.
KITA P Aydınlık
BU SAYIDA
40 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 529
8 Haziran 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 15 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Sarıhan: “Kurtuluş Savaşı Öyküleri”nin yazarı Zeki Sarıhan
“Halk katmanlarının çabasına vurgu yaptım”
Türkleri Anadolu’dan silme planı
Yaşamadan nefes alanlar
Komünist ama iyi adam!
Trajedik nostalji
Tek ve büyük Doğu’nun masalları
Aydınlık KİTAP İÇİNDEKİLER
3
SUNU
Haftanın Portresi: Jorge Luis Borges
s. 4
Yaşamadan nefes alanların dünyasına eleştirel bakış
s. 5
“Komünist ama iyi adam”
s. 6
Keyfin bedeli cehalettir
s. 7
Bir Dersim Hikayesi
s. 8
Kılıç ve Gezegen
s. 9
Karanfillerle yürüyen adam
s. 10
ZEKİ SARIHAN'DAN, RESMİ TARİHTEN DE İNKÂRCILIKTAN DA FARKLI BİR YAKLAŞIM: s. 12-13
“KURTULUŞ SAVAŞI ÖYKÜLERİ” Ateşin Ortasındaki Yengeç!
s. 15
Gericiliğe karşı “büyük koalisyon” çağrısı
s. 16
Çürümüş halde yaşarken ve ölürken
s. 17
Yeni Çıkanlar
8 HAZ RAN 2012 CUMA
s. 18-19
Çocuk
s. 20
Alıntı Test-Bulmaca
s. 21
Bir kültür şövalyesinin ardından...
Geçen 30 May s'ta 84 ya ndayken yitirdi imiz, yazar, çevirmen ve sinema tarihçisi Rekin Teksoy, ülkemizde say lar ne yaz k ki giderek azalan onurlu ve namuslu ayd nlar m zdan birisiydi. Son nefesine kadar bir kar nca titizli iyle çal may sürdüren (O lak Yay nlar için bir “Ansiklopedik Sinema Sözlü ü” haz rlam t ) Teksoy, ölümünün ard ndan genellikle vurguland gibi bir “ övalye”ydi. Bu ünvan , “Decameron” çevirisinin mükemmelli i nedeniyle, talya Cumhurba kan taraf ndan Kültür övalyesi ni an yla ödüllendirildi inde alm t . Bunun d nda da ya ama ve sanata kar tutumu nedeniyle tüm ya am n bir övalye gibi geçirmi ti. Saint Michel Frans z Lisesi'nin ard ndan .Ü Hukuk Fakültesi'ni bitiren, hukuk doktoras yapmak için Roma'ya giden ancak hukukun de il, sineman n yolundan yürümeyi tercih eden Teksoy, gerçek anlamda bugüne kadar Türkiye'de yaz lan ve yay mlanan en kapsaml sinema kitab olan “Rekin Teksoy'un Sinema Tarihi”nin (Kabalc Yay.) ve “Rekin Teksoy'un Türk Sinemas ” gibi temel ba vuru kaynaklar n n da yazar yd . “ lahi Komedya”dan Buzzatti, Pavese, Calvino yap tlar na; Machiavelli'nin “Prens”inden Pasoloni'den “Gramsci'nin Külleri”ne dek bir dizi önemli çeviriye de imza atan Rekin Teksoy, ölümünün ard ndan, onursal ba kan oldu u Sinema Yazarlar Derne i'nin (S YAD) aç klamas nda da vurguland üzere “entelektüel birikimi ve ayd nl k ki ili iyle hepimize örnek olu turmu , sineman n salt bir e lence arac olmad n , ama bununla birlikte bulutlar n üstünde yer alan yüksek ve eri ilmez bir sanat olarak da kabul edilemeyece ini srarla vurgulam , çal malar nda yedinci sanata sosyalist bir yorumla yakla man n örneklerini ortaya koymu tu. 20 Nisan tarihli 8. say m zda “Grimm Masallar ”n n Pinhan Yay nlar 'nca eksiksiz ve sansürsüz biçimde çevirilip yay mlanms dolay s yla yer verdi imiz tan t m yaz s nda bu masallar n Alman dili ve Alman kültürü aç s ndan oynad önemli role dikkat çekmi tik. “Hansel ile Gretel”, “Pamuk Prenses”, “K rm z Ba l kl K z” gibi yediden yetmi e herkesin dilindeki bu masal derlemesinin yay mlanmas n n 200. y l dolay s yla Türkiye'deki Goethe Ensititüleri, 2012 Grimm Y l Edebiyat Çeviri Yar mas düzenliyor. Son ba vuru 30 Haziran... Yar maya ba vurmak isteyenler di er ayr nt lar www.goethe.de/grimmceviri adresinden ö renebilir. Haftaya görü mek dile iyle...
ÖneriYorum 1.) Nutuk, M.K. Atatürk Tekrar tekrar okumamız gerekir. Onu yeterince tanıyamamışız... 2.) Samizdat, Soner Yalçın Sözümona Balyoz, Ergenekon gibi davaların gerçekte ne anlama geldiğini çok iyi anlatıyor. Bunların tamamen uydurmalardan yola çıkılarak hazırlanan davalar olduğunu çok iyi anlatmış Soner Yalçın. Binlerce klasörün, sayfalarca düzmece iddianamelerin özeti niteliğinde.
Suzan Aksoy
. KITA P Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Yasin Sarı
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
3.) İddianamem: Balyoz ve Gerçekler, Çetin Doğan 4.) Abdullah Öcalan'ı Nasıl Sorguladım, H. Atilla Uğur 5.) Sızıntı, Barış Pehlivan/ Barış Terkoğlu Bu üç kitabı da aynı sebepten öneriyorum. Türkiye'de olup bitenleri daha iyi anlamak için okunması gereken kitaplardır. Silivri'de yazılan kitaplar sayesinde gerçekler gün yüzüne çıkıyor...
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
Aydınlık KİTAP
8 HAZ RAN 2012 CUMA
KEREM ÇALI KAN'DAN, “ERMEN SOYKIRIMI” SÖYLEM ÜZER NE B R ÇALI MA: "100 YILIN RÖVAN I
HAFTANIN PORTRES
Jorge Luis Borges Türkleri Anadolu’dan (1899-1986)
“Zaman beni sürükleyen bir nehir; ama nehir benim. Beni parçalayan bir kaplan; ama kaplan benim. Beni tüketen bir ateş; ama ateş benim. Evren ne yazık ki gerçek… Ben ne yazık ki Borges’im” diyen, öykü ve deneme yazarı, şair ve çevirmen Jorge Luis Borges, 24 Ağustos 1899’da Arjantin’in başkenti Buenos Aires’te doğdu. Babaannesinin İngiliz olması nedeniyle, İspanyolca ve İngilizce konuşulan bir evde büyüdü. Çokkültürlülük ve çok küçük yaşta satranç paradoksları öğrenmiş olması tüm yaşamını ve yazarlık serüvenini etkiledi. Ayrıca öykülerinin çoğunda başat yerler edinen “bahçe” ve “kütüphane” gibi olgularla da çocukluk yıllarında tanıştı. Ailenin, Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden kısa süre önce Cenevre’ye taşınmasıyla, Borges’ın Fransızca, Almanca ve Latince öğrenmesinin de yolu açılmış oldu. Felsefi açıdan Schopenhauer'u, edebi açıdan Walt Whitman'ı keşfetmesi de bu döneme denk geldi. Savaştan sonra ailesiyle birlikte İspanya'ya taşındı ve yazar olmaya karar verdi. Yazarlıktaki pusulası “kuşkuculuk”tu. 1921'de gene ailesiyle birlikte Arjantin'e döndü, 1923'te ilk kitabı “Buenos Aires Tutkusu”nu çıkardı. Önceden yayımlanmış bazı hikâyelere yeni karakterler katmak ve yeniden boyutlandırmak şeklinde bir
edebiyat tarzı tutturan, 1955'te en büyük tutkusu olan kitaplarla dolu bir dünyada yaşamaya başlayıp Arjantin Ulusal Kütüphanesi Müdürlüğü'ne getirilen Borges, babasından miras kalan ileri derecede göz bozukluğuyla da bu sıralarda tanıştı ve sonunda kör oldu. “Körlük” onu, politik olarak da etkiledi ve Peron döneminde sıkıntılar çeken bir ailenin üyesi olmasına rağmen ülkesindeki faşist diktatörlük döneminde “hiçbir şey görmedi”, olan bitenden tek satır söz etmedi. 1961'de Samuel Beckett'le birlikte Uluslararası Yayımcılar Ödülü'nü kazanınca dünya çapında tanınırlık elde etti. “İnsanoğlu yıllar boyu bir boşluğu imgelerle, dağlarla, illerle, krallıklarla, körfezlerle, gemilerle, adalarla, balıklarla, odalarla, aletlerle, yıldızlarla, atlarla, insanlarla doldurur. Ölümünden az önce ise, usanmaz çizgi labirentinin kendi yüzünün imgesini oluşturduğunu anlar” diyen; Umberto Eco'nun “Gülün Adı”ndaki kör kütüphaneci karakterini oluştururken esinlendiği J. L. Borges, 14 Haziran 1986'da Cenevre'de kanser tedavisi görürken yaşama veda etti. Türkçeye çevrilen kitaplarının bazıları şöyledir: “Yolları Çatallanan Bahçe”, “Kum Kitabı”, “Alçaklığın Evrensel Tarihi”, “Atlas”, “Brodie Raporu”, “Düşler Varlıklar Kitabı”.
silme planı
ERKAN ILDIZ Caretta Yayınları, “100 Yılla Yüzleşme ‘Anlaşılır Tarih’ Dizisi” adı altında başlattığı yayımda, ilk olarak gazeteci Kerem Çalışkan’ın “100 Yılın Rövanşı” adlı önemli çalışmasını, yakın tarihe meraklı okuyucuların dikkatine sundu. Kerem Çalışkan kitabında, "Ermeni soykırımı" söylemi çerçevesinde kopartılan yaygaranın ardındaki gerçekleri sade bir dille, pek çok kaynağa dağılmış tarihi bilgileri başarıyla sentezleyerek, konunun anlaşılmasını kolaylaştıran bir kurguyla okuyucuya aktarıyor. Çalışkan, kitabın önsözünde, bu çalışmayı yapma nedenlerini şöyle açıklıyor: “2012 yılı, Balkan Savaşı ve Balkanlar'da Türk- Müslüman soykırımının 100. yıldönümü. 100 yıl önce, Osmanlı Türkleri 500 yıl hüküm sürdükleri ata topraklarından, Haçlı zihniyetine benzer bir vahşet ve düşmanlıkla 'kan ve dehşet' içinde atıldılar. 600 bin Türk ve Müslüman öldürüldü. 900 bini göçmen olarak İstanbul ve Anadolu'ya sığındı. Avrupa kılını kıpırdatmadı. Tam tersi 'Hıristiyan' milletlere destek verdi. Bu olaydan hemen sonra 1. Dünya Savaşı içinde 1915'te ünlü 'Ermeni tehciri' (sürgün) olayı yaşandı. Bu olay sırasında da 1 milyona yakın Ermeni, Anadolu topraklarını terk etti. Ermeniler 100 yıldır bu olayı 'Ermeni soykırımı' olarak niteliyor ve 500 bin ile 1 milyon arasında Ermeni'nin Türkler tarafından kasten soykırıma uğratıldığını öne sürüyorlar. Tüm bu olaylar 100 yıl sonra haklı olarak yoğun biçimde tartışılıyor. Daha da tartışılacak. Bu kitabın ana tezi şudur: 1915 Ermeni tehciri, 1912 Balkanlar'daki Türk ve Müslüman soykırımının Anadolu'da Rus Çarlığı ve Ermeni milliyetçileri tarafından tekrarlanmak istenmesinin bir sonucudur. 1912-1915 arasında sanılandan çok daha fazla bir neden-sonuç ilişkisi vardır. Bu kitap Ermeni tehcirine yol açan
olayların geniş bir panaromasını vermeye çalışıyor. Okuru, 'büyük fotoğrafı' görmeye çağırıyor. Olayın bir bütünlük içinde kavranmasına çaba harcıyor. Tarihi 'arka planı' gözler önüne seriyor. Çünkü Türkiye tarihinin hiçbir döneminde, olaylar ve tarih bu kadar çarpıtılmadı, bu kadar siyasi malzeme yapılmadı (...) Üstelik tıpkı 100 yıl öncesindeki gibi 'Büyük Devletler' bölgemizi, Kafkaslar ve Ortadoğu'yu yeniden dizayn etme çabasındadır. Türkiye yine tıpkı 100 yıl önceki gibi tüm bu hesap ve planların odak noktasındadır. Eğer gelecekte Türkiye üzerine oynanan oyunları ve yapılan hesapları daha iyi anlamak istiyorsak, yani yarınımızı kendimiz şekillendirmek istiyorsak, tarihimizi dahi iyi bilmek zorundayız. Kısacası: Tarih artık yarındır!” Kerem Çalışkan kitabında, konuya ilişkin bilgileri üç ana eksen etrafında anlatıyor: Ermeni meselesini kullanan emperyalist politikaların özü, bu politikaların uzantısı olarak Türk ve Ermenilere karşı uygulanan kırım ve tehcir. 1912 Balkan Savaşı ile başlayan ve 1922'de Anadolu'da Kurtuluş Savaşı'nın başarısıyla noktalanan 10 yıllık dönemin, Avrupa ve Anadolu' da Osmanlı çökerken, Türk milletini ve varlığını tümüyle “yok etme” planları ve hesapları etrafında yaşandığını vurgulayan Çalışkan, Balkanlar'daki “TürkMüslüman soykırımının” bu çerçevede Rusya ve Batı desteğinde Balkanlar'daki farklı milliyetler tarafından başarıyla uygulandığının altını çiziyor ve “Tarihiyle yüzleşmek isteyenler önce bu olguyu tespit etmek zorundadır”lar diyor. (100 Yılın Rövanşı, Kerem Çalışkan, Caretta Yay., 142 s.)
Kerem Çal kan
Aydınlık KİTAP
Yaşamadan nefes alanların dünyasına eleştirel bir bakış
MELİS YALÇIN melisyalcin89@hotmail.com “Alexandre Eiffel 38 yaşında, Paris’te yaşayan, Finlandiyalı güzel bir kadınla evli, büyük bir işyeri sahibidir. Günün birinde, aniden, yetişkin biri olduğunu, bir zamanki küçük Alexandre’dan kendisinde artık eser kalmadığını hissederek dehşete düşer. Dahası, yetişkinlerin monoton, ölgün, yalancı dünyasında yaşadığı kafasına dank eder. Küçükken kendisine Küçük Vahşi dediklerini hatırlayıp hayatın ve neşenin damarlarında aktığı, her zaman sürprizler peşinde koşan, delişmen, dikkatsiz, hayalperest çocuğun, yani Küçük Vahşi’nin bir zamanlar sürdüğü hayata dönmeye karar verir.”* Alexandre Jardin’in Nil Çayan tarafından dilimize çevrilen ve Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan “Küçük Vahşi” adlı kitabı, arka kapağında da kısaca bahsedildiği gibi, modern yaşamın tekdüzeliğinden sıyrılamayan, yazarın kelimeleriyle “yaşamadan nefes alan” yetişkinlerin korkularını büyüteç altına alıyor. Jardin bu romanında, Fransa’nın sembollü haline gelen Eyfel Kulesi'ni tasarlayan ve Amerika Birleşik Devletleri’nin simgesi olan New York’taki Özgürlük Anıtı’nın armatürünü yapan Gustave Eiffel’in torunu Alexandre Eiffel’i hikâyenin merkezine alıyor. Ve dedesinden daha muhafazakâr bir hayat seçmiş olan Eiffel’in yaşadığı “yetişkin” hayatından sıkılıp deli dolu çocukluk günlerine ve tabi ki çocukluk aşkına dönme hikâyesini anlatıyor. “Bir gün dehşet içinde artık yetişkin bir insan, otuz sekiz yaşında bir budala olduğumun farkına vardım. Çocukluğum içimde yaşamıyordu artık. Uzun zamandır hiçbir şey bende isyan duygusu uyandırmıyordu. Eskiden damarlarımda dolaşmakta olan hayat ve neşe uçup gitmişti. Artık sürprizsiz bir adam olarak, yerleşik bir konumdan zevk almadan faydalanıyor, neredeyse hiç çiftleşmiyor ve yüzümde sönük bir ifade taşıyordum.
Delişmen, dikkatsiz ve hayalci, herkesin ‘Küçük Vahşi’ diye çağırdığı küçük çocuğa hiç de layık olmayan evcilleştirilmiş koca görüntüsü altında utanmadan yan gelip yatıyordum.” Alexandre Jardin’i belki, büyüdüğü evi anlattığı eğlenceli romanı “Jardinlerin Romanı”ndan bilirsiniz. Ancak onu esas meşhur eden üçüncü romanı, yirmi bir dile çevrilmiş ve Jardin’e yirmi beş yaşında "dünya dillerine çevrilen en genç yazar" unvanını kazandırmış olan “FanFan”dır. Kitaplarını okumadıysanız bile, gösterim tarihi 1993 olan, kendisinin yönettiği ve kitabıyla aynı ismi taşıyan “FanFan”ı duymuşsunuzdur bir yerlerde. Başrollerini Sophie Marceau ve Vincent Perez’in oynadığı film, aşka yeni bir bakış açısı getirmeyi hedeflemiş gibi görünüyor. “Ama yaşamın bir parçasıdır kötülük de, tehlike de; onunla yüz yüze gelmezse insan, omurgasızlar sınıfına girer. Aşk, başarısız olma tehlikesini de zorunlu kılar. Her şeyin bedeli vardır.” “Aşkı korumaya çalışan bir erkeği ve aşkı bulmaya çalışan bir kızı anlatan FanFan, kişiyi kendi dünyasında bir seyahate çıkartıyor. Esas oğlan yani Alexandre (Vincent Perez) ve âşık olduğu kız Fanfan (Sophie Marceau) arasında geçiyor film. Alexandre Fanfan’a âşık olur ve bunu da evlilik arifesinde yapması işleri kızıştırır. Bir yanda Alexandre’nin evleneceği kadın ve bir yanda Fanfan. Aslında çocuk her şeyi elinin tersiyle iter ve kıza sahip olabilir ama bakış açısı cinsel değil tamamen duygusaldır. Kendine söz verir. Hayatının sonuna kadar flört edecektir ve asla kızı öpmeyecektir. Böylelikle aşkın gündelik sorumluklarından kurtulacak ve kendilerini tüketmesini önleyecektir fakat ortada bir sorun vardır. Kız buna dayanabilecek midir?”** *Kitabın arka kapağından alınmıştır. **Filmin internetteki tanıtım metninden alınmıştır. (Küçük Vahşi, Alexandre Jardin, Yapı Kredi Yayınları, Çev. Nil Çayan, 200 s.)
6
8 HAZ RAN 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
“Komünist ama iyi adam” Murat HATUNOĞLU murathatunoglu@yahoo.com Türkiye’de İncil’den söz açıldığında vazgeçilmez birkaç cümle duyulur: “Aslında İncil de Allah’ın kitabı, ama tahrif edildi, değiştirildi. Zaten bir sürü İncil var. Adamlar yeniden yazıyorlar...” Şayet ortamda soru sorma yetisini kaybetmemiş bir insan varsa, o da bir soru sorar: “Peki ya Kur’an?” Ve cevabı -büyük ihtimalle“Kur’an Allah tarafından korunuyor.” olur, konu İslam üzerinden, -daha doğrusu- İslam’ın klişeleri üzerinden devam eder. Çokça kez böylesi konuşmalara şahit olmuşumdur. Dinler tarihi adına sahip oldukları bilgi, “Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi” derslerinde verilen “bazı dinlere İslam’ın bir mezhebinden göz ucuyla bir bakış” eğitiminden öte olmayan insanlar ortaya dinler adına birtakım keskin laflar koyar, sohbet genelde hemfikir olunarak sürer ve konular, “İslam sonuncu ve en mükemmel din” noktasında sona erer. Gençler arasındaki din konuşmalarının çoğunun -birtakım cemaat ya da tarikatlara mensup değillerse eğer- alkol alınan ortamlarda, yarı vicdan azabıyla yapıldığı da malumdur. Cehaletin, aczin ve bağnazlığın harmanlandığı bu ucu kapalı sohbetler, birisinin, “aman, bu konular da hep içerken konuşulur” diyerek yarı mahcup gülümseyişiyle son bulur. Acaba İncil sahiden de Allah kelamı mıdır, üzerinde oynanmış mıdır ya da zaten Allah’ın değil, adamın kelamı mıdır? Bu sorularının cevabı, İncil’e yönelik herhangi bir ansiklopedik bilginin ilk satırlarında yazılıdır: İncil, -kaynağı tartışmalı olmakla birlikte- insan yazmasıdır. Ve yorumları, daha doğrusu, yorum farkları ortalığı tarih boyu karıştırmış, hem Hıristiyanların hem de Hıristiyan olmayanların hayatlarını kana bulamıştır. Ortalığın karışıklığı yetmezmiş gibi, adamın biri, hem de komünist adamın biri, hatta hem komünist hem ateist adamın biri çıktı, yeni bir İncil yazdı. Gerçi, kipi kişisi tipik bir din kitabı gibi karmaşık olsa da, formatı diğer İncil’lerden farklıydı. O doğrudan İsa’nın hayatını konu aldı, insan olan İsa’nın. Ve işleri gerçekten çok karıştırdı.
