2012 07 13 temmuz kitap eki

Page 1

.

KITA P Aydınlık

BU SAYIDA

39 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 817

13 Temmuz 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 20 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

“Beyoğlu Devleti”nin tarihçisi Oktay Güzeloğlu’nun ilk romanı: ‘Aktör’

Geçmişe yolculuk

Hikayesi olmayan hikaye

Yenilgiyi kabullenmeyenler

Kadim dostluğun, devrimler tarihi

Habil ile Kabil

Foto raf: Alpay Tu lu

Enver Aysever’le “Nisan’a Mektuplar” kitabı üzerine...



Aydınlık KİTAP

13 TEMMUZ 2012 CUMA

SUNU

İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: Ece Ayhan

s. 4

Çayır papatyaları ve çocuklar

s. 5

Geçmişe Yolculuk*

s. 6

Diğerlerinin gözünden: Habil ile Kabil

s. 7

Enver Aysever: “Yazıyla iç içe süren hayatı seviyorum”

s. 8

Hikâyesi olmayan hikâye

s. 9

“Budur boynumu büken…”

s. 10

“Yenilmeyenler” mi, yenilgiyi kabullenmeyenler mi?

s. 11

Kapak/ Oktay Güzeloğlu: “Türkiye’yi Beyoğlu’nda tanıdım”

3

s. 12-13-14

Felsefe ve felsefe tarihçiliği

s. 15

Peki, yukardan bakan kim, Tanrı mı, google mu?

s. 16

Ekolojizme ulusal bir adım: Kemalistekoloji

s. 17

Yeni Çıkanlar

s. 18-19

Çocuk: Dinkin Dings ve dostları

s. 20

Sahaf

s. 21

Alıntı Test-Bulmaca

s. 22

Sanık yayıncılar, şövalye yazarlar Son günlerde edebiyat dünyamızın gündeminde yer bulan bazı haber ve gelişmelere göz atalım: “Harry Potter” serisinin yazarı J.K. Rowling'in yeni kitabının kapağı tanıtıldı... Ernest Hemingway'in, ünlü romanı “Silahlara Veda” için tam 47 farklı final yazmış olduğu ortaya çıktı... Türkçeye çevrilen “Yumuşak Makine” ve “Ölüm Pornosu” adlı kitaplar hakkında basın yoluyla müstehcenlik suçundan açılan kovuşturmanın, (Üçüncü Yargı Paketi doğrultusunda) ertelenmesine karar verildi. Söz konusu kitapların yayıncılarının, yani sanıkların üç yıl içinde benzer bir suçtan yargılanmaları durumunda ertelemenin kalkacağı, dava dosyalarının yeniden açılacağı hükme bağlandı... Ama haber yoğunluğu Elif Şafak’a yönelikti... Elif Şafak’ın bir banka reklamında yer alması eleştiri konusu oldu. Şafak, reklamda iletilen mesajın yazarlık çizgisiyle paralellik taşıdığını söyledi. Elif Şafak’ın yeni çıkan kitabı “Şemspare”nin şemsiyeli kapak görselinde intihal yapıldığı iddia edildi. Şafak iddiayı net dille reddetti, iddia sahiplerinin art niyetli olduğunu belirtti. Bu arada “Şemspare”, çoksatan listelerinin tepesine yerleşti ama içeriği hakkında hiçbir şey yazılıp çizilmedi. 2010'da Fransa tarafından “Sanat ve Edebiyat Şövalyesi” (Chevalier dans l’Ordre des Arts et des Lettres) nişanına layık görülen Elif Şafak, nişanını İstanbul’da düzenlenen bir törenle Fransa’nın Türkiye Büyükelçisi’nin elinden aldı. 1957’de verilmeye başlanan ödülü takdim eden Büyükelçi Laurent Bili, Şafak’ın Ermeni meselesinin üzerinde büyük bir incelikle durmasından da övgüyle söz etti. Yazar Elif Şafak artık bir şövalye... Şimdi 600 yıl öncesine dönelim ve ülkesi Fransa’yı işgal eden İngilizlere karşı savaşan, ulusunun manevi sembolü haline gelen şövalye Jan Dark’ı hatırlayalım... Şövalyelik nişanından, kitaplarının yüz binlerce satmasından, yer aldığı banka reklamlarından dolayı Elif Şafak’ı kutlayalım. Ama hiçbir zaman bir Jan Dark olamayacağını da söylemekten geri durmayalım!

ÖneriYorum 1)

BENNU YILDIRIMLAR

. KITA P Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç

2)

“Dar Ayakkabıyla Yaşamak” , Duşan Kovaçeviç , Mitos Boyut Yayınevi -Tiyatro-Oyun Dizisi Sırpça aslından Bilge Emin’in Türkçeye çevirmiş olduğu oyunu bu sezon İstanbul Şehir Tiyatroları’nda oynuyor olacağız...Ağustos’ta provalarımız başlıyor...Yazar bu oyununda da sistem eleştirisini medya üzerinden yapıyor...Yaşamak için ölmeyi göze alabiliyor muyuz? “Yüzyılların Gerçeği Ve Mirası”, Server Tanilli, Say Yay. Çağlar boyunca ezilmiş, horlanmış insanların, daha güzel bir dünya adına hiç tükenmeyen savaşımını bilmek için ...

Gökten Düşmedi”, 3) “Bilinç Homer V. Ditfurth, Cumhuriyet Yay.

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt

Bu dünyadaki her şeyin gelişiminin, bilimsel yoldan gidildiğinde, nasıl somut bir “tarihin ürünü” oldugunu daha da iyi anlayabilmemiz için...

4) “Yükselen Bölgesel Aktör Yeni Türkiye

Cumhuriyeti”, Graham E. Fuller, Timaş Yay. CIA Türkiye Masası Eski Şefi’nin ağzından, bugünlere nasıl gelindiğinin açık bir itirafı... “Her Zaman En Başta Özgürlük”,

5) Yannis Ritsos, Kırmızı Yay.

Yaşamın anlamını daha bir duyumsayabilmek için...

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Yalçın Koreş Cad. No: 12/A Bodrum Kat Bağcılar / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

Aydınlık KİTAP

13 TEMMUZ 2012 CUMA

HAFTANIN PORTRES

Ece Ayhan (1931-2002) Büyük bir ekonomik s k nt içinde ya ayan sanatç , Çanakkale Belediye’sinin yard mlar n görür. Belediyenin geçici i çi kadrosuna al narak sosyal güvenli e kavu mas sa lan r ve böylece SSK hastanesinden ücretsiz olarak yararlan r

TOLGA GÜRAKAR’DAN “TÜRKİYE VE İRAN GELENEK, ÇAĞDAŞLAŞMA, DEVRİM”

Kadim dostluğun, devrimler tarihi! Kitab n a rl n son 150 y l n çeki meleri ve alt üst olu lar olu turuyor. Osmanl Türkiye’sinde, son çeyre inde Pehlevi ran’ nda ya anan devrimlerin siyasi, ekonomik, sosyal toplumsal dinamikleri “ça da la ma” prati i ba lam nda inceleniyor ERCAN DOLAPÇI

Cemal Süreya, Edip Cansever ve Turgut Uyar’la birlikte İkinci Yeni Şiir Akımı’nın öncülerindendir. Tam adı, Ece Ayhan Çağlar’dır. Datça’da dünyaya geldi. İlkokula, babasının memleketi Gelibolu-Eceabat’ta başladı. Aile 1940’ta İstanbul’a taşınınca ilkokulu Karagümrük’te, ortaokulu Zeyrek’te, liseyi Taksim’de tamamladı. 1953’te Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne girdi, 1959’da mezun oldu. 1962’de evlenerek Sivas-Gürün’de kaymakamlık görevine başladı. Ece Ayhan, memurluğun gerektirdiği disipline ayak uyduramayınca 1966’da istifa eder ve “soluk alıp verdiğini gerçekten duyduğum tek kent” dediği İstanbul’a yerleşir. Kısa aralıklarla Meydan Larousse ansiklopedisinde yazarlık, Sinematek’te ve Yeni Sinema Dergisi’nde müdürlük, Genç Sinema Grubu’nda yöneticilik, Ağaoğlu Yayınevi’nde çok kısa bir süre redaktörlük gibi işlere girer çıkar. Ece Ayhan, 1974’ten ölümüne kadar, beynindeki tümörün yol açtığı birtakım hastalıkların sıkıntılarıyla yaşamıştır. Sağ kulağının ileri derecede işitme engeline ve sağ gözünde de hasara sebebiyet veren tümör, dünyaca ünlü beyin cerrahı Prof. Dr. Gazi Yaşargil’in ameliyatlarıyla ölümcül olmaktan çıkarılmıştır. Ancak, tümörün diğer organlarda meydana getirdiği hasarlar, sanatçıya yaşamı boyunca sıkıntı vermiştir. Büyük bir ekonomik sıkıntı içinde yaşayan sanatçı, Çanakkale Belediye’sinin yardımlarını gö-

rür. Belediyenin geçici işçi kadrosuna alınarak sosyal güvenliğe kavuşması sağlanır ve böylece SSK hastanesinden ücretsiz olarak yararlanır. Ancak, sağlığının günden güne bozulması ve bacaklarının felç olması üzerine, yakın dostu şair Metin Üstündağ’ın yardımıyla Ağustos 1999’da Çapa Tıp Fakültesi’ne yatırılır. Buradaki tedavi giderleri SSK tarafından karşılanır. Sigorta kapsamı dışında kalan kurumlarda gördüğü tedavilerin giderleri ise, arkadaşlarının ve eserlerinin yayın hakkını alan Yapı Kredi Yayıncılık’ın yardımlarıyla karşılanır. Tedavilerin sonucunda felçten kurtulup ayağa kalkabilen sanatçı, Nisan 2001’de tekrar Çanakkale’ye döner fakat Temmuz 2002’de Çanakkale’den ayrılarak İzmir’de bir huzurevine yerleşir. 13 Temmuz 2002’de İzmir’de vefat eden Ece Ayhan, 16 Temmuz 2002’de Çanakkale’nin Eceabat ilçesi Yalova köyünde toprağa verilmiştir. Açıl Doğu açıl! Açıl dağarcığım Açıl Arapların at koşturmaları açıl! Davulun eski arkadaşıyla başlıyoruz Yakışırlığını yitirmeyen Ve bacadan giren bir adamın kara gece Ya öldürdüğünü ya öldürüldüğünü de bilerek Bismillah tû Hafız Post İnsanoğlu babasızdır “Bir dahaki gelişte dünyaya, nehir yollarından döneceğiz (“Arapların At Koşturmaları”, 1970)

İran ve Türkiye... Asya’nın iki köklü devleti. Uygarlıklar beşiği... Selçuklu döneminde birlikte devlet olmuşuz. Onunla da kalmamış, son 150 yılın devrimler tarihinde de ortaklığımız var. Devrimlerde yarışmışız. Bu yarış aynı zamanda emperyalizmle de boğuşma şeklinde geçmiş. İşte bunları anlatan bir kitap, Tolga Gürakar’ın tez çalışması “Türkiye ve İran Gelenek, Çağdaşlaşma, Devrim” Kaynak Yayınları’ndan çıktı. Kitap bugünlerde gündemde olan ve sesini her geçen gün daha da duyuran İran gerçeğinin tarihsel derinliğini anlatıyor. Bugünü anlama adına... Kitap, Osmanlı tarihinin İran tarihiyle benzerliği üzerinde duruyor ve İran’ı anlama adına yakın tarihe ışık tutuyor. Kitabın ağırlığını son 150 yılın çekişmeleri ve alt üst oluşları oluşturuyor. Osmanlı Türkiye’sinde, son çeyreğinde Pehlevi İran’ında yaşanan devrimlerin siyasi, ekonomik, sosyal toplumsal dinamikleri “çağdaşlaşma” pratiği bağlamında inceleniyor. Kitabın önemli konu başlıkları şöyle: 19. yüzyıl öncesinde Osmanlılar ve Safeviler’de din ve devlet, Osmanlı çağdaşlaşma reformları ve 1908 Meşruti Devrimi, Cumhuriyet Devrimi’nin “kuruluş” ve “kurtuluş” diyalektiği, Kaçar Han’ı İran’ında yaşanan siyasal-toplumsal dönüşümler, Pehlevi İran’ında yeniden şekillenen güç ve iktidar, Ak Devrim’den İslâm Devrimi’ne uzanan çatışmacı süreç.

RAN’I ANLAMA Geniş kaynak kullanımıyla oluşturulan eser için Mehmet Perinçek Önsöz’de, Türkiye’de, İran ve benzeri ülkeler üzerine yeterince araştırma ve araştırmacının bulunmamasına dikkat çekerek; kitabın bu alandaki boşluğu doldurma konusunda önemli bir eser olacağını vurgulayarak şunlara değiniyor: “İşte elinizdeki bu kitap, söz ettiğimiz bu açığı kapatmak için atılmış bir adım. Sadece ülkenin tarihine değil, toplumsal dinamiklerine de tutulmuş bir ışık. Bu bakımdan, bu çalışmayı ciddi bir sosyolojik inceleme olarak da değerlendirmek gerekiyor. Yazar, bunların da ötesine geçip iddialı bir işe daha soyunuyor, İran’ın tari-

hini ve toplumsal, devrimci dinamiklerini Türkiye’ninkiyle karşılaştırıyor. Coğrafyamızın itici güçlerini açığa çıkartıyor. Farklı dillerden zengin bir kaynakçaya sahip bu incelemenin devamının geleceğini de belirtelim. Okuyunca İran’ın ‘bildiğiniz’ İran olmadığını göreceksiniz.”

KAR ILIKLI ETK LENME İran’la devrim ortaklığımız bizim 1908 Meşruti devrim öncesi ve sonrası başlar. İran’ın ilk devrim girişimi 4 Temmuz 1906 tarihlidir. Halkın isyanı ve direnişi sonucu Muzaffereddin Şah, Meşrutiyet fermanını ilan etti. Tütün rejisi uygulamasıyla doruğa çıkan İngiliz ve Rus Çarlığı sömürü politikalarına tepki, Meclis girişimini getirdi. 7 Ekim 1906 günü de ilk Meclis açıldı. İlk Anayasa için hazırlıklar başladı. Bir süre sonra geri dönüş başladı. 23 Haziran 1908 tarihinde Kazak Brigard Komutanı Liyahov tarafından topa tutularak Meclis kapandı. Mücadele bitmedi. 25 Aban 1288 hş. (14 Kasım 1909) günü Meclis tekrar açıldı. Bu dönemdeki mücadeleler karşılıklı etkileşime uğradı. İranlı devrimciler bizden, bizimkiler İranlı devrimcilerden etkilenir ve birlikte mücadele de ederler. Bunun en tipik örneği Ömer Naci’dir. İttihatçı Ömer Naci, İran’da faaliyette bulunur. Amaç devrim kardeşliğiyle saldırılara karşı birlikte koymaktır. İttihatçıların ateşli hatibi ve militanı Ömer Naci Bey, 31 Mart 1909 gerici isyanı sırasında “Devrim elden gidiyor” diyerek geri döner. Sonra tekrar İran’a gider... İşte bu ilginç mücadelenin hikâyesini Ömer Naci, Bağçe dergisinde 1908 yılında anlatır. Ömer Naci’nin derginin 42-45. sıyaları arasında “İran İnkılabı Hatıraları” başlığıyla yayımlanan anıları, kitaba ayrı bir değer katıyor. Kitapta 1979 İslâm Devrimi’nin nedenleri ve kökleri de ele alınıyor. İran’ın bugününe yansıması ise ayrıntılarıyla yeralmıyor. Ancak bugünü anlamanın önemli ipuçları 1979 öncesi gel gitlerde görülüyor. 33 yıldır ABD emperyalizmiyle cebelleşen ve bundan da hayli başarılı çıkan İran’ı anlamak için, geçmişteki köklerini irdelemek gerekiyor. Bu manada kitap, önemli bir boşluğu dolduruyor. (Türkiye ve İran, Tolga Gürakar, Kaynak Yay., s. 440)


Aydınlık KİTAP

Çayır papatyaları ve çocuklar CEM KALENDER Kartacalı şair Terentius “İnsanım ve insana ait olan hiçbir şey yabancı değildir” der. Can Baba da “İnsana ait olan her şey kabulümdür” diyerek destek çıkar Terentius’a. İzzet Dönmez de insana ait bir hikâyeyi dokunaklı şiirsel bir dille yazmış “Yatılı Düzlükleri”nde. Kitabı okuyup bitirdiğinizde gözlerinizi yatırıp uzaklara bakıyorsunuz. Hem de çok uzaklara. Ta çocukluğunuza kadar yürüyorsunuz. İyi kötü bütün tecrübeler tekrar canlanıyor gözünüzde. Ama kötü olanın üzerine sünger çekiyorsunuz iyi olanın hatırına. İnşa ettiğiniz duru, temiz, tutkudan uzak arkadaşlıklar bütün sıcaklığıyla önünüze geliyor. Ben çocukluğumda yaşadığım o güzel hatıralardan bir tanesini bile yeniden yaşayabilmek için çocukluğumun bütün kirli paslı hatıralarıyla yüzleşmeye hazırım. Çünkü büyüyüp o “tutku” denilen zehir kanımıza karıştıktan sonra mutluluk bizim için “arzu nesnesi”ne dönüştü, doğal olandan kopup kültürün düzenine geçti. “Yatılı Düzlükleri”nde çocukların yaşadığı şiddeti, işkenceyi, tacizi, tecavüzü okurken sonsuz öfkeye kapılıyorsunuz. Onlarla beraber dayak yiyor, şiddet görüyorsunuz ama bütün bunlar Kemik’le Doğu’nun arkadaşlığını görmenizi, kirletilmiş, lekelenmiş geçmişlerine yolculuk yapmanızı engelleyemiyor.

UÇAMAYAN SERÇELER Babası toprağa verildikten hemen sonra annesi tarafından yatılı bir okula bırakılan altı yaşında bir çocuk ne hisseder? Doğu’nun hissettiklerini. Islak bir günde babasını toprağa gömer Doğu; sonra yatılı okulun soğuk ve dondurucu yüzüyle tanışır. Ürkek, yaralı, uçamayan, her an yem olabilirim korkusuyla yaşayan bir serçe kuşu gibidir okulda ama tek değildir. Kendi gibi uçamayan onlarca serçe yavrusu vardır. Onlardan birini bulması zor olmaz. Selim yatılının etçil yırtıcılarına eğlence olur mütemadiyen. Bir anne kuzusudur aslında o. Sık sık çocuk çetesinden dayak yer. Dayak yerken rastlar Doğu ona. Yorulana usanana kadar döverler Selim’i. Yüzü gözü kan içinde kalır. Doğu korktuğundan müdahale edemez, çetenin usanıp dağılmasını bekler. Tanışırlar sonunda. Çok sürmez klana Kemik de girer. Selim’e, “bak kemik gibi” der ve Kemik kalır adı. Üç arkadaştırlar artık, kader birliği etmiş üç arkadaş. Kırılgan ve naiftirler ama arkadaşlıkları güçlü ve sağlamdır. Öğretmenleri vardır, belletmenleri… İyi olanı da vardır kötü olanı da. Ama geneli kötüdür. Islah etmek için dayağı, şiddeti tercih ederler. Öğretmenlerin isimlerini bilmez Doğu. Onlara ancak birer harfi layık görür. M öğretmen, A.K. öğretmen B öğretmen… Onların yüzleri yoktur ki isimleri de olsun. Şiir sever Doğu, öbürü karikatür çizmeyi, diğeri resim yapmayı… İyi olan öğretmenlerinden birinin tavsiyesidir bu. Bir de dans etmeyi sever Doğu. Ağlar dans eder, üzülür dans eder, dayak yer dans eder. Alex Zorba gibi enerjisinin dışavurumudur dans. Zorba nasıl ki oğlu öldüğünde acıya dayanmak için dans etmeye başlar Doğu da arkadaşları dayak yerken dayanamaz kendinden geçercesine dans eder. Etrafındakiler onların delirdiğini dü-

şünürler ama onlar acıya ancak böyle dayandıkları için dans eder. Üç arkadaş masum zararsız suçlar işlerler, ama hep ele verirler kendilerini. Becerikli, kıvrak, kurnaz değildirler. Ve mütemadiyen dayak yerler öğretmenlerinden. Beceremezler suç işlemeyi. Suçları okulun bahçe duvarından atlayıp okulun düzlüklerinde gezmek, kayısı ağacına çıkmak, baraj suyunda yıkanmak ve çayır papatyası toplamak… Klasikleşen yatılı okul alışkanlıkları da vardır. Kuru fasulye ve nohut yemeklerinin suyunu içer tanelerini ceplerine koyar kuru yemiş gibi yerler. Okuldan kaçarlar ama yakalanıp hep dayak yerler.

ACI DOLU ÇOCUKLUK Büyümüş ve katil olmuştur Doğu. Kızını döven bir kadını bir yumrukla (yumruk da değil silleyle) öldürmüştür. İdam kararı vermiştir mahkeme. İdamı çok doğal karşılar tıpkı Mersault gibi. Anlatmaya başlar neden katil olduğunu. Aslında amacı bu değildir. Asıl amacı çocukluğunda tutkudan arındırılmış o kusursuz günahsız, katıksız arkadaşlıkları tekrar yâd etmektir. Acı vardır çocukluğunda; şiddet, işkence, cinayet… Tacize şahit olur, daha da öte tecavüze. Kirlidir şahit oldukları, yozdur ama her şeye rağmen Selim vardır, Kemik vardır, onlarla yaşadıkları vardır. Çayır papatyası vardır, kayısı ağacı. Kemik’le Selim’le karşılaşacağını bilsen o kirli tecrübeleri tekrar yaşamak ve o yozlaşmış hayatlara ve o çürümüşlüklere şahitlik etmek ister miydin? sorusunu Doğu’ya sormak isterdim. Sanırım isterdi. O iki güzel arkadaşıyla muhteşem arkadaşlıkları tekrar yaşamak için her şeyi yapardı Doğu. Baraj suyunda yıkanmak için, kayısı ağacına tırmanmak için okulun bahçe duvarından tekrar atlamak için aynı acılara katlanırdı. “Yatılı Düzlükleri” son yıllarda okuduğum novella tadında yazılmış en dokunaklı roman. Dili, dil örgüsü mükemmele yakın. Hiçbir noktalama işaretine tenezzül etmeden yazılmış. Kitap baştan sona nokta virgül olmadan bir dantel gibi işlenmiş. Zayıflıkları yok mu? Tabi ki var. Yazarın ilk kitabı olması bu zayıflıkları tolere ettiriyor. Tema olarak Hilal’in trajedisi daha ayrıntılı dokunaklı anlatılabilirdi. Dil olarak kusursuza yakın olduğunu söyledik ama Doğu, çocukluğunu anlatırken kullandığı çocuk dilinden yer yer uzaklaşıp yetişkin diline geçiyor. Mesela “Karın yağışı yağmurun yağışında daha fazla dinginlik verir” diyor ilkokul öğrencisi Doğu. Bunu dokuz on yaşında bir çocuk söylediği zaman metnin ağırlığı ve inandırıcılığı zayıflıyor. Yine başka bir çocuk: “Bakışların çok tuhaf, hep sonsuzluğa bakıyorsun” diye çok iddialı cümle kuruyor. İzzet Dönmez ilk roman olarak çok iyi bir başlangıç yapmış. “Yatılı Düzlükleri” ayarında kitaplar yazmaya devam ederse iyi yazarlar arasında kendine yer bulacaktır. (Yatılı Düzlükleri, İzzet Dönmez, Alakarga Yayınları, 112 s.)


