.
KITA P Aydınlık
BU SAYIDA
36 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 836
3 Ağustos 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 23
Müziğin ‘Berserker’i
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Demir Özlü’yle yazma sanatı ve yeni kitabı üzerine
Bir “Profesyonel” Sürgünün Türkiye dönemi
Okko
Çocukluğum, Suya Bıraktığım Ayak İzleri
Reddedilemeyecek Gerçek: Devlet var!
Güneşi sırtında taşıyan köpek
Aydınlık KİTAP
3 A USTOS 2012 CUMA
3
SUNU
İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: Joseph Conrad
s. 4
Bir “Profesyonel” Sürgünün Türkiye dönemi
s. 5
Platon’un Eczanesinde Kalfa Olmak
s. 6
Dikkat Kuantum İçerir!
s. 7
Çocukluğum, Suya Bıraktığım Ayak İzleri
s. 8
Babil Balığı: Okko
s. 9
Kayıp Şair: Safa Fersal
s. 10
Reddedilemeyecek Gerçek: Devlet var!
s. 11
“Beyaz, boş kâğıtla baş başa oturmak en dramatik an’dır”
s. 12
Remzi Ünal polisiyeleri
s. 14
“Türkiye’nin ruhunu arayan aydın: Kemal Tahir”
s. 15
“Kültürler arası bir değiş tokuş”
s. 16
Küresel dengeleri alt üst eden gün: 11 Eylül
s. 17
Yeni Çıkanlar
s. 18-19
Çocuk: Güneşi sırtında taşıyan köpek
s. 20
Sahaf: İttihat ve Terakki içinde dönenler
s. 21
Alıntı Test-Bulmaca
s. 22
Demirtaş Ceyhun’un ardından... Geçtiğimiz hafta yazarımız Seyyit Nezir köşesinde anlattı Demirtaş Ceyhun’u. Yine O’nu mezarı başında anan dostları da farklı yönlerini bir kez daha hatırlattılar bizlere. Demirtaş Ceyhun’u 29 Temmuz 2009 tarihinde kaybetmiştik. Türk yazınına eserleriyle sunduğu katkıların yanı sıra yetiştirdiği sağlam kalemlerle de iz bıraktı. O'nu kaybettiğimizde Aydınlık’ın bir kitap eki yoktu henüz. Bizler O’na en çok ihtiyaç duyanlardanız şimdi. Demirtaş Ceyhun Aydınlık Kitap’ı görseydi ne derdi, ne gibi eleştiriler yapardı... Hocamızı saygıyla anıyoruz.
D - Marin Turgutreis 8. Uluslararas Klasik Müzik Festivali gerçekleştirildi. Dünyaca ünlü müzisyenlerin sahnelendiği festivalde Fazıl Say’ın yorumladığı Çaykovski’nin 1 No’lu Piyano Konçertosu ile Fazıl Say bestesi “Mezopotamya” 2. senfonisi Türkiye’de ikinci kez seslendirildi. Niyetimiz bunun haberini vermek değil, elbet bizden başka haber eden olmuştur. Kırmızı Yayınları’ndan çıkan “Fazıl Say” kitabı geliyor akla. Bir dahinin hayatını Jürgen Otten anlatıyor. Kitaba ilişkin yazıyı iç sayfalarımızda bulabilirsiniz. Jürgen Otten, Fazıl Say’ın eğitim hayatındaki önemli evrelere, sanatçının dünyaca ünlü bestelerinin prömiyerlerine tanıklık etmiş. Haliyle bugüne kadar Say’a dair yazılmış en kapsamlı biyografi de O’nun kaleminden çıkıyor. Fazıl Say’ın yakın gelecekteki bestelerinin oluşum aşamasına bizler burada aydınlık bir Türkiye'de tanıklık edeceğiz! Haftaya buluşmak dileğiyle...
ÖneriYorum 1) “Yürekte Bukağı”, Tomris Uyar (YKY):
YALÇIN TOSUN
. KITA P Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç
Yazıişleri: Damla Yazıcı
Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Kıpkısa öykülerde dili ve hikayeyi aynı oranda öne çıkararak can yakan öyküler kurduğu için.
2) “Lütfen Sessiz Olur musun, Lütfen?”, Raymond Carver (Can Yayınları): Bir şey anlatmıyormuş gibi yaparken insanın gizlerini çırılçıplak ortaya çıkardığı için.
3) “Yanık Saraylar”, Sevim Burak (YKY):
Öyküdeki şiirin şiirsellikten doğmasının gerekmediğini gösterdiği için.
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
4) “Gümüş Damacana”, Truman Capote
(Sel Yayınları): Her yazdığı okunması gereken bir yazarın birbirinden çarpıcı öykülerini tanıyabilmek için.
5) “Eski Bahçe - Eski Sevgi”, Tezer Özlü
(YKY): Sahicilik ve samimiyetin kısa öyküdeki yalınlıkla birleşince nasıl bir etki yarattığını görebilmek için.
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
Aydınlık KİTAP
3 A USTOS 2012 CUMA
Müziğin ‘Berserker’i
HAFTANIN PORTRES
Joseph Conrad (1857-1924) “Yazar n en bilinen eserlerinden ‘Karanl n Yüre i’nde Conrad, Avrupa’n n sömürgeci politikas n ele tirdi. Conrad bu eserini, sömürülen ülkeleri ve insanlar n ana konusu yapan eserleri kapsayan, postkolonyalizm ak m do rultusunda kaleme ald .”
Anadili Lehçe olmasına rağmen eserlerini yirmi yaşından sonra öğrendiği dil olan İngilizce yazan Joseph Conrad, 3 Aralık 1857 tarihinde, o yıllarda Rus yönetiminde olan Berdiçev'de dünyaya geldi. 1865’te annesini veremden, dört sene sonra da babasını kaybetmesiyle öksüz kalan Conrad hayatını dayısının yanında, Krakov’da sürdürmeye başladı. On altı yıl boyunca deniz donanmasında görev aldı. Kongo’da buharlı bir geminin kaptanlığını yaparken karşılaştığı zulüm manzaraları bu meslekten ayrılmasına sebep oldu. Aynı zamanda 1898’de yayımlanan ve ses getiren “Karanlığın Yüreği” adlı romanını yazmasına da zemin hazırladı. İlk romanı “Almayer’in Deliliği”ni 1895'te yayımlayan Conrad’ın bu romanını, 1897’de “Narcissus’da Bir Zenci”, 1898’de “Karanlığın Yüreği”, 1900’de “Lord Jim”, 1907’de “Gizli Ajan” adlı başlıca roman ve öyküleri izledi. Yazarın en bilinen eserlerinden ‘Karanlığın Yüreği’nde Conrad, Avrupa’nın sömürgeci politikasını eleştirdi.
Conrad bu eserini, sömürülen ülkeleri ve insanlarını ana konusu yapan eserleri kapsayan, postkolonyalizm akımı doğrultusunda kaleme aldı. Marlow isimli bir gemicinin hikayesini dehşetle dinleyen anlatıcının hikayesini anlattığı bu eser, doğurduğu sömürgecilik tartışmalarının yanı sıra, yerlileri vahşi ve hayvani özelliklerle anlatması nedeniyle, Nijeryalı romancı ve eleştirmen Chinua Achebe tarafından yapılan ırkçılık suçlamalarıyla da gündeme geldi. Greenwich Gözlemevi’nin bombalanmasını temel olay olarak aldığı bir diğer romanı “Gizli Ajan”, yazıldığı dönemde büyük ses getirmesinin yanında, 11 Eylül saldırılarından sonra da en çok atıfta bulunulan kitaplardan biri olarak kendisinden söz ettirdi. 1913’te beş ayrı üniversitenin kendisine sunduğu fahri ünvanları reddeden Conrad, ölümünden kısa bir süre önce kendisine sunulan Britanya Şovalyeliği ünvanını da geri çevirdi. 1924’te geçirdiği kalp krizi sonucunda hayata gözlerini yumdu.
Say, memleketinin müzik oldu unu söylüyor. Ama memleketi için de duydu u kayg lar uzun boylu anlat yor.
MEHMET BOZKURT mehmetbozkurt@aydinlik.com.tr Adı bile nota sesiyle başlayan bir piyanist; Fa’zıl Say. Ne zaman Twitter’da, Facebook’ta yazsa ya da bir röportajı çıksa olay oluyor. Tartışmaların ortasında görüyoruz Fazıl Say’ı. Bir bakmışsın memleketinden ayrılmak istediğini söylüyor, bir bakmışsın tutuklanmaktan bahsediyor. E, bu adam piyanist değil mi? Galiba en az bildiğimiz yönü! O kendine “Berserker” diyor. Berserkler İskandinav ve Cermen efsanelerinde geçiyor, cesareti ve kuvvetiyle meşhur savaşçı. Müziğin Berserker’i “Piyanistbesteci-dünya yurttaşı Fazıl Say”ı Alman yazar Jürgen Otten yazdı. Kırmızı Yayınları kitabı İlknur Aka’nın çevirisiyle yayımladı. “Baba” bir önsözle başlıyor kitap. Önsözdeki, “Her çağda ve her coğrafyada görülen, gericiliğe muhalafet etme görevini yerine getiren tüm gerçek sanatçılar gibi, Fazıl Say da, ülkesindeki çarpıklık ve bozukluklara dikkat çekmeyi görev ediniyor. Fazıl Say’ın sanatçı duyarlılığıyla ortaya koyduğu bu muhalif tutumu, yurdumuzun emperyalizm ve yobazlık kıskacından kurtuluşu yolunda verilen mücadeleye katkı sağlıyor.” Bu sözler baba Ahmet Say’a ait. Fazıl Say’ın müzik yeteneğinin nasıl keşfedildiğini biliyor muydunuz? Ben bilmiyordum, öğrendim. Eğer bugün dünya Fazıl Say’ı tanıyorsa oyuncakçılarda bile gördüğümüz, üfleyerek ses verilen, piyano gibi tuşları olan o melodikaya çok şey borçluyuz. Tabii, Nazi Almanya’sından anavatanına geri dönen piyanistlerin duayeni Mithat Fenmen’e de... Fenmen ışığı belki geç keşfedebilirdi, oğlunun çıkardığı sesleri dinlediğini farkettirmemek için Ahmet Say gazete okur gibi yapmasaydı. Alman yazar Jürgen Otten Fazıl Say’ın yeteneğinin nasıl ortaya çıktığını ve yaşadığı ortamı tüm yalınlığıyla anlatmış. Kitabın satırlarının bir Alman yazara ait olmasını biraz kıskançlıkla okumuyor değiliz. Aslında utanmalı mıyız? Biraz utanalım lütfen! Dünyaca ünlü piyanist Fazıl
Say, en önemli eseri olarak kabul edilen İstanbul Senfonisi’nin ilk konserini İstanbul’da değil de Almanya’nın Dortmund şehrinde vermek zorunda kalıyorsa, Say’la ilgili bilinmeyenleri yazmak, İstanbul Senfonisi’nin de hikayesini anlatmak niye bir Alman yazarın hakkı olmasın... Say, memleketinin müzik olduğunu söylüyor. Ama memleketi için de duyduğu kaygıları uzun boylu anlatıyor. 2066 Türkiye’sini bile resmediyor. Oldukça ilginç. Sanki bir siyaset bilimci gibi konuşuyor Fazıl Say. Almanlar da onun bu yönünü tartışıyor. Yazar, Dortmund Konser Binası’nın Müdürü Benedikt Stampa ile Fazıl Say hakkında söyleşi yapıyor. Yılların müzik adamı Stampa, Say için “Özgür ama yalnız” diyor ve ekliyor; “o bir dahi”. Kitapta en şaşırtıcı konulardan biri de Fazıl Say’ın müzik tarzı ile ilgili yapılan tartışmalar. Fazıl Say’ın müziği Almanya’da ve Amerika’da da tartışma konusu oluyor. 1995’te kazandığı Young Concert Artist International Auditions genç piyaniste Amerika’da konserler vermenin yolunu açtı. 30 dakikalık sahnede kalma hakkını 5 dakika olarak Nasreddin Hoca’nın Dansları’ndan birkaç pasaj çalarak kullandı. İşte bu performans onun dünyaca tanınması yolundaki ilk 5 dakika oldu. Sonrasında ABD’nin klasik müzik başkenti New York’ta verdiği konser gelir. Burada konser veren ilk Türk piyanisttir. Bu genç ve sıradışı piyanistin konserine seyirci ve New York Times’ın seçkin müzik eleştirmenleri bambaşka bir tepki verir. Otoriteler farklı fikir söyleselerde hemfikir oldukları şey belli; bu adam müzikle yaşıyor. Kitapta Say’ın hayatındaki önemli dönemeçler, eserlerinin öyküleri gözlemlenerek yazılmış. Otten’ın gözlemleri okuyucuyu Fazıl Say’a yaklaştırıyor. Bu kitabı okurken canınız Fazıl Say’ı dinlemek isteyecek. Mesela, İstanbul Senfonisi. Sesi açın ve müziği duyun... (Fazıl Say, Jürgen Otten, Kırmızı Yayınları, Çev: İlknur Aka, 198 s.)
K TAPTAN ÜÇ CÜMLE
.
Bir zaman gelecek, bu para tutkusu bitecek ve insanlar kendilerini tekrar sanata verecek... Evet, ‘iPhone’ nesli sanatçılarında bir tuhaflık var. Mozart’ın bir çikolata firmasının adı mı yoksa bir bestecinin adı mı olduğunu bilmeli.
. .
Aydınlık KİTAP
3 A USTOS 2012 CUMA
5
Bir “Profesyonel” Sürgünün Türkiye dönemi “Troçki’nin SSCB’den sürgün edilme nedeni, Türkiye’ye kabul süreci, Türkiye’de kald süre boyunca gördü ü muamele, uluslararas ili kiler disiplini aç s ndan ö retici örnekler içermektedir. Kitap bu aç dan ele al nd nda, ülkemizin bir dönem yürütmü oldu u d ili kilerindeki hassasiyetlerini kavramak aç s ndan da yararl olacakt r.” ERDEM ERGEN Asıl adı Leon Davidoviç olan Troçki, 1879 yılında Ukrayna’nın Karadeniz tarafında doğdu. Musevi bir çiftçi ailesinin ferdi olan Troçki genç yaşından itibaren ihtilalci fikirlere ilgi duyarak devrimci gruplara katıldı. Bir bavul dolusu bildiriyle yakalandığında Çarlık Rusya’sı tarafından 20 yıl hapse mahkûm edildi. İlk evliliğini 1900 yılında hapishanede kendisi gibi bir ihtilalci olan Aleksandra Sokolovskaya ile gerçekleştirdi. Bu evliliğinden Zenaide ve Nina adlarında iki kızı oldu.
SÜRGÜNLE BA LAYAN S YASAL YA AM 1902 yılında Sibirya’da sürgünde iken “Troçki” adlı bir gardiyan adına, sahte bir kimlik hazırlatarak sürgünden kaçmayı başardı. 1907 yılında Çarlık tarafından tekrar tutuklanarak ikinci kez Sibirya’ya sürgüne gönderildi. Buradan ikinci kez kaçmayı başardı. Bu seferde çeşitli tarihlerde Avusturya, İsviçre ve Fransa’da komünist faaliyetlerini sürdürdü. 1916 yılında Fransa’dan sınırdışı edilen Troçki bu kez de ABD’ye sığındı ancak burada kısa süre kalarak 1917 yılında Rusya’ya geri döndü. Yeniden Petrograd Asker ve İşçi Sovyeti başkanlığına seçildi ve bu sıfatıyla 1917 Ekim Bolşevik Devrimi’nde çok önemli rol oynadı.
DEVR M YILLARI Troçki Devrim ile birlikte Dışişleri Bakanlığı görevine getirildi. SSCB’nin ilk yıllarında dış politikada aktif görevler aldı. İlkin Almanlarla Brest-Litovsk Barış Muahedesini imzaladı. Türkiye ile de ilk anlaşma orada oldu. 1918’de Vladimir Lenin tarafından Harbiye ve Bahriye komiserliklerine getirildi. Kızılordu’yu kurarak başkumandanı oldu. Lenin’in halefi olarak anılmaya başlandı. Zırhlı treni ile Rusya’yı dolaşarak, komünist ihtilaline karşı olanları tasfiye ettirdi. Batı devletlerinin silahlandırdığı “Vrangel-Denikin Beyaz Rus Orduları”nı yendi. Lenin’in ölümünden sonra, Parti Sekreteri Joseph Stalin ile mücadeleye başladı. Mücadeleyi kaybetti. Stalin onu 1925 yılında önce Harbiye Komiserliği’nden uzaklaştırdı. Bunun üzerine Troçki Stalin’e karşı “Sol Muhalefet”i örgütlemeye başladı.
SÜRGÜN YEN DEN BA LIYOR Ancak Parti Kongresi’nden de galibiyetle çıkan Stalin bu kez de Troçki’yi 1927 yılında önce Alma Ata’ya sürgüne yolladı. Ancak Troçki'nin muhalefeti orda da sürdürdüğü için Stalin son çare olarak Troçki’yi olabildiğince etkisiz kılacak yurtdışı sürgün seçeneklerini düşünmeye başladı. Arayışların sonunda Troçki Türkiye’ye gönderilir. Böylece Troçki'nin İstanbul yılları başlar. İşte bu yıllar Ömer Sami Coşar’ın “Troçki İstanbul’da” kitabında ayrıntılı bir biçimde aktarılıyor. Stalin, Napoleon’dan sonra Avrupa’nın en çok korktuğu ve “bir numaralı istenmeyen adam” olarak nitelenen Troçki’yi sürgüne yollamaya karar verdiği zaman, dünyada bu “baş ihtilalci”yi kabul edecek, vize verecek tek bir devlet çıkmamıştır. Bu durum üzerine Stalin, o günlerde dostça ilişkiler yürüttüğü ve anlaşmalarla bağlı bulunduğu Türkiye’ye başvurmuş ve hasmının “siyasi mülteci” olarak kabulünü ısrarla bizden rica etmiştir. 1929 yılının ilk günlerinde Ankara’da Atatürk devrinin Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile Sovyet Sefiri Suriç ile yapılan gizli görüşmeler 1968 yılında açıklanmıştır. Bu gizli görüşmelerde, Mustafa Kemal Paşa’nın, Troçki’nin Türkiye’ye kabulü için Stalin’e bazı şartlar ileri sürdüğü ve Stalin’in de görüşmeler sonunda bu şartları kabul etmek zorunda kaldığı ortaya çıkmıştır. Yazara göre bu şartlar şu dört noktada toplanıyordu: “Troçki, Türkiye sınırları içinde tam bir siyasi mülteci muamelesi görecektir. Bunun dışında Sovyet hükümetinin herhangi bir özel muamele isteği mevzubahis olamaz. Troçki, Türkiye’de bulunduğu süre içinde, başka bir memleketten vize temin ettiği takdirde, derhal o memlekete gitmekte serbest olacaktır. Troçki, Türkiye sınırları içinde faaliyet gösteremeyecek, neşriyat yapamayacaktır. Fakat, Türkiye’de istediğini yazabilir, bu yazılarını Türkiye dışına yollayabilir ve oralarda, isterse, bunları bastırabilir. Onun bu hürriyetini Türkiye Cumhuriyeti katiyen engelleyemez. Troçki’yi Türkiye’de öldürtmek için Sovyet idarecileri tarafından herhangi bir teşebbüs yapılmayacağına dair kati teminat verilecektir. Ayrıca Türkiye zabıtasının da gerekli emniyet tedbirlerini alacağı ve toprakları üzerinde yaşayan bir siyasi mülteciye böyle bir müdahaleyi şiddetle boğacağı da
peşinen bilinmelidir.” Kitapta, Türkiye’de kaldığı dört yıl boyunca, Troçki’nin vermiş olduğu siyasi mücadele çeşitli ara başlıklar ve bölümler halinde özetlenmiş durumda. Her bölümde anlatılan tek tek olayların dünyanın o dönemki siyasi gidişatına çok önemli etkilerde bulunduğunu söylemek zordur. Ancak Troçki’nin SSCB’den sürgün edilme nedeni, Türkiye’ye kabul süreci, Türkiye’de kaldığı süre boyunca gördüğü muamele, uluslararası ilişkiler disiplini açısından öğretici örnekler içermektedir. Kitap bu açıdan ele alındığında, ülkemizin bir dönem yürütmüş olduğu dış ilişkilerindeki hassasiyetlerini kavramak açısından da yararlı olacaktır. Yazar, kişisel kavganın dışında, Troçki’nin sürgüne gönderilmesine birkaç temel gerekçe gösteriyor. Bunlardan bir tanesi, Stalin’in ilk beş yıllık kalkınma planını uygulamaya koymaya hazırlanmasıydı. Bu planı ne pahasına olursa olsun uygulamaya odaklanmış olan Stalin açısından, Troçki’nin Rusya’da bulunması bir tehditti. Siyasi etkisi fazla olan bir lider olarak Troçki, bu dönemde memnuniyetsiz kitleleri örgütleyerek Stalin’in iktidarına son verebilirdi. Yine yazara göre Stalin, beş yıllık planın uygulanmasında ciddi anlamda paraya gereksinim duyacaktı. Bunun temin yolu olarak “Burjuva Batı”’yı gören Stalin, eğer “Aşırı Sol”u tasfiye ettiğine Batı’yı inandırabilirse gereken desteği bulabilecekti. Nitekim yazar tarafından aktarılan, Stalin’in devrin İngiliz Dışişleri Bakanı Austen Chamberlain ile görüşmesi ve bakanın Sovyet-İngiliz taraflarının ekonomik alanda sağlıklı görüşmeler yapabilmesinin ön koşulu olarak Troçki’nin mutlaka elenmesi gerektiğini ifade etmiş olması, bu tezine somut destek olarak sunuluyor. Troçki ise Bolşevik Devrimi sırasında ezerek ülkeden sürdüğü ve bir kısmı İstanbul'da yaşayan Beyaz Ordu komutanlarının kendisine karşı bir suikast örgütlemesinden çekiniyordu. Türkiye’deki yaşamını güvenli bir biçimde tamamlayan Troçki daha sonra kısa süren Fransa ve Norveç sürgünlerini gördü, ardından da Stalin'in ajanı olduğu iddia edilen Jaime Ramón Mercader del Río Hernández tarafından barbarca öldürüldü.
SONSÖZ VE B RKAÇ ELE T R Troçki, 20. yüzyıl tarihinin hiç şüphesiz en önemli simalarından bir tanesidir. Kendi ül-
kesinin kaderinin çizilmesindeki ve dünya siyasetinin şekillenmesindeki yeri tartışılmaz olan liderlerdendir. Siyaset açısından bu denli önemli bir şahsın sürgüne gönderilmesi, üstelik ülkemize gelmesi ise pek çok açıdan üzerine onlarca kitap yazılacak bir hadisedir. Bu önemli görevi yerine getiren kişilerden birisi olan gazeteci Ömer Sami Coşar, ülkemiz gazetecilik tarihinin önemli isimlerindendir. Atatürk döneminde yetişmiş, Kurtuluş Savaşı’nda milli mücadelenin yayılmasına ve zafere ulaşmasına kalemiyle katılmış bir Kuvay-ı Milliyecidir. Çok önemli bir arşivci olduğu da ifade edilmektedir. Kitap bu açıdan, dönemle ilgili birinci el kaynaktır. Troçki, ülkemizde kaldığı dört buçuk yıl boyunca dünyanın çeşitli yerlerinden fazla sayıda siyasi liderle doğrudan veya dolaylı temaslar kurmuştur. Bu açıdan baktığımızda, Troçki’ye herhangi bir biçimde esir veya sürgün muamelesi yapılmadığını anlıyoruz. Cumhurbaşkanlığı makamından başlayarak, dışişleri, emniyet yetkilileri ve diğer görevliler, eski başkomutan ve dışişleri bakanı olan Troçki’ye karşı önemli bir misafir muamelesinden öte bir davranış sergilememişlerdir. Kitap, ayrıca söz konusu dönemde uluslararası ilişkilerdeki, eğilimleri, dengeleri, hesapları, vb. canlı olarak kavrama imkânı sunmasının yanında Türkiye’nin bağımsız bir devlet olarak, dış politikadaki itibarını ve ilkelerinden ödün vermeyişinin de canlı bir belgesidir. Yazarın eleştirilecek tek noktası, kitapta birkaç yerde geçen yargılarla ilgili somut kaynakları kullanmamış olmasıdır. Troçki’yi öldüren kişinin Stalin’in ajanı olması, Troçki’nin sürgünde sürekli korku içinde yaşaması, vb. psikolojik tahliller bu duruma iki örnektir. (Troçki İstanbul’da, Ömer Sami Coşar, İş Bankası Kültür Yayınları, 216 s.)