EDEB YATIN KURMACA YAKASI Bahsettiğimiz adam, Portekizli yazar José Saramago. Portekizce dışındaki dünyanın çok geç tanıdığı, O’na yetmiş altı yaşındayken bir Nobel Edebiyat Ödülü ve iki uçlu görüşler sunduğu José Saramago. Elbette Nobel’in ve iki uçlu görüşlerin öncesinde yatıyor asıl cevher. Yaşamına 1922 Portekiz’inde bir kasabada fakirlik içinde başlayan yazar, tahsilini üniversiteye kadar devam ettirdi, ama üniversite eğitimini tamamlayamadı, zira metal işçiliğiyle üniversite hayatı birbirini tamamlayamadı. Ama o kaynak atölyesinde çalışırken bile yazmaktan geri durmadı, ilk romanı “Günah Ülkesi”(“Terra do Pecado”) daha yirmi beş yaşındayken yayımlandı. Bu sayede hayatı atölyeden yazıhaneye taşınmaya başladı. Yaklaşık yirmi yıl gazetecilik yapan Saramago, genelde edebiyatın kurmaca yakasında yer aldı. Kurmacalarının gerçekliğe olan bağı fevkalade kuvvetliydi ve bu bağ birçok insanı tutunduracak düğümlerle bezeliydi. Mesela; “Manastır Güncesi” ya da orijinal
adıyla “Memorial do Convento”, sol kolunu savaşta kaybeden Baltasar ile gözleri sıradan insanların göremediği derinlikleri görebilen, annesi cadı diye engizisyon tarafından yakılan Blimunda’nın aşkından bahsederken, aslında engizisyonu, örgütlü din ile birey arasındaki çekişmeyi anlatıyordu. 1995'te yayımlanan “Körlük” (“Ensaio Sobre a Cegueira”) de kurmacadaki gerçeği serdi halkların önüne. Halkların diyoruz, zira kitapları yirmiden fazla dile çevrildi yazarın. İnsandan insana bulaşan bir körlük salgınının karantinayla ya da başka bir yöntemle durdurulamayışını ve herkesin kör olmaya başlayışını anlattı “Körlük”te, ama kör olmayan bir karakter yaratmayı ve mecazını onunla doldurmayı da bırakmadı. Tahmin edilebileceği üzere, bu körlük, vahşi sistemin yarattığı körlüktü. Nobel alışının üç yıl öncesinde çıkan kitap, en bilindik eseri oldu yazarın. Bir de filmi çekildi, Fernando Meirelles yönetmenliğiyle. Galasında Saramago’nun gözyaşlarını dökecek kadar gerçekti film. Eserlerinde vahşi düzenden bahsettiği gibi, o düzenin besleyicisi olan ve neredeyse külliyatı yalanlarla dolan bir alandan, dinden de söz etmekten uzak durmadı. Hatta dine dokunan kitapları sansürlenmesine, engellenmesine ve ülkesini terk etmesine bile yol açtı. Bazen de iyice garipleşiyordu ona yö-
neltilen “eleştiriler”. Mesela; Vatikan, resmi yayın organı L'Osservatore Romano gazetesinde, “Haçlı Seferleri veya engizisyon düşüncesi bile uykularının kaçmasına neden olan Saramago, kültürel ve dinsel kıyımları, 'temizlik' girişimlerini görmezlikten gelmeyi yeğlemişti” diyordu Saramago için, Saramago’nun ölümünden sonra. Aynı yazıda şu sözlere de yer veriliyordu: “Saramago din karşıtlığının akıl hocalarındandı. O, hiçbir metafizik inancı kabullenmeyen, hayatının son anına dek tarihsel materyalizme, bir başka deyişle Marksizme inatla bel bağlamış bir insandı'.”
SRA L’ DE KIZDIRDI Gerçi, Saramago’ya koyu Katolikler açısından bakıldığında çok da şaşırmamak gerek, zira, "İncil'i okuyan, inancını kaybeder. Katoliklerin çoğunun bu kalın kitabı okuduğunu sanmıyorum" diyebilen bir adamdı Saramago. Sadece bu da değil, “Kabil” (“Caim”) adlı yapıtında, İncil'in tanrısını kötücül ve kinli bir tanrı olarak anlatmış, bazı çevreleri çok kızdırmıştı. Sadece Katoliklerle değildi Saramago’nun derdi, Filistinlilere uygulanan ambargoyu Auschwitz-Birkenau’ya, yani Nazi Almanyası tarafından II. Dünya Savaşı döneminde kurulmuş en büyük toplama, zorunlu çalışma ve imha kampına benzetecek kadar karşısındaydı İsrail’in de. Düşünün işte, böyle bir adamın yazdığı İncil nasıl olur. Tahminden hiç de
uzaklaşılmadığı üzere, son derece ilginç, eleştirel ve ironi dolu bir kitap, “İsa’ya Göre İncil”. Okumaya başlar başlamaz, seksi bir Mecdelli Meryem betimiyle hafif şaşırtan roman, ikinci bölümde İsa’nın annesi olan Meryem ile Yusuf’un cinsel ilişkiye girişini anlatmasıyla okuyucu şoka uğratıyor. Yıllarca, “Meryem Ana“ ya da “Bakire Meryem” şeklinde anılan bir hanımı farklı bir yaklaşımdan okumak okuru başta karmaşık duygulara itse de, bu anlatı kısa sürede okurun tabularını -en azından okuma süreci için- yıkıyor. Ve okur kendini nokta, virgül ve kesme işaretinden başka noktalama imi olmayan bu kitabın kaygan zeminine bırakıyor. Kitabın zemini kaygan; zira noktalama işaretsizliği, eylemlerdeki kip-kişi değişimi, diyalogların belirgince ayrılmayışı durumu ile birleşen yazarın ince ince ettiği alaylar, derinlere döşediği ironiler okuru çabucak düşürebiliyor. Tabii üsluba alışma süreci tamamlandığında bu kayganlık, koşar adım okumaya, okudukça hızlanmaya imkan veriyor. Kitabın kurguyla karılmış bilgileri halihazırda var olan bilgilerle çarpıştıkça artıyor merak. Ama, uyarmadan geçmeyelim; Hıristiyanlık tarihine dair azdan biraz fazla bilgi gerektiriyor kitap, yoksa kitabın attığı zihin yumrukları yumuşayıveriyor. Hıristiyanlık’ı çok bilenlerin de, kitabı okurken bazı bildiklerini unutması gerekiyor, yoksa kafa kavgası okunurluğu öldürebiliyor. Velhasıl, İsa’ya inanan da inanmayan da okumalı bu kitabı. Okumalı, okudukça fikirler çarpışmalı ve yeni fikirler, çarpışmadan çıkan filizler yeşertmeli dünyayı. Çarpışmadan. (İsa'ya Göre İncil, José Saramago, Kırmızı Kedi Yayınevi, Çev. E. Efe Çakmak, 388 s.)
Aydınlık KİTAP
ARA KABLO
Keyfin bedeli cehalettir SEYY T NEZ R
Egemen ideolojinin basıncını azaltmaya yönelik bir karşıdil oluşturmak, devrimci programın ana ilkelerinden biridir. Bunun en çarpıcı ve benzersiz örneğini oluşturan Türk dil devrimi, aynı zamanda tüm devrimci süreci üstlenen ve kalıcılaştıran bir olgudur. Oysa aynı dönemde Batı’da, faşizmin ideolojik saldırısına uğrayan dil, bütün bir 20. yy. boyunca insanı tarihsel köklerinden ve bilinçlenme ediminden koparma girişiminin tecavüzlerine uğratıldı. Deleuze, Sade’ın çağrısını 200 yıl sonra alarak, “aklın beden üzerindeki faşizmi”ni sona erdirme savaşını başlattığında, haz ilkesine dayalı postmodern ideolojik biçimlenmenin cehaletle sağlanan tüketim silahlarını da oluşturmaktaydı. Diyalektik aklın düşmanları, zorunlu ve duyusal bilgiyi içermekle yükümlü oluşunu yeterli bularak, onu, “vücudun özgürlüğü” adına, hurafenin buyruğuna veren Yeni Ortaçağ’ın taşlarını döşüyordu: Bu; zamanı tarihin ve geleceğin yüklerinden kurtararak an’a kilitlemek üzere, aklın uzağında, bildirisini tam da Orhan Veli’nin üç dizelik şiirinde bulan, cehaletle örülü bir yaşam anlayışını egemen kılmakla olanaklıydı: Düşünme Arzu et sade; Bak, böcekler de öyle yapıyor. Bedeni hurafeyle tutsak alan bağnazlığın yerini bu kez aklı bedenden koparan ve arzuyu çıkardığı kafese aklı tıkan bir anlayışın savunulması alıyor. Böylece sanat da tarihsel işlevinin dışına düşerek boşalma aracı olmaya indirgeniyor. Oysa teşbihte hata olmaz koyutuna sığınarak kaba bir benzetmeyle söyleyecek olursak, vücuttaki mikropları, fazla yağ ve kiloları terlemeyle atarak sağlıklı yaşama kavuşmada spor neyse, Aristocu sanat anlayışına göre, ruhsal çirkinliklerden, zihinsel çirkinlik ve atıklardan arınma, gövdeyle akıl arasındaki diyalektik tümlüğü yönünde sanat da odur.
SANAT HAZ LKES NE ND RGENEMEZ Sanat ister arınma, ister büyü ya da aydınlanma, isterse dönüşüm yöntemine yaslansın, her türlü süreçte asla keyif ve haz ilkesine indirgenemeyecek bir duyular ve akıl bileşkesi, cehaleti pompalamaktan kaçınması gereDevrimci ken bir etkinlik biçimidir. dünya görü ü, Kapitalist tekellerin sözcüklerin elinde her türlü teknoanlam na s k s k ya lojik donanım, cehaleti keyif içinde koyulaşsahip ç kmak, onlarda tırma, insanı birörnek zamanla olu acak ses içgüdüsel kalıplara ve anlam esnemelerini, kendi seçimiyle ve özgeni leme ya da gürlük adına sığdırma almay ideolojik dar amacının araçlarıdır. içeri iyle kavramak Nasıl ki işçi, işgücünü satmak üzere serflikten özgürzorundad r leşirken, tüm emeği ve yaşam biçimiyle kendinin sermaye köleliğini oluşturan süreci yaratırsa, aklın egemenliğinden kaçarken de haz ilkesine ve keyif tutkusuna boyun eğdikçe, bilgisizliğe, akıldışı olana, içgüdülere yenik düşer. Elbette böylece egemen ideolojinin parçası ve egemen sınıfın rızaya dayalı kölesi olur.
MAYANIN TUTMASINDA ISRAR ETMEK Postmodern edebiyat ve felsefe, “kelimeler ve şeyler” arasındaki ilişkide özellikle geniş bir boş alan bırakarak, bu alanı gerçekliğin geçici ve belirsiz olduğu yalanlarıyla doldurur, sözcüğü kendi başına varlık olarak alır, sonra da ona boyun eğmekten kurtuluş niyetine sözcüğü yerleşik anlamından uğratarak, önce dile, ardından iletişim ihtiyacımıza karşı güvensizlik yaratır. Bu nedenle, devrimci dünya görüşü, sözcüklerin anlamına sıkı sıkıya sahip çıkmak, onlarda zamanla oluşacak ses ve anlam esnemelerini, genişleme ya da daralmayı ideolojik içeriğiyle kavramak zorundadır. Şimdi bu çerçevede ortaya çıkan sonucu nokta hedefiyle sınırlı bir dar alana yönelerek vurgulayabiliriz elbette: Hazla gezilen bir resim sergisi, doyurucu bir dinleti, “keyif alarak izlenmesi zete.com gereken bir oyun” ya da film önerisi getiren sanat değerlendirme seyyitnezir@aydinlikga yazıları yerine, insanda trajedisini yaşama ve aydınlanma coşkusu, dönüşüm umudu ve estetik beğeniyle yüklü bir eylemlilik isteği uyandıran, okuru silkeleyen yazıların daha anlamlı ve işlevsel olacağı açıktır.
8
Aydınlık KİTAP
8 HAZ RAN 2012 CUMA
Bir Dersim Hikâyesi (ya da trajedik nostalji) CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com
NOSTALJ : GERÇEKTEN GEÇM E KAÇI Nostalji, geçmişe öykünmek, yönelmektir. Kökenini Yunanca nostos ve algos sözcüklerinin birleşmesinde buluyoruz. Nostos ''yuvaya dönüş'' anlamına gelirken, algos ise acı, ağrı anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, nostalji, geçmişten, yuvadan uzakta kalanın çektiği acı anlamına gelmektedir. Yaşadığı güne tutunamayan ve geleceğe dair umudunu yitiren kişi geçmişi, geldiği yeri bir ideal olarak kurgular. Bu bir kurgulamadır. Geçmiş sadece anımsanmaz, betimlenmez ama bunlardan daha da fazla geçmiş yeniden ve yeniden ideal bir dünya olarak kurgulanır.
NOSTALJ , ROMANT K VE SEÇ C D R Kıta Avrupa felsefesine, Marksizme, psikanalize karşı tutum alan Karl Popper dahi bilimselliğe ilişkin bir makalesinde bilimin, gözlemle sınanmak üzere, bir idea (bir düşünce) ile bir hipotezle başladığını işler. Seçilecek düşünce ya da hipotez bir yana, Popper'ın öğrencilerine vurguladığı gibi, ''gözle!'' buyruğu alan bir öğrencinin ilk soracağı şey: ''neyi'' olurdu. Bırakalım bilim yapmayı, algılayan, gören ve eyleyen herhangi bir insan, John Berger'in ''Görme Biçimleri'' adlı eserinde ortaya koyduğu gibi, yaşadıklarının, dünya görüşünün, beklentilerinin bir sonucu olarak gerçekliği almada seçicidir. Geçmişe dair bir anı yazma ya da anılardan bir tarih kurma girişimi de benzer şekilde seçici olacaktır. Romantik bir eğilim ise geçmişten kırptığı, dahası bugünkü duruşu nedeniyle büktüğü, anılarla idealize edilmiş bir tarih, bir geçmiş yaratacaktır. Buna paralel olarak da kendi kahramanlarını, kendi acılarını, kendi zaferlerini gizlenmiş bir tarihi açığa çıkarırmışcasına serimleyecektir. Nostaljik tavırla, bugünden bakıldığında ''seçilen'' anılar biraraya getirilir ve bugünün (bugünün karanlığının) zıddı bir geçmiş yaratılır. Geçmişin, bu yeniden yaradılışı romantizmdir. Kurgulanan tarih ve imgeler ''eski iyi günleri'', ''silahın icat olmadığı mertliğin bozulmadığı'' geçmişi, feodal kahramanları yüceltir, gerçek olmayan bireyleri birer efendi kılar. Gerçek insanları ise önem-
sizleştirir. İstenilenin tam tersine ulaşılır. Geçmişte katledilen insanlara ağıt yakmak isteyenler onları bir Hollywood filmindeki gibi ölen figüranlara indirger. Kamera, ölü figüranlar tarlasının üstünde yükselen bir feodal ''kahraman''a odaklanır. Feodal kahramanla özdeşlik kuran modern insan kendisini yeniden yaratır.
'' ÖVALYEL N D YARI'' DERS M
dur. Bütün bunlar Murathan Mungan'ın önsözünde farklı sözcüklerle dile getirilmektedir: ''Anadolu, kanlı sahne. Onca uygarlığın kurulduğu, dağıldığı, el değiştirdiği; onca dilin, dinin, inancın, kültürün yaşadığı, çatıştığı, iç içe geçtiği zorlu bir coğrafya burası'' diyen Murathan Mungan kültürel çoğulculuğu savunurken nedense bu kadar çok kültürün varlığının ve iç içe geçişlerinin sonuçlarıyla arasındaki bağı kurmaktan kaçınıyor. Dersim'in dökülen kanı gerçeklik alanından mitosların alanına sürükleniyor, ''katiller'' orada aranıyor.
Şair Kemal Burkay, Dersimle ilgili bir şiirinde, ''Bir uçtan bir uca Dersim hırçın ve güzel / Dersim, o benim şövalye ülkem'' diyor. Mertliğin, erdemin, kahra'' Y '' EDEB YAT VE HAK KAT manlığın kutsandığı bir çağ olarak feodal çağ ilgi çekici şüphesiz. Fakat bu Kitabın ana yönelimini ve kurgusunu dizelerde de nostaljiyi, feodale öykünanlattığı önsözde, Mungan, tarihsel-pomeyi, şövalyeliğe övgüyü görüyoruz. Bu litik alana girmektedir. Kitabın içeribir kınama değil, bir saptamadır. Şövalsinde gerçeklik öykülerden ziyade, yeliğin kanunu, metalden zırhı giymekMungan'ın bu yazısıyla bükülmektedir. tir. O zırh ise egemenlerin donudur. Hangi “an”ları seçip çıkardığı, Dersim Egemenlerin o donu nasıl giyebildikleri, harekatını, toplumsal bütünleşmeyi, nostaljik şairin gözünden kaçar, onun ulus-devlet inşasını, Ortaçağ ile hesapodaklandığı o donu giyenin kime laşmayı bir yana bırakıp hangi kılıç salladığıdır, kılıcı nasıl kurguya ulaştığı görülmekalabildiği değil. tedir. Sözü kendisine ''...Bugünden Bu yazının konusunu bırakalım: ''4 Mayıs bak ld nda doldurmasa da, ne1937'de başlatılıp ''seçilen'' an lar biraraya deni olan kitap 1939'da sona eren getirilir ve bugünün Metis Yayınları tave her ne kadar rafından basılan devlet tarafın(bugünün karanl n n) z dd bir dan adına ''Bir Dersim Hikageçmi yarat l r. Geçmi in, bu “Dersim Hayesi'' adlı öykü yeniden yarad l romantizmdir. iyi i ''esk rekatı” dense seçkisidir. Her eler img ve h tari n ana gul Kur de apaçık bir seçki gibi bu seçki günleri'', ''silah n icat olmad soykırım olan de erekseldir, domertli in bozulmad '' geçmi i, layısıyla bir ereği bu katliama , eltir feodal kahramanlar yüc vardır. Bu erek ilişkin son yılr bire i gerçek olmayan bireyler Dersim temalı öylarda sayıları gi nlar efendi k lar. Gerçek insa küleri toparlamak derek artan ise önemsizle tirir. değildir. Seçkiyi yapan biçimde belge, bilgi stenilenin tam tersine Murathan Mungan'ın gün yüzüne çıkmaya ula l r'' sunuşunda da belirttiği gibi başladı''. Dersim Hare''… elinizdeki (Bir Dersim Hikatını salt bir katliam olarak görmenin de ötesinde bir kâyesi) kitap 1938 Dersim katliamını soykırım olarak gören Mungan'ın bu ideksen alan, ''ortak bir tema üzerine çediasını, tarihsel-politik bir kanıtlama orşitlemeler'' diye nitelendirilebilecek öytaya koymadığından burada ele külerden oluşmaktadır''. Bu öyküler oluşturulan bu seçki için kaleme alınmış almayacağız, değinmekle yetiniyoruz. Mungan, komşusundan duyduğu ve Murathan Mungan tarafından belirli Dersim hikayesi ile okuyan herhangi bir bir sıraya dizilmiştir. Bu kitapta da Kemal Burkay'ın şiirin- insanın vicdanını titretecek evrensel bir den küçük bir alıntıyla verdiğimiz örnek- acıyı dile getiriyor. Acı, evrensel bir acıyı betimlese de gerçekliğin bir noktasından teki gibi ve yukarıda nostaljiye dair anlatılanlardaki gibi geçmişin yeniden bütün bir gerçekliği kurgulamaya yetmikurulması, geçmişten belirli anların büyor. Denebilir ki edebiyatın gerçekliği yütülmesi, bükülmesi (çarpıtılması yakalama, hakikati ortaya çıkarmak gibi değil) ve belirli bir sıra içerisinde yeni bir derdi yoktur. Fakat Mungan, yazdığı önsözde iyi edebiyatı tanımladığı böbir gerçekliğin yaratılması söz konusulümde bunun aksini söylüyor: “Edebiyat kin tazelemek için değil, hafıza tazelemek için yapılır. İyi edebiyat insanlara Murathan gerçekleri algılama, hakikatleri üstMungan lenme, sorumluluk alma, gerçeğe dayanma gücü kazandırmak ister.” Gerçekliğe bu denli bağlı olmayı hedefleyen edebiyatçının, hakikate uzanırken olayların doğduğu toplumsal-tarihsel koşullardan soyut acılara odaklanması şaşılası bir tutum. Faşist bir Nazi subayının infazından acı çeken çocuğuna odaklanan bir edebiyatçı antifaşist mücadele veren bir militanı zorba olarak gösterebileceği gibi bağımsızlık savaşı veren bir halkın acılarına odaklanan bir eseriyle de, dilerse, emperyalist kuvvet-
lerin haksız savaşını ortaya koyabilir. Her türlü yola açık olan bu tür seçimler hakikati bükebileceği gibi hakikati duyumsatmayı da başarabilir. Aslında bu çok yönlülüğü deneyimli öykücü Mungan da ortaya koyuyor: ''Amacı ne olursa olsun edebiyat bir yanıyla çok kişiseldir. Elinizdeki seçki varlığını benim o zaman dinlediğim bu ürpertici hikayeye borçludur bir bakıma''.
