2012 08 24 agustos kitap eki

Page 1

.

KITA P Aydınlık

BU SAYIDA

22 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 903

24 Ağustos 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 26

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Bir Domino Oyunu: “Aşktan Bu Kadar”

FERHAN ŞENSOY’UN ÖZGEÇMİŞSEL ROMANININ 2. CİLDİ ÇIKTI

Sahnede hem özgün hem bizden Kağıtta başkaldıran bir kalem

Umutsuzluk içindeki kesinlik: Jean Genet

Modernizm ve aydınlanma arasındaki kopmaz bağlar

Boy Ver Turgenyev!

Devrimin ilk karşıtları



Aydınlık KİTAP

24 A USTOS 2012 CUMA

3

SUNU

İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: Turgut Uyar

s. 4

Umutsuzluk içindeki kesinlik: Jean Genet

s. 5

Modernizm ve aydınlanma arasındaki kopmaz bağlar

s. 6

Devrimin ilk karşıtları

s. 7

Bol kitaplı günlere girerken...

KAPAK: Ferhan Şensoy; Sahnede hem özgün s. 8/9 hem bizden/Kağıtta başkaldıran bir kalem Daha önce sizlere ilan ettiğimiz üzere Aydınlık Kitap üç sayı üst üste 16 sayfayla karşı-

Psikanalizin analizi için üç müdahale

s. 10

nızda oldu. Gelecek haftadan itibaren genişletilmiş ekibimizle beraber yeni sezona hızlı bir giriş yapmayı hedefliyoruz. Sadece biz değil tüm edebiyat ve yayın camiası durgun geçen yaz

Yeni Çıkanlar

s. 11

sezonunun bitmesini sabırsızlıkla bekliyor olmalı. Zirâ Eylül ayından itibaren çok önemli yazarların yeni çıkacak eserleri bizleri bekliyor. Bunların başında çağdaş edebiyatımızın en

Çocuk: Savaş arifesinde bir çocuk

s. 12

başarılı örneklerinden kabul edilen “Puslu Kıtalar Atlası”, “Suskunlar” gibi birçok yapıta imza atmış İhsan Oktay Anar geliyor. Geçtiğimiz Mart ayında yayın hayatına başlayan Ay-

Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür şair: Tevfik Fikret

s. 13

Alıntı Test-Bulmaca

s. 14

dınlık Kitap ekibi olarak daha hareketli geçecek sonbahar dönemini iple çekiyoruz.

Kapak dosyamızı Ferhan Şensoy’la gerçekleştirdiğimiz söyleşiye ayırdık. Şensoy’un “Başkaldıran Kurşunkalem” başlıklı otobiyografik çalışması bir yönüyle Türk tiyatro tarihine dair başka yerde rastlayamayacağımız türden bilgiler içeriyor. Söyleşiyi iç sayfalarda bulabilirsi-

ÖneriYorum

niz. Fakat dikkatimizi çeken bir nokta var, değinmeden edemeyeceğiz. Şensoy ortaokuldan beri günlük tuttuğunu ve kitaplarını buna borçlu olduğunu söylüyor. Türlü teknolojik “kay-

ENVER AYSEVER

da alma” yöntemleri arasında “günlük” her ne kadar anlamını yitirmiş gibi görünse de insan hayatına kazandırdıkları ve toplumsal hayat açısından işlevini kaybetmiyor. Yazarlığın sadece bir yetenek işi olmadığı olgusundan yola çıkarak gözlemin, anının ve arşivciliğin yazmanın temelini oluşturduğu gerçeğini Ferhan Şensoy’un hayatından örnekle bir kez daha hatırlamış oluyoruz. Günlük tutmanın insan zihnine kattığı birikimi önemsiyoruz.

İstanbullular bilir, Beyoğlu’nda son birkaç yıldır sahaf festivali düzenlenmekte. Festivalin altıncısı bu yıl 24 Eylül – 14 Ekim tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Yüksek kitap fiyatlarından muzdarip okur kitlesine duyurulur. Sahaf deyince akla ister istemez “ikinci el” kitapların daha ucuz olduğu geliyor. Tabii yalnızca bu değil. Dergi arşivleri, ilk basımlar, bas-

1)

2)

“Montaigne” ve “Rotterdamlı Erasmus” (İki biyografi), Stefan Zweig; Aydınlanma serüveninin kolay olmadığını anlamak ve iki ilginç portreyi yakından tanımak için. Son hümanist denilen Zweig müthiş bir üslup kullanıyor. Ayrıca Ahmet Cemal çevirisi şahane. “Roman Sanatı” ve “Perde”, Milan Kundera; Roman sanatının neden gerekli olduğu ve nereye doğru yol alacağını anlatan iki deneme başyapıtı.

3)

“Muhammed”, Kurban Said; Bir peygamberin yaşamını, derin bir tahlil ve dil lezzetiyle anlatan son derece çekici bir kitap.

4)

“Günaha Son Çağrı”, Nikos Kazancakis; İnsan İsa’nın benzersiz öyküsü. Olağanüstü bir roman.

5)

“Tekne’nin Ölümü”, Melih Cevdet Anday Şiir deyince bir doruktur bu kitap...

. KITA P Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Editör: Pınar Akkoç

Yazıişleri: Damla Yazıcı

Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç

kısı tükenmiş eserler meraklılarını bekliyor. İstanbul’un dört bir yanından sahafın katılımıyla gerçekleşen festivalin bu yıl da çok rağbet göreceği kesin. Erken davranmak lazım yoksa aradığınızı bulamayabilirsiniz!

Yazıişleri müdürümüz Damla Yazıcı geçtiğimiz hafta İspanya’daydı. Sadece gezmek olmaz diyerek Don Kişot’un memleketinden kitaba dair izlenimlerini ve İspanya edebiyatından kesitleri Aydınlık Kitap okurlarıyla paylaştı. Keyifle okuyacağınızı ümit ettiğimiz gözlem yazısını ilginize sunuyoruz. Haftaya görüşmek dileğiyle...

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


24 A USTOS 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

HAFTANIN PORTRES

Turgut Uyar (1927- 1985) Türk şiirinde dilin alışıldık kalıplarını yıkarak yeni bir ritme açılan “ikinci yeni” akımının önemli temsilcilerinden Turgut Uyar 1927 yılının ağustosunda Ankara'da doğmuştur. Babası bir harita binbaşısıydı. Uyar’ın anlatımına göre babası ayrıca çok iyi bir hattattı. Ankara’nın latin alfabesi ile ilk sokak levhalarını, geceler boyu çalışarak ilk o yazmıştı. Babasının mesleğinden dolayı şair ilk öğrenimini çeşitli kentlerde tamamladı. Çocukluğunu “hüzünlü bir çocuktum. Nedense hep ağlamaya hazır...” diye ifade eder. 1946’da Bursa Işıklar Lisesi’ni ve 1947'de Askeri Memurlar Okulu’nu bitirdi. Bir süre orduda subay olarak görev yaptı. 1958’de ordudan ayrıldı. İlk evliliğini çok küçük yaşta yaptı ve 21 yaşında evli ve bir çocuk babası olarak 1948 yılında tayinle Posof’a gitti. Daha sonraki yıllar Türkiye Selüloz ve Kağıt Fabrikaları Ankara bürosu ile Sanayi Bakanlığı’nda çalıştı. 1966 yılında eşinden ayrılıp İstanbul’a yerleştiğinde öykü yazarı ve çevirmen Tomris Uyar ile şiir üzerine mektuplaşmaya başladı. Cemal Süreya ile bir ilişkisi olan Tomris Uyar’ın o dönemde ilişkisinin bitme aşamasında olması Turgut Uyar ve Tomris Uyar’ın yeni bir birlikteliğe yelken açmasıyla sonuçlandı. Bu evlilikten bir erkek çocukları oldu. Turgut Uyar 1968’de emekliye ayrılmasının ardından yaşamını serbest şair olarak sürdürdü. İkinci Yeni’nin üç atlısından (Edip Cansever ve Cemal Süreya ile birlikte) biri olan Turgut Uyar, güçlü şiiri ve hissettirdikleriyle pek çok okuyucunun “kişisel kutsal kitaplar listesi”nde yerini almayı başarmış bir şairdi. Bütün şiirlerini içeren “Büyük Saat” adlı eser dua gibi okunan şiirlerle doludur. İlk şiiri “Yad” haziran 1947’de “Yedigün Dergisi”nde çıktı. Uyaklı şiir dönemlerinde daha çok kişisel temalar üzerinde duran Uyar daha sonraları yoğun imge ve çapraşık ritmin hakim olduğu bir tarza büründü. Lirik şiirin kalıplarını zorladı, düzyazı ve şiir ayrımını ortadan kaldıran bir yapı kazandı. Şiirleri İngilizce, Fransızca ve Sırpçaya çevrildi. Eşi Tomris Uyar, Turgut Uyar’ın şiirini şöyle anlatır: “O, uzun süren susma dönemlerinden korkmayan, hele şiirin ayağa düştüğü dönemlerde susmayı, köşesine çekilip yeni bir şiirin nasıl yaratılması gerektiğini düşünen, okurunca verimli sayılmamayı bile önemsemeyen bir şiir-yazıcısıdır. Daha da önemlisi, şiirimizde eşine çok az rastlanan şakacı bilgelerdendir. Ama bence en önemlisi, cinsellikle aşkı birbirinden hiç ayırmamasıdır baştan beri. Yazdığı alışılmadık aşk şiirlerinde ‘erkek’liğini, cinsel coşkusunu gizlemez yine de ‘erkek bir ses’le yazılmayı ve okunmayı yadsır şiiri. Usul ve atak, hü-