6
3 A USTOS 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Platon’un Eczanesinde Kalfa Olmak Yaz , mitolojinin ve felsefenin dedi i gibi ruha zerk edilen bir zehirse söz nedir? Sözün suç orta yaz ! Söz de ruha zerk edilmiyor mu? Söz de yaz da do aya kafa tutu un ta kendisi de iller mi? Bedeni ve ruhu da ola an seyrinden uzakla t rm yorlar m ? MURAT HATUNOĞLU murathatunoglu@yahoo.com Etrafımızda ne çok rahatsız edici şey var. Çoğunun neden var olduğunu bilmiyoruz, sadece şikayet ediyoruz; ama hep etrafımızdalar. Siğiller mesela ya da sivrisinekler. Acaba kaç kişi sorup yanıtını bulmuştur, sivrisinekler neden var ve o sivri burunlarını neden her halta sokar? Peki ya siğiller niye var? Neden kimi insanın vücudunda yer tutar? Bir bilene, bir cildiye hekimine, sordum, virütiktir, dedi, bir şekilde bir yerden bulaşır, kaşımayla da vücuda ekilir. Sonra denk geldi, başka bir bilene, başka bir cildiyeciye sordum. Virütiktir, ama nedeni, nasıl bulaştığı, neden bazı insanlara etkisinin olmadığı bilinmiyor, dedi. Ve konu oradan tıbbın aslında çoğu şeyi çözemediğine geldi. İmmün sistem(bağışıklık sistemi) çözülemiyor, dedi, sadece neyin bu sisteme iyi geldiği, güçlenmesine yardım ettiği hakkında tahminler var. Hele hele ki konu virüsler olunca... Virüs küçüktür, ama çoğu zaman net bir açıklaması ve çözümü yoktur, grip virüsünün bile. Derken, immün sistemden söz etmeye devam ettik. Neşeli olmak, zamanın efendisi olup önceyi ve sonrayı kafaya takmadan yaşamak lazım, dedi doktor, bakıyorsun, bir evde herkes hasta oluyor, bir kişi olmuyor; niye, adam stressiz, neşeli; dolayısıyla bağışıklık sistemi güçlü. Sonra, bir başka gün yine bu konu açıldı. Tıbbiyelilerden biri, bir profesörlerinin siğiller hakkında ettiği bir sözü söyledi. “Okutun çocuklar.” demiş profesör, “hiç bilimsel değil, ama biz okuttuk öyle geçti.” Siğil küçüktür, ama mide bulandırır ve bu yorumlar da merak uyandırır. O yüzden burada yazdıklarımdan daha çok kez “bir bilene” danıştım bu konuyu. Ve aldığım yorumların ortalaması, siğillerin virütik olduğu, -diğer çoğu tıbbi mesele gibi- hakkında bir kesinlik olmadığı ve tedavisinde telkinlerin etkili olabildiği yönündeydi. Sadece siğil için değil, neredeyse tüm hastalıklar için söyleniyor telkin ve stres mevzusu. Hatta bu konuda kitaplar yazılıyor. Bu kitapların büyük bir kısmı sözümona felsefe zırvaları içeren saçmalıklardan ibaret kalırken, kimisi de gerçekten düşündürücü içeriklere sahip
olabiliyor. Bir süre önce “Platon’un Eczanesi” isimli bir kitap, raflara çıktı. İsmi, benzer isimlerle ortaya çıkan zırvaların çokluğundan olsa gerek, akla, “acaba bu da mı onlardan” sorusunu getiriyor ilk bakışta. Sonra okur, yazarın ismini görünce içeriğin bambaşka bir yola gideceğini anlayıp uzanıyor kitabın arka kapağına. Jacques Derrida. Her satırı meraklandırıcı, her satırı korkutucu. Korkutucu, zira anlaşılamama riski fazla. Ya da öyle sanılmış bu zamana kadar. Oysa kitabın çevirmeni Zeynep Direk, okurun yüreğine bu konuda su serpiyor kitabın en başında: “1997 yılında Önay Sözer’in öncülüğünde Derrida’dan bazı kısa metinler çevrilmiş ve Toplumbilim dergisinde yayımlanmıştı. Ben de o zaman tezini Derrida üzerine yapan bir doktora öğrencisi olarak, Önay Sözer’in bana uygun gördüğü “Platon’un Eczanesi”nden bir parçayı çevirmeyi kabul etmiştim. Kendisi de “Diffêrence” makalesini çeviren ve diğer makaleleri düzeltmekle uğraşan Önay Sözer ona teslim ettiğim çeviride ‘çok anlaşılır bir Derrida’ bulmuştu. Derrida bu kadar anlaşılabilir olabilir miydi? O zamandan beri, bu konuda ısrarlıyım: Derrida aslında gayet anlaşılır bir düşünür; sorun bizim Derrida’yı okuma tecrübesizliğimizde ve genel olarak felsefe çevirisi yaparken yaşadığımız tedirginlikler ve acemiliklerde. Zaman içinde insan bir şeyin nasıl daha kolay anlaşılabilir bir biçimde söylenebileceğini öğreniyor. Çeviri hantallığından biraz daha kurtarılabiliyor.” Kitabı okuduktan sonra bu sözlerine itiraz etme ihtimali düşüyor okurun, doktorasını Memphis Üniversitesi’nden alan, yurtiçinde ve yurtdışında editörlük çalışmaları yapan(“Derrida: Critical Assessments of Leading Philosophers”; “Dünyanın Teni”; “Sonsuza Tanıklık”; “Irk Kavramını Kim İcat Etti” gibi), Defter ve Felsefelogos dergilerinde Derrida, Levinas, Heidegger, Merleau-Ponty ve Sartre üzerine yayımlanan makaleleriyle bilinen Prof. Dr. Zeynep Direk’e.
Zira okuru arka kapaktan iç sayfalara çeken şu satırlara yanıt ararken, keyifli ve az sancılı bir fikrî seyahate çıkıyor okur, Antik Yunan’dan düne, döne döne. “İnsan bedeninin girişlere, sızmalara açık geçirgen doğasını düşünürken akla gelen fiillerden biri: zerk etmek. Felsefe tarihi, insan bedeniyle birlikte ruhunun da deva bulmak, şifaya kavuşmak için eczaya ihtiyacı olduğunu söyleyen filozoflarla dolu, Sokrates’in hilafına. Sonu gelmez tartışmalara yol açan bu mesele Platon’un Phaedrus’unda açığa çıkmıştır. Derrida, bu tartışmaya, mitle felsefenin iç içe geçişini vurgulayarak sıra dışı bir katkıda bulunuyor: Yazı, mitolojinin ve felsefenin dediği gibi ruha zerk edilen bir zehirse söz nedir? Sözün suç ortağı yazı! Söz de ruha zerk edilmiyor mu? Söz de yazı da doğaya kafa tutuşun ta kendisi değiller mi? Bedeni ve ruhu da olağan seyrinden uzaklaştırmıyorlar mı? Acılarını dindireyim derken onları zehirlemiyorlar mı?” Kitaptaki güzelliklerden biri de, çoğu kavramın ve sözün hem Türkçe karşılıklarının hem orijinal hâllerinin sürekli olarak veriliyor olması. Böylece hâlihazırda bilinen ve yeni öğrenilen kavramlar ya da Türkçesinin ne olduğuna bir türlü karar kılınamayan karşılıklar çarpışmıyor; aksine birbirlerine muntazam ilikleniyor. Tabii yine de felsefe kavramlarına ve Derrida’ya çok da mesafeli olmamak gerek. Yoksa hafif hafif başlayabilir sancıma. Velhasıl, Pinhan Yayıncılık yine ilgiyle ve lezzetle okunacak bir kitabı koymuş raflarına. Zaten Pinhan kitaplarının tamamına yakını okunası, Şark, İnceleme, Edebiyat ve Felsefe Dizisi raflarında... Yazının başındaki, sivrisinekler neden vızıl vızıl sokar, sorusunun yanıtını merak eden okurlara: Erkeğin kafasından çıkan iki tane
küçük ve tüylü duyargada bulunan çok sayıda duyu hücresinden meydana gelmiş Johnston organı, ses dalgalarının titreşimlerini alır ve ayırt eder. Bu tüylü duyargalar yalnızca dik durumdayken ses titreşimlerine karşı duyarlıdırlar. Johnston organı, eşeylerin bulunmasında çok önemlidir. Dişinin çıkardığı titreşimler belli bir rakamdan sonra (100-8000 titreşim/saniye) erkeklerde çiftleşme isteği yaratır. Erkeklerin sürü oluşturduğu evrelerde bu vızıltılar en üst seviyeye çıkar. Ergin dişi ve erkek sivrisineklerin besini bitki ve meyve sularından aldıkları şeker ve proteinden oluşur. Ancak, dişiler yumurta yapabilmek için kan emmek zorundadır. Laboratuvar ortamında, kan emmeden ve bitkisel besinlerle beslenerek uzun süre yaşatılabilirler fakat yumurta elde edemezler. Az sivrisinekli, bol kitaplı geceler! (Platon’un Eczanesi, Jacques Derrida, Pinhan Yayıncılık, Çev: Zeynep Direk, 128 s.)
Aydınlık KİTAP
7
“PARADOKS: BİLİMİN EN BÜYÜK DOKUZ BİLMECESİ”
Dikkat Kuantum İçerir! “Ço u paradoks, genelde hatal olan baz varsay mlarda bulunur; üzerinde dikkatlice dü ünüldü ünde çözülürler. Asl nda bunlara paradoks demek bile do ru de ildir, çünkü kar kl k çözüldü ünde paradoks da ortadan kalkar.”
SEVİLAY ATAİBİŞ ASLANOĞLU sev_halleri@hotmail.com Bilimin iletişimine yaptığı katkılardan dolayı, İngiliz Kraliyet Akademisi tarafından madalyaya layık görülen, Jim AlKhalili'nin yeni kitabı “Paradoks: Bilimin En Büyük Dokuz Bilmecesi”, Cem Duran çevirisi ile Domingo Yayınevi’nden çıktı. Kitabın giriş bölümünde paradoksları; “Çeşit çeşit paradoks vardır. Bazıları ekstra bilgi gerektirmeyen düz mantık paradokslar, bazılarıysa altında bütün bir bilimdalının yeraldığı buzdağının ucudur. Çoğu paradoks, genelde hatalı olan bazı varsayımlarda bulunur; üzerinde dikkatlice düşünüldüğünde çözülürler. Aslında bunlara paradoks demek bile doğru değildir, çünkü karışıklık çözüldüğünde paradoks da ortadan kalkar. Gerçek paradoks, kısırdöngüsel ve kendisiyle çelişen bir sava yol açan veya mantıksal açıdan imkânsız bir durum doğuran ifadedir” diye açıklıyor. “Paradoks” aklınızı fazlasıyla zorlayacak bir kitap... ama bundan çok zevk alacaksınız”. Kitabı okumaya başlayıp ilk paradoksu okuduğunuzda pek de zorlayıcı bulmuyorsunuz. Fakat merak boyutu sizi hemen bir sonrakine uçuruyor. Kitabı okurken sonraki aşamada ise, bir hesap makinası, not kağıdı ve kalem ediniyorsunuz. Verilen paradoks örnekleri öyle zihin çalıştırıcı ki ve merak uyandırıcı ki, yazarın örnekleri ile bütünleşiyorsunuz. Bilim ve Kuantum Fi-
ziği'ne ilgi duyanlar için, zaman zaman bildiğimiz paradokslarında kitapta yer aldığını belirtmek isterim. Örnek: Üç yolcu geceyi geçirmek için bir otele gelmişler. Genç resepsiyoncu üç yataklı bir oda için 30 dolar istemiş. Üç yolcu, her biri eşit olarak 10 dolar verecek şekilde anlaşmışlar. Anahtarı alıp odaya çıkmışlar. Birkaç dakika sonra resepsiyonist bir hata yaptığını farketmiş. Otel bir haftalığına özel bir kampanya başlattığı için yolculardan aslında 25 dolar alması gerekiyormuş. Müdüre farkettirmeden hatassını düzeltmek üzere kasadan bir 5 dolarlık kaptığı gibi müşterilerin odasına fırlamış. Yolda beş doları üç kişiye bölüştüremeyeceği aklına gelince her bir müşteriye birer dolar verip geri kalan iki doları kendisi almaya karar vermiş. Böylece herkes memnun olur diye düşünmüş. Fakat şöyle bir sorun var: Bu durumda üç arkadaştan her biri dokuzar dolar vermiş olacak. Bu para otelin kasasına giren 27 dolara karşılık geliyor. Resepsiyonistin cebine de 2 dolar girdi; etti 29 dolar. Peki ilk baştaki 30 doların son bir dolarına ne oldu? Yazar bu örneğe; “açıkçası ben göremedim diyor. Sorunun paradoks gibi gözükmesinin tek nedeni ifade ediliş şekli” açıklaması ile kitap bir sonraki paradoks örneğine, macera edermişsiniz gibi sizi sürüklüyor. (Paradoks: Bilimin En Büyük Dokuz Bilmecesi, Jim Al-Khalili, Domingo Yayınevi, Çev: Cem Duran, 200 s.)
8
3 A USTOS 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Çocukluğum, Suya Bıraktığım Ayak İzleri “Hesse’nin kitab , okuyucuyu çocuklu uyla, çocuklu unun henüz hayata soru i areti gibi bakan gözleriyle yüzle tiriyor. Çevresindeki insanlar ve nesneler üzerinden kendini, hayattaki yerini anlamland rmaya çal yor.” DAĞHAN DÖNMEZ daghan_donmez@mynet.com Çamurdan oyuncaklarda dağıldı çocukluğum Başağın su sıkıntısında Hep ağrıdı yüzüme kazınan bozkır Ellerimde buhran, sesimde tenha (Gonca Özmen, Sonbahar Üşümeleri) Sis perde gibi kentin semasına çekilmiş. Sanki göğün tenhalarında sevişen çiftler var da, ardına gizleniyorlar. Aynı kentin sokaklarında, sağımdan ve solumdan insanlar yürüyor. Yüzler ifadesiz. Mimikler tiyatral bir kurguya hizmet ediyor. Her sabah aynı saatte aynı yerden geçmek, törensel bir mahiyet kazanmış adeta. Güneşin düşüş açısını dahi bu geleneksel geçiş törenine göre ayarladığını düşünüyorum. İçinde bulunduğum sıradanlığın aksine, beynimde ışıltılı bir lunaparkın kapıları aralanmış. Hayal gücümün atlı karıncalarına bilet kesiyorum. Birden bire küçücük bir bedenin içinde buluyorum yaşlı ruhumu. Birileri gökdelenlerin mavi ejderhalar gibi yükseldiği bu soğuk kent dekorunu değiştiriyor. Ve ben 25 yıl öncesinin Teşvikiye’sinde açıyorum gözlerimi. 19.yüzyılda Abdülmecid Han tarafından yaptırılan o geniş avlulu Teşvikiye Camii’nin bitişiğindeki Kalıpçı Sokak’ta… Yazın sakin ve esintili akşamlarında, caminin bahçesinden yükselen ağustos böceğinin şarkısını duyar gibi oluyorum. Üç ay süren uzun yaz tatillerinde neredeyse her akşam yemekler
yenilip, eller yıkandıktan sonra mahallenin bütün çocukları sokağın, Şakayık Aralığı’na dönen köşesinde toplanıyor. Gözleri kapalı, birden otuza kadar sayan çocuğun sesi, gittikçe uzaklaşan ayak seslerine karışıyor ve ansızın tekerlemeye benzer bir şeyler işitiliyor: “ önüm arkam sağım solum sobe, saklanmayan ebe…” Kah kahkahalarla kah kavga ederek biten saklambacın ardından, gizli ajan edasıyla caminin bahçesine sızıyor ve oturduğumuz apartmanın bitişiğindeki iki katlı ahşap binayı gözetliyoruz. Binanın üst katında yalnız ve yaşlı bir kadın oturuyor. Hepimizin ortak kanaati kadının bir katil olduğu ve evinde kesik insan başları sakladığı… Az evvel oyun oynarken her türlü sudan sebepten kavgaya tutuşan çocuklar, kadının bir cani olduğu konusunda istisnasız anlaşıyorlar.
ESK MAHALLEYE DÖNÜ İnatla yatağa yatmamaya diretilen, salondaki koltukta sızılan yorgun gecelerin sabahında, sokakta oyun oynayan çocuk, evin küçük erkeğine dönüşüyor. Tek başına bakkala gidip, evin ihtiyaçlarını karşılamak zorunda. Ciddi bir yüz ifadesi takınıp, emin adımlarla arka sokakta; Topağacı’na inen yokuşun başındaki bakkala ulaşıyor. Daha doğrusu bakkal amcasına… “Ne istiyorsun delikanlı?”, “On yumurta, gazete…” Görevin ilk bölümü tamamlandı. Kendinden memnun. Küçük adımlar bu defa, Sait Çiftçi Okulu’nun önünden yolun karşısındaki fırına yöneliyor. Fırın sahipleri Rizeli… Kürekçi ustanın şivesi onu gülümsetiyor. Eve varana dek, mutlaka ekmeğin sivri ucu yenmiş oluyor. Bu zor işi başarmanın ödülü! Bir havanın erken kararmasından, bir de içinde yuvalanan hüzünden anlıyor çocuk; kış aylarının yaklaşmakta olduğunu. Her sabah, yarı mahzun yarı uykulu gözlerle, mavi önlüğünün beyaz yakasına uzanıyor eli. İlikleyemiyor; ekşimiş yüzüne, öfkenin suları karışıyor. İmdadına babaannesi yetişiyor. Su dinginleşiyor. Son dersin de zili çaldığında, koşar adımlarla eve dönüyor çocuk. Mahallenin neşesizliğine, bir fıkra gibi dalıyor. Onu gören esnaf laf atıyor; kahkahalarla gülümsüyor. Oysa bu cümbüşe aldırış etmeden, çantasını fırlattığı gibi pencerenin önüne dikiliyor. Pencere nöbetine! Babası işten dönene dek, endişe içinde türlü oyunlar oynuyor. “Gözümü açacağım ve gelmiş ola-
cak!” “İki arabadan sonra, üçüncüsü babamın ki olacak!” En sonunda tanıdık bir duygu, ona babasının gelişini müjdeliyor. Huzur duygusu! Tıpkı, kış akşamlarında gecenin karanlığını loş bir aydınlığa çeviren karın; içinde yarattığı duygu gibi. Bir de lapa lapa sessizliği, naralarıyla bölen bozacının! Beni eski mahalleme döndüren, aynı pencerenin önüne geldiğimde bilinçsizce kafamı kaldırıp, o çocuğu, kendi çocukluğumu görme umuduyla dolduran, Hermann Hesse’nin dilimize “Gençlik Güzel Şey” adıyla çevrilen ve birçok öyküsünden derlenerek kitaplaştırılan eseri oldu. Bazı kitaplar vardır ki, sizi bir yolculuğun içine sürükler. Hesse’nin kitabı, okuyucuyu çocukluğuyla, çocukluğunun henüz hayata soru işareti gibi bakan gözleriyle yüzleştiriyor. Çevresindeki insanlar ve nesneler üzerinden kendini, hayattaki yerini anlamlandırmaya çalışıyor. “…Az önce Oskar ayrılmıştı benden ve biliyordum ki, şimdi eve gidiyordu, geniş ve rahattı, şen bir ıslık oturtmuştu dudaklarına, hiçbir önseziyle ruhu kasvete boğulmamıştı. Yolda hizmetçilere ve fabrika işçilerine rastlayıp da, onların bilmecemsi, belki o toz kondurulamayacak, belki yüz kızartıcı yaşamlarını gördü mü, buna ne bir gizem, ne olağanüstü bir sır, ne bir tehlike, ne de vahşi ve sürükleyici bir şey gözüyle bakıyor, suyla karşılaşmış ördek gibi bunu enikonu doğal ve tanıdık buluyordu. Evet, böyleydi durum. Oysa ben hep dışarıdaydım, hep kıyıda kenarda kalacaktım; tek başıma, güven duygusundan uzak, içi sezgilerle dolu ve bir kesinlikten yoksun yaşayıp gidecektim hep” (Gençlik Güzel Şey, s. 113).
ÇSEL YOLCULUK: DO A İtalyan yazar Calvino, “Görünmez Kentler” isimli kitabında, gezgin Marco Polo’nun ağzından, “geçmişin durağan olmadığını, baktığın konuma ve zamana göre her an değişmekte olduğunu” söyler. 1946 yılında Nobel Ödülü de alan yazar Hesse’nin, yazıya konu eserinde; benzer bir zihinsel yaklaşım sezilebilmektedir. Geçmişine bulunduğu yerden bakan ve çözümlemeye çalışan Hesse, otobiyografik bölümler içeren öy-
Hermann Hesse
külerinde; kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısında da belirtildiği üzere, genellikle doğayı kendine dekor olarak seçmiştir. Hatta doğa kavramı Hesse’de dekor olmakla kalmamış, kendi içsel yolculuğunun ayrılmaz bir parçası konumuna ulaşmıştır; “…Sırf bir şeyler yapmak, yaşamakta olduğumu hissetmek için, bulunduğum yerden bakınca bu işi başarmak pek yorucu olduğu halde, dağın ta doruğuna çıkmaya karar verdim. Dorukta insan, kasabanın adamakıllı üzerinde olur, uzakları görebilirdi. Hemen bayır yukarı koşup, üstteki kayaya vardım, taşların arasından yukarı çıktım, çalılıklar ve kağşamış kaya kırıntıları halinde ıssız dağın uzayıp gittiği yüksek araziye ulaştım…” (s. 18). 20. yüzyılın en büyük yazarlarından kabul edilen Hermann Hesse, Romantizm akımının etkisinde kalmış, romanlarında ekseri bireyin kendini anlama ve aşma serüvenini tema edinmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, savaş karşıtı olarak saf tutan yazarın, 1922 yılında kaleme aldığı “Siddharta” kült eserlerinden biri olarak kabul edilmektedir. Kitapta, Doğu felsefesinden hareketle yine bireyin arayışı ve ruhsal serüveni anlatılmaktadır. Beni çocukluğuma döndüren, Behçet Necatigil ve Kamuran Şipal’in doyulmaz çevirisiyle Can Yayınları'ndan kitaplıklarımıza sunulan “Gençlik Güzel Şey”, bakalım sizi ne tür yolculuklara çıkaracak saygıdeğer okuyucu... (Gençlik Güzel Şey, Hermann Hesse, Can Yayınları, Çev: Behçet Necatigil/ Kamuran Şipal, 278 s.)