GERÇEKL K'TEN M TOS'A Gerçekten birden çok öyküden ''BİR'' hikaye yaratılmıştır. Kültürel çoğulculuğun ve post-modern tarih anlayışının kaçınamadığı bir ''TEK''liğin içine düştüğünü görüyoruz. Kitapta benimsenen yaklaşımın haklılığı ve hakikatle ilişkisi tarih bilimi ve Türkiye'nin yakın geleceği tarafından ortaya çıkarılacaktır. Buradaki amacımız Mungan'ın ortaya koyduğu ''seçki''nin ideolojik-politik varsayımını ortaya koymak ve nostaljik romantizmin ideolojik duruşunu betimlemektir. Gerçekliğin (gerçekleşen olayların) deneyimler (anılar) yoluyla yeniden kurgulanması sonucunda bir mitos oluşmuştur. Söz gelimi tarih içerisinde Dersim halkının ürettiği efsaneler (Pepuk Kuşu gibi) yeniden canlandırılıp, yeni bağlamlarda kurgulanmaktadır. Seyid Rıza, Düzgün Baba'yla birlikte kurgulanmakta, Pepuk Kuşu zulümden kaçan çocukların öykülerinde süs olarak kullanılırken (Pepuk Kuşu üzerinden acı çeken kardeşin ezgisi Dersim halkının ağıtlarıyla özdeşleştirilmektedir) efsaneden mitos üretilmekte, şövalyeler diyarı canlandırılmaktadır. Dersim'in demografik yapısı düşünülerek, Ermeni, Kürt, Zaza, Dımli, Türk ve diğer kavimlerin kardeşçe yaşadıkları savlanmaktadır. Dersim'in oluşumu, Dersim dağlarında kümelenen Alevi halkın tarihi, Dersim'den çıkamayışı, çapulla geçinmek zorunda kalışı unutulduğunda anlatılanlar efsanelerden mitoslar yaratmaya, çok kültürcülüğü savunmaya, devrimlere karşı tutum almaya, ortaçağ ilişkilerine övgüye ve mikromilliyetçiliklerin savunulmasına yol açmaktadır. Sanırız bu sonuçların birçoğu söz konusu öykülerin yazarlarının ve Murathan Mungan'ın da arzu edeceği sonuçlar değildir. Etnik kimliklerden bağımsız, tarihsel katılıklardan, kültürel baskılardan arınmış bir insancıllığa ulaşmak isteyenlerin olayların ortaya çıktığı gerçeğe duyarlı olmamaları insancıllıktan çok, etnikçiliğe, mikromilliyetçiliğe ve cemaatleşmeye hizmet etmektedir. (Bir Dersim Hikâyesi, Murathan Mungan, Metis Yayınları, 200 s.)
BABİL BALIĞI
Aydınlık KİTAP
8 HAZ RAN 2012 CUMA
9
KILIÇ VE GEZEGEN M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com
“Uygar insanlar, barbarlardan daha kabadırlar çünkü genel olarak, kafatasları parçalanmadan da kabalaşabileceklerinin farkındadırlar.” Robert E. Howard Her alanda olduğu gibi, gerek çağın getirdikleri, gerek başımızdan aşağı boca edilen reklâmlar, gerek üzerimize biçilip “işte bu giysiyi giyeceksiniz, itaat edin sevgili kuklalar,” denilerek giydirilen giysiler nedeniyle öykü dinleme ve öykü ihtiyaçlarımızda da bir takım değişiklikler oluşmuş ve oluşturulmuştur. Modern dünyanın öykü getirilerinde her ne kadar alt metin arayışları, doygunluk ve olgunluk gibi faktörler okurken yüzümü gülümsetse de her geçen yılla birlikte, öykülerin sunumunun yapılabileceği her sanat formunda (sinema, edebiyat, tiyatro hatta artık rahatlıkla bir sanat formu kabul edilebilecek olan bilgisayar oyunları) tek bir öğenin sürekli azalması rahatsız edicidir: “Macera Duygusu”. Sunum ve kullanım bakımından belki de metinleri basitleştirdiği, konuları iki boyuta indirgediği gerekçesiyle uzak durulmaya çalışılan ve bir türlü doygunluğuna ulaştırılamayan “macera duygusu”nun yitimi ile sanatçıların farkında olmadan yaptıkları şey, eserlerinin içinden “eğlence” faktörünü de söküp çıkarmalarıdır. Çocukluğunuzu hatırlayın. Köyde veya bir parkta dolaşırken sizi heyecanlandıran şeyleri düşünün. Tahtadan bir kılıç, ağaç gövdelerinden dev yaratıklar, bir yerden aşağı kayarken duyduğunuz heyecan… Elbette sonrasında yorgunlukla çimlere uzandığınızda gökyüzünü ve bulutları izlerken, her ne kadar naif çocuk düşünceleriyle de olsa dünya, yaşam ve çevre üstüne düşündükleriniz de anılarınızın lezzetli kısımlarıdır ancak bu tatlı sona sizi hazırlayan şey her zaman doyumuna ulaştığınız macera hissidir. Ya da küçükken dinlediğimiz masalları öyküleri hatırlayalım. Dikkatiniz ne zaman dağılacak olsa, ne zaman ki dev yaratıklarla sürdürülen savaşlar, kahramanlıklar ve epik öğeler devreye girerse öykü o zaman güzelleşmeye başlamaz mıydı? Macera duygusundan hızla kaçınılmaya çalışılan bir çağda, artık ölmekte olduğu Edgar Rice Burroughs
tarafından kaleme alınmaya devam edilmiştir, çizgi romanları hâlâ üretilmektedir. Bu başarısının ardında, yazarın “gerçek erkek özü” olduğunu iddia ettiği artık Conan’la tamamen bağdaşlaşmış karakteristik özelliklerin yanı sıra macera duygusunun yoğun şekilde tatmin edilmesi bulunur. R. E. Howard karakterlerini şöyle tanımlar, “Bakın, benim karakterlerim, gerçek erkeklerden daha çok erkek gibidirler. Sert ve kabadırlar, elleri ve göbekleri vardır. Nefret ederler ve ihtirasları vardır; uygarlığın kabuğunu kırın ve orada maymunu bulacaksınız, gürlerken ve suçunun üstünde.”
E LENMEK Ç N OKUYUN düşünülen bir bilim kurgu veya bilim fantezi türünden bahsedeceğim; “Gezegen Macerası” (Planetary Romance) veya bir başka şekilde tanımlamayla “Kılıç ve Gezegen” (Sword and Planet).
MACERA, KOLAY OKUNUR! Tür, temel olarak farklı bir gezegende ve çoğunlukla o gezegene tek başına, bir şekilde giden insan kahramanının maceralarını konu alır. Genel olarak gidilen gezegendeki futuristik ortama karşın insanoğlu ilkel haliyle (kılıç ve büyü çağıyla) temsil edilmektedir. Bu bakımdan bu tip romanların ve öykülerin, insanın temel dürtüleri karşısında uygarlığın basitliğini irdeleyen yarı-anarşist veya pre-anarşist bakış açılarını yansıttığı düşünülebilir. Kültürler, türler arası çatışmalar, hayatta kalma ve temel insani içgüdüler gibi konular, temelinde yatsa da yoğun şekilde anlatılan ve ele alınan şey maceranın kendisidir. Bu nedenle de kolay bir okuma sunar. Gezegen yaratımlarında zaman zaman Lovecraftianizm (yazar H. P. Lovecraft tarzı dünya kurgulama) öğelerine rastlanır. Yirminci yüzyılın başlarında H. Rider Hagard, T. Mundy gibi yazarlar bulunduğumuz dünyanın gizemli yerlerine yapılan serüvenleri kaleme alarak gerek türün gerek modern fantezinin oluşumuna katkıda bulunmuş olsa da türün ilk, farklı bir gezegende geçen net örneğini “Barsoom” serisiyle Edgar Rice Burroughs kaleme almıştır. 1920’lerde başlayan 1930’larda ise oldukça yaygınlaşan bilim kurgu ve fantastik kurgu öykücülüğüne yönelik dergilerle yepyeni bir pazara kavuşan tür, kısa sürede milyonlarca insanın ilgi odağı haline gelmiş fakat zaman geçtikçe azalan ilgi ve mevzubahis dergilerin de birer birer kapanmasıyla neredeyse tarihe karışmıştır ve ender örneklerle –ki çoğu zaman sinemayla- karşılaşılır. Tür, aynı zamanda “Uzay Operası” (Space
Opera) alt türünün de temelini oluşturur. Uzay Operasının en bilindik örneklemesi olan George Lucas’ın Yıldız Savaşları’nda ve Frank Herbert’in Dune’ünde bu izleri görmek (bkz. futuristik bir çağda kılıç savaşları, büyü ve maceranının farklı formlarla anlatılış biçimleri) mümkündür.
GERÇEK ERKEKLERDEN DAHA ERKEK “Kılıç ve Gezegen” veya “Gezegen Macerası” türünün kült isimlerine ve eserlerine gelirsek, bir kısmının farklı türleri de barındırdığı fakat yoğun olarak bahsi edilen türü işlediği gerçeğiyle, başlıca aklıma gelenler; Frank Herbert’in “Arrakis” (Dune serisi, Kabalcı Yayınları), Anne McCaffrey’in “Pern” serisi (İthaki Yayınları), Marion Zimmer Bradley’in “Darkover” kitapları, John Norman’dan “Gor” serisi, China Mieville’den “Embassytown”, Robert Silverberg’den “Majipoor” serisi, Edgar Rice Barroughs’un “Barsoom” serisi, R. Sherman Hoar’dan “Venus” serisi, Edmond Hamilton’dan “Stuart Merrick” serisi, Leigh Brackett’tan “Eric John Stark” serisi, C. S. Lewis’tan “Space” üçlemesi, Philip Jose Farmer’dan “Riverworld”, Kenneth Bulmer’dan “Dray Prescott” serisi sayılabilir. Yine aynı şekilde roman ve öykü dışında çizgi roman dünyası da yüzlerce (bkz. Buck Rogers, Adam Strange vb.) örneğe sahiptir. En nihayetinde MonoKL yayınlarından dilimize yeni tercüme edilen, Robert E. Howard’ın Almuric’i de türün önemli örneklerinden sayılır. R. E. Howard’ın edebiyattaki en büyük etkisi hiç şüphesiz yarattığı Conan karakteridir. Bilindiği üzere, çok az yazar dünya çapında yerleşik bir üne sahip bir karakteri yaratabilme başarısına sahip olmuştur. Ün olarak bakıldığında, en az Dracula, Sherlock Holmes, James Bond, Tarzan, Hercule Poirot’la yarışan Conan karakteri yazarın ölümünden sonra dahi çeşitli yazarlar
İlk kez 1939 yılından başlayarak bölüm bölüm “Weird Tales” dergisinde yayınlanan ve 1964 yılında kitap haline getirilen Almuric’de farklı bir gezegene nasıl ulaştığı açıklanmayan (bu nedenle de bilimfantezi türünde görülebilecek) kahraman da Conan’la benzerlikler gösterir. Gezegende Edgar R. Burroughs’un etkisi yoğun şekilde hissedilebilirken, Barsoom’a son derece benzeyen bu sete son derece tanıdık bir barbar karakterin de girişiyle macera daha lezzetli bir hal alır. Yoğun şekilde işlenen “macera” teması nedeniyle de oldukça kolay ve sürükleyici bir okuma sunar. Her halükarda dünya ve temel dürtüler üzerine çeşitli okumaların yapılması da -gerekmediği halde- mümkündür. Kitaptan şu alıntıya göz atalım; “Barbar hayatı sürüyorlardı, sürekli tehlikeyle karşı karşıya ve insan ve hayvan düşmanlarıyla savaş halindeydiler. Ama yine de insanca yaşıyorlardı, ben ise vahşi bir hayvan gibi yaşıyordum.” Tekrar belirtmekte fayda var, öykü zevki çoktan zehirlenmiş insanlar için değil bu kitap. Daha çok, çocukluk maceralarını tekrar yaşamak isteyen, alt metin ve metafor bulacağım diye boncuk boncuk terlemeden de kitap okunabileceğini unutmamış, zaten kısa olan kitabı eğlenmek için okuyacak ve en önemlisi ölmekte olan bir edebiyat türünün heyecanını tekrar, klasik bir eseriyle okumak isteyenlere göre ve onları mutlu edecek bir kitap. Daha önce Arthur Machen’in kült klasiği “Büyük Tanrı Pan”ı yayınlayan (kitabı daha önce bu köşede incelemiştik) MonoKL yayınevini, bir klasiği daha yakalayıp tercüme ettiği için de tekrar kutlarım. Edgar Rice Burroughs’dan şu alıntıyla vedalaşalım; “Eğlence faktörü hariç hiçbir kurgu okumaya değer değildir. Eğer eğlendiriyor ve net ise iyi edebiyattır. Eğer başka türlü hiçbir şekilde okumayan insanlarda okuma alışkanlığı şekillendiriyor ise en iyi edebiyattır.” (Almuric, Robert E. Howard, MonoKL, çev: Yosun Erdemli, 196 s.)
10
Aydınlık KİTAP
8 HAZ RAN 2012 CUMA
UMUDUN SES N BULMU A R: ADNAN YÜCEL
Karanfillerle yürüyen adam Gerçekte Adnan Yücel kendi iirini kurmu , kendi sesini bulmu bir airdir. Yo unluklu olarak ele ald , do al görünü ve tabiat unsurlar yla harmanlayarak yans tt temalar s n fsal çeli kiler, açl k, yoksulluk, sava kar tl , sömürü gibi toplumcu gerçekçi iirin klasik temalar ndan farkl l k göstermektedir. O daha çok siyasal durumlar ve bu durumlarla ilgili etki ve duygular yans t r eden bir içeriğe sahiptir. Şiirinin üzerindeki, içinde yaşadığı askeri yönetim döneminin ürünü olan hüzün örtüsünün altında dipdiri ve capcanlı bir biçimde bu umudun soluğu, sesi, haykırışı her an duyulur. Hüzün, acı, ağıt gibi sözcükler onun şiirinde sık geçmesine rağmen bu duyguların karşılıkları ve taşıyıcıları olmaktan ziyade dönemin genel edebiyat söyleminin yansımaları olarak görülmelidir. Belirttiğim gibi onun şiirinin ana damarı umuttur ve bu umut sosyalizm idealiyle birebir ilgilidir. Adnan Yücel, Türk Dili'ni Diyarbakır’da, Güzel Sanatları ise Ankara’da Onun çok az şiirinde ise şiir okudu. Yine Ankara’da Çağdaş kişisi kendi dışında bir şaTürk Edebiyatı üzerine Adnan hıstır. “Gurbet İşçisinin mastır yaptı. Birikiminin Yücel kendi Mektubu” şiiri bu duve yeteneğinin eserle iirini kurmu , kendi ruma bir örnektir. rine bütünüyle yansısesini bulmu bir airdir. Fakat bütün şiirledığını düşünemeyiz. Yo unluklu olarak ele ald , rinde aynı söyleyişle Yazdığı dönem, yazıkarşılaşırız. Gurbet lanların sansürlendo al görünü ve tabiat unsur s tt yan rak laya işçisi konuşurken de mesini şart man har la lar y k, açl er, kil şair kendisi konukoşuyordu. Günler çeli fsal s n alar tem , tl şurken de ya da ağırdı ve işkence hakar a sav uk, sull yok başka bir hal içinde berleriyle geliyordu. ger cu lum top gibi ürü söm söylemin tınısı ve Yazarlar, şairler söyçekçi iirin klasik temalatonu, kelime seçimi, leyeceklerini bin bir r ndan farkl l k ruh hali değişmez. imbikten geçirerek yazgöstermektedir Adnan Yücel şiirinin en mak durumundaydılar. zayıf karnı budur bence. Sembol, imge ve kapalı söyleGerçekte Adnan Yücel kendi yiş sanatsal bir arayışın aşaması şiirini kurmuş, kendi sesini bulmuş bir olarak değil, baskı ve zorbalığın bir daAdnan Yücel’in şiirlerini şairdir. Yoğunluklu olarak ele alyatması olarak şairlerin kapısına dayanyazdığı ortam, tam da dığı, doğal görünüş ve tabiat mıştı. O böyle bir dönemde yazdı. O Adnan “Damla” şiirinin unsurlarıyla harmanlayarak yıllarda ben de Ankara’da üniversite öğYücel, Türk Dili'ni üçüncü bölümünü yansıttığı temalar sınıfsal rencisiydim. Yazdıklarını takip ettiğimiz Diyarbak r’da, Güzel oluşturan bu şiirde çelişkiler, açlık, yoksuliki şair vardı: Biri Adnan Yücel, diğeri Sanatlar ise Ankara’da yansıttığı gibidir. luk, savaş karşıtlığı, söAhmet Telli. Hatta bu betimokudu. Yine Ankara’da Ça mürü gibi toplumcu B R lemenin hayli da Türk Edebiyat üzerine gerçekçi şiirin klasik hafif kaldığını, mast r yapt . Birikiminin ve yeteTEBESSÜM… temalarından farklılık içinde bulunulan ne inin eserlerine bütünüyle yangöstermektedir. O Sanırım 1984 yıbaskı ortamının s d n dü ünemeyiz. Yazd daha çok siyasal dulındaydı, bir arkaşiddetinden dodönem, yaz lanlar n sansürlenrumları ve bu durumdaşımla birlikte layı dilin gücünün larla ilgili etki ve mesini art ko uyordu. Günbindiğim belediye kısıldığını da beduyguları yansıtır. Bu yö- otobüsünde Adnan ler a rd ve i kence lirtmemiz gerekir. haberleriyle nüyle toplumcu gerçekçi Yücel’i görmüştük. Aranan devrimcileşiire temasal zenginleşme ba- Biz onu “Sofranda geliyordu rin kıstırıldıkları yerlerde kımından katkı sağladığını raKaval Sesi” kitabıvurulduğu, işkencehanelerin hatlıkla söyleyebiliriz. nın arka kapağınyirmi dört saat çalıştığı, mahkemelerin daki fotoğrafından idam cezaları yağdırdığı, korku ve endi- UMUDUN SÜREKL L tanımıştık. Kendi şenin ve tüketici bir kasvetin bütün bir aramızdaki konuşAdnan Yücel şirinde, sevda ile sosyaülkeyi sardığı o günlerde, 1982 yılında lizm davası, türkü ile sosyalizm adına yü- mamızdan kendi“Soframda Kaval Sesi” pırıl pırıl bir siyle ilgili rütülen mücadelenin anlatılması umudun rüzgârını taşımıştı kalbimize. konuştuğumuzu örneklerinde olduğu gibi kullanılan re“Soframda Kaval Sesi”nden sonra sekiz anladı ve hafifçe mizler kendinden bir önceki kuşaktan kitabı daha yayımlandı şairimizin. Son devralınmıştır. Onun şiirinde söyleyiş bo- tebessüm etti. kitabı 1998 tarihlidir. Bir de öncesi var, Ondan bana tanıyutunda ise en fazla Enver Gökçe ve sıilk göz ağrısı: “Kavgalara Sözlenen şıklık anlamında rasıyla Ahmet Arif ve Hasan Hüseyin’in Sevda.” sadece bu tebessoluğunu hissederiz. Söyleyişindeki bu süm kaldı. etkiler onun sesini boğan, özgünlüğünü GEL DE GÖR… 12 Eylül günleörseleyen bir düzeye hiçbir zaman ulaşAdnan Yücel’in bütün şiirlerinde bi- mış değildir tabii ki! rinden beridir rinci kişi ağzından konuşan şiir kişisinin ödüller alan, Adnan Yücel’in en sık kullandığı söztarafı daima bellidir. Bu kişi umut yansanat-edebiyat cüklerden birisi “umut”tur. Umut, onda lısı, zulme ve zalime karşı ve gelecek dergilerinin güngünübirlik bir duygu olmanın ötesinde güzel günlerin özlemi içindedir. Bu yödeminden düşmeiyi olana, yeni olana, güzel olana, henüz nüyle Adnan Yücel’in şiirlerinde şiir ki- gelmemiş ama mutlaka gelecek olana yen fakat ne bir şisiyle şairi özdeş bir kimlik halinde duygu kıpırdanışı duyulan özlem planında süreklilik arz görürüz. ne bir düşünsel CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com “Korku ve kuşku dökülmüş her yere Geleceğe bakan gözlere Dudakta kıvılcımlanan sözlere Umuda Bilince İnce ince Sessizce Korku ve kuşku dökülmüş her yere Sabahın zafer saçtığı bu saatlerde Kan süpürüyor çöpçüler Karanfillerle yürüyorum caddelerde”
“Gece karanlığında Bu kar aydınlığında Acıları dindirmek için yürüyorum Altındağ’ın bir inleyen sokağında … Okulun camları kondulara karşı Ben kondulardan yana Kondular bana karşı Seni gidi koca Çankaya Seni gidi bayındır çarşı Gel de gör İki çocuğumuz gibi iki düşman Açlık ve zulüm karşı karşı”
açılım yaratan, kimseye bir şey söylemeyen şiirleri okudukça Adnan Yücel şiirinin değerini daha iyi anlıyorum. Onun şiiri 1980’li yılların o ağır koşulları altında her devrimci için bir umut esintisi, bir birliktelik, yoldaşlık duygusu yaratarak yüklendiği işlevi şiir cephesinden fazlasıyla yerine getirdi. Ölümünün 10. yılında ruhu şen olsun, anısı daima taze kalsın. Yazımı bu yazıyı yazmama sebep olan bir etkinlik duyurusuyla bitirmek isterim: Yapı Sanatevi 10 Haziran’da, düzenlediği “Adnan Yücel Edebiyat ve Sanat Festivali” kapsamında çeşitli etkinliklerle şairi anacaktır.
