer şey ise, her gün sırayla köy meydanına bir tabak yemek bırakıp yoldaşına uzaktan seslenerek haber veren komünist sürgünlerde gördüğü sabır, disiplin ve azimdir. “Biz Hıristiyan değiliz… İsa bu köye uğramadı!” diyen köylüleri, “Hı-
ristiyan onların dilinde insan demektir” diyerek tanımlayan Carlo Levi’nin bu son derece alçakgönüllü ama muazzam bir etkileyiciliğe sahip romanı, 1961’de Sabahattin Eyüboğlu çevirisiyle Remzi Kitabevi tarafından 205 sayfa olarak okurlarımıza sunulmuş. İtalyan sinemasının büyük ustalarından, “Ben filmlerimde her şeyden çok ülkemi anlamaya ve onun öyküsünü anlatmaya çalıştım” diyen Marksist sinemacı Francesco Rosi’nin eliyle 1979’da “İsa Eboli’de Durdu” adıyla beyazperdeye aktarılan roman, sinema tarihindeki en başarılı uyarlamalardan biri olarak bulur karşılığını. “Salvatore Giuliano” (1961), “Kentin Üzerindeki Eller” (1963), “Mattei Olayı” (1971), “Lucky Luciano” (1973), “Muhteşem Cesetler” (1975), “Carmen” (1984), “Kırmızı Pazartesi” (1987), “Ateşkes” (1997) gibi klasikleşmiş filmleriyle tanınan Rosi, filmografisindeki zirve noktalardan birine ulaşmıştır, Carlo Levi’nin romanından hareketle. Gian Maria Volonte, Paolo Bonacelli, Lea Massari, Irene Papas, François Simon gibi güçlü oyunculardan oluşan kadro, Piero Piccioni’nin dingin müziği, Pasqualino De Santis’in görüntü çalışmasıyla da kalplerimizde ve zihnimizde derin izler bırakan “İsa Eboli’de Durdu”, çorak topraklardaki hareketsiz gücü, Gramsci’nin çalışmalarına paralel bir bakış açısıyla ve şairane anlatımla gözler önüne sermektedir.
Aydınlık KİTAP
18 16 MART 2012 CUMA Ölümün Anlamı
İki Nesil Bir Şehir
Arthur Schopenhauer, Say Yay nlar , Çev. Ahmet Aydo an, 128 s.
Ayd n Boysan Burak Boysan, Do an Kitap, 220 s.
Ölüm hayatın neresinde? Hayat ölümün neresinde? Ölümü hayatın göbeğinden sürüp çıkarmanın ve başımızdan savuşturmanın en sofistike yollarını keşfetmek bize ve yaşadığımız dünyaya neye maloldu? Yaşadığımız hayatı kendi ellerimizle cehenneme çevirdiğimizi artık en ayak direyiciler bile itiraf ederlerken, bu cehennemde ölümü hayatın içinde tuttuğu yerden ve o yere bağlı olarak haiz olduğu ağırlıktan etmenin faturasını görmekte hâlâ ayak direyecek miyiz? O halde ölümü yaptığımız hesaplarda sürekli göz önünde bulundurmanın verimli yolu hangisidir? Kendi ölümümüzü büyük ve önemli bir hadiseye nasıl çevirebiliriz? Bir son olarak değil, hayatın kurucu oluşturucu bir parçası olarak ölüme dair canlı bir kavrayışa nasıl sahip olabiliriz?... Alman filozof Schopenhauer’in çalışması bu soruları irdeliyor.
Narlıkapı Çıkmazı’nda geçen bir çocukluk... Tiyatroya giriş parası kazanmak için Tahtakale’den alınıp mahallede satılan zıpzıplar... Deniz henüz İstanbul’dan “kaçırılmadan” önce mavinin tüm nimetlerinden faydalanan, denizle kucak kucağa yaşamayı bilen insanlar... At kuyruğundan olta, lakerda, torik, tuluat... Aydın Boysan 90. yaşını bir İstanbul güzellemesiyle kutluyor. Bu kutlamayı kendisi gibi mimar ve İstanbul meraklısı oğlu Burak Boysan’ın “Bu İstanbul o İstanbul” çözümlemesi gerçekleştiriyor. Burak Boysan, hektar, asfalt, Menderes imarları derken bir taraftan da sizi gülümsetmeyi ihmal etmeyen, İstanbul’un öncesi-sonrası tahliliyle bugün içinde yaşadığımız şehrin ışık hızıyla geçirdiği değişimi anlatıyor. Kitap, Besim Dalgıç’ın hazırladığı, “Nereye gitti yaşadığım İstanbul?” DVD’si ile birlikte okurlarla buluşuyor.