Aydınlık KİTAP
BABİL BALIĞI
3 A USTOS 2012 CUMA
9
Okko M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com “Hayat bir hastalıktır; cinsel yolla taşınır ve her zaman ölümcüldür.” Neil Gaiman 1 Haziran tarihli “Çizgilere ne oldu?” başlıklı yazımda, Türkiye’deki çizgi roman yayıncılığı hakkındaki düşüncelerimden kısaca bahsetmiş ve yayımlanmakta olan sınırlı sayıdaki güzel çizgi romanlara dikkat çekmiştim. Yazının yayımlandığı tarihten bu yana seri halinde yayınına devam edilen ve birer çizgi roman klasiği olmaları, nostaljik duyguları yineletmeleri dışında hiçbir önemi olmadıklarından bahsettiğim Tex, Nathan Never, Martin Mystere, Zagor, Mister No, Kit Taylor, Dylan Dog’un ciltlerinin basımını bir kenara koyarsak, çizgi roman yayıncılığı inanılmaz durgundu. Sandman’in daha önce yayımlanmış ve artık piyasada zor bulunan birkaç cildi yeniden baskıya girdi. Hala rakipleri bulunamayan iki devin -ve elbette yerli çizgi romancılığı da yeni isimleri çıkaramadığı için bu nedenle yerden yere rahatlıkla vurabileceğimiz- Galip Tekin’in “Tuhaf Öyküleri”nin 3. cildi (Cilt ilginç şekilde şu ana kadar yayınlanmış en sevdiğim Galip Tekin öykülerini barındırıyor.) ve Bülent Arabacıoğlu’nun Türk çizgi romanında bir süper kahramana en yakın olarak yaratılmış, efsane serisi “En Kahraman Rıdvan”ın 5. cildi piyasaya çıktı. Marmara Çizgi, Conan’ın 2. kitabını yayımladı. Sıkıntıyla yurt dışından sipariş getiren birkaç çizgi romancıdan aldığım çizgi romanları karıştırırken, artık ne zaman ülkemizde de bir çizgi romancıya girdiğimde (ki zaten sadece çizgi roman satışı yapan yerler ne yazık ki birkaç şehirde ve belirli yerlerde mevcut) seçim yapmak için başımın döneceğini, ne zaman saatlerimi harcayabileceğimi düşündüm. Paramı “Johnny The Homicidal Maniac”a mı, “Elmer”a mı, “Preacher”a mı, “Daytripper”a mı versem, hangisi ile daha faz-
la eğlenebilirim diye düşüneceğim? Okuyucuların da seçim şansının fazla olmaması sebebi ile mecburen belirli isimlere ve serilere yönelmesiyle sonuçlanan bu çeşitsiz ve renksiz çizgi romanı yayıncılığının değişmesi, gelişmesi için daha ne kadar zamanın geçmesi gerektiğini bilmiyorum ancak edebiyat eleştirmenleri ve kitap incelemesi üzerine yazılar yazan bizler için de bu durum oldukça zorlayıcı ve sınırlandırıcı bir hal almaya başladı. O nedenledir ki çoğunlukla çizgi romanlara da köşemde yer vermek isterken ancak iki ay sonra bir çizgi romanın tanıtımına geçebiliyorum.
BASKI VE ÇEV R Bu açıdan Yapı Kredi Yayınları’na çizgi roman okurları olarak sanırım ne kadar teşekkür etsek az. Hem oldukça güncel sayılabilecek bir seriyi dilimize kazandırdılar hem de raflarda bulunan diğer çizgi romanlarla karşılaştırdığımızda kusursuz bir baskı kalitesiyle, kalın kapaklı ve üstelik gayet makul bir fiyatta piyasaya sundular. 3. cildi “Hava Devri” de yayınlanan Okko aslen ilk olarak Fransız çizgi roman firması Delcourt tarafından ve ilk sayısı 2005 yılında olmak üzere yayımlanmaya başlandı. YKY’nin bir ciltte topladığı her devir aslında iki kitaptan ve her kitapta Okko’nun sıralı olarak yayımlanmış sayılarından oluşuyor. Yazarının ve çizerinin asıl adı Humbert Chabuel olmakla birlikte kalem adı olarak “Hub” lakabını kullanıyor. Serinin içeriğindeki şiddet ve cinsel temalar göz önüne alındığında serinin tamamen yetişkinlere ve genç yetişkinlere yönelik olduğunu söylemek yanlış olmaz. Hub’ın çizimleri ve detayları o kadar iyi ki bazen çizgi romanı unutup dakikalarca sadece çizimleri inceliyorsunuz. Stephan Pelayo’nun ve Hub’ın ortaklaşa renklendirmeleri de gerçekten inanılmaz ve hayranlık uyandırıcı. Renklendirmeleri ile her kareye yeni bir ışık ve boyut kazandırmışlar. Kullanılan renk paletleri de oldukça özenli ve fazla sayıda. Çizgi roma-
Humbert Chabuel
nı ve konusunu anlatmaya geçmeden önce son olarak tercümesi için birkaç şey söyleyelim. Her üç cildin de çevirmenliği yapan Teyfur Erdoğdu’nun tercümesi şüphesiz son beş yıldır gördüğüm en iyi çizgi roman tercümesi! Hiçbir cümle yapısını ve konuşma tarzını es geçmemiş. Yakınsama ve yorumlamaları ise kusursuz. Serinin İngilizce tercümesinde bile bulunmayan sözlük açıklamalarını eklemekten, bu özeni göstermekten dahi kaçınmamış. Şöyle ki serinin İngilizce tercümesinde de Japon kültürünü diyaloglardan arındırmamak, mekânı ve kurguyu korumak adına Japonca kelimeler tercüme edilmezken, elimdeki İngilizce baskısında bu kelimelerin anlamlarıyla ilgili hiçbir açıklama veya dip nota da rastlamadım. Fakat Türkçe baskısının eşsizliği burada da devreye giriyor ve ek araştırmaya ihtiyaç duymadan, Samuray ve Ronin arasındaki farkı, Bunraku, Kami, Sapman, vb. pek çok kelimenin anlamına anında dip notlarla ulaşabiliyorsunuz. Çevirisine ve baskısına on puan verebileceğimiz serinin içeriğine gelelim.
HER YER NDEN ÖZEN FI KIRIYOR Köşeyi takip edenler Lian Hearn’ün Otori Efsaneleri kitabındaki başarısız ve ürkütücü boyutlarda cehaletle dolu, Batı yorumuyla Japon mitolojisi anlatımını nasıl yerden yere vurduğumu hatırlayacaklardır. Burada durum bunun tam tersi. İnsanlarla sıklıkla temas halinde bulunan tanrılardan en küçük detaylara kadar Hub’ın kurguladığı Pajan İmparatorluğu bu işin nasıl yapılması gerektiğinin dersini sunuyor. Öykü anlatımını ve kurgusunu dahi batılılaştırma gayretine girişmiyor ve Batı’nın sevilmeye mecbur bırakılan karakter tek tipleştirmelerine bulaşmıyor. Bu nedenle de eleştirilerimden biri bencilce, son derece detayla inşa ettiği her halinden belli olan dünyasının kurgusunu nebze nebze okuyucuya anlatıyor olmasıdır. Hâlbuki evreni bir an önce tanımak, hemen içinde kaybolmak istiyorum ancak bunun için Hub’ın diğer işlerini beklemek mecburiyetinde kalacağımız kesin. Öykü, temel olarak bir samuray hikâyesi ve bu tipte öykülerin Japon mangalarının himayesi altında kaldığı düşünülürse, bu hi-
mayenin dışında kendisini kanıtlayabilmiş ve beğeni görebilmiş tek serinin Okko olduğunu söylemek yanlış olmaz. Hikâye, Pajan İmparatorluğu’nun uçlarında efendisi olmayan bir samuray olan (Ronin) Okko’nun başı çektiği, gizemli Noburo ve keşiş Noshin’den oluşan iblis avcısı grubunun etrafında şekilleniyor. Tikko’nun kız kardeşi Küçük Sazan’ın kaçırılması ve Okko’dan yardım dilemesi ile 1. cildin asıl macerası başlar. Zamanla anlatıcıda olduğu gibi hikâyede de dönüm noktaları ve değişimler oluyor fakat zevkinizi bozmamak için hiçbirinden bahsetmeyeceğim. Her ciltte hikâyenin daha da güzelleştiğinin ve karakterlerin de daha fazla renklendiğinin sözünü verelim yeter. Genel olarak kurgusal temposunda hiç düşüş yaşanmayan ve bir sonraki karede başka ilgi çekici bir detayla dönmeyi becerebilen Okko’da tek sıkıntı, aksiyonunun biraz anlaşılması ve görünüşüne alışılması zor olduğudur. Bunun nedeni -şahsi fikrim- her karede Hub’ın yeteneğini daha da fazla kanıtlamak ister gibi tıkıştırmaya çalıştığı detaylardaki fazlalık ve sayfa yapısı boyutlarının buna pek müsaade etmeyecek ölçüde olmasıdır. Özellikle aksiyonun bol olduğu sayfalarda detaylardan fazlasıyla kaçınılan mangalara ve aksiyonu sürekli olarak renk şeritleri ve efekt balonları ile çözümleyen geleneksel Amerikan çizgi romanlarına alışkın okurun bu detayları hazmetmesi biraz zaman alabilecektir. Ancak bir kez alıştıktan sonra her sayfada, ürkütücü bir yetenekle resmedilmiş detayların arasında kaybolacak ve çıkmak istemeyeceksiniz. İlgi çekici ve sonradan fark ettiğim detaylardan biri de çizgi romanın anlatım balonlarının sayfaların akışını ve okunuşunu hiç bölmeyişiydi. Dikkatle incelenirse öykü balonlarının bu amaçla ne kadar kusursuzca yerleştirildiği görülebilir. Bu anlamda yerli çizerlerimize de örnek oluşturabileceğini umuyorum. Tam anlamıyla modern bir Avrupa çizgi romanı olan Okko’yu bütün çizgi roman severlere tavsiye ediyorum. (Okko 3: Hava Devri, Humbert Chabuel, Yapı Kredi Yayınları, Çev: Teyfur Erdoğdu, 96 s.)
10
3 A USTOS 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
BİR BÖLÜMÜ SÖYLENMİŞ VE ANSIZIN KESİLMİŞ BİR ŞARKI GİBİ ŞİİRLER
Kayıp Şair: Safa Fersal CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com
Harflerin alt alta s ralan ndan tutun da kelimelerle ekiller olu turma, dizeleri k rarak ya da merdiven biçiminde s ralamaya dek farkl farkl biçimler kullanmaktan, bu biçimler yoluyla yeni bir iir kurma aray ndan hiç vazgeçmeyen bir air Safa.
Safa Fersal doksanlı yılların başında ürün vermeye başlayan şairlerdendir. ‘90,‘91 ve ‘92 yıllarında ardı ardına basılmış üç kitabı bulunuyor. Ayrıca yine ‘93 yılında basılmış Sunay Akın’la birlikte hazırladıkları “Şiir Cumhuriyeti” adlı bir mensur eseri var. “Seni Bir Güle Armağan Ettim” adlı ilk kitabı 12 Eylül öncesi dönemim devrimci duyarlıklarını yansıtıyor. “Partizanın Günlüğü” ve “Sevgili Düş Saatleri”nde şairin yeni tematik açılım çabalarına rastlanmakla birlikte “antifaşist direnç, devrimci inanç, eşitlik ülküsü, özgürlük özlemi, ölüm ve yaşamla ilgili sorgulama, aşk ve ayrılık” bir izlek olarak varlığını sürdürüyor. Bütün bu izlekler devrimci mücadele içinde bulunan insanın eylem ve yaşam alanında şekilleniyor. Safa Fersal hapishane kökenli olan kendi kuşağına dâhil diğer şairlerden en fazla Soysal Ekinci ile söylem benzerliği gösterse de şiirsel arayış bakımından en özgür davranışları sergileyen şair olarak tümünden farklı bir yerde duruyor.
B R UZUN YOL YÜRÜYÜ ÇÜSÜ Şiir kişisinin, karşısındaki kişiye seslenişi biçiminde kurgulanmış olan söyleminde arada bıraktığı anlam boşlukları okuyucuya geniş bir yorum olanağı sunuyor. Okuyucu şiiri başka zaman ve mekânlarda yeniden okuduğunda yeni anlamlar yükleme olanağına fazlasıyla sahip bulunuyor. Bu durum onun şiirinin başat özelliklerinden biri olarak öne çıkıyor. Anlamı değişik biçimler içinde yoğurma çabası da onda süreklilik kazanmış ayırıcı bir özellik olarak görünüyor. Harflerin alt alta sıralanışından tutun da kelimelerle şekiller oluşturma, dizeleri kırarak ya da merdiven biçiminde sıralamaya dek farklı farklı biçimler kullanmaktan, bu biçimler yoluyla yeni bir şiir kurma arayışından hiç vazgeçmeyen bir şair Safa. Biçimde olduğu gibi söyleyiş alanında da gündelik yaşamda hiç kullanılmayan ya da pek az kullanılan kelimeleri şiirine taşımakta çekince göstermiyor. Onlara hayatiyet kazandırmaya çalışıyor. İşte birkaç örnek: Gong, anafor, plea, arpeji, tüveyc, dekadan, barbizon… Ayrıca bu noktada şairin anlatımındaki alışılmamış bağdaştırmaların yoğunluğuna da işaret etmek gerekiyor: Anlık edim, çıkarcı imge, ulu enerji, barbar kahır, tropik düşünce, çiçek sesi, kar yongası, tüzel sevi, emeğin tözü… Safa Fersal’ın günlük hayatın dışındaki kelimeleri kullanmaya yönelik eğilimi, şiirinde alışılmamış bağdaştırmalara sık sık rastlanmasının nedenini de açıklayıcı durumdadır. Kendine özgü bağ-
daştırmalarıyla anlatımında sürprizler yaratması onun söylemini farklı ve ilginç kılmaktadır. Hem biçim hem anlatım alanında sürekli bir arayış ve yenilik çabası içinde olması, onun şiirini aynı dönemdeki diğer şairlerin şiirinden farklılaştırmakla birlikte bu farklılığın bir olgunluk aşamasına ulaştığını, karakteristik halini aldığını söyleyemeyiz. Safa Fersal aşağı yukarı 2002 yılından bu yana şiir yayımlamıyor, yayımlanmış olanlar da bir elin parmaklarını geçmiyor. Daha önce yayımlanmış şiirleri ise savruk yaşamına koşut biçimde değişik dergi sayfalarında kalmış, kitap bütünlüğü içinde bir araya getirilmemiştir. Onun şiiri bir bölümü söylenmiş ve ansızın kesilmiş bir şarkı çağrışımı yapmaktadır. Söylediklerinden daha çok söyleyeceklerinin olduğunu, oluşturduğu imgelerden yepyeni orijinallikler yaratabileceğini, dünya ve hayat tasavvurundan “bir uzun yol yürüyüşçüsü” olabileceğini çıkartabiliyoruz: “hayır gül kalsın gülmek bir ilktir geleceğe süt aksın yaksın dölü. üret proleter aşkları verimli yüreğinin yamacında gerilirken sancıyla bilinç damarların yarınların savaşçı çocuklarına gebe kal sabırla diren ve inatla besle bilgeliği ki çığlık çığlığa doğsun isyanın kitlelerin yüreğine” Safa Fersal oldukça şehirli bir dil kullanmasına karşın kırların kokusunu daima hissettiriyor. Dağların ıssızlığında, yamaçlarda, geçitlerde, çamların, polenlerin, yağmurların ve çiçeklerin diyarında dolaşan gerilla figürü ise onun şiirine romantik bir hava katıyor. Kırların yalnızlığı ve uzaklığında isyanını kuşanmış olan gerilla, halk savaşı özleminin de en güçlü dayanağı olarak bir umut metaforuna dönüşüyor: “yağmurla geleceğim yalıtılmış sözcüklerle -gün aydın diyeceğim sana -gün aydın, güllediğim gökkuşağı haylaz çakan şimşek aydınlatacak siyah saçlarını gövdendeki al yini yeterli olacaksın böylece karanlığa parlamak için şiiri tanıtlamak için
…(taşlıkta ayrıkotları, güvercin kümesi) ve ev ev ve saniyesi yıldızların bir türev yasasız, yörünge dışı. örneğin son demindeyiz yetersiz kalmanın -utkulu- budanmamış ve saatler işliyor” Safa Fersal 1960 Elazığ doğumlu. Necati Bey Eğitim Enstitüsü Türkçe bölümünü bitirdi. Bir süre Türkçe öğretmenliği yaptı, daha sonra farklı işlerde çalıştı. Sık sık işsiz kaldı. Bir ara İsveç’e gitti, bir yıl kadar orada yaşadı ve döndü. Daha önce söylediğim gibi savruk bir yaşamı oldu Safa Fersal’ın. On yılı aşkındır şiir yazmıyor, yazıyorsa bile yayımlamıyor. Üç kitabından sonra yayımladığı şiirler ise şimdi adını kendisinin bile unuttuğu dergilerin tozlu sayfaları arasında kaldı. Bu haliyle onun şiiri özgün ama henüz tamamlanmamış, yeterince olgunlaştırılmamış bir görünüm arz ediyor. “Öteki-siz” dergisinde 2002’de yayımlanmış “Durmadan” adlı şiiri şu dizelerle son buluyor: “kimseye ölüyüm diyemiyorum durmadan bir safa yaratıyorlar bedenimden” Biz de şairimize diyoruz ki: Ölü olmadığını biliyoruz, şiirin seni bekliyor “ve saatler işliyor”.
Aydınlık KİTAP
3 A USTOS 2012 CUMA
11
ÖZNE ARANIYOR!
Reddedilemeyecek Gerçek: Devlet var! “Demokrasi ancak, onu kavray p hayata geçirmeye yetkin bir özne ortaya ç kt nda gerçekle ecektir.’’ CENK ÖZDAĞ Bilgimizin şüphe götürdüğü durumlarda bilgimizi sınayacak durumların peşine takılırız. Bilgimizi sınamak için kimi deneyler düzenler ve kontrollü deneyler aracılığıyla yanılgılarımızı bertaraf etmeye, doğru bildiklerimizi yanlışlamaya çalışırız. Yanlışlama girişimlerimize rağmen ayakta kalan bilgilerimize sıkı sıkıya sarılırız. Devletin ve egemenlerin varoluşuna ilişkin şüphelere karşı ilk yapılacak şey, devletin otoritesini sınamak, sınırlarını zorlamak olacaktır. Devletin en güvenilir kayıtlarına yöneldiğimizde hapishane (güvenlik) ve vergi (borç) kayıtlarına ulaşırız. O halde parmaklıkları sınayalım. Parmaklıklar kimleri kimlerden ayırmaktadır. Yahut da vergi kaçırmak yerine vergi ödemeyelim, o halde, devletin yanıtı ne olurdu dersiniz? Bu soruları soran önemli bir figür Henry David Thoreau idi. Amerikalı bir anarşizan eylemci olan Thoreau’nun ruhu bugün Antonio Negri ve Michael Hardt’ın bedeninde, yazdıklarında yaşıyor. İkilinin, Abdullah Yılmaz tarafından Türkçe’ye kazandırılan, son eseri Duyuru bu yıl Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlandı. Manifestodan Duyuruya: Anlatılan senin hikayendir! Bu kez anlatan da sensin! Negri ve Hardt, devletin kırmızı çizgilerinde şekillenen yeni öznellikleri ele alıyorlar. Eserin adı, daha şimdiden, ağırlığına ilişkin önemli ipuçları sağlasa gerek. Duyuru sözcüğünü eserin çevirmeni Abdullah Yılmaz, Declaration sözcüğüne karşılık kullanmış. Bir bakıma manifestoyu çağrıştırıyor. Kitapta Komünist Parti Manifestosu’na benzeyen yönler mevcut. Eser, 2011 yılında tüm dünya’da yaygınlaşan toplumsal hareketleri ele alıp, bunları daha da geliştirme ve bu toplumsal hareketleri daha da ileriye taşıyacak özneleşme olanaklarına odaklanıyor. Yazarların duyurdukları, tüm dünya halklarının, ezilenlerinin gösterileri ve özlemleridir. Bu özlem ve gösterilere ilişkin görüşlerini bir an önce tartışmaya açmak adına hızla kaleme alan yazarlar tartışmalarına önemli saptamalarla başlıyorlar. Marx, Kapital’de “Anlatılan senin hikayendir!” (De te fabula narratur.) demişti. Şimdi, Negri ve Hardt, Duyuru’da hikayesini dinliyor kitlelerin, kendilerini tutamadan çözüm önerilerini ekleseler de. Bu yazıda yazarların düşüncelerine ilişkin açıklamalar ve eleştiriler yazarların görüşleriyle birlikte kol kola ilerleyecektir.
HAK KAT GÖRMEN N FORMÜLÜ Yukarıda saydığımız vergi ve hapishane ikilisinin ikincisi hakikatin kalın demir par-
maklıklarla ayırması bakımından belki de hakikati görmenin en yalın formülünü oluşturuyor: “Hapishanede olanlar birçok bakımdan daha az şeyden korkar; karşılarına çıkan hapishane sistemi, gardiyanlar ve diğer mahpuslar ne kadar tehlikeli ve sert olursa olsun, sınırlı ve bilinen bir şeydir.” Negri ve Hardt de hakikati görmenin formülünü ortaya koyarak başlıyorlar tartışmalarına: “Bu mücadeleler içinde yer almayan birçok insan söz konusu olaylar arasındaki bağlantıları görmekte zorlanacaktır.” Bu formülden hareketle 2011 yılında tanıklık ettiğimiz eylemlerin genel özelliklerini sıralayalım: Lidersizlik ve örgütsüzlük: “Günümüzün toplumsal hareketleri düzeni tersine çeviriyor, manifestoları ve peygamberleri gereksiz kılıyor… Medyanın kavrayamadığı ya da kabul etmediği şey şuydu: Tahrir Meydanı’nda lider yoktu.” Toplumun çeşitli kesimlerini kucaklayan sorunlar ve talepler: Konut yokluğu, yoksulluk, diplomalı işsizlik, artan ırkçılık, polisin göstericilere karşı uyguladığı şiddet, sağlık ve eğitim haklarının piyasa mekanizmaları ile çiğnenmesi ve sosyal hizmetlerin niteliksizleşmesi. Yerleşiklik: Eskiden Dünya Ticaret Örgütü, IMF, Dünya Bankası ya da G 8 Zirvelerinde tanık olduğumuz gezici eylemci kitlesinin sert eylemlerinin yerine, yerleşik, disiplinli ve somut gerçekleştirilebilir talepleri olan eylemliliklere tanıklık ediyoruz. Hatta, işin ilginç tarafı, bu kez gezici eylemleri yürütenler protesto edilenler olmaktadır. “Dünya liderleri’’ çeşitli “önlemler’’ almak için bütün kriz noktalarına ya adamlarını yolluyorlar ya da bölgesel toplantılara katılıyorlar. Yerele özgülüğün bir sonucu olarak protestolar farklı şekillere kavuşuyor: “İsrail’e özgü çadır protestosu (Bunlara işgalci demeyelim!) Filistinlilerin hakları ve yerleşim yeri meseleleri konusunda sessiz kalmak adına taleplerini hassas bir dengede tutuyor; Yunanlar tarihsel boyutta bir borç ve kemer sıkma önlemleriyle karşı karşıya; Britanyalı isyancıların öfkesi uzun bir geçmişe dayanan ırksal hiyerarşiye yönelik ve onlar çadır bile kurmadılar’’.
ÜRET LEN ÖZNELL K Negri ve Hardt’ın ifadeleriyle, yukarıdaki yeniliklerin ışığında, amaçlarına yer verelim: “Biz bu bildiride 2011 yılında patlak veren mücadeleler çevriminin arzularını ve başarılarını anlatmayı amaçlıyoruz ancak bunu yaparken hareketleri doğrudan analiz etmek niyetinde değiliz; biz bu hareketlerin içinde yükseldiği genel toplumsal ve politik koşulları irdelemeye girişiyoruz. Bizim saldırı noktamız, mevcut toplumsal ve politik krizler bağlamında
üretilen hakim öznellik biçimleridir. Biz, hepsi de yoksullaştırılmış ve toplumsal eylem güçleri maskelenmiş ya da gizemli bir havaya büründürülmüş başlıca dört öznel figürle ilgiliyiz: Borçlandırılan, medyalaştırılan, güvenlikleştirilen ve temsil edilen.’’ Yukarıda sayılan dört öznel figürün de hikayesi, esasında, aynı sürece dayanıyor. Dolayısıyla birbirlerinden ayrılamayan bu dört figür toplumsal hareketlerde kolaylıkla buluşabilmiştir. Negri ve Hardt bu dörtlü yapıyı sınıflandırırken şu şekilde kavramsallaştırıyor: “Neoliberalizmin zaferi ve krizi ekonomik ve politik hayatın koşullarını değiştirdi ama aynı zamanda da, yeni öznellik figürleri oluşturarak, toplumsal, antropolojik bir dönüşümü başlattı. Finansın ve bankaların egemenliği borçlandırılanları yarattı. Bilişim ve iletişim şebekeleri üzerindeki kontrol medyalaştırılanları yarattı. Güvenlik rejimi ve genelleştirilen istisnalar devleti korkunun pençesine düşmüş ve korunmak için yalvaran bir figürü, güvenlikleştirilenleri yarattı. Ve demokrasinin yozlaşması garip, depolitize edilmiş bir figürü, temsil edilenleri ortaya çıkardı.’’