6

Aydınlık KİTAP

13 TEMMUZ 2012 CUMA

Geçmişe yolculuk

*

Albertine Sarrazin okuman n insana verdi i hissiyat ba kad r, bamba kad r. Ya am ve ya ad n -kötü eylerin varl n inkâr etmeden, onlar yok saymadan- fark etmektir

Bazı insanların hayatlarında bazı ilginçlikler o kadar çok kez yinelenir ki, o insan için, “o şey için yaratılmış” denir. “O şey” neyse artık, kişinin kimliği gibi olur, kişi kendini onda bulur. “O şey” yoksa, o kişi de yoktur. Mesela, kimisinin ömrü yakınlarını yitirmeyle doludur; ondan bahsederken, dünyaya çile çekmeye gelmiş, acı çekmek için yaratılmış, denir. Acıları, hayatıyla beraber biter. Kimisi vardır, sanki anasının karnından kahkahayla fırlamış; dünyaya gülmek için uğramıştır. Güle güle gider öbür tarafa. Kimisi vardır, daha doğrusu birisi vardır; dünyaya ölümden dönmek üzere gelmiştir. Hayır, kedi falan değil o birisi, Alec Alder adında, “Britanya’nın En Şanslı İnsanı” lakabında, doksan yıl yaşamış bir amca. Daha çocukken bir ağaçtan karın üstü düşmekle başlayan ölümden dönme serüveni tam on dört kez yinelenir amcanın. Bu serüvende, otomobil kazaları, bir bombardıman, bir denizaltı saldırısı, bir kez tankın altında kalmak ve evine savaş uçağı düşmesi gibi acayip, çok acayip şeyler mevcuttur. Sonra, “o şey”i, yani “ölümden dönmek” özelliğini yitirince, -hâliyle- ölür. Örnek çok; mesela üzerine yıldırım düşen bir adam, Roy Sullivan var. Hem de yedikere, 22,000,000,000,000,000,000,000,000 da 1’lik bir ihtimalin gerçekleşmesiyle. Demek ki, bir ihtimal daha varmış, o da ölmek değilmiş.

ÖLÜME KADAR ÇALKANTI Bu kadarı olmasa da, hayatı ilginçliklerle dolu olan yazarlar da var. 1937 doğumlu genç yazar Albertine Sarrazin de “o şey”i olanlardan. Onun “o şey”i ise, çalkantı. Daha iki günlükken, ailesinin onu bir hastane kapısına terk edişiyle başlar çalkanmalar, kendisini hiç mi hiç terk etmez, ölümüne kadar. Otuz yedide doğmuş kadıncağıza “genç” diyorum, zira onun daha yirmi dokuzundayken yaşamının ve yaşlanmasının durmuş olduğunu biliyorum. Peki, ölümü neden mi olmuş? Aşığının yüzünden, tam da aşığıyla düzenli yaşama yeni geçebilmişken. Aşıktan başlayan aşk, aşığın aşığı öldürmesiyle bitti. Bunları laf salatası olsun diye demiyorum, aşık derken, hem akla ilke gelen anlamı hem de aşık kemiğini kastediyorum. İyisi mi, daha fazla karıştırmayalım, Albertine’in hayatına bir bakalım. 1937 eylülünde Cezayir’de doğar bir kız çocuğu. Kısa süre sonra bir hastanenin kapısında terk edilmiş olarak bulunur. Anne babasının kim olduğu bilinmeyen kızcağıza sosyal hizmet görevlileri Albertine Damien ismini koyar. Albertine, iki yaşına kadar, sosyal hizmetlerin bakımıyla yaşar. İki yaşındayken, evlat edinir onu bir çift ve Aix-en-Provence, Fransa’ya taşınırlar. Albertine büyüdükçe, büyür sıkıntılar. Farklıdır onun dünyası, geçinemez önüne konulanla. Olur olmadık işler yapmaya başlar. Mesela, on beş yaşındayken

liseden kaçar. Islahevine kapatılır, ama oradan da kaçar. Paris’e kadar. Paris’in karmaşasında “kötü yol”a düşer, kötü işler peşinde koşar. İşleri “kötü yol”dan başka yollara da sapar. Bir gün, bir arkadaşıyla mağaza soymaya kalkarlar, üstüne bir de silahla mağaza sahibini yaralarlar. Sonra da hapsi boylarlar, yedi yıl ceza alarak. Albertine bunun üzerine intihar etmeye kalkar, ama başaramaz. 1956’da hapisten de kaçar. Kaçarken düşer, aşık kemiğini kırar. Bu sırada, kendi gibi birine, Julien Sarrazin’e rastlar. Julien, kurtarır Albertine’i, kendisi gibi kanun kaçağı olan müstakbel sevgilisini. Sevgililikleri bir yıl yakınca sürer, ta ki o yılın sonunda Albertine yakalanıp tekrar içeri atılana kadar. İçeride, Albertine ile Julien’in aşkı başka boyutlara kayar. Evlenirler mesela. Aşk, mektuplarda, sözcüklerle yaşanmaya başlar mesela… Sözcükler mektuplarda kalmaz ama. Birleşip, gürleşip romanlara dolar. Kendini adayacağı şeyi, edebiyatı bulan Albertine’in romanlarına. Sözler çağlar, Albertine’e yeni çağlar açar. Onu çok tanınan bir yazar yapar. Hem de kendi hikâyesidir, “Aşık Kemiği”dir(“L’Astragale”), ona ilk kapıyı açan. 1965’te yayımlanır. Yazdıkları ülkede oldukça gür bir sesle yankılanır. Aynı yıl “Kaçış”(“La Cavale-”) da yayımlanır, böylece Sarrazin’in yankılarına gür bir destek daha bağlanır. Boş durmaz yazar, yayınevi ertesi sene üçüncü romanı “Geçit”i(“La Traversiere”) yayımlar. Sonra, tam Albertine düzenli bir yaşama kavuşmuşken, aşık kemiğinden başlayan problem artar, artar, ameliyata kadar gider. Ameliyattan az zaman sonra iş yine ameliyata gider, lakin hayatının çalkantısı giden Albertine de hayattan gider. 1967 yılında, yirmi dokuz yaşında.

YA ADI INI FARK ETMEK Bu ilginç hayat Türkiye’de pek bilinmez, dünyada çok anılmaz; ama bilenler bilirler ki, Albertine Sarrazin okumanın insana verdiği hissiyat başkadır, bambaşkadır. Yaşamı ve yaşadığını -kötü şeylerin varlığını inkâr etmeden, onları yok saymadan- fark etmektir. Hüznü satırlardan buram buram koklarken, hayatın kanayışını, toplumun da buna göz kapayışını görmektir. Ahlakın ne kadar sıvı olduğunu, katı insanların yüreklerinden akıp gittiğini ve çokça zaman da toplumların görünmez yarıklarından sızıp kaybolduğunu görmektir. Bunları kağıt üzerinde yirmi dokuz yaşına basan, gerçekteyse asırlar dolusu acıyı ve karmaşayı harmanlayan bir kadından okuduğunu bilmek, onun gönlündeki gizli membadan kana kana sözler, ders gibi sözler içmektir… Everest Yayınları, geçtiğimiz haziran ayında güzel bir şey yaptı, Albertine’in büyük oranda öz yaşamsal olan ve hayatının önemli bir kısmını bize satır satır anlatan romanı “Aşık Kemiği”ni Türkçeye Birsel Uzma çevirisiyle sundu. Aldım. Bir çırpıda okudum. Çeviri kokmuyordu kitap, aksine öyle bir doğallıkla çekti ki içine, içindeki dehlizlere; yorulmadı, ama yoğuruldu ruhum. Okurken sık sık anlatıdaki denge çarptı gö-

züme. O kadar dengeli ve dingindi ki iniş çıkışlar, kitabın başında duyduğum lezzeti ve merakı yitirtmeden yürüttü gözlerimi satırlarda, sayfalarda. O kadar ki, bir deney yapayım, dedim; kitabı kapattım, rastgele bir sayfa açtım, rastgele bir paragraf seçtim, okudum. On on beş kez tekrarladım bunu, hepsinde aşağı yukarı aynı tadı aldım. Kekreydi, buruktu, ekşimtraktı; ama hissettiriyordu Albertine’in içindeki kayısı ağacından çağlayan bu çağlaların bekledikçe tatlanacağını. Meraktaysanız, buyrun, kitaptan gelişigüzel seçtiğim bir bölümü siz de okuyun: “Daha sonra tabii ‘işler,’ büyük, parıltılı işler yapacaktım. Fakat şimdilik günü kurtarmak gerekiyordu. Hiç acıkmıyordum ama kafamda binlerce açlık vardı ve Julien açlığımı binlerce çocuksu, şaşırtıcı, karmaşık arzuya bölüyordu… “Öğleden sonra dörde doğru, geceye kadar dayanacak biçimde süsleniyordum: Kaçmaz çorap, akmaz rimel, içinde şık görüneceğim ama rahat hissedeceğim kıyafetler. Her şeyi katlayıp kaldırıyor, bir yatılı okul öğrencisi gibi topluyordum. Önce odamı çünkü oda hizmetçilerinden korkuyordum biraz; biraz da bir daha hiç geri dönmeyebileceğimi düşünüyordum.

* Şebnem Ferah’ın, âdeta Albertine Sarrazin’in ruhunu koklayarak yazdığı, kitapla beraber dinlenilmesini tavsiye ettiğim ve kendi biletini kesenlerin seveceğine inandığım şarkısının adı.

Geçmişe Yolculuk Bugün kendimi Kuru yapraklarla kaplı Çıkmaz bir sokağa benzetiyorum Sadece o sokakta yaşayanlar Üzerimden gelip geçiyor Bugün kendimi Odalarından çoğu boş Bazen dolan bir otel gibi hissediyorum İçimden ne hayatlar Ne hikâyeler ne aşklar geçip gidiyor Bugün kendimi Parktaki bir bank gibi Sessiz ve sabit hissediyorum Geceleri üzerimde Şehrin ışıkları yatıp uyuyor Bugün kendimi Tonlarca yük taşıyan Gemilerin denizi gibi hissediyorum Kaldırma kuvvetim var Ama şehrin atıkları içime akıyor. Ben böyle değildim Ne zaman kayboldum Rüzgârla dans ederdim Ne zaman savruldum Bir ses duydum Geçmiş zamandan Bir ses duydum Küçük bir kızdan Bir bilet istiyorum Sadece gidiş olsun Çocukluğun saflığına Gidip orda yaşamam gerek Bilet istiyorum Tek kişilik olsun Yarına çıkabilmem için Heyecanı hatırlamam gerek Şebnem Ferah

KIYILARI TOKATLAYAN SU G B “Gece nadiren dışarıda kalıyordum: Genel olarak uyku eşiğini aşacağım, gölgelere uyum sağlayıp, ‘an’ınkilerden daha faydalı arkadaşlar arayabileceğim saatten önce sıkıntıya yenik düşüyordum. Zaten gecede otuz, hatta elli bin kazanılan geceleri yalnızca yalanın kuyruklusunun peşinden koşulduğu kodeste işitmiştim. Sokakta dolansam daha pahalıya giderdim şüphesiz ama geceler gündüzleri istila ediyordu. Saatler hep aynı renge bulanmıştı, tehlikenin solgun rengi hâkimdi. Yorgunluğuma ve bezginliğime belirli bir kazanca ulaşana kadar engel oluyor, ardından tadına doyamadığım deliksiz uykularla arınıyordum bunlardan.” Aşk, fahişelik, umut, umutsuzluk, anı -düşünmeden- yaşama, andan ötesini düşünüp planlama… Kısaca, karmaşa, karmakarmaşa… Bir denizin yüzü gibi, sürekli çalkanan, çalkandıkça karışan, kocaman dalgalar yaratan ve kıyıları yılmadan tokatlayan su gibi. Sadece kurursa duracak olan… Diğer insanlar, sözde iyi olan insanlarsa kıyıda oturup izliyor dalgaları, belki umursamıyor, belki dalga geçiyor, belki aşağılıyor, belki sadece “zevklerine” bakıyorlar. Bilmiyorlar ki, o dalgalar bir gün kıyıları tokatlamaktan vazgeçecek. Çekilecek, çekildikçe birikecek, biriktikçe yükselecek ve o sözde iyi insanları ansızın yok edecek. Kimisi buna, bu yok edici, bu toplumun kirlettiği, kirini içine akıttığı sulara, tsunami diyecek, kimisi tufan. Bu tufandan kurtulanlarsa, Nuh’un gemisine kendi biletlerini kesenler olacak. İşte onların, “o şey”i onurları olacak, onlar onurları için yaşayacak. (Aşık Kemiği, Albertine Sarrazin, Everest Yay., Çev: Birsel Uzma,186 s.)

Albertine Sarrazin

MURAT HATUNOĞLU murathatunoglu@yahoo.com


Aydınlık KİTAP

13 TEMMUZ 2012 CUMA

7

Diğerlerinin gözünden: Hitit mparatorlu u’nun Habil ile Kabil Yap s Kitab okumadan önce; tüm bildi im Kabil’in ilk cinayeti i leyen, Habil’in ise ilk kurban oldu uydu. Tanr ya kurban sunan iki karde ten Kabil, kendisininki kabul edilmeyince öfkesine hakim olamam ve karde ini öldürmü . Dolay s yla nefsine hakim olamayan Kabil kötü, Habil ise iyili in temsiliydi.

Geç Bronz Ça uygarl olan Hititleri incelerken k l k rk yaran Diren Çakmak, Hitit uygarl n n do u una dek insanl n ya ad toplumsal evrimi aç klamakla ba lam i e

BARIŞ DOSTER CEREN ADALETSEVER cerenadaletsever@yahoo.com Hepimiz Habil ile Kabil’in hikayesini az çok biliriz. Kulaktan kulağa dolanan bu hikayeyi, Ayrıntı Yayınları Asuman Bayrak’ın anlatımıyla yazıya dökerek kitaplıklarımızda yerini almasını sağladı. Yaratılış efsanesini farklı bakış açılarıyla anlatan bu kitap, yazarın ilk kitabı olma özelliğine sahip. İlkler unutulmazdır, yazar için farklı bir yere sahip olacağını sandığım bu kitap özellikle ezber bozduğu için, benim için de unutulmayacaklardan. Geçtiğimiz haftalarda raflarda yerini alan “Kayıp Taşlar” bize yaradılış efsanesini, Habil ile Kabil’in bugüne kadar bilmediğimiz, bize unutturulan ikiz kardeşleri Aklima ve Lebuda’nın dilinden anlatıyor. Bu hikayeye, bir de bugüne kadar tanımadığımız gözlerden bakarak; aslında algının zamana, zemine, kişiye göre nasıl da değiştiğini görüyoruz. Bayrak, bizim “sınırlı” bildiklerimiz dışında, gerçeğe biraz daha ışık tutarak Aklima ile Kabil, Lebuda ile Habil ikiz kardeşlerin hikayelerini, insana dair olan her şeyiyle anlatıyor ve ilk insanlar üzerinden kendimizi, olup biteni anlamamıza yardımcı oluyor.

YERYÜZÜNDEK LK C NAYET Bir tarafta köpükler saçarak çılgın akan dere: Aklima ve en az onun kadar coşkulu ve öfkesine hakim olamayan Kabil; diğer tarafta ise dağların doruklarında berrak bir göl: Lebuda ve ihtiyatlı ve itaatkâr olan Habil. Bu ikiz kardeşler, Aklima ile Kabil, Lebuda ile Habil, aynı yatakları paylaşmak isteyene kadar; hep birlikte oynarlar, iş yaparlar, her anlarını birlikte geçirirlerdi. Fakat büyüdükten ve duygularının farkına vardıktan sonra kim bilebilirdi ki duygularının yeryüzündeki ilk cinayete sebep olacağını. İşte bu hikaye, bizi cinayet mahalline götürerek, yeryüzünde işlenen ilk kötülüğe giden süreci; insana dair olan aşk, nefret, acı, umut, itaat, isyan gibi duygularla anlatıyor. Ve yeryüzüne ölümü,

acıyı getiren bu kötülüğün nedenlerini anlamamızı istiyor. Belki de ilk insanların bu sonu hazin hikayesinden sonra aşkın karşısına mantık belirmiş, ikisi tezat anlamlar taşıyan kavramlara dönüşmüşlerdir. Aynı zamanda yazar; özellikle biri köpükler saçarak çılgın akan dere gibi asi, diğeri dağların zirvesindeki berrak göl gibi sakin olan iki kız kardeşlerin dilini kullanarak; bir hikayenin, iki dilden ne kadar farklı çıkabileceğini gösteriyor bizlere. Aslında hepimiz bir hikayedeyken, her birimizin farklı hikayelere sahip oluşumuzu gözler önüne seriyor bu tercihiyle. Ve “kendi” denizimizde boğulduğumuz şu günlerde; farklı bakış açılarının hikayeyi daha iyi anlamamızı sağlayacağını gösteriyor.

Y YLE KÖTÜYE YEN DEN BAKMAK Bu kitabı okumadan önce; tüm bildiğim Kabil’in ilk cinayeti işleyen, Habil’in ise ilk kurban olduğuydu. Tanrıya kurban sunan iki kardeşten Kabil, kendisininki kabul edilmeyince öfkesine hakim olamamış ve kardeşini öldürmüş. Dolayısıyla nefsine hakim olamayan Kabil kötü, Habil ise iyiliğin temsiliydi. Fakat bu kitap, tüm ezberleri bozarak, sınırlı bildiklerimizle-belki de bilmediklerimizle- edindiğimiz yargıları kırıyor, hikayeyi tüm çıplaklığıyla yargıya varmadan anlamamızı sağlıyor. Meselenin iyi kötü olmadığı, meselenin ikisini de içinde barındıran “insan” olduğu bu kitapta, hikayenin tüm karakterleriyle empati kurarak sonunda insanoğlunun acıyla tanıştığı bu hikayeyi tüm yargılarınızdan uzakta kavrayacaksınız. Asuman Bayrak, “Kayıp Taşlar”da, yaradılış efsanesini, bize anlatılanlarla sınırlı kalmayarak, bir çok varyasyonu içinden en bilinmeyeni, en ezber bozanı, belki de en feminist biçimini anlatıyor. Tarih boyunca kayıp olan o kadar taş var ki, Asuman Bayrak bu taşlardan birini yazıya dökerek, bu taşların üzerindeki efsanelerin kaybolmamasına katkıda bulunuyor. (Kayıp Taşlar, Asuman Bayrak, Ayrıntı Yay., 192 s.)

Türkiye, uygarlıklar beşiği olmakla övünür. Üzerinde yaşadığı, devraldığı, içine doğduğu, içinden çıkıp geldiği medeniyetlerin birikiminin, bıraktıkları mirasın sahibi, varisi, bakiyesi olduğunu vurgular sık sık. Ancak onlara dönük bilimsel ilgiyi canlı tutmayı pek beceremez. O mirasa akademik düzlemde hakkıyla sahip çıkamaz. Sahip çıkmaya çalışanları da yorar, hırpalar, hatta üzer. Tüm bunlara karşın genç kuşak araştırmacılar arasında çalışkanlığı ve üretkenliğiyle öne çıkan iktisat tarihçisi Diren Çakmak, hem gerçek bir Cumhuriyetçi olduğu için durumdan vazife çıkarmış, hem de kendi disiplinini diğer disiplinlerle besleyerek, zenginleştirerek, adeta iğneyle kuyu kazarak bu alanda önemli bir iş başarmış. “Hitit İmparatorluğu’nun Toplumsal ve İktisadi Yapısı” (Libra Kitap, 2012) adlı eseriyle, bu büyük uygarlığı derinlemesine incelemiş. Günümüzde üniversitelerden adeta kovulmuş olan siyasal iktisada bir bütün olarak baktığı için, yurt içinde ve dışında oldukça zengin bir kaynakçayı tarayarak, kütüphanelere, arşivlere, müzelere girerek çok önemli sonuçlara ulaşmış. Geç Bronz Çağı uygarlığı olan Hititleri incelerken kılı kırk yaran Çakmak, Hitit uygarlığının doğuşuna dek insanlığın yaşadığı toplumsal evrimi açıklamakla başlamış işe. Sonrasında Hitit araştırmalarının kısa tarihini vermiş. 18. yüzyıl ortalarından itibaren keşfedilen Anadolu uygarlıklarına değinmiş. 19. yüzyıl başında Batılı seyyahların Batıya tanıttığı Boğazköy’e, Alacahöyük’e, Eflatunpınar’a, Gavurkale’ye uzanmış. Arazide, sahada, kazı alanında değil, ama metinler, belgeler, kitaplar üzerinde yoğun, yorucu, derin kazılar yapmış. Kuramsal yaklaşımı ve kavramsal çerçeveyi ise şöyle çizmiş: Hitit İmparatorluğu’nun siyasi, toplumsal, iktisadi yapısını tek kuramla açıklamanın olanaksız olduğundan hareketle, Herfried Münkler’in “kara im-

paratorluğu” ve Karl Polanyi’nin “yeniden dağıtımcı/haraççı düzen” kavramsallaştırmalarına başvurmuş. Kara imparatorluğu kavramına gönderme yaparak, şunları yazmış: “İmparatorluk büyük devlet olmanın ötesinde, kendine özgü bir dünyada devinen bir yapıdır. İmparatorluk imgesine, imparatorlukların periferinin (çevrenin) kanını emdiği, periferiyi sömürdüğü düşüncesi damgasını vurmuştur. Periferi yoksullaşırken merkez giderek zenginleşir. Nitekim bir süre sonra merkeze karşı periferiden direniş başlar. Başlayan direniş merkez için baş edilmez bir hal alır. Periferiyi kontrol altında tutmanın maliyeti, periferiden elde edilen kazancı aştığı zaman imparatorluk yıkılır”. İmparatorlukla uygarlık arasında yüksek bir pozitif ilişki olduğunu belirten Çakmak, M.Ö. 1650’de Hattuşa (Boğazköy) başkent olmak üzere Hitit Devleti’ni kuran ve M.Ö. 1200’de yıkılan Hititlerin Anadolu’da ortaya çıkışını ve Hitit İmparatorluğu’nun siyasi tarihini bütüncül bir bakış açısıyla incelemiş. Hititlerin önce krallık sonra da imparatorluk olarak örgütlendiklerini, 450 yıl boyunca Yakındoğu tarihine etkin ve güçlü bir siyasal aktör olarak damga vurduklarını belirtmiş. Hitit bilimcilerin ve arkeologların, Hitit Devleti’nin varlığının M.Ö. 1700’den başlayıp M.Ö. 1100’de bittiğini kabul ettiklerine dikkat çekmiş. Krallık devrinde bir kara krallığı, imparatorluk döneminde ise bölgesel bir kara imparatorluğu olan Hititleri incelemesinin nedenini ise Çakmak şöyle özetlemiş: “Bugüne kadar Türk iktisat tarihi yazınında yaygın olarak, Osmanlı toplumsal ve iktisadi örgütlenmesinin kökeninde Oğuz, İslam, Selçuklu ve Bizans birikimi aranmış, Hitit birikimi ihmal edilmiştir. Hitit toplumsal ve iktisadi örgütlenmesinin de bu birikime dahil edilmesi gerekir”. (Hitit İmparatorluğu’nun Toplumsal ve İktisadi Yapısı, Diren Çakmak , Libra Yay., 399 s.)