Aydınlık KİTAP
8 HAZ RAN 2012 CUMA
11
Tek ve büyük Doğu’nun masalları İ. UTKU KAVASOĞLU Tahar Ben Jelloun Fransa’nın önemli yazarlarından. Sıkça görüldüğü üzere eski Fransız sömürgesi Mağrip ülkelerinden gelip Fransızcayı kullanarak yazıyor. Yazın serüvenine Fas günlerinde şiirle başlayan yazar, daha sonraları romana yönelse de Mart sonunda yeni bir şiir kitabı (Que La Blessure Se Ferme, Gallimard Yayınları) yayımlandı. Fas doğumlu yazar ülkemiz okuru tarafından da iyi biliniyor; kitaplarının tamamına yakını dilimize kazandırıldı. Bunlar arasında özellikle, yazara 1987’de Fransa’nın en saygın edebiyat ödülü olan Goncourt’u kazandıran “Kutsal Gece”yi ve ülkemizde yayımlandığı dönemde ilgi uyandıran “Kum Çocuk”u sayabiliriz. Jelloun bu ödülü kazanan ilk Afrikalı yazar olması açısından da önem taşıyor.
Kendi ülkesinde felsefe eğitimi alan yazar, 1971’e kadar öğretmenlik yaptığı ülkesinden bu tarihte ayrılıp Fransa’ya yerleşmeyi seçiyor ve çalışmalarına burada devam ediyor. Edebiyatçı kimliinin yanı sıra 1972’den bu yana düzenli olarak “Le Monde” gazetesinde yazıyor.
KABUK DE T RME... “Ben Fransızca da yazsam, bir Arabım” diyen Tahar Ben Jelloun’un bütün romanları tek bir büyük Doğu masalının farklı anlatılarını andırıyor. Kendi ülkesini, Fas’ı anlatırken kullandığı masalsı dil, yalıtılmış bir diyarı değil, bir ülkenin ve toplumun gelenekle çağdaşlık arasındaki sıkışmışlığını, kabuk değiştirme sancılarını ve hayallerini betimliyor. Ancak günümüzde kimi yazarların yaptığının aksine bunu, bir Doğu-Batı ikileminde sunmaktan çıkartıp, Mağrip insanının dünyaya ayak uydurmaya çalışan bir toplumda kendini bulma uğraşına odaklanarak, bir masal anlatırcasına başarıyor. Kimi zaman anlatımına gerçekçi ayrıntılar katarak, kimi zaman gerçekliği masalsı öğelerden daha ayrıksı, daha inanılmaz göstererek alışılmamış bir güzellik yaratmayı başarıyor. Yazar, Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayımlanan romanı Ülkemde
ile sözü Avrupa’ya çalışmaya giden binlerce göçmen işçiden birine veriyor. Burada belirtmeden geçemeyeceğimiz bir noktanın altını çizmek gerekiyor, 1960’lı yıllar pek çok Avrupa ülkesinin yoğun işçi göçüne kapılarını açtığı bir dönem. Bu dönemde Avrupa’ya özellikle Almanya’ya işçi olarak giden insanlarımızın yaşadığı bölünmenin bir kaç iyi örnek dışında edebiyatımızda yeterince yer bulamadığını söylemek çok da yanlış olmaz.
GELENEKLER KU ANMAK Romanın başkişisi Muhammed Limmigri, 1960‘larda göç ettiği Fransa’da örnek bir işçi, örnek bir aile babası ve örnek bir Müslüman’dır. Karısıyla birlikte geldikleri bu ülkede kırk yıldır aynı fabrikada çalışır. Aradan geçen bunca zamana karşın kendisini asla bir Fransız vatandaşı olarak görmez, kendisiyle birlikte çalışmaya gelen diğer Faslıların aksine vatandaşlık başvurusunda bulunmayı dahi düşünmez. Çocuklarıyla, kırık dökük bir Fransızcayla konuşur. O güne dek sürdürdüğü tekdüze yaşamını allak bullak edeceğine inandığı emekliliğin gelip çatmasıyla birlikte Fransa’dan ayrılmaya karar verir. Koruyucu bir zırh gibi kuşandığı geleneklerine, doğduğu köyde ailesi için büyük bir ev inşa etme hayaline sıkı sıkıya
sarılan Muhammed, kırk yıl boyunca kendisini hep yabancı hissettiği ülkeyi bırakıp anayurduna döner. Arkasında bıraktığı bütün bir ailesinin peşi sıra geleceğini sanır. Anlamamakta direttiği şey çocuklarının kendisi gibi birer göçmen olmadığıdır. Onlar Fransa’da doğup büyümüş, bambaşka hayatlara atılmışlardır. Örneğin, kızının bir İtalyanla evlenmesini asla hazmedemez Muhammed. Kendi beklentilerini, kendi silik yaşamının acılarını çocuklarının da paylaştığına inanır. Zamanın adeta durduğu köyüne dönüp, ailecek yerleşmenin sihirli bir dokunuş gibi her şeyi çözeceğine inancı tamdır. Yıllar yılı biriktirdiği parayla sarı bir Mercedes (Balkız) sahibi olan Bayram’ı hatırlatır bize bu haliyle. Ne var ki “kötü paketlenmiş bir hediyeye”, “aşırı yüklü bir kamyona benzeyen” evinin verandasında, bitpazarından aldığı deri koltuğa oturup bekledikleri asla gelmeyecektir. Muhammed ise oturduğu koltuğunda, yavaş yavaş toprağa gömülür. Tahar Ben Jelloun Ülkemde ile okuru kendi hayatının iplerini hiçbir zaman eline alamamış bir adamın umarsız bekleyişine ortak ediyor. Yalın, çarpıcı anlatısıyla dışlanmışlığın ve yabancı olmanın sınırlarının ne denli genişleyebileceğini gösteriyor. Bir ailenin farklı kuşaklarının beklentileri üzerinden değişim sancıları yaşayan Fransız ve Arap toplumlarına ayna tutuyor. (Ülkemde, Tahar Ben Jelloun, Kırmızı Kedi Yayınevi, Çev. F. Gönül Akgerman, 128 s.)
12
Aydınlık KİTAP
8 HAZ RAN 2012 CUMA
KAPAK
ZEK SARIHAN'DAN, RESM TAR HTEN DE NKÂRCILIKTAN DA FARKLI B R YAKLA IM: “KURTULU SAVA I ÖYKÜLER ”
“Halk katmanlarının çabasına vurgu yaptım” Bu sava a at lanlar n “Ç lg n” Türkler oldu u yaz ld ve bu ifade ulusalc ayd nlar n gururunu ok ad . Ç lg nl k bir çe it deliliktir. Belki son çare olarak i e yarad durumlar olabilir. Bu ifade 1914’te devleti Almanlar n yaratt olupbittiyle sava a sokanlar için söylenebilir. Böyle bir ç lg nl n ise devlete ve millete neye mal oldu u ortadad r. Kurtulu Sava ’n n önderlerinin onlardan fark hesap kitap adam olmalar d r Uzun yıllar boyunca “Öğretmen Dünyası” dergisini yönetmiş olan araştırmacı-yazar Zeki Sarıhan'ın “Kurtuluş Savaşı Öyküleri” adlı çalışmasının üçüncü cildi de kısa süre önce okurlarla buluştu. Söyleşimiz sırasında öğrendik ki dördüncü cilt de yolda... Sarıhan'a soruları Aydınlık Kitap editörü Pınar Akkoç yöneltti. Sayın Zeki Sarıhan, çok uzun yıllardır, ısrarla ve yoğun emek harcayarak Kurtuluş Savaşı dönemine ilişkin çalışmalar ortaya koyuyorsunuz. Söz konusu dönem, ülkemizde çeşitli yazarlar tarafından sizden önce de çok değişik bakış açılarıyla ele alınmış, çok sayıda roman ve öyküye, araştırmaya incelemeye konu olmuştu. Bu alanda sizin “gidermeye çalıştığınız bir eksiklik” fark ettiğiniz söylenebilir mi? Eğer öyleyse nedir bu ve sizin Kurtuluş Savaşı’na yaklaşım perspektifiniz nedir? Kurtuluş Savaşımızı araştırmaya 1971-74 yıllarında kaldığım Mamak Cezaevi’nde başladım. Devrimciler o tarihlerde daha çok Sovyet, Çin, Küba devrimleriyle ilgili kitapları okuyorlar, Türk Devrimi için bunları örnek alıyorlardı. Türkiye halkı, sosyalizmi kurmaya gücü yetmemiş de olsa zorlu bir Kurtuluş Savaşı vermişti. Kurtuluş Savaşı’nı araştırmaya yönelmem Türk devriminin millî köklerine dikkat çekme isteğinden kaynaklandı. Buna “Millî sosyalizm” isteği de diyebiliriz. Evet, Türk Kurtuluş Savaşı ile ilgili olarak çok kitap yayımlandı. Tek parti döneminde Kurtuluş Savaşı üzerinde söz söyleme, yazı yazma hakkı tekelleştirildiği için bu konudaki yayınlar 1950’den sonra çoğaldı. Yunus Nadi, Falih Rıfkı gibi yazarlar bile Atatürk ve Kurtuluş Savaşı’yla ilgili kitaplarını bu dönemde yazabildiler. 1960’lı yıllardan sonra halk hareketinin yükselmesiyle, Kurtuluş Savaşı hakkında halkın, halk örgütlerinin ve çeşitli siyasetlerin bu savaştaki rolüne ilişkin kitaplar çoğalmaya başladı. Nazım Hikmet’in 1940’lı yıllarda cezaevindeyken yazdığı “Kurtuluş Savaşı Destanı”nı ancak 1965’te okuyabildik. Sabahattin Selek’in 1970’lerde yayımlanan “Anadolu İhtilali”, Hasan İzzettin Dinamo’nun “Kutsal İsyan”ı, konu hakkında yazılanların en gerçekçi ve doğru olanlarındandır. Gene de “her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır”. Benim Kurtuluş Savaşı ile ilgili araştırmalarım, 2006 Yunus Nadi Sosyal Bilimler Araştırması Ödülü’ne değer görülen “Kurtu-
Zeki Sar han bir imza gününde.
luş Savaşı Kadınları” ve “Kurtuluş Savaşı Gençliği” kitaplarımda da görüleceği gibi bu savaşta rol almış halk katmanlarının çabasına vurgu yapıyor. Bu bir halk savaşıydı. Cephelerde ölen, yaralanan, kağnı kollarında cephane taşıyan, silah sağlamada görev alan, gazeteler çıkarıp konferanslar vererek halkı milli savunmaya hazırlayan dedelerimizin hakkını vermek gerekirdi. Son dönemlerde illerimizin Kurtuluş Savaşı’ndaki yerini araştıran akademik çalışmaları bir yana bırakırsak ortalık Kurtuluş Savaşımızı Atatürk’ün hayat hikâyesinin bir parçası olarak ele alan popüler ve çoğu ticari yayınlarla dolup taşmaktadır. Benim Kurtuluş Savaşı ile ilgili bakış açım, resmi tarihten de, buna karşı geliştirilen inkârcı yayınlardan da farklıdır. Gerçeği olduğu gibi yansıtmak ve doğru yorumlamak çabasındayım. Bu gerçek bize, Türkiye’nin bağımsızlığını halkın topyekûn bir seferberlikle kazandığını, ancak bu zaferin meyvelerini emekçi halkın toplayamadığını gösteriyor. Nazım Hikmet’in dediği gibi bu halk savaştan önce Kartal’da bahçıvandı, savaştan sonra da Kartal’da bahçıvan.
ÇILGINLIK DE L, HESAP K TAP... Kâğıt üzerinde bakıldığında güç dengesinin çok eşitsiz olduğu, kazanılması neredeyse olanaksız bir savaş söz konusu... Katılıyor musunuz bu görüşe? Bu savaşa atılanların “Çılgın” Türkler olduğu yazıldı ve bu ifade ulusalcı aydınların gururunu okşadı. Çılgınlık bir çeşit deliliktir. Belki son çare olarak işe yaradığı durumlar olabilir. Bu ifade 1914’te devleti Almanların yarattığı olupbittiyle savaşa sokanlar için söylenebilir. Böyle bir çılgınlığın ise devlete ve millete neye mal olduğu ortadadır. Kurtuluş Savaşı’nın önderlerinin onlardan farkı hesap kitap adamı olmalarıdır. Onlar, bu savaşın Türkler tarafından kazanılması koşullarının bulunduğunu görmüşlerdir. Birincisi: Birinci Dünya Savaşı’nda yenilmiş olmakla birlikte 600 yıllık bir imparatorluğun varisleri vatansız ve devletsiz bırakılamazdı. İkincisi: Tarih, milletler çağına girmişti ve bu bağımsız bir Türk milletinin de olacağı anlamına geliyordu, ABD Başkanı Wilson da bu gerçeği teslim ediyordu.
Üçüncüsü: 20. yüzyılın başlarında, hele Birinci Dünya Savaşı sonunda milletler ayağa kalkmıştı. Doğu’da patlayan devrim yanardağlarının külleri, Mehmet Akif’in de Kastamonu Nasrullah Camii konuşmasında belirttiği gibi emperyalist başkentlerinin duvarlarını yalıyordu. Dördüncüsü: Savaş, emperyalistleri yormuştu. Yeni bir savaşı göze alacakları şüpheliydi ve aralarında anlaşmazlıklar da vardı. Beşincisi: 1918 Mütarekesiyle silahları elinden alınmış, orduları dağıtılmakta olan bu ulusun belleğinde daha on yıl önce 1908’de yaptığı Jön Türk devriminin moral desteği bulunuyordu. Yakup Kadri mütareke döneminde kaleme aldığı bir yazısında gençliğin savaşlarda nasıl eridiğini anlatırken sağ kalanların kerpiç gibi piştiğini ifade eder. Kısacası, milleti yeni bir savaşa çağıranlar, hem dünyanın durumuna, hem milletin birikimine bakarak bu savaşı kazanacaklarına inandılar. Millete de geçmiş hataların yapılmayacağına güvence verdiler. (Bu çılgınlıktan kaçınma, İkinci Dünya Savaşı’nda da Türkiye’yi savaşa girmekten korumuştur.) Mondros ve
Aydınlık KİTAP Mudanya Mütarekeleri arasındaki dört yıllık süre Türkler için uzun süren bir savaştır. Bunun nedeni hiçbir maceraya yer vermeyen tedbirliliktir. Nerede geri çekilmek ne zaman saldırmak gerektiğini iyi hesaplamışlar, kaynakları doğru bir şekilde kullanmışlardır. 26 Ağustos 1922’ye kadar kesin bir saldırıya geçmeyişlerinin nedeni işi garantiye alma isteğidir.
kitabın içeriğine hiçbir müdahalede bulunmaması benim şansımdır. Bu benim 20 yıllık bir araştırmamın ürünüdür. Kitap 1982’den beri Kurtuluş Savaşı ile ilgili hemen bütün yayınlarda kaynak gösterilmektedir. Bunun nedeni, ulaşılabilecek hemen bütün kaynakların taranmasıyla oluşturulması ve doğru tarihî bilgi vermesidir. Hikmet Altınkaynak, bir yazısında doğru bilgi verdiği için “İyi ki Kurtuluş Savaşı Günlüğü var” diye TAR H YARATAN B R C K GÜÇ... yazmıştı. Bu kitabı yayımlamayı ve hatta yayımlandıktan sonra tavsiye etLider, komutan, ordu ve halk meyi reddeden Milli Eğitim ilişkisi açısından bakıldıBakanlığı, kitap Tarih Kuğında nasıl görülüyor o u rtul “Ku rumu tarafından yayımdönem? ün ü”n landıktan sonra onu lü Gün a Sav Ben bazı yazarlarKızılay’daki bakanlık m lad am tam ilk cildini dan ve yorumcularbinası önünde cadde as anm zaman yay ml dan farklı olarak, kenarındaki cameiçin gezmedi im olağanüstü yetenekkânlarda kapakları yay nevi kalmad . Hiçbiri lerini teslim etgüneşten tamamen mekle birlikte çal man n yüzüne bile soluncaya kadar serMustafa Kemal olbakmad . Haks z da say lgiledi… masaydı Kurtuluş Samazlard . Bu benim ilk Kurtuluş Savaşı, İsvaşı’nın kitab md . Daha üç tanbul’da saray çevreyapılamayacağı ve başasinde toplanmış küçük cildi olacakt rıya ulaşamayacağı gibi göbir azınlık dışında milletin rüşlere katılmıyorum. Aksi bütün sınıfları, bunların politik anlayış, bir milletin karakterini ve yeörgütleri tarafından desteklendiği için teneklerini görmezlikten gelmek olur. hiçbir siyasi akım ona sahip çıkmadan Tarihi yaratan biricik gücün halk olduyapamaz. O zaman savaşa karşıt veya ilğunu unutmamak gerekir. Türklerin şu gisiz bir tutum alanlar bile sonradan pişveya bu biçimde yurtları için savaşacakman olmuşlardır. Kurtuluş Savaşı’yla ları ve kurtuluşun çarelerini bulacaklailgili tartışmalar geçmişte de bugün de rına ilişkin çok işaret vardır. Nitekim bu savaşta rol alanların katkı dereceleri daha Mondros Mütarekesi’nin hemen ile ilgilidir. Mustafa Kemal Paşa, Karaertesinde Müdafaai Hukuk örgütleri ku- bekir, Rauf Bey, Çerkez Ethem, Musrulmuş, bugünün ulusal güçbirliği tafa Suphi ve diğerleri… Bunların demek olan “Millî Kongre” oluşturulrolleri “Kurtuluş Savaşı Günlüğü” başta muş, kongre çağrıları yapılmış, Mustafa olmak üzere benim Kurtuluş Savaşı ile Kemal Paşa, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ilgili kitaplarımda gerçekçi ve hakkaniçıktığında Ege’de direniş başlamıştı. yete uygun bir ölçüde yer almaktadır. Kâzım Karabekir’in kolordusu Doğu’yu Bugün Türkiye’yi yöneten kadroların bekliyordu. Savaş sırasında veya savaşdaha çok Karabekir, Mehmet Akif, tan sonra Türkiye’nin bir cumhuriyet Rauf Bey çizgisini miras edindiği söyleolacağı da belliydi. Büyük Savaş sonunda zaten çarların, imparatorların, kralların taçları yerlerde sürüklenmeye başlamıştı. 1918’de Kars’ta bir Şura Cumhuriyeti kurulduğu gibi 23 Nisan 1920 Meclisi’nin yaptığı da gerçekte bir cumhuriyet meclisinin yaptığından başka bir şey değildir. Zaten 1 Kasım 1922’de Padişahlık da Meclis kararıyla resmen kaldırılmıştı.
nebilirse de zaman zaman Tevfik Paşa, hatta Damat Ferit Paşa çizgisine kaydıkları görülüyor. Bu düşüncenin esası Türkiye’nin kendi başına bağımsız yaşamayacağı, “Düveli Muazzama” ile birlikte hareket etmek gerektiğidir. Bunun temelleri de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra atılmıştır. Muhafazakâr veya modern Türk burjuvazisi bu konuda aşağı yukarı aynı tutumu almaktadır.
1920'DE AZ DAHA KOMÜN ST OLUYORDUK! Sovyetler'den etkilenme hangi boyutta o dönemde?
8 HAZ RAN 2012 CUMA
yayınlar yaptı. Ancak bu dalga, 1920 yılı sonlarında dindi ve o tarihten sonra millî hükümetin solundaki örgütlenmeler ve yayınlar yasaklandı. Bu olguları anlatan yayınlar yok değildir ancak bu konu üzerinde yeniden durmak gerektiğini düşünüyorum. Türkiye komünist olsaydı bu nasıl bir komünizm olurdu? Azerbaycan gibi mi yoksa Türkiye’ye özgü bir komünizm mi? Sovyetlerin bir cumhuriyeti haline mi gelirdi ve bunun sonucu ne olurdu? Türkiye’nin 1920’de komünist olmayışı, bütün çaresizliğine rağmen Türk burjuvazisinin gücüne bağlanmalıdır.