KORKUTAN GÜVENL K Güvenlikleştirilmekte gönüllü olmak için öncelikle korkutulmak ve sürekli olarak korkutulmak gerekmektedir. Sistem hem kendisinden hem de kişinin çevresinden korkmasını sağlıyor. Böylelikle çevre ile sistem arasında bir özdeşlik kurmak da kolaylaşıyor. Sistem artık kişinin içinde yaşadığı bir ortama, hem de zorunlu bir yaşamsal ortama dönüşüyor. Kişi bununla da kalmayarak sistemin uygulayıcısı olacak şekilde görevlendiriliyor: “Güvenlikleştirilen toplumda iki tür dramatis personae vardır: Mahpuslar ve gardiyanlar. Ve sizden iki rolü birden aynı anda oynamanız istenir.” Gardiyanlar, zaten her zaman biraz da mahpustular. Onları mahpuslardan ayıran parmaklıklar ve üniformalar dışında sahte bir “serbest zaman”a ve gerçek bir vardiyaya sahip olmalarıdır. Bu açıdan bakıldığında bu yanılsama hemen her yurttaş için geçerlidir. Bunun en somut göstergesi evlerin hapishaneye çevrilmesidir. Öyle ki evler hapishane olmuş ve dışarısının “tehlikesi”nden yurttaşları korumaktadır: “Güvenlik toplumunda yaşayanların korkusu, egemen medyanın korkutma taktikleriyle sinsice ve acımasızca üretilmektedir. Akşam haberlerini izlemeniz bile dışarıya çıkmaktan korkmanız için yeterlidir; süpermarket reyonları arasından kaçırılan çocuklardan terörist bombalama planlarına, komşu semtteki psikopat katillere kadar her şey vardır.”
AMER KAN KARABASANI Dolayısıyla gardiyanla mahpus arasında göreli bir ilişki vardır. Bir kişi aynı zamanda hem mahpus hem de gardiyandır. Ama gardiyan kendi kendisini hapsetmez, altta kalacak birilerine ihtiyaç vardır. Bu basit bir “altta kalanın canı çıksın” oyunu değildir. Olay bunun da ötesinde başgardiyanın bir türlü görülemediği, yargıcın hiç kalem kırmadığı, mahkemenin hiç toplanmadığı, celp kağıdının hiç gelmediği bir muhakeme sisteminin sürekli işletildiği bir egemenlik deneyidir. Birey bu nedenle kırılmıştır, çoklaşmıştır: “Güvenlikleştirilen birey homojen bir figür değildir. Aslında, sonsuz derecede farklı hapislik biçimi güvenlikleştirilen öznelliğin işleyişi açısından çok önemlidir. Çok düşük bir oranda olsa da, her zaman sizden daha kötü durumda, daha büyük bir gözetim ya da denetim altında, olan birileri vardır’’. Eskiden Amerikan Rüyası vardı: Çalışan kazanacağına inanırdı, daha fazlası için çalıştırılırdı insanlar. Şimdi ise yine bir Amerikan Rüyası var. Bu kez rüya, kabusa hatta bir karabasana dönüşmektedir. ABD’de “Son yirmi otuz yıldaki olağanüstü hapishane inşaatı projelerine rağmen, hücreler hala aşırı dolu.’’ Amerikan Kabusu da Rüya gibi insanları çalıştırmaya ve itaate zorluyor. Bu kez kitleler “istisnaların’’ berbat sonlarından kendilerini ayırarak aşağı düşmemeye çalışıyor. Artık kitleler boğulmamak için suda çırpınıyorlar.
S STEM N KARABASANI: GÜVEN LECEK HALK VAR! Sistem halka her şeyden çok güveniyor. Söz konusu hapishane inşaatları ve tutuklamalar, medyalaştırma ve borçlandırma beraber düşünülünce sistemin halka duyduğu “sarsılmaz güven’’ açıkça görülebilir. “Neoliberal ekonominin gereği olarak işçiler açısından giderek artan belirsizlik, esneklik ve hareketlilik ilksel birikimin yeni bir aşamasına işaret ediyor; bu aşamada artık nüfus katmanları yaratılmıştır. Kendi hallerine bırakılacak olursa, işsiz ve düzenli işi olmayan yoksullar düzen güçleri açısından tehlikeli sınıflar oluşturabilir.’’ Hapishane, bu yönüyle düşünüldüğünde, “artık nüfusun deposudur bir bakıma ama aynı zamanda da ‘özgür’ nüfus için korkutucu bir derstir de.’’ Bu sonuncu saptamaya katılmamak elde değil. Ama yine de sormak gerek hapishaneler söz konusu işlevden bağımsız düşünülebilir mi? Bu işlev, sınıflı toplumun tarihi kadar eski olsa gerek. (Duyuru, Antonio Negri/ Michael Hardt, Ayrıntı Yayınları, Çev: Abdullah Yılmaz, 128 s.)
12
3 A USTOS 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
KAPAK
DENEY ML YAZAR DEM R ÖZLÜ’YLE YEN K TABI “ÖNÜNDE BO B R UZAM” ÜZER NE...
“Beyaz, boş kâğıtla baş başa oturmak en dramatik an’dır” “Önünde Bo Bir Uzam, ak lc bir gözle bak l rsa Bat dünyas n n en büyük belirleyici merkezlerinden biri olan Berlin'i güncel bir gözle -adeta gazetecilik gibi- yans tmak istiyor. Arada bir ruhsal ve dü ünsel olarak göndermelerle derinle mek istiyor. Orada yeni Berlin var; diyece im, küreselle me sonucu olu an Berlin. Baba ile o ul -iki ku ak- aras ndaki bak fark . Bazen dünyan n da, kendi ülkenin de ç k s z kald dönemler ya an r. Elbette sonra de i ecek bu. Tarihin sonu gelmedi.” ELİF ŞAHİN HAMİDİ elif.sahin@gmail.com 1985’te “Bir Beyoğlu Düşü”, 1987’de “Berlin’de Sanrı” ve 1991’de “Kanallar” adını taşıyan anlatı kitapları yayımlanan Demir Özlü, yirmi yıl gibi uzunca bir aradan sonra “Önünde Boş Bir Uzam” isimli yeni bir anlatıyla okura merhaba dedi. Bunca yıl elbette boş durmadı Özlü; romanlar ve öyküler kaleme aldı. Üstelik yazarlık tasarılarının bittiğini düşünmesine rağmen... 1950 kuşağının önemli yazarlarından Demir Özlü, son anlatısında küreselleşme sonucu oluşan yeni Berlin’i bugünün bakış açısıyla; baba-oğulun kuşak farkını da ortaya koyarak yansıtıyor. Bu son kitapta bir yandan Berlin’i solurken bir yandan da Özlü’nün yazmak eylemi ile olan ilişkisine, bu eylemin sancılarına tanık oluyoruz. “Beyaz, boş kâğıtla baş başa oturmak en dramatik an'dır. Yanılarak, doğacak metnin doğduğunu sanarak, yazar kâğıtların başına oturduğunda ilk cümlelerden sonra yazı kendi kendini, kendi içinden çıkarak, yani kendini doğurarak yürümüyorsa hemen bırakmalı yazmayı” diyen Demir Özlü ile son kitabını konuştuk... 1985, 1987 ve 1991 yıllarında kaleme aldığınız anlatı kitaplarının ardından tam yirmi yıl sonra yeni bir anlatıyla okurun karşısına çıktınız. Neden bu kadar uzun bir aradan sonra yazıldı bu kitap? Başka şeyler yazdım. 91’de kendi yazarlığım açısından üç “anlatı”nın yeterli olacağını düşünmüştüm. Öte yandan yaşamımın bu kadar uzayacağını bilmiyordum. Kendimi bir anlatı daha yazabilmeye yoğunlaştırmamıştım. Bu son yirmi yılda romanlarla öyküler yazdım. Anlatı bu yıl kendini zorladı. Yazıldığından sonra da hemen yayınlandı. Bu yıl mart ayında İstanbul'da yazılmıştı. Bir söyleşinizde, “Kanallar’ı yazdıktan sonra benim yazarlık tasarılarım bitti. Baktım kitaplarıma, ben söylemek istediğim her şeyi söylemişim, diye düşündüm. Özellikle okumak isterseniz, size o üç tane anlatıyı öğütlerim: “Bir Beyoğlu Düşü”, “Berlin’de Sanrı”, “Kanal Kentlerinde”. (…) Bu kitaplarda ben söylemek istediğim her şeyi söylemişim. Kanallar’la benim yazarlık projem bitti. Artık elimi kolumu sallayarak dolaşmak istiyordum biraz” diyorsunuz. Ama görüyoruz ki daha söyle-
yecek çok şeyiniz var… Evet, “Kanallar” 91’de yayınlandıktan sonra söylemek istediğim şeylerin hemen hemen hepsini söylemiş olduğumu düşündüm. Yayınladığım şeyleri tekrar tekrar okumam. Bu bana çok zor gelir. 91’de ruhsal bir rahatlık duydum. Bu rahatlıkla yayınladığım şeylerin bir bölümüne göz attım. Gerçekten bir yazar sürekli yazmaya, yazmayı da yaşamının sonuna kadar sürdürmeye zorunlu değildir. Yazın tarihinde pek çok örnekleri var. O üç anlatı: “Bir Beyoğlu Düşü” (1985), “Berlin’de Sanrı” (1987) ile “Kanallar”dır (1991). Şimdi üçü, geçen yıl bir arada yayınlandı. “Kanal Kentlerinde” (2010) günceler kitabıdır. Başka bir söyleşide yanlış not edilmiş. O günceler, yaşamım ile çalışma düzenimin belgeleri. Onları bu açılardan çok seviyorum. “Kanal Kentlerinde” anlatı değil. 1979 ile 1989 arasında Türkiye’ye hiç gelmeden yurtdışında yaptığım geniş (ve gerçekleştirilmesi zorunlu olmayan) bir programda “Kanallar”ı son kitap olarak düşünüyordum. Zorunlu olmayan bu program tamamlandı ama ne var ki ben başka şeyler de yazmak, yayınlamak zorunda kaldım. Örneğin, geçen eylülde üçüncü baskısı yapılan “Tatlı Bir Eylül” gibi, şimdi piyasada olmayan “İthaka’ya Yolculuk” gibi romanlar... Söyleyecek çok şeyiniz var demenizi “iltifat” kabul ederim. Ama bu zamanla belli olur, yani neler yenidir, neler yeni değildir gibi şeyler... Ama
91’den sonra yazdıklarımda da yeni şeyler var sanıyorum. Fakat bunu ben değerlendiremem. Bizde yeterince varolmayan yazınsal incelemelerle anlaşılabilir bu. Bu son anlatı kitabınızda okuru da Berlin’de bir yolculuğa çıkarıyorsunuz; şehrin tarihsel acılarına ortak ediyorsunuz. Okur da yazarla birlikte metroya biniyor, Berlin’in güzel mahallerini keşfe çıkıyor; sakin kafelerde bir nefes alıyor. Yazarı “sen” diye anlatıyorsunuz; neden birinci tekil şahıs “ben” değil? Neden “sen”? “Önünde Boş Bir Uzam”, akılcı bir gözle bakılırsa Batı dünyasının en büyük belirleyici merkezlerinden biri olan Berlin’i güncel bir gözle -adeta gazetecilik gibiyansıtmak istiyor. Arada bir ruhsal ve düşünsel olarak göndermelerle derinleşmek istiyor. Orada yeni Berlin var; diyeceğim, küreselleşme sonucu oluşan Berlin. Baba ile oğul -iki kuşak- arasındaki bakış farkı. Bazen dünyanın da, kendi ülkenin de çıkışsız kaldığı dönemler yaşanır. Elbette sonra değişecek bu. Tarihin sonu gelmedi. Yakın gelecekte de, orta gelecekte de çok büyük olaylar olacak. Danimarkalı filozof da, Kleist da dönemlerinin büyük çalkantıları içinde böyle düşünmediler. Tersine Hegel böyle düşündü. 20. yüzyılın Almanya’sı Hegel’le Bismark’ın yarattıkları Almanya’dır. Kuşkusuz bugün de büyük çalkantılara gebe. 1919’da o kaos içinde Rosa
Luxemburg ve Karl Liebknecht iktidara gelebilselerdi hem Rusya’daki Sovyet ihtilali güçlenecek, hem de sosyalizm, bütün zor koşullara karşın tek ülkede kalmayacaktı. Şimdi Türkçede 1950’lere kadar söylev (nutuk) anlamına gelen Fransızca “discours” sözcüğünü 1950’lerden sonra felsefe çalışmalarında kazandığı yan anlamlarla “söylem” diye karşılıyorlar. Bu karşılık yeterli mi bilmiyorum. Ama bu anlatı “güncel bir discours” olduğu için “sen” anlatımını seçtim.
OKUMAK EDEB YATIN EN BÜYÜK T C GÜCÜ Kitapta, kendini iyileştirmek için yazdığını düşündüğünü söylüyor yazar. Edebiyatın böyle de bir işlevi var; bir yanıyla şifa verici, iyileştiricidir. Öte yandan da acıtan bir eylem. “Yazı tasarıları kolay kolay gelmez insanın zihnine. Tamamlanmış, senin kabul edebileceğin parlak bir tasarının aniden gelişiyse çok seyrek olur. Onu dahi yazıya geçirirken bazı bölümlerini derme çatma bulursun. Ama yazıp tamamlamalısın” diyorsunuz. Yazma sürecinizi, bu sürecin sancılarını biraz detaylıca konuşabilir miyiz? Sadece beyaz olan kâğıtla baş başa kalma durumunu… Bu defa ben İstanbul’dan ayrılmadan önce de çok genç bir edebiyat tutkunu benden yazma süreçlerini anlatan bir kitap yazmamı istedi. Çok sevimli bir istek, ama çok romantik. Kendimi dolaylı da olsa ders verecek düzeylerde görmem. Örneğin ben bir
Aydınlık KİTAP
“yaratıcı yazarlık” kursunda öğretmenlik ya- manı inşa ettirdi. Bir dairede özel odam oldu. pamazdım. Ama çok deneyi olmuş kişiler- İstanbul’da Beyazıt’taki üniversite kantice yapılmasına da karşı değilim. Şu kadarını ninde ve Beyoğlu’ndaki Baylan Pastanesi’nde anlatmaya çalışayım; okumak, büyük ya- kalabalık yazar, sanatçı toplulukları haline zarları okumak edebiyatın en büyük itici gü- geldik. Birbirimizden çok şey öğrendik. Bocüdür. Yaşamak, yaşam deneyleri de. Mo- hem hayatı başladı. 61-62’de Onat Kutlar’la dern edebiyatta bilinçaltı birikimleri çok birlikte Paris’e gittik. Paris bizim kültür önemli bir etkendir sanırım. Bir şey çok be- kentimizdir. Daha gitmeden önce hem lirli olmayan çizgileriyle zihninizde beliriyor; Fransız edebiyatını hem de Paris’i tanıyorbir konu, bir imgeyi canlandırma isteği, bir duk. Bizim kuşak Paris romantizmi yaşıyordu duyguyu somutlaştırma eğilimi vs... Bu- ve hangi koşullarda olursa olsun oraya aknun çizgileri de yukarıda andığım temel et- mıştı. Yeni kuşaklarda böyle eğilimler yok sakenlerden alınan güçle belirginleşir; yani nıyorum. Daha çok bu kolaylaştırılmış üniokumaya, yaşamaya devam etmekle. Beyaz, versiteleri bitirerek ABD’ye master ya da boş kâğıtla baş başa oturmak en dramatik doktora yapmaya gidiyorlar. Sonra ancak an'dır. Yanılarak, doğacak metnin doğdu- 1974’de pasaport alabildim. Ulla -İsveçli kağunu sanarak, yazar kâğıtların başına otur- rım- ile ilk defa gene bir Paris ikameti sonduğunda ilk cümlelerden sonra yazı kendi rası İskandinavya’yı gördüm. 1979’da küçük kendini, kendi içinden çıkarak, yani kendi- oğlumun yurdumuzdaki olaylardan rahatsız ni doğurarak yürümüyorsa hemen bırakmalı olması sonucu Stockholm’da oturmaya başyazmayı. Ama bu müsvetteleri atmamalı. ladım. On yıl yurduma hiç dönmedim, döBelki on yıl, belli yirmi yıl sonra bilinçli-bi- nemedim. Bana yapılan şeyleri anlatmayı külinçsiz yaşam deneyleri sonunda o yazı çüklük sayarım. İstanbul’daki ev haklı olakendini yazdırabilir. Marcel Proust’un çok rak satıldı, yıkıldı. Akrabalarım nüfus ve ahgençken yazdığı, kendi başına kalmış, önem- laksal değişime katlanamıyorlardı. Yerine siz sayılmış -yazarın kendisince de- bir öy- üzerinde mozaikle “maşallah” yazılı guduküsünün sonradan büyük yapıtı Geçmiş Za- bet bir bina yapıldı. 90’lı yıllar. Bugünkü İsman Peşinde de önemli bir yer aldığını Tah- tanbul estetik olmayan mimari yapısıyla sin Yücel çok iyi anlatır. Zaten Yücel’in de- da, oraya üşüşmüş nüfus yapısıyla da bizim nemelerinde “yazış”la ilgili çok önemli bil- İstanbul’umuz değil. İstanbul’u özlüyorum giler var. Gene bu defa İstanbul’da dersem yalan söylemiş olurum. Paris’e karşılaştığım olgunluk çağında gelince; oraya 61’de ilk defa bir edebiyat meraklısı tanıgittiğimde İstanbul nostalji“Yazmak bana hem de hem luk, dığım, bana eski yazarlasi de yaşamıştım. 74’de mutlu bir k büyü yazma sürecinde ac veriyor. rın çok eskide kaldıklaParis’e gittiğimde yeniYazma süreci sporcular n kampa rını, en yeni yazarların den sevemedimdi oraçekilmeleri gibidir, ama tek ba na bir roman tekniklerini yı. Son yıllarda sık sık Bir tabii. li önem da n ksiyo kampa. Reda l . Bir çok geliştirdiğini söygittim, Paris’i yeniden ça da metnin göndermeleri de olma kitap yazmaya oturmak için ruhsal bir ledi. Asla doğru değil. sevdim. Ben Türkiye yükselme duymal y m. Anlat yazarken Modern romanın kukültüründen ne kadar hemen her gün yazmak gerekiyor. Her bir rucusu 19. yüzyılın ilk beslenmişsem, Franusal duyg defas nda sinirsel ya da yarısında yazmış olan sız kültüründen de o sars nt geçiriyorum. Yazarl k yükü bilinçalt ndad r san yorum. Salt Balzac’tır. Onu tanımakadar beslendim. Şimdi bilinçle yazanlar didaktik ya da dan, incelemeden roman otuz iki yıldır oturduğum r ticari eyler yazabilirle yazılamaz dersem, sanırım İsveç de bana çok şey öğretgibi yanlış bir şey söylemiş olmam. ti. Burada yaşamın niteliği çok Yazmak bana hem büyük bir mutyüksektir, insana da rahat verirler. Çok luluk, hem de yazma sürecinde acı veriyor. karışık şeyler söylüyorum, değil mi? İnsan bu. Yazma süreci sporcuların kampa çekilme- Karmaşık bir varlık. 1962’de 1.Türkiye İşçi leri gibidir, ama tek başına bir kampa. Re- Partisi’ne üniversiteden ilk girenim. İlk pardaksiyon da önemli tabii. Bir çağdaş met- ti programını yazanlardan biriyim. O innin göndermeleri de olmalı. Bir kitap yaz- sanları genç kuşaklar tanımasa da birer lemaya oturmak için ruhsal bir yükselme duy- janttır onlar. Ama bizi siyasi arenadan uzakmalıyım. Anlatı yazarken hemen her gün laştırdılar. Siyasi kadrolar, dönem dönem hep yazmak gerekiyor. Her defasında sinirsel ya niteliksizlik kademeleriyle alçaltılarak, buda duygusal bir sarsıntı geçiriyorum. Yazarlık günkü en alt kademeye indirildi. Daha aşayükü bilinçaltındadır sanıyorum. Salt bilin- ğı bir kademeye indirilebilir mi? Buna da haçle yazanlar didaktik ya da ticari şeyler ya- yır diyemem. Gerçekten kaçılamaz; şimdi aizabilirler gibi geliyor bana. diyetsizim. Her yerde bir ziyaretçiyim. Türkiye'deki siyasi ve etnolojik değişim bende ON YIL YURDUMA DÖNEMED M kök bırakmadı. Yalnız Türk diline bağlıyım. “Senden ne kadar uzak yaşamış olsam da, Türk dilinde bir kitabımın çıkması beni en benim bitimsiz kentim sensin” diyorsunuz çok sevindiren şey. Bu köksüzleşme yazmaParis için. Şu an Stockholm ve İstan- mı besliyor, hem de fazlasıyla. bul’da yaşıyorsunuz ve de İstanbullusunuz. 80 askeri darbesi sonucu vatandaşlıktan çı- İstanbul ne ifade ediyor sizin için; “Aslınkarıldınız ve Türkiye’den uzaklarda yaşa- da İstanbul’daki mahallenden çıkmak ismak zorunda kaldınız. Bir göçebelik, yer- temezdin. En mutlu olan insanların doğsiz yurtsuzluk hali söz konusu. En çok ne- dukları yerde yaşayıp ölen insanlar oldukreye ait hissediyorsunuz kendinizi; bu ai- larını düşünüyordun”. İstanbul dışında da yeterince mutlu olabiliyor musunuz? diyetsizlik, yazınınızı nasıl besliyor? İstanbul’da doğdum. Dört yaşla on dört yaş Doğduğu yerde yaşayıp ölen insanlar gerarasında ailemle Batı Anadolu’nun ilçele- çekten en mutlu insanlarmış gibi geliyor rinde dolaştım. On dört yaşında İstanbul'a, bana. Onlara imreniyorum. İstanbul dışında liseye yatılı öğrenci olarak döndüm. On yedi da mutlu oluyorum. Tersine günümüz İsyaşında gündüzlü öğrenci oldum. Ben on se- tanbul’unda mutlu olamıyorum. Elbette kiz yaşında üniversiteye başlamışken babam genç kuşaklar orada yaşayacaklar, orada bazı akrabalarımızla birlikte Fatih’teki apart- mutlu olacaklar.