8

Aydınlık KİTAP

13 TEMMUZ 2012 CUMA

YAZAR ENVER AYSEVER’LE SON KİTABI “NİSAN’A MEKTUPLAR” ÜZERİNE

“Yazıyla iç içe süren hayatı seviyorum” Bir yandan insanl k kazan mlar elde ediyor, öte taraftan fa izm k l k de i tirerek ortaya seriliyor. Tüm bunlar kar s nda sessiz kalmak zor. Ama herkesten kahraman olmas n beklemek de aptalca. Kahraman olmay gerektiren bir ça da ya amak üstüne dü ünmeliyiz

Enver Aysever, “Yazgıcılar” romanının ardından “Nisan’a Mektuplar” adını taşıyan deneme kitabıyla okurun huzuruna çıktı bu kez. Kızına yazdığı samimi mektupları yine kızı Nisan’ın renkli resimleriyle bu kitapta buluşturmuş Aysever… Enver Aysever, en başta işi “yazmak” olan bir “baba”. Hem de bir kız babası! Kız babası olmanın bir ayrıcalık olduğuna inanan Aysever, “Nisan’ı gözlemlemek bana iyi geliyor. Yaşama ve insana olan inancımı artırıyor” diyor. Kitap çok öznel gibi görünse de esasında tüm çocuklara -yarının yetişkinlerine- Türkiye’nin bugününü resmediyor. Yaşadığımız çağın gerçeklerini bu içten mektuplarla geleceğe taşıyor. Zira mektup, zamana direnen bir edebi tür. Bu mektuplarda insan olmanın önemine, yaşama tutunmaya, umuda, özgürlüğe dair önemli satırlar var; Şafak Öğretmen gibi ülkemizin acı gerçekleri var... Öte yandan her şeye rağmen hep umut var… Aysever ile Nisan’a yazdığı mektuplar üzerinden Türkiye gündemini, baba olmayı, yazmak eylemini, aidiyetsizlik duygusunu konuştuk…

ÇOCUK SAH B OLUNCA... Kızınız Nisan’ın resimleri ve sizin ona yazdığınız mektupların kavuştuğu bir kitap, “Nisan’a Mektuplar”. Yazar bir baba olmanın getirdiği bir itki de denilebilir mi bu kitap için? Bir çocuk sahibi olmak -ki bu sahiplik duygusu kötüdür, biliyorum- yaşama yeniden bakmayı ve sorgulamayı beraberinde getiriyor. Yeni bir durum... Bir süre kendi içinde serüven yaşıyor kişi. Ardından bu yeni hal farklı duyguları derinleştiriyor. Bencillikten uzaklaşıyor insan. O güne dek sözü edilen kimi kavramlar, fikirler bir yanıyla elle tutulur, somut hale geliyor. Zaman zaman yersiz kaygılar da ekleniyor buna. Yazmak, tüm bunlarla hesaplaşmak, kendini bir aynada görüp, ölçmek için en uygun yol. Ben de bunu yaptım. Nisan'la birlikte olmayı öğrendim. Buna bir de Nisan'ın resimleri de eklenince bir kitap oldu. Tüm bunlar öznel gibi duruyor ama değil. Tersine herkes için oldu bu kitap. Durdurulamaz bir hızla yol alan teknoloji bir yandan insanlığa müthiş kolaylıklar, imkânlar sunarken bir yandan da bazı güzel şeyleri “tarih” olmaya zorluyor. Mektup da bunlardan biri. Bu iletişim çağında artık kimsenin mektup yazmaya ayıracak vakti yok! Ama her şeye rağmen mektubun yeri bambaşka bana kalırsa. Nisan ve onun kuşağı ve de daha sonraki kuşaklar için ne ifade edecek acaba mektup? Mektup, yazınsal türler içinde önemli olanlarından biri. Hem çok kişisel hem de bugün baktığımızda tersine tarihi veri olarak son derece önemli ve değerli. Hem kişisel tarihimiz, hem toplumsal açıdan. Mektup; yazmak, göndermek, okumak, yanıt vermek ve bek-

lemekten oluşan hayli uzun erimli ve keyifli bir süreç... Sabretmeyi, bilgeleşmeyi besler... Elbette zarf, kâğıt, postacı, pul gibi pek çok olgu yok gibi artık. Ama mektup fikrinin sesi, seslenme anlayışı diri, dipdiri. Artık kırklı yaşlarınızı sürüyorsunuz. Ve “ölüm” gerçeğiyle ile ilgili sorgulamalarınız derinleşiyor sanırım. Baba olmak da bir parça ölümü sorgulamaya götürüyor insanı, değil mi? Nisan ile birlikte ölümle ilgili düşünceleriniz ne yönde değişti diye sorsam? Ölümlü olmak üstüne kim düşünmez ki? Esas olan rastlantısal olarak bulunduğumuz ve bizim tercihimiz olmayan insanlar ve olgularla bir arada olduğumuz süreci bir anlama oturtarak yaşamak. Elbette öleceğiz. Baba olmak, bu sürecin en önemli deneyimlerinden. Bir çocuğu olmasını çok isteyen biri için bir yanıyla da ödül. Hele ki bir kız çocuk. Nisan'ı gözlemlemek bana iyi geliyor. Yaşama ve insana olan inancımı artırıyor. “Babasından Ayrı Çocuklar Varken” başlıklı mektupta evladından ayrı kalan Mustafa Balbay’dan bahsediyorsunuz Nisan’a ve ülkemizin tüm çocuklarına. Balbay gibi daha birçok gazeteci, aydın evladından, eşinden, yuvasından uzakta… Süresiz tutuklu… Herkesin eli kolu, dili, kalemi bağlı/bağlanmış. Nereye varacak sizce bu tutuklamaların ve tutukluların sonu? Nasıl bir ülke bırakacağız Nisan’a /çocuklara? Türkiye çok acımasız ve vahşi bir süreci sürüyor. İnanılmaz bir gaddarlık, ölçüsüzlük söz konusu. Tutuklamalar, ucu açık yargılamalar, özgürlüklerin sınırlandığı, baskı günlerinden geçiyoruz. Bir hesap görülüyor. Kin var, nefret var ve öfke! Bu süreci yaşarken çocukları unutuyoruz sanki. Tam da bu süreçten doğrudan etkilenen onlar. Taraf olmadıkları bir kavga bu. Dahil olmadıkları... Balbay örneği çarpıcıdır. O yüzden yazdım. Bir çocuk, babasını evinde hiç görmemiş, anımsamıyor. Nedim Şener'in kızına yapılanlar ortada. Nazlıcan Özkan'ın çektikleri. KCK'nın bir dolu isimsiz mağduru var. Balyoz öyle... Bunu bir belge, tanıklık olarak yazmalıydım. Gün gelir, susanlar utanır belki!

AYDININ D K DURU U İnsanoğlunun yapabilecek olduğu ve yapmadıkları ile ilgili duyduğu suçluluk ve vicdan azabı en büyük acılardan biridir sanırım. Olup biten haksızlıklar karşısında soru sormamak, hiçbirini görmemek, duymamak, bilmemek… Ancak kafalarını başka tarafa çevirmeyip, gören, soran, sorgulayanların başına gelenler de malum. Susturulan, işinden edilen gazeteciler… Neden kimsenin gücü yetmiyor, dur denemiyor bu gidişe? Aydın olmayı önemserim ben. Bugünlerde bu kavramı kullananlar için geri kafalı deniyor. Doğrusu ben memnunum bundan. Yazarların, düşünürlerin dünyasından; aydınların

dik duruşundan etkilenirim. Beklentim büyüktür. Özgür olma savaşı beni umutlandırır ve heyecanlandırır. Bildik türden bir modernleşmeciyim bir yanımla. Hâla etik sorunları önemserim. İyiliğe olan inancım tamdır. İnsanlığın serüvenini böyle anlarım. Kimileri bunu nostaljik görüyor, kimi romantik... Dil, din, ırk ayrımı yapmam... Modernleşme süreci yeni vahşileşme çağıdır bir taraftan da! Bunu da biliyorum. Kapitalizmin ne denli aşağılık yöntemleri olduğunu da biliyorum. Böyle ama... Bir yandan insanlık kazanımlar elde ediyor, öte taraftan faşizm kılık değiştirerek ortaya seriliyor. Tüm bunlar karşısında sessiz kalmak zor. Ama herkesten kahraman olmasını beklemek de aptalca. Kahraman olmayı gerektiren bir çağda yaşamak üstüne düşünmeliyiz. Enver Aysever

ELİF ŞAHİN HAMİDİ

TÜRKÇE DUYGULANIYORUM VE YAZIYORUM

sanı yazar yapmaz. Remzi Kitap Gazetesi’ndeki denemelerinizde de bu konuya değiniyorsunuz. Ama artık bir yapıtınız varsa yani artık bir yazarsanız biraz daha ürkütücü, tedirgin edici, çokça acıtan bir eylem olmuyor mu yazmak?

Nisan ile baba ocağınız Antakya’ya yaptığınız yolculuk üzerine bir mektup yer alı- Yazmak farklı gerekçelere dayanır. Ama yor kitapta. Tek bir sözün bile kulağınıza amatörlüğü kaldırmaz. Bu işten para kazananlamlı gelmediği o uzak diyar, Türkçe bil- mayı işaret etmiyorum. Yazarlığı bir anlayış, meyen babanız… Siz ve kızınız ise İstanbul varoluş olarak görmekten söz ediyorum. doğumlu. “Bazen kökünden kopar insan ve Kimi zaman mecbur kalır insan bu işe. Bazen ardından gelen kuşaklar köksüz büyüler. tercihidir kişinin. Ama yanıt verdiğiniz an, duBir yanıyla güzeldir. Her yer memlekettir, rum farklıdır artık. Sizin dışınızda yaşantısı varher yan özgürlük. Öte taraftan bakarsın bir dır onun. Ben yazarlara ve özelikle de roman yabancılık, yalnızlık gibi durur” diyorsunuz. sanatına inanırım. Belleğimde, güncel yaşaBu aidiyet ve de yersiz yurtsuzluk, kök- mımda yerleri büyüktür. Olmadıkları an, ben sahiden yolumu kaybederim. Başka türlü süzlük üzerine konuşabilir miyiz? İnyaşam bilmiyorum. Yazmak ve sana kattığı ve alıp götürdükleokumak yaşamın tamamıdır ri üzerine… Türkiye bence. Tüm bir yaşam böyçok ac mas z ve Bu soruyu çok zamandır le sürülebilir. Sadece teaklımda taşıyorum. Çok vah i bir süreci sürüyor. dirgin edici değil. Tüm sevdiğim dostlarımın ol nan lmaz bir gaddarl k, duyguları yaşadığınız bir duğu, her metresini iyi ölçüsüzlük söz konusu. eylemdir bu. Tutuklamalar, ucu aç k bildiğim bir kentte, İstanbul'da doğdum, büyarg lamalar, özgürlüklerin Sait Faik “yazmasam yüdüm. Türkçe duygus n rland , bask günlerinden delirecektim” derken, lanıyorum ve yazıyorum. geçiyoruz. Bir hesap görülüyor. Turgut Uyar “PalyaAma bu coğrafyanın acıKin var, nefret var ve öfke! Bu ço” adlı güzel şiirinde lı kaderi var. Dedem Mussüreci ya arken çocuklar “bitmedi, yazacağım tafa Kemal sevdalısıydı. unutuyoruz sanki. Tam da daha/yazmazsam ağlabu süreçten etkilenen Bir ailenin çekeceği türlü yacağım çünkü” diyor. Enonlar. ayrımcılıkları yaşamamıza karver Aysever yazmasa ne yaşın, bu toprak insanıydık ve umupardı; hangi dala tutunurdu? dumuz tamdı. Ama her dönem kapıBen tiyatro yaptım, televizyoncuyum, yı gösteriyorlar birilerine. Son Suriye sürecinde o bölge halkının potansiyel suçlu olarak su- üniversitelerde ders veriyorum... Başka işnulması, düşündürücüdür. Fikrini söylemek lere de girdim, çıktım. Görüyorum ki hepmümkün değil bu ortamda. Elbette aidiyet si kitaplarla ve yazmakla ilgili. Demem o ki; duygum örseleniyor. Kendimi yersiz, yurtsuz, eğer bu tadı almışsam, alışkanlığı edinmişkimsesiz hissettiğim oluyor. Ama bir yazı sem başka türlü düşünemem. Yazıyla iç içe adamı, düşünen kimse için bu hep böyle de- süren hayatı seviyorum. Konuşmayı da severim bu arada... Kitaplar olmasa bilge koğil midir? nuşmacıların izini sürerdim. Yazıyı bilmeYazmak tedavi edicidir, şifalıdır, iyileştirir sem, anlatıcı olurdum... (Nisan'a Mektuplar, Enver Aysever, insanı. Üstelik sonunda ortaya bir yapıt koyRemzi Kitabevi, 152 s.) mak da gerekmez; dahası yazıyor olmak in-


Aydınlık KİTAP

BABİL BALIĞI

13 TEMMUZ 2012 CUMA

9

Hikâyesi olmayan hikâye mustafa.salih.kurt@gmail.com “ ‘Yaşlı kadın çığlık attı’, demeyin, onu getirin ve çığlık attırın. ”

Mark Twain Dünya yayıncılığı yaz döneminde. Bu nedenle kitaplarını alacak potansiyel kitlenin çoğunlukla tatile girip parklara koşan veya evde bilgisayarlarının başında pinekleyen gençlerden, sahil kenarlarında karaya vurmuş balina gibi yatan tatilcilerden oluştuğu varsayımında bulunmaları kaçınılmaz. Hatta pek çok yayın organı bu duruma yönelik olarak yazlık kitapların bir listesini hazırlıyor ve “Bu yaz neler okunabilir?” başlıklı makaleler (bkz. Time) yayınlıyor. “Yaz yazarı,” denilen kavram neredeyse tamamen oturmuş durumda. Bu “varsayılan” okur kitlesine yönelik olarak da “yaz yazarları” formülü baştan belli, içeriğinde ucuz kurgulu, sürükleyici, macera, mizah ve o an popüler olan hangi kurgular varsa (-ki bu kurgu seçiminde de erkeklerin değil kadınların seçimi ön plandadır) o kurguları olabilecek en yüzeysel haliyle işleyen kitaplarını kıştan hazır etmektedirler. Sonuç olarak da ortaya çıkan şey bir kitaptan çok bu sıcakta kafaya dikip bir an evvel rahatlamanızı sağlayacak soğuk bir sodaya benzemektedir. Bütün bu varsayım saçmalığı bir yana, gerçek hiç de beklenildiği gibi değildir (tamamı sahillerden oluşan başka ülkeler için durum doğru olabilir belki). Ortalama olarak tatile çıkan her on kişiden sadece biri yanına kitap alır, kitap alan on kişiden ise sadece biri bu yeni yazlık kitapları satın alır, geride kalanlar daha önce okumayı düşünüp vakit bulamadığı bir kitabını yanında taşır. Bu satın alan kitlenin ise sadece onda biri o kitabı tatilde okur.

Bir de bu “varsayımın” dışında kalan kitle vardır. İşçidir, memurdur, orta düzey yöneticidir, öğrencidir, stajyerdir, emeklidir, iş arıyordur, hastadır, tatile çıkmamıştır ve belki çıkamayacaktır, hâlâ çalışmaktadır, metrobüs, otobüs kuyruklarındadır, yıllık izin hakkını dahi kullandığında bütün yılın yorgunluğunu evde birikmiş kitaplarını okuyarak, kışın izleyemediği filmleri izleyerek ve en önemlisi sessizlik içinde kafa dinleyerek atlatmak istiyordur. İşte, okur kitlesi de budur! Çünkü dünya üzerinde henüz hiçbir insan denizde veya havuzda kulaç atarken kitap okuyabilmenin bir yöntemini geliştirememiştir. Sinema sektörü yazın yüzde 75 oranında ölüdür, televizyonların sezonları bitmiştir ve yarı tatil halindedir, ilgilenebilinecek kurgusal iki şey vardır: kitaplar ve bilgisayar oyunları.

TRENDLERE GÖRE DE L, YAYIN ANLAYI LARINA GÖRE “Varsayımın” dışında kalan kitle gibi, bu “varsayıma” hiç aldırış etmeden kitap yayıncılığını trendlere göre değil, yayın anlayışlarına göre sürdüren gerçek yayınevleri de vardır. Yazın sıcağında da okurun, gerçekten okumaya değecek bir kitabı beklediğini bilirler. Beni bu yönden tatmin edebilen iki yayınevi, “April Yayıncılık” ve “Ayrıntı Yayınları” önünde saygıyla eğiliyorum. April’den, Scarlett Thomas’ın “Bizim Hazin Evrenimiz” kitabını ve Ayrıntı Yayınları’ndan da Walker Percy’den umulmadık bir bilim kurgu olan “Harabelerde Aşk”ı okumaya doyamadım. Yeterli yerim bulunmadığından, geleceğe karanlık bir bakış atan, Hıristiyan inancıyla yoğrulmuş sürpriz bir bilimkurgu eseri olan “Harabelerde Aşk”ı keşfetmeyi, üzülerek sizlere bırakmak mecburiyetindeyim. Asıl olarak “Bizim Hazin Evrenimiz”den bahsetmek istiyorum. Scarlett Thomas, hâlihazırda yedi kitabı bulunan, 40 yaşında, İngiliz bir yazar. Türkçeye daha önce çevrilen “The End of Mr. Y” kitabıyla da (Mr. Why’ın Sonu, Plato Film Yayınları, 2009) Türk okuru yazarla tanışmıştı. Mantık ve kurgu öğelerini alt alta sıraladığımda “Mr. Why’ın Sonu” kitabını daha çok sevmek için daha fazla nedenim olmasına rağmen, “Bizim Scarlett Thomas

M. SAL H KURT

Hazin Evrenimiz” kitabını daha çok sevdim ve daha başarılı buldum. İncelemesi zor bir kitap olması, sanırım bunda etkili oldu. Kitabı anlatırken başka yazarlardan örnekler vermenin herhangi bir yolu bulunmadığından iş biraz başa düşüyor. Yazarın on yıl sonra yazacağı bir kitabının edebiyatın neresinde ve ne hakkında olacağı biraz meçhul olsa da bu kitabını okurken iki nokta gözünüze hemen çarpıyor: 1- Yazar bir edebiyat dehası 2- Hikâyesi olmayan bir hikâyeyi anlatmayı başarmış.

HAYATIN KEND S NE BENZER B R KURGU Yazarın hikâyesi olmayan hikâyeler (antistory) üzerine çalışmaları, arayışları ve referanslarını romanının içerisinde de bulmak mümkün. Temel bir hikâye veya düğüm yerine, hayatın kendisi gibi, bir bütün haline gelecekmiş gibi görünen ama asla gelmeyen, birbiriyle alakalı gibi görünen ama asla alakası olmayan “şey”ler arasında savruluyoruz. Bakıldığında, hayatın gerçekte var olduğu şeyin temelde bütün bu anlam verme karmaşası içerisinde, parçacıkların peşinde sürüklenirken “anlam verme” dışında hiçbir eylemin gerçekleştirilmediği, elle tutulabilir tek somut şeyin, aksine soyut ve gereksiz, otomatik olarak yaptığımız sürüklenme –sürünme veya titreme belki daha doğruolduğudur. Yazarın son derece gerçekçi, zaman zaman acı verici derecede sıkıcı parçacıkları arasında dolaşırken, hayatında hiçbir önemli şey olmayan bir insanı izliyormuş hissine kapılabilirsiniz. Açıkçası kitabı bu nedenle en az on kez okumayı bıraktım, sonra tekrar döndüğümde yine ilgi çekici başka bir şey beni bekliyordu ve 30 sayfa kadar daha ilerlememe yol açıyordu. Hayat da bu değil mi? Roman boyunca ana kurgu, temel düğüm diyebileceğiniz her şey –aynı şekilde her biri ayrı ayrı özenle kurgulanmış ve bir yerlerde yaşıyorlarmış hissi uyandıran karakterleri de- değişime uğruyor (bazen değişmeden kıpırtısız kalıyor) ve artık neyi takip ettiğinizin ucunu kaçırıyorsunuz. Kitabın elbette orijinalinde de aynı şekilde bulunan arka kapak yazısı sizleri yanıltmasın, ana karakter gerçekten Meg gibi görünebilir ve arka kapakta bahsedilen olgular da gerçekten kitapta mevcuttur fakat hiçbiri kitabın ana teması, konusu veya düğümü değildir. Kitap tek, temel bir öyküden çok, dağınık bir zihne ve dolayısıyla da hayatın kendisine benzer. Meg’in “ciddi” bir kitap yazmayı istemesi fakat nereden başlayacağına dair hiçbir fikrinin bulunmaması, parasal sorunlar, her an ayrılabileceği bir erkek arkadaş, bir ilişki yaşayan yakın arkadaş, hikâyesi olmayan bir hikâye geliştirmekte olduğunu

söyleyen bir başka arkadaş, meydana gelen tuhaf ve bazen sıkıcı olaylar, bu olayların bir araya gelecekmiş görünüp gelmemesi… Kitaptaki bazı temel noktaları vurguladım. İşte şimdi ilginçleşmeye başlıyor… Sonuç olarak da hikâyesi olmayan bir hikayeyi barındıran, her an ayrılabileceğiniz ama nedenini bilmeden bir türlü ayrılamadığınız ve zaman zaman umursamadığınız, size kitap yazmak, post-modern felsefe ve hayat hakkında fikirler ve öğütlerde bulunan, her an bir başka kitabı elinize almanıza olanak veren ve bunu umursamayan (nasıl olsa döneceksiniz), olayları hep beklenti doğuran ama üst üste eklenmeyen bir roman ortaya çıkıyor. Örtüşen roman yapısını hemen fark ettiniz mi? Kesinlikle dâhiyane! Kurgu-roman-hayat-gerçeklik. Hepsi örtüşüyor ve elinizdeki kitaba dönüşüyor.

TAVS YE ED L R... Kitabı bu ay için tavsiye edebileceğim kitapların en üstüne taşımam bir yana, ayrıca kitap yazma aşamasında ve yeni kurgu arayışındaki yazar adaylarına özellikle tavsiye ediyorum. Dâhiyane fikirler modern çağın edebiyatında çok fazla oluşur. Fakat bu farklı fikirler genelde başarısız uygulamaların içerisinde paramparça olmaya, yazarların yeteneklerinden gerçekçi olmayan beklentilerinin ağırlığı altında ezilmeye mahkûmdurlar. Ender de olsa kusursuzca uygulamaya dökülebildiklerinde ise sonuç Scarlett Thomas, Tom Robbins, Neil Gaiman, Haruki Murakami vb. dir. Mutlaka keşfedilmeleri ve okunmaları gerekir. Kitabın çevirmeni Kıvanç Güney ise doğrusu harika bir iş çıkarmış. Kitabın ruhunun farkında olan onun gibi daha fazla çevirmene ihtiyacımız olduğu şüphe götürmez. Kitaptan şu alıntıyla vedalaşalım: “Güneşin doğuşunu izledik. Eve döndüğümde kendimi müthiş hissettim; sanki içimde her zamankinden daha çok boş yer varmış gibi.” (Bizim Hazin Evrenimiz, Scarlett Thomas, April Yayıncılık, Çev: Kıvanç Güney 440 s.)


