.
KITA P Aydınlık
BU SAYIDA
44 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 338
4 Mayıs 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 10 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Lorenzo’nun hayatta kalma mücadelesi
Kimyanın büyülü yüzü
Yasemin değil petrol kokusu…
Denizlerin idamının 40. yılında Doğu Perinçek’ten
“Arkadaşım Deniz Gezmiş”
Latin Amerika’nın kayıplarla dolu tarihi
Bütün çocukların ortak noktası
Aydınlık KİTAP
4 MAYIS 2012 CUMA
İÇİNDEKİLER
SUNU
Haftanın Portresi: Gustave Flaubert
s. 4
Lorenzo’nun hayatta kalma mücadelesi
s. 4
Bir içsel mahkeme savunusu s. 5
Selef-i Kimya: Kimyanın büyülü yüzü
3
s. 7
Yasemin değil petrol kokusu…
s. 6
Adam olmanın iki şartı
s. 8
Mecit Ünal: Gülden Terazi
s. 9
Cafer Yıldırım: O ateşten çıkmışlardı yola
s. 10
Anahtar deliğinden görünen evren
s. 11
KAPAK: Doğu Perinçek “Arkadaşım Deniz Gezmiş”i yazdı
s. 12-14
Seyyit Nezir: Şiir Polemikleri yaygınlaşıyor
s. 15
Şirket Egemenliği Çağı
s. 16
Teneke Trampet
s. 17
Yeni Çıkanlar
s. 18-19
Çocuklar için
s. 20
Sahaf ve Anadolu’dan Kitabevi
s. 21
Alıntı test ve Bulmaca
s. 22
i l e v a r a K n a h r O
Deniz yaşasaydı... Özellikle büyük medyada kümelenen “eski solcular n” en büyük meraklar ndan biridir ve s k s k sorarlar: Acaba Deniz Gezmi ya asayd , bugün nas l biri olurdu? Acaba Mahir Çayan ya asayd , günümüzde hangi dü ünceleri savunurdu? Örne in Sinan Cemgil, sa kal p bugünleri görseydi, acaba gene silahl devrimi mi savunmaya devam eder miydi? Bu sorular n pe i s ra ürkek de olsa yan tlar gelir elbette... Deniz Gezmi 'in de “kendileri gibi olup, kendileriyle ayn dü üncelerden” yana duraca n iddia edenler ç kar. Kimisi, “hayatlar n bir vehme adayan”, ba ms zl k, devrim ve sosyalizm gibi “olmad k hayallerin pe inde peri an olan” bu gençlerin de kendileri gibi “de i en dünyaya” ayak uyduraca n ileri sürer. Böylesi bir merak s k s k dile getirenlerin hiçbiri, örne in Deniz Gezmi için aç k aç k, “Ya asayd , yapt hatalar anlar ve benim gibi tüm geçmi ine bir sünger çekerdi” diyemez, bu cesareti gösteremez. Ayn ekilde, “... bugün ya asayd da halk için, devrim için, ba ms zl k için gene ölümü göze al rd ” da diyemezler. Bunu dile getirecek cesaret de yoktur... Ve bu cesaretsizlik, bir noktada daha gösterir kendini: O günden bugüne, 1968'den 2012'ye, ayn devrim idealinin pe inden giden, “Elbet Türkiye'de bir uzun ko uysa devrim...” diyenlere bakma ve görme cesareti de mevcut de ildir. Bir devrimciyi, Panait Istrati'nin “Arkada ” na benzeyen bir arkada , 40 y l sonra, yaln zca klasik bir an kitab format nda de il, devrimci bir ruhla sat rlara, sayfalara, kitaba yans tmak, bu aç dan en çok Do u Perinçek için bir zorunluluktu. 40 y l önceki idealinin pe inden bugün de dimdik giden, devrim çabas n bugün de ayn yo unluk ve dinamizmle sürdüren Perinçek'in “Arkada m Deniz Gezmi ” kitab , Deniz'i belki de en çok unutturulmak istenen yönleriyle, anti-emperyalist ve ba ms zl kç yönleriyle tan t yor ve günümüz gençli ine sunuyor. Deniz Gezmi ya asayd , bugün nas l biri olurdu... dam edilmesinden bu yana geçen 40 y la bakarak, tek ey söyleyebiliriz: Deniz Gezmi de kesinlikle Silivri'de olurdu!
ÖneriYorum
1)
ABD'nin Siyasal İslam’la Dansı, Emre Kongar, Remzi Kitabevi Tam zamanında yayımlanan doyurucu bir çalışma.
Bilinmeyen Türkler, Clarence K. Streit, 2) Bahçeşehir Üni. Yay. Bir Amerikalı gazetecinin1921 Ankara'sında Mustafa Kemal Paşa ile yaptığı görüşmeler, çektiği resimler...
3)
. KITA P Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Egemen Yamandağ
II. Abdülhamid Döneminde Sansür, Fatmagür
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
Demirel, Bağlam Yay. Özellikle Abdülhamit hayranları okumalı.
4)
Yüzbaşı Selahattin'in Romanı I – II, İlhan Selçuk, Cumhuriyet Kitapları Milli Mücadele'yi küçümseyenler için tam bir ders kitabı.
5)
Arkadaşım Deniz Gezmiş, Doğu Perinçek, Kaynak Yay. Gerçeklere doğru yoldan ulaşmak için.
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
Aydınlık KİTAP
4 MAYIS 2012 CUMA
HAFTANIN PORTRES
Gustave Flaubert (1821-1880) 1856'da yayımlanan ünlü romanı “Madam Bovary”, Flaubert ve yayıncısı hakkında ahlaksızlığa teşvik suçlamasıyla dava açılmasına neden olmuştu
Ünlü romanı “Madam Bovary” ile Gerçekçilik akımını başlatan yazar olarak tanınan Gustave Flaubert, Fransa-Rouen'de bir cerrahın oğlu olarak doğdu, 1840'ta liseyi bitirdikten sonra Paris Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu. 22 yaşındayken epilepsi hastası olduğu anlaşıldı ama hukuk eğitimini ara vermeden tamamladı. 1837'den itibaren yazmaya başladı. 1849-1851 yılları arasında bir arkadaşıyla birlikte Yunanistan, Türkiye, Mısır, Filistin, Suriye ve İtalya'yı dolaştı. Bu gezilerin, Flaubert'in içe kapanıklığından kurtulmasına yardımcı olduğu söylenir. “Salambo” adlı romanını söz konusu ülkelere ilişkin gözlemlerine dayandırdı. Bu süreç boyunca edebiyat dünyasından pek çok ünlü şahsiyetle mektuplaştı ve sonradan bu mektupların bazılarını da yayımladı. Flaubert'in yazarlık yaşamının özelliklerinden biri, sağlığında kitaplarından hemen hiç para kazanamamış olmasıdır. Maddi kazanç elde edememe-
sine karşın, manevi oğlu Guy De Maupassant'ın edebi başarısı ve Emile Zola'nın başını çektiği Natüralist akımın kendisine verdiği değer, Flaubert'i manevi açıdan ayakta tutmuştur. 1856'da yayımlanan “Madam Bovary”, Flaubert ve yayıncısı hakkında ahlaksızlığa teşvik suçlamasıyla dava açılmasına neden oldu. Flaubert'in özel yaşamının en önemli dönemeçlerinden biri, 1836 yılında, 15 yaşındayken kendisinden 10 yaş büyük 26 yaşında evli bir kadın olan Elisa Schlésinger’e tutkulu bir aşkla bağlanması oldu. “Bir delikanlının gönül eğitimi” olarak nitelendirdiği aşka, mesafeli biçimde de olsa yaşamı boyunca sadık kalan Flaubert, “Duygusal Eğitim”, “Gönül ki Yetişmekte” ve “Bir Delikanlının Hikâyesi” romanlarının ilhamını açık biçimde Elisa Schlésinger'dan almıştır. 132 yıl önce, 8 Mayıs 1880'de yaşama veda eden Gustave Flaubert'i saygıyla anıyoruz.
Lorenzo’nun hayatta kalma mücadelesi ÖZGE DENİZ Daha önce yazdığı kitapları “Korkmuyorum” (2001) ve “Tanrı Nasıl İsterse” (2007) ile çeşitli ödüller alan Niccoló Ammaniti'nin yeni romanı “Sen ve Ben” geçtiğimiz günlerde Can Yayınları'ndan çıktı. Önceki romanlarında İtalya taşrasında yaşayan gençlerin sorunlarını kaleme alan Ammaniti'nin son romanı yine bir gencin öyküsü etrafında gelişiyor. Bu kez kahraman Roma'da hali vakti yerinde bir ailenin oğlu Lorenzo. 12 Ocak 2010... İtalya'nın Civadale del Friuli kasabasındaki bir kafede yalnız başına oturan bir adam... 10 yıl öncesine götüren bir haber... Niccoló Ammaniti'nin son kitabı “Sen ve Ben” 14 yaşındaki Lorenzo'nun bir hafta sonunu anlatıyor. Küçük bir yalanla başlayan bu hikaye beklenmedik bir konukla birlikte şaşırtıcı bir hal alıyor. Sıradan ergen bir gencin uyumsuzluk problemleri, bunalımları gibi görünen bu hikayenin başka bir yönü de var. “Başka” bir çocuk Lorenzo, “normal” görünmek isteyen ama aslında olamayan bir çocuk. Okul arkadaşlarından, sıradan çocuklardan farklı ancak ailesi için “normal” olmak istiyor. Okulda, psikiyatrda, evde “normal” görünmeye çalışıyor. Psikiyatrın koyduğu teşhisle Lorenzo'nun durumu “başkalarına karşı empati yoksunluğuna yol açan bir tür narsizm”. Arkadaş edinemiyor, asosyalliği ile ailesini üzüyor. Ammaniti'nin, lisenin ilk gününü anlattığı satırlarda Lorenzo'nun yalnızlığı daha yakıcı hissediliyor. Lorenzo okulun bahçesindeki diğer öğrencilere baktığında yeryüzündeki cehennemi görüyor. “Neden beni rahat bırakmıyorlardı? Neden diğerleri gibi olmalıydım? Neden tek başıma Kanada'da bir ormanda yaşamazdım?” Bu düşüncelerin içindeyken asıl yapması gerekeni buluyor. Bates Benzeşmesi!* İzlediği bir belgesel kafasında kıvılcımlar çakıyor. Tıpkı sinekler gibi yabanaralarını taklit etmeye başlıyor. Doğadaki birçok canlı gibi daha güçlüsüne benzemeye çalışıyor hayatta kalabilmek için. Onu avlamak isteyen düşmanlar tarafından tehlikeli türle bir tutulacaktır ve hayatta kalma olasılığını artıracaktır. Okulda çocukların kayak tatiline gideceklerini duyuyor ve annesine kendisinin de bu tatile davet edildiğini söylüyor. Annesi, Lorenzo'nun yalnızlığından bu haberi duyduğunda ağlayacak kadar mutsuz. Bu noktadan sonra işler sarpa sarıyor. Ne yapmalı da bu yalanı düzeltmeli, basit bir şaka mı demeli bilemiyor. Çünkü ailesinden aldığı tepki
öylesine büyük ki bunun geri dönüşünün pek de kolay olmayacağını anlıyor. Lorenzo dönülmesi zor bir yola girmiş bulunuyor birkere. Sözde kayak tatilini geçireceği yeri buluyor: Evin bodrumu! Playstationu, Stephen King romanları ve eski ev sahibinden kalan eşyalarla birlikte geçireceği bir hafta için hazırlanıyor. Burada geçirdiği yanlız günlerde farkına varıyor: Bu yalanı uydurmasının tek nedeni ailesinin beklentileri değil, bunu kısa sürede anlıyor. Kendisi de o kayak tatiline davet edilmek istiyor. Derinlerde bir yerde o da diğerleri gibi arkadaşları olsun istiyor. Bodruma ilk yerleştiğinde onu boğan her şeyden kurtulmanın rahatına varıyor. Uzaylıların işgalinden kurtulmanın, Roma'da canlı kalan tek insan olmanın zaferini yaşıyor kendi deyimiyle. Bu zafer çok uzun sürmüyor ve davetsiz misafir çıkageliyor. Üvey ablası Olivia'nın beklenmedik şekilde çıkagelmesi işleri alt üst ediyor. Olivia'nın gelişiyle birlikte iki yalnız genç zorunluluktan da olsa birbirlerinin yalnızlığına ortak oluyor. Lorenzo, ablasına yalanının ortaya çıkması pahasına yardım ediyor. Yalnızca bir günlük “ev arkadaşlığı” belki de ilerde hiç unutulmayacak, gelen bir haberle hatırlanacak önemli bir an oluyor. Başladığı yerde sona eren, kısa bir sürede yaşanan olayları anlatan kitap sıkıcı olmadan anlatıyor derdini. Roman kahramanın zeki, yaratıcı ve duygusal yönü kitabın benzerlerinden ayrılmasını sağlıyor. Ammaniti'nin akıcı dili sayesinde bir solukta elden bırakamadan sona eriyor. Bu roman Bernardo Bertolucci tarafından beyazperdeye aktarıldı, yakında gösterime girecek. Usta yönetmenin gözünden “Sen ve Ben” oldukça merak uyandırıyor. *İngiliz doğabilimci Henry Walter Bates, 1848 – 1859 yılları arasında Amozon ormanlarında kaldı, 14 bine yakın yeni türü inceledi. Bazı hayvanlar canlı ya da cansız nesnelere benziyordu. Yabanarısı gibi görünen sinekler, hatta çıngıraklı yılana benzeyen tırtıllar bu gözlemlerden yalnızca ikisi. Bu benzeşmeler "taklitçi benzerlikler" olarak adlandırılıyor. Bates, savunmasız hayvanların daha güçlü türlere benzeyerek doğada daha fazla yaşam olanağı sağladıkları sonucuna vardı. Bu benzerliklerin tesadüf olmadığının en büyük kanıtı da benzerlik gösteren canlıların aynı bölgelerde yaşaması. Darwin'in doğal seçilim teorisine en büyük kanıt bu çalışmadır. (Niccolo Ammaniti Çev: Şemsa Gezgin 115 s. Can Yayınları)
Aydınlık KİTAP
Bir içsel mahkeme savunusu DAMLA YAZICI Ayrıntı Yayınları'nın Yeraltı Edebiyatı serisine ve yeraltı edebiyatı okuyucusuna takdim ettiği bir Hubert Selby kitabı daha. “Bir Düş İçin Ağıt” ve “ Brooklyn'e Son Çıkış” gibi Türkiye'de hem kitap hem de film halleriyle kült olmuş bu iki eserin ardından “Hücre” de diğerleriyle yarışır vaziyette derin bir tabu yıkış göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Hubert Selby'i ilk defa okuyanlar için not: Okuduğunuz adamdan toplum sevicileri, ahlak bekçileri, polisler, otoriter yasa koyucular ve güç simsarları nefret etmektedir. Yazar, büyük ihtimalle, bu söylediğimi destekler nitelikte bir paragraf dolusu, tükürükler saçarak ve bütün tükürüklerin içini bu statükocu sınıflara karşı doldurarak küfür ederdi. İlk defa okuyanlar için notun notu: Kitabı okurken küfürlerle mücadele etmeyiniz ve yazarı lütfen deli yerine koymayınız. İnanın, ikiye dört bir odada sizi oraya tıkanlara karşı vereceğiniz tepkiler yazarın aktardıklarından daha masum olmazdı. Masumiyet, elinize aldığınız bu kitapta, “bazen kendimi kimsesiz bir çocuk gibi hissediyorum...” cümlesinden daha fazla yer almıyor. Kısaca kendi sahte masumiyetinizi burada aramayın, yok! Bilginize. İlk defa okuyanlar için notun notunun notu: İnsanoğlu bu kadar sadist, bu kadar acımasız, bu kadar cani olabilir mi, diye soruyorsanız; Yanıt: Olabilir. Hayat olağan bir şekilde ilerlerken kendinizi büyük bir tecavüz sonrası tımarhanede bulabilir misiniz? Yanıt: Bulabilirsiniz. Şehir merkezinde gezinirken polisler tarafından bir hücreye kapatılabilir misiniz? Yanıt: Kapatılabilirsiniz.
Ç V L SANDALYELER Hubert Selby'nin Amerikan sokak dilini kendi özgün tarzıyla sunduğu “Hücre”, sizi yumuşak koltuklarınızdan kaldırıp çivili sandalyelere oturtuyor, bilginize. Sistem eleştirisinin en öfkeli, en utanmasızca ve en sade hali bu kitap. Adaleti tek başına, kendi beyninde, kendi mahkemesini kurup kendi avukatlığını yaparak arayan bir adam. Baskının ve güçlü olanın yalnızlaştırdığı ve bir hücreye tıktığı karakter, kitap boyu gözümüzün önüne çok acımasızca şeyler serse de, sonundaki çaresizlik, güçsüz olanın bütün acısını ortaya koyuyor. Bu öfkeyi ve çaresizliği yazarın hayatında da görebilmek mümkün. On beş
yaşında okuldan atılan, verem teşhisi sonrası doktorların biçtiği bir yıllık ömre inat yetmiş altı yıl yaşamış bir adamdan bahsediyorum size. Size tüberküloz ağrıları yüzünden eroin bağımlılığı yaşamış bir adamdan söz ediyorum. Yazım kurallarını yok sayıp, kendi yazım kurallarını koyan (örneğin konuşma cümlelerini tırnak içine almaz) bir adamdan bahsediyorum. Büyük bir kitle tarafından lanetlenen, bir başka büyük kitle tarafından ise kutsanan yazarlardan sadece birinden bahsediyorum işte.
ÇEK NCES Z D L “Beat Kuşağı” ile “Generation X” edebiyatının ortak etkisini üzerinde görebileceğimiz yazar, çekincesiz dilini bütün kitaplarında oldukça yoğun şekilde kullanıyor. Sarsıcılık tam da bu noktada başlıyor ve belki de içimizdeki gerçek “asi”yi tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarmamızı sağlıyor. Herkesin düşünmekten korktuğu, kendisine çok uzak hissettiği duyguları yanıbaşımıza, hatta “başımıza” getirme konusunda usta bir kalem. “Hücre”de; suç, suçluluk, gerçeklik, şiddet kavramları ve ruhsal olarak problemli bir adamın kendi geçmişiyle bir hücrede başbaşa kalması anlatılırken, yazarın 1971'de kaleme aldığı ikinci romanı olan bu kitap hakkında söyledikleri de oldukça ilginç. Yazar, kitabın gelmiş geçmiş en rahatsız edici kitaplardan biri olduğunu ve kitabını, yazdıktan on yıllar sonra okuyabildiğini söylüyor. Kitabın sonunda karakterin bilincindeki şiddeti, öfkeyi ve isyanı çocuklukta araması ve aslına bakılırsa bir hayatın bütün baskı kurumlarının kişiliğimizde yarattığı “görünmez saykolar” birden hortlayıveriyor. Bazen nefret ettiğiniz, bazen tiksindiğiniz, bazen deli dediğiniz karakterin içindeki haklılığı en çok gördüğünüz kısım da işte bu son kısım: “Bazen kendimi kimsesiz bir çocuk gibi hissediyorum Evden çok uzaklarda...” (Hücre, Hubert Selby Jr. Ayrıntı Yay., Çev. Çağdaş Acar, 252 s.)
6
Aydınlık KİTAP
4 MAYIS 2012 CUMA
Yasemin değil petrol kokusu… Televizyonlar Riyad El-Esaad’ın “Suriye Ordusu’ndan kaçıp Hür Suriye Ordusu’nu kurduğunu” açıklarken büyük bir dezenformasyonla Riyad’ın dört yıl önce emekli olduğunu söylemiyorlardı. Önemli olan ordudan askerlerin kaçtığı izlenimini yerleştirmekti. Çünkü Irak işgaline direnen tek Arap ülkesi Suriye'ydi DENİZ YILDIRIM El-Cezire, Arap baharı öncesinde Tunus, Mısır, Yemen ama özellikle Libya ve Suriye’den yüzlerce kişiyi Katar’a getirerek haberleşme ve iletişim konusunda eğitti. Onlara en gelişmiş haberleşme cihazları verdi. El-Cezire yönetim kurulunda görevli Mahmud Şamma’nın CIA adına bu görevi üstlendiği ve Kaddafi devrildikten sonra yeni yönetimde görev aldığı biliniyor. Yine El-Cezire’nin siyasi danışmanı Refik Abdülselam “yeni” Tunus’un Dışişleri Bakanı oldu. Televizyonun sahibi olan Katar’ın emir hazretleri ülkesinin neredeyse yüzde 30’unu Amerikan üs ve tesislerine ayırmış durumda. Photoshop ehlileri Suudilerin sahip olduğu El-Arabiye televizyonu da başından beri “demokrasi” yayınları yapıyor. Amerikalıların onay vermediği hiçbir şey Suud yönetimi tarafından gündeme bile getirilmiyor. Her iki kurum İngiliz BBC ve France 24 televizyonlarının Arapça yayınlarının desteğini alarak birer haber televizyonu değil tam anlamıyla CIA ve Mossad operasyon merkezleri gibi çalışıyor. Photoshop ehlilerince olayların yaşandığı ülkelerle ilgili düzmece görüntü ve haber geçiyor. Hatta “direnişçiler” için şifreli haber bile yayınlıyor. TRT Arapça ise sınırlı olanaklarıyla “bonus” olarak onlara yardımcı oluyor. Örneğin daha ortada hiçbir şey yokken TRT Arapça yayınlarında “Suriye’den kaçacak olan askerler için Hatay’da özel kamplar kurulduğunu” söylüyor.
EMEKL ASKER ORDUDAN NASIL KAÇAR? Televizyonlar Riyad El-Esaad’ın “Suriye Ordusu’ndan kaçıp Hür Suriye Ordusu’nu kurduğunu” açıklarken büyük bir dezenformasyonla Riyad’ın dört yıl önce emekli olduğunu söylemiyorlardı. Önemli olan ordudan askerlerin kaçtığı izlenimini yerleştirmekti. Çünkü Irak işgaline direnen tek Arap ülkesi Suriye'ydi. Sadece bu durum bile tek başına sergilenen büyük oyunun ne olduğunu anlamaya yetiyor. Ortadoğu’da bir gelişme olduğunda gözler onu arar. Çünkü bu acılı coğrafyayı iyi tanıyan, olaylara küresel çelişkiler ekseninde bakan ve bölgedeki oyunları çözmüş bir gazeteci; Hüsnü Mahalli. “Ortadoğu’da Kanlı Bahar” kitabı, son iki yılda gelişen “Arap Baharı”nda gerçekte neler oluyor merak edenler için somut örnekleriyle ve tarihsel alt yapısıyla eşsiz bir kaynak. Tunus’dan Afganistan’a kadar ülkelerin son yıllarda yaşadığı gelişmeler köşe taşlarıyla aydınlatılıyor!