3 A USTOS 2012 CUMA
13
FOTO RAFLAR: Sevdiye Kahraman
KAPAK
KLEIST KADAR NECAT G L’ N DE ETK S Sevgilisi Vogel’le birlikte intihar eden Alman şair-yazar Heinrich von Kleist’ten bahsediyorsunuz; henüz on beş yaşınızdayken sizde yazar olma ateşini yakan, teşekkür borçlu olduğunuzu dile getirdiğiniz Kleist. Bu yazarın sizin için öneminden ve size kattıklarından konuşabilir miyiz? Kabataş lisesinde edebiyat öğretmenim büyük edebiyat adamı Behçet Necatigil, öğrencilerine Alman Romantik Yazını’nı tanıttı. Öteki öğrenciler ne kadar ilgilendiler bilmiyorum. Önce kendi çevirisi Eichendorff’un “Bir Haylazın Hayatı”nı okuttu sınıfta, sonra Rilke: “Malte’nin Notları”. Ben sonra akşam etütlerinde Keller’i okudum. Ardından Hoffman’ı, Chamisso’yu, sonra da Kleist’ı. Alman romantik edebiyatı Fransız romantik edebiyatından kat kat üstündür. Kleist’daki kötümser ama parlak yazışı, o çifte intihar olayı beni çok düşündürdü. Bunda bir derinlik buldum. Çağıyla da ilgilendim. O genç bir yazarken Napolyon Almanya’yı işgal etmişti. O zamanki Napolyon, cumhuriyetçi fikirler taşıyordu, krallıkları, imparatorlukları Avrupa'da yıkmak istiyordu. Almanya'da da çok taraftarı vardı. Kleist işgalci Fransız ordusuna karşı Alman ordusuna girmeyi tercih etti. Bu ulusalcı tutumunu yüz yirmi yıl sonra Nasyonal-Sosyalist ideoloji istismar etmek istemiştir. Nietzsche’ye de yaptığı gibi. Ben hiçbir yere ait değilim, ama ölçülü bir biçimde ulusal onurumu koruyorum. Fakat bu ulusal gurur bugünkü Türkiye rejimine ve toplumsal örgütlenmesine dönük değil. Türkiye’nin bağımsız olduğu dönemlere, Yeni Osmanlılardan beri mücadele edenlerin tarihine bağlı. Doğru olan budur. Beni Kleist kadar, Necatigil de edebiyata itti. Edebiyat tarihi intihar eden yazarlarla dolu; Virginia Woolf, Ernest Hemingway, Viladimir Mayakovski, Jack London, Sadık Hidayet vs… “İnsan yaşama dayanmalı, sonuna kadar yaşamalıdır. Ama o yolu tutanlara da derin bir saygı duyarım. (…) Yaşam kadar ölüm de saygıdeğerdir”
diyorsunuz. Bu insanlar için yaşamı dayanılmaz kılan, kendi hayatlarına son vermeye iten neydi sizce? Derin acıma duyguları olan insanların öteki insanların üzerine çıkarak onları ezmediklerinden, tersine, ellerinden geldiğince bu çarkı terse çevirmeye çalıştıklarından bahsediyorsunuz. Edebiyatla-sanatla uğraşan insanlar da çarkı tersine çevirmeye çalışanlardan olsa gerek; bu yükün ağırlığı da insanı intihara sürüklüyor diyebilir miyiz? Doğru, edebiyat tarihinde intihar etmiş yazar çoktur. Zaten yazış, ölümün bir sahilinde yol alır. Sonra da ölümü aşar. Kuşkusuz bütün intihar olaylarının yapısı karmaşıktır. Birçok öğe birden vardır olgunun içinde. Bu ismini yazdığınız yazarlar içinde Sadık Hidayet’in, Mayakovski’nin, Hemingway’in intiharları üzerine ne buldumsa okudum, bilgi toplamaya çalıştım. Hidayet’in ölümünde tam bilmediğimiz birçok öğesinin arasında toplumunun istenildiği gibi uygarlaşamayacağı gibi kendi toplumuna dönük kötümser sezgileri de var sanıyorum. Mollalar gericiliği üzerine sezgileri Kör Baykuş adlı romanında imgeler olarak vardır. Bunu yazmıştım: Samuel Beckett’in Terzisi (2003) adlı kitabımın içinde, (s: 17) İran’ı bugünkü haline getiren Musaddık’a karşı düzenlenen CIA darbesidir. Günümüz siyaset yorumcuları bunu çoktan unutmuş görünüyorlar. Petrol sahibi ülkelere emperyalizm rahat vermiyor. Daha da rahat vermemeye devam edecek. ABD’nin sağda solda yenilmesinin hiç önemi yok, onlar açısından. Çünkü bu ülkede zenginliğin devamı çarkı savaşlarla dönüyor. Onlar da kendi fakir ailelerinin çocuklarını böyle feda ediyorlar. Aynı bizim gibi. Hemingway’in intiharında birçok öğenin yanında babasının da intihar etmiş olması var. Güçlü olma isteminin devam etmesini istemesi gibi. Castro’nun arkadaşı olup CIA’ce izlenmesi gibi. Bir de İtalya’da çok genç bir kıza aşık olması gibi. Büyük şair Mayakovski’nin Sovyet ihtilalinin gidişinden memnun olmaması üzerinde çok durulmuştur. Ama son yıllarda Lili Brick’e aşıkken, aktirist bir kıza duyduğu aşk da karışıyor işin içine. Olabilir. Şairlere ani bir aşk çarpabilir.
14
3 A USTOS 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
YERLİ DEDEKTİF
Remzi Ünal polisiyeleri Celil Oker’in polisiyelerinde ambulanslar n sirenlerini, seyyar sat c lar n ba r lar n , taksilerin kulak t rmalayan kornalar n , mart lar n ç l klar n duyars n z. Bildi imiz mekânlardad r ko u turmacalar, cinayetler, soru turmalar… Yad rgamaz aksine sahipleniriz metni ve böylece Remzi Ünal’ n pe inden daha h zl ko ar z. BURAK DEMİR Polisiye edebiyat; merak, heyecan, gerilim, korku gibi duyguları tekdüze yaşamın sınırını aşarak okura hissettirebildiği ölçüde başarılıdır. Okur, polisiye metinde yaşadığı dar alanda hissedilmesi mümkün olmayan duyguları arar. Çünkü cinayet başlı başına bir sıra dışılıktır ve bu sıra dışılığı büyüleyici kılan cinayetteki gizemin saklanabilirliğidir. Polisiye edebiyat temel olarak üç ana unsur üzerine bina edilir. Suç, suçlu ve dedektif… Suç ne kadar komplike, suçlu ne kadar zeki olursa olsun dedektif okurla eşit şartlarda yarışmadığı müddetçe nitelikli bir polisiyeden söz edilemez. Polisiye edebiyata damga vurmuş bütün metinlerde yazar okuyucu ile dedektifi saf bir annelik duygusuyla eşitlemiştir. Birini diğerinden çok sevmemiştir, birine ne kadar ipucu vermişse diğerine de o kadar ipucu vermiştir. Yazar bu eşitliği sağlayamadığı müddetçe okuru tatmin eden bir kurgu meydana getiremez. Okur ve dedektif eşit olduğunda ise gizemi çözecek olan yegâne unsur zekâdır. Whodunit yani katil kim metinleri okuru cezbeden, kurmacının içine hapseden ve zamanın akışını unutturan çarpıcı bir yazın türüdür. Yazar aynı imkânları verdiği okuru ve dedektifi arasındaki eşitliği el altından yapacağı bir kumpasla yani gizemi bir rastlantı ya da basit bir alicengiz oyunu ile dedektife çözdüremez. Celil Oker basit rastlantılarla, alicengiz oyunlarıyla polisiyeyi kaçak güreşerek yazanlardan biri değil.
PEK , NASIL B R YAZAR? Okuruna saygı duyan, dedektifi Remzi Ünal hangi ipuçlarına sahipse okurlarına o ipuçlarını sunan bir polisiye yazarı Celil Oker. Kadim İstanbul şehrinin havasını okurlarına yavaş yavaş soldurmaya başlar önce. Sonra tarihi mekânlar, semtler, sokaklar okurun gözünde canlanır ve birde bakmışsınız önünüzde Remzi Ünal arkasında siz şehrin kirli kaldırımlarında suçun, suçlunun peşinden koşarsınız bazen hızlanarak, bazen tökezleyerek hatta düşerek ama koşarsınız… Bir romanın en önemli tamamlayıcılarından biridir olayların yaşandığı kent. Kentin havası, metnin arasından sıyrılıp ne kadar berraklaşırsa okur kurgunun o denli içine girer. Celil Oker’in polisiyelerinde ambulansların sirenlerini, seyyar satıcıların bağrışlarını, taksilerin kulak tırmalayan kornalarını, martıların çığlıklarını duyarsınız. Bildiğimiz mekânlardadır
koşuşturmacalar, cinayetler, soruşturmalar… Yadırgamaz aksine sahipleniriz metni ve böylece Remzi Ünal’ın peşinden daha hızlı koşarız. Romanlarındaki dil de bizim dilimizdir, okuru dil oyunları ile kandırmaya kalkmaz yazar. Amerikan polisiyelerinde olduğu gibi otopsiler, parmak izleri, teknik izlemeler ve dinlemelerin kolaycılığına da sığınmaz. Diliyle, mekânlarıyla, cinayetiyle, katiliyle, dedektifi Remzi Ünal’la yerlidir ve evrenseli kucaklar Celil Oker’in var ettiği Remzi Ünal polisiyeleri.
K M BU ME HUR REMZ ÜNAL? “Remzi Ünal... Şu Hava Kuvvetleri'nden müstafi, THY’den kovulma, kendine saygısı olan hiçbir “frequent flyer’in” adını bile duymadığı sekizinci sınıf charter şirketlerine bile tutunamayan, şu sıralar sayenizde ms flight similator’un cessana’sını her çakışında inatla bir daha yükselen eski pilot, ex kaptan, nevzuhur özel dedektif Remzi Ünal...” Romanlarında kendini yukarıda yazılanlarla anlatır Remzi Ünal. “Bizim Rol Çalan Ceset”, “Kramponlu Ceset”, “Bir Şapka Bir Tabanca”, “Yenik ve Yalnız”, “Son Ceset”, “Çıplak Ceset”, “Bin Lotluk Ceset” maceralarından tanıdığım Remzi Ünal yalnız yaşar, dedektiflik ofi-
si ya da bir cep telefonu yoktur ev ya da araç telefonundan ulaşırsınız ona. Arkadaşı yoktur, aslında vardır. Reklamcı. Onun sayesinde ucuza dedektiflik reklamı verir. Müşterilerini de bu ilanlar sayesinde bulur. Bazı olayların çözümünde Reklamcı çıraklığını yapar Remzi Ünal’ın. Sorumsuz ve unutkandır. Tipik bir apartmanda yaşar. Apartman panosunda ismi her daim aidatını ödemediği için asılıdır ve apartmanın yöneticisiyle de bu yüzden arası limonidir. Apartmanda hazzetmediği bir diğer kişi üst komşularının çocuğudur. Yüksek sesle müzik dinlemesi Remzi ağabeyi illet eder. Kendisi ise Moğollar dinler. Hafif solculuk sezdirir hâl, hareket ve konuşmalarıyla. Hazırcevaptır. Esprilidir. Lafı gediğine oturturuma konusunda ustadır. İyi açık yakalar. Şüphelilere sürpriz yapmayı sever. Kitabın sonuna kadar ipucu vermez, en sonuna kadar dökmez eteğindeki taşları. Sonrasında da yakar sigarasını ve ağır ağır terk eder mekanı... Remzi Ünal’ı Türk Polisiyesinin en kült dedektiflerinden biridir hiç kuşkusuz. Farklıdır, yalnızdır, yeniktir. Bizdendir. Yukarıda yazdıklarım onu anlatmaya yetmez. Daha da derindir Remzi ağabey. Yıldız Turanlı’yı, Dayı’yı, telesekretere bırakılan gizemli mesajları daha birçok şeyi siz keşfedin. Okuyun Remzi Ünal’ı.
Aydınlık KİTAP
ARAKABLO
SEYY T NEZ R
3 A USTOS 2012 CUMA
15
Türkiye’nin ruhunu arayan aydın: Kemal Tahir “Hece”, Hilmi Yavuz’un zeyl üstüne zeyl vererek, “Osmanl ’n n ‘Kerim Devlet’ini ‘Rum çocu u’ yeniçerilere dayanan Fatih’in ‘Ceberrut Devlet’e dönü türdü ü” sav n n do urdu u en yeni, terütaze “Ne o Osmanl ?” sorusu kar s nda “neo-Osmanl ” ve “ne Osmanl !” dü ümlerini çözmeyi nedense okura b rak yor
Kemal Tahir
Hilmi Ziya Ülken
Geçtiğimiz pazar günü Demirtaş Ceyhun’u Aşiyan’daki mezarı başında anarken şunları söylemiştim: “Ayrıntıları çok sıkı irdeler, olguyu belirleyici nitelikte olanlarda en küçük yanlışı bağışlamaz, böylesi yanlışlara düştüklerinde, özellikle en çok sevdiklerini uyarıp eleştirmeyi gerçekçiliğin yanı sıra dostluğun gereği sayardı. Kemal Tahir’i de yazar ve aydın olarak uyumsuz tavrından ötürü çok tutardı. Ama “Esir Şehrin İnsanları”nın ilk basımında Kâmil Bey’in kişiliğini belirleyici nitelikteki kimi ayrıntıların bir tutarsızlık içinde sunulmasını sahicilik yönünden zedeleyici bulunca romanı eleştirir. Çiçeği burnunda bir yazar olarak, hem ünlü ve hem de çok sevdiği bir yazarı cesaretle eleştirmesi onun gerçekçilik konusundaki pervasızlığının göstergesidir. Nitekim Kemal Tahir, önce çok bozulduysa da, ona hak vermiş olmalı ki, sonraki basımda kimi düzeltmelere gider... Ceyhun, yazı ve konuşmalarını, bir satranç oyuncusu gibi, birkaç hamle sonrasını gözeterek tasarlar, edebiyata olduğu kadar, tarihe de böyle bakar, anın içindeki kötü gidişin gerçek nedenini anlamak için bütün süreci ya da kurguyu en ince ayrıntısına kadar üşenmeden çözümlemeye girişirdi.”
DO U VE BATI’NIN ARAKES T NDE
Halit Refiğ
Peyami Safa
Cemil Meriç
Aynı gün Ulusal Kanal’da Hüseyin Haydar’ın Edebiyat Cephesi programının bir tekrarına rastladım: Ölümünün 35. Yılında Kemal Tahir (2008; tekrar: 29.07.12). Konuşmacılarsa Demirtaş Ceyhun ve Halit Refiğ... Ceyhun, yine onun yapıtlar boyunca ülke gerçeğini arayışını, hazır düşüncelere uzak duruşunu, Osmanlı’nın ve günümüz toplumunun özgünlüğündeki kökleri yakalamak üzere sürekli tarihe gidip bugüne dönüşlerini anlatıyor, bu çerçevede ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) ile bağlantısını değerlendiriyordu. Halit Refiğ, onun bir süredir toplumun ilgisizliğine uğrasa da gitgide yeniden anlaşılmaya başlanacağını belirterek bunu AB konusuna bağladı: “Türkiye AB’ye girme umudunu yitirdiği ölçüde kendi gerçeklerine dönecek, kendi gerçeklerini bulabileceği romancı olarak da Kemal Tahir’le buluşacak. Sağcısı da solcusu da ülkenin değerleri karşısında izlenecek tutumun köklerini onda bulacak.” Birden aklıma, aylar önce yazdığım şu satırlar ve okurlara verdiğim bir söz geldi (Aydınlık, “Edebiyatın Tarihe İzdüşümü”,15 Ocak 2012): “Böyle düşünerek Cağaloğlu Yokuşu’nu tırmanırken vitrinde Hece Dergisi’nin kapağında Kemal Tahir’i görüver-
dim. Tamam dedim, bu da oldu işte, kaptırdık sonunda! Kültür Bakanlığı’nca yayımlanan ‘Kemal Tahir 100 Yaşında’ kitabının peşinden şimdi de 600 sayfalık ‘Türkiye’nin Ruhunu Arayan Aydın Kemal Tahir’ kitabı... Yalçın Küçük’ün ‘sağcılara verelim, Peyami Safa’yla takas edelim’ dediği Kemal Tahir gitti gidiyor*.” Peki nedir solculardaki Kemal Tahir düşmanlığı? Ya sağcıların aşkı? “Kemal Tahir, Batı ve Doğu’nun arakesitindeki bir tarihin biçimlendirdiği en tipik aydındır. Düşünün, Troya Savaşı’yla başlayıp bugüne gelen karşılaşmalar, tarih ve uygarlık açısından olağanüstü derin izler, zengin birikimler yaratmıştır. Bu süreçte öylesine mucizevî toplumsal ayrışma ve birliktelikler yaşanmıştır, tarihsel olguların dönenceleri ve katmanları öylesine üst üste birikmiştir ki, özellikle Anadolu ve Balkanlar, Doğu ve Batı’nın başlayıp da bitemediği engin bir coğrafya ve tarihin, mekân ve zamanın habire açılıp kapandığı örtüşme alanları olarak süregelmiştir. Doğu-Batı Köprüsü üzerindeki gidip gelişlerde hep ayakaltında kalma yazgısını tevekkülle karşılayarak varoluşunu ‘gelen ağam giden paşam’ düsturuyla talandan pay umarına dayandıran bir halkın gerçekliğini tanımlamak, bu toplumsal yapının iç ve dış evrim yasasını belirlemek hiç de kolay değil!” Yazı şöyle bitiyor: “Gel de, tarihsel söylemin mecazlar olmadan gerçekliği aktaramayacağını öne sürerek, farklı bağlamda da olsa, edebiyatı tarihin yardımına çağıran Vico’yu, üstelik peşi sıra giden Dilthey’i ve White’ı anımsama. İlginç: Doğu ve Batı bunda da arakesitte buluşuyor.”
“HECE”C LER B NA OKUR... Okuduğum, okumakta olduğum nice kitap arasında Hece Dergisi’nin bu çok önemli özel sayısı üstüne daha kapsamlı yazmayı ertelemişim. Zaman zaman dönüp okurken kimi notlar da aldığım derginin gelecek yazıda daha bir içine girmek üzere, şimdilik bölüm başlıklarını anımsatayım: I. Bölüm: Hayatı, kişiliği, düşüncesi (15-209); II. Bölüm: Romancı olarak Kemal Tahir (210-305); III. Bölüm: Yazı ve eserlerinin açısı (306-431); IV. Bölüm: Mektuplarıyla Kemal Tahir (432-477); V. Bölüm: Soruşturma (478-540); VI. Bölüm: Kaynakça (541-558); VII. Bölüm: Albüm (559-590). Gerek bu bölüm başlıkları, gerekse bölümler içindeki yazı başlıkları ve ara başlıklar, yazarlar, dergiye her el atışta onu soluk soluğa bitirmeye heveslendiriyor insanı. Üstelik sunuda kimi yavan saptamaların
yer alıyor oluşu bile sizi okumak ve tartışmak yöneliminden vazgeçirmeye yetmiyor. Okuduğunuz her yazıdan sonra, şimdi daha tutarlı yaklaşımlar bulacağınız beklentisiyle yenisine başlıyorsunuz. “Hece” imzalı Sunu (5-13), Cemil Meriç’in cümleleriyle açılıyor: “Dost bir sesti Kemal, okşayan, inandırıcı bir ses... Bir vicdanın sesiydi bu.” Satırlar ilerledikçe, Kemal Tahir özel sayısının “Mehmet Akif, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi sanatçı ve düşünürlerle oluşan bir anlam çerçevesinde” düşünülüp hazırlandığını anlıyorsunuz**. Daha ilerde, “Genç Kemalist Kemal Tahir, altmış üç yıllık hayatının dördüncü on yılını, yani beşte birini (1940-50), romantik bir komünist olarak Kemalizmin hapishanelerinde geçirir.” denerek, “Bastığı yeri yeniden tanımak ve tanımlamak ister.” yargısıyla şu saptama verilir: “Artık ülkesine de ülkesinin insanına ve tarihine de o güne kadar inandığı Kemalist ve Marksist ideolojiye de bir başka gözle ve çok farklı bir açıdan bakar.” Ne ki, bütün içtenliğine karşın, baktıklarında “Türkiye’nin ruhunu bulamamıştır”. Çünkü bu toprağın insanını “künhüne vakıf olacak şekilde anladığını söylemek mümkün değildir”. Üstelik “Türkiye’de İslâm, her zaman yerli düşüncedir; yerleşmeyi / yerlileşmeyi başarmıştır. ... sosyalizmin yerli düşünce olması halâ imkânsız görünmektedir***.” “Hece”, ezberlediğini buralarda hiç sektirmeden heceliyor, dönüp dönüp bina okuyor da, sürüsüne bereket dizgi yanlışları ortasında meramını anlatma derdiyle kan ter içinde kalan Hilmi Yavuz’un zeyl üstüne zeyl vererek, “Osmanlı’nın ‘Kerim Devlet’ini ‘Rum çocuğu’ yeniçerilere dayanan Fatih’in ‘Ceberrut Devlet’e dönüştürdüğü” savının doğurduğu en yeni, terütaze “Ne o Osmanlı?” sorusu karşısında “neo-Osmanlı” ve “neOsmanlı!” düğümlerini çözmeyi nedense okura bırakıyor. Öyleyse hep birlikte çözümleyeceğiz... *Bu konuya ise şöyle değinmiştim (Aydınlık, 02.10.12): “Yalçın Küçük, üslubunu kavgayla ören bir yazar; hiç kimse yoksa, Turgut Uyar dediğince, kendiyle dövüşür, bu arada anıların alkolüyle zihnini formatlar, elhak bizimkileri de güzelce ovar. Ama kavgayı durduk yere çıkarmadığı izlenimine de hep ihtiyaç duyar: Kemal Tahir’i tepeleyecekse, önce İdris Küçükömer’i mezarında ters döndürür. Bunun içinse ödeme aracı özbeöz zikir ya! Hay elleri dert görmesin, ne iyi etti, biz okşamış gibi olduk... diye nicenin hayırduasını alır, yüreğini soğutur. Ufaktan sağlı sol-
lu Nâzım’a ilişmesini de sevimli bulanımız çoktur. Hepsi tamam ya, edebiyatın ekonomi politiği açısından tartıya vurduğumuzda, Tahir’le Safa’nın takasında Nâzım da terazinin darası mıdır? diye kırk yıldır sormaktan kendimizi alamayız. Eğer öyleyse, Şair Eşref üslubunca, biz bu alışverişte hepten zarardayız! İkisinin daraları birbirini hiç tutmaz da...” **Bu arada, Yalçın Küçük’ün kendi safına almayı pek istediği Peyami Safa’nın –nedense Hilmi Ziya Ülken’in de– burada vurgulanan “anlam çerçevesi”nin dışında bırakıldığını fark ediyoruz. Acaba Ülken’in şu değerlendirmesi yüzünden mi?: “Türk İnkılabına Bakışlar [Kanaat Y., 1938] hararetli bir milliyetçi tezidir. Fakat milliyetçiliği Kemalizm açısından görür: gerçek milliyetçilik ve medeniyetçiliğin onunla başladığını söyler. ... Burada [ölümünden sonra yayımlanan DoğuBatı Sentezi’nde (Yağmur Y., 1963)] Peyami Safa’yı oldukça değişmiş buluyoruz. 1) Artık idealizme karşı değildir; hatta isimle dahi olsa onlara dayanır. 2) Birinci kitabında Russel’den cümleler alarak Bergson’a ve genel olarak mistik düşünceye hücum ederken burada dine, mistisizme bağlanıyor. 3) Birincide Doğu kavramına hücum ettiği halde burada onunla barışıyor; ... 4) ... öncülük şerefini 1908 Meşrutiyeti’nde, 1915’te kadının iş hayatına girişinde, 1920’de üniversiteye kızların alınmasında, Latin harfleri ve şapka cereyanının önceden hazırlanışında buluyor.” (Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Y., 1966) *** Burada Doğu Perinçek’in bir sözünü anımsıyorum. Bana, “Devletin müzelik olduğu bir dünya özlemiyle ve dostlukla” diyerek imzaladığı, “Gün akşamlıdır devletlûm” mazmunuyla açılan, bir başyapıtın taslağı niteliğindeki “Osmanlı’dan Bugüne Toplum ve Devlet” kitabının Önsöz’ündeki şu bir çift cümleyi: “Toplumumuzun gelişmesini tarih öncesinden başlayarak bugünlere getiren özlü ve bütünsel bir tahlil yazmak için büyük istek duyuyorum. Önümüzdeki yıllarda böyle bir çabanın içinde olmayı ümit ediyorum.” (Kaynak Y., Temmuz 1986). O günlerden bugünlere, hele Silivri’de, yakıcı sorunlara yönelik çok önemli kitaplar yazdı; bu kitabı da yazarak, kendine verdiği sözü tutmanın belki de tam sırası... NOT: Geçen haftaki yazı, hazır kalıp sayfa düzeninden ötürü daha önceki yazının başlığıyla çıktı. Oysa başlık “Osmanlı’nın göçebe karşıtlığının anlamı ve süregelen gerçek” olmalıydı. Düzeltir, özür dilerim (SN).
16
3 A USTOS 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
LALE AKALIN’LA ÇEVİRİ ÜZERİNE..