10

Aydınlık KİTAP

13 TEMMUZ 2012 CUMA

ANNESİZ VE ÜLKESİZ BİR ŞAİR: ADNAN SATICI

“Budur boynumu büken…” CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com

Adnan Sat c , ayn kaderi payla an her air gibi erken ölümüyle içimi çokça burkan bir airdir. Ölüm onu çok mu arad bilinmez ama seçkinler içinden seçti i muhakkakt r. Bir airin k rk be inde iire veda etmesinin sebebi ölümse bu herkesi üzmelidir. Ne iyi ki ya ad süreçte onu ve onun ad na bizi de sevindiren eyler var…

Kalbini kuşatmış olan ülkesizlik duygusu, sevdiği bütün varlıkları ülke edinme isteği, içindeki büyük boşluğu doldurmak arzusunun bir ürünü olmalıdır. Ülkesizlik duygusuyla zaman zaman bütünleşen annesizlik duygusu şairin iç dünyasındaki büyük boşluğun besleyici kaynağı durumundadır. “Yalnızca bir gök değil, o, bir şarkı demek de yetmiyor ona Belki bir ülke, doğrusu bir ülke Zaten hepsi sevdikçe oluşan bir gülde toplanıyor Maviyi toğrağa düşerken görsen, kırağıyı bir güle Orda onun şarkısını söylesen görmenin sevinciyle Çöl yitiği yüreğine içirdiğin sesini Ben duysam ve dinlesem… O’dur derim Bu onun gözleri yemin ederim… Beyazını kaplayan buğu benim kederim Kapısız penceresiz bir oda gibi duran Ağrısız bir ölüm gibi kapanan O’nun gözleri… (…) Dağlar ağır oturur, ağır ağır azalır Yoksa ona dağ mı desem, n’apsam Yerleşik oturan, süreğen, mağrur Bir eli elimde kalsa, öteki suya Yalın bir ceyalan sekişiyle suya dokunsa Bir yanı çoğalsa, bende dursun bir yanı Bende dursun biraz çocuk, çokça anne olanı Çünkü ben… Ben o anneyi gömdüm toprağa Ben bir çocuktum düştüm uzağa”

HER EY N UZA INA DÜ MEK…

Adnan Sat c

Bu şiirde olduğu gibi birçok şiirde sevgilinin bir ülkeye dönüşmesi, sevme eyleminin gülde karşılığını bulması gerçekliğin değil, gerçekliğin böyle olmasını istemenin, düşlemenin bir yansımasıdır. Çünkü Adnan Satıcı’da bağlandığı ve sahiplendiği her şeyin uzağına düşeceği tedirginliği ve endişesi, süreklilik kazanmış bir duygu halidir. “Göçmen kuşlar, dağından kopan ırmaklar, el sallanan yolcular, geride kalan kentler” ve derin bir çaresizliğin ifadesi olan “sen nereye/sen nereye” tarzındaki lirik çırpınışlar onun şiirinin iç kaynaklarına yönelik işaretlerdir. Bu işaretlerin tümü de endişe ve tedirginlikle sarmallanmış bir ayrılık duygusunun tabelası üze-

rinde belirtgenlemiştir. Adnan Satıcı şiirinde kuşkusuz daha başka başat izlekler de var. Fakat bu izlekler de sonunda bir kavşakta ayrılık korkusuyla buluşuyor ve örneğin ülke özlemi, örneğin aşk ve anne özlemi iç içe geçerek çok boyutlu bir tema haline geliyor. Aşk, ülkesizlik ve ülkeye dönüşen sevgili imgesi, terk edilme, bırakılma bağlamında büyüyen korku ve endişe onun şiiri içinde âdeta bir ip yumağını andırıyor. Bu ip yumağının başını ve sonunu bulmak ise okuyucuya kalıyor. Uyarmalıyım ki okuyucunun işlevi burada da son bulmuyor. Bulmanın sevinci kaybetmenin tedirginliğiyle örseleniyor. Birlikte olmak ayrılığın vehmini büyütüyor. İkilem şairin her adımında, bir başka söyleyişle şiirinin bütün coğrafyasında sürüyor. Güven ve güvensizlik. Eminlik ve şüphe. Mutluluk ve onun gölge halindeki takipçisi mutsuzluk.

AHENKL HÜZÜN Adnan Satıcı şiirinde öne çıkan “ülkesizlik” kavramı gerçekte halka mensup olan her insan için geçerli olan yoksulluğun, çaresizliğin, sahipsizliğin estetik alandaki ifadesidir. Fakat bazen bu kavram mecazın diliyle yoruma açık olmak kaydıyla Kürt halkına yönelik bir gönderme ve çağrışımın da aracı olarak kullanılmaktadır: “Bin yıldır ülkesizim, budur boynumu büken Uyandığım her sabah yalnızca bir ölüyüm Her şey aklımı kaptırdığım bir belirsizlik Sen ülkem olur musun, ilk Kırık kanatlarımla çırpacak göğüm.” Her halükârda ise onun şiiri annesiz ülkesiz bir söylemin ahenkli hüznü, lirik edası içinde akıp gitmektedir. Okuma esnasında ne bir tekleme engeli ne de bir kelimenin kulağınızı tırmalayan senfonisi…Sözünü ettiğim ahenge bunlar da dâhildir. Adnan Satıcı 1962’de Diyarbakır’da doğmuş, altı yaşında babasını, dokuz yaşında da annesini kaybetmiş. Daha sonra iki kız kardeşiyle birlikte hayat onları Eskişehir’e taşımış. Şairimiz, bu şehirde bir süre yaşadıktan sonra yeniden Diyarbakır’a dönmüş. Adnan Satıcı şiirindeki kaybetme korkusu, göçerliğin hüznü, sürekli endişe ve tedirginlik izleklerinin bu dönemin armağanı olduğunu düşünüyorum. Şairin küçük yaşlarında annesiz babasız kalması, yerinden yur-

dundan olması ile ülkesizlik duygusu arasında doğrudan bir nedensellik bağının bulunması tabii ki şaşırtıcı değildir.

ERKEN VEDA Adnan Satıcı ile Evrensel Kültür Merkezi’nin İstiklal Caddesi’ndeki bürosunda tanışmıştım. 1995 ya da 1996 yılları olmalı… Bir buçuk saate yakın sohbetimiz oldu. Samimi yaklaşımı, özenli dikkati, dinleyicilik ahlakı ve konuşma düsturu dikkatimi çekmişti. Belleğimde onunla ilgili işte bu özellikleri kalmış. Bir de güleç bir halinin olduğunu anımsıyorum. Adnan Satıcı, aynı kaderi paylaşan her şair gibi erken ölümüyle içimi çokça burkan bir şairdir. Ölüm onu çok mu aradı bilinmez ama seçkinler içinden seçtiği muhakkaktır. Bir şairin kırk beşinde şiire veda etmesinin sebebi ölümse bu herkesi üzmelidir. Ne iyi ki yaşadığı süreçte onu ve onun adına bizi de sevindiren şeyler var. Adnan Satıcı ilk kitabı “Ülkesiz Şarkılar”la (1984) Yeni Türkü Şiir Ödülü’nü alıyor. 1994’te Dünya Şiir Ödülü ve 1995’te ise Behçet Aysan Şiir Ödülü geliyor. Demek istediğim, yazdıkları sessizlikle, suskunlukla, görmezden gelmeyle karşılanmış, her edebiyatçının az çok bildiği edebiyatın o zehirli hançeriyle yaralanmış bir şairimiz değildir. Onun erken ölümünün tesellisi artık ödülleri olsun hepimiz için. Yazdığı altı şiir kitabı, bir masal ve bir deneme kitabı olsun. Tabii ki bu tesellilerle yetinmemeliyiz. Bugün için Adnan Satıcı’ya gösterilecek en anlamlı vefa örneği onun şiirlerinin toplu basımına ön ayak olmaktır. Yayınevleri ve kültür merkezleri açısından ise bu basımı gerçekleştirmek, Adnan Satıcı şiiri ile okurunu buluşturmaktır. Şiirlerinin toplu smı gerçekleştirilmiş bir Adnan Satıcı, kuşkusuz hem edebiyat dünyamız hem ülkemizin kültürel merhalesi hem de onu sevenler için çok gereklidir. Böylece Adnan Satıcı yeniden doğmuş olacaktır. Ve bu doğuşu onun kalıcı bir değere dönüşmesinin de bir aşamasını oluşturacaktır. Şairlerini kucaklayan ve onları sürekli kılan bir ülke kendi ruh sağlığına da önem veriyor demektir. Böylesi bir halkın bireyleri ve bileşenleri ne cinayet ne hırsızlık ne yolsuzluk ne de tecavüz suçlarıyla gündeme gelir. Şairlerini okuyan bir halkın ülkesi ruh inceliği ve gönül içtenliğinin bahçesi olur. Adnan Satıcı böyle bir bahçeye emek veren şairlerdendir. Onun şiirlerini okuyan her kimse ancak saf bir vicdan kadar kötü olabilir.


Aydınlık KİTAP

13 TEMMUZ 2012 CUMA

11

WILLIAM FAULKNER’İN BAŞYAPITLARINDAN “YENİLMEYENLER” İLK KEZ TÜRKÇEDE

“Yenilmeyenler” mi, yenilgiyi kabullenmeyenler mi? 20. yüzy l Bat edebiyat na etki eden ve ABD’li roman yazarlar n n önde gelen isimlerinden say lan William Faulkner, Güney insan n n hislerine tercüman olmay ba arm t r. Do rusu siyahlara lütufta bulunduklar n iddia eden ve geçmi e methiye düzen büyük toprak sahiplerinin hayal k r kl klar n yans tm t r. Kuzeylilerin siyahlara özgürlük bah etmek için de il de, Güney’i ya malama gayesiyle geldiklerini savlayan beyaz aristokrasinin kaderlerine isyan duygular n bizzat hissetmi gibi görünür

Amerikan Ku Klux Klan örgütünün başlattığı sürek avı hafızalardan kolay kolay silinmez. 1960'larda Mississipi eyaleti, siyahlara cehennem olur. Demokrasi havariliği yapan bir ülkenin yurttaşları, 20. yüzyılın oratsında siyahları diri diri yakarlar. Gene Hackman ve Willem Dafoe’nin başrollerini paylaştığı meşhur film, “Mississipi Burning”, bölge insanının hücrelerine işlemiş olan ırkçılığı ve hıncı sarsıcı bir dilde anlatır. Belediye Başkanı’nın filmdeki sözleri bir kültürü yansıtır: “Yabancıların nasıl yaşayacağımızı söylemesinden hoşlanmayız. Gerçek şu ki, burada iki kültür var. Beyaz kültür ve siyah kültür. Her zaman böyle oldu. Her zaman da böyle olacak.”

KUZEY – GÜNEY ÇATI MASI Yabancılardan kasıt Kuzeyliler. Kuzey ile Güney arasındaki kültürel farklılık bugüne kadar varlığını sürdürdü. Ayrışma, güneyin yerelciliğinde, federal hükümete tepkilerde, ırkçılığın devamında bugün kendini gösteriyor. Güneylilerin nostalji eğilimi de önemli bir sosyolojik olgu. Eski döneme, beyaz mülk sahipleriyle kölelerin barışçı bir ortamda büyük çiftliklerde beraber yaşadıkları zamanlara özlem, tarihsel gelişime bir itiraz niteliğinde. Mississipi eyaleti, ABD’de Güney’in kültürünü bünyesinde tüm özellikleriyle barındıran eyaletlerin başında geliyor. Gallup-Enstitüsü’nün yaptığı bir kamuoyu araştırmasına göre, en muhafazakar eyalet Mississipi. Araştırmaya katılan Mississipililerin yüzde 50,5’i kendini muhafazakar olarak tanımlamış. Kuzey-Güney çelişkisinin köklerini, Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda ve İç Savaş’ta aramak gerekir. İngiltere’ye karşı George Washington önderliğinde Bağımsızlık Savaşı veren, sömürge olmaktan çıkan ve bağımsızlığını ilan eden ABD, bir yandan da bir hesaplaşmaya doğru ilerliyordu. 19. yüzyılda Kuzey ile Güney arasındaki çatışmanın sebepleri sosyo-ekonomikti. Üretim biçimi feodal olan Güney eyaletlerinin ekonomik yapısı tarıma dayalıydı ve endüstri hemen hiç yoktu. Büyük toprak mülkiyeti hakimdi ve tarımda siyah köleler çalıştırılıyordu. Kömür ve demir madenlerini işleten Kuzey’in ekonomik yapısı ise endüstriye dayanıyordu. Kapitalist ilişkileri egemen kılmak isteyen Kuzey, Güneyin köle siyahlarına özgürlük verilmesini istiyordu. Ucuz işgücü artışına ivme kazandıracak olan bu süreç, Güney’deki ya-

pının da dağılması anlamına gelecekti. 11 Güneyli devlet, Birlik’le bağlarını kopardılar ve 1861’de “Amerika Konfedere Devletleri” olarak kendilerini ilan ettiler. Kuzeye savaş ilan edildi. Ve Abraham Lincoln’ün komutasında ve 23 eyaletten oluşan Kuzey, 3.5 milyon siyahı bünyesinde bulunduran Güney kuvvetlerini 1965’te mağlup etti.

GÜNEY’ N YAZARI Sadece coğrafya itibarıyla değil, ideolojik olarak da Güney’in yazarı ve kültürel simgelerinden biridir William Faulkner. 25 Eylül 1897’de Mississippi’de doğan yazar, iç savaşa dair hikayelerle, yöresel efsanelerle dolu bir çocukluk yaşar. Daha sonra hayatının büyük bir bölümünü geçirdiği Oxford’daki Lafayette kasabasına taşınırlar. Eserlerinde bahsettiği "Jefferson" Oxford’u, "Yoknapatawpha kasabası" ise Lafayette’i temsil eder. Hemen tüm eserlerinde Mississipi’deki toplumsal hayatı, Güneylilerin duygu dünyalarını, hayal kırıklıklarını ve ideallerini anlatan Nobel ödüllü yazar, kendi hayat tecrübesine ve yakın çevresindeki anlatılara dayanarak gerçekliği yakalamaya çalışır. Nitekim yazarın büyükbüyük babası William Clark Faulkner, iç savaşta Konfederasyon ordusunda çarpışmış, tren yolu yaptırmış ve adını Tippah kasabası yakınındaki Falkner şehrine verdirmiş Mississippi’nin önemli karakterlerinden biridir. Giriştiği düelloda ölen büyük-büyük baba, “John Sartoris” karakteri olarak William Faulkner’in eserlerinde hayat bulmuştur. Özel hayatında da, siyasette de yeniliklere kapalı olan William Faulkner’in şu sözü karakteristiktir: “Geçmiş asla sona ermez, hatta geçmez bile.” 20. yüzyıl Batı edebiyatına etki eden ve ABD’li roman yazarlarının önde gelen isimlerinden sayılan William Faulkner, Güney insanının hislerine tercüman olmayı başarmıştır. Doğrusu siyahlara lütufta bulunduklarını iddia eden ve geçmişe methiye düzen büyük toprak sahiplerinin hayal kırıklıklarını yansıtmıştır. Kuzeylilerin siyahlara özgürlük bahşetmek için değil de, Güney’i yağmalama gayesiyle geldiklerini savlayan beyaz aristokrasinin kaderlerine isyan duygularını bizzat hissetmiş gibi görünür. O kadar ki, Prof. Philip Weinstein, FaWilliam Faulkner

TUNÇ AKKOÇ

ulkner’in bu tavrının, 1876-1964 arasında yürürlükte olan ve ırk ayrımına dayalı “Jim Crow Yasalarına” adeta bir göz kırpma mı olup olmadığını cesaretle sorar.

YEN LG Y KABULLENMEYENLER 1938’de yayımlanan “Yenilmeyenler” (The Unvanquished) romanı, yazarın en ilgi çekici eserlerinden biri olmasına karşın Türkçeye yeni kazandırıldı. Diğer tüm eserlerinden farklı olarak, “Yenilmeyenler”in dili ve kullanılan anlatım teknikleri çok karmaşık değildir. 1863’de Güney kuvvetlerinin Vicksburg yenilgisinden iç savaşın sonuna kadar olan süre zarfında, Albay John Sartoris ve ailesi etrafında yaşanan olaylar, en başta 12 yaşında olan oğul Bayard’ın ağzından anlatılıyor. Bayard tüm vaktini yaşıtı zenci çocuk Ringo’yla geçirir ve gelişmeleri birlikte gözlemlerler. Sartoris Çiftliği, Güney denince akla gelmesi istenen, beyaz mülk sahipleriyle kölelerinin huzur içinde beraber yaşadıkları bir yerdir. John Sartoris adamlarıyla beraber çarpışmalara katıldığı için ve seferî olduğundan, çiftliğin sorumluluğu büyükanne Rosa Millard’dadır. Büyükanne ve çocuklar, Kuzeyli’lerin yağma faaliyetlerinden kaçar ve firar ederler, özgürlük vaat edilen siyahların kitleler halinde hareket haline geçtiklerine tanıklık ederler. Çeşitli maceralar yaşarlar, en önemlisi dönüş yolunda Yankee’lerden (Kuzey’li askerlerden) temin ettikleri yazılı bir belge aracılığıyla ve sahte evrak imal etme yöntemleriyle, katır alım-satım işine girişirler. Rosa Millard’ın planladığı, Bayard ve Ringo’nun da görev aldıkları bu işten elde edilen gelir, çiftlik ve yöre halkı için kullanılacaktır. Yedi bölümden oluşan kitabın son bölümü ise, 1874’te geçer. Savaş dokuz yıl önce bitmiştir. Bayard artık üniversite öğrencisidir. John Sartoris idealleri uğruna siyasi mücadeleye devam eder, siyahların seçim haklarına karşı çıkar, seçimleri kazanır ve “kendisine yaraşır” bir biçimde düelloda hayatını kaybeder. İç savaş; nedenleri üzerinde düşünmeyi gerektiren, Amerikan toplumunun gelişimine hizmet edip etmediği tartışma götüren, Yeni Dünya hayallerini suya düşüren trajik bir yenilgiyle sonuçlandı Faulkner’e göre. Romanın başında Bayar ve Rin-

go’nun Vicksburg muharebesini toprak üzerinde oyunlaştırmaları, Güneyin süregelen işte bu mağlubiyet duygusunu canlandırıyor. Devrimin sonrasında, Fransa’nın Vendee bölgesinde köylü ayaklanmalarının şiddetle bastırılması olayını, Kuzey’in Güney’i işgaliyle eş gören Faulkner, kitabın beşinci bölümüne de “Vendee” başlığını koyar. Çarpıcıdır. Yazara göre “Yenilmeyenler”, Güneyli beyazlardır. İç savaşın akabinde John Sartoris kargaşalı seçim ortamında iki kişiyi öldürerek “düzeni tesis eder”, silahlı adamlarının gücüne dayanarak da seçimleri kazanır. Güney teslim olmamıştır aslında. siyahların toplumsal konumu da Güneylilerin algısına has betimlenir romanda. Sartoris çiftliğindeki beyaz mülk sahipleriyle siyah hizmetkarlar arasındaki ilişki güzel gösterilir. Çocukluklarında Bayard ile Ringo, kardeş misali iki yakın arkadaş olmalarına rağmen, hatta Ringo’nun daha zeki olduğu genel kabul görüyor iken, 20’li yaşlara geldiklerinde Ringo artık hizmetkardır ve daha az kültürlüdür. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Asıl ilgi çekici olan, büyükanneyle firar halindeyken yollarda gördükleri siyah toplulukların tasvir ediliş biçimidir. Kuzey’in üstünlüğünü arttırması sonucu, Güney'deki toplumsal hayat ve çiftliklerin düzeni bozuldukça, siyahlar kitleler halinde kaçışa başlarlar. Tam olarak da aslında nereye gideceklerini, ne yapacaklarını bilmeyen bu insanlar, avare ve kontrolsüz olarak tarif edilir. siyahların eşitlik talebini ve hareketini küçümseyen tonlar açıkça hissedilir anlatım tarzında. Amerikalı eleştirmenler, “Yenilmeyenler” romanında savaş tasvirinin yüzeysel olduğu ve efsaneleştirilip, sevimli gösterildiği; savaşın yıkıcı ve kötü yönünün işlenmediği konusunda hemfikir. Tartışılır. Şu bir gerçek ki, Amerikan İç Savaşı’nı ve Amerikan toplumunun gelişim dinamiklerini farklı yönleriyle de ele almak isteyenler Faulkner’i okumalı. (Yenilmeyenler, William Faulkner, Yapı Kredi Yay., Çev: Necla Aytür, Ünal Aytür , 192 s.)


12

13 TEMMUZ 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

KAPAK

BEYOĞLU DEVLETI’NIN TARIHÇISI OKTAY GÜZELOĞLU’NUN ILK ROMANI: “AKTÖR”

Türkiye’yi Beyoğlu’nda tanıdım Ben Beyo lu’nun binalar n , tarihini vb. yazm yorum, benim malzemem “ nsan”. Ezilen, yüzlerine tükürülüp toplum d na itilenleri yaz yorum. Bir dokunup on bin ahlar dinliyor ve yaz yorum. Arkada l klar yap yorum onlarla, fahi eler, tinerciler, travestiler, sinyalciler, h rs zlar… Daha bir sürü gece adam … Hepsi bitik, hepsinin bir hikâyesi var. Ya am mda önemi çok büyüktür, ya am mda iyi kötü her eyi Beyo lu’nda ya ad m; sevgililerimi, terk edili lerimi, terk ettiklerimi, iyi günlerimi paspal günlerimi, paral günlerimi, terso günlerimi, ihanetleri, dostluklar k saca her eyi Beyo lu’nda ya ad m, ba ka semt bilmem MELİS YALÇIN melisyalcin89@hotmail.com Karıcığım... / Hasretliğin on ikinci yılı bu / On ikinci yılı / Gönül ağzına kadar dolu / Sen diyorum İstanbul geliyor aklıma / İstanbul diyorum sen / Sen şehrim kadar güzelsin / Şehrim senin kadar acılı. Nazım Hikmet Kimi şehirler, yerler vardır, adı hep bir yazarın ya da şairin adıyla anılır. Sözgelimi, Çukurova denince Yaşar Kemal, Dublin denince James Joyce gelir akla. Nasıl Çukurova'sız Yaşar Kemal düşünülemezse, Yaşar Kemal olmadan da Çukurova pek bir eksik kalır. Bazen de şehir yazarın kendisinden kaçamadığı kötü bir kader gibidir. Dublin hakkında, “Sevgili aşkım, Dublin

beni hasta, hasta, hasta ediyor. Başarısızlık, hınç ve mutsuzluk kenti. Dışında olacağım günleri bekliyorum” diyen Joyce, İrlanda’nın kültürüne, aile yapısına ve papaz baskısına karşı olmasına rağmen onu sırtında bir yük gibi taşımıştır yazın hayatı boyunca. Herhalde üzerine en çok şiirler, kitaplar yazılan şehirlerden biri de İstanbul’dur. Divan Edebiyatı'nın en önemli şairlerinden biri olan Nedim de şiirlerinde bol bol İstanbul’dan bahseder. Sürmeli gözlü güzel yüzlü gazâlân anda Zer kemerli beli hancerli cüvânân anda Bâ-husûs aradığım serv-i hırâmân anda Nice akmaya gönül su gibi Sa'd-âbâd'a

irlerini. Hepimizin bildiği bir şiirle analım onu. İstanbul’u dinliyorum, gözlerim kapalı; Bir kuş çırpınıyor eteklerinde. Alnın sıcak mı, değil mi biliyorum; Dudakların ıslak mı değil mi, biliyorum; Beyaz bir ay doğuyor fıstıkların arkasından Kalbinin vuruşundan anlıyorum; İstanbul’u dinliyorum. Can Yücel de eksik kalır mı, Orhan Veli Kulağıyla İstanbul’u dinler.