Hüsnü Mahalli
2010’da kendini yakmadan önce Tunus’un çeşitli yerlerinde gösteriler “Türkiye İran olamaz” diye bağıran yapılıyordu. Buazizi olayından sonra insanların tersine Batı, İran’ı Türkiye onbinlerce Tunuslu aniden ve çok güyapabileceğini düşünüyordu. Son rültülü bir biçimde sokaklara döküldü. dönem bölgede moda olan Türk diziGösterilerin başında sendikalar, sivil leri etkileşimde büyük katkı sağlıyordu. toplum örgütleri, komünistler, milÖrneğin Aşk-ı Memnu’yu izleliyetçiler, liberaller ve her keyenler “acaba Türklerin simden işsizler ve sosyal hepsi böyle midir?” diye Devrim medyadan örgütlenmiş sorar olmaya başlamıştı. ve gençler bulunuyordu. CIA’cı ve Türkiye Olayların ikinci hafr n ala ayaklanm “dostu” Graham Fultasına kadar İslamler'in “Sufi Türk-Osba lang c nda a k na cılar sokaklara manlı İslamiyet dönen ABD ve inmedi. Ancak anlayışı gerçek İsBin Ali’nin gider ele ülk iki ttef mü lam’ı temsil eder” ceği sinyalini n an açıklaması bölgesel ise k sa bir bocalam alınca İslamcı Elrolün ne olduğunu ard ndan süreçlere Nahda yanlıları açık ediyordu. Başka gösterilere katılen ind yer bir bir ifadeyle Türkimaya başladı. kat lma çabas ye’deki gelişmeleri yaDevrim ve ayaklankından izleyen Batılı içine girdi maların başlangıcında uzmanlar AKP deneyiminin şaşkına dönen ABD ve mütsonucuna bakarak Arap ve İslam tefiki ülkeler ise kısa bir bocalaülkelerindeki İslamcı parti ve örgütlere manın ardından süreçlere bir yerinden “AKP gibi ABD, AB ve NATO ile katılma çabası içine girdi. ABD’den uyumlu çalışır ve problem çıkarmazsagelen talimatla duruma el koyan genenız her türlü yardımı yapar iktidara raller Bin Ali’nin kaçma işini örgütledi taşır ve orada kalmanız için elimizden ve iktidara el koydu. Bu saatten sonra gelen desteği veririz” mesajını ileticamiler ülkenin bütün imam ve hatipleyordu. Batı medyasında bununla ilgili rince El-Nahda propagandasıyla örgütbinlerce haber, makale ve analiz yayınlendi. El-Cezire devreye girdi. landı. ABD’nin desteğiyle seçimlerde dinciler Özetle; nasıl bir dini model uygulailk sırayı aldı. Ancak bir sorun vardı o nacağı Batı’nın umurunda değildi. da 7.5 milyon vatandaşın 4 milyonu seçOnlar için önemli olan İslam’ın hep men kütüklerine adını yazdırdı ve bunBatının yörüngesinde uyumlu olmaların yüzde 54 oy kullandı. Tunusluların sıydı. Daha açık bir ifadeyle Batının tüm kurumlarıyla ilişkileri olan Türkiye yarısından fazlası yasemin kokusundan hoşlanmamıştı. Devrimi yapan geçler sanki yeni bir ülkeymiş gibi “AK Parti” bir kez daha geride kalmıştı. Gençler iktidarında “bakın size örnek bir Müslüman ülke ve İslamcı bir parti” denile- devrim yapabilir ancak ülkeyi generaller ve İslamcılar yönetebilirdi. rek pazarlandı. Hüsnü Mahalli’ye göre “Batı’nın AKP’ye yüklemeye çalıştığı “OY KULLANMAK NAMAZDAN görev, bazılarının düşündüğünün çok BÜYÜK BADETT R” ötesinde…” Herkes Tunus’ta olup bitenlerle uğraKIZIL DEVR M NASIL YE L OLDU? şırken Mısır halkı 42 yıllık mübarek yöKitapta Arap Baharı’nı yaşayan ülke- netimi 17 gün salladı. Yine Amerika’dan lerle ilgili bu açıdan çarpıcı ayrıntılar gelen talimatla generaller Mübarek’i istivar. Bazı örnekleri aktaralım: faya zorladı, iktidarı devraldı. “Askere “Muhammed Buazizi 17 Kasım darbe yapın” diyen Savunma Bakanı Ge-
UYUMLU SLAM!
neral Tantavi bir hafta önce Washington’daydı. Gelgitli bir dönemin ardından generaller, Tunus’ta olduğu gibi İslamcıları iktidara getirecek seçimlerin yolunu açtı. Müslüman Kardeşler ve Selefi Nur Partisi’nin yandaşı din adamları akla gelmeyecek her konuda fetva veriyor, Nobel Sahibi Necip Mahfuz’un kitapları yakılıyor, demokrasinin kâfirlik olduğu söyleniyor, kadınların çarşıdan muz ve hıyar almamaları söyleniyor, kızların hiçbir şekilde laik, liberal erkeklerle evlenemeyeceği vurgulanıyor, seçimleri kazanacaklarını çünkü Kuran’ın buna işaret ettiğini söylüyorlar ve nihayetinde “oy kullanmak namazdan daha büyük ibadettir” diyerek insanları yönlendiriyorlardı. Devrimi yapan gençler ise oyuna geldiklerini anlıyor ama geç oluyordu. Seçimi Müslüman Kardeşlerin özgürlük ve Kalkınma Partisi ile dokuz şeriatçı parti ve grubun oluşturduğu seçim ittifakı kazanıyordu.
ADALET VE KALKINMA NEY N NES ? Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da Adalet ve kalkınma örgütleri nasıl kuruldu? Ayrı bir kitap konusu olur. Ancak özetle söylemek gerekirse: Müslüman Kardeşler ve yerel tarikatların koalisyonu şeklindeki bu partiler emperyalizmle uyumlu İslam’ın yeni teşkilatları olarak boy gösteriyor. Destekleniyor, iktidar yapılıyor, devletleştiriliyor. Büyük Ortadoğu Projesinin örgütsel ayağını oluşturuyor.
ABD’Y KIZDIRMAYIN S ZE DE DEMOKRAS GET R R! Arap Baharı’nın bu örneklerini ve çok daha fazlasını öğrenmek isteyenler ise kitabı bir solukta okuyacaktır. Kitabın ilginç çıkışlarından bir de Angelina Jolie için… “Hatay’daki kamplara gelen güzel aktrist her nedense ne Filistin kamplarını, ne de Lübnan’daki İsrail saldırısından kaçan insanları ne de Suriye’deki üç milyon Iraklı göçmeni hatırlamamıştı. Çünkü ABD öyle istiyordu.” Mahalli haklı olarak kızıyordu. Irak’ta bahar geldi geçti, bir Angelina Jolie gelmemişti. İki milyona yakın insan ölü, 1.5 milyon dul kadın, 4 milyon yetim çocuk bırakmıştı bu bahar Irak’a. Saddam iktidardayken bir dinar 3.5 dolarken bugün bir dolar 1600 dinar ediyordu. Bu baharda 40 milyar dolar civarında para yolsuzlukla ortadan kaldırılmıştı. Çünkü işgal ancak böyle bir sistemle 9 yıl devam edebilirdi. Peki şimdi bölgede denklemler nasıl kurulacak? Hüsnü Mahalliye’göre önümüzdeki büyük oyunun kaderini Suriye belirleyecek ama Mısır’daki İslamcıların iktidarı da büyük oyunun Suriyesiz ömrünü belirleyecek… (Ortadoğu'da Kanlı Bahar, Hüsnü Mahalli, Destek Yay., 272 s.)
Aydınlık KİTAP
Selef-i Kimya: Kimyanın büyülü yüzü MURAT HATUNOĞLU Aydınlığı arar adam. Var olduğundan, anası bebesini doğurduğundan beri aydınlığı arar. Bu arayışta nice yola sapar; karanlığa, korkuya, umuda, yalana dalar. Ama yine de aydınlığı arar, ışığa bakar. En yorgun günün gecesinde de, umutsuzluğun pençesinde de rüyalara dalar; ışığı yumuk gözlerin içinde, rüyalarda arar. Hatırdadır, rüyalar da hep aydınlıktadır. Bu yüzden simgelerde hep ışık geçer; “aydın” olmak, “aydınlığı” aramak, insanları “aydınlatmak” ve bunlar için de bilimin “ışığında” yol almak. Peki, nereden çıkar bu ışık? Kimisi dinde arar kaynağı, kimisi bilimde, kimi felsefede yol alır, kimine göre yanıt sondadır. Kimisi de hepsini bir araya toplar, doğrusuyla, yanlışıyla, atışıyla, tutuşuyla harmanlar, adını da simya koyar. Simya, ne olduğunu bilen bilmeyen herkesin zihninde belli belirsiz bir kıpırtı uyandıran bir kelimedir. Simya deyince, hemen kimya gelir akla. Sonra, maddeleri altına çevirip zengin olmaya çalışan Gargamel benzeri bilgiçler belirir dimağda. Simyanın ne olduğunu pek kimse kolay kolay açıklayamaz ilk anda. Zira aslında simya; metal bilimi, fizik, tıp, yıldız falcılığı, gösterge bilimi, gizemcilik, tinselcilik, sanat ve kimyayı içeren apayrı bir dünya. Ve pek tanıdık isimler var bu dünyada: Nicolas Flamel, Robert Boyle, Isaac Newton, El-Razi, Cabir İbn Hayyan…
Münih Üniversitesi’nde Kimya Tarihi Profesörü olarak görev yapan Claus Priesner, Türkçeye “Simyadan Kimyaya” ismiyle çevrilen çalışmasında bize simya denilen bu gizemli dünyadan ve onun geçtiği yollardan bahsediyor. “Simya en başından beri bir gizlilik ve yasaklanmışlık aurasıyla çevrelenmiştir. Antikçağda Mısır ve Yunan kültürlerinin karşılıklı etkileri altında kalan simyanın heyecanlı ve renkli tarihçesi, onun sadece felsefe taşının elde edilmesine yönelik bir laboratuar çalışmasından ibaret olmadığını göstermektedir. Simya, aynı zamanda insan ile doğanın, ruh ile maddenin çok sıkı bağlarla birbirine bağlı olduğuna dayanan bir dünya görüşü yaratmıştır. Ancak, söz konusu düşünce biçiminin çekiciliğini günümüze kadar korumuş olmasının nedeni yalnızca bu olguyla sınırlı değildir” diyerek başlıyor söze Priesner ve Mısırlı tapınak rahiplerinden Yunan filozoflarına, Hıristiyanlıktan İslam’a, Rönesans’tan Aydınlanmaya simyanın türlü duraklarına uğruyor ve burjuva toplumuna geldikten sonra soruyor: “Simyanın sonu mu?” Bu sorunun yanıtı, herhâlde simyanın gizemi kadar açık olmalı ve adam modern bilimin meşalesini – farkında olmadan da olsa- çeken simyaya bu yönüyle minnet duymalı… (Simyadan Kimyaya, Claus Priesner, Kırmızı Kedi Yay., Çev: Neylan Eryar 140 s.)
Kitabın son paragrafından: “Sözlerimi, son ‘gerçek’ simyacılardan olan Gabriel Clauder’in (1633-1691) 1682’de ‘Evrensel Taş’a ilişkin bir çalışmasından aldığım bir öngörüyle noktalamak istiyorum: ‘Maddi dünya ile manevi dünya arasındaki uyum sürdükçe (…) üstte var olanlar alttakiler gibi ve altta var olanlar üsttekiler gibi var oldukça, büyük âlem ile küçük âlem arasındaki uyum bozulmadıkça: onların (simyacıları küçümseyenler) kıskançlığına karşın (felsefe) taşımız gerçeğin yararlı ışığını saçmaya devam edecek ve ona karşı
olanların ve ondan kuşku duyanların içinde bulunduğu sisi dağıtacaktır.’ Clauder, yalnız felsefe taşının nasıl elde edildiğini bilmesi nedeniyle değil, çağının kültürel ortamı ile de uyum içinde olması açısından ‘gerçek’ bir simyacıydı. Bu artık günümüzde mümkün değildir. Clauder’ın öngörüsü gerçekleşmiş olsaydı, şimdi çok farklı bir dünyada yaşıyor olabilirdik. Ve zaman zaman, bizler de bazı sessiz anlarda, simyacı Clauder’ın algılamış olduğu ‘maddi dünyayla manevi dünya arasındaki uyumu’ hissedebilmeyi arzularız.”
8
Aydınlık KİTAP
4 MAYIS 2012 CUMA
Adam olmanın iki şartı Adam doğulmaz olunur. Adam olma serüveninin iki aşaması: Laiklik ve Cumhuriyet. İmzalı Adam ve onun imzasının izinde etimolojik bir yolculuk... Charles) Roma İmparatoru oldu, işte o zaman kilise hem dini hem de siyasi bir erk haline geldi.
CENK ÖZDAĞ Laiklik bizde ''Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması'' olarak bilinir. Oysa hem tarihsel olarak, hem hukuki yönden, hem felsefi açıdan hem de etimolojik açıdan bu tanımlama yanlıştır. İlk üç yönü bir kenara bırakıp sözcüğün kökenine gitmeye çalışalım. Ama öncesinde hemen Atatürk'ün kendi el yazısından laiklik öncesinde kullandığı sözcüğü analım: Taassupsuzluk. Sırf bu bile yukarıdaki tanımlamanın yanlışlığını ortaya koymaya yetiyor. Laiklik Yunanca kökenli bir sözcük, bize Latince'de uğradığı değişiklikle (Laicus) Avrupa üzerinden geliyor. Laik sözcüğünün kökeni Laikos'tur. Bu sözcükten türeyen İngilizce sözcükleri analım: Laic, laicism, laicisation, laicise, laicity, laity, lay, lay men. Bunlardan son ikisi sıradan adam anlamına gelmektedir. Bunun siyasi anlamıysa yönetenlerden, aristokrasiden olmayan çalışan insandır. Antik Yunan'da hemen her yer dini ve yine hemen her yer din dışı olduğundan, laikliğin dinle ilişkisinin kurulabilmesi için, Roma İmparatoru Konstantin'in 324'te İznik Konsülü'nü toplayıp Hristiyanlığı kurumsallaştırması gerekiyordu. Bundan yaklaşık bin yıl sonra 13. yüzyılda Latince Laicus sözcüğü ruhban sınıfı dışındaki (clergy) kişileri tanımlamak için kullanılır olmuştu. Eskiden İmparatorluğun yıkılışından sonra, kilise ve özel olarak Roma salt dini bir erk iken siyasi erk olarak görülmüyorken bu sözcük kullanımda değildi. Ne zaman ki Fransız Kral Şarlman (Charlesmagne: Charles the Great, Büyük
lar farklı anlamlar kazanmış. Batı'da laiklik dinin toplum üzerindeki etkilerini zamanla ortadan kaldırmak haline gelirken, sekülarizm ise dinin katı kuralSIRADAN ADAM larını gevşetmek ve dini ibadethaneye Dünya'ya artık dini elbiseyi giyenler, hapsetmek anlamında kullanılır olmuştur. Sekülarizm, böylece, din ve devlet Tanrı'nın tacını takanlar yönetecekti. işlerinin ayrılmasını vurgulayan bir şeBuna karşılık sokaktaki yasaklı adama kilde ifade edilir olmuş: ''İsa'nın hakkı düşen ibadet etmek, vergi vermek ve İsa'ya, Sezar'ın hakkı Sezar'a''. itaat etmekti. İbadetin Tanrı'ya olması Bizdeyse laiklik, bir millet olarak serbestti ve yeterliydi ancak itaat Tankendi kaderini çizmekle birlikte gelişrı'yla sınırlanamazdı. Tanrı ile ilişkiye miş. Kendi yaptıklarının meyvelerini karışılmaksızın Taç sahibine sonuna toplamak kadar sorumluluğu da paykadar itaat esastı. Bu esas, tacı impalaşmak anlamına gelmekteratorun başına giydiren İlahi dir. Bu nedenle laik kudret'e dayandırılıyordu. Etimoloji adam, Doğu PerinSokaktaki sıradan in kler zcü (sö çek'in sözünü ettiği adam bu yalana karşı ''İmzalı Adam''dır. kökeninin ara t r lmas ) direndi, Tanrı'yı ve İmzası silik sözcüklerin tarihini ve Tanrı'ya olan adamlarsa tariinancını bu tahtkökenlerinin yan s ra halklar n i, hin sildiği veya erin iml biç tan kurtardı. al kanl klar n , ya am sileceği adam, r n l kla Öte yandan, önyarg lar n , kurnaz dır. İmzalı ere tahtı gaspedeni, bizl de rini bulu lar n ve özlemle adam tarihin tahttan indirip ve nin leri ellik uyor. Türkçe'nin güz sun eskitemeyeherkesin paylayeteneklerinin daha iyi ceği, kaderin şabileceği bir kavranabilmesi için Türkçe cilvesine kaerk organı olan pılmayan ve sözcüklerin kökeninin bilinmesi ve parlamentoyu oloji etim bir al lm t r la kendi kaderini kar kurdu. Sıradan kendisi çizen çal mas yla kavramsal izlerin adamın zaferi, haadamdır. Tahttan de sürülmesi yatın hurafelere karşı indirdiği adamın da gerekmektedir. kazandığı zaferdi. insan olduğunu bilen Hayat, çağın gerekleri, adamdır, bilmeye cesaret geçmiş üzerine oturan hurafeeden, aydınlanma devriminin adaleri yıkmıştı. Bu anlamda laiklik ayın mıdır. zamanda çağdaşlıktır da. Belki de bu yüzden Niyazi Berkes, Laik Türkiye'nin kuruluş serüvenini “Türkiye'de Çağdaş- KAMUNUN ADAMI OLMAK! ''Cumhuriyet fazilettir'' sözünü hepilaşma” başlıklı Türkçeleştirilmiş esemiz biliriz. Cicero'nun, Rousseau'nun rinde (özgün basımı İngilizce'dir, “Secularism in Turkey”) Laiklik yerine yahut Robespierre'in söyleyebileceği, söylemiş olabileceği fakat Mustafa Çağdaşlaşmayı kullanmıştır. Sekülarizm sözcüğü de işte bu çağdaşlaşmaya Kemal Atatürk'ün söylediğinin kayda geçtiği bir sözdür. Bazıları ''Cumhurikarşılık düşmektedir. Kökü Latince yet falan geride kaldı'' diyorlar ya, onla''sacular''dir ve bu kök üzerinden Franrın kıblesinden bir adam, Fransa sızca séculare ve İngilizce secular sözcükleri dolayımıyla sekülarizm kavramı seçimlerinin ''sosyalist'' adayı François Hollande kendi sayfasından Atatürk'e türetilmiştir. Bizde bu, bir süre, muassırlaşma sözcüğüyle karşılanmış sonra- katılmış: ''Oui, la République c’est la vertu'' diyor (Evet, Cumhuriyet faziletdan çağdaşlaşma yeğlenmiş. Bu kullanımCumhuriyetin anlamı halk yönetimi olsa da bize ''république'' sözcüğünün karşılığı olarak gelmiştir. Fransızca ya da ''avamlaşmış'' Latince République ise ''asil'' kalan Latince'deki 'res publica'dan geliyor. Anlamı kamuya ait olan, kamuya ait şeydir. Cumhuriyet sözcüğü bizi çok zorlamadı. Fakat fazilet sözcüğü biraz zorlayacak bizi. Fazilet, geçmiş kuşaklar için çok açık bir anlam ifade ederken ve yanında birçok çağrışımı getirirken, bugün yerini
erdem sözcüğüne bırakmış durumda. Zaten Fransızca'daki ''la vertu'' sözcüğünü de bugün ''erdem'' ile karşılıyoruz. Fransızcası'nın kökeninde ise Latince virtutis (İngilizce'ye virtue olarak geçmiş) sözcüğü bulunuyor. Bu iki sözcük (erdem ve virtue) sadece birbirinin çevirisi olmakla kalmıyor ama aynı zamanda sanki aynı kaynaktan doğmuş gibi ardlarında benzer izleri bırakıyorlar. Dilerseniz daha yakından bakalım:
Türkçe..............Anlamı..............................Kökenle İlişkili Anlam ..........Latince Er......................Adam, Kişi ......................Adam ..............................................Vir Erk....................Güç, Kuvvet, İktidar ......Adama ait, adama özgü ................Vis Erdem ..............Erdem ..............................Adam gibi olmak....................Virtutis
tir). Gelin bu sözün biraz hakkını vermeye çalışalım, hatalar yapmak pahasına sözcüklerin köklerini arayalım.