“Kültürler arası bir değiş tokuş” Can Yücel’e atfedilen bir söz vardır, “Çeviri kadın gibidir, güzeli sadık, sadığı güzel olmaz” diye. Çevirinin nasıl olması gerektiği konusunda çeşitli görüşler var. 1990’larda üniversitelerde Çeviribilim bölümlerinin de açılmasıyla beraber akademik düzlemde de hararetli tartışmalar yürütülüyor. Bilim ve Ütopya yazarı Feyziye Özberk, çeviri üzerine bu alanda 40 yıllık deneyime sahip çevirmen Lale Akalın’la konuştu. Söyleşinin tamamını Aydınlık okurlarına sunuyoruz... Sevgili Lale, İngilizce okutmanı ve çevirmen olarak yaptığın çalışmaları senden öğrenebilir miyiz? Aşağı yukarı 45 yıllık bir meslek yaşamım var. 1963’te liseyi, 1967’de üniversiteyi bitirdim. Üniversiteyi bitirdiğim yıl, Hacettepe Üniversitesi'nde hem doktoraya başladım hem de İngilizce Eğitimi bölümünde okutman olarak görev aldım. İzleyen yıllarda okutmanlığım Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde devam etti. Orada çok canlı siyasi tartışmalar ve olaylar yaşanıyordu. 1970 yılıydı. Gözümüzün önünde adeta bir tarih yazılıyordu. Üniversite boykottaydı, gençler tutuklanıyordu… Gençlerle yakın yaşlarda olan bir grup öğretim görevlisi de bu siyasi olaylara katıldık. Sonunda bizi ODTÜ’den attılar. Rektörümüz Erdal İnönü’ydü. Gerekçe neydi? Öğrencilerin boykotuna katılmak… Yaptığımız gençlik ve saflıktı. Bir öğretim elemanı olarak “öğrencilerin boykotunu destekliyorum” diye avaz avaz bağırır dolaşırsanız olacağı buydu. Haklıydılar bir bakıma. Dekanımız dünyaca ünlü matematikçimiz Cahit Arf’tı. “Çok iyi çocuklarsınız ama böyle de yapılmaz ki” dediğini anımsıyorum. Oradan atılınca İstanbul’a geldim ve bir süre bir çeviri bürosunda çalıştım. Sonra da uzun yıllar çalışacağım İstanbul Üniversitesi’nde göreve başladım. Bu üniversitenin Yabancı Diller Okulu’nda yine okutman olarak çalıştım. Daha sonra, Edebiyat Fakültesi'ndeki İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne girdiğimde çeviri derslerini üstlendim. Sanırım 1987 yılıydı. Rahmetli Prof. Akşit Göktürk kanser olmuştu, tedavi olmak için derslerini bıraktı, çeviri derslerini bana verdiler. Ünlü akademisyen, edebiyatçı ve çevirmen Akşit Hoca’nın derslerini devralmak inanılmaz bir şeydi. O tarihten itibaren bu çeviri dersi, benim bir tür uzvum gibi oldu. Ne tür çeviriler yaptın? Okutmanlığın yanı sıra farklı türden pek çok çeviri yaptım. Siyasi içerikli çeviriler yaptım, çocuk kitapları, öykü, roman ve anı kitapları çevirdim. Eşim Cüneyt Akalın’ın ve benim çevirdiğimiz, Can Yayınları’ndan çıkan, iki çocuk kitabı neredeyse 20 yıl oldu, hâlâ baskı yapıyor: Roald Dahl’ın “Matilda” ve “Dev Şeftali” adlı romanları. Daha sonra aynı yayınevine aynı yazarın anılarının ikinci kısmını çevirdim, “Tek Başına” adıyla. Birinci kısmı “Küçük Adam Büyürken” adıyla Prof. Cevat Çapan’ın eşi Gönül Çapan çevirmiş. Evvelki kış da çok keyifli bir çeviri yaptım, onun çıkmasını dörtgözle bekliyorum. Linda McJannet adlı bir İngiliz akademisyenin eseri. “The
Feyziye Özberk (sa da) Lale Alal n’la birlikte
Sultan Speaks”. 16. yüzyılda İngiliz Tarihçiliği’nde ve İngiliz Tiyatrosu’nda Türk imgesi teması üzerine bir eser. Örneğin Shakespeare’e yakın üne sahip o dönemin İngiliz oyun yazarı Marlowe’un, “Tamburlaine” adlı Timurlenk’i ve Sultan Beyazıt’ı anlattığı uzun bir oyunu vardır. Bu oyunu ve diğer eserleri inceleyen yazılar yazmış. Dönemin eserlerinde çok farklı söylemlerin olduğunu, birçoğunda Yunan, Arap ve Osmanlı kaynakların esas alındığını, birçoğunda oryantalist, yani Doğu’yu küçük gören bakış açısının olmadığını belirtiyor. Sanıyorum 2013’de yayımlanacak. Geçen yaz da Çanakkale’den Antakya’ya kadar batı ve Güney Anadolu’nun tarihini ve bugününü anlatan, John Freely’in yazdığı hoş bir kitap daha çevirdim. Bu iki kitap Doğan Kitap’tan çıkacak. Kaynak Yayınları için de çeviriler yaptığını biliyorum. Doğu Perinçek senin çevirilerinden hep övgüyle söz eder. Onlardan da bahseder misin? Ermenistan’ın ilk Başbakanı Kaçaznuni’nin Rusçadan Türkçeye Mehmet Perinçek tarafından çevrilen kitabını, yurtdışına gönderilmesi için İngilizceye çevirdim. Sovyetler Birliği’nde yaşamış olan Ermeni tarihçi A.A. Lalayan’ın 1914’lerle ilgili çeşitli saptamaları olan kitabını da yine Türkçeden İngilizceye çevirdim. Bu kitapları Kaynak Yayınları bastı Ayrıca Doğu Perinçek’in Lozan’da Ermeni “soykırımı” iddialarına karşı savunmasını İngilizceye çevirdim.
ÇEV R ÜZER NE TARTI MALAR Çevirinin yeri ve önemi hakkında konuşalım biraz da... Bizim Edebiyat Fakültesi’nde çeviri dersleri hep çok önemsenir. Bu ders, Akşit Göktürk, Minâ Urgan, Murat Belge gibi çok yetkin hocalar tarafından verilmiştir. Şimdi bunun doğru bir bakış açısı olduğunu görüyorum. Çünkü çeviri; iki dili, iki kültürü yaklaştırmaktır, yabancı bir kültürü yadırganmayacak bir biçimde yerli okura sunmaktır. 1940’larda Hasan Âli Yücel “Kültür tüm insanlığa ait bir şeydir, onu paylaşmalıyız” derken bu anlayışı ifade ediyordu. Batı ve Doğu klasiklerinin Türkçeye kazandırılmasının amacı buydu. Ben de yaptığım çeviri kuramı çalışmalarının sonunda şu noktaya vardım: Kültürler aslında çok farklı şeyler. Bir İzlandalının yazdığı romanı Türkçeye kendi ağzınla, kendi geçmişinle, kendi kimliğinle, Türkçenin ürettiği kalıplarla düşünerek çeviriyorsun. İzlanda’yı görmüş olsan da bu çok fazla fark yaratmıyor. Kültürler arası bir değiş tokuşsa çeviri, çok değişerek ve dönüşerek öbür dile
aktarılıyor. Çevirmen bu işi yapmış oluyor, ama bu farklılıkları tüm insanlığa ait değerler, algılar ve bilgiler üzerine inşa ediyorsun. Böyle olmalı mı? Böyle olmak zorunda! Çünkü gerçek bu. Çağdaş çeviribilim kuramı, çağdaş felsefe kuramı da diyebiliriz bunu böyle görüyor. İnsan, beyninde oluşmuş kültür kalıpları dışındaki bir şeyi, görmediği, tanımadığı, yaşamadığı şeyi hayal edemez. Hatta bazı insanlar, “çeviri yapılamaz” diyorlar. Ama yapılıyor. “Çevirmek yeniden yazmaktır” da deniyor. Yapılamaz dedikleri halde Kadeş Savaşı’ndan bu yana 1000 yıllardır çeviri yapılıyor. Kadeş savaşından sonra, iki taraf da kendini haklı gösterecek ifadeler kullanarak, iki metin hazırlamışlar bir Mısırca biri Akatça. MÖ 4. yüzyılda bile çeviri hakkında fikir beyan edenler var. Bir şey yapılıyorsa vardır. Madem ayrı ayrı kültürlerden birbirine çeviri yapılıyor, dayandığı bir şey var. İşte bu insanlığın ortak kültürüdür. İnsanı anlattığın zaman her kültüre birden hitap etmiş oluyorsun. Çeviriyi var eden insanlığın ortak kültürüdür.
NÂZIM’IN ÇEV R ÜZER NE DÜ ÜNCELER Nâzım Hikmet, Bursa Cezaevinde mahpusken Tolstoy’un “Harp ve Sulh” romanını çevirmeye başlamadan bir hafta önce “tercüme üslubu üzerinde kafa yoruyor,” düşünüyor, ilkeler belirliyor. Vardığı sonuçları Kemal Tahir’e yazdığı mektuplarda aktarıyor: “Ben tercümeden şunu anlıyorum: Tercüme edilen eserin yüzde yüz Türkçeleştirilmesi değil. Yani tercüme romanı okuduğun zaman, sanki onu bir Türk muharririn yazdığını sanmayacaksın. Bilakis onu hangi milletin, hangi devirdeki muharriri yazmışsa o milletin, o devirdeki muharririni okuduğunu anlıyacaksın”. Bak şu tercüme meselesi hakkında bir düşüncem daha var. Bunu bir misalle anlatayım. Mesela Ruslar, sevgi sözü olarak güvercinim tabirini kullanırlar, biz gözümün nuru, gözbebeğim filan deriz. Bence bunları tercüme ederken ille de bizde güvercinim denmez diye yavrucuğum filan dememeli, Ruslar da bizden tercüme ederken gözümün nuru Rusçada denmez diye güvercinim diye tercüme etmemeli, biz bizim dile güvercinim tabirini, onlar kendi dillerine gözümün nuru tabirini sokmalı. Bu surette dillerin birbiri üzerinde tabir, sıfat mıfat alışverişiyle de zenginleşmesi kabil olur.” (*)Nâzım’ın bu düşüncelerini nasıl değerlendirirsin? Ben bunca yıldan sonra şunu anladım: “Şöyle yapmak lazım” dediğinizde zaten kimse sizi
duymuyor. Çevirmenler kendi ülkelerinde, kendi yaşadıkları çağda geçerli olan normlara göre çevirmeye devam ediyorlar. Ödül aldığında herkes ona bakıyor. Yayın kurulları, yayınevleri karar verip seçim yapıyor. Hocalarımız bizleri yönlendiriyorlar. Beğenilen çevirimiz o tarzı sürdürmemizi etkiliyor. Bir sürü denetleyici faktör var. Bizim çeviri anlayışımız toplumumuza ait. Davranış kurallarındaki günahlar, ayıplar gibi… Çok aykırı davranırsan ya yenilirsin ya da sen çevreni değiştirirsin, yeni normlar koymuş olursun. Çeviride de böyle: Bu yanlış ben değiştireceğim dersen, ya sen yok olursun ya da sen toplumun anlayışını değiştirirsin. Örneğin Can Yücel bunu yaptı. İki farklı anlayışı örnekleyecek olursak Minâ Urgan’ın, Orhan Burian’ın yani 40’ların, 50’lerin anlayışı: Şöyle “Edebiyat eseri yazarına aittir, özgün metnin tüm özellikleri olduğu gibi korunmalıdır.” Tabii bu, o eserin okunacağı dilde, tuhaf ifadelere, yabancı bir söyleme götürüyor. O yıllarda yalnız Nurullah Ataç bu anlayışa karşı çıkmıştı. “Çevrildiği dilde okunacak, çeviri Türkçe söyleme uygun olmalı” diyordu. Bugünkü anlayışa daha yakındı o. 60’lardan, 70’lerden sonra çevirmenler: “Çevrildiği dilde yadırganmadan, anlaşılarak, zevk alınarak okunmalı” anlayışında birleşiyorlar. Bir eser bir dilden öbür dile çevrilirken başta sesi, cümle yapısı olmak üzere zaten pek çok değişime uğruyor. Örneğin “zeytin ekmek yiyelim” dersek Türkçede basit, ucuz bir yemek anlaşılır. Bunu Moldova’da söylersek, yeni öğrendikleri en pahalı ve lüks bir yiyecek anlaşılır. Hangisi değiştirme, zeytin yiyelim mi yoksa onların sıradan yemeği ekmeği domuz eti suyunda ıslatılarak yenmesi mi? Bence bu anlayışta kelimeler değiştirilmiş oluyor ama anlam korunuyor. Çeviri yaratıcılığı çok olan bir çalışma. Bir dilden öbürüne dümdüz, kelime kelime aktarım yapılamıyor. Ünlü bir söz vardır: “Yazarlar kendi çağlarının çocuğudur” der. Ben de içinde bulunduğum kültürün çocuğuyum. Onun anlayışını benimsiyorum. Can Yücel nasıl bir çeviri yapmıştı? Can Yücel, örneğin Shakespeare’in ünlü 66. sonesini çevirdi. “Kızoğlan kız”, “Yemen’e kadı olmak” gibi deyimler kullanıyor. Tabii “Shakespeare böyle laflar kullanmadı” diye itiraz edildi. Yanıtı hazırdı: “Türkçe söyleyen” Can Yücel. 66. Soneyi karıkoca akademisyen bir çift de çevirmiş. Onlar da milim milim Shakespeare’e bağlı kalmışlar. İki metni yan yana koyuyorsun. Can Yücel’inki son derece keyifli… Shakespeare’in söylemek istediği şeyi de içinde hissediyorsun. Bu sonede haksızlıklara karşı çıkılır. İyiler hep ceza görürken, kötüler bir şekilde sıyrılırlar. Can Yücel’in çevirisinde bu haksızlığa isyanı hissediyorsun. Öbür metinde ise, bir şiir heyecanı duymadan edebiyat tarihinin bir örneğini okumuş oluyorsun. Teşekkür ediyor çalışmalarında başarılar diliyoruz. (*) Nâzım Hikmet, Kemal Tahir’e Mapusaneden Mektuplar, Adam Yayınları, Birinci Basım: Ağustos 1968, 370 s.
Aydınlık KİTAP
17
Küresel dengeleri alt üst eden gün: 11 Eylül MUSTAFA SOLMAZ “11 Eylül, Küresel Felakete Yerel Yorumlar” kitabı derleme bir çalışma olarak Tan Kitabevi tarafından okuyucuya sunuldu. Kitabın içinde yer alan çalışmalar, 11 Eylül’ün 10. yılı dolayısıyla gerçekleştirilen bir konferansta sunulan tebliğlerden edinilmiş. Eser, 11 Eylül’ü sadece ABD açısından değerlendiren görüşlerin yanı sıra küresel dengeleri alt üst eden bu olayı tüm dünyayı ilgilendiren yönüyle ele alan görüşleri yansıtıyor. Birinci bölümde “11 Eylül: Neydi, Neyi Değiştirdi?” makalesiyle Funda Gençoğlu Onbaşı, 11 Eylül’ün demokrasi, ulus-devlet, küreselleşme, güvenlik, özgürlük alanındaki düşüncelerimize etkisini tartışıyor. Küreselleşme için “rıza ve iknaya dayalı hegemonya” tanımı yapılan makalede 11 Eylül sonrasında Irak ve Afganistan işgalleri de dünya kamuoyunu ikna etmenin önemli bir argümanı olarak değerlendiriliyor.
FRAKS YONLARIN ÇEL EN TALEPLER Ali Murat Özdemir “11 Eylül ve Yeni Devlet Biçimi” makalesiyle “Devlet nedir?” sorusundan yola çıkarak yeni devlet biçimini tartışıyor. Devletin, sivil toplumun dışında ve karşısında konumlanmış bir organizma ya da alan olmadığını belirten yazar, tersi bir algılamayı da gözler önüne seriyor: Buna göre devlet, “Sermayenin yeniden üretimi temel ekseninde bir araya gelmiş ve işleyişi çelişkilerden muaf olmayan yapısal biçimlerin, kurumların ve örgütlerin toplamıdır.” Devlet zamandan ve mekandan bağımsız değildir. Sermaye hiçbir zaman “genel olarak sermaye” formunda temsil edilmez. Farklı fraksiyonların (TÜSİAD, MÜSİAD, TUSKON vs.) bazen birbiri ile esaslı olarak çelişen farklı talepleri olacaktır. Sermayenin fraksiyonları arasındaki ilişkide talepler, birikim stratejileri üzerinden içerik kazanır. Bu noktada yazar, örneğin Türkiye’de Ortadoğu eksenli sermaye gruplarıyla kurulacak ilişkiyi merkeze alarak, kendi dar iktisadi çıkarlarını aşmaya yönelmiş sermaye gruplarıyla alakalı talepleri temsil eden kimseler tarafından domine edilmiş devlet aygıtlarında, Yeni Osmanlıcı bir söylemin diğerlerine üstün gelebileceğini belirtiyor. Bu aygıtın içerisine giren taleplerin de bu söylemi destekleyen grupların işine yarayabileceği söylenebilir. Türkiye’nin Avrupa Birliği perspektifi de, ilgili grupların ve uluslararası almaşıklarının küresel sisteme eklemlenme tarzlarıyla ilişki içinde gelişecektir. Dolayısıyla devlet “Kendi içerisinde temsil bulan çeşitli sınıfların güçlerinin kesiştiği noktada iktidarını kullanılabilen yapılaşmış bir ilişkiler setidir.” 11 Eylül, Irak’ta görüldüğü gibi Amerika’yla ve diğer emperyalist devletlerle ters düşen ülkelerin, devlet biçimin dönüştürülmesi için fırsat yaratmıştır. Önümüzdeki dönemde, stratejik hammadde satıcılarının Amerikan hegomanyası ile sorunları olan ülkeler için (Venezuella, İran) savaşa varan dış müdahale gündeme gelecektir. Yazar tam bu-
rada Türkiye ile Irak’ı karşılaştırarak, Türkiye’de yaşananın adeta “savaşsız teslim” olduğunu dile getiriyor.
11 EYLÜL’ÜN ESAS FA L VE AMACI Prof. Dr. Sencer İmer “11 Eylül Sonrası Küresel Değişimler” adlı makalesinde 11 Eylül sonrasında emperyalist devletler ve ezilen dünya arasındaki ilişkileri değerlendiriyor. 11 Eylül’de İkiz Kuleler’in yıkılışının tarihteki bazı olayların sonuçlarıyla aynı etkiyi yarattığını gündeme getiriyor. İmer, Almanya’da Hitler döneminde Alman Meclis binası Reichstag’ın, Naziler tarafından yakıldığının sonradan ortaya çıktığını hatırlatarak, o dönemde suçun komünistlerin üzerine atıldığını, çünkü Hitler’in o dönemde mecliste üstünlük sağlamak için böyle bir hadiseye ihtiyacı olduğunu belirtir. Dolayısıyla 11 Eylül olayının da Amerika’nın Ortadoğu’da ve Asya’da hegemonya sağlayabilmek için “teröre karşı savaş” sloganıyla başlatacağı savaşları gerçekleştirebilmek için kendisinin yapmış olabileceğini iddia ediyor. İmer, makalesinde ABD – Çin rekabetine de değiniyor. Amerika, Asya’ya yönelik hamlesinde Henry Kissinger aracılığıyla “Çin’in yükselişini durduramayız, fakat yavaşlatabiliriz.” diyor. ABD, Çin’in büyümesinde esas engelin enerji teminindeki zorluklar olacağını tespit ediyor. Afganistan, İran ve Suriye operasyonları ile de Çin’in enerji kaynakları kesilerek yükselişi yavaşlatılmaya çalışıyor. Bu arada “Çin, Libya’ya yönelik operasyonda neden BM güvenlik konseyinde veto hakkını kullanmadı? diye sorulabilir. İmer bu soruya “Çin’in şu anda savaşa ihtiyacı yok. 10-15 sene daha dişini sıkarsa belli bir duruma geldikten sonra zaten savaşa ihtiyaç kalmayacak.” Diyerek Çin’in Amerika’yı “savaşsız yenme” stratejisini belirtmiş oluyor. Kitapta yer alan makalelerden biri de Emel G. Oktay’ın kaleme aldığı “11 Eylül Sonrası ABD Kamu Diplomasisi”. Makalede soğuk savaş sonrası değişen kamu diplomasisi anlayışı ve “yumuşak güç” kavramı üzerinden kamu diplomasisinin küresel teröre karşı araçlaştırılması ele alınıyor. Yine Anar Somuncuoğlu “11 Eylül’den Sonra Orta Asya: Tek Kutupluluktan Çok Kutupluluğa” makalesinde ABD ve iki Asya ülkesi Rusya ve Çin arasındaki mücadeleyi irdeliyor. 11 Eylül sonrası Rusya ve Çin’in daha aktif hale geldiğini söyleyen Somuncuoğlu, enerji hatları üzerindeki mücadeleyi sergiliyor. Zuhal Yeşilyurt Gündüz ise “11 Eylül Sonrasında AB ve Göç: Güvenlikleştirme ve Ekonomikleştirme İkilemi” adlı yazısında AB’nin Kuzey Afrika’yı yoksulluktan öte açlıkla karşı karşıya bıraktığını, AB’nin göçün nedenleriyle değil göçmenlerle ve mültecilerle mücadele ettiğini örneklerle açıklıyor. (11 Eylül: Küresel Felakete Yerel Yorumlar, Der: İsmail Aydıngün- Ali Murat Özdemir, Tan Kitabevi, 186 s.)
18
3 A USTOS 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
YENİ ÇIKANLAR
ehir ve ehir
Kirli, Pasl , Bozuk
Resimli Adam
Nimrod Ç ld r lar
China Mieville, Yordam Kitap, Çev: Mehtap Gün Ayral, 336 s.
Alican Ökmen, Ayr nt Yay nlar , 272 s.
Ray Bradbury, thaki Yay nlar , Çev: lker Sönmez, 344 s.
Etgar Keret, Siren Yay nlar , Çev: Avi Pardo, 160 s.
Bilim kurgu/fantastik edebiyat alanının “Nobel”i Arthur C. Clarke ödülünü üç kez kazanan tek yazardan varoluşsal bir polisiye... Yayınlanışının hemen ardından, 2010 yılında Hugo, Dünya Fantezi, Nebula ve Arthur C. Clarke ödüllerini kazanan “Şehir ve Şehir”, okuyucuyu sanatsal doruklara çıkaran bir gerilim romanı... Britanya fantastik edebiyatının parlak isimlerinden China Miêville, fantastik edebiyat alanının “Nobel”i olarak nitelendirilen Arthur C. Clarke ödülünü üç kez kazanan tek yazardır. Yazarına Hugo, Dünya Fantezi, Nebula ve Arthur C. Clarke ödüllerini kazandıran Şehir ve Şehir; gerçek ya da hayal ürünü, hiçbir şehre benzemeyen bir şehirde geçen varoluşsal bir polisiyedir. Avrupa’nın kıyıda köşede kalmış bir şehri olan Beszel’de bir kadın cesedi bulunur. Bu olay, başta, Ağır Suçlar Birimi müfettişi Tyador Borlû’ya sıradan bir cinayet gibi gelir. Ama soruşturma ilerledikçe, kanıtlar onu hayal bile edemeyeceği kadar ölümcül planlara götürür...
Duyguların en safı, en karanlığı ve en acıma bilmezi olan intikam, mağdurun zalim, zalimin mağdurla yer değiştirmesine neden oluyor. Her şeyin kirlendiği, insanların çürüdüğü, adilik ve bayağılığın egemen olduğu bu dünyada insan hayatlarının hiç bir değeri yok. Herkesin silahla ve kötülükle donandığı “Kirli, Paslı, Bozuk”da bütün karakterler kendilerini bekleyen vahşi sona doğru frene basmadan yol alıyor... Alican Ökmen, ilk romanı “Kirli, Paslı, Bozuk”da yeraltının dibe vurmuş insanlarının suça batmış hayatlarını, polisiye kurgusunun gerilimini sinemasal anlatımın araçlarını da kullanarak tırmandıran hızlı, tempolu ve sert bir dille aktarıyor okura. Hikayenin karakterlerinin kaderlerinden kurtulmak hiç değilse malum sonu geciktirmek için çırpınışlarında ise dramatik bir arka planda aşina olduğumuz insani duygulara dokunuyor. Türk romanında yeterince işlenmemiş yeraltı dünyasına keskin bir bakış atan roman okurun yüzünde adeta bir tokat gibi patlıyor.
“Her resim ufak birer hikâyedir. Onları seyredersen birkaç dakika içinde sana bir öykü anlatırlar.” Resimli Adam’ın vücudundan yansıyan, hepsi birbirinden etkileyici on sekiz öykü... Ray Bradbury’den eleştiren, düşündüren ve dehşete düşüren bir bilimkurgu klasiği... “Mars Yıllıkları”ndan hemen sonra, “Fahrenheit 451”den bir süre önce yayımlanan bu kitap, Bradbury külliyatının en önemli eserlerinden biri. Ölümden inançlara, nükleer savaştan ırkçılığa, dünyanın sonundan uzaydaki yalnızlığımıza kadar insanlığa dair birçok konuya değinen Bradbury, hayallerimizle hakikatin karşı karşıya geldiği, modern bireyin psikolojisine ve teknolojik ilerlemenin karanlık yanına ışık tutan öyküleriyle bize yine bizi anlatıyor.