Kuzguncuğun orda Fethipaşa korusunda İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı... Taa Eminönü'nden, Yeni Camiinin dibine dibine Sürmeli gözlü güzel yüzlü gazeller onda O ihtiyar, ayyaş Karaköy Köprüsü yerine Altın kemerli beli hançerli civanlar onda Kurulacak asri, ama üzümsüz o asma Hassaten aradığım salınıp giden selvi oto-köprü için boylular onda Demir Kazıklar çakan Şahmerdanın güNiçin akmaya gönül su gibi Sa'd-âbâd'a rültüsü geliyor (Kâğıthane) Güm! Güm! Güm! İstanbul'u özlüyorum Neredeyse her sokağına, her kaldıGözlerim kapalı... rımına bir şiir bir de öykü düşer güzel İstanbul’un. Günlerinin çoğunu İstanÇektiği kısa filmlerle ve kitaplarıyla bul’u semt semt gezerek geçiren Sait İstanbul’la özdeşleşen yazarlardan biri de Faik, yazar Sabri Esat Siyavuşgil tara- Oktay Güzeloğlu. Yeraltı edebiyatının ülfından “şehir hayaleti” diye anılır. Or- kemizdeki temsilcilerinden olan Güzeloğhan Kemal, yakın arkadaşı Sait Faik'in lu, bize Beyoğlu sokaklarını ve o sokaklaİstanbul'u dolaşmakla geçen günlerini rın hor görmeye alıştığımız insanlarını anşöyle özetler: "İstanbul'u fellik fellik do- latıyor. Güzeloğlu’nun Aktör'ü bir yanıyla laşmaya çıkardı. Beyazıt'ta havuzun Yusuf Atılgan’ın Zebercet’ini hatırlatıyor başına tünemişse 'Havuz Başı' öyküsü- bize. Ülkemizde yeraltı edebiyatının milanü, Boğaz'a sarkmışsa 'Menekşe Vadi'yi dı sayılan Atılgan’ın “Anayurt Oteli”, işleyazardı. İstanbul'un en kıyıda köşede diği yalnızlık ve yabancılaşma gibi konularla kalmış yerinde rastladığı insanları da ko- ve karamsar sayılabilecek atmosferiyle lundan tutup öykülerine sokuştururdu. “Aktör-Kerhane Aşkı” ile birçok yönden Kanık’sadığımız bir şair: Orhan benzeşiyor gerçekten de. Veli, o da sevgilisine yazmış bütün şi“Pazar günü tekrar kerhaneye gittim. Bu

sefer kararlıydım. Doğru çalıştığı evine. Kapıyı çaldım, açtılar. O, yine aynı sedirde. İki kadının arasında oturan kapkara gözlerin önünde durarak, 'kaç numara' dedim. Yüreğim sürgün gibi yerinden gitti gidecek, 'dört numara' dedi. Kalktı önüme düştü, odasına çıktık… Kenarda bir sandalyeye eğreti oturdum, heyecanlıyım, onunla ne konuşacağım, düşünemiyorum, kalbim çarpıyor. 'Bir kahve içer misin' diye sordu. Düşünmeden 'evet' dedim. Sessizce odadan çıktı, birazdan bir kahve fincan ile döndü. Ben de bu arada o yokken odayı taradım, kenarda bir somya, iki sandalye, bir masa, orta halli bir ev odası gibi düzenli. Kahveyi verdi, karşıma oturdu. İkimiz de konuşmuyorduk. Birazdan sessizliği o bozdu, adımı sordu, sonra o da söyledi. 'Sevda'. İçimden, 'ne güzel ismi var' diye düşündüm. Durup dururken Sevda’ya sevdalanıyorum galiba diye düşünürken kapı çalındı. Fincanları istediler. Ben para vermek için cebime davrandım, el işaretiyle 'olmaz' dedi.” Bir tarafta memleketi kurtarmaya soyunmuş ama kendini kurtaramamış süfli bir tiyatro patronu, diğer tarafta bir kerhane patroniçesi… Darbe’nin en büyük darbesini yiyen Aktör, tiyatroyu kapatmakla kalmamış, bir de arkadaşlarıyla bile tanıştıramadığı bir kadından harçlık almak zorunda kalmıştır. Aşk mı? Aşkın böyle zamanlarda pek sesi soluğu çıkmaz olurmuş. Destek Yayınevi’nden çıkan son kitabı “Aktör – Kerhane Aşkı” vesilesiyle bir Beyoğlu âşığı olan Oktay Güzeloğlu’yla söyleşi yapma fırsatı bulduk. Yeni kitabından ve âşık olduğu semtten bahsettik. Umarım siz de zevkle okursunuz, hem söyleşimizi hem de Güzeloğlu’nun ilk romanını.


KAPAK

Aydınlık KİTAP

13 TEMMUZ 2012 CUMA

13

Oktay Güzelo lu

Kitaplarınızdan en akla kazınan sahneler Beyoğlu’nun sokak yaşantısını, sokakta yaşayan insanlarını anlattığınız bölümler. Anlaşılan o ki, kendi yaşantınızdan kesitleri de kitaplarınızda bol bol kullanıyorsunuz. Beyoğlu’nun sizin için önemi nedir? Sizin için bir “Beyoğlu yazarı” diyebilir miyiz? “Aktör”, ilk romanım, bu nedenle benim için anlamı büyük, ayrıca içerik olarak daha farklı. Bir tiyatro oyuncusunun 12 Eylül darbesi sonrasında yaşadığı travmayı, devrimci bir tiyatrocunun yaşadığı travma neticesinde uğradığı değişiklikleri anlatıyor diyebilirim. Farkında olmadan, ayakları onu geneleve götürüyor; hani parasız pulsuz ve bunalımda olan biri nereye gittiğini bilmez ya o da aynı durumda. Orada bir sermayeyle tanışıp dost oluyor ve olaylar devam ediyor… Her yazar, her yönetmen eserinde biraz da kendini anlatır, başka türlü olmaz, Beyoğlu’nun benim yaşamımda önemi çok büyüktür, yaşamımda iyi kötü her şeyi Beyoğlu’nda yaşadım; sevgililerimi, terk edilişlerimi, terk ettiklerimi, iyi günlerimi paspal günlerimi, paralı günlerimi, terso günlerimi, ihanetleri, dostlukları kısaca her şeyi Beyoğlu’nda yaşadım, başka semt bilmem, Ben kendimi Beyoğlu yazarından çok, Türkiye’nin insanlarını Beyoğlu’nda tanıyan birisi olarak görüyorum. Çok değişik kültürlere bulaşmış insanları tanıdım, örnek olarak verirsem; dokuzuncu sınıf birahanelere takılan bir sokak fahişesi yattığı kalktığı çeşit çeşit insanlarla aynı za-

manda farkında olmadan farklı kültürle- de anlamak ve anlatmak. Ulusal ve ulusre de bulaşır. Sokaklar için sokaktakiler için lararası 7 ödül kazandım kısa filmlerimle. de böyledir, sinyal yapanlar için de ge- Ayrıca çizgi olarak da hep sokaktaki adaçerlidir bu. Çeşitli kültürlere bulaşmak, Be- mın hikayelerini çektim. Evet yaşama bayoğlu’nda yaşayanlar için kaçınılmazdır. kışımla kısa ve öz olması açısından, felseBuralarda uzun zaman yaşayan herkes, fi açıdan paralelliler taşıyor kısa film. sosyal yaşamda farklı kültürlere bulaşır. Ben Beyoğlu’nun binalarını, tarihini vb. Tiyatro dünyasını, Yeşilçam’ı çok iyi tayazmıyorum, benim malzemem “İnsan”. nıyorsunuz. “Oyunculuk” nedir sizce? Ben, ezilen, yüzlerine tükürülüp toplum dı- Bir oyuncu, özellikle de mektepli değil şına itilenleri yazıyorum. Bir dokunup alaylı ise hangi damarlardan beslenmeli? Ben tiyatro kökenliyim, sinemada on bin ahlar dinliyor ve yazıyorum. kısa ve uzun filmlerde oyuncuArkadaşlıklar yapıyorum onBizde luklar da yaptım. Oyunculuk larla, fahişeler, tinerciler, tam anlam yla bir içgüdüsel bir şey. Yetenek travestiler, sinyalciler, hıryeralt edebiyat doğuştan vardır, üstüne sızlar… Daha bir sürü yap ld n söyleyemem. teknik eklenince geligece adamı… Hepsi Çok küfürlü diyaloglara yer şir. Okullu oyunculuk bitik, hepsinin bir hiverdikçe meydana gelen bir gözlemlerle yaşamdan kâyesi var. İşte ben ey de il yeralt edebiyat . beslenmezse kitabi ve onları “Sokak MobilYabanc yazarlardan esinlenip konservatif olarak kayaları” adı altında kiyaz lan, bize uyarlanmaya labilir. Her şeyde oldutaplarımda topladım çal lan ya amlar n sakil ğu gibi, sanatın her aladurdu u, özenti MARJ NAL, KEND nında olduğu gibi oyunoldu unu YA AMIYLA KUMAR culuk da yaşamdan, olaykan s nday m OYNAYANDIR lardan beslenmeli.. İstanbul Kısa Filmciler Derneği’nin başkanlığını da yaptınız. Kısa filmin, yapısal Marjinal yaşamlar, bir dönem Neyzen Tevve felsefi açıdan sizin yaşama bakışınızla fik’le Asaf Halet Çelebi’yle özdeşleşmişken, paralellik içinde olduğu söylenebilir mi? şimdilerde çok daha geniş bir tabana Evet, Kısa Filmciler Derneği’nin ku- yayılır oldu ve biraz da sıradanlaştı gibi... rucusuyum, 1991’de kurduk derneği, ge- Bu konuda neler söyleyebilirsiniz? nel başkanlığını yaptım, halen de başka- Marjinallik aslında geniş bir tabana yanıyım. Düzgün bir ekip bulabilirsek dev- yılmadı, istisnaların dışındakiler işin biraz redeceğiz. Kısa Film benim için çok önem- popülizminde bana sorarsanız. Sıradanmış li, konuları hiç uzatmadan en kısa biçim- gibi gözükse de özenti ve geçici olarak ba-

kıyorum bunlara. Marjinallik insanın kendi yaşamıyla kumar oynaması gibidir. Ben bu türden fazla insan ya da sanatçı görmüyorum açıkçası.

ÖTES ÖLÜMDÜR… Sizin kahramanlarınız ve diğer kitaplarınızda öykülerini anlattığınız insanlar, marjinal midir? Onların durdukları yerden dünya ve toplum nasıl görünmektedir? Benim kahramanlarım ölüme yatanlardır, popülizmleri yoktur, zaten durdukları yere baktığımızda tam dipte olduklarını görürüz, ötesi ölümdür ve hep de öyle olmuştur. Dünyayı, toplumu falan hiç takmazlar kafalarına… Edebiyat dünyasında ve yayın piyasasında “çok satanların” egemenlik kurduğunu görüyoruz. Böyle bir ortamda siz ise ısrarla hiçbir zaman çok satmayacak “yeraltı edebiyatı” denilen türde kalem oynatıyorsunuz. Evet söz ettiğiniz tüeden bir egemenlik söz konusu. Bunu yaratan da medya, arkasında medya gücü var. İlle “bu kitabı okuyacaksın” diye reklamlar yapılıyor, bu reklama kananlar alıyor kitabı ama büyük çoğunluğu okuyamıyor, okumuyor, yarıda bırakıyor. Çoğu insanla konuştuğumda bu durumda olduklarını görüyorum ama insan öyledir, etki altında kalır, mahçup olmamak için alır ama ya okur ya okumaz. Türkiyede bu yaşamları kaleme alan ilk yazar benim. 1995 yılında Leman dergisinin çıkardığı “Öküz” adlı haftalık yayında


14

13 TEMMUZ 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

anlatmaya başladığım zaman yazarlar, gazeteler, noluyor, İstiklal Caddesi’nin altlarında ne farklı yaşamlar varmış diyerek şaşkınlıklarını hayretlerini belirtmişlerdi. 1997’de “Hiç” adlı sokak dergisini çıkardığım zaman tam bir patlama yaşandı. Bir iki arkadaşım dışında, derginin yazar kadrosu, sokak fahişelerinden, tinercilerden, travestilerden, eşcinsellerden, bir sürü gece insanından oluşuyordu. Bu insanları ben özel olarak seçmedim, zaten ben bu insanlarla 12 Eylül darbesinden sonra iç içe yaşıyordum, onlar beni tanıyınca ben de farklı yaşamları tanıdım ve zamanı gelince edebiyata ve dergilere taşıdım. “Aktör” romanında da işte o günlere değiniyorum.

kalır ve onunla fazla oynamaya gelmez, rengini bozmaya kalkanlar, muhakkak altında kalırlar.

EDEB YATIMIZ B T R L YOR Genel olarak Türk edebiyatı için neler söylemek isterseniz. Bir temenniniz var mı edebiyatımızla ilgili? Şimdi benim için edebiyat tek tük kitaplar dışında bitmiştir. Çıkan kitaplara bakalım, gazetecilerin eski gazete küpürlerinden oluşturulmuş popüler kitaplar, uyduruk tarih romanları, uyduruk çalma çırpma polisiye kitapları, yine çalma çırpma bilim kurgular… Bizim edebiyatımız diyeceğimiz bir iki roman ve öykü kitabından ötesi yok. Kısacası, edebiyatımız bitiriliyor. Temennim ise en azından 10 yıl öncesine dönmek.

KÜFÜR DE L, SOKAK D L Ülkemizde yeraltı edebiyatı, yeni yeni tanınmaya başlayan bir dal, ancak çok özel bir okur kitlesi de var. Genç yazarları takip ediyor musunuz, aralarında beğendikleriniz var mı? Bizde tam anlamıyla bir yeraltı edebiyatı yapıldığını söyleyemem. Çok küfürlü diyaloglara yer verdikçe meydana gelen bir şey değil yeraltı edebiyatı. Yabancı yazarlardan esinlenip yazılan, bize uyarlanmaya çalışılan yaşamların sakil durduğu, özenti olduğunu kanısındayım. Çıkarılan fanzinlerde de durum aynı. Bol küfüre yer vermenin yeraltı edebiyatıyla bir ilgisinin olmadığının anlaşılması gerekiyor. Sokağın kendi dili vardır o hiç dil neredeyse hiç kullanılmıyor, halbuki o dildir sokağı edebiyata taşıyacak olan. Beyoğlu'nu anlatır mısınız bize... Nasıl bir yerdir Beyoğlu, neden bu kadar hızlı ve sürekli bir değişim içindedir ama bir yandan da hep aynı Beyoğlu kalabilmektedir?

KAPAK

vet, şiddet vb., dolayısıyla birBen yıllar önce Beyoğlu’nu taDevlet birleriyle iletişim halindenıtırken “Devlet” demişgibi Beyo lu da dirler ve birbirlerinden tim. Bizans’tan beri hep güçsüzü sevmez. çıkarları vardır. Devleözü korumuştur. Aynı emi K saca bu sist tin işleyişine benzer… zamanda da “İstanr, gide gün bir yaratanlar o lu Günümüzde “sokağa bul’un tuvaletidir” deBey i esk ar tekr o lu Bey masa koymak yasak” miştim. Beyoğlu, tıpkı olur küllerinden tekrar do ar. derler ama avantayı bir devlet gibi, zaman Çünkü dertta lar n yeridir. Beyo lu hep fazla veren sokaklarda zaman sendeler, her r ve onunla fazla kal ayn masa konabilir. Tersotürden olayla karşı karoynamaya gelmez, rengini lar koyamaz ama “güşıya gelir, sürekli değişim bozmaya kalkanlar, cüm yok” diye bağırdıkça içindedir ama kimsenin muhakkak alt nda da koydurmazlar. Devlet yıkmaya gücü yetmez. Bir kal rlar gibi Beyoğlu da güçsüzü sevdevlet, aşağıdan yukarıya doğru bir sürü katmanı içinde barınmez. Kısaca bu sistemi yaratanlar dırır. Beyoğlu da aynen öyledir; puştu pe- bir gün gider, Beyoğlu tekrar eski Beyoğzevengi, vesikalıyı vesikasızı, namusluyu na- lu olur küllerinden tekrar doğar. Çünkü mussuzu, yani tüm katmanları bünyesin- derttaşların yeridir Beyoğlu, derdi tasası de barındırır. İşte bunların hepsinin az olan herkes hem eğlenmek hem sürünmek veya çok birbirleriyle işi olur. Cinsellik, rüş- için Beyoğlu’na gelir. Beyoğlu hep aynı

Şu anda üzerinde çalıştığınız, yakın zamanda yayımlamayı düşündüğünüz bir projeniz var mı? Var, şu anda iki kitap birden yazıyorum, ikisini de bitirmek üzereyim. Birincisi, “Herkesin Kadınları”… Fahişe hikayeleri, sokak o…larının yaşamları… Ve ben bu kitabı sürekli olarak “kadın sorunları” diye tıraş edenlere nazire olsun diye yazdım. Kadınsa kadın işte, hem de en dipten, fiyatı 10 lira olanlardan! İkincisi, “Herkesin Erkekleri”… Bu da diğeri gibi, fahişelik yapan, aşağılanan eşcinsellerin yaşamlarını, karşılaştıklarını anlatıyor. Bunların dışında “Aktör”ün devamını yazmayı planlıyorum, çalışmaya başladım. Daha acımasız ve daha çok şidder içeren bir roman olacak bu. Üç tane de tiyatro oyunu çalışmam var: “Babil Kraliçesi”, “Çingene Avare’nin Hayatı” ve “Beş Kadın Beş Yaşam”…

KİTAPTAN Pazartesi günü repo günümüzdü. Cebimdeki son parayla Tarlabaşı’na eskicilere indim. Gaz sobası aramaya başladım. Bir tane borulu, gaz sobasını binbir pazarlıkla aldım. Eve getirip kurdum. Üşüyorum, havalar iyice soğumaya başlamıştı. İki yorganın altına sıkışıp kalmıştım. O akşam sobayı yaktım. Oh be hayat varmış, içim ısındı. Masamda daha rahat oturdum, yemeğimi daha rahat yedim, çünkü montumla oturuyordum. Bazı geceler soyunmadan, kazak pantolon yatıyordum. İyi yaptım, iyi yaptım ama bir masraf daha geldi, gazyağı. Her yerde bulunmuyor, taa Tepebaşına gidiyorum, fazla da alamıyorum, bazen de hiç alamıyorum, param yetmiyor. Kör topal yaşamaya, ayakta durmaya çalışıyorum. Kendim önemli değil de tiyatroyu yaşatmak daha çok beynimi yoruyor. Darbe, gece yasağı olmasa çevre illere turne yapardık. Bu durumda kımıldayamıyoruz. Oyunumuz güncel, aktüel olaylardan oyunlaştırdığım skeçler, fazla ileri de gidemiyoruz. Kısaca her taratan kuşatılmış, Gazi Osman Paşa’nın plevnesi gibi savunmada

kalıyoruz. Eve taşınalı bir ay olmuştu. Bu arada bazı arkadaşlar da gece yasağından dolayı benim evde kalıyordu. Yatak yoktu, ama sabaha kadar soba kısık alevde yanıyor, yerlerde halıfleks üstün de idare ediyorlar. Bazıları da alt odama, üst odama birer pamuk yatak getirmişlerdi. Gelen arkadaşların bazılarından rahatsız oluyordum. Gece saat 00’a kadar orda burda içiyorlar, yasak saate yakın da şişesini kapan bana geliyor, bende içkiye devam ediliyor. Bu durum da benim sağlığımı bozuyor, normal olmayan uykularımı daha da anormalleştiriyordu. Bu duruma fazla dayanamazdım, uzun bir zaman kapımın ziline kâğıt taktım. Kimseyi ne duyuyor, ne de bağıranların sesine bakıyordum. Onların keyfi olacak diye de dengemi bozamazdım. Sonraları ayakları kesildi. Hani bir müddet daha böyle devam etse ev askeriye koğuşuna dönecekti. Yatak getirenlerin yataklarını da, bir gece yarısı, yukarı odamın balkonundan aşağı, sokağa attım. Sabah sokağa çıktığımda, bir de ne göreyim, benim geceleyin attığım yatakları gece adamları, Allah bize yatak gönderdi diye

sarhoş kafayla sevinip, bir güzel yatmışlar. Bana da, merhaba abi senin bu evin önü ne bereketli yer valla, diyerek matrak geçtiler, ben de hiçbir şey söylemeden yürüdüm. Sabahın soğuk havası beni kendime getirdi, canlandım. Kafamı kaldırdım gök griydi. Yüksek binaların arasından şeffaf bir çatı gibi görünüyordu. Bu hava içimi karartmıştı. Caddeye çıktım, canım sıcak bir çay çekiyordu. Sürekli gittiğim kahveye gidip cam kenarına oturdum. Saat erken olduğundan kahve tenhaydı. Sıcak bir çay içtim, içim ısındı. Camdan dışarıya bakıyordum, baktıkça hava içimi karartıyordu. O ara bir tanıdık aradı gözlerim. Hiç olmazsa konuşuruz, içimdeki sıkıntıyı atarım diye düşünürken, içeri çok sevdiğim yaşlı sokak kemancısı Bülent abi girdi. Hemen kalktım, masama çağırdım. O da beni görünce sevindi. Eskiden tanışırdık, onunla sohbeti severdim. Biraz hal hatır faslından sonra Bülent abi konuyu kendine, her zamani gibi klasik müziğe getirdi. Yaşamı boyunca klasik müzik çalmak istemiş, şartlar uymamış. En sevdiği müzik adamı da

Paganini imiş. Onun için kendisine Paganini lakabını takmış. Bu içinde kalmış klasik. Müzik dertlerini defalarca dinlemiştim, ama olsundu. Bu kötü karanlık havada Paganini abinin anlattıkları beni rahatlatmıştı. Sonra anlattıklarımız ekonomik sorunlara gelince, ikimizde çökmüş seslerimizle, sanatı geri plana itmiş ülkemizde sanatçılara verilmeyen önemlerden bahsederek, iki saat sonra ayrılmıştık. Aslında ben ayrıldım, tiyatroya gidecektim. Yarı rahatlamış ruhumla otobüs durağına yürüdüm. Akşam oyuna seyirci gelmemişti. Tam başlama saatinde iki seyirci geldi, iptal, dedik. Gelenler de, “tiyatro bir kişi de gelse oynanır, yanlışsınız”, diyerek bizi eleştirip gittiler. Belki doğrusu onların dediğidir, ama on beş kişilik kadroda o moral yoktu. Akşam evime erken geldim. Yukarı çıkmadım, evin sokak kapısında oturdum. Sakinim, her şey bitiyordu, işte seyirci de kesilmişti. Bu durumun beni yuvarladığı kaygılarım çoğaldı. Ama itiraf edeyim, hâlâ umutluydum.