“Mehmet Akif” ve “Çerkez Ethem’in Üzerinde düşünmekte olduğum bir İhaneti” adlı kitaplarınız da zamanında husus da Kurtuluş Savaşı yıllarındaki çok ses getirmiş ve tartışılmıştı. Özelsolculuktur. Şu ifade kimseye aşırı gellikle ülkemiz solunun bu iki şahsiyete mesin: Türkiye 1920’de az daha bakış açısı konusunda neler söykomünist oluyordu! Batı’dan leyebilirsiniz? ilerleyen Yunan saldırısı “Çerkez Ethem’in İhaKitab yay mlaşöyle bir düşüncesinin neti” kitabı, 1970’lerde may ve hatta doğmasına neden resmî tarihe karşı tersyay mland ktan sonra oldu: Bu savaşta halten yaklaşan solculatavsiye etmeyi reddeden kın topyekûn direnrın “Ethem ihanet Milli E itim Bakanl , kitap meye geçmesi için etmemiştir” tezinin Tarih Kurumu taraf ndan yay myönetimi ele alması çürüklüğünü kanıtland ktan sonra onu K z lay’daki bir çare olabilir. lamak için yazıldı. bakanl k binas önünde cadde Bunun parlak ve Sanırım kanıtladı kenar ndaki camekânlarda herkesin hayranlığını da. Savaşın hazırlık kapaklar güne ten tamakazanan bir örneği de döneminde büyük hizmen soluncaya kadar hemen Doğu sınırlarımetleri görülen Etsergiledi… mızdan başlayan Sovyethem’in daha sonra bir iç lerdi. Açık ve gizli komünist anlaşmazlık medeniyle Yupartileri kuruldu. Hükümet nanlılara sığındığı, bununla da kalÜçüncü Enternasyonal’e üyelik başvumayıp Kuvayı Milliye aleyhine çalıştığı su rusu yaptı. Meclis’te kızıl kalpaklılar ço- götürmez bir gerçektir. Benim kitabımğaldı. Mustafa Kemal Paşa, birçok dan sonra bunu kabul etmemek gerçekkonuşmada Sovyet Devrimi’ni övdü. leri açıkça reddetmekten başka bir şey Sovyet yetkililerle yaptığı görüşmede olamazdı. “Çerkez olsun da çamurdan “Ben de komünistim” dedi. Kastaolsun” diyen bir Çerkez milliyetçiliği varmonu’da yayımlanan “Açıksöz” gazetesi lığını sürdürmekle birlikte günümüzde Türkiye’nin Bolşevik olmasının yakın ol- bu konu eski hararetini kaybetti. duğunu belirterek halkı buna hazırlayan Mehmet Akif kitabım ise bugün de
BAKANLIK ÖNCE GÖRMEZDEN GELD Dört ciltlik “Kurtuluş Savaşı Günlüğü” adlı eseriniz ilk kez 30 yıl önce yayımlanmıştı. Aradan geçen sürede Türkiye’de Kurtuluş Savaşı’na dair algıda, ülkemizin politik-kültürel iklimine bağlı olarak nasıl değişiklikler oldu? “Kurtuluş Savaşı Günlüğü”nün ilk cildini tamamladığım zaman yayımlanması için gezmediğim yayınevi kalmadı. Hiçbiri çalışmanın yüzüne bile bakmadı. Haksız da sayılmazlardı. Bu benim ilk kitabımdı. Daha üç cildi olacaktı. Yayınevleri bunu yayımlama riskini göze alamazlardı. 1982’de onu baskı parasını kendim karşılayarak Öğretmen Dünyası Yayınları’ndan çıkardım. İlgi gördü. İkinci baskısını bile yaptık. Sonra ikinci, üçüncü ciltlerini çıkardık. 1990’da Afet İnan Tarih Araştırmaları ödülüne değer görülünce Türk Tarih Kurumu, dördüncü cilt de içinde olmak üzere tümünü art arda yayımladı. Kurumun
13
Zeki Sar han: Ben baz yazarlardan ve yorumculardan farkl olarak, ola anüstü yeteneklerini teslim etmekle birlikte Mustafa Kemal olmasayd Kurtulu Sava ’n n yap lamayaca ve ba ar ya ula amayaca gibi görü lere kat lm yorum
14
8 HAZ RAN 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
varlığını kuvvetle hissettiren derin bir ihküleri” adlı çalışmanızın üçüncü cildi de tiyaçtan kaynaklandı. Bu ihtiyaç şudur: Öğretmen Dünyası Yayınları’ndan okurKurtuluş Savaşı’nın da gösterdiği gibi lara ulaştı. Her ciltte, kaynakları belirteTürkiye’de İslami duyguları hesaba katrek, Kurtuluş Savaşı’nın çarpıcı, renkli, madan emperyalist Batı’nın karşısında çoğu pek bilinmeyen ya da unutulmuş güçlü bir cephe oluşturmak mümkün gö- gerçeklerini anlatıyorsunuz. Toplam 99 rünmüyor. Çünkü İslamiyet Türk kültüöykü var… Bu eserinizle ilgili çalışma rünü oluşturan güçlü öğelerden sürecinizi biraz anlatır mısıbiridir. Bugün bunu başkaları nız? Ne zaman başladınız, kullanıyor. Halktan kopuk, neden her ciltte 33 Ulusal Kanal’da adeta üniversite kampuslaöykü var, hedef kitlerında saksıda yetişmiş niz nedir vb.. uzun süre “Kurtulu olan bir grup 1970’li yılUlusal KaSava Günlü ü” ve ların sonlarında İstiklal nal’da uzun süre a Sav u rtul “Ku Marşı’nı reddetti. Onu “Kurtuluş Savaşı yap r mla Öyküleri” progra ve Akif’i “ırkçı” olarak Günlüğü” ve t m. Bundaki amac m, emper ilan etti. Gerek İstiklal “Kurtuluş Savaşı yalizme teslim olamayan Marşı’nı anlatan Öyküleri” progbir milletin ayaklan n , “Vatan Türküsü”, gerek ramları yaptım. onun derinliklerinden “Mehmet Akif” kitabım, Bundaki amacım, Kurtuluş Savaşı yıllarının emperyalizme teslim ilginç örneklerle anpsikolojisini ve kültürünü de olamayan bir milletin latmakt hesaba katarak yeni bir milli birayaklanışını, onun derinlik yaratma ihtiyacından doğdu. Bu liklerinden ilginç örneklerle aniki kitap alışılmışın dışında başka bir sol latmaktı. Bazı izleyiciler, bunları bulunduğunu vurgulamış ve dikkat çekkitaplaştırmamı istiyorlardı. Ben de ilkmiş olsa da okuyucu olarak gerekli ilgiyi öğretim ikinci kademe öğrencilerinden görmedi. Ülkedeki temel çelişkinin embaşlayarak herkesin okuyup anlayacağı peryalizm-tam bağımsızlık değil, laiklikbir anlatımla bu olaylardan seçmeler dincilik olarak algılandığı sürece de yapıp yayımlamaya karar verdim. Her bibunun devam edeceği anlaşılıyor… rindeki olay sayısının 33 olmasının özel bir anlamı yok. 33’lük tespihi akla getirse DÖRDÜNCÜ C LT DE GEL YOR de bunda da bir sakınca yok! “Kurtuluş Savaşı Öyküleri”nin Nisan Kısa süre önce “Kurtuluş Savaşı Öy-
2011’de yayımlanan ilk cildinin önsDÜNYADA BELK DE TEK ÖRNEK özünde “Bu kitap ilgi görürse öykülere Biraz da “Öğretmen Dünyası” dergisi gelecek cilt veya ciltlerde devam etme nive yayınevinden söz eder misiniz? Bildiğiyetindeyim” diyorsunuz. İkinci cilt miz kadarıyla “Öğretmen Dünyası”, Kasım 2011’de, üçüncü cilt de Şubat yayın yaşamına kesintisiz biçimde 33 yıl2012’de geliyor. Öykülerin ilgi gördüğü dır devam eden tek dergi… Bu başarıyı sonucuna ulaşabiliriz herhalde… neye bağlıyorsunuz? Yayınevi çalışma“Kurtuluş Savaşı Öyküleri”, ları hakkında da biraz bilgi vediğer birçok kitabım gibi kirebilirseniz seviniriz. tapçı raflarında yer almıyor. “Öğretmen Dün“Kurtulu Dağıtıcılar kitabı dağıtyası”, 1970’lerde TürSava Öyküleri”, mıyor. Fuarlarda okukiye’deki gerici yucunun ilgisinin en di er birçok kitab m kargaşa ve bu arada çok “Kurtuluş Savaşı gibi kitapç raflar nda öğretmenler arasınKadınları” ile bu kiyer alm yor. Da t c lar daki parçalanmaya taba yöneldiğini gökarşı bağımsızlık, kitab da tm yor. Fuarlarda rüyorum. Yayınevinin birlik, demokrasi isokuyucunun ilgisinin satış ölçülerinden bateğiyle yayın hayaen çok “Kurtulu Sava kılırsa ilgi görüyor. tına atıldı. Bir kurum Kad nlar ” ile bu kitaba İkinci ve üçüncü cildini tarafından değil de i ini eld yön bu nedenle yayımladık. gönüllü çalışan öğretgörüyorum Dördüncüsü de yakında gemenler tarafından çıkarıliyor. Günümüzde bir kitabın lıp bu kadar uzun süre hiç satışını sağlayan reklam ve dağıtım. tökezlemeden yayın hayatında Hâlâ amatör çalışıyoruz… Büyük bir yakalan tek dergi. Belki dünyada da örneği yımcıya dayanmadan yeteri kadar okuyu- yok. Uzun yaşamasının nedenini, izlediği cuya ulaşmak mümkün değil. Kendi yayın çizgisinin doğruluğuna olduğu kitaplarım için söylemiyorum, nice dekadar onu çıkaranların halkçılığa bağlılığerli çalışmanın bu nedenle okuyucuya ğındaki ısrarda aramak gerekir. “Öğretulaşmadığını görerek hayıflanıyorum. men Dünyası”, Tanzimat’tan beri Türk Ancak bir kitabın değerini belirleyen şey eğitiminin modernleşmesi, demokratikbelli bir dönemde çok kişi tarafından leşmesi ve halkçılaşması için mücadele okunması değil, uzun süre ehli tarafından veren ve eğitim tarihimizde unutulmaz aranması ve kaynak gösterilmesidir. izler bırakan Emrullah Efendi, Satı Bey, Ethem Nejat, İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Hıfzırrahman Raşit Öymen, İsmail Hakkı Tonguç, Fakir Baykurt ve adları onlarla birlikte anılan sayısız eğitim kahramanının ve eğitim dergileri çıkaran hocalarımızın mirası üzerinde, 1980’li yılların ihtiyacı göz önüne alınarak yayına başladı. Hiçbir baskı, yasaklama ve öğretmenlere verilen korku onu yolundan alıkoyamadı. 2009 sonunda onu kişisel işletme gibi görünmekten çıkararak zaten aynı amaçlar için 15. Kurtuluş Savaşı Gençliği (2004) 2003’te kurulmuş olan Ulusal Eğitim 16. Benim Hapishanelerim (2005) Derneği’nin iktisadi işletmesi haline getir17. Ulusal Eğitime Çağrı (2005) dik. Ben aralık ayında yaptığımız kon18. Emperyalizm Ulusal Eğitime Meydan Okuyor (2005) grede dernek başkanlığını, dolayısıyla Öğretmen Dünyası’nın yönetimini bırak19. Kurtuluş Savaşı Kadınları (2006) tım. Yeni Yönetim Kurulu da bana 20. İyi Öğretmen Olmak (2007) “Onursal Genel Başkanı” sıfatını vererek 21. Bir Ömür Böyle Geçti (Türkiye’de İlk Köy Yürüyüşü) (2008) cemilede bulundu. Böylece kitap çalışma22. Çocuk ve Vatan (Beyceli Köyünde Son 100 Yıllık Değişim) (2008) ları için kendime zaman yaratmış oldum. 23. Ali Hafızoğlu Kitabı (2009) Buna bağlı olarak, Kurtuluş Savaşı 24. 1921 Maarif Kongresi (2009) dönemi öğretmenleri ve öğretmenlerin 25. Kurtuluş Savaşı Öyküleri I (2011) milli mücadeleye katılımı ile bugüne baktığınızda neler söylemek istersiniz… 26. Kurtuluş Savaşı Öyküleri II (2012) Ben de şu günlerde tam da “Kurtuluş 27. Kurtuluş Savaşı Öyküleri III (2012) Savaşı’nda Muallimler Ordusu”nun izindeyim. Kuvvetle edindiğim izlenimlere göre Kurtuluş Savaşı döneminde “muallimler ve muallimeler” bağımsız ve çağdaş bir yeni devletin kurulması için mücadele ediyorlar. Dernekler kuruyorlar, konferanslar veriyorlar, hatta bazı kadınlarımız gibi silah kuşanıp cephede çarpışanlar var. Fakat çok yoksulluk çekiyorlar. Aylarca maaş alamadıkları oluyor. İlkokul öğretmenleri grev de yapıyorlar. Birer devlet memuru oldukları ve henüz tam inisiyatif gösteremedikleri için dernekleri biraz vesayet altında. Devlet başkanını, eğitim bakanını, genel müdürü himayeci olarak gösteriyorlar. Tek parti döneminde öğretmen örgütçülüğünün yasaklanması, öğretmenlerin örgütlenme ve özlük hakları için mücadelesinde büyük bir kopuşa neden oluyor. Bugünün öğretmenlerinin o günkü hocalarından öğrenecekleri çok şey var.
Zeki Sarıhan’ın yayımlanmış kitapları (ilk baskıları itibariyle) 1. Kurtuluş Savaşı Günlüğü I (1982) 2. Kurtuluş Savaşı Günlüğü II (1984) 3. Kurtuluş Savaşı Günlüğü III (1986) 4. Dünyanın Bütün Çiçekleri (Öğretmenlik şiirleri) (1984) 5. Çerkez Ethem’in İhaneti (1984) 6. Vatan Türküsü-İstiklal Marşı (1984) 7. Unutulmayan Öğretmenler (1984) 8. Biz Hazırız (Öğretmenlik Yazıları) (1991) 9. Kurtuluş Savaşı Günlüğü IV (1993) 10. Mehmet Akif (1996) 11. Öğretmen(im) Sizi Çok Seviyor(uz) (1996) 12. Kurtuluş Savaşı’nda İkili İktidar (2000) 13. Kurtuluş Savaşı’nda Türk-Afgan İlişkileri (2002) 14. Doğu’nun Seher Yıldızı Kore (2002)
Aydınlık KİTAP
8 HAZ RAN 2012 CUMA
15
Ateşin ortasındaki yengeç! Dağhan DÖNMEZ daghan_donmez@mynet.com “Bir kadınla birlikteliğin yok ve bir kızla birlikte olduğunda onu salt içindeki erkeği kanıtlamak için beceriyorsun. Sevginin ne olduğundan haberin yok. Kabızsın ve bağırsak söktürücü kullanıyorsun. Leş gibi kokuyorsun, derin kırış kırış kösele gibi, kucağındaki çocuğu hissedemiyor ve bu nedenle onu hırpalanan bir yavru köpeğe dönüştürmek istiyorsun.” Wilhelm Reich, “Dinle Küçük Adam” da bu satırları yazarken; insanlık 40’lı yılların gri bulutları altında soluyordu. Reich’a göre uygar toplumlarda, baskılanan cinsel arzuların; nefrete ve şiddete yol açması kaçınılmaz bir sondu. Cinsel özgürlük ile yaşayan toplumlarda ise tecavüz, hırsızlık gibi sözcüklerin dilde karşılığı olmadığı yine yazar tarafından ortaya konmuştu. Bu düşünce ve algılayış biçimleri, yaklaşmakta olan cinsel devrimin, savaşma seviş çığlıklarının, peace kolyeli adam ve kadınların muhbirleriydi. Reich, cinsellik temasından yola çıkarak; toplumun riyakarlık temeli üzerine oturmuş ahlaki ve sosyal yapısının, tümüyle değişmesi gerekliliğini öngörüyordu. Çağcılı Henry Miller ise, Reich’ın yargıladığı bu toplumun bir parçası ve muhalifi olarak, yer yer mide bulantıları yer yer yer hezeyanlar içinde, şöyle bir halet-i ruhiyenin kabaran sesiydi: “Nereye gidersen git, hayatlarını berbat ediyor insanlar. Herkesin kendine ait bir trajedisi var. Kanımıza işlemiş talihsizlik, sıkıntı, elem, intihar. Felaketlerle, asabiyetle, anlamsızlıkla dolup taşıyor atmosfer. Kaşın kaşınabildiğin kadar, derin soyuluncaya dek. Fakat benim üzerimdeki etkisi coşturucu. Umudumu yitirip bunalıma gireceğim yerde hoşuma gidiyor bütün bunlar. Daha çok felaket istiyorum, daha büyük afetler, daha büyük başarısızlıklar. Dünya yerinden oynasın, herkes kaşına kaşına ölsün istiyorum. “ (Yengeç Dönencesi, sy: 20 )
KÖR, BEYAZ ÖFKE DALGASI Yengeç Dönencesi, New York doğumlu yazar Henry Miller’ın, Paris’e gidip, aylaklık ederek ve edebiyat çevreleriyle ilişki kurarak yaşadığı yılların bir ürünüdür. Kitap ilk defa, 1934 yılında Fransa’nın Obelisk Yayınevi tarafından yayımlanmıştır. Kitabın, ABD’de 1961 yılına değin yayımlanmamasının yanı sıra, müstehcenlik gerekçesiyle ülkeye sokulması da yasaklanmıştır. Yazar, kitabın bir yerinde kendi jeopolitiği hakkında şunları karalar: “Hayat, demiş Emerson, ‘insanın sabahtan akşama kadar düşündüklerinden ibarettir. ‘Gerçekten öyleyse eğer, benim hayatım devasa bir bağırsaktan başka bir şey değil. Bütün gün yemek hayalleri kurduğum yetmezmiş gibi, geceleri de düşünü görüyorum. Ama Amerika’ya dönmek, evli olmak, tekdüze işlerde çalışmak istemiyorum. Hayır, Avrupa’da yoksul bir yaşam sürmeyi yeğlerim. … Doğduğum ve büyüdüğüm, Whitman’ın methiyeler düzdüğü kenti düşününce kör, beyaz bir öfke dalgası yalıyor bağırsaklarımı. New York! Beyaz hapis-
Henry Miller
Henry Miller, insanl a kar bir hakaret olarak niteledi i kitab nda, içten içe mekanikle en, sanayi toplumunda i tahs z, uykusuz, cans z bir figür haline dönü türülen insan kavram n n kar s nda durmaktad r haneler, çakal kaynayan sokaklar, saraylar gibi inşa edilmiş Afyon tekkeleri, Yahudiler, cüzamlılar, gangsterler ve her şeyden öte can sıkıntısı; yüzlerin, sokakların, bacakların, evlerin, gökdelenlerin, yemeklerin, afişlerin, işlerin, suçların ve aşkların tek düzeliği. Hiçliğin boş çukurunun üzerine inşa edilmiş koca bir kent. Anlamsızlık. Tam anlamıyla anlamsızlık.” ( s.70-71 ) Henry Miller, insanlığa karşı bir hakaret olarak nitelediği kitabında, içten içe mekanikleşen, sanayi toplumunda iştahsız, uykusuz, cansız bir figür haline dönüştürülen insan kavramının karşısında durmaktadır. O; acıyı, gözüne kaçan toz zerresini, ayağının üstünden geçen otomobil lastiğini, havadaki egzoz ağırlığını hissetmek ister. Duyuları ardına kadar açıktır. Ancak bunu yaparken, ne Reich gibi içtimai çözümler tasarısında ne de arayışındadır. Miller, bu reddedişi bencilliğe vardıracak kadar bireyci bir tutumla yapar:
DO AYA HANET “Hiçbir şeye tutunmaya karar verdim. Hayvan gibi yaşayacaktım bundan böyle, yırtıcı bir hayvan gibi. Savaş patlasa ve katılmak zorunda kalsam süngüyü sokardım, sokardım, korsan gibi, yağmacı gibi, köküne kadar. Irza geçilecekse ırza geçecektim, intikam duygusuyla hem de. Şu anda, yeni günün tan sessizliğinde, suç ve kederle başı dönmüyor muydu ki dünyanın? Tarihin döngüsü insan doğasının temel öğelerinden hangisini değiştirebilmişti? Ama doğasının iyi olarak nitelediği tarafına ihanet etmişti insan. …Gözüm nerede bir kırıntıya ilişse üzerine atlayıp mideme indireceğim. Yaşamaksa asıl mesele yaşayacağım, yamyam gibi olsa bile. Bugüne dek değerli kıçımı kurtarmaya çalıştım. Artık
paydos. Tanrı’yı buldum ama beceriksiz çıktı. Sadece ruhani olarak ölüyüm. Cismen hayattayım. Ahlaken özgürüm. Biraz önce veda ettiğim dünya, bir hayvanat bahçesi aslında. Bir sırtlansam şayet, sıska ve aç bir sırtlanım ben: Semirme zamanı.” ( s. 96 ) “Yengeç Dönencesi”nin, edebi yelpazede yerini tayin etmek açısından bir diğer önemli isim kanaatimce; Henry James ve kitabı “Daisy Miller”dır. “Yengeç Dönencesi”nin yazıldığı tarihten yaklaşık 50 yıl önce yazılan bu kitap, olağanüstü güzel Amerikalı bir genç kızın, turist olarak geldiği İsviçre’nin Vevey kasabasında; Avrupalı erkeklerin başını nasıl döndürdüğünü ve sevimli bulduğu her erkekle toplumsal yargılara aldırış etmeden, rahatlıkla nasıl flört edebildiğini anlatır. Kitabın yazarı Henry James, meslektaşı ve adaşı Miller gibi, uzun süre sansüre uğrayacak ve bir süre Amerika’da yayım yasağıyla karşılaşacaktı. Cinsel özgürlüğü dillendirişi, iki kültürü ( Amerika – Avrupa ) mukayese edişi ve sonuçları itibariyle benzerlikler teşkil etse de, Henry Miller’ın hayatından yola çıkarak yazdığı bu biyografik eser, bugünün dünyası açısından daha çok – öz - olma niteliği taşır. Günümüzde, önüne çıkan her şeyi maddeleştiren ve son kertede tüketilebilir hale dönüştüren post-modern yaşam biçimi; insan ruhunu sığlaştırmış, ruhsal tatminin varlığını unutan bireyi, yalnızca bedensel hazların peşinden koşturur konuma getirmiştir. ‘Anı Yaşama’ kültü, evrilmiş ve bir ritüele dönmüştür. Bugünün dünyasında artık yalnızca arzular vardır. En nihayetinde arzular, tüketimin yakıtı, enerjisi, sebeb-i hayatıdır. Miller’ı sanki bu post-modern kültür / kültürsüzlük içinde bayraktar kılacak satırlar şunlar: “Külahıma anlat ama daha önce de
geçtim bende bu yollardan-uzun yıllar önceydi, melankolik gençliğimi atlattım artık. Ne arkamdaki s.k.mde artık ne de önümdeki. Sağlıklıyım. İflah olmaz derecede sağlıklıyım. Ne geçmiş var ne gelecek. Şimdiyi yaşamak yetiyor bana. Günden güne. Bugün! Eşsiz bugün!” (s. 54) Sanırım Reich’ın kastettiği tam olarak bu değildi. Siz ne dersiniz? Biz ne dersek diyelim, “Yengeç Dönencesi” her okuyana göre değişen ve her okuyuşta farklı anlamlar çıkarılabilecek zenginlikte bir kitap. Dili kimi zaman kaba ve pornografik, kimi zaman akıcı ve şiirsel. Avi Pardo’nun eşsiz çevirisiyle, Siren Yayınlarından kitaplığınıza sunuluyor. Saygıdeğer okuyucu, her kitap yalnız okunur ancak bazı kitaplar daha yalnız okunur! “Yengeç Dönencesi”, bu ikinci gruba giriyor! (Yengeç Dönencesi, Henry Miller, Siren Yayınları, çev. Avi Pardo, 286 s.)