Hisar’dan Ahmet
Dili Yüreğinde
Hüseyin K yar, leti im Yay nlar , 139 s. Hisar’dan Ahmet, bir acayip adam. Bir baba adam, bir çocuk adam... Saflık yastığına yatmış, hinliği yorgan gibi sarınmış... Aksiliği yalandan, heyheylenmesi yalandan - ve çok sahici bir adam. Hisar’dan Ahmet, kelebekten bir hikâye. Eskiyip cızırdayan bir plak gibi bize Ahmet’i anlatıyor... Destursuz bağa giren amca, telvesi faldökmeyen kahve, dervişin yevmiyesi, Ankara fıkrası, “ya yeter gözünü seveyim” misali dirliği için yavuz olan gamsızın türküsü, hayal mızrağı, resimsi bir mahalle, tuvalden evler, yana yatmış binalar, ucuz şaraplar, yerdeki kel halılar, yıkılmış seneler, menekşeli saksılar, yenilginin neşesi, esneyen devlet dairesi, mübalağa ve matrağın düzmece hıçkırığı...Hüseyin Kıyar’ın bu ilk romanı edebiyat dünyanıza yeni bir ses katıyor.
YENİ ÇIKANLAR
Moliere Efendi
Soluk Bir An
Mihail Bulgakov, Everest Yay nlar , Çev. Özdemir nce, 225 s.
Behçet Çelik, Can Yay nlar , 220 s.
Ebeyle konuşurken, “Hiçbir kadın yüzyıllar boyunca bir benzerini dünyaya getiremeyecek” diyor “Molière Efendi”nin anlatıcısı, “düşünün ki, üç yüz yıl sonra, uzak bir ülkede, Bay Poquelin’in oğlunu ellerinizde tuttuğunuz için anımsayacağım sizi.” 20. yüzyılın en büyük Rus yazarlarından Mihail Bulgakov, 17. yüzyılın en büyük Fransız oyun yazarı Molière’i, deneysel bir biyografi olarak nitelendirilebilecek bu kitapla onurlandırırken ayrıntı atlamıyor. Asıl adı Jean-Baptiste Poquelin olan Molière’in tiyatroya adanmış zorluklarla dolu hayatını, ona duyduğu yakınlığın da etkisiyle, büyük bir sıcaklıkla aktarıyor Bulgakov. Böylece, aralarındaki yüzyıllara rağmen, kelimeler sayesinde buluşuyor iki yazar. Bu buluşma, şair Özdemir İnce’nin Türkçesiyle daha da zenginleşiyor.
Behçet Çelik’in yeni romanı “Soluk Bir An”, yazarın önceki kitaplarından izler taşıyor; bireyin yalnızlığı, dış dünya ile zamanın insanın üzerinde yarattığı baskı, iletişimsizlik ve hiç dinmeyen boşunalık duygusuyla iç içe geçmiş, her durumda kendisine bir yol çizebilen yaşama isteği... “Soluk Bir An”, sıradan, açık ve anlaşılır görünen hayatlarımızın gerçekte nasıl bir iç karmaşa taşıdığını anlatıyor. Romanda, herkesin yürüdüğü yoldan yürümenin daha sorunsuz ve kolay olacağı umuduyla hayati konulardaki seçimlerini yapmış olan Taner’in, hiç beklemediği bir anda, ummadığı bir solukla altüst olan dünyasını tanıyoruz. Behçet Çelik, Taner’in hikâyesinden yola çıkarak zamanın ve aşkın uğultusuna kulak kabartıyor.
Şahane Hatalar 2
Çalışmak Sağlığa Zararlıdır
Celal lhan, Kanguru Yay nlar , 112 s.
Heather McElhatton, April Yay nc l k, Çev. Dilek Berilgen Cenkciler, 632 s.
Celal İlhan’ın anlatısından bir bölüm: “Deyişler- lerde, sohbetlerde sevgiyle, muhabbetle söz edilirdi onlardan. Dertli öter, dertleri deşerlerdi. Gurbetteki sevgililere selam göndermek, gurbete çıkanlara yol arkadaşlığı etmek için yardım umulurdu onlardan. Bir dilekten çok yalvarma gibi gelirdi bana ‘Eğlen turnam eğlen beraber gidek’, seslenişi. Bizim oralarda turna kuşuyla göz göze gelen ilk çocuktum belki de. Belkisi yok, kesindi bu. Arkadaşlarıma o hikâyeyi yüzüncü kez anlatırken duyduğum gurur ve mutluluk doyumsuzdu. Eğer turnam kanatlanıp havalansa, gökyüzünde bulutlara karışsaydı, gördüklerime kimseyi inandıramaz, yalancının biri olarak damgalanabilirdim.”
Bu kitabı okumaya normal bir kitap gibi birinci sayfadan başlayın. İlk bölümün sonunda, önünüzebir yol ayrımı çıkacak. Kararınızı verin ve ilgili bölüme gidin. Her bölümün sonunda seçimlerinizle kaderinizi kontrol etmeye devam edeceksiniz. Kitabı okurken bazen hiç beklemediğiniz bir yere ulaşacak, bazen de kendinizi daha önce olduğunuz yerde bulacaksınız. Hayatın size neler hazırladığını asla bilemezsiniz. Ama şunu biliyorsunuz, iyilikler her zaman ödüllendirilmiyor ve bazen hatalı kararlar, şahane olayların başlangıcı olabiliyor. Her yolculuğun sonunda başa dönüp tekrar başlayın, unutmayın, herkes ikinci bir şansı hak eder.