Bir Domino Oyunu: “Aşktan Bu Kadar” ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com

zünlü ve savaşkandır. Bir dostun deyişiyle, ‘ölümünü düpedüz görmüş bir japon mühendisi gibi, bilgiç ve bağışlayıcı/üzgün ve tenha’dır.” Cemal Süreya ise Turgut Uyar şiirini bir gövde olarak görür: “Turgut Uyar özellikle son yıllarda büyük bir şiirin ortasını yazıyor. Büyük bir gövdedir onun şiiri. Kımıldadıkça kendine benzer yeni gövdeler hazırlar, çoğaltır.” Turgut Uyar hayatı gerçekçi ve içten bakışıyla keşfe çıkmış bir şairdi. O her meslektendi. İlkler şöyleydi onun dünyasında: “Galiba ilk’ler değil önemli olan. Koşullar. Bir yaşta herkes dünyayı kendine göre görür, kendine göre yorumlar. Bu gördüğü, kurduğu, yorumladığı, genellikle doğrudur, yaratılışı doğrultusundadır... ‘Her şeyden biraz kalır’ diyor bir İtalyan atasözü. En inandığım doğrulardan biri. Söylemeden edemeyeceğim bir doğru da şu: Aşk söz konusu olduğunda, ikinci de, üçüncü de, sonuncu da ilktir.” Ferhan Şensoy, “Ferhangi Şeyler” adlı oyununda “ben ne güzel işerim sabah güneşe karşı” diye başlayan şarkısında Turgut Uyar’ı ustası mertebesine çıkarırken şöyle söyler; “ağustos yirmi iki, dediler ‘ustan ölmüş’, çok komiksin azrail, turgut uyar ölür mü?” 22 Ağustos 1985’te İstanbul’da hayata gözlerini yuman şairin ardından Cemal Süreya herkesin hislerine şu dizelerle tercüman olmuştur: “öldüğü gün hepimizi işten attılar” (dizesi gerçektir. Turgut Uyar’ın öldüğü gün Cemal Süreya ve başka birkaç edebiyatçının daha işlerine son verilmiştir.) “Acıyor” şiirinin son dizesinde şöyle der Turgut Uyar: “...eylül toparlandı gitti işte ekim falan da gider bu gidişle tarihe gömülen koca koca atlar tarihe gömülür o kadar.” Kalplere kazınan bu büyük şairi ölüm yıldönümünde saygı ve hasretle anıyoruz.

Fransız yazar Hervé Le Tellier’in “Aşktan Bu Kadar” romanı MonoKL Yayınları tarafından yayımlandı. 2002 yılından bu yana Le Monde gazetesinde “cam kâğıt” adlı bir köşe yazan Tellier’in eserini Fransızca’dan dilimize Mehmet Rasim Emirosmanoğlu çevirdi. Adından da anlaşılacağı üzere “Aşktan Bu Kadar”da aşktan bir hayli söz ediliyor edilmesine ama bu bahsin ayrıntısına fazlaca girmeyeceğim. “Nasıl bir aşk”a dairin detaylarına girmek yerine, bazı kurgusal ipuçlarıyla yetinmeyi yeğliyorum. Tellier’in bu kitabı bir “Oulipo” kitabı. Açılımı “Ovuroir de Litterature Putentielle” yani “Gizil Edebiyat İşliği” olan bu edebi akıma, Georges Perec, Raymond Queneau, İtalio Calvino gibi yazarları okuyanlar aşinadır. Yazar da uluslararası avangard edebiyat grubu olan “Oulipo”nun etkili bir üyesi. Aynı zamanda bir bilim gazetecisi olan Tellier’in diğer eserlerinden de birkaç örnek vermek gerekirse, bin kısa cümleden oluşan ve edebiyat alanında dikkatleri çeken yapıtı “Düşünüyorum ki” ile Calvino’ya adadığı “Nostalji Hırsızı”ndan söz edilebilir.

“BU KADAR A K YETER” D YENLER H Ç BULA MASIN “Aşktan Bu Kadar”, Stendhal’in “Henri Brûlard’ın Hayatı”ndan “Aşk benim için her daim sorunların en büyüğü oldu, hatta belki de tek sorun oydu” cümlesiyle başlıyor… Ve sayfayı çevirdiğinizde belki bir kitap için kısa, hatta çok çok kısa sayılacak bir önsözle karşılıyorsunuz: “… Bu roman üç aylık bir zaman dilimini, hatta belki biraz daha fazlasını kapsıyor. Kadın ya da erkek, aşktan bahsedilmesini istemeyenler ya da bundan böyle bu kadar aşk yeter diyenler bu kitaba hiç bulaşmasınlar.” Üstelik alışılagelmişin aksine romanın kahramanlarının sayısı da oldukça az. Başkahraman Yves; bir yazar ama bir “mitoman”, yani yalan söyleme hastası değil. Tek pişmanlığı küçüklüğünde hiçbir tutkunun diğerlerini süpürüp ruhunu ele geçirememesi. Thomas; psikiyatr, psikanalist. Eski Paris psikiyatri hastaneleri stajyer hekimi. Anna; psikiyatr. Thomas’a analiz için seanslara gidiyor. Başlayalı neredeyse on iki yıl olmuş. Louise; bir avukat. Ve diğerleri Stan ve Romain… Kimine göre doğal, kimine göre kamaşık gelebilecek iyi-kötü-doğru-yanlış denklemindeki ilişkiler yumağı…

Hervé Le Tellier

4

DOM NO TA INDAK RAKAMLARIN SIRRI Kitabın başkahramanı Yves Janvier’in yazdığı ve Anna’ya okuduğu “Abhaz Dominoları” kitabı da aslında “Aşktan Bu Kadar”ın ta kendisi. Hem Hervé Le Tellier hem de Yves Janvier kitabının başlıklarını bir Abhaz Dominosu oyununa göre kurguluyor. Şöyle ki, altı ana karakterin her biri (Thomas Le Gall, Anna Stein, Louise Blum, Yves Janvier, Stan ve Romain Vidal) domino taşındaki sayılardan birine karşılık düşerken, yardımcı karakterler ise dominodaki boşlukla, yani sıfırla karşılık bulmuştur. Dolayısıyla kitaptaki bölümleri temsil eden isimler de oynanan domino taşındaki rakamlara göre şekillenmiştir. İşte kitaptan bazı bölümler: “…O andır ki, aşık ‘büyün bulgularında, sevdiği şeyin daha önce fark etmediği kusursuzluklarının olduğunu keşfeder’, tıpkı Salzburg tuz madenlerinin, içine bir şekilde girmiş ufak bir dal parçasını yalnızca birkaç ay içerisinde ‘canlı ve göz kamaştırıcı bir elmas’la kaplaması gibi.” “Seni anlatan cümleler geliyor aklıma, not alıyorum amaçsızca. Bir efsaneye göre Şostakoviç’in kafatasına saplanan bir şarapnel parçası, eğer kafasını belirli bir şekilde eğerse onun müzik duymasını sağlarmış. Sen benim Şostakoviç’in kafatasına saplanan şarapnel parçamsın. ‘Şostakoviç’in kafatasına saplanan bir şarapnel parçası’ güzel bir roman adı olurdu. Hayat sonsuz sayıda güzel roman adıyla doludur.” Çok çok kısa bir önsözle sayfalarına giriş yapılan ve türlü mecralarda dolaştıran bu kitapta bir de çevirmenin son sözüyle karşılaşıyorsunuz: “Bu kitabı çevirmek gerçekten ilginç bir deneyimdi. Alışılagelmiş aşk dolu cümleler vardı, ama o cümlelerin bazıları matematik terimleri içeriyordu. Ayrıca kitabın içine serpiştirilmiş, bir hayli uğraştıran dil genetiği, göz hastalıkları vb. uzmanlık alanları için (varolmayan) bir çeviri ofisine danışmak gerekiyordu.” Ve çevirmen son sözünü, gizil başka edebiyat işliklerinin açığa vurulabileceği başka deneyimlere kapı aralayacağı için ve elbette aşk için dikkat kesilmeli, diyerek tamamlıyor. Biz de satırlarımızı yazarın bir sözüyle noktalıyoruz: “Eğer hayatı bir kitap olarak düşünürseniz, sonunu hiçbir zaman görmeyeceksiniz”. (Aşktan Bu Kadar, Hervé Le Tellier, MonoKL Yayınları, çev. Mehmet Rasim Emirosmanoğlu, 280 s.)


Aydınlık KİTAP

24 A USTOS 2012 CUMA

5

TAHAR BEN JELLOUN’DAN DİLİMİZE KAZANDIRILAN BİR BÜYÜK ESER DAHA...