ERDEM NE ZAMAN DO DU? Aşağıdaki tablo sizi Türkçe'nin cinsiyetçi olduğu düşüncesine vardırabilir. Latince'yi de benzer şekilde görebilirsiniz. Fakat ''erdem'' kavramının hangi dönemde doğduğunu, hangi döneme ait olduğunu anımsarsak bu yargımızı gözden geçirebiliriz. Erdem doğuşu ve kullanılışı itibarıyla feodal dönemin kavramıdır. Feodal dönemdeyse kadın-erkek arasındaki güç ilişkilerinde dengenin sağdakinin lehine bozulduğunu görüyoruz. ''Namus'', ''erdem'', ''yiğitlik'', ''mertlik'' gibi kavramlar hep bu aynı döneme ait. Kapitalizm feodalizmi ortadan kaldırırken erkek-kadın eşitsizliğine dokunmadan doğrudan bu kavramları hedef aldığına göre feodalizmden alınacak şeyler de varmış. Erdem, bu alınacaklardan yalnızca biri. Erdem kavramı üzerine düşündüğümüzde adam olmakla, kişi olmakla bir ilişkisi olduğu açıktır. Adam olmaktan neyi anlamamız gerektiğini ise sözcüğün aklımızda çağrıştırdığıyla değil de neye işaret ettiğiyle anlamaya çalışalım. Adam olmak, adam gibi olmak, sözünün eri (sözünün adamı) olmak, etkin olmak, sözünün gereğini yapmaktır. Felsefe bu ''adam''a karşılık, daha az cinsiyetçi bir sözcük bulmuş: Özne. Evet, adam olmanın belki de en doğru karşılığı Özne olmaktır. Eyleyen, eylediğini niçin eylediğini bilen, eylediğinin sorumluluğunu taşıyan, aklını kullanmaya cesaret eden, ses çıkaran bir kişi olmaktır, özne olmak. Yargı bildiren kişi olmaktır. Böyle bakarsak halkımızın cinsiyetçi tarihini üretim araçlarının mülkiyeti ve üretim ilişkilerinin seyrine havale edip, halkımızın diliyle konuşursak özne olmak, adam olmaktır. Erdemli olmak adam olmaktır. Ne de olsa en büyük erdem olan Cumhuriyet aklımıza geldiğinde, biz de Cumhuriyet ve Laiklik ile birlikte Adam olmadık mı? Özel İstek: Aydınlık Dergisi'nde yazıları çıkan Güzel Türkçemizin yazarından Türkçe sözcüklerin kökeni ve yapısı üzerine yazılarının devamını istiyoruz. Kitaplar: 1- Türk Dilinin Etimoloji Sözlüğü, Sosyal Yayınları, İsmet Zeki Eyüboğlu 2- Sözlerin Soy ağacı, Everest Yayınları, Sevan Nişanyan 3- Türkiye'de Çağdaşlaşma, İş Bankası Yayınları, Niyazi Berkes
Aydınlık KİTAP
GÜLDEN TERAZİ
MEC T ÜNAL
4 MAYIS 2012 CUMA
9
Zeytin ağacının imkânı var düzeltir yanlışını, Altmışın yanılgısını sekseninde düzeltmeye zaman bulunmaz Hata yapmak gençler için; yaşlılar doğru yapmak zorunda! Yirmisinde Fikret’i yerden yere vurmanın, neresinden bakılsa, devrimci bir yanı aranırsa vardır, bulunur elbet. Ama insan! İnsan zeytin ağacı değil ki budandıkça gençleşsin! Fikret’i altmışında şairden saymamayı sekseninde düzeltmeye zaman bulunsa da imkân bulunmaz
Y
Marquez
ete.com mecitunal@aydinlikgaz
az k yapra n dökmeyen zeytin a ac , her eyi zaman nda yapar; günü, ay , mevsimi a rmaz. Her y l, bir sonraki y l n meyvas n yapacak iki çe it, iki cins, iki ayr nitelikte sürgün verirse, biri hatad r o sürgünlerin, yozdur; di eri as ld r, düzeltir yanl n . nsan n do ayla mücadelesinin bu çok küçük, mini minnac k parças mücadelenin ta kendisidir asl nda. Hem insana kar , hem do aya hem de kendi kendine kar … Ölümsüzdür bu yüzden. Budand kça gençle en zeytini burada dibinden kesin, öte tarafta kökünün topra n üstüne ç kt yerde ba ka bir a aç olarak yeniden f k r r. Ufku geni , gö ü yüksek, topra gümrah, suyu zariftir. Zaman vard r zeytin a ac n n; yanl yapmaya da, bozup yanl n , do rusunu yapmaya da… *** Marquez, “K rm z Pazartesi” adl roman n n hemen ba nda yer alan röportajdaki bir soruya verdi i yan tta, herkesin bildi i ama kimsenin engellemek için k l n k p rdatmad bir cinayeti anlatan bu roman yazmak için neden y llarca bekledi ini aç klar. Konusu, Kolombiya’n n bir kasabas nda i lenen gerçek bir cinayete dayanan “K rm z Pazartesi”nin, Marquez’in 1981 y l nda spanyol gazetesi El Pais’de yay mlanan bu röportajda söyledi ine göre, 30 y ll k bir geçmi i vard r. Marquez, kendisinin de bu faciay çok yak ndan gören tan klardan biri oldu unu söyler. O günlerde henüz birkaç öyküsü yay mlanm olan yazar, olay n kendisi için çok önemli bir malzeme oldu unu anlam ve hemen de yazmak istemi , ancak annesi buna engel olmu tur. “Ama annem önüme durdu” diyor: “Olay n baz kahramanlar hayatta olduklar sürece bu roman hiçbir zaman yazmamam söyledi. Bana ayr ca söz konusu ki ilerin adlar n da verdi. Annemin bu önerisini kabul etmedim. Çünkü cinayet olay n n kapand n san yordum. Yaln z Facia daha da geli ti. Sonunda baz olaylar oldu. Bu roman o günlerde yazm olsayd m olay daha iyi kavramama yard mc olacak birçok öge eksik kalacakt .” (K rm z Pazartesi, Can Yay nlar , Aral k 1982, stanbul, sf. 6) Bekler. Facian n kahramanlar , cinayetle bir ekilde ilgisi olanlar hayattan çekilir, olay n üstü kapan r, çok uzak bir geçmi te ya anm cas na unutulup zaman n tozlar na gömülür. Denebilirse, kendisi de dahil cinayete konu ki ilerin ve yak nlar n n etkilenip incinece i bir yanl a dü mekten kurtulmu tur Marquez ve edebiyat da bundan uzak tutmu tur. Gazete muhabiri için bekledikçe bayatlayan bir cinayet haberi, yazar için y lland kça mayalanan bir roman konusu olmu , üstelik de roman , ilk ba ta dü ündü ü gibi röportaj tekni inden yararlanarak yazm t r. Bir soruya verdi i yan t da öyle Marquez’in: “Yaln z romanda olay n yap s ndan ba ka hiçbir ey kalmad . Ne facian n kendisi ne de onun içinde rol alm ki iler yerlerini korudu. Ki ilerin adlar gerçek adlar de ildir. Olay n ol-
du u yer de ba kad r. Her eyin yeri ozanca de i tirilmi tir. Yaln z ailemden olan ki ilerin adlar n oldu u gibi yazd m. Bunu da onlar n izniyle yapt m. Gerçek ki iler kendilerini elbette tan yacaklard r. Ama beni ilgilendiren ya da ele tirmenleri ilgilendirmesi gereken ey gerçekle bir sanat yap t aras nda yap lacak kar la t rmad r.” (Sf. 7) Edebiyat tarihinde buna benzer pek çok örnek verilebilir. Bekleyip dinlenmemi , tortusu dibe çökmemi , ki ileri henüz hayatta bulunan olaylar konu alan öyküler, romanlar, hat ralar, konu ne kadar önemli ve e ine rastlanmad k olursa olsun, salt bu nedenle, yazar ki isel ihtiras veya hesaplar ndan kurtulup olgunla mad için kolayl kla hiç olup gidebilmi tir. Özellikle de bir yan yla içinde kendimizin, yak nlar m z n, tan d m z kimselerin bulundu u konular için söylüyorum bunu. Daha aç u; yirmi be -otuz ya nda yaz lacak bir otobiyografik iir, öykü ya da roman ister istemez -zorunlu olarak hatta,- öznel de ilse bile önyarg l , suçlay c olmasa da mahkûm edici ve hatta hesapla c olacakt r. O ya lardaki bir insan n, bir air ya da yazar olarak daha çok kendisiyle hesapla maya hakk vard r. Sanat ve edebiyat anlay lar na ili kin hesapla malar bunun d ndad r. *** Zaman nda yazmaman n i te böyle bir yan var. Zaman nda yapmak ya da yapmamak (sanatsal eylem) konusuna gelince… Nâz m Hikmet’in “Putlar K r yoruz” kampanyas ndaki tavr n ba ka bir yere koymak durumunday z. Put k rman n önceden belirlenmi bir zaman olamaz. Peygamber, Kâbe’deki putlar ancak Mekke’yi ele geçirdi inde k rabilmi tir, daha önce de il! Arap toplumuna göre bir devrimdir bu yapt ! sa, tap naktaki pazar tezgâhlar n da tt nda ne kadar gençtir! srail toplumuna göre devrimci bir eylemdir sa’n n yapt da. Toplumda oldu u gibi sanat ve edebiyatta da devrim olur ve olmal d r, yap lmal d r! Her toplumsal-siyasal devrim, sanat ve edebiyatta da devrime yol açar. Nâz m Hikmet’in yapt – Cumhuriyet devrimi edebiyat n n yapamad tam da budur! Ve bunun için, yani put k rmak, devrim yapmak için de insan n kendisi de ilse bile kafas ve ruhunun genç olmas gerekir. Nâz m’ n hem kafas , hem ruhu ve hem de kendisi gençtir. Nâz m 1929’da “Resimli Ay” dergisinde “Putlar K r yoruz” kampanyas açt nda 27 ya ndayd . Bu kampanyay , Orhan Selim takma ad yla k smen savundu u 31 Aral k 1934 tarihli Ak am gazetesindeki “Bu Böyle Biline” ba l kl yaz s n yay mlad nda 34 ya nda. Kampanyada kantar n topuzunu fazla kaç rd n görmeye ba lad nda ise 40’l ya lar n sürmekte ve o günlerin iirine büyük bir olgunlukla ana efkatiyle yakla maktad r: “Bugünkü Türk iirlerini ana ve esasl çizgisiyle çok seviyorum zaten. Bunda belki bir an-
ne efkatinin pay da var. Lâkin her eye ra men büyük annenin Yahya Kemal ve büyük teyzenin Ha im oldu u da muhakkak.” (Bursa Cezaevi’nden Vâ-Nû’lara Mektuplar’dan aktaran Aziz Çal lar, Nâz m Hikmet/Sanat ve Edebiyat Üstüne Dü ünceler, sf. 287, Bilim ve Sanat Kitaplar , Ocak 1987, stanbul) Ahmet Ha im’i iirin “büyük teyzesi” kabul eden 40’lar ndaki Nâz m’ n 27’sindeki “Putlar K r yoruz” kampanyas nda -kendisini ele tirdi i için- “Cevap 2” ba l kl iirde “Atlas yakal sarho sofralar n n saz ”, “Frans z sermayelerinin hac ayvaz ”, “koca göbeklerin Rusel ku a ”, “sat lm u aklar n u a ” gibi a r ithamlarla suçlayarak yerden yere vurdu unu hat rlayal m. Nâz m, kendisini olu turan edebiyat reddeden sanatkâr n eserinin öksüz, hatta piç oldu unu söyleyen Yakup Kadri’ye de “Cevap 1” iirinde “Behey Kara Maça Bey” diye seslenerek a r suçlamalar getirmi tir. Nâz m’ ça da lar ndan ay ran, iirimizin büyük airlerinden biri yapan da bu de il midir? inasi ve Nam k Kemal –ve hatta Abdülhak Hâmid- eski iiri yerden yer vurmasalard Tevfik Fikret olur muydu? Tevfik Fikret olmasa, “Sis”i, “Tarih-i Kadim”i, “Tarih-i Kadim’e Zeyl”i yazmasa, Nâz m; Nâz m 30’larda o “put”lar k rmasa günümüzün iiri olabilir miydi? Hata yapmak gençler için; ya l lar do ru yapmak zorundad r! Yirmisinde Fikret’i yerden yere vurman n, neresinden bak lsa, devrimci bir yan aran rsa vard r, bulunur da elbet. Ama insan! nsan zeytin a ac de il ki budand kça gençle sin! Fikret’i altm nda airden saymamay sekseninde düzeltmeye zaman bulunsa da imkân bulunmaz. *** Dikkat! “Devrimci bir yazar n ilk görevi iyi yazmak, Latin Amerikal l m z n ara t r lmas na yard mc olacak bir edebiyat yaratmakt r. u an Latin Amerika’da durum öylesine kritik ki. Bu nedenle biz yazarlar da yaln z yazmakla yetinemiyor, çabucak ba ka görevler de üstleniyoruz. Üstelik bunu istemeden yap yoruz. Nedeni de çok basit. Biri kap m z çal yor, bizlerden bu görevleri yapmam z istiyor.” (Gabriel Garcia Marquez, K rm z Pazartesi, Can Yay nlar , Aral k 1982, stanbul, sf. 8) *** Bana gelen kitaplar: iir ve Psikiyatri Kav a nda, Deneme, Yusuf Alper, Özgür Yay nlar ; Helme, iir, Metin Soydeveli, Mühür Kitapl ; Gö ü Azalan Ku lar, iir, Fatma Aras, Etki Yay nlar ; air Tezkireleri/Tezkiretü’ - uara, Devlet ah, Çev. Prof. Dr. Necati Lugal, Pinhan Yay nc l k, Haziran 2011, stanbul; Mevlânâ ve Etraf ndakiler (Sipehsâlâr Risalesi), Ferîdûn Bin Ahmedi Sipehsâlâr, Çev. Prof. Dr. Tahsin Yaz c , Pinhan Yay nc l k, Haziran 2011, stanbul. Silivri 5. Ordu, Fikret Otyam, Kaynak Yay nlar , Mart 2012, stanbul; smet nönü’nün D Politikas , Hüner Tuncer, Kaynak Yay nlar , Mart 2012, stanbul.
10
Aydınlık KİTAP
4 MAYIS 2012 CUMA
ADALILAR / YEPYEN B R HAYATIN HABERC S YD LER
O ateşten çıkmışlardı yola
Tutkularını, yaktıkları ateşi genişletip sürekli kılmak için her koşulda bir körük olarak kullandılar. Ruhlarıyla tutkuları birbirini besleyen ve kesintisiz işleyen bir maneviyat harikasıydı. Şubat ayazında motosikletle yolculuk yaptılar. Sarp dağların geçitlerinden geçtiler
CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com Apatman arasında akıbetini bekleyen arsalardan, binalar arasındaki küçücük bahçelerden şehre yeni bir nefes üfüren; şerit yolları, tahta bankları yavaş yavaş ısınan parkalarda, kırların sinesinde, tenha yol kenarlarında, ıssız uçurum kıyılarında birden biten, pıtır pıtır açan çiçekler gibiydiler. Çiçekler ki nasıl binbir renkleri, yaprakları ve rayihalarıyla yeni bir mevsimin habercisiyse onlar da yepyeni bir dünyanın, yepyeni bir hayatın habercisiydiler. Birden ortaya çıkmaları, görünür olmaları şaşırtsa da herkesi, o herkes, kısa sürede çok sevdi onları ve kalbininin itibarlı konuklar köşesine oturtmakta hiç gecikmedi. Artık onların estirdiği rüzgâr Anadolu’nun en ücra köylerindeki sığıtmaçlara, en uzak suvatlarındaki taşlara kadar ulaşmaktaydı. Ruhlarını devrim ateşiyle tutuşturmuşlardı. Tutkularını, yaktıkları ateşi genişletip sürekli kılmak için her koşulda bir körük olarak kullandılar. Ruhlarıyla tutkuları birbirini besleyen ve kesintisiz işleyen bir maneviyat harikasıydı.
SARP DA LARIN GEÇ TLER
yalizm bilinciyle şekillenmişti.Türkiye’nin bu yeni yüzü, başta fabrikatörler ve toprak ağaları olmak üzere hiç hoşuna gitmedi ayrıcalılıklar zümresinin. Her şey herkesin gözü önünde adeta bir filmin topluca ve dikkatle izlenişi gibi yaşandı. Bir şair, Ahmet Arif seçkin dizelerle edebileştirdi bu süreci: “Dünyalar vardır elvan, Bir su damlasında, bir kıl ucunda, Meyvalar vardır, meyvalar, Ağacı, omcası yok, Sana vurgun, sana dost. Beride Kabil’in murder baltası Ve kan değirmenleri, Kader kahpesi. Beride borazancıları o puşt ölümün, Hazır zilzurna keyfinden, Hazır ırzını vermeye Yiğitler vuruldukça.” Türkiye’nin dört bir tarafından kanlı ve ölü çiçek yaprakları gibi cansız bedenleri toplanan bu devrim tutukunlarını anlattığı şiirine Ahmet Telli “Soluk Soluğa” başlığını uygun gördü: “Üşüten bir acıydı belki her ayrılık Her yolculuk yangınların başladığı yereydi Ama vakti olmadı hesabını tutmaya Aşkların, ayrılıkların ve acıların İstese de kalamazdı vakti gelince Geyiklerin sesi yankılanınca yamaçlarda Yürek burkulması ve hüzün ve keder Aralıksız doldurrdu acıların bohçasını Dudaklarında öpüşlerin gül esmerliği Içinde kıpırdayıp dururur ufuk çizgisi Ay bile soğuktur o zaman Bir buz parçasıdır Çaresiz çıkacaktır o yolculuklara Ki bir ömrün karşılığıdır serüvenler”
Şubat ayazında motosikletle yolculuk yaptılar. Sarp dağların geçitlerinden geçtiler. Köy evlerinde, mezralarda, kömlerde yattılar. Yabancı şehirlere, uzak kasabalara kendi evlerine gider gibi gittiler. Coşkuları baharın bütün bir tabiata serptiği coşkuya benziyordu. Ve onlar baharın tabiattan aldıklarına benzer biçimde binlerce yıllık insanlık mücadelesinden edindikleri enerjiyi Türkiye torpraklarına serpiyorlardı.. Kalpleri çiçekler kadar duru ve lekeden YEN B R TAR H YAPMAK Ç N... uzaktı. Bütün duyguları duyarlıkla Onlar için onlarca tarih, bedellenmişti. Kendilerini taonlarca roman yazıldı; Baharla rihle yükümlü saymışlardı portreleri çizildi, suretgeldiler ve ve soluk soluğaydılar. leri tuallere işlendi. Onların bütün ayırt ömürlerinin Onlar için dizi filmler edici taraflarının babahar ndayd lar.. Bildik yapıldı, filmler çevharda toplandığını sarildi. Onlar için yüzbütün s n rlar zorlad lar. dece bu özelliklerinden sal lum top lerce şiir yazıldı, ’nin kiye Tür dolayı düşünmüyorum, n hini şiirlerin bir kısmı tari r lele ade müc onların ömürlerinin bestelendi, güfte le Böy lar. oldu ar bah bahar kadar hatta saoldu. Fakat onların ün büt de için klar oldu dece baharda açan gelinhikâyesi yine de tam zamanlara cik çiçekleri kadar kısa olarak anlatıldı diyemeyaz ld lar oluşu da bu düşünceme kuvyiz. Neden bilmiyoruruz. vet veriyor. onlardan söz edildiğinde , onlarla ilgili anlatılanların bir taraYEN B R RÜZGAR fının eksik kaldığını daima hissettik ,o 1971-73 aralığında Türkiye, ünivereksikliğin yarattığı burukluğu sürekli site kantinlerinde, özgürlük mitingleyaşadık, yaşıyoruz. rinde, hak yürüyüşlerinde, Filistinle, Onlar ki tarihe bir ayraç arası olaVietnamla dayanışma gecelerinde, Nur- rak düştüler. Tarihinse süreklilik arhak dağlarında, Maltepe’de, Ulucanlar zetttiğini biliyoruz. Tarihin devamlılığı Cezaevi’nin avlusunda kurulan darağaç- onlara ait olan ve onları belirleyen larında, Kızıldere ve Vartinik’te kendisi- ayraç işaretlerini ne zaman ortadan nin bir başaka yüzüyle karşılaştı. kaldıracak ve okullarımızın, köprüleriHayatına binbir renk katan, yeni bir rüz- mizin, sağlık ocaklarımızın giriş kapıgâr getiren, yeni bir amber sunan bamlarında onların adlarını göreceğiz? Ne başka tarafıydı bu onun. Eşitlik ve zaman Hüseyin Cevahir Cadesi’nden, özgürlük talepleriyle çerçevelenmiş, sos- ne zaman İbrahim Kaypakkaya Bulva-
rı’ndan geçeceğiz? Gitttiğimiz hangi köyde Ulaş Bardakçı ya da Hüseyin İnan ilköğretim okuluyla karşılaşacağız. Onların yoğunlaştırdıkları tarihsel süreç ne zaman kendini tamamlayacakve Cumhuriyetimiz yeni bir devrimle yükselecek…? Onlar bunun için çıkmıştı o ateşten yola. Promete’nin cisimleşmiş haliydiler tam anlamıyla.Yeni bir tarih yapmak için tarihe karşı yürüdüler. Ahmet Erhan, tıpkı Tevfik Fikret’in oğlu Halûk üzerinden Türk gençliğine seslendiği gibi onların ardından oğlu Deniz’e seslendi: “Göğe çizilen resimleri hatırla Oğlum unutma adını Dağları teğelleyen suları Oğlum unutma adını Kardeşliği, cesareti ve yenilgiyi Oğlum unutma adını Tarihe karşı yürüyen bedenleri hatırla Oğlum unutma adını Ve tarih olan sonra Oğlum unutma adını Hep ipte olacak boynun Oğlum unutma adını Yaralı, acılı bir yurdun Oğlum unutma adını Kanı, çiçeği olarak Deniz unutma adını”
GELECEK B ZE A T Baharla geldiler ve ömürlerinin baharındaydılar.. Bildik bütün sınırları zorladılar. Türkiye’nin toplumsal mücadeleler tarihinin baharı oldular. Böyle oldukları için de bütün zamanlara yazıldılar. Zamanlara yazılmanın kolay olmadığını onlardan öğrendik. Ödedikleri bedellerle bize azmi, büyük umudu, asla vazgeçmemeyi, erdem olan gerçekliği, teslim olmamayı ve geleceğin bize ait olduğu güvencini miras bıraktılar. Daha ne yapsalardı? “heveslerin rehin dağlarında biriken ırmak heder duruşların geçmişinden dağılan civa bir gün buluşur o umutların rüzgârı uçurumların cengiyle kimi anlar kimi yaşantılarla ilgili kırılmış sürgün köze gömülmüş söz söze sığmayan gerçek göğün alnına sığınmıştır göğün çatlayan alnı olup döner bir gün bu tayfun esrarlı ve çetin serüvenleri savaşçıların her tüfek sesinde ölümle dişlenen her tüfek sesinse yeni bi hayata çizilen yeniden doğar yeniden donanır yenilmez sanılan zamanlarda mahir deniz ibrahim”
Aydınlık KİTAP
4 MAYIS 2012 CUMA
11
Anahtar deliğinden görünen evren* Galeano