Annie Thebaud-Mony, Ayr nt Yay nlar , Çev. Ay e Güren, 288 s. Bu kitap, sanayi ve hizmet sektörlerinin farklı iş kollarından toplanan çok sayıda tanıklığa ve amyantın aydınlatıcı örneğine dayanarak kamu sağlığının "kör nokta"sına ışık tutuyor: Çalışanların hayatına, sağlığına ve onuruna yönelen saldırıları görünür kılıyor. Kendine Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nu referans alan yazar, insan öldürme, başkasını tehlikeye atma, onura saldırı ya da tehlikedeki insana yardım etmeme suçlarında, sorumluların nasıl bütünüyle cezasız bırakıldığını gösteriyor. Ayrıca, etki altındaki bilimsel araştırmaların tehlikeli sonuçlarına dikkat çekiyor. Bireysel ve kolektif direnişe ve yurttaşları tetikte olmaya çağıran sağduyulu bir kitap.
Aydınlık KİTAP
YENİ ÇIKANLAR
İslam Aleminde Masonluk
Orhan Kolo lu, K rm z Kedi Yay nevi, 296 s. Masonluk, yaşadığımız coğrafyada yıllardır tartışılan bir kurum. Tarihçi Orhan Koloğlu’nun hazırladığı bu yeni eser, masonluğu ve tarihimizi saran sis perdesini aralıyor. Amerikan ve Fransız devrimleri masonların eseri mi? Masonluğun gerek bizim tarihimizde gerekse diğer İslam ülkelerinin tarihlerindeki yeri nedir? İslamcılar arasındaki ünlü masonlar kimlerdir? II. Abdülhamid’in ve Mustafa Kemal Atatürk’ün masonluk hakkındaki düşünceleri neydi? 1908 Devrimi’nde, Cumhuriyet’in kuruluşunda ve diğer büyük toplumsal olaylarda masonluk nasıl bir rol oynadı? Koloğlu, “İslam Âleminde Masonluk” başlıklı çalışmasıyla bu sorulara nesnel yanıtlar veriyor.
Politik Tiyatro
Erwin Piscator, Agora Kitapl , Çev. Mustafa Ünlü/Suavi Güney, 336 s. "Politik Tiyatro", sınıfsız bir topluma ulaşmak için savaşan ve bu savaşta tiyatro sanatını kullanan adam, Erwin Piscator ve onun yaratıcısı olduğu epik tiyatroyu, oyunlarıyla, dekorlarıyla, dönemin politik koşullarıyla anlatan, modern tiyatronun en önemli belgelerinden biri. Kitap, Piscator'un kendi hayatını, tiyatrodaki gelişimini, sergilediği oyunlarla politik tiyatronun temellerini ortaya koyuşunu ve Almanya'nın çalkantılı siyasal tarihi içinde, faşizme karşı mücadeleyle birlikte hangi engellerle karşılaşıp, onları nasıl aşmaya çalıştığını gösterir.
16 MART 2012 CUMA
19
Küreselleşme ve Ulusal Devletler
Hayata Uyanış
Siyahlı Kadın
Arzu Zengin, Remzi Kitabevi, 255 s.
Susan Hill, Yap Kredi Yay nlar , Çev. Erhun Yücesoy, 144 s.
“Hayata Uyanış”, Leylâ’nın öyküsüdür. Leylâ, medya dünyasının ünlü simalarından biridir. Ve günün birinde yaşadığı peri masalı yıkılıverir. Çok kısa süren bir evlilik, tepetaklak olan bir iş hayatı, boşlukta geçen aylar, umutsuzluk… Ve Leylâ bütün bunları aşması için verilen ipuçlarının peşine düşer. Bu ipuçlarının izinde özbenliğine dokunabilecek midir? Kalbe doğru yolculuk mümkün müdür? Varoluştan öte bir mutluluk var mıdır? Gerçek anlamda özgürlük nedir? Arzu Zengin, Leylâ’nın öyküsünde bu sorulara da yanıt arıyor.
İngiliz polisiye yazarı Susan Hill’in kitabı “Siyahlı Kadın”, Arthur Kipps’in genç bir avukatken başına gelenleri anlatıyor. Noel arifesi gecesiydi. Arthur Kipps ve ailesi, şömine ateşinin başında toplanmış, hayalet hikâyeleri anlatarak eğleniyorlardı. Bu eski geleneği canlandırmak için ısrar eden çocukların, Arthur’un herkesten gizlediği trajik bir hikâyesi olduğundan haberleri yoktu. “Genç bir avukatken iş için İngiltere’nin ücra bir köşesine gönderilen Arthur Kipps, ıssız bataklıklar ortasındaki karanlık Eel Marsh Evi’nde geçirdiği korkunç günleri şimdiye dek kimseye anlatmadı. Anlatmak bir yana, yaşadıklarını anımsamak bile istemezdi…” “Siyahlı Kadın”, Gotik edebiyatın ölümsüzlüğüne şahitlik eden bir hayalet hikâyesi.