Umutsuzluk içindeki kesinlik: Jean Genet UTKU ÖZBAY utku.ozbay@gmail.com Vatansız bir insanı anlamaktır en zor olanı da; vatansız bir insanı anlatmak, tanımak ve tanıtmak... Onu çözmeye çalışmak, onun üzerine çıkarsamalar yapma uğraşıları… Hep eksiktir, eksik kalacaktır. Bir yerlerde bir şeylerin hep yarım kaldığına inananlardanım. Hoş, bir insanı, bir aydını tanıma ve anlama uğraşıları da hep yarım kalmaya mahkûm değil midir? Belki de bu yüzden “her vatan bir yaradır” diyor Genet. Vatansız, ailesini çok küçük bir yaşta yitirmiş, yalnız ve “yaralı” Genet. Filistin davasına böylesine yürekten bağlanması bundan. Filistinlilerin, topraklarını İsrail’den geri aldıklarında ve mazlum olma durumları ortadan kalktığında, Genet’nin onlara yüz çevireceğini biliyor Jelloun. Hayatını bu davaya adamış yirminci yüzyıl Fransız kültürünün ve edebiyatının en büyük isimlerinden Genet! Sartre’ın deyimiyle beyaz zenci Genet! Bej renkli, kirli pantolonunun üzerinde, aynından iki tane aldığı gömleği giyen ve sürekli kötü kokan Genet! Ve biricik dostuna göre “yüce yalancı” Genet! 5 Mayıs 1974 günü, güneşli bir sonbahar gününde başlar Jelloun ile Genet’nin ilişkisi. Jelloun o sıralar öğretim üyesidir. Henüz Le Monde’da köşe yazarlığına başlamamıştır. “Benim adım Jean Genet.” diye başlar konuşmasına Fransız edebiyatının o olağanüstü miti! “Siz beni tanımazsınız, ama ben sizi tanıyorum, yazdıklarınızı okudum ve sizinle tanışmak istiyorum.” Jelloun şaşırır ilkin. “Neden başka bir Mağripli yazar değil de ben?” diye sorar kendi kendine. Jelloun’un 1973 yılında, Nadeau Yayınevi’nden çıkmış olan Harrouda’sını okumuştur Genet. France Culture’ün bir yayınında bu eserden söz etmiştir ve L’Hummanité’de yayımlanmıştır konuşması. Fakat Jelloun’un bundan haberi yoktur. Bir kitapçı dostu bahsetmiştir Genet’nin yayımlanan konuşma metninde Harrouda’dan söz ettiğini. Sözleşirler. Gare de Lyon’un karşısındaki L’Européen restoranında buluşurlar. Kel, dişsiz, altmış iki yaşında, üzerinde pek de temiz olmayan, bej renkli bir pantolonlu adam çıkar karşısına Jelloun’un. Sesi lal beyazıdır; ışıltılı ve afacan bir şeyler vardır bu seste. İlkin 1973 yılında, Kara Panterler’le çekilmiş bir resmini gördüğünü anısar Jelloun: Boksör burnunu, kel kafasını… Amerikalı siyahlardan yana tavır almıştır. Hoş, bu, “tavır almaktan” öte bir şeydir aslında; Filistin meselesinde ol-

Tahar Ben Jelloun

duğu gibi yaşamı boyunca savunacağı biçimdir: Yaşamına anlamını veren biçim:“Amerika’daki siyahi mahkûmlardan yana tavır alışı sırasında ondan söz edildiğini işitmiştim. Temmuz 1969’du; başkent Cezayir’deki birinci Pan-Afrika festivalinde. İnsanlar Ay’da yürümüştü ve biz külyutmazlar, başlarında Angela Davis’in olduğu siyahi militanların yanında olmayı tercih ediyorduk. Genet’nin adını ilk kez orada, 1973 yılında başkent Cezayir’de homoseksüel diye öldürülen, asi diye öldürülen, şiirden, özgür düşünceden, yaratıcı hayal gücünden nefret eden sert askeri rejimi rahatsız ettiği için öldürülen, Cezayirli olmuş Fransız şair Jean Sénac’ın ağzından işitmiştim” diyerek anlatıyor Jelloun onun adını ilk kez adını duymasının anısını.

B R MAZLUM SAVUNUCUSU OLARAK GENET: AYDINLARLA ÇATI MALAR Olağanüstü edebî yapıtlar ortaya koymasının yanında, Genet, bir Fransız aydını olarak, yirminci yüzyıl Fransız kültüründe ve siyasi atmosferinde de önemli bir yer işgal eder. Handiyse bir Fransız olarak; dahası, bir Fransız entelektüeli ve yazarı olarak Filistin davası, Vietnam Savaşı gibi konularda savunduğu ve taraf olduğu yer “mazlum”larıdır. Genet bu yüzden (çokça da Filistin sorunu) Jean- Paul Sartre, Cocteau, Michel Foucault gibi kültür adamlarıyla sık sık karşı karşıya gelecek, fikirleriyle onlara ters düşecektir. Doktora tezinde incelediği “Mağripli göçmenlerin duygusal ve cinsel sıkıntıları”nı keşfettiği yerin, ilkin, Mağripli göçmenlere okuma-yazma dersleri vermek için cumartesi ve pazar günleri CGT lokallerine gitmesiyle gerçekleştiğini itiraf ediyor Jelloun; acı bir yakınmayla. Yetmişli yıllarda, -anlamsallığı farklı olsa da- Ralph Ellison’un Görülmeyen Adamlar’ındaki gibi, sol, yani Fransız solu, göçmen emekçiler için hiçbir şey yapmamaktadır; onları görmezden gelmektedir. Geçici konutlarda yaşayan, karılarını yanlarına alma hakları bile olmayan bu dört milyon göçmen emekçinin “orada” olduklarının görülmesi, “görülmeyen” adamlardan “görülen adamlar” olmaya başlamaları durumu ve inkârlarının dıştalanması, ancak Claude Mauriac, JeanPaul Sartre, Michel Foucault ve Jean Genet gibi entelektüellerin seferber olması ile başarılabilmiştir. Bu “seferber olma” da an-

cak “petrol şoku” ve “Marsilya’da ve Paca bölgesinde Mağriplilerin onar onar öldürülmesi” ile başarılabilmiştir.

SARTRE VE GENET ARASINDAK KESK N AYRILIKLAR Sartre ile Genet’nin arasındaki o derin ve keskin ayrılık (üstelik Sartre Genet’ye bir kitabını ithaf etmiştir), Filistin sorununda farklı düşüncelere sahip olmalarının çok ötesinde bir şeylere dayanır Jelloun’a göre.Ge- mayan; devlet bakım evinde çocukluğunu net, bunu “nankörlük” olarak değerlendi- geçiren Genet; yerleşik kültür ve güçlüye rir ve Sartre öldüğünde, Genet âşığı olduğu tek başına kafa tutan Genet... Amerikan üç adam Muhammed, Ahmed ve Jacky’le Hükümeti’nin eski bir hırsız ve eşcinsel oloturmaktadır. Jelloun, Genet’ye filozo- duğu için vize vermediği Genet "Sevdalı fun öldüğünü söylediğinde Genet şu tep- Tutsak"ın elyazmasını Gillimard’a teslim etkiyi verecektir: “Vefat eden Sartre, öyle mi? tikten sonra artık savaşmaktan yorulduUçup giden hafif bir duman.” Genet, Fi- ğunu anlayacaktır ve 1986’da bu dünyaya listin sorunuyla maskelediği bu derin ay- hüzünlü bir veda edecektir. Jelloun, bu harılığın sebebini hiçbir zaman Jelloun’a beri, Oslo yolculuğu sırasında, gazeteleraçıklamaz. Bir daha Sartre’dan hiç söz et- den öğrenir. Faslı yazar Tahar Ben Jelloun’un “Jean mezler. Genet: Yüce Yalancı” isimli anlatısı, “Kitabımın bu son sayfası sayyalnızca ikiyüzlülüğe sırt çevirdamdır” der Genet "Sevdalı miş bir yazarı anlamak için Tutsak"ın son sayfasında. Bir Frans z değil onun hayatını, âşık entelektüeli ve yazar 1982 yılında, Fas’ta yazolduğu adamları, eserleas , dav tin olarak Filis maya başladığı eserinin rinin oluşum sürecini Sava gibi nam Viet iskeletini Sabra ve Şave insanlarla ilişkilerikonularda savundu u ve taraf tila Filistin kamplaoldu u yer “mazlum”lar d r. ni, Sartre gibi aydınrında, Hıristiyan milGenet bu yüzden (çokça da larla yaşadığı çatışmaislerin yaptığı katliFilistin sorunu) Jean- Paul ları, açmazlarıyla koca Sartre, Cocteau, Michel amda gördüğü vahşi bir dev’i, bir aykırıFoucault gibi kültür kıyım oluşturur. O sıadam’ı, naif olmayan kar s k adamlar yla s k ralarda çok hastadır. bir eşcinseli anlamak için kar ya gelecek, Gırtlak kanseridir. Orade okunmalı. Goncourt fikirleriyle onlara ters ya ulaşması çok zahmetli dü ecektir. ödüllü yazar Ben Jelloun, on ve yorucu olmuştur yaşlı ve iki yıl boyunca kısa ayrılıkların yorgun Genet için. Yolculuktan dışında sürekli yakınında olduğu sonra kaleme aldığı yazılar, daha sonra ona Genet’i edebi bir dille yoğurarak vicdan Alman ve Fransız basınının saldırmasına se- masalarına yatırmış. Juan Goytiosolo QUIbep olacaktır. Linç etmenin dayanılmaz çe- MERA’da, Şubat 1982’de “Genet’yi yakiciliği ile Genet’yi anti semitizmle suçla- kından tanımak, kimsenin yara bere alyan basına karşısında kılını oynatmaz Ge- madan çıkamayacağı bir maceradır” diyor. net. Onları önemsemez. Cevap vermez. Fa- Jelloun, “içeri”den bir göz olarak bu “makat çok yorgundur artık; Le Monde’da ya- cera”dan yara bere almadan çıkamıyor belzan Jelloun’dan, otuz yaşındaki bu dos- ki; onu da tercih etmiyor zaten; fakat yatundan onun için bir yazı yazmasını ister. ralayarak çıkıyor. Hiçbir zaman anlaşılaJelloun işin aslını anlatır. Genet’nin en ya- mamış Genet’yi anlatıyor. Acıtıyor çoğu kınındaki bu adam, her şeyi yazıp suçla- yerde; iyi de yapıyor. (Tahar Ben Jellon, Jean Genet: maların yersiz olduğunu yazar. Bir zaman Yüce Yalancı, Çev.: Işık Ergüden, sonra tartışmalar durulacaktır. Sel Yayıncılık, 165 s.) Sabit bir adresi, evi, Tanrı’ya inancı ol-


6

24 A USTOS 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Nilüfer Göle

Ivan Sergeyeviç Turgenyev

Modernizm ve Boy Ver Turgenyev! aydınlanma arasındaki kopmaz bağlar

MURAT HATUNOĞLU murathatunoglu@yahoo.com

GÖKAY ALBUZ gokayalbuz@gmail.com Son yıllarda Türkiye’deki türban meselesi tartışıldığında sekülarizm, laiklik vb. kavramlar daha çok sorgulanır olmuştu ve bu kavramları irdeleyen birçok çalışma yapılmıştı. Bu tür çalışmalar yapan yazarlardan birisi Nilüfer Göle idi. Paris Sosyal Bilimler Akademisi’nde sosyolog olan Nilüfer Göle’nin eserleri aslında bugünkü birçok liberalin ve muhafazakarın türban, laiklik vb. konulardaki görüşlerini açıklarken beslendiği kaynakların başında geliyor. Göle, “Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar” başlıklı son kitabında Avrupa’daki kendi deyimiyle “Fransız istisnası” ve Türkiye’deki laiklik tartışmaları üzerinden sekülerleşme ve din arasındaki ilişkilerin aşındığını ve her iki aktörün de kamusal alanda birlikte sahnede olarak “klasik modernleşme” algısının aksine bir “modernleşme” sergilediklerini iddia ediyor.