Aydınlık KİTAP

13 TEMMUZ 2012 CUMA

15

Felsefe ve felsefe tarihçiliği “Uygarl n erken a amas nda mitlerin öykü ve imgeleri, derin ve evrensel hakikatlerin dile getirilmesinde kullan labilecek tek (ve etkili bir) araç olabilir. Daha sonra Platon gibi dinsel yönelimli olgun bir dü ünür, ak lc savlaman n doruk noktas addetti i bu arac kullanmay bilinçli olarak tercih etmi , gerçeklikleri ve sahicilikleri mant ksal kan tlamay a an deneyim ve inançlar mitler arac l yla aktarm t r.” CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com “Her insanın kendi çağının çocuğu olduğu gibi, her felsefe kendi çağının düşüncesidir. Birisinin çağının ötesine geçip gitmesi ya da Rodos’a sıçraması gibi herhangi bir felsefenin de içinde yaşadığı dünyanın ötesine geçebileceğini düşünmek aptalcadır. Eğer bir kuram zamanın sınırlarını ihlal eder ve dünyayı olması gerektiğini düşündüğü gibi inşa ederse, sanı’nın (doksa’nın) her tür fanteziye yol açabilen kararsız bir unsurundan başka bir şey olmaz.” G. W. F. Hegel Antik Yunan, Felsefenin doğduğu kaynak üzerine politik ve tarihi tartışmaların katılığı nedeniyle sürekli olarak gündeme gelir. Batı merkezli dünya görüşünü dayatmak isteyenler tarafından felsefenin Antik Yunan’da doğuşu, Doğu-Batı çatışması bağlamında Batı’nın üstünlüğüne delil olarak gösterilir. Burada iki kabul vardır: 1- Doğu-Batı çatışması vardır. 2- Antik Yunan Batı’dadır. Bu kabullerde anlaşan diğer bir grup da Batı’nın üstünlük iddiasına karşılık Doğu’nun üstünlüğünü ve felsefenin esasen Doğu mistisizminde doğduğunu iddia eder ve aynı mindere oturur.

DO U VE BATI Tartışma üzerine sakin bir gözlem, DoğuBatı karşıtlığının coğrafi ayrımları aştığını rahatlıkla görebilir. Söz gelimi, Güney Amerika, Afrika, Rusya, Çin ve Mezopotamya Doğu iken, Kuzey Amerika, Avustralya, Avrupa hatta belki de Japonya Batı’nın altına yerleştirilir. Despotluk söz konusu olunca Doğu; özgürlükten söz açılınca, ne hikmetse, oklar Batı’yı gösterir. Hıristiyanlık Batı’yken, Yahudilik ve İslam birden Doğu’ya dâhil edilir. Coğrafi olarak Batı’da yer alan Mısır ise, herhalde Tanrı Aton’un tekçiliğinden ya da Firavun’un despotluğundan olacak Doğu’ya katılır. Felsefe tarihçilerinin bir kısmı politik konumları gereği Antik Yunan’da doğup gelişen ve Latinlere geçen “Batı” felsefe kültürüne karşı, “İslam Felsefesi”ni ortaya koymaya çalışır. Oysa İbn-i Sina, Farabi, İbni Rüşd ve daha nice İslam Uygarlığı Filozofu Aristoteles’in eserleri üzerine düştükleri şerhler vasıtasıyla kendilerine has düşünceleri yeşertebilmişlerdir. Bu filozoflar üzerindeki Platon ve Aristoteles etkisine ek olarak, Ortadoğu’nun tek Tanrı dillerinden etkilenen NeoPlatonistlerden Plotinus, Proclus gibi filozoflar İslam’daki Vahdet-i Vücud ve Sudur düşüncesinin dayanağı denebilecek felsefi yaklaşımları ortaya koymuşlardır. Bu açıdan bakıldığında Antik Yunan ve Arap Alfabelerinin dayanağı olan Feni-

kelilerin Doğusuzluğu, Batısızlığı gibi ‘Batı’nın kökü olduğu iddia edilen ya da Doğu’nun şanlı geçmişi olarak hayal edilen ‘İslam Uygarlığı’ da ne Doğudur ne Batıdır, şayet böyle ayrımlar varsa bile. Hele Hristiyan oluşlarıyla Batı’ya, namaz kılışları, Aristoteles’in eserlerini Arapça’ya çevirişleri ve Araplarla, hatta daha evvelden de Asurlar ve Akadlarla kurdukları akrabalıklarla Doğu’ya ait görünen Süryaniler bu denkleme nasıl oturur hiç bilemiyoruz. Hint-Avrupa Dil Ailesinin Sanskritçe’den Kürtçe ve Ermeniceye denk uzanan dillerini konuşan Doğu coğrafyasının halklarını bu ayrışmada nereye yerleştireceğiz?

M T VE BÜYÜDEN FELSEFEYE, BO ZAMANDAN MATEMAT E Biz oturup Felsefenin nasıl olup da Antik Yunan’da doğduğunu anlamaya çalışırken, zamanında Aristoteles de, Metafizik adlı eserinde, nasıl olup da Mısırlıların geometri ve matematikte bu kadar ilerlediklerini araştırmış ve bu ilerlemenin kaynağının bolluk ve boş zaman ayrıcalığına sahip olan Rahipler sınıfı olduğunu bulmuştur. (Platon ve Aristoteles’in büyüleyici Mısır Uygarlığı’na neleri borçlu olduklarını ve bu borcu ödemek adına Mısır’la kurdukları ilişkileri okumak isteyenler için harika bir kitap: Martin Bernal, Kara Atena, Kaynak Yayınları.) Aristoteles, zanaatın, matematiğin Mısır’ın tarımsal elverişliliğinin bir sonucu olarak ama aynı zamanda tarımsal üretimi düzene sokmak amacıyla boş zamana sahip rahipler sınıfı

tarafından geliştirildiğini iddia ediyordu. Gerçekten de Mısır’da, tarımsal üretimi düzene sokabilmek amacıyla iklimleri öngörmeleri beklenen Rahip sınıfının nezdinde matematik gökyüzünün gözlemi açısından çok önemliydi. Henüz astroloji ve astronomi ayrışmamıştı, yıldız falı ile geometrik bağıntılar kol kola gidiyordu. Antik Yunan’da ve Mezopotamya’da ise mit ve büyü felsefeyi müjdelemekteydi. Çok Tanrılı dinlerden Tek Tanrılı dinlere geçiş aşamasında Mezopotamya çok Tanrılı dinler döneminden kalma mitlerle hesaplaşmaya girişmek zorunluluğu ile karşı karşıyaydı. Antik Yunan ise kent devletlerine özgü yönetim şeklinin gereği olarak demokrasi deneyini yaşarken belagatin (retoriğin) gücünü keşfetmişti. Bu keşif sonucunda ortaya çıkan belagat ustalarının dağınık uslamlamaları, kent sakinlerinin birlik ve bütünlük gereksinimlerini karşılamaktan yoksundu. Tanrıların tek bir Tanrı’da birleştirilmesinin gerekliliği gibi sitelerin de birleştirilmesi gerekliliği düşüncenin, evrensel ilkeler çerçevesinde örgütlenmesini, sistematize edilmesini gerekli kılmıştı. Sofistlere savaş açan Sokrates’in öğrencisi Platon ve onun da öğrencisi olan Aristoteles bu görevi yerine getirecekti. İşte bu dönemin felsefe tarihine yansımasının bir sonucu olarak Sokrates Öncesi Filozofların çoğulculuğu ateş altında tutulacak, mistisizm ile felsefe arasında gidip gelen Pythagorasçı felsefe hem metafizik açıdan hem de doğa felsefesi açısından hesap vermek zorunda bırakılacaktı. Bu dönemi başarıyla ele alan W.

K. C. Guthrie’nin “Yunan Felsefe Tarihi, Sokrates Öncesi İlk Filozoflar ve Pyhtagorasçılar’’ başlıklı çalışması Kabalcı Yayınları tarafından Türk okurla buluştu.

20 YILLIK EME N 1/6’ Dünya’nın en eski Antik Felsefe Kürsüsü’nün Profesörlerinden olan Cambridge Üniversitesi’nde 1952 – 1973 yılları arasında hocalık yapmış olan Guthrie, Üniversite’nin siparişi üzerinde Antik Yunan Felsefe Tarihini 20 yılda tamamladı. Alanında temel başvuru kaynağı olan 6 ciltlik serinin ilk kitabı olan ‘Sokrates Öncesi İlk Filozoflar ve Pyhtagorasçılar’da, evrenin oluşumunun ve evrende gözlenen değişimin ardında yatan ilkeleri maddesel nedenlerde arayan Ön-Sokratikler ve gizemci bir okul olan Pythagorasçılar konu ediliyor. Bu eserin en önemli yanlarından biri de Antik Yunan Felsefesinin Dünya Tarihi bağlamındaki konumunu geniş bir biçimde ele alması, Mezopotamya ve Mısır Uygarlığı ile kurulan bağları bu konuda yazılmış önemli eserlere gönderme yaparak anmasıdır. Söz gelimi Miletus Okulu’nu ele alırken Mısır Uygarlığıyla kurulmuş bağlar es geçilmemiş, Pythagorasçı okul anlatılırken Zerdüştilik’e yapılan atıflar kapsamlı bir biçimde işlenmiştir. Felsefe araştırmacılarının, öğrencilerinin ve Siyasi düşünce tarihi meraklılarının ufkunu genişletecek, evlerinde ellerinin altında güvenilir bir başvuru kaynağı işlevini görecek bu serinin ilk kitabını okuyucuyla buluşturduğu için Kabalcı Yayınları büyük bir hizmette bulunmuştur. Dileriz, sonraki beş kitabı da Türkçe’ye kazandırırlar. Özenli çevirisi ve gerekli açıklayıcı notları için Ergün Akça’ya teşekkür ediyoruz. (Yunan Felsefe Tarihi 1 - Sokrates Öncesi İlk Filozoflar ve Pythagorasçılar, W.K.C. Guthrie, Kabalcı Yayınevi, çev. Ergün Akça, 528 s.)


16

13 TEMMUZ 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

GÜLDEN TERAZİ

YUKARDAN BAKANLARLA YUKARDAN BAKANIN GÖSTERD KLER NE BAKANLAR… MEC T ÜNAL

Peki, yukardan bakan kim, Tanrı mı, google mu? Gerçe i bulup ç karmak yetmez, bunu etkili bir imgeye dönü türerek ifade etmek de gerekir. Bu da ancak sözün gücüyle ve güçlü sözle yap labilecek bir eydir: “Her ne kadar bir güzelin güzelli i ve letafeti süssüzken de kâfi say l rsa da unu unutmamal ki, öda ac buhurdana girip yanmadan k ymeti belirmez.” MECİT ÜNAL Hızla geldi yaz, Haziran’dan sonra Temmuz da bütün ağırlığıyla abandı üzerimize. Ne tarafa dönsek sarı, sapsarı bir sıcak. Ne sulayıp giden bir sağanak, ne de bir rüzgâr var uzaktan geçen bir gemi gibi. Şehirler daha da çekilmez oldu bu sıcaklar yüzünden. Yollar, İstanbul-Ankara plakalı otomobillerle dolu. Hepsi de güneye gidiyorlar. Büyük şehrin sıcağından bir an önce kurtulmak, varılacak yere bir an önce varmak için kendiliğinden, daha şehrin içinde, hatta henüz evden çıkmadan başlayan bir ralli bu. Klasmanı olmayan, ilk üçün bilinemeyeceği, herkesin bir an önce varmakla kendisini birinci sayacağı bir halk rallisi! YUKARDAN BAKAN B R Salt otomobiller mi? Otobüsler de aynı, tıklım tıklım. Bir var ki, onlar varacakları yere belli bir saatte varacakları için hiç mi hiç acele etmiyorlar. Acele eden, sürücüyle birlikte gaza basan, gazı kökleyen, fren yapan, sollayan, arabayı uçuran yolcular! Yanımızdan hızla gelip geçen araçlara bakıyorum arada. Sanki acele etmeyen bir biziz, bizim bindiğimiz Ankara otobüsü. Sürücümüz, muavin, yolcular Ankara’nın orada durduğunu, bir yere gitmeyeceğini biliyorlar! Bunu, otobüsün mola vereceği sıra daha iyi anladım. Hiç birini beğenmiyormuşuz gibi önünden geçip gittiğimiz dinlenme tesisleri otobüs, otomobil ve insan kaynıyor. Başka güzergâhlardaki mola yerleri de öyle. Sanırsınız ki tüm Türkiye kuzeyden güneye göçüyor. Yukardan bizi gözetleyen biri, bu yoğun seyrüsefere bakarak sürekli seyahat ettiğimizi de söyleyebilir. Aynı şey, sözgelimi hastaneler için de söylenebilir. Yukardaki gözetçi, hastane kapılarına bakarak tüm Türkiye’nin hastalıktan kırıldığına, vergi dairelerine bakarak tüm Türkiye’nin vergi borcu bulunduğuna, mahkeme kapılarına bakarak tüm Türkiye’nin mahkemelik olduğuna, hapishane kapılarına bakarak tüm Türkiye’nin tutuklu ve mahkûm olduğuna da kanaat getirebilir.

ete.com mecitunal@aydinlikgaz

KI LADA SUBAY YOK BU NASIL T R? Durumumuz gerçekten de önemli ölçüde bu. Sağlık istatistikleri, satın aldığımız her şeyden adım başı kesilen

vergiler, arkası gelmeyen Ergenekon ve Balyoz operasyon ve davaları, biri bitmeden öbürü inşa edilen cezaevleri –Silivri’ye eklenecek yeni “kampus”lerden biri de kadınlar için olacakmış!- İstanbul Kartal’da yapılan, Balkanlar ve Ortadoğu’nun en büyük adliyesi olacağı söylenen “saray” ve 30 Ağustos’tan hemen önce gerçekleştirilen orduya yönelik yeni operasyon dalgaları bunu gösteriyor. Türkiye giderek yarı açık bir cezaevi haline geliyor. Ara başlık abartılı değil. Türkiye ordusuz, ordusu subaysız bırakılmaktadır (*). Bunları ve daha başka şeyleri yukardan bakmadan da görebiliyoruz kuşkusuz. Çoğunluk yukardan bakana bakıyor. Daha doğrusu, yukardan bakanın bize gösterdiklerine bakarak, onun gösterdiği kadarını görüyor… Peki yukardan bakan kim; Tanrı mı “Google Amca” mı? “ÖDA ACI BUHURDANA G R P YANMADAN…” Okuduğum kitabı yanımdaki merak eden çocuğa verip camdan dışarıyı seyrederken, aklıma, Can Yücel’in ıspanaklarla ilgili bir şiiri geldi. Üstadın 12 Mart’ta hapishanede yazdığı “Bir Siyasinin Şiirleri” her dönem okunacak yergi şiirlerinin başında gelir. Ama bu dönem özellikle okunacak şiirlerin başına konmalı bana kalırsa. “Sardunya’ya Ağıt”, “Bir Sen Eksiktin Ayışığı”, “Ya’u”, “Damdan Damlaya Damlaya Göl Olmaz Ya”, “Darwin Üzre”, “Sabahattin Emmi İçin” şiirleri şu anda aklıma gelenler. Beni her hatırladığımda güldüren, irkilten, düşündüren ise, şairin ıspanaklarla ilgili muzip şiiri: “Ispanaklar kırmızı götleriyle raflara dizilmiş “Desene biz bu kış gene burdayız”. İyi bir şairin gerçeği en ilgisiz gibi görünen bir şeyden nasıl ustalıkla çıkarabildiğinin başarılı örneklerinden biridir bu şiir. Ancak, gerçeği bulup çıkarmak yetmez, bunu etkili bir imgeye dönüştürerek ifade etmek de gerekir. Bu da ancak sözün gücüyle ve güçlü sözle yapılabilecek bir şeydir: “Her ne kadar bir güzelin güzelliği ve letafeti süssüzken de kâfi sayılırsa da şunu unutmamalı ki, ödağacı buhurdana girip yanmadan kıymeti belirmez.” (Devletşah, Şair Tezkireleri/Tezkiretü’ş Şuarâ, Çev. Prof. Dr. Necati Lugal, Pinhan Yayıncılık, İstanbul, Haziran 2011, sf. 29).

Y K TEKNOLOJ VAR! Kitap aracılığıyla bir konuşma kapısı aralamaya çalıştığı, daha isterken belliydi; “hımm” diyor yanımdaki çocuk, “Devletşah! Şair Tezkireleri…” Konuşmaya pek hevesli değilim ama, yine de o kapıdan hafifçe süzülüp soruyorum. Tanımıyormuş. O coğrafyadan bildiği bir tek Nevâî’ var. Onun da bir tezkiresi olduğunu söylesem, “biliyorum”, diyecek. Biraz sıkıştırmak için adını sorsam; bildiğini, ama hatırlayamadığını kanıtlamak zorunda kalacak! Ama iyi ki teknoloji var ve kendinden emin, hovarda bir edayla açıyor iphone’unu. Google’a soracak! FARZ-I AYIN LE AYN-I FARZ Google da Wikipedia’ya soradursun biz dönelim ödağacının buhurdanda beliren kıymetine... On beşinci yüzyılın en önemli edebiyat târihçilerinden biri olan Devletşah da buhurdanda yananlardan. “Tezkiretü’ş Şuarâ”ya yıllarını veren Devletşah, Horasan’ın soylu ailelerine mensup Emir Alâüddevle’nin oğludur. 1431’de Semerkand’da doğdu. Eserinin mukaddimesinde Sultan Şahruh ve Bâbur Han’ın nedimlerinden olduğunu bildirdiğine göre iyi bir eğitim almış olmalı. Elli yaşında yazmaya başladığı “Tezkiretü’ş Şuara”nın girişinde Farsça yazan şairlerin hal tercümelerini ilk kaleme alanın kendisi olduğunu belirtiyor ki, bu konuda daha önce yazılmış eserleri bilmediği anlaşılıyor. Girişte yer yer halinden, zamaneden, dünya işlerinin durumundan, düzenden, kötü şairlerden şikayet ediyor, şairlere önem vermeyen, “şairlere lütuf ve ihsanda bulunmayı kendilerine farz-ı ayın” (Tanrı buyruğu) bilmeyen hükümdarlardan yakınıyor. Ali Şir Nevâî’nin Türkçe yazılmış ilk şairler tezkiresi olan “Mecalis-ünNefais”inde, kitabında kendisine de ayrı bir bölüm açan Devletşah hakkında şu övücü sözler yazılı: “Emir Devletşah derviş meşrepli, hoş tabiatlı, salahiyetli bir kişidir. Babasının ve büyükbabalarının emirliğine, debdebe ve gösterişine meyletmeyip uzlet köşesini seçti. Çiftçilikle geçinir, kanaat eder, fazl ve kemal kazanmaya çalışırdı.” (Age., sf. 14-15). “ A R” “ AÎR”DEN, “R DF” “RED F”TEN AYIRT EDEMEYENLER Sâhib Kıran Sultan adına kaleme aldı-

ğı “Tezkiretü’ş Şuarâ”da, aralarında Hz. Ali, Lebid, Mütenebbî ve Züheyr gibi isimlerin bulunduğu 10’u Arap; Rûdekî, Unsurî, Firdevsî, Hakanî, Enverî, Genceli Nizâmî, Attâr, Mevlânâ, Sa’dîi Şirâzî, Hâfız-ı Şirâzî ve Cüveynî gibi şair ve fazılların başta geldiği 143’ü Fars ve Farsça yazan Türk şâirinin haltercümeleri ile şiirlerinden örneklere yer veren ve kitabını tıpkı gökler gibi yedi tabakaya ayırdığını söyleyen Devletşah, yaptığı işin güçlüğünü de şu sözlerle anlatıyor: “Şairlerin hâl ve dereceleri hakkındaki bilgileri toplamak güç iştir. Zira şiir yazma eski zamanlardan beri insanlar arasında yaygın bir sanattır; şiirlerin yazıldığı dillerse yılların ve devirlerin geçişiyle halden hale, şekilden şekle girdiği için bunları anlamak güçleşmiş şairlerin çoğunun ismi gizlilik perdesi altında kalmıştır. “Bununla beraber ben bu şairlerden, yüce isimleri tarihlerde ve risalelerde anılan, adları sanları halk arasında meşhur olan bir kısmını seçtim. Bunların hepsi fazilet sahibi olup şiirde mahirdirler, sultanların yanında iyi kabul ve hürmet görmüşlerdir.” (Age., f. 44). Şairlerin hal tercümeleri ve şiirlerinden örnekler yanında, her tabakadaki dönemin hükümdarları ve devlet görevlilerinin hal tercümelerine de yer veren Devletşah’ın, “Fasihler ve Beliğler Arasında Şairlerin Özelliği” başlığıyla yazdığı bir bölüm var ki, buradan, şairlerin müteşairlerden o zamanlar da bugünkü gibi yakındıklarını öğreniyoruz. “Hangi tarafa kulak versen bir şair sesi işitirsin” diyor Devletşah, “ne tarafa baksan şair adını taşıyan birtakım insanları görürsün. Fakat bunları yoklasan “şair”i “şaîr”den (arpa) ve “ridf”i (arka) “redif”ten ayırt edemezler.” (Sf. 37). Bilgi ve gerçek de öyle değil mi? Ne ararsan google’da var! Ama ne kadar varsa o kadar! “Mecalis-ün-Nefais”, diyor çocuk ve gerisini iphone’un ekranından okuyor: “Bir derleme, 450 üzerinde çoğunlukla çağdaş ozanların (şairlerin) yaşam öyküsü (biyografik) kısa hikâyeleri …” (*) Dizenin aslı Cemal Süreya’nın Kısa Türkiye Tarihi başlıklı şiirinde: “Kahvede subay yok/bu nasıl iştir”.