“Yabancıya Toprak Satışı”, “Cumhuriyet Toprakları ve Küresel İşgal”, “Anahtar Teslimi Türkiye”, “Yeni Cumhuriyet’in Altı Oku” gibi yapıtlarıyla Türkiye’nin maden, vakıflar, petrol, endüstri bölgeleri, serbest bölgeler, yabancı sermaye, doğrudan yabancı sermaye, kıyı, turizmi teşvik, bankalar, yabancılara gayrimenkul satışı yasalarıyla teker teker elden çıkarılan kamu varlıklarının birer yabancılaştırmaya dönüşen özelleştirmelerle geldiği noktayı anlatarak yaşananları aydınlatan Orhan Özkaya, elinizdeki yapıtında emperyalizmin dünya politikalarına yöneliyor. Özkaya, yaşanan antiemperyalist savaşımı düya coğrafyasında gezinerek özetliyor.
Frankfurt Okulu Eleştirisi
Paris, Modernitenin Başkenti
Lanet Olsun Zaman Nehrine
Hans Heinz Holz, Evrensel Bas m Yay n, Çev. Mehmet Çanl /Olcay Geridönmez, 144 s.
David Harvey, Sel Yay nc l k, Çev. Berna K l nçer, 480 s.
Marksist filozof Hans Heinz Holz, “Frankfurt Okulu Eleştirisi"nde, "salt teorik" olmayı hedefleyen, tarihsel eylemi görmeyen ve çalışmalarını "felsefenin gerçekleşmesi alanına” uzak tutan bir felsefeyi eleştirisinin hedefine koyuyor. Horkheimer, Adorno, Lowenthal, Pollock gibi isimlerle anılan Frankfurt Okulu'nu karakterize eden, bir dogmaya dönüştüğünü ileri sürdükleri Marksizmi felsefi-teorik bir zemin üzerinde yeniden kurma iddiasıdır. Pozitivizmle Marksizmi eşitleyen görüşün, günümüz Postmodern düşüncesinin tezlerinin temel taşları Frankfurt Okulu tarafından döşenmiştir. Holz'un eleştirileri, yıllar öncesinde doğmuş ve bitmiş bir akım üzerine değil, bugün, etkisini sürdüren anti-Marksist bir akım üzerinedir.
Göç, banliyöleşme, temaşa, alışveriş, mutenalaştırma... Barikatlarla olduğu kadar spekülasyon ve kiralarla da ikiye bölünen bir kent. Haussmann’ın yeni Paris’i İkinci İmparatorluğun gösteri salonu mudur yoksa piyasanın fuhuş merkezi mi? Harvey’in her yönüyle gözler önüne serdiği Paris’in öyküsü, aynı zamanda içinde yaşadığımız kentlerin öyküsüne, örneğin İstanbul’un ‘80 sonrası dönüşümüne dair çarpıcı ve net bir fotoğraf koyuyor. Kenti; modern toplumun, hayatın ve bireyin politik bedenini masaya yatırıyor.
Orhan Özkaya, Asya afak Yay nlar , 240 s.
Per Petterson, Metis Yay nlar , Çev. Asl Biçen, 184 s. Hayatta aradığını bulamamış veya bulduğunu kaybetmiş, hep tereddüt eden, hep bocalayan bir adamın, Arvid Jansen'in hikâyesini kendi anlatımından öğreniyoruz bu romanda. Arvid geçmişi parça parça hatırlarken, hayatı yavaş yavaş belirginleşiyor: İhtiyaç duyduğu sevgiden mahrum kaldığı çocukluğu, üniversiteyi bırakıp bir fabrikada işçi olarak çalıştığı ve hep aradığı sığınağı aşkta bulduğu gençliği, boşanmanın eşiğinde olduğu ve annesinin mide kanserine yakalandığını öğrendiği buhranlı yetişkinlik yılları. Arvid'in hikâyesi, duyguların bastırıldığı ve ilişkilerin mesafeli olduğu bir ortamda içindeki yoğun duyguları ifade etmeye, mesafeleri aşmaya çalışan bir adamın yaşadığı hüsranın hikâyesi.