MODERNLE ME LE AYDINLANMA ARASINDAK SIKI L K N N TERS YÜZ ED LMES Sekülerleşmenin birden çok uygulamasının bulunduğunu ve Batı’nın bu konuda tek olmadığı varsayımından hareket eden Nilüfer Göle, Batı sekülerleşmesini, daha doğrusu Fransız laikliğini eleştirirken de birden çok sekülerleşme örnekleri olduğunu ve modernleşmenin -Batı’nın burjuva devrimlerinin ilerici mirası- sekülerleşme ve ilerleme olduğuna yönelik genel anlatının dinin kamusal alana daha fazla çıkmasıyla birlikte değiştiğini ifade ediyor ve ekliyor: “Modernliğin tanımı Aydınlanma paradigmasından ne kadar ayırılırsa,düşüncemiz de moderneliğin bugün edinmekte olduğu yeni biçim ve eleştirilere o kadar açık hale gelecektir.’’ (s. 41) Göle’nin modernleşme ve aydınlanma arasındaki bağa olan itirazı aslında bugünün Türkiye’sindeki toplumsal yapının kutsanmasını ifade ediyor. Cemaatlerin,dinsel ve etnik grupların kamusal alanda birer aktör olduğu bir toplumsal yapıdan bahsediyoruz.

Ortaçağın karanlık yüzüne ait toplumsal yapıların bugün daha fazla sahnede olması sistem aydınlarına “modernlik” kavramını bugünün yapısını kutsayacak hale getirmesi zorunluluğunu dayatmaktaydı. Dolayısıyla bu yapıları meşrulaştırmak ise ancak modernleşme ile aydınlanma arasındaki sıkı bağı çözmekle mümkündü. Bu bağı yok sayarak ortaya çıkrılan “modernizm” ise küreselleşmenin düşünsel düzlemdeki yansıması olan postmodernizmden başka bir şey değil aslında. Modernleşme ile aydınlanma arasındaki sıkı bağ koparılınca da aslında vicdanlarda olması gereken din, kamusal alanın en baskın yüzü haline geliyor.

KADININ ÖZGÜRLE MES , KAMUSAL ALAN VE SEKÜLAR ZM Göle, türban meselesini kendi deyimiyle “Fransız istisnası” ve Türk laikliği üzerinden inceliyor. Her ne kadar önemli farklılıklar olsa da Fransa’daki ve Türkiye’deki türban sorunu tartıştığı bölümde türbanı, Müslüman kadının kamusal alana çıkmasıyla ilişkilendirerek bunu özel alana hapsolmuş sofu kadının özgürleşmesi olarak görüyor. Kamusal alanda dinselin daha fazla rol talep etmesiyle seküler ile dinsel arasındaki sınırların aşındığı söylüyor. Göle’nin ideal kamusal alanı her türlü çelişmenin bir arada bulunduğu ve sekülerin de dinselin de bir arada yaşadığı devletin “seküler otorite”sinden sıyrılmış aslında “hoşgörü bahçesi” olarak özelleştirilmiş bir mekan. Oysa dinsel ile sekülerin arasındaki çelişme hoşgörü bahçelerinde çözülecek bir çelişme olmadığı hem Ortaçağ’da hem de Türkiye’deki tarihsel tecrübelerle sabit. Dolayısıyla sürekli toplumsal alanda rol talep eden ve vicdanların dışına çıkan dinsel anlayış kadını da bu anlayışa göre şekillendirecek ve kadının türbanlı olarak kamusal alanda yer alması sadece bir şekil değişikliğinden ibaret olacaktır. (Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar, Nilüfer Göle, Metis Yayınları, 176 s.)

Çocuk havuzları ne güzeldir. Yok yok, şişme havuzları kastetmiyorum. Büyük ve derin havuzların bitişiğine yapılmış olan küçük, yuvarlak, ılık havuzları diyorum. Büyük havuzun korkutucu (!) derinliğinin ve soğukluğunun yanında sığca ve ılıkça oturur. Gerçi çocuk havuzu ılıklığına çocukların sebep olduğu, hatta suyun renginin de çocuklar yüzünden hafifçe sarıya döndüğü söylenir ama, neyse. Neticede çocuk havuzu annesinin kucağında oturan, ortamı ara ara ılıtan bir bebek gibidir. Ve çocuklara yüzmeyi, suyu, havuzu sevdirir.

OKURA TEMEL OLU TURMAK Çocuk kitapları da böyledir. Güvenlidir, sıcaktır, rahattır, ama biraz da sığdır. Sığ olmayanlarındaysa derinlikler satır arkalarına sığmıştır. Bu kitaplar, okuyan çocuklara satırlardan ışıyan hayalleri, kitapları ve okumayı sevdirir. Okur çocuk, okudukça okur. Ama sonra bir zaman, bir yerde -çocukluğun bedenden aktığı yerdedurur, farklı konulara yürür. İşte o dönem, okur olmak ve hayata okunan kitaplar ağırlığınca altın kıymeti kazandırmak için çok önemlidir. Zira o genç adayını ömür boyu taşıyacak bir niteliğin, okurluğun, temelinin oturması ve kolonlarının, kirişlerinin kurulması için en önemli bölgedir. Tabii okurluk arazisinin niteliği de önemlidir. Ne o arazinin taşıyamayacağı, gökdelen gibi ağır kitaplar dikilmelidir çocuğun tepesine, ne de çocuğu bir yere taşıyamayacak saçmalıkta ve alçaklıkta kitaplar serpilmelidir çocuğun üzerine. Kendimden biliyorum, okuma zevkini -sayısının çok fazla olduğunu zannettiğim akranlarım gibi- Aziz Nesin’den aldım mesela ben. Akar giderdi ustanın kitapları ve beni de peşinden sürüklerdi. Sonra ne zaman ki babamın kütüphanesinin diğer raflarına daldım, Dünya klasiklerine uzandım, o yazki okurluğumun sonunda uyandım, zira Balzac’ın “Otuz Yaşındaki Kadın”ında fazla zorlandım. Uzadıkça uzayan cümleler, bitmek bilmeyen tasvirler derken kitabı yarıda bıraktım. O çocukluk “travmasıyla” o kitabı bir daha elime alamadım. Gerçi muhtemelen bu yazıyı

yazdıktan sonra o kitaba tekrar başlayıp, yarım bıraktığım işi tamamlayacağım. Geçen gün, bir kitapçıda kitap basımı işinin yaz bereketsizliğinden yakınarak dolanıp duruyordum. Yeni basılmış kitap avcılığım tezgahtar kızcağızı da zorladı biraz, ama neticede bir kitaba, tam da aradığım tarzda bir kitaba ulaştım. İnce, kolay okunur, yüz yüz elli yıl öncesiyle şimdiyi kıyaslatır ve içinde rahat bir konuyu barındırır... Kısacası, yukarıda bahsettiğim mevzuya, büluğ çağına adım atışa oturur ve okuru yetişkinliğe kadar götürür bir kitaba. Ivan Sergeyeviç Turgenyev’in “İlk Aşk” isimli romanına. Daha evvel birkaç farklı yayınevinden de çıkmış olan kitabı Altınpost Yayıncılık da yayımlamış geçtiğimiz temmuzda. Turgenyev’i bilirsiniz, 1818-1883 yılları arasında yaşamış olan Rus yazar. En bilindik kitabı ise “Babalar ve Oğullar”. Ve herhâlde onu okumuş olanlar, onun ritmik, “gerçekçi”, tempolu anlatısını ve diyaloglardaki ustalığını hatırlar. Tabii onun Dostoyevski ile çekişmeleri, eserlerindeki hiççiliği, yüzünün batıya dönüklüğü de zihinlerde yer tutar.

GÖRÜNEN N ÖTES NDE Fevkalade sade ve rahat okunası kitabı “İlk Aşk” bir havuz gibi; ama zemini eğimli, yürüdükçe derinleşen, derinleştiği hâlde sığ görünümünü kaybetmeyen ve bu yönüyle okuru şaşırtabilen bir eser. İlk bakışta Çarlık Rusyasından “öylesine” bir aşk hikâyesi gibi görünse de, aslında toplumsal ilişkileri, toplumun değişimini, aile ilişkilerinde geçilen ve gelinen yerleri, hayalleri ve hayal kırıklıklarını gösteren bir eser. Bunları eserdeki aşk üçgenine çizdiği çevrel çemberde gezinerek veriyor yazar. Çembere biraz uzaktan baktığında Oedipus kompleksinin “O”sunu gören okur, biraz daha uzaklaştığındaysa toplumun üzerinde yürüdüğü ince ve keskin hattı, o hattı saran sarmalı görüyor. Ve o sarmalın yaklaşık yüz elli yıl sonraya, bugüne uzanıp uzanamayacağını soruyor. Böylece okur bu eğimli zeminli kitapla, yuvarlak çocuk havuzundan büyük havuzuna geçmiş oluyor. Sonra da Rus edebiyatında -korkusuzca- boy veriyor. (İlk Aşk, Ivan Sergeyeviç Turgenyev, Altınpost Yayıncılık, 151 s.)