16
8 HAZ RAN 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
ARA KABLO
DR. FAT H YA LI'NIN “AKP VE YEN REJ M” ANAL Z
Gericiliğe karşı “büyük koalisyon” çağrısı “Cumhuriyetçilerle Kürt hareketinin asgari mü tereklerde bulu abilece ine, bir ittifak kurabilece ine inan yorum. Bu ise esas olarak Türkiye’de solun ve s n f hareketinin yükseli ine ba l , böylesi bir yükseli , iki unsur aras ndaki farkl l klardan ziyade benzerliklerin görülmesini kolayla t r p bir müttefiklik ili kisini tesis edebilir.” ORHAN SADIK Genç kuşak ilerici akademisyenler arasında son dönemde Türkçü faşizm, muhafazakâr-liberal ittifakı ve AKP üzerine sistematik çalışmalarıyla dikkatleri üzerinde toplayan Dr. Fatih Yaşlı, bir iç savaş ortamına giren ve çözülme belirtileri artık herkes tarafından görülen Türkiye’nin, karanlıktan çıkış için yine de bazı olanaklara sahip olduğunu savunuyor. Kısa bir süre önce yayımlanan “AKP ve Yeni Rejim” başlıklı kitabında toplu bir “durum ve tünelden çıkış yolları” analizi sunan İzzet Baysal Üniversitesi öğretim üyelerinden Dr. Yaşlı, sorularımızı yanıtladı. “AKP ve Yeni Rejim” başlıklı yeni çalışmanızda, temel olarak, Birinci Cumhuriyet de dediğimiz 1923 paradigmasının tasfiyesini, zor kullanılarak yeni ve tarihimizin en gerici rejiminin yerleştirilmesini işliyorsunuz. Bir iç savaştan mı geçiyoruz? Eğer öyleyse, bu iç savaşta sınıflar nasıl konuşlanıyor? İç savaşı, Yalçın Küçük tarafından formüle edilmiş şekliyle, düzenden düzene geçiş anlamında, paradigmalar ve değerler üzerine verilen ve elitler arasında yaşanan bir mücadele anlamında kullanıyorum. Sözünü ettiğim savaşta, sınıfların doğrudan birbirleriyle mücadele içerisine girdiklerini söylemek zor. Yani sınıflar Birinci ve İkinci Cumhuriyet’in savunulması bağlamında saflaşmış ve karşı cephelerde konumlanmış değiller. Ancak görmek gerekiyor ki, Birinci Cumhuriyet’in yıkılışı açık bir şekilde Türkiye egemen sınıfının bir projesi ve AKP bu proje için seçilmiş doğru aktör. AKP, cemaati de yanına alarak egemen sınıfın projesini, emekçi sınıflara da benimsetebiliyor. Buna zaten siyaset biliminde “hegemonya” diyoruz. Tam da bu nedenle, Birinci Cumhuriyet’in yıkılışı ve yeni rejim inşa sürecinde kamplaşma sınıflardan ziyade, eski rejimin değerlerine bağlı olan ve 1923 paradigmasına sadık kalan devlet içi ve dışı aktörlerle, yeni rejimi inşa eden aktörler arasında yaşandı. Bu ise mücadelenin, laiklerle şeriatçılar, ilericilerle gericiler, vesayetçilerle darbeciler, elitlerle halk arasında yaşandığına dair algılara sebep oldu, zaten istenen de mücadelenin bu şekilde algılanmasıydı. Bu süreçte Türkiye solu, güçsüzlüğü nedeniyle aktif bir özne olarak yer alamadığı ve yaşananlara müdahil olamadığı için, mesele, özü itibariyle sınıfsal olsa da, kitlelerde böyle bir algı oluşmadı.
10 YILLIK B R SÜREÇ DE L Kitabınıza göre, "Kemalist Cumhuriyet"teki iç direnç mekanizmalarının bu kadar sorunsuz etkisizleştirilmesinde sadece solsuzluk değil, başka faktörler de rol oynadı. Fakat siz ısrarla bir "devamlılığın" altını çiziyorsunuz. Nedir bu? İkinci Cumhuriyet’i hiçbir zaman Birinci’nin bir anti-tezi olarak görmedim; bilakis, yeni rejimin, eskisinin en gerici yanları üzerinde yükseldiğini sürekli olarak vurgulamaya çalıştım. Dolayısıyla, Cumhuriyetin yıkılışını 10 yıllık bir zaman diliminde değil de daha uzun bir vadeye yerleştirerek oku-
reci hız kazandı. AKP iktidara gelip rejimin tabutunu hazırlamaya başladığında buna direnecek toplumsal hiçbir odak neredeyse kalmamıştı.
S STEM N “EKSEN KAYMASI”NA YANITI
Dr. Fatih Ya l
mak gerektiği kanaatindeydim. Buradaki çıkış noktasını da elbette ki sol düşmanlığı olarak koymak gerekiyor. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra liberalleşmeye eşlik eden İslamizasyon politikaları devreye sokuldu: Kuran kursları, İmam-Hatip’ler, IMF ve Dünya Bankası üyeliği, NATO’ya başvuru... Hepsi iç içe geçmiş süreçler. Solun yükselişe geçtiği 1960’lardan itibaren ise İslamizasyon ivme kazandı, Aydınlar Ocağı devletin düşünce üretim merkezi haline geldi ve 12 Eylül darbesinin ideolojisi olan Türk-İslam sentezini hazırladı. Çok partili hayata tekrar dönüldüğünde Özal’ın taşıyıcılığını üstlendiği 12 Eylül projesi 90’ların krizli ortamında etkisiz hale geldiyse de, darbe, aradığı partiyi AKP şahsında buldu. Dolayısıyla son 10 yıl rejimin yıkılışının kristalize olduğu yıllar olma niteliği taşısa da, yıkılışın kökenlerini çok daha eskiye giderek aramak zorundayız. Türk ve Kürt muhalefetinin benzerlikleri ve ayrılıkları, Cumhuriyetin zorla tasfiyesinde, sizce nasıl bir role sahip? Yeni rejimin inşa süreci, aynı zamanda, bu inşa sürecine muhalefet eden ya da etme potansiyeli olan unsurların tasfiye edilme süreciydi ve bu unsurlar arasında esas olarak iki güç göze çarpıyordu: Ulusalcılar/Cumhuriyetçiler ya da aynı anlama gelmek üzere Avrasyacılar ile Kürt hareketi. Ergenekon, Avrasyacılara ve KCK operasyonları Kürt hareketine yönelik tasfiye hareketinin bir parçasıydı. Bu iki unsur, bu süreçte hiçbir şekilde yan yana gelmemeyi ve karşı tarafın başına gelenleri görmezlikten gelmeyi tercih etti. Oysa iktidar her iki kesimi de “ortak düşman” kategorisine dahil etmiş ve bir savaş başlatmıştı. Aynı zamanda her iki hareket de, Türkiye solunun birer çocuğu olma niteliğindeydiler, söylemlerini ve siyasetlerini büyük ölçüde soldan devşirmişlerdi. Süreç boyunca birbirlerine olan uzaklıkları, hem etkisizleştirilmelerinin önünü açtı hem de yeni rejim inşasını kolaylaştırdı. Tüm bunlara rağmen ben cumhuriyet-
çilerle Kürt hareketinin asgari müştereklerde buluşabileceğine, bir ittifak kurabileceğine inanıyorum. Bu ise esas olarak Türkiye’de solun ve sınıf hareketinin yükselişine bağlı, böylesi bir yükseliş, iki unsur arasındaki farklılıklardan ziyade benzerliklerin görülmesini kolaylaştırıp bir müttefiklik ilişkisini tesis edebilir.
SOLSUZLA TIRMA VE SLAM ZASYON Temel teziniz, Türkiye’de rejimden rejime geçiş anlamında bir iç savaş yaşandığı şeklinde özetlenebilir. Bu iç savaşın sürekliliğini nasıl açıklayabiliriz? Eninde sonunda Osmanlı-Türkiye modernleşme süreci de Aydınlanma'nın bir çocuğudur. Jön Türkler’den Kemalizm’e uzanan geleneğin mensupları, ne kadar sağlıklı olduğu tartışılsa da, moderniteyle ve Aydınlanmayla yoğrulmuş bir zihniyetin taşıyıcılarıydılar; bu anlamda Aydınlanma, laiklik, kamuculuk gibi değerleri kısmen de olsa içselleştirmelerinde şaşırtıcı bir yan bulunmuyor. Ülkenin kurtuluşunun sahiden dinsellikten arındırılmış ve seküleştirilmiş bir toplumdan geçtiğini düşünüyorlardı. Ancak, her modernleşme süreci aynı zamanda bir kapitalistleşme süreci olma niteliğini de taşıyor. Türkiye gibi geç kapitalistleşmiş bir ülkede burjuvalaşan/kapitalistleşen kesimlerin İttihatçılarKemalistler arasından çıkması, onlarla ilişki içerisinde olmaları gayet doğal. Tam da bu nedenle İttihatçı-Kemalist gelenek bir yandan Aydınlanma'nın değerlerinden bir kısmını benimserken, öte yandan sınıfsal konumu nedeniyle sola karşı bir tutum almak, ülkeyi solsuzlaştırmak zorunda kaldı. Bunun ise gelinen noktada, kendi sonunu hazırlamak anlamına geldiğini biliyoruz. Solsuzlaştırılmış ve İslamizasyon sürecine tabi kılınmış bir ülkede, rejimin Aydınlanma geleneğini devam ettirebilmesi mümkün değildi. Sahiden de böyle oldu ve 12 Eylül’den itibaren, solun siyaset sahnesinden çekilmesiyle birlikte Cumhuriyet'in kendi değerlerine ihanet etme sü-
Birinci Cumhuriyet’e içkin değerler, sizce neden İkinci Cumhuriyet’le uyuşamıyor? Burada nasıl bir kısa devre var ki, resmen iç savaşı tetikliyor? İkinci Cumhuriyet küresel sisteme dair bir proje her şeyden önce ve Türkiye’nin sistem içerisindeki yeriyle doğrudan ilgili. 2000’lerin başında Birinci Cumhuriyet’in değerlerine sahip çıkan devlet içi unsurlar devlet dışı unsurlarla da işbirliği yaparak Türkiye’nin eksenini kaydırabileceklerini düşündüler: Türkiye’nin ABD müttefikliğini sona erdirmek, Gümrük Birliği’nden çıkmak, IMF politikalarına son vermek, Çin, İran ve Rusya’dan müteşekkil Avrasyacı güçlerle yeni uluslararası ittifaklar kurmak vs. Oysa Türkiye egemen sınıfı ve sistem böylesi bir kopuşa izin verebilecek bir durumda değildi. Bilakis, uzunca bir süredir Türkiye, Soğuk Savaş sonrası dönemde nasıl bir pozisyon almalı, sistem içerisindeki varlığını nasıl yeniden değerli kılabilir sorusu egemenlerin gündemindeydi. 11 Eylül saldırıları ve sonrasında ABD’nin radikal İslam’a karşı başlattığı savaş bulunmaz bir fırsat oldu. İslam’la demokrasinin (yani kapitalizmin) uyuşabilir olduğu tezine örnek ülke olarak Türkiye ve AKP iktidarı bulundu. Eğer Birinci Cumhuriyet küresel sistem açısından bir ayak bağı haline gelmese ve rejimin kimi unsurları bir eksen kaymasını gündeme getirmeseler, rejim, bir süre daha varlığını devam ettirebilirdi. Renkli devrimlerden Afganistan ve Irak işgallerine, Arap Baharı’ndan Suriye’ye, yeni rejimin izlediği dış politikaya bakarak, yaşanan sürecin küresel sistemle olan bağlantısını, İkinci Cumhuriyet’in uluslararası bir proje olduğunu görebiliriz. (AKP ve Yeni Rejim, Fatih Yaşlı, Tan Kitabevi Yay., 362 s.)
BİR KİTAP BİR FİLM
Aydınlık KİTAP
RFAN YALÇIN’IN “GENELEVDE YAS”I VE S NAN ÇET N’ N “14 NUMARA”SI
Çürümüş halde yaşarken ve ölürken 1985’te Sinan Çetin, rfan Yalç n’ n, genelev gerçe ine çarp c ayr nt larla yakla an roman “Genelevde Yas” “14 Numara” ad yla sinemaya aktar r ve filmografisinin en ba ar l çal mas n ortaya koyar TUNCA ARSLAN “Üç dört gün sonra bi da gitti 14 numaraya Arap. Kapıdan girer girmez, garsonu polisin elinden almaya çalışan kadını tanıdı. ‘Çıkalım’ dedi başıyla. ‘Üç numaralı oda’ dedi kadın. Arap çıktı. Kirli bir odaydı. Tek karyola vardı topu topu. Sandalye bile yoktu. Duvarlar bomboştu. Sıkı sıkı kapatılmıştı perdeleri. Küçücük odanın kararmış duvarlarından pislik sızıyor gibiydi. Yıllardır boyanmamıştı belli ki. Bi kaç dakika sonra geldi kadın. Gülümseyerek: Para önce, dedi…” Çalıştığı genelevin en güzel “sermayesi” olan Yaprak’ın, elinden parasını alan, haince döven, hasta ruhlu Arap’la tanışmasını böyle anlatır İrfan Yalçın, unutulmaz romanı “Genelevde Yas”ın giriş bölümünde. Müşterileri arasındaki temiz yüzlü bir genci sevmeye başlayan, evlenip bu bataklıktan kurtulmayı hayal eden talihsiz kadını “kafesten uçurmamak” için her kötülüğü yapmaya hazır olan Arap, genç sevdalıların önünü kesmekte gecikmeyecektir. 1985’te Sinan Çetin, genelev gerçeğine son derece çarpıcı ayrıntılarla yaklaşan bu İrfan Yalçın yapıtını “14 Numara” adıyla sinemaya aktarır ve filmografisinin en başarılı çalışmasını ortaya koyar. Yaprak rolünde Serpil Çakmaklı’nın, Arap rolünde Hakan Balamir’in tüm kariyerlerinin en başarılı oyunculuklarını sergilemesi sonucunda, “14 Numara” aradan geçen yaklaşık 30 yıla rağmen “eskimeyen” bir film olarak yerini almıştır sinema tarihimizde. 22. Antalya Film Festivali’nde en iyi ikinci film seçilip (birinciliği Atıf Yılmaz’ın “Dul Bir Kadın”ı almıştı), Sinan Çetin’e en iyi yönetmen ödülü getiren “14 Numara”, Balamir’e en iyi erkek oyuncu, Keriman Ulusoy’a da en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülü kazandırmıştı. Romanın da filmin de genelevi idealize etme tuzağına düşmediği, örneğin “iyi fahişe” tiplemeleri oluşturma konusunda zorlamaya ve abartıya kaçılmayan, ortamın karakterlere de yansıyan çürümüşlüğünün etkileyici biçimde resmedildiği bir filmdir “14 Numara”. Yaşlı, hastalıklı, Arap’ın önceki “kadını” Zargana karakteri de unutulacak gibi değildir gerçekten. O iğrenç dünyanın simgesi olarak karşımıza çıkan bu “bitmiş kadın”, yazar ve yönetmen tarafından sarsıcı bir “bulantı” duygusu eşliğinde sunulurlar okura ve seyirciye. Yaşamı da ölümü de rezilcedir… İrfan Yalçın’ın ilk kez 1978’de yayımlanan romanı ve bugün hepsinden iğrendiğini söylese de “Bir Günün Hikayesi”, “Çirkinler de Sever”, “Çiçek Abbas” gibi nitelikli yapımlarla sinemaya hızlı ve başarılı bir giriş yapan Sinan Çetin’in “kafayı henüz bozmadan önce” çektiği son iyi film olan “14 Numara”, edebiyatın sinemayla buluşmasının parlak örneklerinden biridir neresinden bakılsa.