Keret’in büyülü, tuhaf, ters köşeler ile dolu inişli çıkışlı dünyasına bir giriş bileti: “Nimrod Çıldırışları”. “Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü” ile “Buzdolabının Üstündeki Kız”ın hınzır yazarı, hiçbir şeye aldırmaksızın akan sıradan hayatlara derin kesikler atmaya devam ediyor. “Nimrod Çıldırışları” kendi kafasına göre dönüp duran dünyada çıldırmadan yaşamayı başaranlara, ne olursa olsun arkadaşlarına inanmakta ısrarcı olanlara, yaralarıyla yaşayanlara ve yaşayamayanlara, hayatın karanlıkları içinde parıltıları arayanlara sesleniyor. Geceleri ensesi kıllı, şişko bir adama dönüşen sevgilisiyle şehrin altını üstüne getiren bir adam, kaybettikleri arkadaşlarını anmak için sırayla fıttıran dostlar, ikinci fırsatların hayaliyle bir ömür boyunca yaşayanlar ve umutsuzluğu bir ip şeklinde hayal ederek ilmeği boyunlarına geçiriveren insanlar... Hepsi ve daha fazlası, Keret’in hüzünlü, oyunbaz, eğlenceli hikayeleriyle, kanlı canlı karşınızda.
Çöpün Gelini
Chavez Bizi B rakma
lk nsan Diyeti
TÖS - Antiemperyalist Bir Ö retmen Örgütü
Mike Segretto, Tembel Hayvan Yay nlar , Çev: Cihat Ta ç o lu, 176 s.
Noyan Umruk, Destek Yay nlar , 251 s.
Arthur De Vany, NTV Yay nlar , Çev: Bülent Do an, 256 s.
Bu kitabı, son müsveddeleri dikkatle okurken yüzüne yerleşen tiksinti gerçekten ilham verici olan anneme adıyorum. -Mike SegrettoBu kitabı neden yazdığını bilmiyorum, Mike. Ama ben, öncelikle zihinlerimize hakim kılınan aşk anlayışına tamamen farklı bir alternatif oluşturduğu için bastım. Tiksinti konusuna gelince Anneciğini üzme; zaman zaman gerçekten iğrenç olabiliyorsun. Öte yandan en aykırı, en olmayacak, en gerçekdışı ama mutlaka gerçek aşkı biraz kanlı canlı olsa da tarif etme yolun buysa, diyecek şey yok. Ne demiş bu kitabın kahramanı Whizer Whale: Garunga! Öyle olsun. -YayıncıTanrı ikinizin de belasını versin! -Okuyucu-
Châvez, hazırlanan petrol planı uyarınca, petrol gelirinden halka kalacak payı yüzde 30’a çıkardı. Ardından “Toprak Reformu”nu gerçekleştirdi. Bütün bunların amacı yoksulları doyurmak, barındırmak, eğitmek, gönendirmek. ABD yönetimi bütün bunları “fazla sosyalistçe” bulmakta, Irak’a demokrasi götürmek(!)” için işgalci olurken, Venezuela’da demokrasiye karşı darbeci kimliğiyle gerçek yüzünü göstermekte. İşte bu nedenle, küresel azgınlığın en pervasız döneminde, yoksulların devrim yaptığı bu ülkeyi, Venezuela’yı görmek, devrimin lideri Châvez’i tanımak gerekiyor. Sözün kısası, anlayana sivrisinek saz, anlamayana Venezuela az... “Bu gelişmelerin en önde gelen aktörü olan Châvez’in daha şimdiden efsaneleşmiş olan serüveni, Noyan Umruk’un araştırmasının eksenini oluşturmaktadır. Noyan Umruk, çok öncelerden tanık olduğumuz üstün araştırmacılık yeteneğini bu çalışması ile bir kere daha kanıtlamıştır.” Prof. Dr. Alpaslan Işıklı
Aşırı şekerli mısır şurupları, işlenmiş karbonhidratlar ve ofislerde harcanan saatlerden önce atalarımızın hayatta kalmak için ihtiyaç duyduğu yakıtlar otla beslenen hayvanların etleri, yaban hayatta avlanan balıklar ve taze sebze-meyvelerdi. Hareket etmenin bir zorunluluk, yiyeceklerin ise kıt olduğu dönemde sadece güçlüler hayatta kalabiliyordu. O zamandan bu yana DNA’mız çok az değişti ama ifadesini bulduğu ortamın kökten değiştiğine şüphe yok. Spor salonlarında egzersiz yapmadığımız, yemeklerimizi kutulardan yemediğimiz günde 10 saat boyunca oturmadığımız bir dünyada var olmak üzere tasarlanmış vücutlarımız ve hayatlarımız çok daha farklı eziyetler çekiyor. “İlk İnsan Diyeti”nde Arthur De Vany, tabiat ananın bizim için uygun gördüğü sağlıklı yaşam formülünü veriyor. De Vany mağara adamlarının alışkanlıklarını taklit etmenin getirilerinden bahsediyor: Arada sırada öğün atlayın, daha az ama daha yoğun spor yapın, kardiyo makinelerinde saatlerinizi harcamaktansa kısa mesafeleri yüksek hızda koşarak kat etmeye çalışın...
Y ld r m Koç, Kaynak Yay nlar , 112 s. Bu kitabın amacı bir TÖS tarihi yazmak değildir. Amaç, TÖS’ü TÖS yapan özellikler içinde ön plana geçen ve TÖS’ü unutulmaz kılan özelliklerin temelinde yatan antiemperyalist, ulusalcı ve emekten yana çizginin incelenmesi ve değerlendirilmesidir. TÖS’ün resmi belgelerinde yer alan görüşler kitapta alıntılar biçiminde sunulmaktadır. “Bir TÖS Vardı” Öğretmenlerin İlk Örgütlenmeleri TÖS’ün Kökleri TÖS’ün Kuruluşu ve Çalışmaları TÖS’ün Başarıları ve Nedenleri TÖS’ün Antiemperyalist, Ulusalcı ve Emekten Yana Politikaları TÖS Niçin Hedef Oldu? TÖS adı niçin unutulmuyor?
YENİ ÇIKANLAR
Aydınlık KİTAP
3 A USTOS 2012 CUMA
19
Felaket - Vadi 2
A k n Normal Kaosu
Mikro
Tekrar Olmayan Öyküler
Krystyna Kuhn, Pegasus Yay nlar , Çev: Firuzan Gürbüz, 336 s.
Elisabeth Beck-Gernsheim, Ulrich Beck, mge Kitabevi Yay nlar , Çev: Nafer Ermi , 414 s.
Michael Crichton, Richard Preston, Alt n Kitaplar, Çev: Esat Ören, 464 s.
Gizemli. Efsane dolu. Ve asla sırrını açmıyor. Hiç kimseye.. Katie’nin yalnızca tek bir hedefi vardır. Hayalet’in zirvesine tırmanmak. Vadi üzerinde yükselen efsanevi üç bin metreyi aşmak. Yetmişli yıllarda bir grup gencin kaybolmasından bu yana, dağla ilgili etrafta inanılmaz söylentiler dolaşmaktadır. Katie, Julia, David ve diğerleri yola çıkar çıkmaz olaylar kontrolden çıkar. Üstüne üstlük bir de hava ansızın değişince grubun yaşamı tehlikeye girer. Peki son anda gruba katılan gizemli Paul Forster’ın amacı nedir? Kulübede bulunan huzursuz edici kanıtın nasıl bir anlamı vardır? Şimdi artık kimin dost, kimin düşman olduğu ortaya çıkacaktır. “Vadi harika! Gizemli, karanlık sırlarla dolu etkileyici bir hikâye. Hiçbir sayfasını kaçırmak istemeyeceğiniz karşı konulamaz bir macera.”
Aşkın Normal Kaosu, cinsiyet rollerini, ilişki kalıplarını, cinsiyetle ilintili yaşam biçimlerini inceler. Eski normların modernizm tarafından yıkılışı ve bu geçiş sürecinin yarattığı sorunlar çerçevesinde günümüzdeki kadın erkek ilişkilerinin durumunu betimler. Aşkın ortaya çıkışıyla birlikte, maddi temellere dayalı evlilik ve ilişki biçimlerinin yerini günümüzde çoğunlukla aşka dayalı ilişki biçimleri almıştır. Dünyaca ünlü Alman sosyolog Ulrich Beck, bu son derece şaşırtıcı kitabında, çoktandır önümüzde duran ama belki hiç adlandıramadığımız bir şeye dikkat çekiyor. Dinin vaat ettiği öteki dünyanın cenneti; bugünü, şimdiyi yaşamak isteyen modern insana artık yetmemektedir. Onun yerini hemen şimdi yaşanabilecek bir cennet hayali almıştır ve bu cennet aşktır. Beck'e göre, yeryüzünde bir cennet vaat eden aşk, genel tanımıyla bir “yeryüzü dini”dir. Ancak bunu gerçekleştirmek hiç kolay değildir ve giderek de zorlaşmaktadır.
Mikro’da Michael Crichton görülemeyecek kadar küçük, fakat göz ardı edilemeyecek kadar tehlikeli bir evreni gözler önüne seriyor. Honolulu’da içeriden kilitli bir ofiste üç adamın cesedi bulunur. Geride kalan tek ipucu bıçaklı, çıplak gözle görülemeyecek kadar minik bir robottur. Oahu’nun bereket fışkıran ormanlarında biyolojik araştırmalarda çığır açan yepyeni bir teknoloji uygulanmaktadır. Cambridge, Massachusetts'te alanlarında sivrilmiş yedi doktora öğrencisi mikrobiyolojide devrim yapan yeni bir şirket tarafından işe alınırlar. Nanigen Mikro-Teknoloji bu grubu Hawaii’deki gizemli bir laboratuvara götürür ve onlara bilimin sınırlarını zorlayabilecekleri gereçleri sunar. Ne ki, bu genç bilim insanları Oahu yağmur ormanlarına adım attıkları anda kendilerini adım başı korkunç tehlikelerle karşılaştıkları düşman bir yabanıl ortamda bulurlar. Doğal dünya hakkında bildikleri dışında silahları yoktur. Acımasız ve dizginlenemeyen bir düşmana yem olmak istemiyorlarsa, önce doğanın kendi gücünü alt etmek zorundadırlar.
Büyük Yollar n Haydudu
Sandman - Sisler Mevsimi
Anne Hiç Can m Ac mad
Son Arzu - Evlere enlik - Kaynanam Nas l Kudurdu?
Öner Ciravo lu, Can Yay nlar , 120 s.
Neil Gaiman, Laika Yay nc l k, Çev: Ece Esmer, 224 s.
Tuncay Özkan, Cumhuriyet Kitaplar , 226 s.
Hüseyin Rahmi Gürp nar, Everest Yay nlar , 362 s.
Bu kitap, Attilâ İlhan’ın yaşamına odaklanmış kuru bir biyografi değil. Ustanın kendi anlatımıyla kayda düşürülmüş bir anılar toplamı. Ciltlere sığmayacak bir yaşamın, dev bir şiirin özeti. Şairin yaşamının satırbaşları... “Attilâ İlhan okumaları, benim için adeta bir yaşama biçimi halini aldı. (...) Bugünün gençleri gibi biz de 1960’larda Nâzım Hikmet’in, Attilâ İlhan’ın şiirleriyle coşardık. İnanırdık ki, her okuyuşumuzda dünya yeniden kurulacak. Sanırdık ki içkievlerinde masalar, onun şiirleriyle çınlayınca gökyüzü fethedilecek. Bizim kuşağın edebiyat tutkusuydu bu... Bu tutkuyu alttan alta besleyen neydi? Attilâ İlhan, her şeyden önce kendine özgü bir üslup yaratmıştı. Edebiyatta yaratılan bu üslup, giderek hayatı kavrama, açıklama ve dönüştürme uğraşında bir ahlakın oluşmasına yol açmıştı. Genç kuşaklarla iletişim kurabilen bir yazardı. Hepimizi etkileyen de buydu.”
Sandman’in 1990’ların en beğenilen ve ödül kazanmış çizgi roman serisi olmasının bir nedeni var: Neil Gaiman tarafından yazılan ve çizgi roman sektörünün en çok rağbet gören çizerleri tarafından resimlenen bu akıllıca yazılmış ve derin bir hüzün içeren destan; çağdaş kurgu, tarihi öyküler ve efsanelerin kusursuzca bir araya getirildiği, modern mitoloji ve karanlık fantezinin birleşimi olan bir eser. Sandman efsanesi çizgi roman edebiyatında eşi olmayan, unutamayacağınız bir öykü. Sisler Mevsimi, bizi Ebediler Ailesi’nin diğer üyeleri ile tanıştırıyor. Kader’in bahçesinde başlayan olaylar dizisi, Düş’ün cehennemi tekrar ziyaret etmesiyle doruğa ulaşır. Kendisini bekleyen cehennemin efendisi Lucifer, Düş'ü hiç beklemediği bir şekilde karşılayacaktır. Lucifer’ın üzerine yüklediği ağır sorumluluk, Düş’ün pek çok mistik tanrıyla muhatap olmasına neden olacaktır.
Sizin hukukunuz, dünyadaki hiçbir hukuk, bir insanın vicdanından daha büyük değildir. Ben vicdanımın temizliğiyle burada dimdik duruyorum! Hayatımın sonuna kadar da dururum. Ben hasretten yaprak dökmesinler diye burada göğsümün üstünde sakladığım fesleğenleri, yarime gönderiyorum. Ben memleketimin fesleğenine, toprağına, insanına aşkla bağlıyım, aşk! Beni bu topraklardan kimse söküp atamaz. Beni zindanlar, hücreler bu topraklardan söküp atamaz. Tecritler vız gelir. Ancak faşistler düşünceden korkar. Ancak alçaklar insanlara tuzak kurar. Faşizme ve alçaklığa artık izin vermeyin...
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın değeri anlaşılamamış eserlerinden biri olan Son Arzu, temelde bir aşk romanı olmasının yanında, okuyucusuna 19. yüzyıl İstanbul konak ve sosyal hayatına dair önemli ayrıntılar sunuyor. Şehzadebaşı, Direklerarası’nda ramazan gecesi tasvirleriyle açılan roman, bu eğlencelerde karşılaşan gençlerin birbirlerine sevdalanmalarıyla asıl mecrasını buluyor. Nuruyezdan, Zişan ve Vicdan, üç farklı karakterdeki üç genç kız, sevgilileriyle şartların müsaade ettiği ölçüde alakalarını sürdürürler. Üçünün macerası da farklı şekillerde sonuçlanır ama bunları belirleyen ortak etken; toplumun ve toplum yaşantısını belirleyen “ihtiyarların” kadın-erkek ilişkilerinde takındığı sert tutumdur. Evlere Şenlik Kaynanam Nasıl Kudurdu? ise insan ilişkilerine dair, hiçbir zaman eskimeyecek, klasik bir roman.
Tülin Dursun, Yitik Ülke Yay nlar , 159 s. Türkiye’den insan manzaraları ve özgün hikâyeler bu kitapta bir araya geldi... Çocukluk yıllarımızda bize anlatılan masalların etkisinde kalmayan hiç kimse yoktur. Masalların içindeki iyi kalpli kahramanları kendimizin yerine koyarak, arkadaşlarımızla olan ilişkilerimizi belirlemişizdir. Onların gerçek olmadıklarını anladığımız zaman kendi masallarımızı uydurmaya başlamış ve ilk yalanlarımızı kendimizi savunma amaçlı söylemişizdir. Masalları öyküye dönüştürürken çıktığımız yolculuklarda inmek zorunda olduğumuz duraklar geleceğimizi belirlediğinde geride iyi-kötü anılar, pişmanlıklar, kırgınlıklar kalır. Bazı öyküler vardır ki dinlediğinizde veya okuduğunuzda kahraman siz olursunuz. En güzel aşkları yaşar, bütün ihanetleri, yokluğu-varlığı siz çekersiniz. İsyan eden de, boyun eğen de sizsinizdir. Öykülerin hep iyi bitmesini isteriz. Tıpkı masallardaki gibi “Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine” veya “Gökten üç elma düşmüş, kimin ne muradı varsa onun başına” dileklerimiz gibi biten...
20
3 A USTOS 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Güneşi sırtında taşıyan köpek “Buzdolab nda köpe in i i ne?” diyecek olursan z, bu halinizle s ca a dayanam yorsunuz ki hele bir de bir Sibirya kurdu olsayd n z...
ÇOCUKLAR İÇİN
Ç t r Ç t r Felsefe - A K VE DOSTLUK Sevginin iki farklı biçimi, kural tanımaz iki duygu: Aşk ve dostluk! Biri “Seni seviyorum” dediğinde, gerçekten öyle hissettiğinden nasıl emin olabiliriz? Kimsede sözcüklerin doğruluğunu ölçen bir makine, itiraf edilen aşkın içtenliğini tartan bir alet yoktur! Ancak gayet iyi ölçülebilen bir şey vardır: Davranışların içtenliği. Sırf bir dostu görmek uğruna yapılan tren yolculuğu, hasta birinin başında günlerce beklemek, arkadaşına en güzel elbiseni ödünç vermek... İşte, gerçek ve içten hareketler... Tüm dünyada her yaştan okurla buluşan “Çıtır Çıtır Felsefe” dizisinin 21. kitabında yazar Brigitte Labbe, insanı büyük mutluluklara ya da umutsuzluklara sürükleyen iki kavramı inBrigitte Labbe, celiyor: Aşk ve dostluk. Brigitte Labbê’nin dü- Michel Puech, Gün şünmeye davet eden özgürlükçü yaklaşımı ve Kitapl , Çev: Azade güçlü anlatımı kadar, Jacques Azam’ın kariAslan, 40 s. katür tadındaki renkli resimleriyle de benzersiz kıldığı “Çıtır Çıtır Felsefe” dizisi, çeşitli ülkelerde olduğu gibi, ülkemizde de birçok okulun en çok önerdiği kitaplar arasında yer alıyor.Yaşamı ve dünyanın işleyişini anlamaya çalışan çocuklara yardımcı olacak temel sorularla kurgulanan her kitap, farklı bir temel konuyu, günlük yaşamda sıkça karşılaştığımız örnek olaylarla öyküleştirerek tartışıyor. Dizi, öğretmenler ve anne babalar tarafından da severek okunuyor.
İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com İlk sayılarda Behiç Ak’ın “Güneşi Bile Tamir Eden Adam” adlı çocuk romanını anlatmıştık. Eğer okuduysa çocuklarınız ve beğendilerse, şimdi de yine aynı tatta bir diğer çocuk kitabından bahsetmek istiyoruz: “Buzdolabındaki Köpek”. Her iki kitap da çocuğunuzun kütüphanesinin önemli köşelerine layık kitaplar. Tabi o bembeyaz sayfaların üzerindeki rengarenk karikatürlere bakmaya doyup kütüphanelerine kaldırabilirlerse. “Buzdolabında köpeğin işi ne?” diyecek olursanız, bu halinizle sıcağa dayanamıyorsunuz ki hele bir de bir Sibirya kurdu olsaydınız ve sıcacık bir adada yaşamaya zorlansaydınız siz de o buzdolabına girer, bir daha da çıkmazdınız. “Sibirya kurdunun sıcacık adada işi ne?” diyecek olursanız, o zaman kitabı okumalısınız. Behiç Ak, okuduğum bir önceki kitabında yaptığı gibi yine çocukları hoşnut edecek ve eğlendirecek bir öykü yazmış. Hiçbir karakteri vasıfsız bırakmamış, hepsinden ayrı ayrı bahsetmiş. Nasıl ki hepimizin ayrı huyları, ayrı becerileri, ayrı korkuları varsa, Behiç Ak da kitaplarında her karakteri özenle yaratmış ve uzun uzun da bahsetmiş. Olur ya bazı kitaplarda sadece kahramanı doğru düzgün tanırız, diğerleri yalnızca onun annesidir, babasıdır, eşidir, komşusudur, arkadaşıdır. Bu kitapta kahramanımız Cem, ama Behiç Ak bize onun deniz aşığı babası, çılgınca gezen halası, köyün en yaşlısı olan, tüm ağaçlar hakkında her şeyi bilen ve sırlarını sadece onlarla paylaşan Sırdede, serçelerle konuşan Serçe Kadın hakkında, onları bizim için önemli yapacak birçok şeyden bahsetmiş. Her birini yaşanan komik olayların bir parçası haline getirip yalnız kalmalarına izin vermemiş. Kitaptaki komik olayların arkasında da aslında tarihi bir gerçek yatıyor. Bu küçük şirin köyde yaşayan insanlar aslında dedeleri savaş son
rası Türkiye Yunanistan arasında yapılan nüfus mübadelesinde yeni bir savaşı engellemek için Yunanistan’daki evlerinden zorla koparılıp Türkiye’ye getirilen köylülermiş. Ancak sonraki nesle mübadeleden hiç bahsedilmemiş. Sanki büyük büyük dedelerine kadar hep bu köyde yaşamış, hep bu köye ait olmuşlar gibi anlatılmış. Böylece her biri köyüne sıkı sıkıya bağlanmış, dışarıdaki hayatı umursamaz olmuşlar. Hikaye üzücü bir gerçeğe dayansa da Behiç Ak eğlenceli bir halde anlattığı için sıkmadan, germeden, üzmeden okutturuyor kitabını.
AFACAN BUZDOLABINA SI INIRSA Asıl kurgu Cem’in gezgin halasının Rusya’ya yaptığı gezi sonrasında Cem’e hediye olarak getirdiği Haski cinsi küçük bir köpek etrafında dönüyor Akrabaları Rusya’nın karlı dağlarında bir o yana bir bu yana koşturan bu köpek, haliyle kanında haylazlık olduğu için büyüdükçe köyü birbirine katıyor. Olacakları önceden sezen köylüler zamanında köpeğe Afacan adını vermişler bile. . Behiç Ak kitabın bir bölümünün başlığında Afacan için “Güneşi sırtında taşıyan köpek” demiş. Afacan gün geçtikçe sıcağa daha da dayanamaz oluyor. Bir vantilatöre, bir soğuk depoya, bir buzdolabına dadanan hayvancağızın içler acısı halini görünce Sevgi Hala ve köylüler, Afacan’ı köklerinden ve vatanından ayırıp, yapısına uygun olamayan ortamda yaşamaya zorlamakla hata ettiklerini anlıyorlar ve onu vatanına geri götürmeye karar veriyorlar. Peki, bugüne kadar köylerinden hiç ayrılmamış bu insanlar bir köpek için sınırları aşma riskini göze alabilecekler mi sizce? Eğlenceli okumalar diliyoruz. (Buzdolabındaki Köpek Yazan ve Resimleyen: Behiç Ak Günışığı Kitaplığı, 96 s.)
Kim Korkar Mavi Kurt’tan? Günlerden bir gün, siz deyin on, ben diyeyim yirmi yılda bir yaşanacak farklı bir akşam geçirdi Ninni Ninesi. Bütün çocuklar yatağa girmiş, onun evinden gökyüzüne yayılan sesini duymak için beklerken, Ninni Ninesi’nin içinden hiç mi hiç ninni söylemek gelmiyordu... İşte ne olduysa bundan sonra oldu. Ninni Ninesi sorduğu bilmece ile tüm çocukları gece boyunca sürecek cesaret dolu bir maceraya sürükledi… Kim korkar Mavi Kurt’tan? Ayın aydınlık yüzü mü? Yoksa karanlık gece mi? Çocuk yazının en önemli isimlerinden Şiirsel Taş ve çizer Özlem Keleş’ten sevgi, beraberlik, cesaret ve inanç üzerine sımsıcak bir çağdaş masal… Bilen varsa, ninnimi duysun, uyusun, Bilmeyenler benle gelsin, arasın, Söyleyin, söyleyin, söyleyin bakalım Kim korkar Mavi Kurt’tan?
iirsel Ta Özlem Kele , Tudem, 32 s.