Aydınlık KİTAP

Bu kitap Özdemir nce’nin benzetmesiyle “marihçilerin” tarihçi diye geçindi i, bilimsel intihal yapt kan tlanm isimlerin “akil adam”, “bilir ki i” diye ekranlarda boy gösterdi i, geçmi e sövdü ü ve iktidar övdü ü bir ortamda, önemli dersler veriyor. münde veriliyor. İkinci ve üçüncü bölümlerin konusu sırasıyla Birinci ve İkinci Meşrutiyet. Her iktidar, nasıl kendi sermayesini, bürok- Dördüncü bölümde 31 Mart İsyanı’nın tarihrasisini, aydınını, sanatçısını, akademisyenini sel, toplumsal, siyasal arka planı ve aktörleri inyaratırsa, tarihçisini de yaratır. Kendisi açı- celeniyor. İsyanın arkasındaki iç ve dış güçler, sından gereklidir bu. Zira kitlelerin duygula- 31 Mart konusunda çok önemli çalışmaları burına, düşüncelerine hükmetmeden, bellekle- lunan Tarık Zafer Tunaya, Sina Akşin, Doğan rine egemen olmadan, zihinlerini denetle- Avcıoğlu, Yusuf Hikmet Bayur, Osman Selim meden, tarih bilinçlerinde yer etmeden gerçek Kocahanoğlu gibi isimlerin çalışmalarından anlamıyla iktidar olmak zordur. Bu nedenle ta- kaynak verilerek ele alınıyor. Ayaklanmanın çırihi eğip bükmek, yeni bir tarih yazmak, tarihsel kışı ve destekçileri konusundaki farklı görüşgerçekleri tersyüz etmek, tarihsel başarıları, ka- ler sıralanıyor. Cemil Koçak, Ahmet Altan, zanımları önemsizleştirmek, değersizleştir- Ayşe Hür, İpek Çalışlar, Necmettin Alkan gibi mek, sıradanlaştırmak ister her egemen güç. mevcut iktidarın gözde aydınlarının tezlerine Mevcut iktidar da bunu yapmıştır ve yap- 5. bölümde yer veriliyor. Bernard Lewis, Stanford Shaw, Feroz Ahmad, Dimaktadır. AK- sermaye, AKetrich Gronau, Robert Manbürokrat, AK- gazeteci derken, tran, Eric Jan Zürcher’in de AK– ademisyenler de yaratılaralarında bulunduğu Osmanlı mıştır. Halil Berktay’dan Cemil tarihi üzerine çalışmış pek çok Koçak’a, Aykut Kansu’dan Ayyabancı tarihçinin görüşü ise 6. han Aktar’a dek soldan gelenbölümde inceleniyor. ler “insan hakları, hukuk devAlev Coşkun, hem gençlik leti, özgürlükler, demokrasi, yıllarından bu yana siyasetin sivil toplum” kavramlarıyla biriçinde bulunmanın kendisine likte, sözde liberalizm adına saf Alev Co kun kazandırdığı deneyim (1961 değiştirirken, sağdan gelenler Anayasası’nı hazırlayan kurucu meclisin en içinde de bir zamanlar YÖK zede oldukları için genç üyesidir), hem de aldığı eğitim nedeniyle ağlaşanlar artık YÖK zade olmuşlardır. Mev(İstanbul Hukuk Fakültesi’nde lisans, New kiler, makamlar, unvanlar onlarındır artık. Ve York Üniversitesi’nde siyaset bilimi ve kamu yöbunun karşılığında da yeni bir Jön Türk devnetimi alanında yüksek lisans ve doktora) taririmi, yeni bir 31 Mart İsyanı, yeni bir Kurtuhe bütüncül bakıyor. Ekonomi, siluş Savaşı, yeni bir Lozan, yeni bir yaset, hukuk ve toplumsal yapı araKâzım Karabekir, yeni bir Osmansındaki bağı tarihselliği elinden bılı yazmaları gerekir. Çünkü Yeni Osrakmadan kuruyor. Aydınlanma, manlıcılık peşinde koşanlar bunu isbağımsızlık, demokrasi, özgürlük temektedir, bunu emretmektedir. ve devrim düşüncesinin fikri, enteAncak Osmanlı arşivlerine girmeden lektüel temellerini, siyasal, ekonomik Osmanlı tarihi hakkında atıp tutan, ve toplumsal ayaklarını, hukuksal konjonktüre göre farklı hocaların atılımlarını ve öncü kadrolarını bir çantasını taşıyan, farklı patronların tarihsel akış içinde yorumluyor. Süüniversitelerinde ders veren, farklı reklilik içindeki kopuşları, devrimtelevizyon kanallarında program yaci atılımları ve karşıdevrimci çıkışpan, farklı gazetelerde yazan, siyasi ları Türkiye’nin nesnel koşulları içinde değerufukları da “özür diliyoruz.com” ve “yetmez lendiriyor. Yurt, ulus ve tarih bilinciyle donanama evet” arasında gidip gelen bu zevatın işi mış bir Cumhuriyet aydını olduğu için ayaklazordur. Çünkü arşivler açıktır, belgeler ortarı yere sağlam basıyor. Kitabın kaynakçasının dadır. Bu nedenle de maskeleri çabuk düşyanı sıra, kitabın sonuna konan bazı fotoğrafmektedir. Alev Coşkun’un yazdığı “Devrimin İlk Kar- lar da okurun ilgisini canlı tutuyor. Kısacası, Alev Coşkun’un “Devrimin İlk şıtları” isimli kitap, günümüzün resmi tarihçilerinin, iktidarın vakanüvislerinin, alternatif ta- Karşıtları” adlı çalışması, ülkemizin seçkin ayrih yazıcılarının maskelerini bir kez daha dü- dınlarından Özdemir İnce’nin benzetmesiyle şürüyor. Osmanlı Devleti’ni ve Osmanlı’daki “marihçilerin” tarihçi diye geçindiği, bilimsel aydınların çabalarını, dönemin koşullarını gö- intihal yaptığı kanıtlanmış isimlerin “akil zeterek, tarihsel düzlemden kopmadan yerli ye- adam”, “bilir kişi” diye ekranlarda boy gösrine oturturken, olanaklarını, açmazlarını, sı- terdiği, geçmişe sövdüğü ve iktidarı övdüğü bir nırlarını, kısıtlarını, Niyazi Berkes’in deyimiy- ortamda, önemli dersler veriyor. Tarihi 2002 le “gerçekler ve niyetler” arasındaki farkı seçimleriyle başlatanlara, AK- tarihçilere, saptıyor. Osmanlı’nın yükselişi, gerileyişi, dev- TARAF’gir tarihçilere, meydanın boş olmaleti kurtarmak için öne atılanların düşüncele- dığını anımsatıyor. (Devrimin İlk Karşıtları, ri, arayışları, bu bağlamda ilk anayasal gelişAlev Coşkun, Cumhuriyet Kitapları, 300 s.) meler ve aydın hareketleri kitabın ilk bölüBARIŞ DOSTER

7

Efsane ve mitolojilerin şahlanışı SEVİLAY ATAİBİŞ ASLANOĞLU Buket Uzuner çağdaş edebiyatımızın en sık eser veren yazarlarından. Romanları, öyküleri, gezi notları geniş bir okur kitlesine hitap ediyor. Uzuner yazarlığının yanı sıra çeşitli yayınevlerinde editörlük ve danışmanlık da yapıyor. Her açıdan edebiyat dünyamızı zenginleştiren, geliştiren bir isim. Yapıtlarından “Balık İzlerinin Sesi” romanı ile 1993 yılında Yunus Nadi roman ödülü, “Kumral Ada Mavi Tuna” romanı ile 1998 yılında İstanbul Üniversitesi - yılın romanı ödülünü almıştır. Kitapları farklı dillere çevrilmiş nadir yazarlarımızdan... Mayıs ayında Buket Uzuner’in “Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları - SU” başlıklı kitabı yayımlandı. Kitap bir dörtleme olarak tasarlanmış; “SU” serinin ilk kitabı. Yazar, kayıp gazetecei Defne Kaman’ın hikayesini anlatırken bugün Anadolu kültürünü derinden etkilemiş Kamanlık (Şamanizm) geleneğinin dört unsuru olan Su, Toprak, Hava, Ateş’ten ilham alarak yazıyor. “Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları – SU” kitabının kapağını gördüğümde, kelimelerden önce üstündeki semboller ve ben ortak bir çekimin içine girdik. Tam bu sırada kitabın arka kapağında yer alan Uzuner’in temennisinin boş olmadığını anladım. Şöyle diyor arka kapakta: Yazar, “SU” romanı yazarken yakından inceleme şansı bulduğu “Kutadgu Bilig”in bilinen üç orijinal nüshasından ilkini Uygur harfleriyle Türkçe yazdığı düşünülen Yusuf Has Hacib ile bu önemli eseri 1947’de günümüz Türkçesine çeviren Prof. Reşit Rahmeti Arat’ı şükranla anıyor ve bugüne kadar Türkiye’de ve dünyada hak ettiği önemi ve sevgiyi göremeyen bu güzel eserin, romanda bir şifreler kitabıymış gibi kullanılmasıyla özellikle gençler arasında ilgi göreceğini umuyor.” Kitaptan da anlaşılacağı üzere yazar Türk mitolojisi ve efsanelerini ustaca araştırmış ve bunu aktarırken okurun bu alana merak salmasını hedeflemiş. Bende bıraktığı etkiye bakacak olursak hedefinden pek de uzak sayılmaz. Kitap sayesinde bu alana daha önce ilgi duymayan birisi olarak öğrendiklerimden en ilgi çekici olanlarına değinmekle yetineceğim. Türkler kadim gelenekleri olan Şamanlığa, Asya’da kullandığımız Ön-Türkçede, Kamanlık, Şaman’a da “Kam” veya “Kaman” derlermiş. “Kamlar” ya da “Kamanlar”,

her şeyden önce birer şifacı, yani “otacı” denen, bitkilerle ilaç yapan (bizim bildiğimiz dilde “kocakarı ilaçları”) birer Şaman, Kaman-dır. Aynı zamanda söz sanatında yetenekli, ozan, has halk şairleridir. “Şamanlık, Orta Asya’da yaşayan eski Türklerin, Moğolların ve başka birçok kavmin inancıdır. Zamanla bir geleneğe dönüşen Şamanlıkta evren gök, yeryüzü ve yer altı olmak üzere üç bölümdür”. Türkler farklı ad verdikleri Şaman’a daha çok Kaman, Kam derlerdi. Kaman öncelikle kadındır, aydır, dişildir, daha sonra erkekler de Kam olmuştur.