Aydınlık KİTAP

BİR KİTAP BİR FİLM

KAP TAL ZM N “ARITMACILI INA” KAR I

13 TEMMUZ 2012 CUMA

17

BRADBURY’N N ROMANI, TRUFFAUT’NUN F LM : “FAHRENHEIT 451”

Ekolojizme ulusal bir Kitapların adım: Kemalistekoloji yakıldığı bir dünya

ANIL POYRAZ “Çevre mi, Ekoloji mi?” kitabıyla serbest piyasanın şekillendirdiği ‘çevrecilik’ anlayışını eleştirip “ekolojizm”i gündeme getiren Tahir Çalgüner’in yeni kitabı “Kemalist Ekoloji” geçtiğimiz günlerde okuyucuyla buluştu. Gazi Üniversitesi Şehir ve Bölge Plânlama bölümü araştırma görevlisi Çalgüner, bu kitabında ikisi de antiemperyalist iki kavramın -Kemalizm ve Ekolojizm- nasıl buluşturulacağını ifade ediyor. Kitabın gerçek sahiplerini de şöyle tarif ediyor: “Bu kitabın gerçek algılayıcısı ve okuru, ‘kraldan çok kralcı’ olmayan ancak ‘kral çıplak’ deme düşün ve kılgı cesaretine sahip gerçek Türkiye Kemalistleri ve Ekolojistleridir. ‘Çevreci Daniskalara’ ithaf olunur!”. Yazar, günümüzde her ideolojinin “Çevre meselesine bakışınız nedir?” sorusuna kendi konumundan bir yanıt ürettiğini, dolayısıyla Atatürk Orman Çiftliği’ni var etmiş, Yalova’da bir ağaç için ev taşıtmış bir önderin takipçilerinin de bu meseleye çözüm getirecek yanıtlar üretmeleri gerektiğini belirtiyor. “Kemalistekoloji”de liberal, sosyalist, çevreci tezler değerlendiriliyor, bunların Kemalizmin ilkelerine uygun olarak sentezi yapılıyor. Çevre sorununa dair günümüzde teorik ve pratik düzlemde üç tez öne çıkıyor: “Önce kirlet, sonra temizle” ilkesini benimseyen, giderek temizlemeyi de bir kazanç kaynağı hâline getiren kapitalizmin yanıtı “çevrecilik”; Marksist ekonomi-politikten temellenen, toplumsal ihtiyaçlarla ekolojik dengeyi göz önüne alan “Eko-sosyalizm”; kapitalizme de toplumculuğa da karşıt, büyüme yerine küçülme, yerel üretilip yerel tüketilmesi gibi kimi olumlu, kimi kurulu kapitalist düzene zararsız kavram ve uygulamalar içeren, özellikle Almanya’da taraftar ve uygulama alanı bulan “Yeşil ekonomi”. “Kemalist ekoloji”yse bu üç tezin değerlendirilmesinden ve Kemalizmin ilkeleriyle sentezlenmesinden ortaya çıkıyor.

Kemalist ekolojinin, gerçek ekolojizme en uyumlu sentez olduğunu söyleyen yazar bunu şu sözlerle örnekliyor: “Gerçek ekolojist bir ideoloji; insanlık çıkarlarına dayalı, bütünü gözeten bir yaklaşımla kendi ulusunun ekolojik yanlarını tanımlamakla olur. Ulusların kendi evinin önünü temizlemesi evrensel ekolojik ve demokratik bir tutumdur.” Çalgüner, çevre üzerine tezleri irdelerken ve Kemalizmle ekolojiyi buluştururken sorunlara farklı açılardan yaklaşıyor. “Çevre” algısıyla ekolojist bir bilincin arasındaki farkı ortaya koyarken kapitalist sistemin insan doğasında yarattığı tahribata, kendi işine geldiği gibi şekillendirdiği algılara yönelik psikolojik tahliller yapıyor; Kemalizme pozitivist bir şekil vererek nihayetinde pozitivizmin indirgemeciliği içerisinde Kemalizmi de kısır bırakacak yaklaşımları eleştiriyor; emperyalist-kapitalist sistemde ezilen ülkelere dayatılan “arıtmacılığın” ezen ülkeler için ne derece büyük bir sömürü alanı olduğuna dikkat çekiyor. Kitabın önsözünü yazan Amasya Üniversitesi’nden öğretim görevlisi Okan Dede, kitapta “ultra-entelektüel” bir dil kullanıldığını, ancak bunun yazarın tercihi olduğunu ifade ediyor ve şunu ekliyor: “Tahir Çalgüner, buna özne-nesne geçişkenliğine dayalı ‘ekolojik dil’ diyor. Yalın ama basit değil. Aklen ama naklen değil, Orhan Pamuk gibi de postmodernist değil. (Hiç düşünmez misiniz?) Saptamaları vurucu, kelime aralarında gizli.” “Kemalist Ekoloji”, özellikle emperyalist-kapitalist sistemin dayattığı ‘çevre’ anlayışıyla etnik temelde siyaset yapanların gerçekleri alt üst ederek kendi işlerine geldiği gibi sundukları “ekolojizm”e dair bilimsel, antiemperyalist ve yurtseverce bir bakış açısı geliştirmek ve bu kavramları doğru şekilde anlayıp sahiplenmenin yollarını aramak adına önemli bir adım. (Kemalistekoloji, Tahir Çalgüner, Sokak Kitapları Yayıncılık, 293 s.)

“Fahrenheit 451”, karamsar bir gelecek tasar m sunar ve gelece e dair bask c bir sistem öngörüsünde bulunur. tfaiyecilerin en önemli i inin yang n söndürmek de il, kitap yakmak oldu u bir sistemdir bu. Kitaplardan korkulmakta, kitap okuyanlar cezaland r lmakta, insanlar televizyonda beyin y kay c programlar seyretmeye zorlanmaktad r TUNCA ARSLAN Geçtiğimiz 5 Haziran’da 92 yaşındayken yaşama veda eden ABD’li yazar Ray Bradbury’nin en ünlü yapıtı “Fahrenheit 451”dir hiç kuşku yok ki. İlk basımı 1951’de gerçekleşen bir distopya olan “Fahrenheit 451”, karamsar bir gelecek tasarımı sunar ve geleceğe dair baskıcı bir sistem öngörüsünde bulunur. İtfaiyecilerin en önemli işinin yangın söndürmek değil, kitap yakmak olduğu bir sistemdir bu. Kitaplardan korkulmakta, kitap okuyanlar cezalandırılmakta, insanlar televizyonda beyin yıkayıcı programlar seyretmeye zorlanmaktadır. Kitabın adı, kâğıdın yanma derecesinden gelir. Her şey sistemin yönetimi ve kontrolü altındadır. Guy Montag da işini seven bir itfaiyecidir. On yıldır kitap yakmaktadır ama gecenin bir yarısı aldıkları ihbar üzerine yola çıkışlarını, alevlerin kitapları yutuşunu hiç mi hiç sorgulamamıştır. Guy, 17 yaşındaki bir genç kızla tanışınca hayata, sisteme ve kitaplara bakışı değişir, “sorgulamaya” başlar. Kahramanımızın hayatındaki bütün yanlışlar, doğrularla yer değiştirir. Tanıdığı gizli “kitap dostları”nın her biri bir kitabı ezberlemekle meşguldür, böylece metinleri gelecek kuşaklara aktarmak mümkün olabilecektir. Bradbury’nin romanı, 1966’da ünlü Fransız yönetmen tarafından sinemaya aktarılmış ve ortaya bilim kurgu sinemasının önemli örneklerinden biri çıkmıştır. Ülkemizde “Değişen Dünyanın İnsanları” adıyla bilinen filmin senaryosunu Jean-Lo-

uis Ricard’la birlikte yazan Truffaut, filmografisindeki tek İngilizce yapıma imza atmıştır. “Değişen Dünyanın İnsanları” aynı zamanda Truffaut’nun tek renkli ve tek bilim kurgu filmi olma özelliğini de taşımaktadır. Julie Christie, Oskar Werner, Cyril Cusack ve Anton Diffring gibi isimlerden oluşan oyuncu kadrosuna rağmen seyirciden, eleştirmenlerden ve festivallerden fazla övgü alamayan film, Guy Montag’ın kişiliğinde tipik bir anti-kahraman portresi çizer. Bernhard Roloff ve Georg Seeblen’in ortaklaşa hazırladıkları “Ütopik Sinema / Bilim Kurgu Sinemasının Tarihi ve Mitolojisi” (Alan Yay., çev: Veysel Atayman, 1995) adlı kitapta Truffaut’nun filminin bilim kurgu türünün klişelerinden temelde ayrıldığı vurgulanmakta ve şöyle denilmektedir: “Bilim kurguda teknolojinin dejenere ettiği bir toplumda, diktaları destekleyip toplumun ilkelerine boyun eğenler sadece tamamen otomatlaşmış insanlar ile sadistçe bir şiddet düşkünlüğü olanlar değildir; onun sadece belli bir bölümüyle ortak hareket ederlerken, totaliter iktidar biçimleri de hep bir tür ‘işletme’, ‘iş’ kazası sonucunda istenmeden ortaya çıkan olumsuz politik sonuçlardır. (Çoğunlukla bir atom savaşıdır bu; Bradbury’nin metninde de dikta öncesi böyle bir atom savaşı negatif bir ütopyaya yol açıcı etmen olarak önemli bir rol oynar ama Truffaut filmine böyle bir ön neden sokmaz). Gerçeği olur olmadık yollardan süslemeye kalkışmayan yönetmen, yazınsal metinden bu yönüyle de ayrılır.”


Aydınlık KİTAP

18 13 TEMMUZ 2012 CUMA Sen, Ben, O!

brahim Türemen, Ç ng Bas m Yay n, 446 s.

Sadece “ben” yalnızlıktı, güçsüzlüktü. Ben de, sen de yetmiyor, mutlaka onunda olması gerekiyordu. Başarıya sen, ben, o birlikte yürümeliydik! Seviyorduk birlikteliği! Yaşamın ritmi gibiydi. Birinin eksik oluşuyla yaşam gene devam ediyordu da, bozulan ritim, mutsuz kılıyordu insanı... İbrahim Türemen'in bu kitabında zaman zaman gözleriniz nemlenecek, kendi yaşadıklarınız aklınıza gelecek.

Depremzadeler Mahallesi

Üstün Dökmen, Remzi Kitabevi, 136 s.

İki Oyun Üstün Dökmen'in tiyatro yapıtlarının bu üçüncü cildinde de ikişer perdelik iki oyunu yer alıyor. İlk oyun olan “Depremzâdeler Mahallesi”nde ülkemizde yaşanan depremlerin toplumsal ve psikolojik etkileri yansıtılıyor. İkinci oyun olan “Pusulamı Ayarlar mısınız?” adlı oyunda ise insan ilişkilerindeki algıya göre değişen tepkiler sergileniyor

YENİ ÇIKANLAR

K r m, Son Haçl Seferi

Ç lg ns

Orlando Figes, Yap Kredi Yay nlar , çev. Nurettin Elhüseyni, 520 s.

Necati Tosuner, Bankas Kültür Yay nlar , 78 s.

Osmanlı İmparatorluğu, İngiltere, Fransa ve Piemonte koalisyonu ile Rusya'yı karşı karşıya getiren Kırım Savaşı'nın devasa çapı ve yol açtığı büyük insan kaybı daha sonraki iki dünya savaşıyla gölgelenmiştir. Üçte ikisi Rus olmak üzere en az 750 bin askerin çarpışmalarda ya da hastalıklar yüzünden hayatını kaybettiği bu savaş, beraberinde getirdiği sivil kayıplar, katliamlar ve sürgünlerle ilk topyekûn savaştı. Rusya üzerine çalışmalarıyla tanınan İngiliz tarihçisi Orlando Figes bu kitabında Kırım Savaşı’nı, yalnızca katılanlar üzerinde büyük etkiler yapan bir büyük güçler çarpışması olarak değil, ihmal edilen yanıyla bir din savaşı olarak da ele alıyor. Savaşın İngiliz, Fransız, Rus ve Osmanlı kaynaklarının yanı sıra unutulmuş askerlerin, hemşirelerin, gazetecilerin tanıklıklarına da dayanan etkileyici bir anlatımı.

Necati Tosuner “Çılgınsı”da “bir şeyin eksik kaldığı”, “yok, olmuyor” denilen anların kırılgan öykülerini anlatıyor. Beklenen yılgınlıkların sezgisiyle çoğalan kaygıları, insanın kendisinden usanışını, bezginliği ve usulca damlayan bir su sesi gibi içe işleyen sevinci bir araya getiriyor. Sevinç ve kaygının birbirine çarpmasıyla oluşan büyük patlamanın yarattığı korkunç boşluğun yıkıcı anlamsızlığını resmediyor. “Seni bulmuş olmak beni korkunç sevindiriyor. İçimden kervanlar geçiyor. Marşandizler geçiyor. Bir demet kır çiçeği geçiyor. Bir martı kanat açıyor, -mevzun. Süzgün bir sandal geçiyor içimden. Saçları kurdeleli bir kız çocuğu geçiyor. ‘Ben seni çok aradım...’ demek geçiyor içimden. ‘Seni nasıl da buldum...’ demek geçiyor. Beynime iğne batıyor seni yitirdiğimi düşününce.”

Balfour Deklarasyonu

Gençlik Güzel ey

Habermas (Entelektüel Bir Biyografi)

Yazar Olabilir Miyim?

Jonathan Schneer, K rm z Kedi Yay nevi, çev. Ali Cevat Akkoyunlu, 440 s.

Hermann Hesse, Can Yay nlar , çev. Behçet Necatigil, Kamuran ipal, 280 s.

Matthew G. Specter, leti im Yay nevi, çev. smail Ilgar, 312 s.

Semih Gümü , Notos Kitap, 183 s.

Avrupa’nın önemli felsefecilerinden biri olan Jürgen Habermas’ın hayatı, bir yandan Eleştirel Teori’nin gelişme seyri bağlamında, diğer yandan Almanya’daki liberal demokrasinin işleyişine dair yarım asırdır süren siyasal ve anayasal mücadele ekseninde izlenebilir. Habermas’ın - kamusal alan, iletişimsel eylem ve moderniteye ilişkin- tartışma yaratan düşünce ve teorileri, Almanya’daki başat siyasal olaylarla, örneğin yargı sisteminin Nazi düşüncesinden arındırılmasındaki başarısızlık, anayasa mahkemesinin yükselişi, 1968 ve sonrasındaki öğrenci ayaklanmaları, NATO’nun Almanya’ya nükleer silah konuşlandırma kararı ve Doğu Almanya’nın beklenmeyen çöküşü tarafından belirlenmiştir. Şu da iddia edilebilir: Habermas'ın devlet, hukuk ve anayasa hakkındaki çalışmalarının, Alman siyasal kültürünün liberal-demokratik bir modele doğru evrilmesinde kritik bir rolü olmuştur. Habermas'ı ve dönemini anlatan bir entelektüel biyografi...

Doğru bir okuma biçimi edinmiş, dolayısıyla okuduklarının anlamlarını kendi başına sökebilen ve kendi yazdıklarını bütün yazınsal öğeleri soyutlayarak çözümleyebilen, eleştirebilen yazar adayı, aynı zamanda okumayla yoğun ve sürekli bir ilişki içinde yaşamayı başarabilirse, yazmayı da er geç başarır. - Semih Gümüş-Yaratıcı Yazının Yolları, Yordamları -Nasıl Yazmalıyım? -Gerçek, Düş, Kurmaca -Yazınsal Metin ve Hikâyesi -Yazınsal Kişileri Yaratma Biçimi -Metin Nasıl Başlar, Nasıl Biter? -Bir Anlatım Sorunu: Birinci Kişi Anlatımı -Yoğunluğun Sırrı -Olay Örgüsü ve Düğümleri Bağlamak -Mekân ve Nesneler -Bir Anlatı Olarak Kısa Öykü -Yalınlığın Zorluğu ve Olanakları -Yalınlıktan Karmaşıklığa Geçiş -Romancının Deneyimi

2 Kasım 1917 tarihinde İngiliz Dışişleri Bakanı Arthur Balfour’un Baron Walter Rothschild’e gönderdiği ünlü mektupta şu ifadelere yer veriliyordu: “Majestelerinin Hükümeti Yahudi halkı için Filistin’de ulusal bir vatan oluşturulmasını olumlu görmekte olup, bu amacın gerçekleşmesi için elindeki tüm imkânları kullanacaktır...” Tarihe Balfour Deklarasyonu olarak geçen bu metin, hazırlayanlarının bile öngöremediği bir dizi olayı tetikledi, yeni bir Ortadoğu'ya ve bitmek bilmeyen sorunlara giden yolu açtı. Birinci Dünya Savaşı’nın en karanlık günlerinde hazırlanan Balfour Deklarasyonu’nun gerisinde İngiliz emperyalizminin bölgedeki çıkarları, Avrupa başkentleri arasında mekik dokuyan diplomatlar, ajanlar, askerler, Araplar ile Siyonistler arasındaki çekişmeler ve pazarlıklar yatmaktadır. Schneer, tartışma yaratan eseri “Balfour Deklarasyonu”nda, bu karanlık günlerin bilinmeyen öyküsünü anlatıyor.

Tek başıma ilerlerken aklıma geldi, bugüne kadar gerçekte bütün yolları böyle yalnız yürümüştüm; gezintilere tek başıma çıktığım gibi, yaşamımın bütün adımlarını tek başıma atmıştım. Dostlar, akrabalar, iyi konuşup görüştüğüm tanıdıklar, sevgililer hep benimle beraber olmuş, ama asla beni bütünüyle sarıp sarmalayamamış, hiçbir zaman içimdeki boşluğu dolduramamışlar, izlediğim yollardan ayırarak başka yollara çekip alamamışlardı. “Gençlik Güzel Şey”, Alman dilinin en büyük yazarlarından, 1946 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Hesse’nin ilk dönem öykülerinden oluşuyor. XIX. yüzyılın Romantizm geleneğini yansıtan ve otobiyografik unsurlar içeren bu öykülerde, kasabada geçen çocukluk yılları, gençlik maceraları, ilk aşk heyecanları anlatılıyor; ama başrolde hep doğa var.


Aydınlık KİTAP

YENİ ÇIKANLAR

James Joyce (Hayat ve Eserleri)

Demokrasi Sava ç lar Olarak Marx ve Engels

Richard Ellmann, Kabalc Yay nevi, çev. Zafer Av ar, 1022 s.

August H. Nimtz, Yordam Kitap, çev. Can Saday, 448 s.

Joyce metinlerinin anlam derinliğine vâkıf olunamaz. Satırların arasındayken birden kendinizi İrlanda vadilerinin melodik gölgelerinde bulabilirsiniz... İrlanda edebiyatı üzerine otorite kabul edilen Richard Ellmann, edebiyatın zeki çocuğu Joyce’un eserlerindeki bölümlerden Joyce’un dünya algılamalarına sürekli göndermeler yaparak âdeta birbirini açımlayan çapraz referanslar oluşmasını sağlayıp okurla yazar arasına dürüstçe giriyor. Denilebilir ki elinizdeki kitabı herhangi bir biyografi/monografi eserinden ayıran en temel özellik de budur: Joyce’nin çok boyutlu kişiliğinin aynı zengin anlatımla karşılık bulabilmesi için, Ellmann’ın oluşturduğu iki düzlemli referans dizgesi, okumaları kolaylaştırıyor.

13 TEMMUZ 2012 CUMA

19

Ahraz

Küçük Köpekli Kad n

Deniz Gezgin, Sel Yay nc l k, 157 s.

Anton Çehov, Everest Yay nlar , çev. Mehmet Özgül, 420 s.

Nimtz, günümüz entelektüellerinin Marx’ı ve Engels’i her şeyden önce entelektüeller ya da sadece “büyük düşünürler” olarak gösterme eğilimine karşı çıkıyor. Onların her şeyden önce siyasi eylemci ve devrimci olduklarını vurguluyor. Marx ve Engels’in, komünistler olarak 1848-1849 devrimci ayaklanmalarına aktif şekilde katılmaları, demokrasi kavgasındaki etkilerini güçlendiren dersler ve sonuçlar çıkarmalarına imkân verdi. Bu, sosyalizm kavgasını geliştirirken demokratik mücadeleyi ilerletmenin tümüyle Marx ve Engels'in başarısı olduğu iddiasını da içinde taşıyor. Kitapta, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına verdikleri önem, kadınların eşitliği için mücadeleleri, sözde Avrupa merkezci önyargıları, 19. yüzyıl sonları Rusya’sı gibi büyük bir çoğunlukla köylü ve geri kalmış bir ülkede sosyalist devrimin olanaklılığına ilişkin görüşleri gibi konularda Marx ve Engels hakkında sıkça dile getirilen eleştirilere de yanıt veriyor.

İnsan, başlı başına bir mitolojidir... "Ahraz" olan da, bu mitolojinin kaotik kahramanıdır. Tozlu hayalleriyle balıklara dokunur, onları sever, onlardan nefret eder ya da kaldırımda bir sonraki günün erzağını toplamaya çalışırken, kaderin hasadını yapmaya zorlarken bulur kendisini. Su Mitosları'nda tarihi bir yoılculuğu çıkaran Deniz Gezgin, bu kez de "Su"dan taşarak gelen bir hikayeye dokunmaya davet ediyor okuru. Kitabı elinde tutanları alışılmadık bir sahil kasabasına, farklı bir kadın profili olarak Adile'nin hüznünü paylaşmaya ve hayallerinden misket yapıp onları denize teslim eden İsrafil'in ufku belirsiz maceralarına kulaklarına yaslamaya çağırıyor ve ardından, büyük bir soru ile baş başa bırakıyor: Şeytan yükümüzü sırtlanan günah keçisi değilse nedir?

Çehov kitaplığının sekizinci ve son cildi “Küçük Köpekli Kadın”, 1895-1900 yılları arasında yazılmış 16 öyküyü kapsıyor. Yazar “Küçük Köpekli Kadın”da, şehirli ve köylü kavramlarını irdeleyerek bir kez daha tüm güzellikleri ve çirkinlikleriyle insanı anlamaya çalışıyor. Yaşadığımız kentte hepimiz sıkıcı, boğucu bir yaşamın içine gömülmüşüz; gereksiz kâğıtlar karalamamız, iskambil oynamamız bizler için de birer kılıf değil midir? Yaşamımızı kimsenin bir işine yaramadan, aylaklık içinde, budala, akılsız kadınlar arasında geçirmemiz, bir sürü saçma sapan şeyler söyleyip başkalarının söylediklerini dinlememiz, hepsi birer kılıf değil mi? Mehmet Özgül'ün Rusça asıllarından yaptığı özenli çevirileriyle...

Beyo lu’nda Gezersin

Gerçek Bak

Dönü

Biz

Nazl Eray, Do an Kitap, 232 s.

Todd McGowan, Say Yay nlar , çev. Zeynep Özen Barkot, 344 s.

Joseph Conrad, Alt n Bilek Yay., çev. Gizem Genç, 112 s.

Yevgeni vanoviç Zamyatin, thaki Yay nlar , çev. Fatma Ar kan, Serdar Ar kan, 250 s.

“Beyoğlu’nda Gezersin”, Nazlı Eray'ın çarpıcı dünyasını sıradışı bir coğrafyayla önünüze seriyor. Kimler, neler yok ki bu dünyanın içinde: Nakşibendi Şeyhi Küçük Hüseyin Efendi, Beyoğlu’nun kraliçesi Madam Tamara, “Mazi Kalbimde Bir Yaradır” programının yapımcısı Ulvi, elinde geçmişteki bir kadının hatıra defteri ile Beyoğlu’nda dolaşan çılgın âşık Bozacı Naki, “Deli Saatini” sunan ünlü Doktor ve onun gece karanlığını yırtıp hafifleten reçeteleri... 1958 Beyoğlu cinayetinin hâlâ çözülmemiş esrarı, sanki bu dünyayı gerçek hayattan ayıran yemyeşil sessizliği ve yılların eğip sararttığı mezar taşları ile Eyüp sırtları, şehit tayyareci Fethi Bey’e Rumeli Han'ın dökülmüş bir muhallebiyi andıran mermer merdivenlerinde rastlamak, geçmişin içine sıkışmış Markiz Pastanesi ve roman boyunca fırtına gibi esen İstiklal Caddesi...