8 HAZ RAN 2012 CUMA
17
Tarih öncesinden Helenistik çağa Eski Yunan NURİYE BİLİCİ Yunanistan olarak adlandırılan bölgenin sakinlerini tanımlamak için kullandığımız Yunan sözcüğünün tarihin hangi döneminden itibaren kullanıldığı net değildir. Biliyoruz ki kimlik kavramı yalnızca toplumsal ve maddi koşulları değil, aynı zamanda etnik, kültürel ve dille ilgili gelenekleri de kapsar. Bu nedenle Yunanlıların Yunanlı haline geldikleri süreç basitçe kategorileştirilemez. Şimdiye kadar elde edilen veriler Yunanca konuşan ilk halkın MÖ ikinci bin yılın ikinci yarısının Miken’leri olduğunu gösteriyor. Yine de o dönemde bölgede Yunanlılar olarak adlandırılabilecek bir halk topluluğu olduğunu söyleyemeyiz. Yunan dilinin ve kimliğinin diğer bileşenlerinin kökenlerine inmek istediğimizde ise türlü yorumlarla karşılaşmaktayız. Yunan ve Roma tarihleri uzmanı Amerikalı tarihçi Thomas R. Martin’in yazdığı ve Say Yayınları tarafından dilimize kazandırılan “Tarihöncesinden Helenistik Çağa Eski Yunan” isimli çalışma, kimlere Yunan diyebileceğimiz hakkındaki tartışmayla başlıyor ve tüm Batı uygarlığının temeli sayılan bu muazzam genişlikteki tarihi Helenistik döneme kadar anlatıyor. Peki, Helenistik dönemden ne anlamalıyız? Genel kabul Büyük İskender’in MÖ 323 yılındaki erken ölümünden sonra başladığı ve İskender’in fetihleri sonucu tüm Doğu Akdeniz’e hâkim olan Yunan ordularının başındaki generallerin, onun ölümünden sonra kendilerini birer imparator ilan etmeleriyle geliştiği şeklindedir. Bu krallar Yunanlıları köklü yerel toplulukların merkezine koyarak ve aynı zamanda Yunan tarzı yeni kentler kurarak yerel geleneklerle kaynaştırmış, kozmopolit bir yaşam biçimi oluşturmuşlardır. Yaklaşık üç yüzyıl süren bu dönem MÖ 30 yılında Mısır kraliçesi VII. Kleopatra’nın ölümüyle son bulur. Tekrar Eski Yunan’a dönecek olursak, İskender’e gelene kadar geçen dönem şehir devletlerinin oluşturulması, bu devletler arasında yaşanan savaşlar, yeterli tarım alanlarının bulunmaması nedeniyle büyük ölçüde denizlerde gerçekleştirilen ticaret, tanrılara adanmış büyük tapınaklar, hukuk, felsefe, sanat ve edebiyatın gelişmesi dönemidir. Eski Yunan’ın anavatanı Ege Denizi’ni ve bu denizde yer alan irili ufaklı adaları, günümüz Yunanistanı’nın yer aldığı Balkan topraklarını, yine günümüz Türkiye’sinin batı kıyılarını, ayrıca Kuzey Afrika kıyılarını kapsar. Ayrıca güney Fransa’da, güney İtalya’da, Sicilya’da ve Karadeniz’de de yaşamışlardır. Taş çağından iti-
baren hayvanları evcilleştirmeye başladıklarını, MÖ yedinci yüzyıldan itibaren ekip biçmeyi öğrendiklerini biliyoruz. Zeytin ve zeytinyağı ürettiklerini, sulu şarabı sevdiklerini de biliyoruz. Kıyı şeridinin girintili çıkıntılı olması balıkçılara ve açık deniz tacirlerine kolay ulaşım olanağı ve karlı ticari anlaşmalar yapma olanağı sağlamıştır. Yine de deniz tehlikelidir. Sekizinci yüzyılın ozanı Hesiodos denizin, “zavallı ölümlülerin gelir kapısı”, “ama dalgaların arasında ölmenin korkunç bir kader” olduğunu yazmıştır. Akdeniz iklimi olarak tanımlanan iklim koşullarının en iyisi olduğuna inanmışlardır. Bu konuda Aristoteles, “Yunan sıcak ve soğuk iklimlerin arasında orta yeri işgal eder ve buna bağlı olarak hem enerjiye, hem de zekâya sahiptirler. Bu nedenle Yunanlılar özgürlüklerini korurlar ve en iyi siyasi kurumlara sahiptirler. Aslında kendi aralarında siyasi birlik oluşturabilselerdi, dünyanın geri kalanını denetim altına alabilirlerdi” diye yazmaktadır. Aristoteles’in dediği gibi, Eski Yunan toplulukları hiçbir zaman siyasi olarak birleşmedikleri için, tarihleri boyunca kesinlikle modern anlamda bir ulus oluşturamadılar. Öte yandan, aynı dilin lehçelerini konuştukları, dini törenlerdeki farklılıklara rağmen gelenekleri benzer olduğu, aynı tanrılara taptıkları, Atina’daki tanrıça Demeter’e adanmış gizemli törenlere ya da olimpiyatlara katıldıkları için bir kültürel kimliği paylaştıklarını düşündüler. Eski Yunan, sınırları kesin biçimde belirlenmiş toprağa dayalı bir yer ya da ulusal bir oluşumdan daha çok, paylaşılan düşünceler ve pratikler kümesiydi. Bu anlamda Yunan kültürel kimliğinin nasıl ortaya çıktığı ve bunun yüzyıllarca nasıl korunduğu gerçekten de cevaplaması zor sorulardır. Dağlık bir bölge olmasının siyasi parçalanmışlığa katkıda bulunduğu ise apaçık ortadadır. Martin’in övgüye değer çalışmaları sonucu ortaya çıkmış olan Eski Yunan, içerdiği bilgiler açısından dikkati çekmiyor sadece, aynı zamanda bu bilgileri aktarış biçimi de ilgiyi hak ediyor. Tarih, çeşitli dönemlere ayrılarak anlatılırken, her bölümün sonunda yer alan kaynakçalar, bölümle ilgili tarih dizinleri, bölümde anlatılan dönemi yansıtan çok güzel ve doğru fotoğraf kullanımı, haritalar ve daha fazla bilgi edinmek isteyenler için verilen okuma listeleriyle de kendini gösteriyor. Bu kadar malzemeyi doğru biçimde değerlendiren editöryal çabayı ve iyi çeviriyi de atlamamak gerekiyor. (Eski Yunan, Thomas R. Martin, Say Yay., çev: Ümit Hüsrev Yolsal, 408 s.)
Aydınlık KİTAP
18 8 HAZ RAN 2012 CUMA
YENİ ÇIKANLAR
Mürver Ağacı
Kan Kırmızı
Biyokapital
Oscar Wilde, Can Yay., Çev: Suat Ertüzün, 327 s.
Ezgi Aksoy, Destek Yay. 368 s.
Kaushik Sunder Rajan, Metis Yay., Çev: Ay e Deniz Temiz, 376 s.
Masallar, hayalet öyküleri, dedektiflik hikâyeleri ve töre komedileri... Bu kitapta toplanan ve Oscar Wilde'a bir yazar olarak isim kazandıran öykülerde, birçok edebî üslup bir araya getirilerek benzersiz bir ustalıkla örülüyor. "Lord Arthur Savile'in Suçu" ve "Canterville Hayaleti", Victoria dönemi ahlak anlayışını gülünç bir şekilde tersyüz ederken, "Örnek Milyoner"de toplumun maddeciliği keskin bir mizah anlayışıyla eleştiriliyor, "Mutlu Prens" ile "Bülbül ve Gül"de kendini hiçe sayan aşkın büyülü sahneleriyle yoğun bir melankoli göze çarpıyor. Her biri küçük birer başyapıt olan bu öyküler Wilde'ın parlak ufkunu yansıtırken zekâ ve duyguyu zarifçe harmanlıyor, karmaşık ahlaki sorunları irdeliyor. Her öykü, yazarın zengin ve renkli anlatımıyla neredeyse görsel bir canlılıkla yaptığı şiirsel betimlemeler, Wilde'ın edebiyat dünyasındaki vazgeçilmezliğini ve ölümsüzlüğünü kanıtlıyor.
"Amerika, esrarengiz bir kıta. Keşfinden beri açıklığa kavuşamamış pek çok kadim sırrı var. Batı'nın asil uygarlığı, savaşlar, yağmalar, yangınlar, salgınlar atlattıktan sonra, bir karanlık çağdan çıkıp Rönesans'a girmek üzere iken keşfetti Amerika kıtasını. Yorgun düşmüş ve kendini tüketmekte olan geçkin bir delikanlıydı. Ancak gelinini bulmuş ve yeniden yaşama sevinciyle dolmuştu. Çok uzun yıllardan sonra ilk defa bu kadar güzelini görüyordu delikanlı ve ilk önce altına ve gümüşe, engin petrol yataklarına saldırdı. İlk heves dalgası yıkıcı olmuştu! Deyim yerindeyse, Amerika'nın kızlığı, Kolomb'dan sonra gelen yağmacılar tarafından bozulmuştu. İkinci dalga, delikanlının kıskançlık çağına denk geldi. Maçoydu delikanlı, gelinini sahipleniyordu ve derken gelin hamile kaldı; her yer binalarla, demiryollarıyla, bankalarla doldu. Üçüncü dalga ise, yepyeni bir ekonomik çağ yaratacaktı.
Hem bilimsel araştırmalar hem de siyasal iktisat alanına katkı yapan en önemli çalışmalardan biri Biyokapital. Kaushik Sunder Rajan bu çalışma bağlamında, 1999'dan 2004'e uzanan beş yıllık bir zaman dilimi boyunca, ABD ve Hindistan'daki biyoteknoloji laboratuarlarında ve yeni kurulan şirketlerde saha araştırmaları yapıyor. Daha sonra biliminsanları, girişimciler, risk sermayedarları ve ülke politikalarını belirleyen kişileri de dahil ettiği araştırmasını, iki ülkedeki ilaç geliştirme süreçlerini karşılaştırarak sürdürüyor ve farklı uygulamalar ile araştırma-geliştirmenin hedeflerini, finansal mekanizmaları, ilgili hükümet düzenlemelerini ve umut vaat eden bu yeni teknolojilerin reklam ve pazarlama stratejilerini inceliyor.
İlk insandan beri varolagelen inançlar, tek tanrılı dinlerle birlikte çerçevelendirilmiş ve bu çerçeve kitap haline dönüştürülmüştür. Bilinmeyenin korkularını, dinin kurallarıyla insanlara dayatan sömürü sisteminden yana olanlar, bu korkuyu kendilerinin mutlu yaşamı için, çoğunluğun öbür dünya düşlerine çevirmiştir. Bilim geliştikçe dinler de kendini çağa paralel duruma taşımak zorundadır. Çünkü dogmatik yapı, gelişen bilime karşı duramadığından, ya ilk dönemlerdeki gibi kanlı din savaşlarına taşınacak ya da dinin çağa yanıt vermesi aramalarına girişecektir. Elbette bu eylemi gerçekleştirecek olan din değil, bu konuda özgür düşünen din adamlarıdır. Ne kadar baskı altına alınsalar ya da öldürülseler de, bu durumu saptayan din adamları araştırmalarını sürdürmüş, sorulmaya başlanan ve sorulacak olan sorulara yanıt aramışlardır.
Yarın Biri Ölecek
Marx'ın Kapital'inin Oluşumu
Sıradan Olanın Başkalaşımı
Öp ve Anlat
Peter James, Artemis Yay., Çev: Duygu Dölek, 512 s. Son iki yılın olay adamı... İngiltere'nin en sert dedektifi Başkomiser Roy Grace. Suçlu zihinlerin hastalıklı zihinlerini okuyan adam. Artık bizimle. Sussex sahilinde, denizin dibinde, bazı organları eksik, genç bir erkek cesedi bulundu. Çok geçmeden iki genç ceset daha ortaya çıkacaktı. Brighton'da yaşayan on beş yaşındaki Caitlin Beckett, acilen karaciğer nakli olmazsa ölecekti. Sağlık sistemi onu yüzüstü bırakınca, Caitlin'in paniğe kapılan annesi, internette, yasadışı yollarla organ bulabileceğini söyleyen bir aracıya rastladı. Ancak her şeyin bir bedeli vardı... Roy Grace, dokuz yıl önce, karısı Sandy ortadan kaybolduğundan beri ilk kez hayata pozitif bakıyordu. Artık güzel bir kız arkadaşı vardı ve işinde terfi etmişti. Ancak son zamanlarda birbiri ardına işlenen cinayetler uykularını kaçırıyordu. Cesetlerdeki ipuçlarını izleyen Grace, kendini Doğu Avrupa kaynaklı bir çocuk taciri çetesinin peşinde bulacaktı.
Roman Rosdolski, Otonom Yay nc l k, Çev: Cumhur Atay, Münevver Çelik, 608 s. Bazı kitapları okurken yanından geçersiniz, bazılarının da içinden geçersiniz. İçinden geçtiğiniz kitaplar, sizin yolculuğunuzdur, sözcükleri, cümleleri, kavramları yanınızdan akıp gitmez, onlarla hemhal olursunuz, durdurursunuz, sorular sorarsınız, konuşarak dost olursunuz. İşte Roman Rosdolski'nin “Marx'ın Kapital'inin Oluşumu” kitabı dost bir kitaptır. Hem iki paylaşım savaşını, hem Ekim Devrimi'ni, hem devrimin kurşuna dizildiği dönemi, hem faşizmin Nazi toplama kamplarını, hem de yirminci yüzyılın ilk yarısındaki Marksist tartışmaları/polemikleri birebir yaşayan Rosdolski, kendi çıktığı Marx yolculuğuna sizi de götürür. Aynı anda iki yolculuğa çıkarsınız, hem Rosdolski'ye hem Marx'a. Peki Rosdolski'yi Marx'ı yeniden okumaya ve yorumlamaya iten şey nedir?
Arthur C. Danto, Ayr nt Yay nlar , Çev: Esin Berkta , Özge Ejder, 240 s. Amerikalı sanat kuramcısı, eleştirmeni ve filozof Arthur C. Danto'nun 1983 yılında yayımlanan kitabı “Sıradan Olanın Başkalaşımı”, çağdaş sanat yapıtları ve kuramlarının sorunsallaştırdığı sanat tanımı etrafındaki güçlükleri, özgün bir kavramsallaştırmaya tabi tutarak ele alıyor. Danto, sanat felsefesinin yer yer nesnesini bir kenara bırakıp kendi içine kapanan tavrına alternatif olarak kuramını, gerek sanat gerek felsefe tarihinden örnekler yoluyla açıyor. Çağdaş sanat açısından yeni bir kuramın aciliyetine vurgu yapan kitap, çağdaş sanat yapıtlarını da içine alacak yeni bir sanat tanımının düşünülebilir olmasını sağlayacak bu yeni kuramda kurucu rolü sanat ile felsefe arasında bölüştürürken, sorgulamaya sanat kurumlarının dahil edilmesi gerekliliğine de değiniyor.
Bilinmeyen Yönleriyle Kur'an
Arif Tekin, Berfin Yay., 355 s.
Alain de Botton, Sel Yay., Çev: Çi dem Akp nar, 256 s. Çoğunlukla zengin ya da ünlü kişilerin hayatları biyografi olarak yayımlanır. Biyografi yazarının, kaleme aldığı kişiyi tanıması gerekmez, hatta bu kişi büyük olasılıkla uzun zaman önce yaşama veda etmiştir. Klasik biyografi kalıplarına cesurca karşı çıkan bu kitapta Botton, "mahrem" bir ilişkiye girdiği, "sıradan" bir kadın olarak nitelendirilebilecek, hala "yaşama veda etmemiş" sevgilisini zekice kurgulanmış özgün bir anlatımla okura sunuyor. Botton'un baştan çıkarıcı anlatımı kendimize daha az yabancılaşmamızı sağlıyor. - Julian Loose, Sunday TimesUstalıkla, hatta bilgece kaleme alınmış bu romanı okurken yüzünüzden gülümseme hiç eksik olmayacak. - The New YorkerBiyografide nesnellik arayışına zekice bir karşı koyuş. - James Atlas, Vogue-
YENİ ÇIKANLAR
Kaos Kelam Hijyen Şiddet
Murat Baç, Yeni nsan Yay nlar , 170 s. “Kaos Kelam Hijyen Şiddet” bir felsefe kitabı, ama bildiğimiz Türkçe felsefe kitaplarına benzemiyor, çünkü yazar benliğini ve deneyimini kuramından soyutlamıyor, Türkiyeli bir akademisyen olduğunu unutmuşçasına ellerini kirletiyor. Murat Baç felsefe öğrenciliğinin önemli bir kısmını kapsayan Kanada deneyiminin onu götürdüğü ontoloji kuramını anlatıyor. Kitabın başlığı kendinden açıklamalı; kuram, kaosa tahammül edemeyen Kuzey Amerikalı'nın kelam yoluyla ne kadar hijyenik bir varoluş yarattığını, kaostan bütünüyle arındırılmaya çalışılan bu varoluşun ne denli şiddet içerdiğini sadece anlatmakla kalmıyor, okuyucuya bu kuramı adım adım bulduruyor. Baç, haliyle, okuyucuyu dirseklerine kadar metoda batırıyor; onu hiç farkettirmeden bir felsefe öğrencisi yapıyor; tanıklık nasıl kurama dönüştürülür onu gösteriyor.
Afaki Haller
Münir Göle, Yap Kredi Yay nlar , 268 s. Münir Göle, ilk insandan bugüne değişmeyen özün peşinde... Göle, düşle gerçek arasında salınıp duran arzu nesnesi Sarışın Kadın imgesiyle, ilk kadınlardan, ilk erkeklerden bugüne genetik vasiyetlere ulaşıyor. Afaki Haller'de ilk çağlardan başlayan "kişisel" tarihimizi okuyoruz aslında, bazen mahcup, bazen hayranlıkla... Yazarla tarihten bugüne yol alırken mitlerle, mimariyle, müzikle, edebiyatla, aşkla, hastalıkla, sağlıkla, solaklıkla, salaklıkla, akıllılıkla, türlü insanlık halleriyle gitgide şiddetlenen bir sağanağa yakalanıyoruz. Yolcuğumuz, kimi tarihi kişilerin bilinmeyen hikâyeleriyle, tarihin uzanamadığı kuytularda sürüyor. Kendimizi kâh Darwin'le birlikte dev dalgalarla boğuşurken, kâh kayda geçmiş en dağınık bilim adamı Hooke'la birlikte deney yaparken buluyoruz.
Aydınlık KİTAP
Felsefi ve Siyasi Yazılar
İnci Sözlükİnsanlığa Lanet
Louis Althusser, thaki Yay nlar , Çev: Ya mur Ceylan Uslu, 288 s.
Serkan nci, Umut Kullar, Alt k rkbe Yay nlar , 96 s.
Söz bir kez daha Althusser'in. “Yazılar”ın bu altıncı ve son cildi, Althusser düşüncesinin klasik temalarından oluşan metinleri bir araya getiriyor. Felsefe, bilim, din ve ideoloji nasıl tanımlanmalıdır ve aralarındaki ilişkilerin doğası nedir? Tarih nedir? Öznesiz bir süreç olarak tarih nedir? Marx'ın gençlik yapıtlarıyla “Kapital” arasında gerçekleştirdiği "epistemolojik kopuş" ne anlama gelir? Ve felsefe nedir? Söz bir kez daha Althusser'in: Marksizmi emek felsefesi olarak gören bütün idealist yorumlar, bütün emek ideolojileri incelendiğinde, bunların “1844 Elyazmaları”nın konularını yinelediği ya da bir "praksis" Fenomenolojisi kurmaya çalıştıkları a posteriori olarak kolayca fark edilir. Ama burada söz konusu olanın, başka bir alana, bilimin alanına yerleşmiş tarihsel materyalizm değil, felsefi ideoloji olduğu söylenerek itiraz edilecektir.
İnci Sözlük, on binlerce yazarı ve yüz binlerce okuruyla kısa sürede bir sosyal medya fenomenine dönüştü. Ama sadece orada kalmadı. Yaptığı ziyaretlerle insanı aptallaştıran televizyon programlarının ve gazetelerin camını çerçevesini indirdi. Hem de taş sopa kullanmadan yaptı bunu. İnsanı sosyalleştireceği halde asosyalleştiren Facebook'un ve hayatımız hakkında yalanlar uydurmaya yarayan Twitter'ın fiyakasını bozdu. Google'da en çok aranan sözcüğün porno olduğu bir ülkede, "am var dediler geldik," itirafını ve itirazını yapmak ve ilgili capsleri vermek de ona düştü. Bozbaykuşlarla taraftarı olmayanların taraftarı, Ahmet Abi'yle seçme ve seçilme hakkı kâğıt üstünde kalanların seçmeni oldu. İnsanların her anlamda mallaştırıldığı bir tarih diliminde ve toplumda, agresif bir üslupla, neşeli ve yaratıcı bir savunma kültürü geliştirdi. Özet: Bu kitabı okuyan liseli değildir. -Emrah Serbes-
Bizim Hazin Evrenimiz
Amerika'nın En İyi Saklanan Sırrı
Scarlett Thomas, April Yay., Çev: Cihat Ta ç o lu, 440 s.
Michael Zweig, h2o Kitap, Çev: Halil Çelik, 304 s.
Bir öykü hayatınızı kurtarabilir mi? Meg Carpenter beşparasız. Romanını bir türlü tamamlayamıyor. Cep telefonunu idareli kullanmak zorunda. Erkek arkadaşının sorunlarıysa bitmiyor. Tam da bu anda ölümsüzlüğü vaat eden bir kitabın hayalet yazarlığı teklif ediliyor. Gözü kapalı kabul ediyor. Ama kim sonsuza dek yaşamak ister ki! Kozmoloji fizik tarot yeni nesil akımlar Nietzche ve Baudrillard'dan yola çıkan Bizim Hazin Evrenimiz edebiyata ve hayata yeni bir bakış müjdeliyor. Scarlett Thomas ilişkilerin nasıl kurulup yıkıldığına geleceğimizi ve geçmişimizi nasıl baştan yazabileceğimize dair bir roman sunuyor. Hayalle gerçeğin sınırlarında dolaşmayı göze alanlar için...
Wall Street'i İşgal Et eylemcileriyle “aşina olduk bu slogana; Michael Zweig Amerika'nın En İyi Saklanan Sırrı: İşçi Sınıfı Çoğunluktur” kitabını yayınladıktan on yıl sonra, 2008 Mali Kriz'inin ertesinde bu sayfalardan taşıp sokaklarda yankısını buldu. ABD'de Nisan 2012'de güncel verilerle genişletilmiş ikinci basımı yapılan kitabında Zweig, Amerikan toplumu hakkındaki yaygın "geniş orta sınıf" mitini çürütüyor. İşçi sınıfının yok olduğunu, sınıf mücadelesinin ise artık modası geçmiş bir fikir olduğunu söyleyenlere, en gelişmiş kapitalist ülkeden, imparatorluğun merkezinden cevap veriyor. Sır perdesini aralayarak çıplak gerçeği, ABD Çalışma Bakanlığı verileriyle gösteriyor. İşçi sınıfının toplumun çoğunluğunu oluşturduğunu sergiledikten sonra, dikkatleri sınıf analizinin en belirleyici noktasına yöneltiyor: İşyerinde ve toplumda kararları kimin verdiğine...
8 HAZ RAN 2012 CUMA
19
Estetik Edebiyat
Onur Bilge Kula, Bankas Kültür Yay nlar , 424 s. İnsanın insancıllaşmasına ve dünyanın yaşanırlaşmasına en belirleyici katkıyı yapan estetiktir, dolayısıyla da edebiyattır. Güzelliği öne çıkaran estetik ve edebiyat, insanın gizil güç olarak içinde taşıdığı yıkım eğilimini denetlemesi ve etkisizleştirmesinin de güvencesidir. Immanuel Kant ve onu izleyen ve geliştiren Friedrich Schiller, estetik ve edebiyat kuramının kalıcı temellerini atmışlardır. Hegel estetik felsefesini söz konusu sağlam temeller üzerine kurmuştur. Martin Heidegger, anılan filozofların estetik kuramlarını daha belirgin bir şekilde idealist felsefe geleneği doğrultusunda özgüleştirmeye çalışmıştır. “Kant, Schiller, Heidegger -Estetik ve Edebiyat”, genel anlamıyla Türkiye'de estetik ve edebiyatın kuram birikimine, öncelikle de terminoloji alanındaki boşluğun doldurulmasına katkı yapmak amacıyla hazırlanmıştır.