20 16 MART 2012 CUMA
GÜNEŞİ BİLE TAMİR EDEN ADAM Bey’in tüm bozulan eşyaların üstesinİREM HALIÇ Mimar, yazar ve karikatürist Behiç den gelebilmesi onların iş yapmasını Ak’ın çocuklara armağan ettiği şa- engelliyormuş. Ada sakinleri de sohane kitaplardan biri: “Güneşi Bile murtuyorlar, Kadir Bey eşyalarını Tamir Eden Adam”. Kitapları İngi- tamir ettikçe, yeni şeyler alamıyorlarlizce, Almanca, Rusça gibi birçok dil- mış. Kadir Bey öyle yetenekli ki neredeyse tepemizdeki lere çevrilen, karikatürleri güneşi bile tamir Avrupa’da sergileedecek. Muammer nen, Japonya’da yaBey de nedenini yımlanan çizgi roman kendi bile bilmeden ve çocuk kitaplarıyla küsmüş kardeşine, Japon çocukların kalama Kadir Bey’in bine kadar ulaşabilen, haberi bile yok. “Kedilerin Kaybolma Yıllardır aynı eşyaMevsimi”, “Akvarları kullanan ada yumdaki Tiyatro”, sakinleri artık bu “Galata’nın Tembel işe bir çare bulMartısı” gibi kitaplamak istiyorlar. Nirıyla bizi gülümseten yetleri Kadir Behiç Ak, şimdi de tüBey’i adadan ketim çılgınlığını paylaşuzaklaştırıp deli mış çocuk okurlarıyla. gibi alışveriş yapKendi çizimlerini de ekmak. lemiş, kırmızı yanaklı inÇocuklar bu sanlarıyla kitaba can işe karşı, hiçbir katmış. Cümleleri okuanısı olmayan eşyaları, üstünde şiir yamayı yeni söken çocuklar için yazmış, öykü ve çizimlerse hepi- zılmayan masaları, matematik profesörleri taşımayan koltukları istemiyor miz için. onlar: “Hikayesi olmayan hiçbir şeyin Kitabı okurken sürekli Behiç hafızası da olmaz”, “Nüfus kağıdı olAk’la diyalog halinde oluyor çocukmayan eşya istemiyoruz” diyorlar. Yeni larınız. Çocuk okurunu yalnız bırakeşyalar eskilerinden daha kaliteli değilmamak için cümle aralarında ler, buna rağmen pahalılar. Çocukların devamlı okuruna sesleniyor ve çodeyimiyle: “Cahil ve aptallar”, cuğunuzu da kitabın bir par“pırıltılı ve çürükler”. Peki çası haline getiriyor. bu durumda ada sakinBehiç Ak’ın tüm Gerçekten leri ne yapacak? Moçocuk kitapları aynı izi dim ken dern sandıkları nitelikte. Kitaptaki kalitesiz ve pahalı yenilenmi biyografisinde eşyaları alıp evle“Kedilere düşhissetmek için rini yenileyecekkünlüğüyle tanıler mi? z r m ala e y nan sanatçının, Gerçekten kenmi? ir rek İstanbul Kulediyenilememiz ge dimizi yenilenbi’ndeki atölyedimizi ken ce ön miş hissetmek ksa Yo siyle Moda’daki için eşyalarımızı her iz em yenilem evi arasında gidip yenilememiz geregelirken, vapurlarda eyin çözümü kir mi? Yoksa önce yeni yeni kitaplar dükendimizi yenilememi? r bili ola şündüğü” çocuklara miz her şeyin çözümü müjdelenmiş. Behiç Ak olabilir mi? Bu soruların ceyazdıkça çocuklarınız okusun. Bir adada geçiyor hikayemiz. Bu vabını adanın kedisi Mestan’dan öğreadada ciğerci Muammer Bey yaşıyor, neceksiniz. Bu arada Muammer Bey inatçı, alıngan, kıskanç ve iddiacı. de kardeşiyle barışmaya niyetlenmiş Kendisine hiç benzemeyen melek gibi ama Kadir Bey’in küs olduklarından bir kardeşi var: Tamirci Kadir Bey, iyi hala haberi yok! Okumayı yeni öğrenen çocuklarıhuylu, hoşgörülü, alçakgönüllü. Kadir nıza toplum değerlerimiz, geçmişe Bey her şeyi tamir ediyor, sadece eşyaları değil insan ilişkilerini de: “Pa- saygı, üretim, tüketim, verimlilik, sağniğe kapılmayın, ilişkiniz biraz lık ve çevre konularında birçok ipucu paslanmış; biraz pas sökücü sizi mutlu veren, aynı zamanda eğlenceli vakit edecektir. Küçük bir lokantada bir- geçirmelerini sağlayacak çok değerli likte yenen güzel bir yemek, birkaç bir kitap. İyi okumalar diliyorum… sevgi sözcüğü…” Çocuklar Kadir (Güneşi Bile Tamir Eden Adam Bey’i çok seviyorlar, zaten böyle bir Yazan ve resimleyen: Behiç Ak adamı kim sevmez ki demeyin. AdaGünışığı Kitaplığı, 67 s. nın beyaz eşya satıcısı, nalburu ve mo5-8 yaş, öykü kitabı) bilyacısı ondan çok şikayetçi. Kadir
Aydınlık KİTAP
Şiir Saldım Gökyüzüne Çocuk ve gençlik edebiyatına armağan ettiği sayısız yapıtla çocukların kalbinde taht kuran, bol ödüllü yazar Mavisel Yener’den, benzersiz bir şiir kitabı: “Şiir Saldım Gökyüzüne” “Yaratıcı Okuma Projesi” kapsamında hazırlanan “Şiir Saldım Gökyüzüne”, “maviliklerle bezeli” sıra dışı bir şiir deneyimi sunuyor okurlarına. Mavisel Yener’in içtenlikli kaleminden süzülen şiirler, Deniz Üçbaşaran’ın özgün çizimleriyle buluşarak keyifli bir şiir oyununa dönüşüyor ve tüm çocukları şiir yazmaya davet ediyor. Heyecan verici bu yolculukta hayal gücünüzün sınırlarını zorlamaya ve eleştiri gözlüklerinizi çıkarmamaya gayret edin.