Bir filmde izleyicinin deneyimini belirleyen nedir? İzleme sürecinin temelinde görüş alanına hâkim olma yanılsaması mı vardır, yoksa bu deneyimi sürekli gözden kaçan, anlamlandırılamayan, var olmayan noktalar mı şekillendirir? Temsilin bütünlüğüne duyulan inanç mı, yoksa onun eksikliğini kavradığımız anlar mı bize zevk verir? Todd McGowan sinema kuramı etrafında dönen bu soruları yeniden ele alırken, aslında cevabın “gözümüzün önünde” olduğunu söylüyor: Psikanalitik sinema kuramına yeni bir perspektif sağlayan bu kitapta, izleme deneyiminin merkezine bakışı oturtuyor ve bizi onun doğasını anlamaya davet ediyor. Şimdiye kadar yanlış değerlendirilmiş bir kavram olan bakışı, doğrudan Lacancı psikanalizle okuma çabasının ürünü olan “Gerçek Bakış”, izleyiciyi bir özne olarak konumlandırarak, sinemanın politik, kültürel ve varoluşsal potansiyellerini bu kez özgürlük adına anlamayı deniyor.

İçsel ve psikolojik bir drama olan Dönüş, insanlar arası ilişkileri, çatışma atmosferlerini ve zihinden geçen düşünceleri anlatmakta dünyanın en usta kalemlerinden biri olan Joseph Conrad’ın anlatım derinliği ve gerçekçi kurgulanmış, yerinde ve düşündürücü çatışma sahneleriyle, insanlığın birbirine duyduğu hürmet, samimiyet ve güvenin altında yatan pek çok soruyu gündeme getiriyor. Zengin ve politik olarak da güçlü bir iş adamı olan Alvan Hervey, bir gün iş seyahatinden evine döndüğünde, eşinin, kendisini terk ettiğini bildiren bir mektup bulur boş evde. Yaşadığı derin iç bunalımı ve büyük çöküş, kısa bir zaman sonra eve geri gelen Bayan Hervey’in pişmanlığını belirtmesine rağmen, büyük bir çatışmaya dönüşür. Esasta sevgiye, sevilmeye hasret olan Bayan Hervey, bir oyun mu oynamıştır, yoksa gerçekten de terk etme amacıyla evden ayrılmış ama cesaret edemeyerek geri mi dönmüştür?

Rusça aslından çevirisiyle Türkçede ilk kez: Bütün bir yirminci yüzyıl edebiyatını etkileyen, Aldoux Huxley, Ayn Rand, George Orwell, Kurt Vonnegut, Ursula K. Le Guin için açık esin kaynağı olan “Biz”, ilk kez özgün dilden çevirisiyle okurların karşısında. Herkesin numaralarla adlandırıldığı ve her an dinlenip gözetlendiği bir ülkede, Tek Devlet'in komşu gezegenlere yayılmak için yaptırdığı uzay gemisinin çalışmalarına katılan bir mühendis günlük tutmaktadır. Herkesin devlete yararlı ve iyi olmasının övgüsüyle başlayan günlük, yavaş yavaş mühendisin devletin başındaki İyilikçi'nin matematiksel, kusursuz düzeninin sorgulanmasına dönüşür.


Aydınlık KİTAP

20 13 TEMMUZ 2012 CUMA

Dinkin Dings ve dostları Dinkin Dings’in tuhaf ve ula lmaz bir hayal dünyas var. Bu dünyada ya amak elbette onun için çok zor. ster istemez en az hayalleri kadar tuhaf huylar edinmi . Her eyden korkan bu çocuk korkular yla ba edebilmek için evdeki malzemelerle birbirinden ilginç icatlar yap yor

ÇOCUKLAR İÇİN

S rlarla Dolu Konak Filiz Özdem’den yeni bir ilk gençlik romanı: Çok sevdiği dedesini ve babasını bir kazada kaybeden Yiğit’in hayatında büyük değişiklikler olur. Alıştıkları hayattan koparak yaşadıkları şehirden ayrılıp annesi, kız kardeşi ve babaannesiyle İstanbul’a taşınırlar. Yeni hayatına güçlükle alışan Yiğit, arkadaşı Mehmet’le gizlice girip çıktıkları terk edilmiş konakta bir gün davetsiz bir misafir bulur. Ve o dakikadan sonra hepsinin hayatı, tahmin bile edemeyecekleri şekilde değişir. Şaşırtıcı rastlantılarla ağların ince ince örülüp birbirine bağlandığı “Sırlarla Dolu Konak”, Filiz Özdem’den hayaller, rüyalar, geçmiş ve geleceğin iç içe geçtiği; sevgi, dostluk, acı, umut ve vefa üzerine etkileyici bir ilk gençlik romanı.

Filiz Özdem, Yap Kredi Yay nlar , s.120

Ben Güzelim

İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com Guy Bass’in yarattığı ilginç karakter Dinkin Dings, sizi birbirinden heyecanlı ve tüyler ürpertici maceralara davet ediyor! Onun hayal dünyasıyla baş edebileceğinize inanıyorsanız bu maceraya bir an önce ortak olun derim. Dinkin Dings’in tuhaf ve ulaşılmaz bir hayal dünyası var. Bu dünyada yaşamak elbette onun için çok zor. İster istemez en az hayalleri kadar tuhaf huylar edinmiş. Her şeyden korkan bu çocuk korkularıyla baş edebilmek için evdeki malzemelerle birbirinden ilginç icatlar yapıyor. Evde, özellikle de küvette aniden ortaya çıkabilecek görünmeyen köpekbalıkları tehlikesinden korunmak için Görünmez- Gösterir, ani küçülmeleri engellemek için Ani- Küçülme Kemeri, boyutlar arasında sıkışıp kalma tehlikesine karşı Boşluksavar, evde istenmeyen böceklerden kurtulmak için de BöcekSaptar-Yoklar-Kovalar icat etmiş. Ailesi bu durumdan epey rahatsız tabii, ama Dinkin’i üzmemek için pek ilişmiyorlar.

ÜRKÜNÇ BÖCÜLER EK B Böcekler deyince, buğday bitleri hariç tüm böceklerden nefret eden Dinkin’in en yakın dostlarının kim olduğunu duyunca çok şaşıracaksınız. Ürkünç Böcüler lakaplı Edgar, Herbert ve Arthur. Normal insanlarla arkadaşlık edemeyen Dinkin kendine gece yarıları ortaya çıkan hayaletleri dost edinmiş. Edgar sakar, kemiklerini durmadan orda burada düşüren, sarsak bir iskelet, Herbert da korkunç görünümlü olmasına rağmen son derece sevecen, obur bir canavar. Hayalet olan Arthur ise aslında epey yete-

neksiz ve mızmız. İşte bunlar Dinkin’in dostları. Dinkin’in her başı sıkıştığında geceyarısı yanına gelir ve olayı çabucak halleder bu ekip. Dinkin’in başı beladan kurtulmaz zaten. Bu sefer başına gelenler eski maceralardan daha heyecanlı ve ürkütücü.

ZOMBUZAYLI MOLLY Dinkin’in uzaydan geldiklerine inandığı, insanları beyinlerini yiyip onları beyinsiz aptallara dönüştüren zombilere verdiği lakap Zombuzaylı. Önceden böyle bir tehlike olabileceği ihtimali üzerinde çalışmış ve birkaç bilimsel veri toplamayı başarmış: Zombuzaylılar Pazar günleri dışında durmadan insan beyni yerler, Pazar günleri tatil yaparlar, insanların arasına gizlice girebilmek için çeşitli insan köstümleri kullanırlar, kokuları dayanılmaz derecede korkunçtur, kokularını bastırmak için limon suyu kullanırlar, yılbaşını kutlamazlar ve son olarak da hiçbir zayıf yönleri yoktur. Varsa da başarıyla saklıyor olmalılar. İşte bu belirtileri taşıyan Molly adında bir kız çocuğu ve ailesi, Dings’lerin evinin hemen yanıbaşına taşındılar! Dinkin’in Ürkünç Böcüler yardımıyla bu zombilerden hemen kurtulması lazım. Bu çocuğun hayal dünyasına kanıp yine bir şeyler uyduruyordur, öyle şey mi olur diyorsanız, kitabın sonunda sizi büyük bir sürpriz bekliyor! Bu kitaptan hoşlanırsanız serinin diğer kitapları da şunlar: “Dinkin Dings ve 9. Boyuttan Gelen İkizi”, “Dinkin Dings ve Tırmıkel’in Laneti”, “Dinkin Dings ve Balıkadamların İntikamı” Eğlenceli okumalar diliyoruz. (Dinkin Dings ve Ürkünç Böcüler, Guy Bass, Resimleyen: Pete Williamson, Final Yayınları, s.128)

Çocukluk ve gençlik arasındaki bir kız “okuldaki havalı kızların” arasına alınmak için kilo vermeye karar veriyor. Okul arkadaşlarından duyduğu yöntem kafasının iyice karışmasına sebep oluyor. Annesiyle konuşunca ise kendi cevaplarını daha kolay buluyor. Ergenlik çağında kendi görünümünden memnun olmayıp, dergilerde, resimlerde gördükleri kızlara benzemeye çalışan çocuklar hakkında ebeveynlere yardımcı olacak bilgiler içeren bu kitap orijinal dilinde ve Türkçe çevirisiyle Çitlembik Yayınları tarafından yayımlandı.

Debra Menase, Çitlembik Yay nlar , s.32, (7-10 ya )

ki Hamlede Mat Satranç sporunda, oyuncunun zekâsı kadar teknik ve taktiksel becerileri de önemlidir. Bu kitap ile amaçlanan, satranca yeni başlamış satranç severlerin hamle becerilerini geliştirmek, tek hamlede mat etmenin mutluluğunu tekrar ve tekrar yaşatmaktır. Farklı kombinasyonlarda hazırlanan soruları cevaplayarak, klasik bir sporcunun yaptığı gibi müsabakalar öncesi konsantrasyonunuzu artıracak, kondisyon kazanacaksınız. Tüm satranç severlere keyifli dakikalar diliyoruz...

Ahmet Bilal Yaprakdal, U ur Böce i Yay nlar , s.160

Ejder Çocuk Tıpkı sana benzeyen muhteşem kızların hikâyeleri... Min adlı küçük kız arkadaşlarıyla alay ederek eğlenirdi. Fakat bir keresinde alayın dozunu iyice kaçırmış ve sonunda ceza almıştı. Tam bir yıl boyunca tüm dünyayı bir ejderha görünümünde dolaşacaktı. Sözlerimizle başkalarını ne kadar kırabileceğimizi düşünmek için yeterli bir zamandı bu.

Beatrice Masini, Can Çocuk, Çev: Nükhet Amanoel, 72 s.


Aydınlık KİTAP

SAHAF

13 TEMMUZ 2012 CUMA

21

40 YIL ÖNCES NDEN ÇOCUKLAR Ç N POL S YE SERÜVEN: “ EDEK MESAJ”

Müzisyenleri kim kaçırıyor? Fransız yazar Odette Sorensen’in yazdığı “Şişedeki Mesaj”, kendilerine “Kare As” adını veren dört genç kızın, ünlü bir şatoda yapılacak nişan töreni için yola çıkan müzisyenlerin esrarengiz biçimde ortadan kaybolmalarını aydınlatma çabalarını anlatan, çocuklara “sahaf kokusunu” duyumsattıran heyecan verici bir roman 1903 doğumlu, Danimarka asıllı Fransız yazar Odette Sorensen, 1970’li yıllarda okumaya meraklı çocuklardan biri idiyseniz kitaplarından birinin elinizden geçmemesi pek mümkün olmayan yazarlardandır. Baskan Yayınları’nın yeşil sırtlı çocuk kitapları arasında çıkan “Vagondaki Kız”, “Katır Rallisi”, “Tehdit Mektubu”, “Milyonluk Çanta” gibi polisiye maceralar, özellikle uzun sıcak yaz günlerinde öğle uykusu öncesinde okunduklarında sonsuz keyif ve büyük heyecan verirlerdi hafifletilmiş ve pastorize edilmiş polisiye tutkunu 10-12 yaş grubundaki küçük kitapseverlere. Sorensen’in “hafiyemsi” dört genç kızın maceralarının anlatıldığı

“Kare As” (kızlar kendilerine bu adı uygun görmüşlerdir) serüvenlerinin en güzellerinden biri olan “Şişedeki Mesaj” ise, eğer bulabilirseniz (arandığında bulunabiliyor), çocuğunuza ve küçük yakınlarınıza verebileceğiniz en güzel sahaflık hediyelerden biri olacaktır emin olun ki. Çocuklara yalnızca parıltılı vitrinlerdeki yeni kitapları değil, sahaf kokusu taşıyan kitaplar da hediye edilmesinin önünde herhangi bir engel yok ne de olsa. “Şişedeki Mesaj”ın konusu şöyle: Fransa’nın ünlü bir şatosunda yapılacak nişan törenine ünlü aileler davet edilirler. Bu ailelerin yetişkin çocukları da bir otobüsle şatoya giderler. Otobüs yolculuğunun başlangıcında, aralarında üç de genç müzisyen vardır. Ancak bu müzisyenler, otobüsün yolculuğu boyunca değişik yerlerde teker teker ve gizemli bir şekilde kaybolurlar. Neyse ki “Kare As”ı oluşturan genç kızlarımız da otobüstedirler ve bu tuhaf olaya el koyarlar. Fakat esrarengiz olaylar birbirini takip eder. Genç müzisyenlerin

neden ve nasıl kayboldukları tabii ki romanın sonunda aydınlatılacaktır. Ali Topaloğlu’nun çevirisiyle 330 sayfalık küçük boy bir kitap olarak hoş desen ve resimlerle süslenmiş halde 1973’te yayımlanan “Şişedeki Mesaj”, 1949’da Fransa’da Grand Prix kazanmış Sorensen’in hünerini konuşturduğu romanlardan biri. İşte kitap hakkında fikir verebilecek küçük bir alıntı: “Loire Nehri vadisinde siyah bir DS araba bizi devamlı olarak takip etti, istersen bize öncülük yaptı da diyebilirsin. İçindekilerden biri gri, öbürü be bir gabardin pardesü giyiyordu. Az önce sana hücum edip de biz gelince kaçan iki adamı iyice gördüm. Birinde bej, diğerinde gri gabardin pardesü vardı. Dinleyenler hayret içinde kalmışlardı. Kupa Ası’nın dedikleri doğru olduğu takdirde bu durum basit bir tesadüfler serisi olarak yorumlanamazdı. Bu kadar önemli bir hususu nasıl değerlendirecekleri de ayrı bir problemdi.”

ANADOLU’DAN KİTABEVİ

BERDELACUZ SAHAF- ANKARA

Sahaf size Google’nin bilmediklerini gösterir... “Berdelacuz”; iflah olmaz, derman bulmaz bir selülozik madde bağımlısı anlamına geliyor. Öyle ki uzun yıllar boyunca kimi kez sahaflardan, kimi kez hurdacılardan bazen de elden olmak üzere üzeri yazılı, basılı ne gördüyse almış ve biriktirmiştir. Berdelacuz Sahaf’ın sahibi Ömer Türkoğlu, “Bilgi dolu insanlar ile birlikte sahaf esnafına katılmaktan mutluluk duyuyorum. Bilimi arayan insanlara elimizdeki kitaplarla yardımcı olmaya çalışacağız. Sahaflar bilgiyi bilmezler, aynı zamanda bilginin adresini de bilirler. İnsanların daha doğru ve nitelikli bilgiye ulaşmak için sahaflara uğraması gerektiğine inanıyoruz” diyor. Sahaflığın günümüzde giderek kaybolduğunu görürken, araştırmacı-yazar Ömer Türkoğlu Başkent’te tanzim ettiği Berdelacuz’da meraklılarına nefes alma şansı veriyor. Çankırı’nın yetiştirmiş olduğu değerli isimlerden biri olan tarihçi-yazar Ömer Türkoğlu, Başkent’in göbeği sayılan Kızılay’da kitapseverlerin önemli uğrak mekanlarından olan Aksoy Pasajında sahaf olarak hizmet veren “Berdelacuz” isimli işyerini açtı. Her gün kapanan bir sahaf haberiyle kar-

şılaştığımız bir dönemde Ömer Türkoğlu’nun böylesi bir işyerini hizmete açması çok önemli. Berdelacuz’un kitap kurtları için önemli bir uğrak yeri olacağı daha ilk günden kendisini göstermiş zaten. Berdelacuz’un raflarını dolduran ve zaman tünelinin derinliklerinden adeta haykıran el yazması, siyah beyaz fotoğraflarla birlikte eski Osmanlı ya da arapça dilinden binlerce eserin ve dokümanın yer aldığı raflar içerisinde duygularını dile getiren Türkoğlu “Diğer meslekleri bilemem ama, ben de emekli olduktan sonra yıllardır hayalini kurduğum böylesi bir ortama kavuşmuş olmanın nacizane mutluluğunu yaşıyorum. Daha da önemlisi böylesi bir mutluluğu siz dostlarımla birlikte paylaşıyorum” diyor. Sahaf size Google’nin bilmediklerini gösterir...Bizim için kağıdın üzerine düşen her damla mürekkep değerlidir... vurgusuyla yola çıkan, Çankırılı araştırmacı Ömer Türkoğlu ve Mustafa Türkoğlu’nun açmış oldukları Berdelacuz Sahaf’ı en kısa zamanda ziyaret etmelisiniz..


22

Aydınlık KİTAP

13 TEMMUZ 2012 CUMA

ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?

1

Kış gecesine dalıp da sahici kar, yani bizim karlarımız, önümüz sıra uzanmaya, camları beneklemeye, ufak Wisconsin istasyonlarının ölgün ışıkları görünüp kaybolmaya başladı mıydı hava da birden bire tazelenir, dikelir, dirilirdi. Akşam yemeğinden dönerken bu memlekete bağlılığımızı, yeniden içine kaynaşıp gitmeden, hiç değilse bir saat de derinden duyarak soğuk hava aralıklarında ciğerlerimize çektiğimiz bu havaydı işte.

2

Kuşatılan kurtların yaptığını yapacağız. Subetay! Cemle! Önce siz saldıracaksınız. Düşmanın saflarını bozmak ve peşinize düşmelerini sağlamak için üç dalga ok salın ve onları vadinin dışına çekin. Biz merkeze yüklenirken siz bir çember çizip yanlarımızı koruyacaksınız. Gayreti elden bırakmayın, kısa sürede şaşıracaklardır.

3

Bu sefer neredeyse olağanüstü sayılabilecek bir kaybolma olayı söz konusuydu. Birkaç sınıf arkadaşıyla ormana at gezintisi yapmaya giden çocuk, midillisine biner binmez, küçük atın dörtnala koşmaya başlamasıyla adeta kuş olup uçmuştu. Anlamsızca huysuzluk yapan at binicisiz olarak bulunmuştu, ancak velet ortada yoktu. Ne bir iz ne de bir işaret bırakmıştı.

a) Italo Calvino / Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu

a) Homeric / Moğol Kurdu

a) Paul Auster / Kaybolmalar

b) Burak Turna / Bir Kış Gecesi

b) Helen Dunmore / Kuşatma

b) James Hatfield / Şanslı Velet

c) Paul Auster / Kış Günlüğü

c) İsmail Kadare / Kuşatma

c) Laurentt Botti / Siste Ölüm

d) Levent Şentürk / Kış Dönencesi

d) İbrahim Karagül / Yüzyıllık Kuşatma

d) John Steinbeck / Al Midilli

e) Scott Fitzgerald / Muhteşem Gatsby

e) Barış Adıbelli / Stratejik Kuşatma

e) Niyazi Özkan / Midilli’den Kaçış

Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(c)

2-(b)

3-(a)

Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…

BULMACA SOLDAN SA A 1. Resimdeki 1894 - 1963 y llar aras nda ya am ingiliz yazar Aktinyum’un simgesi 2. Bir hayret ünlemi - Ailesinin geçimini sa layan - Sanca , yelkeni ya da sereni a a alma 3. Germanyum’un simgesi - Rodyum’un simgesi - Bir sebze Dingil 4. Seciye, karakter - Kans zl k - Toryum’un simgesi - Alt n’ n simgesi 5. Beytullah - Kekli in boynundaki siyah halka - Baca n alt bölümünü ve ayakkab n n üstünü örten bir tür tozluk 6. Becerikli, giri ti i her i i ba ar yla sona erdiren kimse Fermiyum'un simgesi - Kimononun üstüne tak lan, biçimi ve boyutu cinsiyete, ya a, mevkiye ve bölgeye göre de i en, bir dü ümle birle tirilen geni ipek ku ak - At yavrusu

7. Peru’nun plakas - Ç plak toprak - Ça da , modern, ça c l 8. Dizginleri koyuverilmi bir at n dörtnala ko mas - Verme, ödeme - En k sa zaman parças , lahza 9. Mitolojik bir çalg - Galyum’un simgesi - simler 10. imdi, u anda - Medeni Kanun (k sa) - S n r, uç 11. Radyum’un simgesi - Zaviye - “... Güler” (foto rafç ) Sümerler’de su tanr s 12. Köleye ya da cariyeye özgürlü ünü geri verme - Ulusal bir parayla yabanc bir para birimi aras ndaki de i im oran - U ur - Manganez'in simgesi 13. Gelir - Yerle im alanlar d nda kalan yerler - Bak r kaplar n üzerine sürülen beyaz ala m tabakas 14. Sermaye, kapital - Japonya'da buda rahibesi - Cet 15. Tibet’te, Asya’n n baz yörelerinde yabani veya evcil olarak ya ayan, k llar uzun bir öküz türü - Karabibere benzeyen bir

baharat türü - Güre te bir oyun YUKARIDAN A A IYA 1. Resimdeki yazar n bir eseri - Gezegenimizin uydusu 2. Rütbesiz asker - Hat sanat nda iri ve kal n yaz - Yunanistan’ n ba kenti 3. Disprosyum’un simgesi - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) Çok s k dokulu ve sert bir seramik hamuru türü - Uzak 4. sviçre'de bir nehir - Metal üzerine kaz da ya da ah ap tornas nda kullan lan çelik kalem - Bir kimseye ad ndan ayr olarak tak lan, onun belirgin bir özelli ini yans tan ad 5. Uyku - Dokumada çözgüler aras ndan enine geçirilen iplik Bayram ve enliklerde caddelere kurulan süslü kemer 6. Bir dilek art eki - Hastal k an nda gelen titreme - Haz r - Bir nota 7. Ba lama, ba - Kartal tak my ld z n n eski dildeki ad 8. Ekleme - Bal yapan böcek 9. Bin graml k bir a rl k ölçüsü birimi - Tanr 10. Parlak, saydam k rm z renkte de erli bir ta - K laptan ipekle i lenmi , kal n ve iri desenli bir tür kuma - So urma, emme Kuzu sesi 11. htiyaçlar devletçe kar lanan onba ve çavu rütbesindeki asker - Bir eye duyulan e ilim, arzu - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) 12. Yüzy l (k sa) - C va’n n simgesi Habe soylusu - Tav r, davran 13. Bir haber ajans - Hitit - Kabaca i te orada - Parlak, saydam k rm z renkte de erli bir ta 14. Hayali karate - Japonya’da buda rahibesi - Paraguay çay 15. Resimdeki yazar n bir eseri Bulmacan n do ru yan tlar n 10 gün içinde fax veya mektup yoluyla gönderen okurlar m za brahim im ek’in resimdeki kitab n arma an edece iz FAX: 0212 252 51 22

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.