KADINLARIN DA KAM/AN OLAB LD TEK AMANLIK, TÜRKLERDEYM ! Kitap’ta; mezhep farklılıklarından oluşan aşk sorunları, kadın cinayetleri, toplumun çarpıklıklarından yalnızlığı seçen insanları, bir polis ve bir sahaf dostluğuna kadar birçok konuyu bulmak mümkün. Ayrıca işin içine kent ortamı da katılarak farklı bir atmosfer yaratılmış. Kadıköy’ü biliyorsanız, okuduğunuz sürece adım adım sokaklarını arşınlar buluyorsunuz kendinizi. Romanın ana karakteri gazeteci Defne Kaman öncelikle kadın cinayetlerini yazıyor. Fakat toplamda bu konuya yapılan vurgu biraz eksik kalmış. Buna karşın Buket Uzuner’in romanın sonuna merak uyandırmak adına okura yaptırdığı zihin pratiği yerinde. Yine de Defne Kaman sayesinde son derece önemli ve bir o kadar güncel bir konuya el atılmış. Bugünün Türkiye’sinde hala kadınların hayatlarını kendi istedikleri gibi yaşamalarına engel olunuyor, bu yönde kanunlar oluşturulup bunlar üzerinden zorbalık uygulanıyorsa eğer kadınların adım atmaları gereken gün gelip de geçmiştir bile.

SU EBED BA LANGIÇTI VE ONDAN ÖNCE H ÇB R CANLI OLMADI Tabiat sevgimizin en dibinde, kökünde Kamlık geleneğimiz yatar. “Su”yu okurken, çocukluğumuzdan beri büyüklerimizin öğrettikleri, kurşun dökmekten nazar boncuğuna, derviş semahından Alevi semahına, içinde “Ay” geçen bütün kız adlarımızdan “Su”yla ilgili bütün inançlarımıza, kırk sayısından Hıdırellez ve Nevruz’a kadar aşina olduğunuz değerlerle karşılaşacağınız kesin. Hikaye boyunca aslında ne kadar Şaman olduğunuzu düşünmeden edemiyorsunuz. (Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları ‘Su’, Buket Uzuner, Everest Yayınları, 329 s.) Buket Uzuner

Maskeleri düşüren eser

24 A USTOS 2012 CUMA


8

24 A USTOS 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

KAPAK

FERHAN ŞENSOY’UN ÖZGEÇMİŞSEL ROMANININ 2. CİLDİ ÇIKTI

Sahnede hem özgün hem bizden Kağıtta başkaldıran bir kalem Ferhan ensoy; Temmuz ay nda Ortaoyuncular Yay nlar ’ndan ç kan son kitab “Ba kald ran Kur unkalem”de bir yolculu a ç kar yor sizi. “Kalemimin Sap n Gülle Donatt m” n ikinci cildi bu. Sevenlerinin sab rs zl kla bekledi i bir devam yolculu u ayn zamanda… Anneannesinden Türk tiyatrosunun adeta gayri resmi geçit törenine dönü en dünyas ve kendi tiyatrosunu kurma sava na de in bir yolculuk bu. Onunla birlikte yürürken akl n zda anneannesinin ölümünden sonra dedi i u cümleyi ta yorsunuz: “Ölüler hafiftirler, tabutlar çok a r.” SEZA ÖZDEMİR sezaozdemir@gmail.com Ferhan Şensoy’la anı diyebileceğim tek yaşanmışlık, “2019” adlı oyunu için yaptığımız söyleşi. O dönem Ulusal Kanal adına, kameraman arkadaşım Şengül’le birlikte tuttuk Ortaoyuncular Sahnesi’nin yolunu. Şengül “Ne kadar sürer Seza? Uzatmazsın değil mi?” derdinde. Ben ise Ferhan Şensoy’dan prova öncesi, o çok disiplinli hayat temposu arasında koparabildiğim zamanı olabildiğince uzatmak derdindeyim (Yine de taş çatlasa yarım saatini alıyorum). Ben, telaşlıyım. Şengül ise işi bugüne kadar nasıl olsa hep “teknik bir iş” olarak görülmüş birinin sakinliği, daha doğrusu alışmışlığında. Şensoy geliyor fuayeye. Tokalaşıyor ikimizle de. Kameraman arkadaşıma da adını soruyor. İkimizin de halını hatırını soruyor. Sonra çay söylüyor bize. Benim aklımda “Sıkılıyor mudur?”, “Keyifli bir röportaj olur mu?” gibi sorular var. O, bununla ilgilenmiyor; belki yapacağımız söyleşiyi önemsemiyor bile. Zaten duymuşum, Ferhan Şensoy söyleşi yapmayı sevmiyor. Beni dinlerken gözü kameramana gidip geliyor. Moralim sıfırın altına doğru hızla inmekte. “İşte şimdi yandık, saçmalamamdan sıkıldı sanırım” diye kıvranıyorum. Çaktırmadan Şengül’e arada ben de bakıyorum. Her zamanki gibi konuk olunan kişinin nasıl olsa kendisiyle ilgilenmediğinden emin, üçayağını kuruyor. Ardından kamera için ışığı deneyecek, filtreye karar verecek, beyaz ayarı yapacak ve saire... Niye bakıp duruyor Şensoy? Sonunda dayanamıyor; gayet tedirgin bir yüz ifadesiyle “Şengül Hanım niye içmiyorsunuz çayınızı? Acelesi yok, yaparsınız.” diye bölüveriyor sözümü. O ana dek aklımda sorular ve vesveselerle diyalogu sürdürmeye çalışırken, bir anda bu çabamdan geri adım atıyorum. Niye yaptı bunu? O güne kadar görüştüğümüz kimse kameraman arkadaşlarıma böyle bir özen göstermemişti. Konuk olunan kişiye göre; onlar o mekânda sadece “teknik bir iş” için bulunuyorlardı. Zaman ayırılan kişi sadece muhabir olagelmişti. Dönüyorum Şengül’e, o da şaşkın. Çabuk ayılıyor ama. Baktım artık işini keyifle yapan, önemseyen ve titizlenen bizim Şengül

ları da Vururlar”la başlayıp “Muzır Müzikal” yangınıyla son bulacak... Kitabın ön ve arka kapakları için fotoğraf seçiminiz dikkat çekici. Neden özellikle anneanneniz, anne ve babanız (özellikle de onların düğün fotoğrafı)? Birinci cilt, daha çok ailemin baba tarafını ve Çarşamba’yı anlatır. Anneannem, annem Ünyeli. Ailenin anne tarafını ve Ünye’yi ikinci cilde sakladım. İlk kitabın kapağı çocukken Çarşamba’daki evin bahçesindeki bir fotoğraf, ikinci cildin kapağı anneannemle Ünye’deki evde çekilmiş delikanlılık fotoğrafım. Anneannem ikinci ciltte en renkli kahramanlardan biri olarak var, annemin ve babamın düğünü sebeb-i mevcudiyetim.

BEN KALEME KALEM DEMEM MUHAL F OLMAYINCA

oluvermiş. Ferhan Şensoy’la ikisinin kısa sohbetini izliyorum. Şensoy; Şengül’e sorular sormaya devam ediyor. Çekimle ilgili teknik sorulardan kısa bir sohbet kuruyor kameramanımızla. İşte aklımdaki Ferhan Şensoy... Yaptığımız röportaj bunun yanında faso fiso kaldı benim için.

T YATROSUNA KAVU MAK STEYEN KALEM Şimdi ikinci söyleşimiz kamera karşısına geçmeden, ses bandına konuşmak zorunda kalmadan, kendini kendi isteğiyle anlattığı ikinci kitabı “Başkaldıran Kurşunkalem” için. Ancak bu kez yüz yüze değiliz, Ege turnesi sırasında azıcık mola verdiği Yalıkavak’tan sorularımızı yazılı olarak yanıtladı. O nedenle bu söyleşiyle ilgili aktarabilecek bir anım yok. En iyisi kitaba geçip gerisini kendisinden dinleyelim. “Kalemimin Sapını Gülle Donattım”dan sonra “Başkaldıran Kurşunkalem” yayımlandı. ‘Gül’den ‘kurşun’a geçişin nedeni nedir? Kaleminiz ne zaman başkaldırdı? Birinci cilt, “Tabancamın sapını gülle do-

natacağım” Karadeniz türküsüne bir gönderme, ikinci ciltde de kurşunun “n”si miniskül olarak yazılı. Bir yerden bir yere geçiş yok. Her iki başlık da; kalemim silahımdır, diyor. Başkaldırı her iki ciltde de var, burada mevcut tiyatroya başkaldırarak kendi tiyatrosuna kavuşmak isteyen kalemin özlemi söz konusu.