Karl Marks’ın “Çürüme, doğada olduğu gibi tarihte de yaşamın laboratuarıdır” sözüyle açılan “Aşkın ve Savaşın, Gündüz ve Geceleri”, Latin Amerika’nın işkenceler ve ölümlerle, kayıplar ve sürgünlerle dolu tarihini gözler önüne seriyor
yatı boyunca futboldan kopmaz. KenMELİS YALÇIN dini bir “futbol dilencisi” olarak niteEduardo Galeano Latin Amerilendiren yazar, 1995’te yazdığı ka’nın belleğidir, kitlesel unutkanlığa “Gölgede ve Güneşte Futbol” kitakarşı savaş açmıştır. Öyle ya biz unutbında diktatörlerin futbolla flörtleri, tukça, kötü kader peşimizi hiçbir fanatizm ve ırkçılık gibi konulara yer zaman bırakmayacaktır. Coğrafyalar değişebilir, insanlar da ancak yaşanan verir. Yazarın ülkemizde geniş bir okur kitlesiyle buluşması bu kitapla felaketler baki kalacaktır. "Hiçbir mümkün olur. Futboldan pek hazzettarih dilsiz değildir. İstedikleri kadar meyen bir insanın bile, bu kitabı okursahiplensinler, bozsunlar, hakkında yalan söylesinler; insan tarihi çenesini ken, okuduğundan zevk almamasının mümkün olmadığı rivayet edilir. kapalı tutmayı reddeder. Sağırlığa Hatta iyi ki Galeano futve cehalete rağmen, geçmiş bolcu olamamış dedirtir zaman, şimdiki zamanın spanya’da insana, şu satırlar: içinde tiktaklamayı sür“1993 yılıydı. Toksürgündeyken dürür." yo’da Kashima taEduardo Amerika K tas ’n n kımı, İmparator Galeano dünyanın sömürge tarihini Kupası için Tovicdanıdır. Hern Ate An lar adl ata anl hoku Sendai tahangi bir kitabıne al r em kal ni esi em üçl kımı ile dan herhangi bir karşılaşıyordu. Galeano. 1985’te alıntı yapalım: “Biz Kashima’nın Arjantinliler korkudo du u kente Brezilyalı as futer, tulmuşlar, hapsedildön ya Montevideo’ bolcusu Zico takımişler, gömülmüşler halen orada mını zafere ulaştıran ve sürülmüşler olarak ya amaktad r golü atmıştı ve bu gol ayrılırız.” Ne kadar tanıbelki de hayatının en zarif dık değil mi? Cümleden Argolüydü. Top sağ taraftan orta jantin’i çıkarıp istediğiniz ülkeyi yuvarlağa doğru gelirken, o anda koyun yerine, ne anlam ne de alınan biraz geride bulunan Zico hemen fırduygu değişecektir. Galeano içinde lamış, ama çok hızlı hareket ettiğinyaşadığımız sistemi en iyi açıklayan den hızını alamayıp topu geçmişti. yazarlardandır. “Sistem; köpeği tekTopun geride kaldığını fark eden meleyen çocuğa vuran kadına kötü Zico, havada bir düz takla attı ve yere davranan işçiyi aşağılayan çalışanın düşmeden önce, yüzü yere dönük vagözünü korkutan şefe bağıran müziyetteyken topa topuğuyla dokundu. dürü hor gören genel müdürü tehdit Ters bir röveşatayla muhteşem bir gol eden bakanı uyaran başkanı çağıran atmıştı. Ve bu golü görmekten mahgeneralle akşam yemeği yiyen büyükelçinin dikkatini çeken bankacıyı uya- rum olan körler, “Bu golü bana anlatın,” diyorlardı.” ran bilgisayarı programlayan Eduardo Galeano’nun ilk politik sistem...” karikatürü 14 yaşındayken Sosyalist Eduardo Galeano 1940 yılında Parti’nin dergisi “El Sol”da yayımlaUruguay’ın başkenti Montevideo’da nır. 60’ların başında dönemin etkili doğar. Çocukluğunda futbolcu olmayı haftalık gazetesi “Marcha”nın, ardınçok ister, futbolcu olamadığı için dan Epoca gazetesinin yayın yönetyazar olduğunu belirten Galeano, hamenliğini üstlenir. 70’lerin başında
bulunuyor. Bu söyleşide yazar “Aşkın “Latin Amerika’nın Kesik Damarları”nı yazar. 1973’te gerçekleşen asve Savaşın Gündüz ve Geceleri”ni keri darbeden sonra bir süre hapis “Kendi belleğimle bir tür sohbet…” yatar, daha sonra Arjantin’e yerleşip diye tanımlıyor. Galeano’nun hatırla“Crisis” dergisini çıkarmaya başlar. dıkları zaman içinde etkisini kaybede1976’da Videla’nın kanlı darbesiyle cek cinsten değil gerçekten, “(...) hala Galeano’nun adı “ölüm hem hayatta hem de özgür kalma ayrımangaları”nın listelerinde yer alınca, calığına sahip olduğum için suçluluk bu kez İspanya’ya yerleşir. Burada hissine kapılıyorum.” diyen birinin Amerika Kıtası’nın sömürge tarihini belleğindekiler günümüze ışık tutmuanlatan “Ateş Anıları” adlı üçlemesini yor mu sizce de? Bu çılgın dünyada kaleme alır. Nihayet 1985’te doğ(küresel köy mü demeliyiz?) duğu kente, Montevideo’ya artık hepimiz telefonunun döner, halen orada yaşadinlendiğinden, kameramaktadır. Galeano’nun lar tarafından izlendiEduardo Galeailk politik ğinden ya da polisler no’nun 1978 yılında tarafından arandıkarikatürü 14 yazdığı “Aşkın ve ğından kuşkulanan ist yal Sos en ya ndayk Savaşın Gündüz ve paranoyaklara dö’da Sol El i Parti’nin dergis Geceleri” adlı kinüşmedik mi? a nd yay mlan r. 60’lar n ba tabı Süleyman Artık sadece siyadönemin etkili haftal k Doğru tarafından setçiler, gazetecigazetesi Marcha’n n, dilimize çevrildi ve ler ve askerler Sel Yayıncılık’tan ard ndan Epoca değil üniversite öğçıktı. Karl Marks’ın rencileri ve ev kadıngazetesinin yay n “Çürüme, doğada olları da göz hapsinde yönetmenli ini duğu gibi tarihte de yaşadeğil mi? “Acaba kaç üstlenir mın laboratuarıdır” sözüyle kez diktatör oldum ben? açılan kitap, Latin Amerika’nın Kaç kez bir engizisyon yargıcı, işkenceler ve ölümlerle, kayıplar ve bir sansürcü ya da bir gardiyan? Kaç sürgünlerle dolu tarihini gözler önüne kez en sevdiğim insanlara konuşmayı seriyor. Bir günce niteliği ve özgürlüğü yasak ettim? Kaç kişinin taşıyan “Aşkın ve Savaşın Gündüz ve sahibi hissettim kendimi? Bana benzeGeceleri”, kısa öyküler ve aforizmameme suçundan kaç kişiyi mahkûm lardan oluşuyor. Galeano kısa yazma ettim? Kendimi tüketim toplumunun yetisini gazeteciliğine borçlu oldudışında sanan ben, kaç insanı birden ğunu belirtiyor. Şöyle diyor: "(Gazete- kullandım acaba? Başarıda kendini cilik) beni bir sürü şey söylemek bulan ben, başkalarının çökmesini gizisteyen biri için elzem olan bir senteze lice kutlamadım ya da istemedim mi? zorladı." Gazeteciliği edebiyatın şiir Bu dünyada kim başarının peşinde ve öykü gibi bir türü olarak görüyor, koşmuyor sanki? Kim öz kardeşiyle hatta türler arası bir üslupla sade ve rakibini ya da sevdiği kadınla kendi sahici bir dil kullanarak, insanlığın gölgesini karıştırmıyor?” temel sorunlarını tartışmaya açıyor. *Aynı zamanda kitabın bölümlerinEduardo Galeano’nun, kitabın soden birinin başlığıdır. nunda, kitaplarının yasak olduğu ül(Aşkın ve Savaşın Gündüz ve kesi Uruguay’dan gelen bir gazeteci Geceleri, Eduardo Galeano, Sel Yay., ile 1984 yılında yaptığı bir de söyleşi Çev: Süleyman Doğru, 200 s.)
KİTAPTAN Yıllar önce Kiev’de Dinamolu futbolcuların neden bir heykeli hak ettiklerini dinlemişim. Bana savaş yıllarından bir hikaye anlatmışlardı. Ukrayna Nazilerin işgali altındaymış. Almanlar bir futbol maçı organize etmişler. Silahlı kuvvetlerinin içinden seçtikleri ulusal takımlarına karşı kumaş fabrikası çalışanlarından kurulu Dinamo Kiev; süper adamlara karşı açlıktan ölenler. Stat tıklım tıklım doluymuş. Muzaf-
fer ordu o öğleden sonranın ilk golünü atınca tribünler sessizliğe bürünmüş; Dinamo beraberlik golünü atınca canlanmış; ilk yarı Almanların 2-1 mağlubiyetiyle tamamlanınca da tamamen coşmuş. Birliklerin komutanı yardımcısını soyunma odasına göndermiş. Dinamolu oyuncular uyarıyı dinlemişler: “Bizim takımımız işgali altındaki topraklarda oynadığı hiçbir maçı kaybetmedi.” Ardından da tehdidi:
“Eğer kazanırsanız, sizi kurşuna dizeriz.” Oyuncular sahaya dönmüşler. Çok geçmeden Dinamo’nun üçüncü golü gelmiş. Seyirciler maçı ayakta ve hep bir ağızdan bağırarak seyrediyorlarmış. Dördüncü gol: Stat yıkılacak gibi olmuş. Hakem daha süre dolmadan maçı aniden bitirivermiş. Bir uçurumun kıyısında, üzerlerinde formalarıyla onları kurşuna dizmişler.
12
Aydınlık KİTAP
4 MAYIS 2012 CUMA
KAPAK
EFSANELE T R LEREK ÖLÜMÜ KUTSANAN DE L… DEVR MC L BUGÜNE I IK TUTAN DEN Z GEZM
1968’in devrimciler kuşağının temsilcisi ARSLAN KILIÇ “Teori” Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Deniz Gezmiş, 68 devrimci gençlik hareketinin, kendi içinden çıkardığı önderiydi. Harekete dışarıdan dayatılmış ve önderliği gençlik dışındaki güçlerin destekleriyle kabul ettirilmiş değildi. Sözcüğün tam anlamıyla, doğal önderdi. Ama aynı zamanda önderlik ettiği hareketin yolunu aydınlatan bir devrimci bilince sahipti. Yani ne yaptığını ve ne yapacağını bilen bir önderdi. Devrimci gençlik mücadelesine, belli bir tarih ve toplumbilim bilinciyle önderlik ediyordu. Gençlik hareketinin hedefleri, durakları ve ihtiyaçları konusunda, Türk ve dünya devrimlerinin deneyleri olan belli bir bilimsel bilgiye sahipti. Önderlik ettiği kitleyi birleştirecek talep, tutum ve sloganlar konusundaki yeteneğini, hareketin birleşebileceği güçler ve ülkedeki genel devrimci demokratik mücadelenin bir parçası olma konularındaki bilinci ile birleştiren bir çizgi izliyordu. Deniz Gezmiş gençlik hareketinin önderi olarak çıktığı devrimci mücadele sahnesini, 1972 yılında düşman tarafından idam edilerek, ömrünün en verimli, en enerji dolu çağında, çok erken terk etmek zorunda kaldı. Fakat kısa ömrüne, Türkiye’nin 27 Mayıs sonrası ile 12 Mart 1971 Amerikancı darbesi arasındaki, her yılı toplumsal durgunluk yıllarının beş yılına bedel olan yılların siyasi mücadele deneyimlerini sığdırdı. Çünkü Deniz Gezmiş, o büyük uyanış ve silkiniş yıllarındaki bilinçlenme süreçlerini birebir yaşayanların başında geliyordu. Toplumun o güne kadar kenarlara kıyılara sürülmüş ve uykuda olan kesimlerini sahneye çıkaran ve dalga dalga büyüyen mücadelelerin tam içinde olmuştu. Deniz Gezmiş kısa ömründe ve kısa süren devrimcilik yaşamında, 1960 sonrasındaki Türkiye devrimci hareketine damgasını vuran 1968 devrimciler kuşağının önderlerinden ve tipik temsilcilerinden oldu.
Ç BO ALTILARAK KONLA TIRILAN DEN Z GEZM Deniz Gezmiş (ve arkadaşları) idam edileli 40 yıl oldu. Bu 40 yılda onlar hakkında çok sayıda kitap, makale, inceleme yazıldı. Çok sayıda film çekildi, TV dizileri yapıldı. Sayısız anma törenleri düzenlendi ve düzenleniyor. Bu yazılanların çizilenlerin ve söylenenlerin çok azı, belki de toplamın ancak yüzde 10’u gerçek Deniz Gezmiş’i anlattı. Çok büyük çoğunluğu, onun karizmatik önderliğini ve Türkiye halkı için kendini feda etme kahramanlığını kişisel ya da grupsal menfaatleri için kullanma uğruna, gerçek Deniz Gezmiş’ten çok farklı, bulutların üzerinde gezen, ayakları yere basmaya, macera adamı bir Deniz yaratma çabasına girişti. Bu çaba içinde bin türlü rivayet ve çarpıtma ile, bu dünyada yaşamamış bir Deniz Gezmiş efsanesi yarattılar. Anma toplantılarını bir ayine çevirdiler. Bunu yaparken Deniz Gezmiş’i Deniz Gezmiş yapan gerçek değerlerin üstünü örttüler. Onun, Türkiye’deki 150 yıllık geçmişi olan ilerici-gerici saflaşmasındaki sağlam duruşunu ve bu konudaki düşüncelerini küllediler. “Büyük silahlı direniş” edebiyatı yaparak, büyük bir ikiyüzlülükle, inanmadıkları ve yapmadıkları bir eylem çizgisinin övgüsüne giriştiler. Deniz Gezmiş’i, devrimci mücadele yaşamının son birkaç yılındaki kitleden kopuk ve mücadeleyi yenilgiye götüren bireysel kahramanlığa dayalı eylem çizgisinin adamı olan bir serüvenciye dönüştürdüler.
1972. Deniz Gezmi 12 Mart mahkemelerinde sistemi yarg l yor...
Bunların gayreti ve Deniz’i katleden Amerikan güdümlü sistemin teşviki ve himmeti ile, Che Guevera’nın başına gelen Deniz Gezmiş’in başına da getirildi. Deniz Gezmiş'i, devrimci düşüncelerini örtbas ederek ikonlaştıranların çoğu, bu işten “Deniz Gezmiş’in, Mahir Çayan’ın eski mücadele arkadaşları” maskesiyle “ekmek yiyorlar”. Bu “hazırdan yiyici” neo-solcu takımının bir kısmı, bir süre Batı güdümlü “liberal İslam”da “ezilenlerin muhalefeti potansiyeli” aradıktan sonra, Batıcı Kürt milliyetçiliğinin kuyruğunda ikbale ermede karar kıldı. Başka bir kısmı, 1970’lerin “orta yolculuğunu” bugün, 1968’in kararlı antiemperyalist ve sosyalist devrimciliği ile Ufuk Uras solculuğu arasında “orta yol” tutturma şeklinde sürdürüyor. Geri kalan kısmı ise, düpedüz dönekleşmiş, Soros ve AB fonlarından beslenen ABD ve AB emperyalizminin hempaları haline gelmiş durumda. Deniz Gezmiş anısı satan bu asalak ve hazır yiyici takımı, elbirliği ederek ve sistemin gizli açık destekleriyle, Deniz Gezmiş başta olmak üzere, Mahir Çayan’ı, İbrahim Kaypakkkaya’yı bir yandan ikonlaştırıyorlar. Diğer yandan da, “Kemalist düzene silahlı direniş” edebiyatıyla, Türkiye’nin 150 yıllık devrimciliğinin karşısına çıkarmaya çalışıyorlar.
NEOL BERAL-DÖNEK SOLCULU UN KÜLLER VE DEVR MC DEN Z GEZM Lenin 1917’nin devrim günlerinde yazdığı “Devlet ve İhtilal” kitabına, II. Enternasyonal liberalleri ve döneklerinin Marks’ın devlet ve devrim konusundaki düşüncelerini nasıl küllediklerini ve bunu da Marks’ı azizleştirerek yaptıklarını anlatarak başlar: “Tarihte devrimci düşünürlerin öğretileri ile kurtuluşları için savaşım veren ezilen sınıfların önderlerinin öğretileri başına birçok kez gelen şey bugün de Marks’ın öğretisinin başına geliyor. Egemen sınıflar, sağlıklarında büyük devrimcileri ardı arkası gelmez kıyıcılıklarla ödüllendirirler. Öğretilerini en vahşi düşmanlık, en koyu kin, en taşkın yalan ve karaçamla kampanyalarıyla karşılarlar. Ölümlerinden sonra ise, büyük devrimcileri zararsız ikonlar durumuna getirmeye, söz uygun düşerse, azizleştirmeye, ezilen sınıfları ‘teselli etmek’ ve onları aldatma için adlarını bir hâle ile süslemeye çalışırlar. Böylece devrimci öğretileri içeriğinden yoksunlaştırılır, değerden düşürülür ve devrimci keskinliği giderilir. Burjuvazi ve işçi hareketi içindeki
oportünistler, bugün işte Marksizm’i ‘evcilleştirme’ biçimi üzerinde birleşiyorlar.” 1 Deniz Gezmiş (Mahir Çayan ve öldürülmüş diğer 68 önderleri) söz konusu olduğunda bugün onların savunduğu en tehlikeli düşünceler artık, Jöntürk’ler, İttihat ve Terakki, Kemalist Devrim, 27 Mayıs hakkındaki düşünceleridir. Çünkü bugün Türkiye’de devrim, doğrudan doğruya emperyalizm odaklı büyük karşı devrimci saldırı ile, 1960’lardaki kadar bile sosyalizm mevzilerinde değil, Jöntürkler, İttihat Terakki, Kemalist Devrim ve 27 Mayıs mevzilerinde dövüşmektedir. Bugün iç ve dış gericilik için en büyük ve hemen önünde duran engel, Türkiye’nin yüz elli yıllık devrim mücadelesindeki kazanımlarıdır. Sosyalizm bugün onlar için, yakın ve büyük tehlike değildir. Kaldı ki sosyalizme de, bu kazanımları savunmadan varma olanağı yoktur. Bu nedenle bugün sistem bakımından Deniz Gezmişler konusunda da en tehlikeli olan şey, onların devrimci geçmişi savunan düşünceleri ve sağlam duruşlarıdır. Bugün, Jöntürk ve İttihat Terakki devrimciliğine, Kemalist Devrim’e ve 27 Mayıs’a söverek Sosyalizm edebiyatı yapmak alabildiğine serbesttir. Serbestlikten de öte, ABD ve işbirlikçileri tarafından teşvik ve himaye edilmektedir. Bunlar, BOP Eşbaşkanının balkon konuşmalarında açık övgüsüne mazhar olanlardan “AKP(M-L)” diye anılanlara ve Soros solcularına kadar geniş bir yelpaze oluşturmaktadır. “Deniz Gezmiş’in/Mahir Çayan’ın eski arkadaşları” maskeli bu neo-sol ve dönek takımı, sistemle işte bu noktada işbirliği yapmaktadır. Amerikan güdümlü Mafya-Tarikat-Gladyo sistemine, bu düşüncelerinden arındırılmış bir Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkaya sunmaktadırlar. Deniz Gezmiş, Mahir Çayan ve İbrahim Kaypakkkaya’ya, Batı güdümlü liberal irticanın ve yine Şeyh Sait, Seyit Rıza posterli Batı güdümlü Kürtçülüğünün “demokrasi” ve “insan hakları” bayraktarlığını yaptırmaya çalışmaktadırlar. İşte Doğu Perinçek “Arkadaşım Deniz Gezmiş” kitabında, Deniz Gezmiş’i ve onun kişiliğinde bütün 68 devrimcilerini, bu neosol ve dönek takımının üstlerin örttüğü toz toprak, kir, pas içinden silkeleyip çıkararak gerçek devrimci kişilikleri ile topluma sunmakta. Kitapta bu konudaki gerçekler, Doğu Perinçek’in doğrudan tanıklığına ve sahip olduğu birinci elden kaynaklara dayalı çok
2012. Do u Perinçek Silivri Cezaevi’nde sistemi yarg l yor...
değerli bilgi ve belgelerle anlatılıyor. “Arkadaşım Deniz Gezmiş” kitabında Deniz Gezmiş, 68 Hareketinin Deniz Gezmiş’i Deniz Gezmiş yapan devrimci değerleri içinde anlatılmaktadır.
68’ N TEOR S VE 1971 MACERACILI ININ DERSLER Kitap, Doğu Perinçek’in, içinde ve en önünde yaşadığı 1960’lı yılların devrimciliğine ilişkin birçok tanıklığını ve değerli anılarını da içermekte. Doğu Perinçek’in bu konudaki devrimci duygu ve devrimci coşku yüklü sımsıcak satırları, kökleri Jöntürk devrimciliğinde olan Türk devrimciliğinin enginleri fethetme ruhunu yeniden canlandırıyor. Kitap aynı zamanda, kökleriyle, tarihsel ve toplumsal meşruiyet kaynaklarıyla, kendisine Bilimsel Sosyalizmi rehber almasıyla gelişen ve büyüyen 68 devrimciliğinin teorisini yapıyor. 68 devrimciliğini yaratan tarihsel koşulları ve öznel dinamikleri ortaya koyuyor. Hatalarının ve eksikliklerinin nelere olduğunu ve kaynaklarını gösteriyor. En önemlisi de, kitapta, o sıcak, coşkulu, heyecanlı ve özlem dolu satırlarla anlatılan Deniz Gezmiş’in aynı zamanda hatalar yapan devrimci olduğunun belirtilmesidir. Bu kitapta, Mümtazer Türköne-Ertuğrul KürkçüMustafa Yalçıner ortaklıklarıyla kotarılan ve Çalık’ın ATV’sinde reyting rekorları kırdırılarak yayımlanan “Hatırla Sevgili” dizisinin, gençliğini solculukla renklendirirken “kazaya kurban gitmiş”, “yanlış anlaşılmış”, “Kemalist rejimin kıydığı” Deniz Gezmiş’i yoktur. Jöntürk ruhuyla ve Kemalist Devrim’in “tam bağımsızlık” ilkesine sarılarak Amerikan 6. Filosunu Dolmabahçe’de denize döken Deniz Gezmiş vardır. Kitabın bugünün genç devrimcileri için dersler taşıyan, onların kendilerinden önceki kuşakların hatalarını tekrarlamamalarını sağlamaya dönük olan bölümü, üzerinde düşünü düşüne okunması gereken bölümlerindendir. Bu bölümde, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının hatalarının yapıcı, öğretici ve ders çıkarıcı bir eleştirel değerlendirilmesi yapılmaktadır. Deniz Gezmiş’lerden bugüne kalan miras içinde bunlar da vardır. (Arkadaşım Deniz Gezmiş, Doğu Perinçek, Kaynak Yay. 175 s.)