MAV SEL YENER, Tudem Yay nlar , 112 s. (8-12 ya )
YENİ ÇIKANLAR
Balık İngiliz yazar Laura S. Matthews’un, insanoğlunun yarattığı en büyük felaket olan savaşı, küçük bir çocuğun gözüyle yansıttığı romanı İngiltere’de Fidler Ödülü’ne layık görülürken, ABD’de de Amerikan Kütüphaneler Birliği’nin (ALA) “Dikkate Değer Çocuk Kitabı” ödülünü kazandı. Çocuğun, yaşatmaya çalıştığı minik balıkla umuda yaptığı yolculuğu sımsıcak bir dille anlatan kitap, dünyayı karartan en acımasız gerçeklerden biri olan savaşa çocukların yalın algılama gücüyle yaklaşıyor.
LAURA S. MATTHEWS, Gün Kitapl , Çev: Mine Kazmao lu, 176 s. (8-12 ya )
YERYÜZÜ MASALLARI FARKLI KÜLTÜRLERDEN GELENEKSEL MASALLAR Bülent Habora Yar Yayınları’ndan çıkardığı “Yeryüzü Masalları” kitabında çeşitli ülkelerin geleneksel halk masallarını yazmış. Yazarın aynı yayınevinden çıkan kitapları “Başmusahip Sokağı Anıları”, “Uzunburun Dramı”, “Dünden Sonra Yarından Önce”, “Ben Dünyayım”, “İzmir’de Bir İstanbullu”, “Yeşilköy Anıları” ve “Recep Çelebi Seyahatnamesi” çok beğenilmiş ve Bülent Habora Türk yazarlar arasında hak ettiği yeri almıştır. Bu kitabında tam on altı ülkeden masallar sunmuş çocuklara: Vietnam, Burma, Arnavutluk, Afrika, Arabistan, Hindistan, İran, Endonezya, Kore,
BÜLENT HABORA
Moğolistan, Polonya, Macaristan, Yugoslavya, Hırvatistan, Eskimo ve Küba Masalları. Açıkçası en beğendiğim ve güldüğüm Moğolistan’ın Papaz ile Marangoz Masalıydı. Hepsinden farklı dersler çıkarabileceğimiz, kimi üzücü kimi komik masallar bunlar. Hırsın, tembelliğin, kibrin, yoksul zengin ayrımının, yalancılığın ne kadar yanlış olduğunu, kimi zaman insanların kimi zaman hayvanların yaşadığı ilginç olaylar üzerinden, akıcı diyaloglar ve ince esprilerle donatarak yazmış Bülent Habora. Zaten masallar da halkların geleneklerini, yaşamlarını yansıttığı kadar ince zekalarını da yansıtır. Çocuklarınızın bu eğlenceli masalları beğenerek okuyacağına eminim. (İ. H)
Yar Yay nlar , 121 s. (3-8 ya )
SAHAF
Aydınlık KİTAP
16 MART 2012 CUMA
21
“Gool Diye Diye” Halit Kıvanç Herhangi bir futbol maçını, özellikle de dünya kupası maçlarını kim anlatsın diye bir anket yapılsa, Halit Kıvanç adı büyük farkla ilk sıraya yerleşir eminiz ki... Okurlar, 2000’li yıllarda “Futbol! Bir Aşk...” (İletişim Yay.), “Kupaların Kupası Dünya Kupası” (İş Kültür Yay.), “Bir Koltukta Kaç Karpuz” (İş Kültür), “Telesafir” (Remzi), “Hadi Anlat Bakalım” (Yorum Yay.) gibi kitaplar aracılığıyla uzun yıllardır mikrofon ve ekranlardan uzak duran Kıvanç’a yönelik özlemlerini gidermeye çalıştılar. Beyoğlu’nda bir sahafın en üst raflarında rastladığımız “Gool Diye Diye” ise bazıları sonradan yayımlanan kitaplara da alınan tadına doyulmaz futbol anılarını bir araya getiren, 1983 tarihli bir çalışma. Çok da başarılı olduğunu söyleyemeyeceğimiz kapak tasarımı, Halit Kıvanç’ın oğlu Ümit Kıvanç tarafından yapılan “Gool Diye Diye”, 1934 yılının 20 Temmuz’unda Kadıköy’deki Fenerbahçe Stadı’ndan naklen yapılan ilk radyo yayınından başlayarak, 22 Haziran 1983’te Ankara 19 Mayıs Stadyumu’ndaki Fenerbahçe-Trabzonspor maçındaki son anlatıma kadar, “Türkiye mikrofon tarihi”nden de çok ilginç kesitler sunan bir kitap. Hemen belirtelim, yüzde 100’ü futbol anlatımlarına dayanan bir toplam değil elimizdeki. Kıvanç, ara sıra güreş minderlerine ve diğer spor branşlarına da uğruyor.