CEPTE HAYALLER, VER EL N TÜRK YE Düzenli günlük tuttuğunuzu biliyoruz. Bu bir koca ömür demek. Fotoğraflar, belgeler, oyunlar, anılar... Neye göre ayırdınız dönemleri? Zor olmadı mı bunları tasnif etmek? Ortaokuldan beri günlük tutuyorum, bu kitapları günlüğe borçluyum, yoksa bu denli ayrıntıyı anımsamak kolay değil. Birinci cilt, doğumumdan başlayıp eğitimimden sonra kafamda hayallerle Türkiye dönüşümle bitiyor. İkinci cilt, o kesin dönüşün öncesinden başlayıp, hayallerim cebimde Türk tiyatrosu içinde savrulmalarımı anlatıyor, Haldun Taner’den icazet alıp “Şah-

Bu ırmak romandaki yaşamınızın haritasından aynı zamanda Türkiye’nin haritası da çıkıyor. Türkiye’nin yakın tarihinin Ferhan Şensoy’un kaleminin başkaldırmasında etkisi ne? İlk gençliğimden beri kalemim beni başkaldırmaya zorladı. Çocukluğumdan beri hep başkaldıracak şeyler oldu bu ülkede. Zaten kalem muhaliftir. Yoksa ben ona kalem demem. Kitapta tiyatro dünyasından gündelik bir tarih de aktarıyorsunuz. Yaşananlar, kişiler arasında hep ayrık, dışarıda duran, özgün bir havanız seziliyor. Bunu en güzel resmeden anlardan biri Papirüs barında onca usta ve genç tiyatrocu arasındaki Ferhan Şensoy. Bu tavrınız tiyatronuza da yansımış. Kendi tiyatronuzu bulmak, yaratmak isteğinizi biliyoruz ama bu bir kişilik özelliği mi? Batıda eğitim gören ve yurda dönen tiyatrocular, biraz tutucu eski yapı tiyatro dünyamızda pek rağbet görmemişler, dışlanmışlardır; Burhanettin Tepsi, Asaf Çiğiltepe, Orhan Boran tipik örnekler. Ben Papirüs’ün barının en köşesinde “Fransa’dan gelen çocuk” olarak yapayalnız oturuyorum. Kendi tiyatromu kurmak, istediğim tiyatroyu


KAPAK

Aydınlık KİTAP

Ferhan ensoy

yapmak ve başarılı olmak konusundaki hırsım, tamamen kendimi babama kanıtlama kavgasının sonucudur.

“YARINA ‘D Z OYUNCUSU’ OLARAK KALACAKLAR!” Kitap, Türk tiyatrosundan bir geçit töreni de sunuyor. Ancak gayri resmi bir tören. Bugünün tiyatrosu ve tiyatro sanatçıları yarına nasıl kalacak sizce? Türk tiyatrosunun, en mükemmel dönemini yaşama şansım olduğu için talihliyim. Kitaptaki sanatçılar resmi geçidi, tiyatro tarihimizdir. Bugünün tiyatro sanatçıları kaç kişiler, bir resmi geçit korteji oluşturabilirler mi? Sanırım onlar yarına “dizi oyuncusu” olarak kalacak!

“YILLAR SONRA BABAMIN HAKLI ÇIKMASI NE SAÇMA!” Sanattan para kazanamama, tiyatrocular için hep bir sorun. Sizin için de öyleymiş, şimdi baktığınızda “Babam haklıymış” dediğiniz oluyor mu hiç? Babam “Oğlum, tiyatro yapmana karşı değilim, ama bir mesleğin olsun, tiyatroyu haftasonları yaparsın” demişti. “Ne yani? Haftasonu şiir yazan doktorlar gibi! Onlar şair değiller ki!” diye düşünmüş, hiçbir şey diyememiş, yutkunmuştum. Tiyatro haftada altı gün oynanan, yedinci gün turneye gidilen, provaları haftalarca süren bir iş. Ve fakat yıllar sonra tiyatro sadece haftasonu oynayabilir hale geldi, izleyicisi giderek eksilerek. Geçen yıl günlüğüme şöyle yazmışım: “Yıllar sonra babamın haklı çıkması ne saçma!” Eskiden “iki kalas bir heves” düşüncesi ağır basarmış. Sanatçıların bakışı bugün nasıl sizce? Sanatçı sözcüğü artık uçara kaçara kullanılmaya başlandı. Medyaya kalsa herkes ünlü sanatçı (!). Tiyatro bir aşktır, ben bu işi aşkla yapanlardanım. Azınlıkta olduğumu biliyorum, ama yapayalnız değilim. Babam haklı çıksa da, ben aşkımdan vazgeçmem.

24 A USTOS 2012 CUMA

9

“Başkaldıran Kurşunkalem”den

Bu özgeçmişsel romanların devamı gelecek mi? Nasıl bir devam olur bu? Üçüncü cilde başladım. Ancak bu gibi dosyalar; tiyatro koşuşturması, oyun yazarlığı, provalar, turneler arasında boynu bükük duruyor masada, çok yıllarla şişmanlıyor. Ömrüm olduğu sürece arkası gelecek, belki biri yarım kalacak...

“(…) Soğuk bir mart ikindisi. Yağmur çiseliyor. Rıhtımda demir atmış gemilerin kuytu yerlerine sinmiş martılar. Üşümüş çaycı, tavşan kanı çayları getiriyor, sigaralar tazeleniyor. Kafasındaki tiyatroyu yapabilmek için herkesle görüşüyor Fransa’dan gelen çocuk. Yeni bir tiyatro kurması gerektiğinin bilincinde. Ne para, ne salon, ne kadro! Kimlerle, nerede, nasıl yapabilirim düşüncesinin esiri olarak herkesle görüşüyor işte. O nasıl bir tiyatro yapılacağını konuşmaktan yana, öbür ikisi sürekli salon sorununa getiriyor konuyu. - Salon yok ağbicim! - Evet ağbicim. Martılarla sarmaş dolaş usul usul bir arabalı vapur yanaşıyor iskeleye. Fransa’dan gelen çocuk birdenbire: Gemide tiyatro yapalım mı? diyor. Kısa ve boktan bir suskunluk oluyor arabanın içinde. Dünyaları yıkılmış gibi. Hatta o güne dek gizli tuttukları tiyatro kurma projelerini Fransa’dan gelen çocuğa anlattıklarına pişman bir halleri var. Sessizliği Ercan bozuyor: - Nasıl ya? - İstediği yere demir atan, Marmara’yı, Türkiye’nin bütün kıyılarını dolaşan, izleyicinin ayağına giden, yüzen bir tiyatro! Upuzun ve sıkıntılı bir suskunluk oluyor. İkisi önce birbirlerine, sonra dikiz aynasından Fransa’dan gelen çocuğa garip garip bakıyorlar. Deli bu herif diye düşünüyorlar. Manyak mısın sen? cümlesi dillerinin ucuna geliyorsa da, hiçbir şey söylemiyorlar. (…)” (Ferhan Şensoy, Başkaldıran Kurşunkalem, s. 115-116 )

“FACEBOOK’TA ZLED AKLABANLIK ONUN Ç N T YATRO TE!” Ortaoyuncular bu yıl 32. yılında. Onun önünde daha nasıl bir yol var gelecekte? Yol yok, çok dikenli bir patika var önümüzde. “Tiyatro neymiş?” diyen, twitter’ci kuşaklarla karşı karşıyayız. Facebook’ta izlediği şaklanbanlık onun için tiyatro işte! Romanlar, oyunlar, sahne üstü (oyunculuk/ yönetmenlik), köşe yazıları, turneler... Çok çalışan birisiniz. Peki günü nasıl geçiriyor, nasıl yetişiyorsunuz bu kadar işe? Hiç söyleşi yapmayarak, hiçbir televizyon programına konuk olarak katılmayarak, pek kimseye randevu vermeyerek, davet edildiğim söyleşi toplantılarına katılmayarak, tiyatroda oyundan sonra kitap imzalayıp imza günleri yapmayarak, Beyoğlu’nda tiyatroya bitişik bir evde oturduğum için İstanbul trafik keşmekeşini yaşamayarak kazandığım zamanı iyi değerlendiriyorum.

“SAVA I SAHNE EMEKÇ LER KAZANACAK!” Son zamanlardaki “yıkım” ya da “kapatma”lardan tiyatro da nasibini alacak gibi görünüyor. Ödenekli tiyatroların özelleştirilmesi gündemi henzü sonuçlanmış değil. Peki bu işin sonu nereye gider sizce? İşin sonu karanlık. Mevcut iktidar tiyatroya savaş açmış durumda. Yok etmek istiyor. Bin yıllardır tiyatronun ortadan kaldırıldığı hiçbir yerde görülmemiştir. Belki yarın koşullar daha da kötü olacak, tiyatrocular direnecek. Bu savaşı tiyatroya gönül veren sahne emekçileri kazanacak!