Aydınlık KİTAP
KAPAK
4 MAYIS 2012 CUMA
13
GÜNÜMÜZÜN DEVR MC GENÇL DEN Z GEZM ' NASIL "HATIRLIYOR"?
Kırk yıl öncesinden taze bir soluk UĞUR AYTAÇ Sistemin ve cilalayıcı medyasının huyudur gerçekliği tek bir boyuta indirgemek. Tutulmuş insanı isteyenlerin aklı da yozlaştırmaları gerekir. Tek boyuta indirgenmiş gerçeklikle beslenen de işte bu yozlaşan akıldır. Bu ilişki sanatta, ailede, ahlâkta, düşlerde yani yaşamın kendisinde görülüyor. Şu an belki de bizim için en önemlisi bu ilişkiyle bir topluma kahramanlarının nasıl hatırlatılmaya çalışıldığıdır. Deniz Gezmiş, Türkiye’nin devrimci birikiminin genç ruhu. Peki onu nasıl hatırlayacağız? Hatırlamak için bir zaman tanımış olmak şart değildir. Genç arkadaşlarımız, ben de dahil, için de hatırlamak mümkündür. Öğrendiğimiz Deniz Gezmiş’i belleğimizde inşa etmek ve onu hatırlamak yapılabilir bir şey. Deniz Gezmiş’i görmüş olanlar bile farklı noktalara vurgu yaparak farklı karakterler anlatıyorken, bizimkisi hiç de gerçeküstü değil.
GENÇL N ÖZLEMLER N B R ARAYA GET RMEK Onu hiç görmemiş, kitaplardan okumuş ve büyüklerden dinlemiş gençliğin en büyük kılavuzu aslında yine kendisidir. Deniz, çevresindekilerin yüreğine dokunabilen, onları harekete geçirebilen bir gençlik önderiydi. Özlemleri dile getirebilmek ve buna karşı program koyma yeteneğiyle bugünün gençliğiyle de en doğal ilişkisini kuruyor. Onu silahlı eylemler yapmaktan ibaret bir eylemci ya da haksız yere idam edilmiş bir devrimci olarak değil bugün bizim de izlediğimiz yolun takipçisi, mücadele adamı, gençlik önderi olarak hatırlıyoruz. 68 kuşağıyla aynı üniversitelerin sıralarından kırk yıl arayla geçiyoruz. Benzer özlemlerimiz, benzer mücadele tabanlarımız var.
HT YAÇLARDAN BESLENEN EYLEMSELL K Mücadele denildiğinde kafada ilk canlananlardan biridir eylemsellik. 68 gençliğine baktığımızda eylemselliklerindeki önemli artı ihtiyaçtan beslenmesiydi. Üniversite işgallerinde Deniz Gezmiş’in bulduğu “Sağ Sol Yok, Boykot Var” sloganı kitleyi maddi ihtiyaçlarına yönelik mücadele etrafında birleştirmişti. Aslında siyasi kavrayışı pratiğin içine taşıyarak mücadelenin sistemle karşı karşıya geldiği noktalarda “sol”u vücuda getirecek olan bu yol en devrimci tercihti. Kendine sol, sosyalizm sözcüklerini bağıra bağıra atfetmeyecek kadar da özgüvenliydi.
ÇA IN ÖZGÜR RUHU Deniz’de bir zamanın et ve kemiğe bürünüşünü yakalayabiliyoruz. En başta kendini özgürleştirmiş, halkıyla birlikte bunun doruğuna çıkma gayretinde bir ruh. Düzenin bağrında yeni bir insan ve ahlâk. Arkadaşlık duygusu, insan sevgisi ve özgürlük tutkusuyla devrimi özümlemiş bir zamanın simgesinden bahsediyorum. Yaşamı bir bütün olarak görmek ve her alanında devrimci tutum sahibi olmanın müthiş cesaretini anlatmaya çalışıyorum.
ARKADA IM DEN Z GEZM Yukarıda yazılanlardan hareketle gençliğin belleğinde inşa ettiği, edeceği ve hatırla-
Yusuf Arslan, Deniz Gezmi , Hüseyin nan
yacağı Deniz Gezmiş için en güzel ham maddelerden olan bir kitap yazıldı. Yazarı Deniz Gezmiş’le 68 hareketinin en hararetli zamanlarında dostluk kurmuş bir başka devrimci önder: Doğu Perinçek. En başta değindiğim gerçekliğin tek boyuta indirgenmesini, çarpıtılmasını yazar başka bir ifadeyle anlatmış. Ona göre bu bir çeşit iki yüzlülük biçiminde harekete geçiyor: “Bugün Deniz Gezmişlerin heykelleri dikiliyor; heykeller törenlerle açılıyor. Gazeteler, büyük fotoğraflarla veriyorlar. “Deniz Gezmişler artık özgür! Ama bu ‘özgürlük’, Denizlerin ölüsüne tanınan özgürlüktür. Dirileri yine hapislerdedir. Sistem, Nâzım’ların, Deniz’lerin ve Uğur’ların ölülerini cennetlerde ağırlıyor; onların heykellerini dikiyor; dirilerini ise yine duvarlara gömüyor.” “Haksız yere hayatını kaybetmiş” vicdanı o şahsiyetlerin fikri – siyasi duruşlarından neredeyse izole edilerek bağımsız bir söylem olarak ilerliyor. Düzenin medya endüstrisi tarafından da körüklenen bu bilinçli olarak yanlış yönlendirilmiş vicdan kaybettiğimiz aydınlarımızı, devrimcilerimizi artık kendi yasları içinde boğuyor ve bir de böyle öldürüyor. Sanıyorum ki ölülerin cennette ağırlanıp dirilerin duvarlara gömülmesi bundandır.
RÜZGÂR VE DEN Z TERS YÖNLERDE ES YOR Bu değerli çalışmada da vurgulanmış. Deniz Gezmiş’in 27 Mayısçılığı, Kemalist devrime bakışı, 19 Mayıs’ın anlamını tarif edişi bugün tekrar tekrar hatırlanması gereken noktalar. Çok açık ki Deniz Gezmiş’in mirasıyla bugünün ideolojik hegemonyası birbirlerine zıt yönlerden geliyor.
Deniz Gezmiş’i fikirlerinden soyutlayarak, Cumhuriyet Devrimi’ne bağlılığını bilmezden gelerek çığırtkanlığını yapmanın sisteme bir faydası da bu karşıtlığı aslında varolmayan imajlar yaratarak ortadan kaldırmaktır.
BURSA NUTKU’NDAK TÜRK GENC Perinçek kitabında sık sık Deniz Gezmiş’in de demeçlerine yer vermiş. Deniz Gezmiş’in ağzından kendisini Mustafa Kemal’le ilişkilendirişini görelim: “Üniversite öğrenimi yapmak Anayasa’nın verdiği bir haktır. Öğrenci olarak devrimci mücadeleye katılmak ise, Mustafa Kemal’in bize yüklediği bir görevdir. Dünyanın bütün gericileri bir araya gelseler bu hakkımızı ve görevimizi elimizden alamayacaklardır.” Bugünlerde Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı “sosyalist”lerin sahip çıktığını söylediği Deniz Gezmiş aynı Deniz Gezmiş mi? Kendimize soruyoruz.
VAS YET N TEL NDEK B L M VURGUSU Bu çalışmanın belki de en yenilikçi noktalarından biri daha Deniz Gezmiş’in babasına olan son mektubunun daha önce işlenmemiş bir bakış açısıyla işlenmesiydi. Kardeşinin bilim adamı olmasını, bilimle uğraşmasını istemesiyle ilgili yorumu kitaptan aktaralım: “… Deniz’in mektubu, çok nesnel ve sadedir. Kişiliği de öyleydi. Ancak o sadelik, bu kez daha anlamlıdır. Çünkü sadelik, efsanenin değil, nesnelliğin biçemidir. “İdamın kendisi bir efsanedir ve bizim
toplumumuzun duygusallığını hiçbir olay idam kadar derinden etkileyemez. İşte bilime çağrı, o son sözlerde aynı zamanda efsanenin karşısına dikiliyor. “Efsane, toplumların sınıflara bölündüğü kahramanlık çağlarından beri var. Bamsı Beyrek, Salur Kazan, Aşil, Hektor, hep o kahramanlık çağının efsane yiğitleri. Deniz Gezmiş, bu dünyadan giderken, devrimi düşünmüş ve vurgusunu efsaneye değil, bilime yapmıştır.” Bilim vurgusunun devrimcilere bir vasiyet olduğu noktasından hareket edecek olursak, gerçekten de yukarıda bahsettiğimiz tüm bağlamlarından izole edilmiş ölen arkasından toplumsal “vah vah” sürecine karşı bunu devrimci ve bilimsel bir tutumla ikame etme niyetini görebiliriz.
DEN ZLER BUGÜNÜN GENÇL NE NE Ö RET YOR? Tüm bu saydıklarımız aynı zamanda ayrı ayrı öğrenilecek dersler bizim için. Rüzgâr nereden eserse essin dik, omurgalı durmak örneğin. Onlar sorgu odalarından idam sehpasına kadar bükülmeden yürüdüler. Üniversitede kitleyle bütünleşmek, tarihimizle doğru devrimci bağı kurmak yine hep Denizlerden öğrendiğimiz, öğreneceğimiz dersler. Sadece bunlar değil elbette. Şahsiyetlerinde varlık bulmuş erdemli, samimi davranışları hele ki bugünün çürümesinde kırk yıl öncesinden bizlere yeni bir soluk veriyor. Sanıyorum ki en çok da özgürlüğün emekle, mücadeleyle olan ilişkisini öğretiyorlar. Bizim neslimizin bireyci, atomize olmuş topluluklar içinde yetiştiği düşünüldüğünde, her mücadele verene “baksana kendi işine”, “kazan paranı otur”, “bir sen mi kurtaracaksın” denildiğini duymak zor değildir. İşte bu sözler sarfedildiğinde, Denizlerden özgürlüğün başka bir şey olduğunu öğreniyoruz. Parayla, lüksle, statüyle ilgili değil insanlık onuruyla, kendini yaratabilmekle, yaşamını kendin için yaşadığın yanılgısıyla değil gerçekten kendin için yaşamakla ilgili bir şey. Kendi özgürlüğünün toplumunkinden bağımsız olmadığını, köleleşmiş bir toplumda özgür olunamayacağını öğreniyoruz Denizlerden. İdamının 40. yılında ne mutlu arkasında azimli öğrenciler bırakan Deniz Gezmiş’e! Ne mutlu devrimin özgür ruhu olarak hatırlanacak Deniz Gezmiş’e!
14
4 MAYIS 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
KAPAK
"DARA ACINDA ÜÇ F DAN"DAN " DAM GECES ANILARI"NA
DENİZLERE DAİR KÜLLİYAT Konuyla ilgili akla ilk gelen kitap hiç kuşku yok ki Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının avukatı, idam edilmelerinin tanığı olan Halit Çelenk'in birinci elden gözlem ve anılarını derlediği "İdam Gecesi Anıları"dır. Hemen belirtelim ki kaç kez okunursa okunsun, aradan kaç yıl geçerse geçsin, sayfaları çevirirken gözyaşlarına hakim olmanın zorluğunu yaşatan bir kitaptır Çelenk'inki. Denizlerin yargılanmasını yalnızca hukuksal açıdan değil, politik yönden de irdeleyen "İdam Gecesi Anıları", üç devrimcinin mahkeme ve cezaevi günlerini, darağacına onurla, sendelemeden yürüyüşlerini çok etkileyici bir üslupla resmeder. Halit Çelenk'in tüm yaşamı boyunca acılarını içinde hissettiği "Üç Fidan"ın idam edilişlerinin 39. yılında yaşama veda etmiş olması da ayrıca hüzün vericidir. "Darağacında Üç Fidan"... Nihat Behram'ın Mayıs 1976'da yayımlandıktan sonra birkaç kuşak eskitmiş kitabı, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının yakalanmadan önceki son günlerini, yakalanışlarını, idam sehpasına yürüyüşlerini belgesel tarzda öyküleyen "Darağacında Üç Fidan", Gezmiş, Arslan ve İnan'ın 30 sayfa tutan fotoğraflarına da yer verir. Behram'ın kitabının önce bir gazetede yazı dizisi olarak yayımlandığını ve hemen her gün hakkında ceza davası açılıp toplatma kararı çıkarıldığını, kitanın da çıkar çıkmaz yasaklandığını not düşelim. 12 Eylül döneminde gizli gizli okunan "Darağacında Üç Fidan" 1988'de "Yürekleri Şafakta Kıvılcımlar" adıyla yeniden okurlara sunulur ve uzun hukuki mücadeleler sonucunda özgürlüğüne kavuşur. Deniz Gezmiş'in ailesine yazdığı ve kardeşinin bilm adamı olmasını istediği mektup gibi belgeleri de içeren kitap, elbette ki taraflı ancak nesnel bir bakışla kaleme alınmasıyla dikkat çeker. Erdal Öz'ün 1986'da yayımlanan, adını Turgut Uyar'ın dizelerinden ("Herkes ne zaman ölür / elbet gülünün solduğu akşam") alan anı-romanı "Gülünün Solduğu Akşam", yazarın 12 Mart'taki tutukluluğu sırasında tanıştığı devrimcilere dair gözlem ve duygularından oluşur. Anıların, kurgusal ve gerçekçi öykülerin, mektup ve güncelerin bileşiminden oluşan "türler arası" bir metin niteliğindeki "Gülünün Solduğu Akşam", öncelikle idam edilen devrimciler Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'a yönelik olmakla birlikte Sinan Cemgil, Mehmet Asal, Mete Ertekin gibi dönemin tanınmış gençlik önderlerine de yer verir. Deniz Gezmiş ve arkadaşlarıyla ilgili, en dokunaklı, en sarsıcı metinlerden biri olan "Gülünün Solduğu Akşam"da Erdal Öz, avukat notlarına, Gezmiş, Arslan ve İnan'ın son mektupları ve son isteklerine de yer vererek metnine belge niteliği de kazandırmıştır. Erdal Öz'ün "Gülünün Solduğu Akşam"ın devamı olarak 2003'te yayımladığı "Defterimde Kuş Sesleri" yazarın ilk kitapta dile getiremediklerini ve Denizlerin idamını önlemeye yönelik çabaları anlattığı, özgün çizimlerle de zenginleştirilmiş bir çalışma... Türkiye sosyalist hareketine ve dönemin sembol isimlerine yönelik belgesel-
kitap çalışmalarıyla tanınan araştırmacı Turhan Feyizoğlu'nun "Deniz: Bir İsyancının İzleri" adlı çalışması, 1968-71 dönemine ve Denizlerin öyküsüne ilişkin en ayrıntılı ve doyurucu çalışmalardan biri. "Hiç bir toplum tarihsiz yaşayamaz. Tarih bilinci dünü, bugünü ve yarını kapsayan bir sürekliliktir. Gelecekle ilgili kaygılar taşıyan bireyler, kurumlar, toplumlar tarihten ve tarihi kavrama olgusu olan tarih bilincinden vazgeçemez. Çünkü tarih dünü anlayıp bugünü geliştirmek ve geleceğin nasıl olacağının belirlenmesine yarayan tek kaynaktır. Kitabın konusu olan ve 25 yaşında siyasi bir kararla idam edilen Deniz Gezmiş'in yaşam öyküsü umarım gençliğe bir nebze ışık tutar" diyen Feyizoğlu, Ozan Yayıncılık'tan çıkan kitabında "en sekmez lüverin namlusundan fırlayan" Deniz'in ve yoldaşlarının serüvenini, günün ve geleceğin genç kuşaklarına titiz bir çalışmayla sunuyor. Alper Özbek imzalı "Deniz Gezmiş Destanı", 94 sayfalık bir destan... "Onlar, dedelerinden ve büyükbabalarından 'İstiklal Savaşı' dinleyerek büyüdüler ve savaşçı oldular. Onlar, babalarından ve öğretmenlerinden 'inkılâp' dinleyerek büyüdüler ve devrimci oldular. Ve onlara, Deniz Gezmişler denildi"
diyen Özbek, Bulut Yayınları'ndan 2007'de çıkan kitabında bir döneme ve kahramanlarına dizeler aracılığıyla yaklaşıyor. "Hafıza-i beşer nisyan ile malûldür" (İnsan hafızası, unutkanlıkla sakatlanmıştır) lafına inat, hafızamızı daima dinç tutabilmek için bu insanları her zaman hatırlamak zorundayız. Gezmiş, İnan ve Aslan darağacına giderken, elbette bu halkın onları kalbine gömeceğini ve asla unutmayacağını bilerek, ölümden korkmadan attılar adımlarını..." diyor Tarkan Tufan "Deniz: Fırtınalı Yıllar"da. Denizlerin ve 68 kuşağından diğer devrimcilerin bağımsızlık ve eşitlik savaşının sembolleri olduğunu vurgulayan Tufan, kitabının 68 kuşağı devrimcilerinin neden ve nasıl ortaya çıktığını, eylemlerini ve dünya genelinde yaşanmakta olan tarihsel süreç içindeki yerlerini göstermek amacıyla yazdığını belirtiyor. Vehbi Bardakçı'nın "Ağlasın Gökyüzü" başlıklı kitabı, Gezmiş ve arkadaşları üzerine yalın, sıcak, etkileyici bir çalışma... Bardakçı, Anadolu insanına özgü direniş ruhunun, özgürlük ve bağımsızlık tutkusunun ve tabii inandığı değerler uğruna adanmışlıkla mücadele eden yitik bir kuşağın destanını kaleme almış: "Tohumumu toprağa verip hayatı
döllerim, rengimi ışığa verip umudu döllerim, kokumu havaya verip yeli döllerim. Ben ne has bahçelerde bir gül ağacıyım, ne zalimin uğrunda bir darağacıyım, ben bir avlu duvarında mor çiçekli leylak ağacıyım. Arı gündüz gelir benden bal alır, zalim gece gelir benden dal alır. Ben bir leylak ağacıyım, üç dalım gitti oy dallarım kırık, üç dalım gitti incecik kollarım kırık..." Şimdilik son çalışmayı Serpil Çelenk Güvenç’in İmge Yayınları'ndan çıkan kitabı "Darağacına Mektuplar" oluşturmakta. Kitap, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idam kararları konusunda yerli ve yabancı basında yer alan bazı yazılardan oluşuyor. Yerli basında, dönemin cunta yandaşı ve gerici basın organlarında çıkan düzeysiz yazılar, koro halinde, canhıraş bir biçimde, idamlara alkış tutuyor. Buna karşın, demokrat- sol siyasal görüşü benimsemiş, hatta liberal sayılabilecek gazetecilerin onurlu / bağımsız bir duruşu benimsedikleri, demokrasi ve insan hakları düzleminde idam cezasına ve idamlara karşı çıktıkları gözleniyor. Aynen bugün olduğu gibi, mahkemelere, Anayasa Mahkemesine "yol" gösteren milletvekili / yazarlar ve basın mensuplarının da eksik olmadığı görülmekte. "Darağacına Mektuplar"da, Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in babalarının TBMM Karma Komisyonu Başkanlığına yazdıkları dilekçe, CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’ye, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a çektikleri yıldırım telgraf, Yusuf Aslan’ın babası Beşir Aslan’ın Anayasa Mahkemesi başkanlığına yazdığı mektup ve Nihat Erim’in Cemil Gezmiş ve Beşir Aslan’ın babalarının mektuplarına yanıtı ve Yusuf Aslan’ın babası Beşir Aslan’ın Ankara İnfaz savcılığına verdiği dilekçe gibi yeni belgeler yer almakta. İdamlara engel olmak için ülkenin en seçkin aydınları tarafından verilen binlerce imza da kitaba eklenmiş. Yargı sürecinin ayrıntılı bir kronolojisinin de bulunduğu kitap, Can Dündar’ın sunuşuyla birlikte, 12 Mart’ın değerlendirilmesini içeren bir önsöz de içermekte. Bugün "demokrasi havarisi" kesilen sağ basın mensuplarının darbe ve idam yanlısı tutumları, gerçekten ibret verici bir karşılaştırma sağlıyor okura.
“ARKADAŞIM DENİZ”İN ÖNSÖZÜNDEN bir vicdan ışığı. Arkadaşım Deniz Gezmiş bir Toplumların hayatında bu ışık kahramandı. mirası çok önemlidir. Yıldırım gibi yaşadı. Sislerin içinde kayboldu diye Yıldırım gibi gitti. düşündüğünüz bir sırada, biroldu. 40 yıl den kara bulutun Rüzgâr gibi değil, yıldırım gibi geçti Cumhuriyet tarihimizden. arkasından çıkar ve yüreğinizi ateşler. Hititlerden bu yana binlerce Deniz Gezmiş, bir yürek ateşledevrim ve orluk imparat yıllık yicisidir. Elbette bilinçten çıkan coğrafyasında, Deniz'in hayatı kıvılcımlardır o ateşi yakan. Bibir an gibidir. linçlidir ve erdemlidir. şim; Bu iklimde bir an gözüktü Ateşleyiciler, toplumların tariunutulAma parladı. şek gibi hine saklanmışlardır. Toplumaz mun bir ışık kaldı Ondan. belleğinde siperdedirler. AniBir cesaret ışığı, bir isyan ışığı,
den mevziden fırlar ve toplumun onune düşerler. Deniz, işte böyle bir adamdır. Ateşiyle kendisini yakmış, ama o yanarak ürettiği ateşi, toplumun geleceğine bırakmıştır. Ateşi 40 yıldır yanıyor. Yüreklerdeki yangındır ve aydınlatıyor. Deniz, aynı zamanda bir tecrübedir; bir derstir. Bıraktığı pratik, her yönüyle incelenmelidir. Aramızdan ayrılırken bizden bunu istemiştir.