“Türkiye’de kimse onun kadar, tüm mikrofonları çeyrek asır ‘Kıvanç Marka’ yapmadı, yapamadı” diyen İslam Çupi; “Halit Kıvanç’ı 1953’te tanıdım. ‘Eğri oturup doğru yazma’ anlayışını spora getiren adamdı. Futbol topuna heyecan ve ses getiren adamdı” diyen Abdülkadir Yücelman; “Halit Kıvanç’ın yakın çevresinin bildiği en belirgin özelliği, hassaslığıdır. Ay-yıldızlı forma ya da mayoların başarısında ağlar. Başarısızlığında ise daha çok ağlar. Fakir fukaraya ağlar, sorunlara ağlar” diyen Metin Oktay... Dostları kadar, Kıvanç’ın da kendisini büyük bir açık sözlülükle anlattığı “Gool Diye Diye”, içerdiği fotoğraflarla da benzersizlik kazanan bir belgesel niteliğinde.
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
Pan Kitabevi/ zmir
“Kitap panzehirdir” İzmir Karşıyaka’nın çarşısında, Tiyatro Sokağı’nda bulunan Pan kitabevi İzmirlilerin vazgeçilmez adresi. İstanbul dışındaki illerde sıkça yaşanan zaman sorunu Pan Kitabevi için bir sorun olmaktan çıkmış. Yeni çıkanlar hemen hemen İstanbul’la eşzamanlı olarak Pan Kitabevi’nin raflarında yerini buluyor. Kitap başta olmak üzere; CD ve dergi satışı yapılan bu kitabevinde piyasada bulunmayan ilginç fanzinlere de ulaşmak mümkün. Aynı zamanda yabancı
günlük gazetelerin de satışı yapılmakta. Özellikle fantezi/ bilim kurgu alanında iddialı olan Pan Kitabevi müşterilerine göre burası, çeşitliliğin en fazla olduğu kitap mekanlarından biri. Kitabevini müşteriler açısından cazip kılan bir diğer unsur da oturma düzeni sayesinde kitapları satın almadan inceleme imkanının tanınması. Kitapseverler burada istedikleri gibi zaman geçirebiliyorlar. İzmir’in bu gözde kitabevinin sloganı ise “kitap panzehirdir.”
22
Aydınlık KİTAP
16 MART 2012 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?
1
Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle dolu; Dede’yi, Wagner olmadığı için, Yunus’u, Verlaine, Baki’yi, Goethe ve Gide yapamadığımız için beğenmiyoruz. Uçsuz bucaksız Asya’nın o kadar zenginliği içinde, dünyanın en iyi giyinmiş milleti olduğumuz halde çırçıplak yaşıyoruz. Coğrafya, kültür, her şey bizden bir yeni terkip bekliyor; biz misyonlarımızın farkında değiliz. Başka milletlerin tecrübesini yaşamağa çalışıyoruz.
2
... Halbuki o hiç fevkalade bir adam değildi. Hatta pek alelade, hiçbir hususiyeti olmayan, her gün etrafımızda yüzlercesini görüp de bakmadan geçtiğimiz insanlardan biriydi. Hayatının bildiğimiz ve bilemediğimiz taraflarında insana merak verecek bir cihet olmadığı muhakkaktı. Böyle kimseleri gördüğümüz zaman çok kere kendi kendimize sorarız: Acaba bunlar neden yaşıyorlar? Yaşamakta ne buluyorlar? Hangi mantık, hangi hikmet bunların yeryüzünde dolaşıp nefes almalarını emrediyor?