Unutmayacağız, Barışmayacağız, Affetmeyeceğiz
Ayhan Sar han, Ozan Yay., 368 s. Ankara Emniyet Müdürlüğü'nde sivil polisler koluna girerek merdivenlerden aşağı indirdiler ve bodrum katta karanlık bir hücreye attılar! Burada birkaç saat beklettikten sonra gözlerini bağlayarak koridora çıkardılar. Beline bir ip bağlayarak onu çeke çeke aynı katta başka bir yere götürdüler. Burada giysilerini çıkarttırdılar, çırılçıplak kaldı. Yere sırt üstü yatırdılar. Beton buz gibiydi. Dışarıda ısı eksi 24 dereceye düşmüştü, tüyleri diken diken oldu. Sonra hortumla üzerine su fışkırtmaya başladılar. Polisler bir yandan da küfür ve hakaret ediyorlardı. Su kesilince bittiğini sandı. Ama polisler ayak bileklerine bir ip bağladılar, bununla tavana astılar. Vücudunun iki yerine elektrik kabloları bağladılar ve elektrik vermeye başladılar. Okuyunca anımsayacaksınız, irkileceksiniz, güleceksiniz, düşüneceksiniz, nefret edeceksiniz...
Aydınlık KİTAP
20 8 HAZ RAN 2012 CUMA
Kırmızı kızlar çatıları gizler
ÇOCUKLAR İÇİN
Genç Kaşifin Doğa Rehberi 2 Türkiye'nin Kuşları
Tim Davis, Mandolin Yay nevi, Çev: Esra Etleç, s.112
İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com 2001 yılında "Uluslararası Şiir Festivali"nin otuz ikinci kutlamasında "Armonikanın Şairi" ve "Dünya Çocuk Şiirinin Şampiyonu" diye adlandırılan, hayatını çocuklar için üretmeye adamış ve yazdığı kitapların çoğu yabancı dillere çevrilen Yalvaç Ural’ın halk bilmecelerini derlediği “Kırmızı Kızlar Çatıları Gizler” adlı kitabı, ünlü mizah çizeri Semih Poroy’un eğlenceli ve ilginç karikatürleri ve yepyeni baskısıyla Yapı Kredi Yayınları'ndan çıktı.
BABAANNE B LMECELER “Soba başında oturdum / Çocuklara soruldum / Kimi bildi kimi bilemedi / Zihinlere kuruldum.” Bilmece, yüzyıllar öncesinden bugünlere taşınıp da hâlâ sevilebilen, kültürel değişimlere göre uyarlanıp şekil değiştirse de hâlâ yaşatılan geleneklerimizden biri. Bilmecedeki gibi, benim küçüklüğüme de yetişen, uzaktaki babaannelerle kışın ayda bir yapılan soba başı maceralarından biri bilmece, diğeri tekerleme yarışlarıydı. 90'lardan sonraki çocuklar pek bilmece, fıkra ezberlemezler; ama eskiler öyle mi? Takvim yapraklarından ezberledikleri maniler, torunlarını dizlerinin dibine oturtmak için en büyük kozlarıdır. Ailedeki tüm çocuklar eşzamanlı bir araya getirilir, portakallar dilimlenir, oyun başlar. Dediğim gibi benim küçüklüğüme anca yetişti, şimdi ilkokula giden kuzenlerim de biraz format değişikliğiyle aynı oyunları oynuyorlar; ama özen, uğraş gerektirmeyen, internet sitelerinde dolaşan, dakika başı bir yenisi üretilen, şiirsel olmayan, sadece basit kelime oyunlarıyla herkesin yapabileceği türden bilmecelerle. Çocukları suçlayamayız, çünkü onlara bilgi çağında olduğumuzu, artık her bilgiye internetten ulaşabileceklerini biz öğretiyoruz. Bunu gerçekten savunan ebeveynler de var. Hızlı bilgi akışıyla artık dünyada olup biten her şeyden haberdar olan, kelime dağarcıkları en az yetişkinler kadar zengin olan, bilgisayar oyunlarından yabancı dil öğrenen çocuklarımıza eski bilmeceleri neden okutalım diye düşünüyor olabilirsiniz. Bunun çocuklarınızın arkadaşlarından geride kalmasına neden olacağını da
düşünüyor olabilirsiniz. Bilişim teknolojilerine sizden daha kolay ayak uyduruyor olabilirler ama çocuklarınız bilgisayar diliyle büyüyor ve öz Türkçe'den gittikçe daha da uzaklaşıyorlar. O yüzden küçük küçük şiirler tadındaki bu bilmeceler aslında beklentinizden fazlasını karşılayacak.
RSEL B R ANLATIM Yalvaç Ural'ın derlediği, uyak, ölçü ve ses yinelemeleri ile şiirsel bir anlatımla oluşturulan bu bilmeceler, özellikle çocuklar için eğlenceli olabilecek kalabalık ortamlarda paylaşıldığında hem sosyal bağları geliştirmek hem de eğlenceli vakit geçirmek için birebir. Sonuca ulaşmak için verilen ipuçlarının değerlendirilmesi, resim eşliğinde sunulduğunda görsel ögelerin birleştirilmesi beynin tıkır tıkır işlemesini sağlıyor. Bilmecelerin zihinde resmedilebilmesi için görsel imgeler oluşturmaya yönelik anlatım dili çocukların soyut kavramlara anlamlar yükleyip, gözünde canlandırdığı görüntüyle istenen cevap arasında bağlantı kurmasını ve yeteneklerini fark etmesini sağlıyor. Hem de topluluk içinde kendini ifade etme alıştırmaları yapmış oluyorlar. Yabancı sözcüklerin Türkçe sözcüklerle birleştirilmesiyle oluşturulan, anlamsız, şekilsiz, yeni nesil bilmeceler ne kadar zihin bulandırıcı ise, halk bilmeceleri de o kadar zihin açıcı. Özenle seçilen kelimelerle naif bir anlatıma sahipler ve tabi ki içinde geçmişten izler barındırdığı için de kıymetliler. “Gün güne günden güne / Su yürür çiçeğine / Sarı saçlı gelinler / Devinir döne döne” (ayçiçeği) Bazen sadece söylemesi bile eğlenceli: Küçücük fıçıcık, içi dolu turşucuk. Aynı zamanda kitabın adı olan "Kırmızı kızlar, çatıları gizler" bilmecesinin cevabı da kitabın içinde. Cevapları okuyabilmek için bir aynaya ihtiyacınız olacak. Hepsi hoş ve anlaşılır olan bilmeceler, Semih Poroy'un ilginç çizimleriyle her yaştan çocuğun anlayabileceği nitelikte. Çocuklarınız için eğlenceli bir karne hediyesi olabilir, ya da karne tatilinde kavuşacağınız torunlarınızı bilmece bombardımanına tutmak için elinizin altında bulunmasını öneriyoruz. Karnemizle birlikte İş Bankası'na gidip hediye kitabımızı almayı da unutmayalım.
Doğal hayata hiç ilgisi olmadığını düşünenlerin bile güzellikleri, renkleri, ötüşleri, uçuş becerileri ve özgürlükleriyle insanlara daima ilham kaynağı olan kuşlarla mutlaka bir ilişkisi vardır. Kuşların sembolik ve şiirsel anlamları bir yana, bilim insanları aerodinamikleri, yön bulma kabiliyetleri, evrimleri ve nazik evrenimizdeki değişen durumları konusunda sürekli yeni sırlar açığa çıkarmaya devam ediyor. Peki biz çevremizdeki kuşları ne kadar tanıyoruz? Türkiye kıyılarında, ormanlarında, göllerinde, tarlalarında ve dağlarında yaşayan pek çok kuş türü ile kutsanmış bir ülke. Ancak çoğumuzun en iyi bildiği kuşlar, şehirlerde de karşımıza çıkan güvercinler ve serçeler. İşte bu bildik türlerle başlayan bu rehber, başlangıç seviyesindeki herkesi kitapta adı geçen kuşları görebilecekleri yerlerden onları tanımlamaya ve davranışlarını anlamaya dek büyük bir yolculuğa çıkarıyor.
Dansçı Caretta
Banu Bozdemir, Kelime Yay nlar , Resimleyen: Beyza Tükel, s.48, (7-8 ya ) Yumurtasından yeni çıkmış minicik bir deniz kaplumbağasıdır Dansçı Caretta. Artık bir an önce denize ulaşmalıdır. Daha denize giden yolun başlarında iki şey keşfeder: Annesini bulmak isteğini ve içindeki dans etme coşkusunu. Sonrasında ise denizdeki tehlikeleri, kirlenmeyi görür. Ama Dansçı Caretta, aklıyla, iyi kalbiyle, dostluk inancıyla ve dalga dalga yayılan dansıyla, ne tehlikelere boyun eğecek ne de kirlenmeyi kabullenecektir. "Herkes evinde kendini güvende hisseder. Denizde dans ederek annesini arayan bizim Dansçı Caretta da öyle sanıyor. Çünkü çevresindeki kıskaçlılardan ve denizdeki kirlilikten habersizdir henüz. Aslında denizlerin kirlenmesi, kıskaçlılardan daha tehlikeli! Annesini arayışında bunu fark eden Caretta'nın dans dolu, renkli ve tehlikeli yolculuğunda ona eşlik etmelisiniz. Onu izlemek, korumak için."
Esrarengiz Komşu
Silke Lambeck, Gün Kitapl , Çev: Suzan Geridönmez, Resimleyen: Karsten Teich, s.152 Gri Banliyö’de neler oluyor? Dondurmacı nereye kayboldu? "Esrarengiz Komşu"nun ikinci kitabı daha da heyecanlı! Sorun çözmede usta olan komşuları Bay Röslein’la tanıştığından beri Moritz, tuhaf olaylar yaşamış, yeni dostlar edinmiştir. Ama yeni bir yolculuğa çıkan Bay Röslein’dan haber alamamak canını sıkmaktadır. Bir akşam, özel dürbününden bakarken, dondurmacı Pippa’nın kaçırılışına tanık olunca, Moritz kendini baş döndürücü bir maceranın içinde bulur. Üstelik bu kez gerçekten başı beladadır.
Ülkesi Almanya’nın en saygın gazetecilik ödülü olan Theodor Wolff Ödülü’nün sahibi, gazeteci yazar Silke Lambeck, "Esrarengiz Komşu"nun ikinci kitabında okurlara polisiye tadında heyecan dolu bir macera sunuyor. Çağdaş çocuk edebiyatının en güzel kitapları arasına giren, yayımlandığı her ülkede çocukların çok severek okuduğu kitapların kahramanı, sevecen ve dost canlısı, esrarengiz komşu Bay Röslein. İlk kitaptaki gibi yine okuru merak içinde bırakan Bay Röslein’ın yeni macerası, sıra dışı arkadaşlarıyla daha da renkleniyor.
Aydınlık KİTAP
SAHAF
8 HAZ RAN 2012 CUMA
21
HAL L AYTEK N’DEN 11 KÖY H KÂYES : “HARMAN YANGINI”
Cennetten sürülenlerin halleri Halil Aytekin imzalı "Harman Yangını" adlı hikâye kitabı 1945'te Ant Yayın'dan çıkmış. İçindeki 11 hikâyenin tümü köy gerçeklerine, köylümüzün haline; baskı, sömürü ve yoksulluğa dönük. Olaylar, olan biteni dışarıdan gözlemleyen, kısa süreliğine bir köye konuk olup buradaki köylülere kulak veren aydın nitelikli birinin bakış açısından yazılmış. Hikâyelerin, 1941-1945 yılları arasında yazıldığını da her birinin sonundaki tarihlerden anlıyoruz. Yazar, kitabın hemen girişinde şöyle bir not düşmüş: "Hikayelerimi, hayatımı hayatlarına, mücadelemi mücadelelerine kattığım, için için çırpınan yaralı insanların, hınç ve azaplarını dile getirmek için yazıyorum. Ben bu kitabı, bu öldürücü ve kahredici hayat içerisinde ömrünü gurbet yollarında, kara sabanın arkasında, tarlada, ormanda toprağın altını ve
üstünü deşerek bir lokma ekmek için tüketenlerin sefaletlerini ve ıztıraplarını duyurmak için yazıyorum. Varsın sanatı şu dert ve mihnet dolu dünyada cennetin gözalıcı nefis yemişleri gibi kolaycacık çiğnenip yutulan bir Tanrı nimeti olarak tatlandıran kullar bulunsun. Ben sadece cennetten yeryüzüne sürülen çileli Adem oğlunu yazıyorum. Onlar hikayelerimin kahramanları, benim de kardeşlerim ve dostlarımdır. 15.7.1945-Hacıbektaş." Borcunu ödeyemeyen Sarı Mehmed yüzünden bütün köyü aşağılayan şişman mı şişman tüccardan "Serçeler gözünü açsa, karakuşlar nerden geçinecek beğim?" diyen Kumkuyu köylülerine, arabaları çamura saplandığı için bütün köyün gözü önünde muhtara demediklerini bırakmayan "konferansçılar"dan bir inek parası kazanmak için şehre giden kocasının ardından bakakalan
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
KONYA / Tercih Kitabevi
Dipteki hazine Onur ÖZCAN – Aydın Uğur YAKUT Konya’daki nadir kitap hazinelerinden birindeyiz bu hafta. Hazinenin adı; Tercih Kitabevi. Sahaf Aytekin olarak da biliniyor. Aslında Tercih, kitabevinin daha önceki ismi ancak Mustafa abimiz bir değişikliğe gitmemiş. Konya gençlerinin uğrak yerlerinden olan Rampalı Çarşı’nın en ücra köşesinde, zemin katında bulunan kitabevine her gün her yaştan çok sayıda müşteri uğruyor. Özellikle 11 Nisan 1975 yılından beri eğitim veren Selçuk Üniversitesinin 65 bini aşkın öğrencisi tarafından en çok uğranılan mekân. Kitabevinin tarihi çok eskilere dayanıyor
ancak 2003 yılından bu yana Mustafa Yeşilyurt ile hizmet veriyor. Yedi bölümden oluşan kitapevinde her çeşit kitabı bulmak mümkün. Tercih kitabevi bir nevi tek başına Konya’nın bütün kitap ihtiyacını karşılamış gözüküyor. Kaynak Yayınları’ndan Osmanlıca eski eserlere kadar yüzlerce yayın organı ve binlerce kitap türü ile görenlere hayranlık uyandırıyor. Sözü son olarak Mustafa abimize bırakalım.. “Tüketim toplumuna dönüşen modern kültür adı altında kültürel yozlaşmaya yüz tutmuş yeni jenerasyona rağmen, kitapların niceliğinden çok niteliğine önem veren gençleri burada gördükçe mutlu oluyorum.”
Elif kıza kadar, insana "sıkıntı" veren köy gerçekleri, daha çok karşılıklı diyaloglar şeklinde ilerleyen bir anlatı yapısı içinde aktarılmışlar tam 67 yıl önce yayımlanan 122 sayfalık bu küçük kitapta. Yazar Halil Aytekin (Harmandalıoğlu), 1913-1973 yılları arasında yaşamış, köy öğretmenliği, gezici başçğretmenlik, kütüphane memurluğu yapmış, ülkenin ve köyün dertlerini yüreğinde hisseden bir aydın. Bir süre "Yağmur ve Toprak" adlı bir de dergi çıkarmış olan Aytekin, "Forum" dergisinde "Harmandalıoğlu" adıyla röportajlara da imza atmış. 1965'ta yayımlanan "Ezilen Doğu / Doğu'da Kıtlık Vardı" adlı çalışması ise en bilinen eserlerinden. Belli olmaz, belki bir gün tozlu sahaf raflarından birinde ya da yığın halde duran meçhul kitaplar arasında rastlarsınız "Harman Yangını"na. Saygıyı eksik etmeyin.
22
Aydınlık KİTAP
8 HAZ RAN 2012 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?
1
Bir iki dakika içinde uyuyakaldı. Bir de rüya gördü. Selim’le birlikte yolda yürüyorlardı. Selim ölmemişti, bir yanlış anlaşılma olmuştu. Uyandığı zaman bu yanlışlığın ne olduğunu hatırlayamadı. Selim’in koluna girmişti. Onu sağ gördüğüne seviniyordu. İşte ölmemiş, diyordu kendi kendine. Yanımda yürüyor. Açıkça görüyorum. Rüya olamaz.
2
Şimdi, hiç beklemediğim bir yerde, hiç beklemediğim bir zamanda sizinle karşılaşınca kekeledim hocam. Ansızın, dersini tek satır iyi öğrenmemiş ve bundan utanan bir öğrenci oldum. “Biz Yıldız’la birbirimizi… Birbirimizi çok sevdik hocam” diye salakça açıklamalara giriştim. Karşımda duruyorsunuz. Kalın çerçeveli gözlüklerinizin ardından bana bakıyorsunuz. “Şimdi nerdesin Tuncer?” diye soruyorsunuz.
3
Aşağılara indikçe toprak güzelleşiyor. İnerken katırcı kervanı gibi tozutuyoruz ortalığı. Üstümüz başımız toz toprak içinde kalıyor, ama böyle seviyoruz biz. Hoşlanıyoruz bundan. On bir saat ovanın sertliğinde yürüdükten sonra gövdelerimiz toprak kokuyor. Irmağın ötesinde, ağaçların üzerinde yeşil, yabanıl kuşlar dolanıyor. Bu da mutlu kılıyor bizi.
a) Ahmet Ümit / Kar Kokusu
a) Ferit Edgü / Kaçkınlar
a) Emile Zola / Toprak
b) Oğuz Atay / Tutunamayanlar
b) Ayla Kutlu / Zaman da Eskir
b) M. A. Şolohov / Uyandırılmış Toprak
c) Müge İplikçi / Arkası Yarın
c) Şebnem İşigüzel / Hanene Ay Doğacak
c) Reşat Enis / Toprak Kokusu
d) Attila İlhan / Fena Halde Leman
d) Adalet Ağaoğlu / Bir Düğün Gecesi
d) Juan Rulfo / Bize Toprak Verdiler
e) Yusuf Atılgan / Aylak Adam
e) Selim İleri / Cehennem Kraliçesi
e) Kemal Ateş / Toprak Kovgunları
Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(e)
BULMACA SOLDAN SAĞA
1. Resimdeki Ecinliler adl eserin rus yazar - Dingil 2. Bir çalg türü - Sinirli - Ha in, kaba 3. Katar' n ba kenti - Güneyden esen bir rüzgar türü, kaba yel - Gücü ve sa l k durumu yerinde olan, canl 4. Kans zl k - Az görülen, çok de erli - ikar 5. Küçük körfez - ki ey aras nda ya da bir ey önünde perde olan, bir engel olu turan ey için
2-(a)
3-(b)
veya ey, mavera 6. Gösteri li, görkemli, atafatl - Eski bir M s r tanr s 7. Lantan' n simgesi - Damarlarda dola an ya amsal s v - Germanyum'un simgesi 8. G na gelme, b kma, bezme - Bir do umda dünyaya gelen iki karde 9. Rusça'da “evet” - Tasa, kayg - Rodyum'un simgesi "... Güler" (foto rafç ) 10. Mayalanm ekerli s v lar n dam t lmas yla elde edilen uçucu ve yan c s v - Banglade 'in ba kenti
Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…
11. Mitolojik bir çalg - Erdemleri bak m ndan çok büyük - Kötü, üzücü - tterbiyum'un simgesi 12. Favori - Mesaj - Bir tür da konutu türü 13. Burun - Korku, deh et - Oldukça, hayli 14. Ak am yeme i - Boy, endam - Bir peygamber ad 15. Resimdeki yazar' n bir eseri - Zarara u rama tehlikesi, riziko
YUKARIDAN AŞAĞIYA 1. Bir organ m z, leb - Resimdeki yazar' n bir eseri Medeni Kanun (k sa) 2. Özerk, muhtar - Saniyenin altm ta biri 3. Korkunç hayal - Kripton'un simgesi - Ad, ün 4. Yemek, yiyecek - A r bir dans ve onun havas Gizli bir eyi aç a vurma 5. Osmiyum'un simgesi - Bir haber ajans - Sakat - Bir yüzölçümü birimi 6. Köpek yiyece i - Mana; meal - Polonyal 7. Bir çe it plastik madde - Serbest b rak lm cariyeler ya da köleler, azatl lar 8. Sepilenmi dana derisi - Bir eye kar l k olarak al nan veya verilen ey 9. Ate - Belli bir anlam olan iz, i aret 10. Karayolunda bulunan çukur ve tümsekler - " Karamazof ... "Resimdeki yazar' n bir eseri 11. Küçük ma ara - Bir damla gözya - Hal , kilim ya da bez dokuma tezgah - Boru sesi 12. Fikir, dü ünce - Kay nbirader - Satrançta bir ta 13. Çal m, caka - "Arka" kar t - Elma, armut kurusu Destan niteli inde olan, destan ms 14. "... King Cole" (Amerikal caz piyanocusu ve ark c ) - K r m hanlar na ve prenslerine verilen bir unvan - Notada duraklama i areti 15. Resimdeki yazar' n bir eseri - " ... Geceler "Resimdeki yazar' n bir eseri
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ
kullan l r - Tavlada "üç" say s - Daha uzak olan yer