ARAKABLO
Aydınlık KİTAP
4 MAYIS 2012 CUMA
15
Şiir polemikleri yaygınlaşıyor
SEYY T NEZ R
Z. Betül Yazıcı’ya göre Bayıldıran’ın önerisi dilimize aykırıdır: “Şaire, işlevsiz ve ölü bir sözcüktür. Kadınlar adına kabul edilemez gerici bir zihniyetin taşıyıcısıdır.”
zete.com seyyitnezir@aydinlikga
Geçtiğimiz haftalarda Mart ayı dergileri üstüne izlenimlerimi okurlarla paylaşırken “iki aylık” dergileri daha sonraya bırakmıştım. Bu arada TÜYAP İzmir Kitap Fuarı’nda edindiğim 4 sayfalık Dize’nin 197. sayıya geldiğini, Haziran’daki 200. sayı hazırlıklarının Veysel Çolak tarafından sürdürüldüğünü belirtelim. Elimizdeki sayıda, Nurullah Ataç’ın “Yeni Şiir” yazısı 60 yıl sonra yeniden ve kapaktan verilmiş: “Yeni şiir ise eskidir.” H. Deniz Ünal, “Kadın ve Şiir” başlıklı yazısında, Arife Kalender’in “Silahımı Bıraktım” şiirinden yola çıkarak Şeref Bilsel’in “Kadın şairlerin biyografisinde hep bir erk(ek) vardır” yargısını tartışıyor. Ogün Kaymak’ın şiiri öne çıkıyor: “Tuz bırakan bir hiçtir aralarından sızan oysa / Pantolon ve gömlek giyerler Salı ve perşembeleri”. Eliz’de (S: 39) bu ay el yazıyla kapaktan Hilal Karahan’ın şiiri veriliyor. Hilmi Haşal, şairin “Şiir ve Kuantum” kitabından (Mühür Y., 2012) şu cümleyi alarak övgüyle karşılıyor, “şairin zaman zemin konumundan soyutlanamayacağı”nın kanıtı olarak gösteriyor: “... şairleri birbirinden ayıran, aynı sözcükleri farklı yazım şekilleriyle, kendilerince özgün kullanma becerisidir.” Şairler, “özgün kullanım”la bozdukları yazımı bir de “kendilerince” pekiştiriyorsa yapılan şeyi anlamak büsbütün zorlaşıyor... Mühür (S: 39), dolu bir sayı olarak çıkmakla kalmayıp Mustafa Fırat’ın hazırladığı “Şair Dağın Doruğunda” adlı 2011 (yıllık) Şiir Seçkisi’ni de ek olarak verdi... Haydar Ergülen, Poetika’da yayımladığı (1985) bir yazısını “eleştirel okuma işlemi” niteliğinde eklerle bu sayıda yeniden yayımlamış... Bâki Ayhan T., “Not Alınız! XV" yazısında şaşırtıcı ve düşündürücü saptamalarını sürdürüyor. “Beş Diyalog” adlı şiiri üstüne söyledikleri, Tarık Günersel’in aynı adlı şiirini çağrıştırıyor. Bu bağlamda, “Ustaların şiiri, nasıl şiir yazılması gerektiğinin değil, nasıl şiir yazılmaması gerektiğinin örneğidir” yargısı daha bir ilginçleşiyor (Ayşe Yıldırım’ın Bâki Ayhan T.’yle yıllık konusundaki söyleşisine ileriki haftalarda yıllıkları ele alırken değinmeyi düşünüyorum)... Tuncer Uçarol, kimi verilere dayanarak şiirlere notlar da verdiği yazısında Ahmet Telli’nin “Nidâ”sını inceliyor... Derginin “Şir Dili - Şiirin Dili” adlı dosya konusunu Uluer Aydoğdu, Ozan Öztepe, Ece Ürkmez, Şeyda Üzer, Gökben Derviş, Serhat Uyurkulak, Utku Kaygusuz, Aslıhan Tüylüoğlu, Özkan Satılmış, Hilal Karahan işlemiş... Mehmet Akif Ertaş, Ali Galip Yener, Aydan Yalçın, Osman Günay, Fatma Kılıç, Cemil Okyay şiir üstüne
kalem oynatan öbür yazarlar. Mehmet Sümer, Gonca Özmen’in “doğayla iç içe” gelişen şiirinde, şairin belirlemelerinden de yararlanarak, sessizlikle oluşan gerilimi irdeliyor... Tuğrul Tanyol, “Şubat şiirini şöyle bitiriyor: “ben unutma sanatını / kendi üzerimde denedim / kimse yoktu, suyu öptüm / yalnızlığım acıdı”... Arife Kalender, “kundakçının kadın olduğunu belki de ummadılar” dizesiyle bir özgünlük avcısı olarak beliriyor... S. Uyurkulak’ın yer yer çapaklar taşısa da öyküsel ve rahat bir söyleyişi var: “bütün yalanları temize çekecek tek bir yalan”... Mehmet Narlı, “kendimi çıkaramadığım o fotoğraftan dönüyordum” gibi çok doğal ve yalın anlatımını geliştirdikçe özgünlüğü de yakalayacak... Kenan Bıyıklı, “kim salladı içime bu upuzun ipi” dizesiyle şiirde ritmik buluş gücünün düzeyli örneğini veriyor. Özgür Edebiyat’ta (S: 32) Sina Akyol’un bilmece tarzında sözcük oyunlarıyla hünere dayalı şiirini, Veysel Çolak’ın “Boşlukta” şiiri izliyor. Düzyazı ve şiirlerinde birçok kez yer vermekten kaçınmadığı “hayat kadar dağınık, hayat kadar örgütlü” dizesinin bu şiirinde de yer alışını, şairin dağınık örgülü bir şiire yaslanmasına mı yormalı? Yine de, her zamanki gibi, şiire karamsar, kışkırtıcı ve etkili bir bitiş aramaktan hiç vazgeçmiyor: “Bir başına, inatla izleyip kaya resimlerini / Deniz Gezmiş’leri düşünüyor geride kalan / o günden beri doğan her çocuğun boynundaki ip izi.” Esin kaynağını sordurmaktan da geri kalmıyor... Salih Bolat’ın bunca yıldan sonra, “avluda dolaşan annemin elleri mi / güneşi saksılara dağıtan?” dizeleriyle, “bakımsız bir bulut geçiyor üstümüzden” dizesine aynı şiirde yer verişi, “efendimiz acemilik” fetişizminden mi kaynaklanıyor?.. Şeref Bilsel’in “Uzakları anlamak için” şiiri, başka şiirlerle ilişkisi açısından önem kazanırken, şair kişinin gelip dayandığı trajediyi de etkili biçimde vurguluyor: “ölüm konuşurken, kendimizden tek celsede / apansız kaydığımızı gördüm”... Dergide önemli yazılar da var: Veysel Çolak, “Bir şiire nereden girilir?” yazısında, Arif Damar’ın “Kartacalı Yıkıntı” şiirini merkezde tutarak “şiirin bütünsellik içinde algılanması” gereğini somut ve çarpıcı ayrıntılarla vurguluyor... Baki Asiltürk - Mehmet Sümer’in “diyalojik okuma”sında, Orhan Koçak’ın “Bahisleri Yükseltmek: Turgut Uyar Şiirinde Kendini Yaratma Deneyimi” kitabı (Metis Y., 2011), “imrendiren bir çalışma” olarak değerlendiriliyor, İkinci Yeni şiirinde Uyar’ın şiirsel ve düşünsel ağırlığı tartışılıyor... Özdemir İnce, “Ne var ne yok (XIV)” notlarında Ece Ayhan’ın “marjinal ve muhalif bir şair” olduğu savının tutarsızlığını sergiliyor, kendi şiir ve yazılarının statükoyu asıl zorlayan kitaplar oluşunun gençlerce görülmek istenmeyişine dikkat çekiyor. Sözcükler’de (S: 36) Küçük İskender, “yüzümüzdeki ölülerden hiç medet ummasın güzellikler” dizesiyle günümüz dünya-
sına pankart açıyor. Leylâ Şahin “Agos’a Gidelim”de özlediğimiz şiirine götürüyor bizi... Dergide Cevat Çapan, Oğuzhan Akay, Roni Margulies, Turgay Fişekçi, Ferruh Tunç, Hakan Savlı, Tozan Alkan, Selahattin Yolgiden, Burcu Yılmaz, Bahar Döner, Akın Art, Velicem Yılmaz’ın da şiirleri var... Selahattin Yıldırım, Mahmut Derviş’le yaptığı 40 sayfalık derin ve kapsamlı söyleşiye “Vasiyetim İmkânsız” adını vermiş. Söyleşide yalnızca şairin dünyasına her yönden girmekle kalmıyor, Ortadoğu’dan Doğu’ya ve Batı’ya açılan bir dünyada şiiri kuşatan temalar üstüne enine boyuna düşünme olanağı buluyorsunuz... Cevat Çapan, “Ahmet Telli’yi okurken” yazısında şairin “Yangın Yılları”ndan “Nidâ”ya geldiği süreci şiirinden örneklerle sergiliyor. Varlık’ta (S: 1254) “Mektubunu Aldım” şiirine odaklanan yazılarla Süreyya Berfe tartışması açılmış. Yücel Kayıran, onun şiirini “nihilist toplumculuk” açısından irdeliyor. Dergide aynı konuda Ali Galip Yener, İsmail Mert Başat, Yaşar Güneş, A. Galip imzalı yazılar yayımlanmış... Veysel Çolak, “Şiir geldi çekim eklerine dayandı” yazısının sonlarında, kararlı biçimde hedefine yürürken istemediği bir durumla karşılaşma endişesiyle olduğu yerde oyalanmayı seçiyor sanki... Nizamettin Uğur’un “düzanlam - yananlam” konulu yazısı, sözcüğü farklı boyutlarda kavrama yönünden önemli... Gültekin Emre, “Şiir Günlüğü”nde şiirin güncel sorunlarına da değinerek soruyor: “Unutulmuş ozanlar bizi nereye götürür?” Dergide Cihan Oğuz’un kendiyle dalga geçerek hesaplaşan şiiri cesur ve güzel örneklerden biri... Yasakmeyve’de (S: 55) Gonca Özmen’in Metin Celâl’le yaptığı geniş söyleşi şairi birçok yönüyle sergiliyor... Murat Üstübal’ın “Postmodern Şiirde Özerklik” yazısı, “insanın ve şiirin yeni dönüşümlere açık” yönlerini ele alıyor... Sina Akyol, Gültekin Emre’nin sorularına Kurşunkalem dergisinde Baki Ayhan T.’nin verdiği yanıtlar üzerinden, şairlerin birbiriyle söyleşilerini etik açıdan tartışıyor... Baki Ayhan T., o değilden, bu kez Yasakmeyve’de Murat Hacıoğlu’nun da yıllık üstüne sorularını yanıtlıyor... Tahir Abacı, Şiir Kitaplar Sözlüğü’nün 41. bölümünü verirken, Z. Betül Yazıcı, “kadın şair, şaire” kavramlarından yola çıkarak Sabit Kemal Bayıldıran’la kapsamlı bir polemiğe giriyor: “Şaire, günümüzde birey olma yolunda kendi özerk dilini bulmaya çalışan, erkek egemen dilin taşıdığı anlamın dışında kendilerini özgürce var edebilecekleri bir anlam arayan, bağımsızlıklarını ve özgürlüklerini önceleyen kadın şairleri temsil etmez. İşlevsiz ve ölü bir sözcüktür. Kadınlar adına kabul edilemez gerici bir zihniyetin taşıyıcısıdır.” [ARAKABLO’da değinilmesini istediğiniz yayınları (Cağaloğlu, Ankara Cd., Pamir Han, 22/14, Sirkeci-İST.) adresine gönderebilirsiniz.]
16
4 MAYIS 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Türkiye’nin felaketini hazırlayan “programlar” Prof. Dr. Yasemin Özdek, " irket Egemenli i Ça " kitab yla Türkiye’deki sürekli kar devrimin maddi kaynaklar n de i ik boyutlar yla tart maya aç yor. Türkiye’nin tasfiyesini amaçlayan bu “vah ete dönü ” programlar n n bilimselli inin alt nda neler yatt n sorguluyor ORHAN SADIK Çalışmalarını, gerçekten sorunlu ve büyük ölçüde de çürümüş Türk akademyasında ısrarla sürdüren yeni bir aydın kuşağı var. Bu genç kuşak, sadece ülkemizi değil, tüm bölgemizi kurtuluşçu ve ilerici bir dünyaya taşımakta kararlı görünüyor. En ağır baskılar altında bile, Martin Luther’in 5 asır önce Kilise’nin egemenlerine karşı sarf ettiği ve modern zamanların devrimcilerine miras kalan ünlü “Buradayım, burada duruyorum. Başka türlü yapamam” sözünü hatırlatırcasına ve inatla yeni bilgiler üretiyorlar. Bu kuşağın çalışkan isimlerinden biri Prof. Dr. Yasemin Özdek, bir süre önce NotaBene Yayınları’ndan çıkan son derece derli toplu ve konusunu iyi işleyen bir kitap yayımladı: “Şirket Egemenliği Çağı”. Altbaşlığı “Sosyal Devletten Ceza Devletine” olan bu kitabında Dr. Özdek, neoliberal, dinci ve her türlü ilericilikten intikam almaya yeminli son derece kirli bir Türkiye ve dünya manzarası vermekle kalmıyor, asıl önemlisi, bu kirin hangi ekonomik, siyasi, hukuki, cezai temeller üzerinde yükseldiğini tartışıyor. Gayet duru bir dille, ortamın tüm umutsuzluğuna rağmen, genç arkadaşlarını bilime çağırıyor. Bu çağrısının yanıtsız kalmayacağı anlaşılıyor. Sosyal devletin yükseliş ve düşüşünü somut örnekler üzerinden, ayrıntısıyla, üstelik hiç sıkmadan anlatmayı başaran bu genç bilim kadınına göre, halkların nefes alma koşullarıyla sermayenin özgürlüğü artık hiçbir biçimde örtüşemez. Biri varsa öbürünün yok edileceği iki yoldan söz ediyoruz. Bu kaçınılmaz cepheleşmenin ardında, Kocaeli Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. Özdek’e göre, şu süreç yatıyor: “20. yüzyıl, işçi sınıfı hareketinin siyasallaştığı, toplumsal devrimlerin patlak verdiği ve kapitalist sistemle sosyalist sistemin yan yana var olduğu bir yüzyıldır. Sosyal devlet modelinin doğuşu, sosyalist sistemin varlığına ve kapitalist ülkelerde işçi hareketlerinin güçlenmesine sık sıkıya bağladır: (...) Sosyal devleti doğuran etken, emek-sermaye arasındaki sınıflararası mücadelede güç dengesinin emekçi sınıflar lehine değişmesi ve kapitalizme karşı gerçek bir alternatifin tarihsel olarak kendini göstermesidir." (Y. Özdek, Şirket Egemenliği Çağı, s. 87) Kitabı boyunca fazla vurgulamasa da, gerekli yerlerde “kısa 20’nci yüzyılın”, reel sosyalizmle somut bir tehdit kaynağına ev sahipliği yaptığını kaydeden Prof. Dr. Özdek, yeni sömürgeciliğin başarısıyla sosyalizmin Avrupa’dan tasfiyesi arasında paralellikler kurmamıza olanak veriyor. Yeni liberal devletin “yalnız sosyal hakları ihlal ederek değil, yurttaşların
siyasal ve yargısal haklarını da ihlal ederek” (s. 92) geldiğini savunan sorumlu hukukçumuz, yeni sömgürgeciliğin maddi temellerini özellikle yatırımcı konseyleri modelinden hareketle tartışmaya açıyor. “Yönetişim” kavramını çağdaş gericiliğin kilit silahları arasında gören ve açımlayan Prof. Dr. Yasemin Özdek, Türkiye Yatırım Danışma Konseyi ve Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu gibi kurumların kaynaklarını ve uzantılarını, yoksul "Güney" ülkeleriyle kader bağlarını da öne çıkarıyor. Sosyalizmden arta kalan topraklar gibi Türkiye’nin de dünya gericiliğinin yeni senaryolarına pilot ülke olarak hizmet verdiğini hatırlatan yazar, tüm kurumların özel sermayenin eline geçtiğini veya geçmek üzere olduğunu gösteriyor. “Yatırımcı konseylerinin” nasıl bir sömürge silahı olduğunu değişik cephelerden irdeleyen kitapta, yazar, zengin ve emperyalist Kuzey’deki yatırım konseyleri uygulamasıyla yoksul Güney ülkelerindeki uygulamanın birbirini nasıl “tamamladığını”çözümlüyor: “Ancak Güney’in yatırımcı konseylerinin farkı, sömürgeci bir doğaya sahip olmalarıdır. Japonya gibi Kuzey ülkelerinin şirketleri ise, Güney’in sömürgeci konseylerine yayılmıştır ve ‘yatırım iklimini iyileştirme’ adına ülkelerin kamusal varlıklarını talan programlarıyla Güney’den topladıkları sermayeyi yine Kuzey’e taşıyarak Güney’i yoksullaştırırken sermayeyi Kuzeyli merkezlerde biriktirmeye devam etmektedir.” (s. 116) Kitabın en önemli yanlarından biri, bu tür genellemelere gereğinden fazla yer ayırarak “teori tuzağına” düşmeyip, somut yaşamdaki karşılıklarını ve işleyiş mekanizmalarını okurun algısına sunmasıdır. Türkiye Yatırım Danışma Konseyi’nin mimarlarının IMF ve Dünya Bankası olduğunu, bu konuda AB’nin yoğun müdahalesi bulunduğunu hatırlatan Yasemin Özdek, bu konseyin üye bileşimini “yabancı sermaye+ Türkiye hükümeti+IMF ve Dünya Bankası” formülüyle özetliyor. Özetliyor ve Yasemin Özdek, gerçekten de bir “sürekli karşıdevrim” ortamının kaynaklarını gözler önüne sermeyi başarıyor. Nitekim Türkiye’deki Yatırım Ortamını İyileştirme Koordinasyon Kurulu (YOİKK) Başkanı ve Devlet Bakanı Ali Babacan’ın 7 Mart 2006’daki YOİKK toplantısını açarken yaptığı konuşma, Özdek’e göre, yatırım iklimi reformlarının dayandığı mantığı sermayenin gözünden gayet iyi bir biçimde özetlemiş sayılmalıdır. Prof. Dr. Özdek, Babacan’ların sancağına kazınmış bu acımasız ve “sürekli karşıdevrim” programını, kendi sözleriyle şöyle aktarıyor:
“Küreselleşmiş bir piyasada sermayeyi çekebilmek, ancak rekabet gücüne sahip olmakla mümkündür. Rekabet gücünü artırmak ise, sürekli olarak sermayeye yeni destekler, teşvikler, avantajlar tanımakla, en düşük maliyetli üretim ortamını yaratmakla, emek gücünü en ucuza ve güvencesiz koşullarda çaıştırmakla, sermaye için en kârlı, en kayırmacı, en korunaklı yatırım rejimini kurmakla olacaktır. (...) O nedenle, sermayenin devamlı yenilenen yasalara mimarlık edeceği, sürekli bir düzenleme süreci gereklidir.” (s.153) Gelinen nokta Türkiye gibi ülkeler için acıdır. Çünkü OECD, AB gibi “birkaç yıl öncesine kadar yabancı sermayeye ‘eşit muamele’ ilkesinin tanınması için bastıran emperyalist kampın bu hükümetlerarası kurumları, artık ‘eşit muamele’ ile yetinmemekte ve yabancı sermayeye ayrıcalık talep etmektedir.” (s. 154) Bu taleplerin yerine getirildiğini ve yaşadığımız felaketin de zaten bu taleplerin bir sonucu olduğunu okur olarak sadece eklemekle yetinebiliriz. Yasemin Özdek, “AB solcularına” da göndermelerde bulunduğu kitabında, Avrupa Birliği Eşleştirme Projesi çözümlemeleriyle gerçekten yeni kapılar aralıyor. Özellikle Almanya’nın rolünü öne çıkarmak durumunda kalan yazarımız, Türkiye’ye önerilen Singapur modelinin nasıl bir yıkım anlamına geldiğini de tartışmaya açıyor. Kitaptaki ayrıntılar, hangi felaketin içine itildiğimizi yeniden ve yeniden gösteriyor. Sendikalar üzerindeki komünist etkinin kırılması ve işçilerin yabancı yatırımları çekecek şekilde bir ideolojik eğitimden geçirilmesi gerektiğini, ayrıca güvenlik ve istihbarat teşkilatlarının da sürece dahil edilmesini Türkiye’ye öneren böyle bir projenin, nasıl bir yıkımın hazırlayıcıları arasında yer aldığını kitaptan okumak mümkün. Türkiye’nin yeni egemenlerinin ülkenin her şeyini yabancı sermayeye satmasının geri planında, “Böylece bizi kolay kolay kubura atmazlar, atarlarsa kendileri de para kaybeder” diye özetlenebilecek bir zihniyet yattığını görebiliyoruz. Bu cahil, neoliberal, badem bıyıklı “tüccar imamlar” siyasetinin çok kanlı sonuçlar doğuracağını eklemek bile gerekmiyor. Aslında Yasemin Özdek, birbirini tetikleyen iki aşamalı bir karşıdevrim sürecini ayrıntılı olarak analiz ediyor ve orada Kemal Derviş adı da dikkat çekiyor. Prof. Özdek’in vurgularından hareketle söylemek istediğimiz bir şey var: “1980-90’larda neoliberal politikaların ilk dönemini yaşayan Türkiye, 2000’lerde hızla ikinci kuşak yapısal reformları uygulama sürecine girmiştir. Düzenleyici reformların uygulamaya sokulmasında,
2011’de Dünya Bankası’ndan Türkiye hükümetinin Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığına transfer olan Kemal Derviş önemli rol sahibidir.” (s. 163) Bizim, bugün elimizdeki bilgilerle, Kemal Derviş’i sadece zihniyet olarak değil şahsen de Türkiye’deki sürekli karşıdevrim ortamını kuran adamlar arasında sayma hakkımız var. Aydınlık gazetesi yazarı ve çalışkan yurttaş iktisatçımız Nazif Ekzen yıllar önce Kemal Derviş’in 1980’deki 24 Ocak ve 12 Eylül darbesindeki rolüne dikkat çekmişti. Ekzen, sosyal demokrat Derviş’in, arkadaşı S. Robinson ile birlikte, 1978 tarihli “The Foreign Exchange Gap, Growth und Industrial Strategy in Turkey: 19731983” başlıklı raporunda Türkiye’nin bugününü nasıl hazırladığını irdelemişti. Derviş’in aynı “havada” 1981 ve 1983 tarihli rapor-kitaplarının da bir zihniyet damgası olduğunu, Türkiye’nin başına boşuna bela sarılmadığını hatırlatmakla yetinelim. Özdek, ilerici iktisatçımız Nazif Ekzen’in hatırlatmalarını başka düzlemlerde adeta doğrulamaktadır ve buradan bizim çıkaracağımız bir başka sonuç da, Türkiye’nin kurtuluş ve yeniden kuruluşunun değişik düzlemlerdeki Türkiye ilericiliğinini ortak çalışmalarına bağlı olduğudur. Dr. Özdek, “devletin üç kuvveti de (yasama-yürütme-yargı) özelleşme yolundadır” diye yazarken, sermaye sınıfının kapitalizmin başlangıç dönemindeki “insiyaklarına” döndüğünü, 20’nci yüzyıldaki emekten yana tüm kazanımların çöpe atıldığını, bu yolun hangi beyinlerden çıktığını da hatırlatmış oluyor. “Yönetişim”, “kalkınma ajansları” tipi kurumsallaşmaların temsili demokrasi modelini de çürüttüğünü belirten çalışkan yazarımız, hapishanelerin rollerini de ayrı makaleler halinde irdeliyor. Dikkatli bir akademisyen diliyle, yeni ortaçağımızı taşıyan çok ağır ve acı bir gerçeğin resmini veriyor: “20. yüzyılda hükümetlere gizli kapılar ardında politika dikte eden büyük kapitalistlerin neoliberal dönemde perde arkasından çıkarak devlmetin denetiemini doğrudan ellerine almaya başlaması, kapitalist devletin siyasal sisteminin de açık oligarşik bir doğrultuda dönüşüm geçirmekte olduğunu düşündürüyor.” (s. 209) “Türk akademyası çürüyor” dedik, ama görünen o ki, doğanın diyalektiği de işliyor: Bu çürümenin içinden yepyeni kurtuluş ve yeniden kuruluş filizleri uç veriyor. Yasemin Özdek ve kitabı herhalde bu müjdelerden biridir. Felaketimizi bir kurtuluşa çevirmek için çalışırken umutsuzluğa kapılmamamız gerektiğini buradan çıkarabiliyoruz.