3
Levy Pantolonları’ndaki şu kısacık meslek yaşamımda pek çok iş-kaytarma yöntemi geliştirdim. Çoğu memur olan ve bu özlü günceyi bir kahve molasında okuyan sizler birkaç buluşumdan yararlanabilirsiniz. Gözlemlerimi işverenlerin de yararlı bulacağından eminim. Büroya gitmem gereken saatten bir saat sonra gidiyorum. Böylece oraya vardığımda kendimi dinlenmiş ve taze hissediyorum, üstelik her iş gününün o ilk sıkıcı saatinden de kurtulmuş oluyorum, aksi halde o bir saatin her anı henüz ayılamamış duyularım ve gövdem için bir işkence olabilirdi.
a) Mithat Cemal Kuntay/ Üç İstanbul
a) Sabahattin Ali/ Kürk Mantolu Madonna
a) J.D. Salinger / Çavdar Tarlasında Çocuklar
b) Ahmet Hamdi Tanpınar/ Huzur
b) Reşat Nuri Güntekin/ Acımak
b) Chuck Palahniuk / Dövüş Kulübü
c) Reşat Nuri Güntekin/ Çalıkuşu
c) Yusuf Atılgan/ Aylak Adam
c) John Kennedy Toole / Alıklar Birliği
d) Yakup Kadri Karaosmanoğlu/ Yaban
d) Hüseyin Rahmi Gürpınar/ Melek Sanmıştım Şeytanı
d) Jack Kerouac / Yolda
e) Halide Edip Adıvar/ Sinekli Bakkal
e) Oğuz Atay/ Tutunamayanlar
e) Albert Camus / Yabancı
Geçen haftan n do ru yan tlar : 1- (a)
2- (e) 3- (b)
Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…
BULMACA Soldan sağa 1. Resimdeki yazar - Akümülatör (k sa) 2. Otlar - Helyum’un simgesi - Baryum’un simgesi - Ayn ya ta olanlar, ya t 3. Bir gayret ünlemi - Bir dilek art eki - ki parçal kad n mayosu - lgi eki 4. Beyazla biraz k rm z n n kar m ndan olu an bir renk Herhangi bir eye göre daha ötede olan yer 5. Da keçisi - Yerine kullanma - ki yan a açl , do rusal, geni yaya caddesi 6. Mikroptan ar nd rma, sterilize etme - amand ralarda, r ht mlarda halat ba lamaya yarayan, sa lam mapalara geçirilmi demir halka - Büyük yolcu istasyonu
7. ikar - Kabe’deki üç puttan biri - Resimdeki yazar n bir roman 8. Dar ve hafif, düz dipli bir yar teknesi türü - Bir nota - Cet - E ek sesi 9. Bir eyin özünü meydana getiren en önemli madde, ferment - Aras na ya sürülerek ve peynir, vb. kat k konularak özel makinesiyle k zart lm ekmek dilimi 10. Bir nota - Parlak, saydam k rm z renkte de erli bir ta Bir binek hayvan -Akci er 11. Ölüm zaman - Devrinin sanat anlay içerisinde güzel bir eser meydana getirmek - Ortasulardaki küçük kabuklular n yo un hayvan planktonlar yla olu turdu u popülasyon 12. Beniz kelimesi ile birlikte “yüz rengi” anlam nda kullan lan bir sözcük - Letonya’n n ba kenti - C va’n n simgesi
13. Ba , kafa - Geçici mü terilerine günlük bir ücret kar l nda mobilyal odalar kiralayan ticari kurulu - Bir geçmi zaman eki - sviçre’de bir nehir 14. Trabzon’un bir ilçesi - Kar ile kocadan her biri - Köpek - Rutubetli 15. Umutsuzluktan do an karamsarl k, üzüntü – “… kazan rken” resimdeki yazar n bir roman
Yukarıdan aşağıya 1. 1873 - 1936 y llar aras nda ya am ünlü bir airimiz 2. “... Güler” (foto rafç ) - Bir resmi suland r lm renklerle boyama ya da gölgeleme biçimi - Aktinyum’un simgesi - Zeybek 3. Kiloamper (k sa) - Dökme demir - Kilometre (k sa) - Bulut 4. Bekta ilerin boyunlar na takt klar bir ta - ki yan a açl , do rusal, geni yaya caddesi - Sahip 5. Kuruntuya dü ürme - Di i koyun - S k gözlü bir bal k a türü 6. Kuzu sesi - Bizmut’un simgesi - Yücelme, yüksek bir dereceye ula ma - Türk Standartlar Enstitüsü (k sa) 7. Kal c l k, ölümsüzlük - Bir seslenme sözü 8. Kimononun üstüne tak lan, biçimi ve boyutu cinsiyete, ya a, mevkiye ve bölgeye göre de i en, bir dü ümle birle tirilen geni ipek ku ak - En k sa zaman parças , lahza - Uzunlamas na kesilmi veya ayr lm parça 9. Üzerine yaz yaz lm ka t, mektup - Gümü ’ün simgesi Bir cetvel türü 10. A r dereceye varan al kanl klar - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) - sim 11. Yard m paras - Tanzanya’n n plakas - Tak m (k sa) - Kay nbirader 12. Bir eyin bir bedel kar l nda bir süre için ba kas na verilmesi, icar - “... King Cole” (Amerikal caz piyanocusu ve ark c ) - Rodyum’un simgesi - laç, merhem 13. Bir yüzölçümü birimi - Varl n ortadan kald rma Geleneksel Japon ka t katlama sanat 14. Elma, armut kurusu - Lantan’ n simgesi - Soylu Arnavutluk’un plakas 15. “Benim …” resimdeki yazar n bir roman
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