U urböce i Sevecen ile Salyangoz Tomurcuk 6 - Deniz Maceras Uğurböceği Sevecen ile Salyangoz Tomurcuk’un Maceraları Devam Ediyor! Macar yazar Erika Bartos’un yazıp resimlediği Uğurböceği Sevecen ile Salyangoz Tomurcuk’un maceraları devam ediyor. Önceki maceralar: “Arkadaş”, “Gökkuşağı”, “Noel Baba”, “Uçurtma” ve “Cadılar” başlıklarını taşıyordu. Yeni maceranın yer aldığı altıncı kitap ise: “Deniz Macerası”. Dereden nehre, oradan ver elini deniz! Rüzgâr, renkli balıklar, yengeçler, midyeler ve daha neler neler? Sevecen ile Tomurcuk’u bu macerada yepyeni dostlar ve heyecanlı bir yolculuk bekliyor.
Erika Bartos, YKY, Çev: Agi Judit Kiri o lu – Elvan L. Eti, 24 s.
Aydınlık KİTAP
SAHAF
3 A USTOS 2012 CUMA
21
İttihat ve Terakki içinde dönenler ERCAN DOLAPÇI İttihat ve Terakki dönemi devrimcilerine bugün de saldırılıyor. Hani meşhur sözleri var ya: “İttihatçı zihniyet” diye. Aslında o zihniyetin tam karşılığı: Vatanseverlik ve devrimciliktir! Çökmekte olan bir İmparatorluğun son çocuklarının onur ve şeref direnişidir aynı zamanda. Onlara fedai de derlerdi. İttihatçı devrimcileri suçlayanlar da nedense hep emperyalizmle işbirliği yapan gericilerdir. O gün ve bugün de hep böyle olmuş... İttihatçı dönemin isimlerinden Galip Vardar anlatmış; Sami Nafiz Tansu da yazmış. İnkılâp Kibabevi tarafından 1960 yılında basılmış. İçinde çok önemli anlatımlar var. O dönemin olaylarını ve şahsiyetlerini yakından tanıyan bir insanın anlatımı ayrı bir değer katıyor kitaba. Dönemin meraklılarına ve araştırmacıları için önemli bir eser.
SAVA LARDA GEÇEN YA AM Tansu, Galip Vardar’ı şöyle anlatıyor: “Galip Vardar, hayatı Rumeli’de eşkıya takibinde geçirmiş bir Ohrili Eyüp Sabri, İttihatçıların
meşhur Maarif Nâzırı Şükrü, Yakup Cemil ve Sapancalı Hakkı Beylerin en eski ve en iyi arkadaşlarıdır. Galip Vardar Serezli’dir. Çocukluğu Rumeli'de geçmiş, genç yaşında babasının yanında vazifeler almış, Balıkesir idadisini bitirdiği zaman umumi harbe gönüllü bir delikanlı olarak gitmiş, Miralay Rabe’nin ordugâhında talim görerek Çanakkale Savaşı’na iştirak etmiş, büyük Atatürk’ün 19. Fırkası’nda Conkbayırı, Seddülbahir savaşlarına girmiş, yaralanmış geriye alınmış, sonra da Galiçya’ya sevk edilmiş, fakat kısmi paralize giden durumu onu geriye çevirtmiş. Mütareke senelerinde gizli teşkilatın başı olan Albay Hüsamettin Ertürk'ün emrinde ve yanında onun sağ kolu olarak hizmet etmiş, babasının bu en iyi arkadaşı ona çok nazik ve mühim vazifeler vermiştir. İstiklal Savaşı’na gönüllü olarak karışmış, Sakarya Harbi’ne iştirak ederek ağır surette yaralanmış ve kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası almaya muvaffak olmuştur.”
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
SİLİFKE, MERSİN / KİTAP DÜNYASI
Bir dünya kitap
AYKUT BABACAN “Kitap Dünyası” Silifkeli kitapseverlere paylaşmanın ve öğrenmenin heyecanını sunuyor. İlçede üç yıldır çalışma yürüten kitabevinin kurucusu Baki Günüç, kitapseverler ve bilhassa gençler için oluşturulan kütüphanelerin, toplumun bilgi düzeyine sağladığı yararların farkında olduğunu belirtiyor. Bu farkındalığın eyleme dönüştürülmesinde başarılı olunduğunu somut bir şekilde görüyoruz. Nitekim “Kitap Dünyası” birkaç aylık çalışma
ile gençlerin uğrak mekanlarından birisi olmuş. İçinde edebi, felsefi, bilimsel, siyasi eserlerin ve derslere yardımcı kaynakların yer aldığı kütüphanede 5 bin kitap bulunuyor. Kitapseverlere nitelikli bir okuma ortamı sunmanın yanında ikinci el kitap değişimi imkanı da sağlanıyor. Kitabevinin kurucusu Baki Günüç, ilçedeki bütün kitap dostlarının katkılarıyla Kitap Dünyasını sanat etkinliklerinin de yürütüldüğü bir kültür merkezi haline getirmeyi hedefliyor. Kitapseverlere duyurulur!
NADYA’NIN ACI ÖYKÜSÜ Galip Vardar anılarında çocukken Makedonya dağlarında vuruşan Türk delikanlılarının nasıl dağda taşta yiğitçe vuruşarak hayatlarını kaybettiklerini ve onların anılarına bir anıt bile dikilmediğini söylüyor. Çocukluk anılarının en çarpıcısı Ödemişli genç subay Nazım Bey’in, Bulgar asıllı sevgilisi Nadya’nın çeteler tarafından; Türklerle işbirliği yaptığı gerekçesiyle öldürülerek bir ağaca asılmasıdır. Nazım Bey ise yaralanır. Yaman bir İtithatçı devrimci subaydır. Galip Bey o dönemin çok ayrıntılı Makedonya tasvirlerini de yapıyor. Çeteler ve reisleri hakkında da ayrıntılı bilgiler veriyor. Bu örgüde başlayan kitap, Birinci Dünya Savaşı sonuna kadarki İttihatçı dönemdeki olaylara ve insanlarının ayrıntılı portrelerine yer veriyor. 415 sayfalık kitap meraklıları için iyi bir kaynak. (İttihat ve Terakki İçinde Dönenler, Samih Nafiz Tansu, İnkılâp Kitabevi, 584 s.)
22
Aydınlık KİTAP
3 A USTOS 2012 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?
1
Benim başımdan neler geçti buraya geldim geleli, ne ben söyleyeyim. ne sen duy. Bu gözler neler gördü, bu kulaklar neler duydu adaya gelinceye kadar. Adaya canımı zor attım. Ada bir cennet, insanlar birer melek şaştım kaldım. Ama insanın doğup büyüdüğü yer başka. İnsanın yüreğini koparıp almışlar gibi oluyor. Girit benim düşlerimden hiç çıkmıyor. Gurbete düştüm düşeli doğduğum toprak gündüz hayalimde gece düşümde. Her sabah uyanırken kendimi Girit’teki evimde sanıyorum, bir de bakıyorum ki bilmediğim bir yerdeyim. Bu adada her sabah uyanınca, yalnızlık o kadar yüreğime, o kadar işlemiş ki korkuyorum. Adaya alışıyor, doğduğum toprakları unutmuş gibi oluyorum. Alışmaktan, kendimi unutmaktan korkuyorum.
a) Halikarnas Balıkçısı - Ötelerin Çocukları b) Yaşar Kemal – Karıncanın Su İçtiği c) Yaşar Kemal – Tanyeri Horozları d) Saba Altınsay – Kritimu Girit’im Benim e) Ahmet Yorulmaz - Savaşın Çocukları Girit’ten Sonra Ayvalık
Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(d)
2-(c)
2
...başlamıştır rüyalarını saymaya. onun da ölmesini engelleyenler, işte o rüyalar. uyku, hissederek yapabildiği son iş. elinde kalan son huzur. rüyaları ise yeryüzünde bir türlü arayıp da bulamadığı evi. Ama o, ev fikriyle kendini rahatlatırdı. yolculuğu, gecesi ne kadar kötü geçerse geçsin dönebileceği ve hiçbir şey olmamış gibi kendisini bekleyen bir evin olması, hayatındaki bütün tehlikeli işleri yapabilmesini sağlıyordu...
a) Hakan Günday – Kinyas ve Kayra b) Chuck Palahniuk – Ninni c) Chuck Palahniuk – Günce d) William S. Burroughs – Nova Ekspresi e) Murat Uyurkulak – Tol
3-(e)
3
Denize vardım; kıyıdan kıyıya aceleyle yürüyordum. Deniz kıyısında yalnız başına yürümek güçtür; her daga ve gökteki her kuş bağırıp insana borcunu hatırlatır. Başkalarıyla yürürken güler, konuşur tartışırsın; gürültü olur, dalgalarla kuşların ne dediğini duymazsın; belki de o zaman hiçbir şey söylemiyorlardır. Sizin bir söz kalabalığının içinden geçmekte olduğunuzu görüp, susarlar.
a) Panait İstrati, Akdeniz b) Nikos Kazancakis, Zorba c) Yaşar Kemal, Çakırcalı Efe d) John Banville, Deniz e) Ferit Edgü, Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…
BULMACA SOLDAN SA A 1. Resimdeki yazar - Kuyruk sokumu kemi i 2. Lantan’ n simgesi - Berilyum’un simgesi - Türk liras (k sa) Ölüm zaman 3. Nijerya’n n para birimi - Evcil bir geyik türü - Kekli in boynundaki siyah halka 4. Geri; pe - Rodyum’un simgesi - Özellikle ciltçilikte kullan lan bitkisel sepileme görmü keçi derisi 5. Yasa, kural ve mant k ölçülerine dayanmayan - Tanzanya’n n plakas - Neodim’in simgesi 6. Beyaz - “Albrecht ...” (Alman ressam ve gravürcü) - Ulusal içkimiz 7. Bir soru sözü - Mezopotamya panteonunda tüm tanr lar n babas
ve kral olan gök tanr s - Gece yap lan sinema, tiyatro gösterisi 8. Boru sesi - Bir binek hayvan - Notada duraklama i areti Verme, ödeme 9. Yeni, taze - Söz 10. Devrimden önce Fransa’da soylu olmayanlardan al nan bir vergi - Ulusal bir parayla yabanc bir para birimi aras ndaki de i im oran - Platin’in simgesi 11. lave - Bar - Ba l ca içece imiz - Konusunda, hakk nda 12. ovenizmden yana olan kimse, görü , vb. - Ya küçük oldu u halde sözleri ve davran lar büyükmü gibi olan çocuk - Saz n en kal n teli ya da kiri i 13. Küçük ma ara - Felsefede, bir sorunun ç k yolunun olmay Ailesinin geçimini sa layan
14. Bulut - Disprosyum’un simgesi - erit halinde bezemeli çevre süsü - Molibden’in simgesi 15. Resimdeki yazar n bir eseri - 1988’de Dustin Hoffman’a “en iyi oyuncu” dal nda Oscar kazand ran film YUKARIDAN A A IYA 1. Dünyaca tan nan Türk keman virtüözü - Mütareke 2. “... Güler” (foto rafç ) - M s r’ n plakas - Bir Afrika a ac Baryum’un simgesi 3. Baz böceklerin kat ve sert olan üst kanatlar - Kay nbirader Dinsel bir sözü sürekli yineleme 4. Kara ta tlar nda yolu ayd nlatan çok kl fener - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) - Düzgün konu an 5. Su yolu, kanal - Deniz ta mac l nda yük ve yolcu için ödenen ücret - Rusça’da “evet” 6. Niyobyum’un simgesi - S n r - Yabanc - Göz 7. Alt n - Bir i aret s fat - Her zaman, daima, sürekli olarak 8. Tutsak - Kuruyarak veya çürüyerek içi bo alm olan 9. talya’da bir yanarda - Taht 10. Vilayet - Ha lanm ve dövülmü bu day - Kurçatovyum’un simgesi - Bir peygamber ad 11. Cet - Yaramazl k yapmayan, söz dinleyen - Bir yön ad , garp 12. Baz böceklerin kat ve sert olan üst kanatlar - Metal üzerine kaz da ya da ah ap tornas nda kullan lan çelik kalem - Bir say 13. Kutup - “... Kaptan” (ressam) - Japonya’da buda rahibesi 14. Seryum’un simgesi - Sormaca - Matematikte 3.14 say s - Dolayl anlat m 15. Para veya ba ka bir eyin al nd n gösteren belge, makbuz - Alt na bez yap t r lm özel çizim ka d Bulmacan n do ru yan tlar n 10 gün içinde fax veya mektup yoluyla gönderen okurlar m za BRAH M M EK’in resimdeki kitab n arma an edece iz FAX: 0212 252 51 22
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ
Aydınlık KİTAP
SAHAF
3 A USTOS 2012 CUMA
21
İttihat ve Terakki içinde dönenler ERCAN DOLAPÇI İttihat ve Terakki dönemi devrimcilerine bugün de saldırılıyor. Hani meşhur sözleri var ya: “İttihatçı zihniyet” diye. Aslında o zihniyetin tam karşılığı: Vatanseverlik ve devrimciliktir! Çökmekte olan bir İmparatorluğun son çocuklarının onur ve şeref direnişidir aynı zamanda. Onlara fedai de derlerdi. İttihatçı devrimcileri suçlayanlar da nedense hep emperyalizmle işbirliği yapan gericilerdir. O gün ve bugün de hep böyle olmuş... İttihatçı dönemin isimlerinden Galip Vardar anlatmış; Sami Nafiz Tansu da yazmış. İnkılâp Kibabevi tarafından 1960 yılında basılmış. İçinde çok önemli anlatımlar var. O dönemin olaylarını ve şahsiyetlerini yakından tanıyan bir insanın anlatımı ayrı bir değer katıyor kitaba. Dönemin meraklılarına ve araştırmacıları için önemli bir eser.
SAVA LARDA GEÇEN YA AM Tansu, Galip Vardar’ı şöyle anlatıyor: “Galip Vardar, hayatı Rumeli’de eşkıya takibinde geçirmiş bir Ohrili Eyüp Sabri, İttihatçıların
meşhur Maarif Nâzırı Şükrü, Yakup Cemil ve Sapancalı Hakkı Beylerin en eski ve en iyi arkadaşlarıdır. Galip Vardar Serezli’dir. Çocukluğu Rumeli'de geçmiş, genç yaşında babasının yanında vazifeler almış, Balıkesir idadisini bitirdiği zaman umumi harbe gönüllü bir delikanlı olarak gitmiş, Miralay Rabe’nin ordugâhında talim görerek Çanakkale Savaşı’na iştirak etmiş, büyük Atatürk’ün 19. Fırkası’nda Conkbayırı, Seddülbahir savaşlarına girmiş, yaralanmış geriye alınmış, sonra da Galiçya’ya sevk edilmiş, fakat kısmi paralize giden durumu onu geriye çevirtmiş. Mütareke senelerinde gizli teşkilatın başı olan Albay Hüsamettin Ertürk'ün emrinde ve yanında onun sağ kolu olarak hizmet etmiş, babasının bu en iyi arkadaşı ona çok nazik ve mühim vazifeler vermiştir. İstiklal Savaşı’na gönüllü olarak karışmış, Sakarya Harbi’ne iştirak ederek ağır surette yaralanmış ve kırmızı şeritli İstiklâl Madalyası almaya muvaffak olmuştur.”
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
SİLİFKE, MERSİN / KİTAP DÜNYASI
Bir dünya kitap
AYKUT BABACAN “Kitap Dünyası” Silifkeli kitapseverlere paylaşmanın ve öğrenmenin heyecanını sunuyor. İlçede üç yıldır çalışma yürüten kitabevinin kurucusu Baki Günüç, kitapseverler ve bilhassa gençler için oluşturulan kütüphanelerin, toplumun bilgi düzeyine sağladığı yararların farkında olduğunu belirtiyor. Bu farkındalığın eyleme dönüştürülmesinde başarılı olunduğunu somut bir şekilde görüyoruz. Nitekim “Kitap Dünyası” birkaç aylık çalışma
ile gençlerin uğrak mekanlarından birisi olmuş. İçinde edebi, felsefi, bilimsel, siyasi eserlerin ve derslere yardımcı kaynakların yer aldığı kütüphanede 5 bin kitap bulunuyor. Kitapseverlere nitelikli bir okuma ortamı sunmanın yanında ikinci el kitap değişimi imkanı da sağlanıyor. Kitabevinin kurucusu Baki Günüç, ilçedeki bütün kitap dostlarının katkılarıyla Kitap Dünyasını sanat etkinliklerinin de yürütüldüğü bir kültür merkezi haline getirmeyi hedefliyor. Kitapseverlere duyurulur!
NADYA’NIN ACI ÖYKÜSÜ Galip Vardar anılarında çocukken Makedonya dağlarında vuruşan Türk delikanlılarının nasıl dağda taşta yiğitçe vuruşarak hayatlarını kaybettiklerini ve onların anılarına bir anıt bile dikilmediğini söylüyor. Çocukluk anılarının en çarpıcısı Ödemişli genç subay Nazım Bey’in, Bulgar asıllı sevgilisi Nadya’nın çeteler tarafından; Türklerle işbirliği yaptığı gerekçesiyle öldürülerek bir ağaca asılmasıdır. Nazım Bey ise yaralanır. Yaman bir İtithatçı devrimci subaydır. Galip Bey o dönemin çok ayrıntılı Makedonya tasvirlerini de yapıyor. Çeteler ve reisleri hakkında da ayrıntılı bilgiler veriyor. Bu örgüde başlayan kitap, Birinci Dünya Savaşı sonuna kadarki İttihatçı dönemdeki olaylara ve insanlarının ayrıntılı portrelerine yer veriyor. 415 sayfalık kitap meraklıları için iyi bir kaynak. (İttihat ve Terakki İçinde Dönenler, Samih Nafiz Tansu, İnkılâp Kitabevi, 584 s.)
22
Aydınlık KİTAP
3 A USTOS 2012 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?
1
Benim başımdan neler geçti buraya geldim geleli, ne ben söyleyeyim. ne sen duy. Bu gözler neler gördü, bu kulaklar neler duydu adaya gelinceye kadar. Adaya canımı zor attım. Ada bir cennet, insanlar birer melek şaştım kaldım. Ama insanın doğup büyüdüğü yer başka. İnsanın yüreğini koparıp almışlar gibi oluyor. Girit benim düşlerimden hiç çıkmıyor. Gurbete düştüm düşeli doğduğum toprak gündüz hayalimde gece düşümde. Her sabah uyanırken kendimi Girit’teki evimde sanıyorum, bir de bakıyorum ki bilmediğim bir yerdeyim. Bu adada her sabah uyanınca, yalnızlık o kadar yüreğime, o kadar işlemiş ki korkuyorum. Adaya alışıyor, doğduğum toprakları unutmuş gibi oluyorum. Alışmaktan, kendimi unutmaktan korkuyorum.
a) Halikarnas Balıkçısı - Ötelerin Çocukları b) Yaşar Kemal – Karıncanın Su İçtiği c) Yaşar Kemal – Tanyeri Horozları d) Saba Altınsay – Kritimu Girit’im Benim e) Ahmet Yorulmaz - Savaşın Çocukları Girit’ten Sonra Ayvalık
Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(d)
2-(c)
2
...başlamıştır rüyalarını saymaya. onun da ölmesini engelleyenler, işte o rüyalar. uyku, hissederek yapabildiği son iş. elinde kalan son huzur. rüyaları ise yeryüzünde bir türlü arayıp da bulamadığı evi. Ama o, ev fikriyle kendini rahatlatırdı. yolculuğu, gecesi ne kadar kötü geçerse geçsin dönebileceği ve hiçbir şey olmamış gibi kendisini bekleyen bir evin olması, hayatındaki bütün tehlikeli işleri yapabilmesini sağlıyordu...
a) Hakan Günday – Kinyas ve Kayra b) Chuck Palahniuk – Ninni c) Chuck Palahniuk – Günce d) William S. Burroughs – Nova Ekspresi e) Murat Uyurkulak – Tol
3-(e)
3
Denize vardım; kıyıdan kıyıya aceleyle yürüyordum. Deniz kıyısında yalnız başına yürümek güçtür; her daga ve gökteki her kuş bağırıp insana borcunu hatırlatır. Başkalarıyla yürürken güler, konuşur tartışırsın; gürültü olur, dalgalarla kuşların ne dediğini duymazsın; belki de o zaman hiçbir şey söylemiyorlardır. Sizin bir söz kalabalığının içinden geçmekte olduğunuzu görüp, susarlar.
a) Panait İstrati, Akdeniz b) Nikos Kazancakis, Zorba c) Yaşar Kemal, Çakırcalı Efe d) John Banville, Deniz e) Ferit Edgü, Eylülün Gölgesinde Bir Yazdı Do ru yan tlar gelecek hafta bu sayfada…
BULMACA SOLDAN SA A 1. Resimdeki yazar - Kuyruk sokumu kemi i 2. Lantan’ n simgesi - Berilyum’un simgesi - Türk liras (k sa) Ölüm zaman 3. Nijerya’n n para birimi - Evcil bir geyik türü - Kekli in boynundaki siyah halka 4. Geri; pe - Rodyum’un simgesi - Özellikle ciltçilikte kullan lan bitkisel sepileme görmü keçi derisi 5. Yasa, kural ve mant k ölçülerine dayanmayan - Tanzanya’n n plakas - Neodim’in simgesi 6. Beyaz - “Albrecht ...” (Alman ressam ve gravürcü) - Ulusal içkimiz 7. Bir soru sözü - Mezopotamya panteonunda tüm tanr lar n babas
ve kral olan gök tanr s - Gece yap lan sinema, tiyatro gösterisi 8. Boru sesi - Bir binek hayvan - Notada duraklama i areti Verme, ödeme 9. Yeni, taze - Söz 10. Devrimden önce Fransa’da soylu olmayanlardan al nan bir vergi - Ulusal bir parayla yabanc bir para birimi aras ndaki de i im oran - Platin’in simgesi 11. lave - Bar - Ba l ca içece imiz - Konusunda, hakk nda 12. ovenizmden yana olan kimse, görü , vb. - Ya küçük oldu u halde sözleri ve davran lar büyükmü gibi olan çocuk - Saz n en kal n teli ya da kiri i 13. Küçük ma ara - Felsefede, bir sorunun ç k yolunun olmay Ailesinin geçimini sa layan
14. Bulut - Disprosyum’un simgesi - erit halinde bezemeli çevre süsü - Molibden’in simgesi 15. Resimdeki yazar n bir eseri - 1988’de Dustin Hoffman’a “en iyi oyuncu” dal nda Oscar kazand ran film YUKARIDAN A A IYA 1. Dünyaca tan nan Türk keman virtüözü - Mütareke 2. “... Güler” (foto rafç ) - M s r’ n plakas - Bir Afrika a ac Baryum’un simgesi 3. Baz böceklerin kat ve sert olan üst kanatlar - Kay nbirader Dinsel bir sözü sürekli yineleme 4. Kara ta tlar nda yolu ayd nlatan çok kl fener - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) - Düzgün konu an 5. Su yolu, kanal - Deniz ta mac l nda yük ve yolcu için ödenen ücret - Rusça’da “evet” 6. Niyobyum’un simgesi - S n r - Yabanc - Göz 7. Alt n - Bir i aret s fat - Her zaman, daima, sürekli olarak 8. Tutsak - Kuruyarak veya çürüyerek içi bo alm olan 9. talya’da bir yanarda - Taht 10. Vilayet - Ha lanm ve dövülmü bu day - Kurçatovyum’un simgesi - Bir peygamber ad 11. Cet - Yaramazl k yapmayan, söz dinleyen - Bir yön ad , garp 12. Baz böceklerin kat ve sert olan üst kanatlar - Metal üzerine kaz da ya da ah ap tornas nda kullan lan çelik kalem - Bir say 13. Kutup - “... Kaptan” (ressam) - Japonya’da buda rahibesi 14. Seryum’un simgesi - Sormaca - Matematikte 3.14 say s - Dolayl anlat m 15. Para veya ba ka bir eyin al nd n gösteren belge, makbuz - Alt na bez yap t r lm özel çizim ka d Bulmacan n do ru yan tlar n 10 gün içinde fax veya mektup yoluyla gönderen okurlar m za BRAH M M EK’in resimdeki kitab n arma an edece iz FAX: 0212 252 51 22
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