Aydınlık KİTAP
GRASS’IN ROMANI, SCHLÖNDORF’UN F LM : “TENEKE TRAMPET”
Büyümek istemeyen çocuk Büyümek istemeyen, trampet çalan, ç l k att nda cam çerçeveyi tuzla buz edebilen bu “küçük adam” n öyküsü, Alman ruhuna yönelik, neredeyse mazo izme varan keskin bir ele tiri içerir TUNCA ARSLAN Nobel ödüllü Alman yazar Gunther Grass’ın 1959’da yayımlanan ilk romanı “Teneke Trampet”, özellikle Hıristiyan derneklerinden büyük tepkiler almış, hatta meydanlarda yakılmıştı. Alman edebiyatının geleneksel destan-roman yapısına sahip ama gene de alışılmadık bir yapıt ortaya koyan Grass, öykünün Oskar adlı kahramanı üzerinden, İkinci Dünya Savaşı yıllarında “büyümek istemeyen” bir çocuğun serüvenini ve Alman toplumunu anlatır. Oscar’ın büyümek istememesinin başlıca nedeni, dünyaya acı ve savaştan başka bir şey sunmayan yetişkinlerin dünyasına dahil olmak istememesidir. Trampet çalan, çığlık attığında cam çerçeveyi tuzla buz edebilen bu “küçük adam”ın öyküsü, Alman ruhuna yönelik, neredeyse mazoşizme varan keskin bir eleştiri içerir. 1979’da Volker Schlöndorf tarafından sinemaya aktarılan “Teneke Trampet”, en iyi yabancı film dalında Oscar ödülünün yanı sıra Cannes’da da “Kıyamet”le birlikte Altın Palmiye kazanmıştı. Schlöndorf, Grass’ın romanına temelde sadık kalmakla birlikte farklı bir final tercih etmiş, sinemaya aktarılması imkansız bazı olayları es geçmiş, başlangıçta “Sekiz saat sürecekmiş gibi” görünen film, 142 dakikayla sınırlanmıştı. Doğrusunu söylemek gerekirse, sinemasal anlatıma hiç de uygun olmayan bir öyküsü vardır “Teneke Trampet”in. 1920’lerden başlayarak kapsadığı dönemin genişliği ve olan
bitenin üç yaşında görünen, ergenlik dönemine gelse de büyümeyen bir çocuğun gözünden anlatılması belli başlı dezaavantajlardır. Ama en önemli sorun, 1966 doğumlu oyuncu David Bennett’ın varlığıyla mükemmel biçimde aşılmış durumda. Nazi Partisi’nin giderek güçlenmesi, katliamlar, yakınlarının ölümü, ilk cinsel deneyimini yaşlı bir adamın metresini yapan gencecik Maria’yla yaşaması, cücelerden oluşan ve Nazilere hizmet sunan bir gösteri topluluğuna tesadüfen katılması gibi gelişmeler, bir yandan Oskar’ın “olgunlaşması”nı resmederken bir yandan da dönem Almanya’sını farklı açılardan gözler önüne seriyor. Grass romanda, Schlöndorf filmde aslında kabusa benzeyen bir atmosfer çiziyorlar. Bu atmosferde Oskar da kendi içine kapanarak, trampet çalarak, çığlık atarak benliğini ortaya koyuyor. Büyümeye karar verdiğinde ise sular durulmuş oluyor. Okurun da seyircinin de herhangi bir karakterle özdeşleşme yaşamasının pek mümkün olmadığı, bir at kafasıyla yılan balığı avcılığı gibi bazı sahnelerin açıkça rahatsız edcilik taşıdığı, buna rağmen görsel açıdan hayli zengin bir film “Teneke Trampet”. Kimi bölümlerin tıpkı sessiz sinema dönemindeki gibi hafif hızlandırılmış ve komik bir çekim tekniğiyle kotarılmış olduğunu da belirtelim.
Aydınlık KİTAP
18 4 MAYIS 2012 CUMA Leonardo’dan Hegel’e Batı Düşünce Tarihi
Yine Bana Döneceksin
Ethica
Benedictus de Spinoza, Kabalc Yay nevi, Çev: Çi dem Dürü ken, 420 s. Nedim Gürsel, Do an Kitap, 284 s.
YENİ ÇIKANLAR
Hayalet Tugay
John Scalzi, thaki Yay nlar Çev: Cihan Karamanc , 336 s.
Yaklaşık 350 yıllık bir dönemde yaşamını düşüncelere adayan sanatçı, tarihçi, bilim insanı ve filozoflardan; bilimsel devrimden sanayi devrimine kadar nirengi noktalarını oluşturan devrimlerden söz eden kitap, günümüze kadar uzanan düşünce tarihinin temel taşlarını ele almakta. Kitabın yazarları, bu dönemin düşünce ustalarını, fikir mimarlarını zamanın politik ve sosyal bağlamı içerisinde değerlendirerek, Avrupa’ya ve buradan yayılarak tüm dünyaya yön veren düşünce ve tasarımlarının öykülerini anlatıyor. Ortaya çıkan insanlar, olaylar ve fikirlerle örülmüş ayrıntılı fakat bütünsel düşünce haritası, Batı düşünce sistemini ve bu sistem üzerinden günümüze uzanan süreçte oluşturulmuş kavram ve kurumları anlamayı açık ve anlaşılır bir hale dönüştürüyor.
İlk aşkın, ilk kadının coğrafyası Yunanistan... Ve olası bir savaşın eşiğinde Türk-Yunan ilişkileri. Anadolu’dan sarhoş bir gemi gibi Akdeniz’e açılan, hâlâ çözülmemiş sorunlarıyla Kıbrıs... Üç dinin paylaşamadığı Kudüs... Beyrut’tan Fas’a, Mayorka’dan Rodos’a, Korsika’dan Saraybosna’ya, Barselona’dan Paris’e, Berlin’den Moskova ve Rio’ya uzanan bir yolculuk güncesi... Nedim Gürsel bir roman tadında okunan bu kitabında gittiği her ülkeye kendini götüren değil, gittiği her yerde kendini bulan bir yazar portresi çiziyor. “Uzağın çağrısı”na adeta kulak kesilerek, bu çağrıya yanıt vererek, edebiyat ve tarihin izinde farklı diyarlara götürüyor bizleri; küreselleşen dünyamızla olduğu kadar kendi yazarlık serüveni ve anılarıyla da buluşturuyor.
Türkçeye ilk kez Latince özgün metinden çevrilen Batı Felsefesi’nin klasiği Spinoza’nın “Ethica”sı, ele aldığı “Tanrı, İnsan, Zihin, Beden, Akıl, Duygular, Özgürlük” gibi felsefi konulara matematiksel bir düşünme yöntemiyle ve mantık kuralları çerçevesinde yanıt arayan, zorlu, çarpıcı ve kışkırtıcı bir eserdir. Tanımlarla, açıklamalarla, önermelerle, önerme sonuçlarıyla, kanıtlamalarla ve notlarla örülü içeriği, insanın bu eseri çoğu felsefe kitabından ayrı bir rafa yerleştirmesini, zihninin en açık ve en berrak anında o raftan alıp okumaya başlamasını, hatta bütün kitabı bitirdikten sonra tekrar başa dönüp bu kez daha ayrıntılı bir bakış açısıyla okumasını gerektirir. Bu yüzden belki de ancak Spinoza’yla karşılıklı oturup konuşarak, tartışarak, dura dura, sindire sindire okununca kavranabilecektir. O vakit görülecektir ki, aslında “Ethica”nın o yoğun mantık örgüsü içine gizlediği tek bir hedefi vardır: insan aklını varlığın en üst bilgisine erişecek kıvama getirmek ve bu şekilde insana sonsuz bir mutluluk yaşatmak...
“Hayalet Tugay”, Koloni Savunma Güçlerinin Özel Kuvvetleridir. Bu seçkin askerler ölülerin DNA’sından yaratılır ve KSG’nin en zorlu operasyonlarına çıkacak mükemmel savaşçılar haline getirilir. Genç, hızlı, güçlü ve normal insan çekincelerinden bütünüyle yoksundurlar. Jared Dirac Boutin’in DNA’sından yaratılan bir süper insan cevapları temin edebilecek yegane kişidir. Jared’ın beyninin Boutin’e ait elektronik anılara erişebilmesi gerekmektedir, fakat anı nakli başarısız olunca Jared, Hayalet Tugay’a teslim edilir. Jared ilk başta mükemmel bir askerdir. Fakat Boutin’in anıları yavaş yavaş yüzeye çıktıkça Jared onun ihanetinin sebeplerini ve insanlığın düşmanlarının basit bir yenilgiden çok daha feci şeyler planladıklarını anlamaya başlar.
Paris, Ecekent
Aşka Veda
Devrimci Şiddet
Kopuk Zincir
Enis Batur, Remzi Kitabevi, 280 s.
Can Dündar, Can Yay nlar , 208 s.
Paris’i bir edebiyatçının gözünden tanımak için.. Modern Zamanlar, Baudelaire’den başlayarak, büyük şehrin aylâğı olma koşulunu neredeyse bir poetik duruş haline getirmiştir. Bulvarlar, meydanlar, köprüler, ara sokaklar gece gündüz yürüyen, avâre dolaşan, şehrin kesintisiz biçimde farkında kalan yerli ve yabancı âşıklarıyla donandı, bir buçuk yüzyıldır. O şehirlerin içi tıkabasa öyküler, dramlar, tutkular, taşkınlıklarla doluydu. Paris, XIX. yüzyıldan beri bu bağlamda öncülüğü üstlendi: Beş kıtadan sökün etmiş meraklılarıyla kendi mitolojisini büyüttü, benzersiz kıldı. Türkler, şehri Yirmisekiz Mehmet Efendi ile keşfetti. O gün bugün, her kuşak birkaç temsilcisiyle büyüyü tazeledi. Enis Batur, otuz yılı aşkın bir süredir ikinci şehri kabul ettiği Paris için bir içyolculuk kitabı kurarken, yanından geçmişin hayaletlerini eksik etmedi.
“Aşka Veda”, Can Dündar’ın aşka dair yazılarını bir araya getiriyor. Körkütük, sırılsıklam aşkları, özlemi, yalnızlığı, ayrılığı ve terk edilme acısını; “kâh içten içe kabaran kâh gürül gürül çağlayan o deli nehri,” anlatıyor. Siyasetten ve popüler kültürden kadın ve erkeklerin zaman içinde değişen yüzlerine bakıyor. “Söylenmemiş o iki sözcük yüzünden heba olup gitmiş” nesiller ile nihayet kavuşan ama mutsuz mu mutsuz olan günümüz gençliğini karşılaştırıp şiirini kaybeden zamane ilişkileri sorguluyor. Şehvet sevdadan soyunduğunda, Eros okunu kırdığında, piyasa duruma el koyduğunda aşkın nasıl can çekişmeye, körelip çirkinleşmeye başladığını sergiliyor. Aslında bir türlü veda edemediğimiz, her daim ihtimal dahilinde olan aşkı anlatıyor Can Dündar, “Aşka Veda’da. Ve olası bir sevda kuraklığı tehlikesine karşı, okurları uyarıyor...
Isabelle Sommier, leti im Yay nevi Çev: I k Ergüden, 149 s.
B. Mazlish, Jacob Bronowski, Say Yay nlar , Çev: Elvan Özkavruk Adan r, 696 s.
1960’ların ortalarından itibaren dünyanın birçok yerinde, eş zamanlı olarak, şiddete, yani silahlı mücadeleye yönelen toplumsal hareketler ortaya çıktı. Şiddet ve toplumsal hareketler uzmanı Isabelle Sommier burada özel olarak sanayileşmiş, kapitalist ve demokratik ülkeleri ve bu ülkelerdeki silahlı örgütleri ele alıyor: İtalya’da Kızıl Tugaylar (BR), Almanya’da Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF), Japonya’da Japon Kızıl Ordusu (ARJ), Fransa’da Doğrudan Eylem (AD), ABD’de Weather Underground Organization (WUO). Devrimci Şiddet böylece, demokrasi kültürünün en gelişmiş biçimde yaşandığı bu ülkelerdeki siyasi durumla, bugün var olan iletişim kanallarının sözünün bile edilemeyeceği o günlerde özellikle üniversite öğrencisi gençlerin, Japonya’dan ABD’ye, aynı anda ve hayatları pahasına toplumu kurtarmak için eyleme geçmeleri arasında da bir bağlantı kurmuş oluyor.
Orhan Koçak, Metis Yay nlar , 288 s. “Kopuk Zincir” Koçak’ın 1993-2011 yılları arasında şiir üzerine yazdığı 19 makaleyi bir araya getiriyor. Nâzım Hikmet, Melih Cevdet Anday, Oktay Rifat, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil, İlhan Berk, Ece Ayhan, Süreyya Berfe, Mehmet Taner, İzzet Yasar, Abdülkadir Budak, Enis Batur, Haydar Ergülen, Mahmut Temizyürek, Komet, Necmi Zekâ ve Bedirhan Toprak’ın şiirleri/kitapları vesilesiyle kaleme alınmış ve çeşitli dergilerde uzun bir zaman aralığında yayımlanmış bu yazılar, Orhan Koçak’ın eleştiri tarzının ayırt edici çizgilerini ve Türkçe modern şiirin estetik ve teorik çerçevesini göstermesi açısından son derece kıymetli bir kaynak.
Aydınlık KİTAP
YENİ ÇIKANLAR
Friedrich Engels'in Asi Gençliği
4 MAYIS 2012 CUMA
19
Filistin Komünist Partisi 1919-1948
Kara Keşiş
Tar k Dursun K., Yap Kredi Yay nlar , 328 s.
Musa Budeiri, Yordam Kitap, Çev: ükrü Alpagut, 352 s.
Anton Çehov, Everest Yay nlar Çev: Mehmet Özgül, 385 s.
Devrim orkestrasının ikinci kemanıydı Engels ve hayatı hep aynı melodiyi mırıldanmıştı. İsyanın ve değişimin melodisini. Engels, bir yandan sözcükleriyle isyan ve eşitliğin ideolojisini inşa ederken öte yandan da ifadenin önemini ortaya seren bir portre çiziyordu. Engels'in hayatının pek de bilinmeyen kısmıyla ilgili olan bu roman, Genç Engels'in ailesinin ait olduğu sınıftan kopuşunu ve bu kopuş sürecinde hakikatle tanışmasını anlatıyor. Romanı okurken bir yandan Engels'in ideolojik gelişimini anlayacak, öte yandan da Engels'in yaptığı seçimlerdeki tavrına ve karakterine farklı bir açıdan yaklaşma şansı bulacaksınız...
Ege kıyısındaki küçük bir kasaba. Acımasız, gözü doymak bilmez, azgın bir deniz. Ekmeklerini canları pahasına denizden çıkaran deniz tutkunu sünger avcıları ve gözleri denizde onları bekleyen kadınlar. “Denizin Kanı”, Türkiye'nin çok partili bir düzene geçtiği 1945 sonrasında, emeklerine sahip çıkmak isteyen sünger emekçilerinin kendilerine denizden daha acımasız davranan bir sünger ağasına karşı giriştikleri mücadelenin çarpıcı anlatımı. Roman konusu kadar yer yer mitolojik göndermeler ve şiirsel doğa betimleriyle beslenen üslubuyla da dikkat çekiyor.
Filistin Komünist Partisi tarihi, Filistinli Araplar ile Yahudi göçmenlerin sınıf dayanışması temelinde ortaya koydukları politik çabanın tarihidir. Bu kitap, bir parti tarihi olmanın ötesinde; Arap ve Yahudi komünistlerin İngiliz Mandası olan Filistin topraklarında yürüttüğü enternasyonalizm mücadelesini, tarihe not düşmektedir. Filistin tarihinin ihmal edilen ya da unutulan bir dönemi aydınlatılırken, aslında İsrail Devleti'nin nasıl yaratıldığı da anlatılmaktadır. Kitap hazırlanırken, İngiliz ve İsrail arşivlerindeki konuya ilişkin belgeler titizlikle incelenmiş, gazete ve dergiler taranmış ve hepsinden önemlisi, anlatılan olayların tanığı olmuş parti üyeleriyle yüz yüze yapılan görüşmelerden yararlanılmıştır. Filistin Solunun tarihi ile ilgilenenler için bir kaynak olan bu kitap, yazar Musa Budeiri'nin yeni bir giriş yazısı ile okurlara sunuluyor.
Everest Yayınları, edebiyat dünyasının tartışmasız en büyük isimlerinden biri olan Anton Çehov’un tüm yapıtlarını yayımlamaya devam ediyor. Mehmet Özgül’ün Rusça asıllarından yaptığı çevirileriyle kronolojik olarak yayımlanan Çehov kitaplığının yedinci cildi Kara Keşiş, 1893-1895 yılları arasında yazılmış 13 öyküyü kapsıyor. Yazar Kara Keşiş’te, kadın erkek hikâyeleri üzerinden giderek yaşam bunalımlarıyla boğuşan karakterlere eğiliyor. Üzerlerine çiğ damlaları düşmüş gür çiçeklerin boy attığı parkı, bahçeyi, saçaklı kökleriyle başı göklere eren çam ağaçlarını, çavdar tarlasını, geliştirdiği bilimi, gençliğini, cesaretini, sevinçlerini, güzelliğine doyamadığı yaşamı yardıma çağıracaktı... Halının üzerinde, yüzünün yanında oluşan kan birikintisini görüyor, bağırmak istediği halde duyduğu dermansızlık yüzünden bir şey söyleyemiyor, ama anlatılması zor, sınırsız bir mutluluk bütün bedenini dolduruyordu.
Lütfiye ve Komşusu
Beraber
Ölü Şehrin Radyosu
Güney Dinç, Cumhuriyet Kitaplar , 278 s.
Richard Sennett, Ayr nt Yay nlar , Çev: lkay Özküralpli, 352 s.
Roman, yeryüzünün kana boğulduğu II. Dünya Savaşı yıllarında, barışın egemen olduğu aydınlık ve duru bir kentte geçiyor: İngilizlerden kaçan bir İtalyan kruvazörünün İzmir Körfezi'ne sığınmasıyla başlayan romanda, biri Türk, diğeri Levanten iki komşu ailenin birbiriyle kesişen öyküleri anlatılıyor. Bir yanda, 20. yy.'ın başında Osmanlı'nın çöküşüyle birlikte Midilli Adası'ndan Anadolu'ya göçen ailelerin yeni yurtlarında Yunan egemenliğine girmelerinin yarattığı şaşkınlık, diğer yanda gizemli Doğu'nun ticari olanaklarının çekiciliğine kapılarak İzmir'e yerleşmiş bir Levanten ailenin anıları... Çanakkale'de şehit düşen Mülazımıevvel Nail Bey'in, eşi Lütfiye'ye gönderdiği tarihi belge niteliğindeki mektuplar... İtalyan kruvazörünün komünist makine subayı ile Levanten ailenin kızı arasındaki sevgi... Ve savaş sonrasında yaşanacak toplumsal ayrışmanın ilk belirtileri...
Bir üçleme olarak tasarlanan kitaplardan ilki “Zanaatkâr”dan sonra, ikinci kitap “Beraber”de Richard Sennett günümüzün son derece kabileci, yarışmacı ve benmerkezci dünyasında işbirliği yapmayı, ortaklaşmayı nasıl öğrenebileceğimizi sorguluyor. Irksal, etnik, dinsel ya da ekonomik olarak çok farklı insanlarla bir arada yaşamak bugünkü medeni toplumların karşısına dikilen en önemli sorunlardan biridir. Genel olarak bizim gibi olmayan insanlarla ilişkiye girmekten kaçarız ve modern politikalar bir kent politikasından çok bir kabile politikasına yakındar. Richard Sennett, görünenin ötesini düşünmeye kışkırtan bu kitabında, kabileciliğin, bencilliğin nedenleri üzerinde dururken, bu konuda neler yapılması gerektiğini de tartışıyor.
Walter Baumert, Agora Kitapl , Çev: Saliha Nazl Kaya, 592 s.
Denizin Kanı
enol Erdo an, Alt k rkbe Yay nlar , 128s. Bu kitabın yazarı, elinde olmayan nedenlerden dolayı militarist yaşamının bir bölümünü Kuzey Irak olarak adlandırılan bölgede, (Zaho, Zap vs.) mevkilerinde geçirmek zorunda kaldı. Geri kalanını ise bu coğrafyanın etekleri kadar yakın diğer benzer coğrafyalarda (Şemdinli, Çukurca vs gibi). Bu kitabın yazarı, bahsettiği dönemi yaşarken İsevi takvim 1997 tarihini gösteriyordu. Bu kitabın yazarı, 15 yıldır tarif edemediği hislerle yaşıyor ve bunlar en nihayetinde ne kadar ötelemeye çabalarsa çabalasın harflere evrilip cümlelere dönüştü. O aslında zihnine kaydettiği ve ne denli uğraşsa da silemediği görüntüleri parçalar halinde bir araya getirme denemesinde bulundu. Mevzu ettiği süreçte hiç not almadı, hiç yazı yazmadı, hiç fotograf çekmedi, hiç kayıt yapmadı. Ama beynine kim dokunabilirdi ki yaşadıkça...
AKP ve Yeni Rejim
Fatih Ya l , Tan Kitabevi Yay nlar , 362 s. Fatih Yaşlı'nın kitabı, AKP'nin ve yapmak istediklerinin ne olduğuna ilişkin 2011 sonrasında alevlenen bu tartışmaları bir anlamda öngören ve bu tartışmalara siyasi/kuramsal bir müdahalede bulunma çabasının ürünü olan yazılardan oluşuyor. Yaşlı, 2008 yılından bu yana çeşitli gazete, dergi ve haber sitelerinde kaleme aldığı yazılarında, "yeni rejim inşası" olarak adlandırdığı sürecin iç siyaset, ideolojiler alanı, dış politika, Kürt sorunu, Türkiye'de siyasi yaşamın farklı kanatları ve işçi sınıfı üzerindeki etkilerini ele alıyor. 2011 öncesi dönemi bir tür kurumlar arası çatışma ya da vesayetin tasfiyesi olarak gören yaklaşımlara yönelik erken bir eleştiri niteliği taşıyan bu yazılar, söz konusu sürecin adını kurumları kesen bir iç savaş olarak koyuyor.
Aydınlık KİTAP
20 4 MAYIS 2012 CUMA
Aydede Her Yerde Hacer Kılcıoğlu’nun Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan son kitabı Aydede Her Yerde, aynı gökyüzü altında yaşayan çocukların farklı öykülerini anlatıyor. Çinli Hong Chu’dan Mısırlı Muhammet’e, Mostarlı Mustafa’dan Gıprıslı Salih’e bütün çocukların ortak bir noktası var bu öykülerde: Aydede
İREM HALIÇ “Perşembeleri Çok Severim”, “Bugün Adım Kaktüs Benim”, “İzmir’de Üç Çocuktuk” gibi çocuk ve gençlik kitaplarıyla tanınan Hacer Kılcıoğlu’nun Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan son kitabı “Aydede Her Yerde”, aynı gökyüzü altında yaşayan çocukların farklı öykülerini anlatıyor. Çinli Hong Chu’dan Mısırlı Muhammet’e, Mostarlı Mustafa’dan Gıprıslı Salih’e bütün çocukların ortak bir noktası var bu öykülerde: Aydede İlk olarak bostan bekçiliği yapan Diyarbakırlı Fırat çıkıyor karşımıza.
OTURAN BO A’YA DERT YANMAK Gece yarısı bostanı beklerken kurtların ulumalarından korkup dedesinin anlattığı masalları hatırlayarak sakinleşmeye çalışıyor, iyi niyetli yılanlar, kurtlara karşı mücadele eden inekler. “Ah be” diyor Fırat “şimdi Diyarbakır’da değil de dayıoğlu gibi Amerikalarda olmak vardı”. Ardından hemen Amerikalardaki kuzen Derrin’den Fırat’a gelen mektubu okuyoruz. Onun hayatı Fırat’ınki kadar zor değil tabi. Peşi sıra Çinli Hong Chu’nun babaannesinin, ödev yapmamak için ağlamaya başlayan torununa verdiği öğütleri, mezar kazıcılığı yapan Mısırlı Muhammet’in korkularını, babası gibi gondol kullanabilmeyi isteyen İtalyan Massimo’nun turistlerle komik diyaloglarını okuyoruz. Kızılderili bir kız çocuğu olan Sıcak Gecenin Ayışığı’nın annesi de meğer Ayışığı’na kardeş getiriyormuş, çocukcağız annem hasta diye Oturan Boğa’ya dert yanıyor. Kitabın sonuna doğru-
tarihi bir karakter çıkıyor karşımıza. Talihsiz bir devirde doğan savaş mağduru Anne Frank. Aylardır çıkmadığı sığınakta Kitty adını verdiği günlüğüne şöyle yazıyor: “Sevgili arkadaşım Kitty, insanlar bir yandan savaş uçakları yapıyor, öte yandan hastaneler… Ama o savaş uçakları o hastaneleri bombalıyor. Bari hiçbirini yapmasalar. Hayat güzel, yaşamak güzel, insanlar güzel. Korku kötü, korkarak yaşamak çok çok kötü…” Jose ve Maria ile de tanıştıktan sonra yazar bir sürpriz hazırlamış. Bir nesli yetiştiren, yeni neslin ancak kayıtlardan izleyebileceği, özlediğimiz dedemiz Barış Manço’ya yer vermiş. 7’den 77’ye ekibiyle Atatürk’ün doğduğu evi ziyaret ediyorlar. Çocuklar televizyondan, Aydede de yukardan izliyor.
Çöp Plaza
Eğlenceli okumalar diliyoruz. (Aydede Her Yerde Hacer Kılcıoğlu Resimleyen: Reha Barış Günışığı Kitaplığı, s.143.)
Kılçık Uçurtma
Miyase Sertbarut, Tudem Yay nlar , 152 s. Çocuklarını her türlü tehlikeden koruyarak yapay fanuslar içinde büyüten Elit City sakinlerinin çocuklarının sağlıkları büyük tehdit altındadır. Bağışıklık sistemleri çökmeye başlayan çocuklar yüksek yaşam standartlarına rağmen bitkin ve hastadır. Bunun üstesinden gelebilmek içinse tek bir çare vardır: kan nakli. Peki ama kimlerin kanı bu hastalıklı çocukların derdine deva olacaktır? Elit City başhekimi ve çocuk kliniği şefinin yaptıkları adice bir planla gereken tedavi yöntemi bulunur. Çözüm iki kilometre yakınlarındaki Gülova Mahallesi'nde saklıdır ve bu tedaviyi uygulayabilmek için mahalle çocuklarının yardımına ihtiyaç vardır. Yiyecek yemeklerini bile çöpten çıkaran bir mahalle halkının çocuklarıyla böylesi bir tedavi yönteminin nasıl bir ilişkisi olabilir? Yasa dışı yollarla başlatılan bu tedavi ne şartlarda uygulanacaktır?
Zeugma'dan çıktı yola, Kılçık adlı bir uçurtma! Sudan çıkmış bir balık ne bilir ki? Uçurtma balığının bütün bildiği, Zeugma'ya gelenlerden duydukları ve Okeanos'un anlattıklarıyla sınırlıydı. Ne zaman ki Fırat'tan çıktı, gökyüzüne yükselip yeryüzüne bakmaya başladı, Kılçık Uçurtma oldu adı. Rüzgâr esti o gezdi. Gördüklerini seyir defterine kaydetti. Öğrenmek hoşuna gitti. Bilgi sahibi oldukça merakı eksileceğine arttı. Bütün yolculuklara aslında kendimizi tanımak için çıktığımızı işte böyle anladı...
Measle ve Kötü Büyücü
Balaban ile Şakrak
TE BAHÇE “İşte Ata’nın hayata ilk ıngaa’sını sunduğu, Ali Rıza Bey’le Zübeyde Hanım’ın yatak odası. Nenni neni neni bebek oy! İşte mutfak; bembeyaz işli perdeler, tertemiz kalaylanmış bakır kaplar. Ne kadar mütevazı bir yer. Domates biber patlıcaaaaan! İşte bahçe! Çocuk Ata’nın koşup durduğu, türlü çeşit oyunlar oynadığı bahçe. Ayrılık geldi başa katlanmak gerek Seni çok çok özledim arkadaşım eşşeeeeek Arkadaşım eş arkadaşım şek arkadaşım eşşeeeeeek…”
ÇOCUKLAR İÇİN
Handan Durgut, Can Çocuk, 208 s.
Arslan Sayman, Yap Kredi Yay nlar , 40 s. Ian Ogilvy, Epsilon Yay nlar , Çev: Buket Y lmaz, 208 s. Issız bir mahallede kimsenin yaşamadığı bir sokakta yalnızca bir evden zayıf bir ışık görünüyordu: Korkunç Tramplebone malikanesi! Burası, on buçuk yaşında, zayıflıktan kemikleri sayılan ve oldukça garip bir çocuğun, Measle'ın eviydi... Anne ve babasını yıllar önce kaybeden Measle, ona bakmakla yükümlü olan Basil'in koruması altındaydı ama macera dolu bu hikayede; başına ne geliyorsa hep bu adamın yüzünden geliyordu...
Her güne mutlulukla başlayan Marangoz Balaban bir sabah çok üzgün uyanır. Neden mi? Yapacak çok işi vardır. Prensese bir yatak, şaire masa, padişaha bir asa, çobana oturak, padişahın soytarısına bir kayı... Böyle uzayıp gitmektedir liste... Ama Balaban'ın elinde bir parça bile ağaç kalmamıştır... Doğayı çok seven Marangoz Balaban kara kara düşünmeye başlar, çünkü ormana gidip ağaç kesmek istememektedir. Derken gördüğü bir rüya sonrası ormanın karanlık bölgelerine doğru yola koyulur... Balaban ile Şakrak kitabına resimleriyle Cansu Kaykaç eşlik ediyor.
Aydınlık KİTAP
SAHAF
4 MAYIS 2012 CUMA
21
Yanıtsız kalan bir soru “Öyle sevimli bir bebekti ki… veya bana öyle gelirdi. Minicik yüzünde uursuz bir gülü hiç eksik olmazd . Açl n toklu unu bilmeden, oturdu u yerde büyüyordu. Hiçbirimizi tan m yordu bile.”
Bir annenin acısını tüm çıplaklığı ve samimiyetiyle yansıtan bir kitap “Neden?”. Yazarı, Türkan Uraz. 1976’da yayımlanmış, 80 sayfa… “Acı fakat gerçek” altbaşlığıyla yayımlanan kitap, ikinci oğlu Metin’in mongoloid, yani “geri zekalı” olduğunu öğrenen bir annenin yıllara yayılan acısını, sıkıntılarını, sonu gelmez mücadelesini anlatıyor. Öğretmenlik yapan, ilk oğlu Mehmet’in ısrarlı kardeş istekleri karşısında, ekonomik açıdan rahatlayınca eşiyle birlikte karar verip ikinci çocuğuna da hamile kalan, prematüre doğan çocuğu yaşatmak için elinden geleni yapan bir anne… “Oğluma mongoloid teşhisi koyan doktorun muayehanesinden elimde hiçbir işe yaramaz bir reçete ve gözlerimden pınar gibi yaşlar dökülerek ayrıldığım zaman yavrum 20 aylıktı” diyor Uraz. İlk “neden?” sorusunun yanıtı, kan uyuşmazlığı… sonrasında daha pek çok kez soruyor bu soruyu acılı anne. “Öyle sevimli bir bebekti ki… veya bana öyle gelirdi. Minicik yüzünde şuursuz bir gülüş hiç eksik olmazdı. Açlığını tokluğunu bilme-
ANADOLU’DAN KİTAPEVİ
Trabzon/ Ra Kitabevi
Kitap çeşitliliği ve rahat nefes almak için... ATALAY KARAÜÇ Trabzon Doğu Karadeniz'in en büyük şehri olup bünyesinde bulundurduğu doğal güzelliğini tarihi dokusuyla daha da etkili kılmıştır. Asırlara dayanan tarihi güzellikleri İpekyolu’nun önemli duraklarından biri olması Trabzon'da müthiş bir çeşitliliğe sebebiyet vermiştir. Anadolumuzun bu güzide ilinde gezerken yeşilin her rengini görmek, inanılmaz bir doğaya şahit olmak insanın ömrüne ömür katıyor. Ra Kitabevi birçok medeniyetin birikimini bünyesinde bulunduran Trabzon'da kitap çeşitliliği yaratmak ve Trabzon halkına istediği kitabı ulaştırmak için 2003 yılında
kurulmuştur. Kitabevlerinin gerektiği değeri bulamadığını düşünen RA kitabevi çalışanları ilk hedeflerinin kitaba gereken değerin verilmesini sağlamak olduğunu söylüyorlar. Kitabevi içerisinde okuma için ayrılan bir köşe de var. Okuyucunun nefes alabileceği, içeriğinde kendini bulabileceği kitaplarla daha rahat vakit geçirebilmesi için küçük okuma bölümleri yapılmış. Tüm kitabevi “kitapçılar, insanların ilgi alanlarını keşfetme yerleridir” felsefesinden esinlenerek raflar boyunca sizi içine sürükleyen bir şekilde dizayn edilmiş olup Trabzon'un tarihi dokusunu da bize hissetirecek güzellikte.
den, oturduğu yerde büyüyordu. Hiçbirimizi tanımıyordu bile.” Tüm yaşamı değişmiş Türkan Uraz’ın. Çevresinden yöneltilen “Hocaya okuttunuz mu?” türünden sorulardan, meraklı bakışlardan, oğluna ve kendisine sürekli acınmasından bunalmış. Bazı geceler kendisiyle ve tanrıyla konuşmuş: “Neden? Neden? Neden?” Bu sorunun yanıtını hiçbir zaman alamamış. Metin’in gelişimin anlatırken zihinsel özürlü çocukların ülkemizdeki durumunu da büyük bir gerçeklik içinde aktarıyor Uraz. İnsanların acımasızlığı, alaycılığı, korkusu vedevletin parmağını bile kıpırdatmaması, özel eğitim verecek kurumların olmayışı, her sayfada tokat gibi çarpıyor yüzümüze. “Oğlumun sokakta tek başına yürümesini istiyordum, yalnız gezmesini öğrenmeliydi. İlk önceleri onu bırakır, uzaktan izlerdim. Yalnız oldu-
ğunu sanan büyükler bile onunla eğlenir, alay ederlerdi. Bu insanlara çok kızdığım halde, yüzlerine gülerek bakardım. Benim bu davranışıma şaşırır, anası da geri zekalı mı acaba diye yüzüme hayretle bakarlardı.” Uzun yıllar uğraşarak yemek yemeyi, yüzmeyi vb. oğluna Türkan Uraz. Eşi ve ilk oğlu Mehmet’in yardımları dışında tümüyle tek başına. Ve Metin bir iki sözcük dışında hiç konuşamayan ama duyguları, insan sevgisi gelişmiş bir çocuk. Kendisine kötülük yapanlara bile “arkadaşım” diyor, annesinin onlara kızmamasını istiyor. Bir dramın ve çaresizliğin kitabı “Neden?”. “Anne sıkılıyorum, arkadaşım yok, okulum yok… Okulum olsa sıkılmam” demeye çalışan Metin’in dramı. Toplumumuzun da…
22
Aydınlık KİTAP
4 MAYIS 2012 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?
1
Dalmış olmalı, derinden bir zil sesiyle gözlerini açtı: sanki geceyi Sansaryan Hanı’ndaki hücresinde, “nezarette” geçirmişti; sabah, kulağına gelen, memurların “mesai zili”. Boğazı kurumuştu, dili tahta gibi; sakalları, diken diken uç vermiş. Nezarette falan olmadığını, mavi karartma külahıyla abajuru görür görmez saptayacaktı. Gecenin bir vaktinde, yatağında uyanmıştı.
2
Acaba kaç kişi Grenelle Köprüsünden atlayarak intihar etmiştir, güzelim Seine Nehrinin duygusuz sularına? Kuşkusuz hiç kimse. Paris’te Seine Nehri, çok umutsuzun cesedini sürüklemiştir. Ama Seine Nehrine, beyaz taşlı ve Napolyon zamanından kalma korkuluklar aşılarak atlanır, ölmek için. Köprülerden değil. Sinemaların yalancısıyız.
3
Seyirci kitlesinin bir bölümünü derinden etkilerken öfkeli bölümünü en çok isyana sürükleyen şey, belki de Rahibe Lorne’un bir söyleşi sırasında ileri sürdüğü görüşler oldu: “Marksist felsefe ve siyasanın ilerleyişi sınırlarda durmayacaktır. Gençlerimiz kapitalist-tüketici düzenden kaçarak Doğu Avrupa ülkelerine akacak, sığınma hakkı isteyeceklerdir. Biz bu günlere yetişeceğiz.”
a) Mine G. Saulnier / Ben, Siz ve
a) Italo Svevo / Hayat İşte
a) Rıfat Ilgaz / Karartma Geceleri
Köpekbalıkları
b) Paulo Coelho / Veronika Ölmek İstiyor
b) Vedat Türkali / Bir Gün Tek Başına
b) Stendhal / Kızıl ile Kara
c) Kemal Tahir / Esir Şehrin İnsanları
c) Charles Dickens / İki Şehrin Hikayesi
d) Selim İleri / Yaşarken ve Ölürken
d) Italo Calvino / Zor Sevdalar
d) Susanna Tamaro / Rüzgar Ne Diyor
e) Attila İlhan / O Karanlıkta Biz
e) Mehmet Yaşin / Uzakname
e) Shan Sa / Go Oyuncusu
Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(b)
BULMACA
Soldan sağa 1. Sanat ya am na on be ya nda ba lam , eski an tekni iyle modern dramatürjiyi ba ar yla birle tirmi ve dünya çap nda büyük üne kavu mu Yunanl opera ark c s - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) 2. Gelir sa layan mülk - Hitit - Yüz, çehre 3. “Carlos ...” (yönetmen) - Erkeklerin oynad bir kazak halk oyunu 4. “... Farrow” (aktris) - E lenmek için bakma, ho lanarak bakma - Beyaz ve siyah kar m bir renk 5. Ak l - Habe soylusu - Bitirme, tamamlama - Lantan’ n simgesi 6. Binek hayvanlar n n k llar n , derisini temizleme - Bir
2-(a)
3-(d)
tür da konutu türü - Yank , yans ma 7. Ölüm zaman - lgi eki - Ola anüstü yarat c gücü ve yetene i olan kimse, dahi 8. nan lan dü ünce, kanaat - Yar ya , yar kuru toprak 9. Rodyum’un simgesi - lahi bir güç taraf ndan gönderildi ine inan lan parlakl k - Yersiz ve gereksiz olarak çektirilen s k nt , eziyet, eza, cefa 10. “... ç karmak” (satrançta acemi oyuncuya kar vezirsiz oynamak) - Bir Azeri çalg s - Bir dilek art eki 11. Makine Kimya Endüstrisi (k sa) - ehir toplulu unun d nda ya ayan bir toplulu un yerle ti i yer - Melez, azma 12. simler - Halk n bütünü, kamu - Galyum’un simgesi 13. Bir haber ajans - Uygun bulma, tasdik - Güne
c) Muriel Spark / Sempozyum
Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…
biçiminde yap lan mücevher 14. Belgi, ni an - Bir i i, bir görevi yerine getirme Duman lekesi - Baya , s radan 15. Müslümanhk inan na göre k yamet günü bütün ölülerin toplanacaklar yer - Jean-Paul Sartre’ n 1942 tarihli bir oyunu Yukarıdan aşağıya 1. “RECA ZADE ... ... “Resimdeki yazar - Ak am yeme i 2. Beyaz - Hararet - Bir ac ünlemi - Çorak toprak 3. H rvatistan’da bir liman kenti - Yasaklama - Eski bir ba l k türü - Bir haber ajans 4. Seciye, karakter - “Jean ...” (17.yy klasik edebiyat okulunun önde gelen Frans z oyun yazar ) - Nokta ve çizgilerden olu an bir alfabe ve telgraf sistemi ve bu i aretleri almaya veya göndermeye yarayan alet 5. Özsu - nce halat 6. Koyun, keçi gibi hayvanlar n boynuna tak lan ç ng rak - Titreme - li kin 7. “O uz ...” (yazar) - Bir k demetinin ayr ld basit renklerden olu mu görüntü 8. Lityum’un simgesi - Bir haber ajans - Türk Mal (k sa) - Favori 9. Hükümdar - Kalça kemi i 10. Konya’da bir baraj - Emekliye ayr lma, emekli - Ard ç a ac n n meyvesi 11. Sezme yetene i - Cevap veremez duruma getirme Türk Standartlar Enstitüsü (k sa) 12. Geli igüzel k r lm ve iri taneli tah l - Betonun hammaddelerinden olan kum ve çak l 13. Ters, huysuz - “ yi” kar t - Hitit döneminde K z l rmak yöresinin ad 14. Bir tür tatl çörek - Mürekkep hokkalar na konulan ham ipek - Bir nota - Büyük erkek karde 15. Resimdeki yazara ait ilk realist roman m z ridyum’un simgesi
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