Nasıl bir kalem? Türk tiyatrosu için “özgün” nitelemesini ama bir o kadar da “bizden” nitelemesini taşıyan bir tiyatro adamı o. Ferhan Şensoy; İsmail Dümbüllü, Münir Özkul ve diğer pek çok ustanın kadrini bilen bir “Fransa’dan gelen çocuk”. Ancak yazmak bambaşka bir şey sanki hayatında. Özyaşamöyküsel romanlarını okuyunca, öykülerine dalınca anlıyorsunuz; sadece oyuncu ya da yönetmen olarak kalamazdı Türk tiyatrosunda. Belki bu yüzden hocası Haldun Taner’in yeri başkadır onun için. “ (…) İki gözümden birer damla yaş süzülüyor, hüngür hüngür ağlamak üzereyim. Çok güzel bir perde finali armağan ediyor bana tiyatro peygamberi Haldun Taner. Bu oyunu bir tiyatroya vermek istemediğimi, kendi düşündüğüm gibi sahneye koymak arzumu dile getiriyorum. Kendi tiyatromu kurmak istiyorum. Paran var mı? Hayır hocam. Buyurduğunuz gibi olay iki kalas, bir heves. İşin fenası bende sadece heves var, kalas parası da yok! Gülümseyerek koyuyor elini omzuma; Kolay gelsin. Yolun açık olsun! Koyverdim dizginlediğim gözyaşlarımı, Elmadağ’ı sel aldı. Gondolla döndüm Teşvikiye’ye.” (Ferhan Şensoy, Başkaldıran Kurşunkalem, s. 540 ) “Şahları da Vururlar” ile Haldun Taner’den böyle icazet aldıktan sonra, yazar Ferhan Şensoy için oyunların, kitapların ardı arkası kesilmez. Türk tiyatrosunun resmi geçit töreninde, kortejde bulunduğu yeri gururla taşıyor olmalı. İşte Ferhan Şensoy; temmuz ayında Ortaoyuncular Yayınları’ndan çıkan son kitabı “Başkaldıran Kurşunkalem”de bir yolculuğa çıkarıyor sizi. Anneannesinden Türk tiyatrosunun adeta gayri resmi geçit törenine dönüşen dünyası ve kendi tiyatrosunu kurma savaşına değin bir yolculuk bu. Onunla birlikte yürürken aklınızda onun anneannesinin ölümünden sonra dediği şu cümleyi taşıyorsunuz: “Ölüler hafiftirler, tabutları çok ağır.”


10

24 A USTOS 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Psikanalizin analizi için üç müdahale … Cinsel, hayat n belirli bir alan olup, geri kalan n belirlemekten çok, Zupancic’in de dedi i gibi “‘cinsel’, insan faaliyeti ya da ya am n n ayr bir bölgesi de ildir; i te bu nedenle, insan ya am n n bütün bölgelerinde ikamet edebilir” CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com Geniş, eğik ve muhtemelen deri bir koltuk imgesi ile pipo içen, yahut boynuna bir fular bağlamış bir doktor eşleştiğinde aklımıza psikanaliz gelir. Toplumun “normal”inden biraz olsun sapanlar koltuğa yerleşirken, hemen arkalarında toplumun marjinal bir aydını olan psikanalist belirir. Hastanın bastırdıklarını açığa çıkarıp çocukluğuna inen doktor, hastayla meşguldür. Peki, ama bu klişe artık bıkkınlık vermedi mi? Herhangi bir davranış bilimleri kitabı açıldığında, okuyan, kendisine hastalık beğenir. Bu durumun, bize gösterdiği, hemen herkesin hasta olduğu değil midir? Evet, herkes hastadır, der sistem. Herkesin hasta olduğu bir ortamda tek normal, hastanın karşısında dikilen diplomalı doktorların bilgeliği ya da hayali bir normal olan “toplum”dur. Arzu edilen de budur: psikanaliz, hastalarla uğraşsın; onları toplumun “normal”ine entegre etsin. Toplumsal işbölümünden psikanaliste düşen bu gibi görünür. Bu görünüşe, ya da sistemin bu buyruğuna karşı, Alenka Zupancic, “Psikanaliz asla bireyler ve onların mahrem sayılabilecek sorunlarıyla ilgili değildir: Tedavi etmek amacıyla bireyi topluma uyumlu kılmayı, “burjuva rüyasının garantörü” olmayı reddeden temel bir psikanaliz damarı vardır” diyerek yanıt veriyor. Psikanalizin, yukarıda tarif edilen, bireyi topluma uyumlu kılma şeklinde özetlenebilecek yalıtılmışlığına ve saptırılmışlığına karşı, Alenka Zupancic, Freud ve Lacan’ın kuramlarını radikalleştirerek yeni yanıtlar arıyor. Ljubljana Psikanaliz Ekolü’nün kurucularından olan Zupancic’in “Neden Psikanaliz? Üç Müdahale” adlı kitabı Barış Engin Aksoy’un özenli çevirisiyle Metis Yayınları tarafından 2011 Şubat’ında yayımlandı. Nietzsche ve Kant, Hegel, Schelling gibi Alman İdealistlerinin yanı sıra, Bergson gibi fenomenolojistlerden, Lacan ve Freud’a, ve dahası Dolar, Zizek ve Badiou gibi yeni nesil Lacancı – Hegelci filozoflara dek geniş bir okumanın hakim olduğu Zupancic’in eserlerinin belki de en özlüsü “Neden Psikanaliz?” adlı eseridir. Bu eserde, üç müdahale, sırasıyla “Cinsellik ve Ontoloji”, “Özgürlük ve Neden” ve “Komedi ve Tekinsiz” olarak adlandırılıp ele alınıyor. Bu yazıda sadece birinci bölüme odaklanacağız gerisi okuyucunun ilgisine bırakılacaktır. Geçen hafta tanıtımını yaptığımız, Marshall Sahlins’in eseri “Batı’nın insan doğası yanılsaması”nın temel tezi olan kültürün biyolojik olanı öncelediği iddiası, bu kez, Zupancic’in kitabında daha da diyalektik bir ilişki içerisinde yineleniyor. Zupancic’e göre “Psikanalizin nesnesi iki alanın örtüştüğü bölgedir; yani, biyolojik ya da bedensel olanın halihazırda zihinsel ve kültürel olduğu, aynı zamanda kültürün tam da çözüme kavuşturmaya çalıştığı (ama bunu yaparken yeni açmazlar yarattığı) bedensel işlevlerin açmazlarından doğduğu yerdir” (s. 9). Öznelliğin nesnellikle, zihinselin bedenselle, doğanın

kültürle olan ilişkisine ait kurucu kavramlara odaklanan ama bir yandan da felsefeden ayrı bir alan olarak psikanaliz, cinselliğe yönelik belirgin vurgusuyla özgüllüğünü koruyarak gerçekliğe ilişkin yeni yaklaşımları olanaklı kılıyor.

C NSELL K DO A ÖTES D R Cinsellik söz konusu olduğunda, genel eğilim bunun doğal bir eğilim olduğudur. Yazarın itirazı burada kendini göstermektedir. Yazar, Freud’dan alıntılayarak cinselliğin doğa ötesi karakterini betimliyor: “Jenital cinsel örgütlenme”, ilksel ya da “doğal” olmaktan çok uzaktır: Gerek üreme organlarının fizyolojik olgunlaşmalarını gerekse kültürel-simgesel parametreleri içeren gelişim aşamalarının bir sonucu, bir ürünüdür.” (s. 21). Alışılagelen söyleme göre “parmak emme”, “oburluk” gibi sonuçlar cinselliğin baskılanmasından sonuçlanmaktadır. Yazar, burada çarpıtılmış anlayışı ayakları üstüne oturtur: “Parmak emme ya da oburluk, cinsel birleşmedeki uyarılmayla ilişkisi dolayısıyla cinsel değildir; aksine, aslında bizatihi cinseldir; cinsel ilişki ise bunlar gibi (bakma, dokunma, yalama, vb.) farklı kısmi dürtülerden oluştuğu için cinseldir.” (s. 20). Cinsel olanın doğru anlaşılması açısından bu alıntı çok önemlidir. Çünkü cinsel, hayatın belirli bir alanı olup, geri kalanını belirlemekten çok, Zupancic’in de dediği gibi “‘cinsel’, insan faaliyeti ya da yaşamının ayrı bir bölgesi değildir; işte bu nedenle, insan yaşamının bütün bölgelerinde ikamet edebilir” (s. 21).

DÜRTÜLER N NESNELER N N KAMES DEVR MC D R “Dürtüler en baştan parçalı, kısmi, amaçsız ve nesnelerinden bağımsızdır... Dürtülerin sapması kurucu bir sapmadır” ve devam etmektedir: “psikanalizin bakış açısından, erkeklerin salt kadınlara yönelik cinsel ilgisi de nihayetinde kimyasal bir çekime dayalı aşikar bir olgu değil, aydınlatılması gereken bir sorundur” (s. 18). Bu kurucu sapma, birçok kereler, ihtiyaçların maddi bir temel olarak insanı ileriye taşıdığını öne süren kuramların genel eğilimini dile getirmektedir: “İnsanlarda her ihtiyaç tatmini, kural olarak, başka bir tatminin meydana gelmesini sağlar; bu tatmin kendisinin peşine düşüp kendini yeniden üretirken, bağımsızlaşma ve kendi başına varlığını sürdürür hale gelme eğilimindedir” (s. 19). Kurucu sapma, dolayısıyla, dürtünün nesnesinden uzaklaşması ve “bir dizi ikameye sürüklenmesi”dir. (s. 18). Dürtünün alanı sürekli olarak genişler, insan çevresinin ötesine geçer, tatmin peşinde koşarken eline geçen daha büyük bir tatminsizliktir. Dolayısıyla, insan artık örtüyü kaldırıp merak etmiştir, durmadan arzularının peşinden gidecektir. Bu açıdan bakıldığında dürtüler ve onların nesnelerinin ikame edilmesi devrimcidir. (Neden Psikanaliz?, Alenka Zupancic, Metis Yayınları, Çev: Barış Engin Aksoy, 88 s.)

ARAKABLO

TÜRKİYE’NİN RUHUNU ARAYAN AYDIN: KEMAL TAHİR / 4

Kemal Tahir’in asıl meselesi: Doğu’yu Batı’ya karşı savunmak SEYYİT NEZİR seyyitnezir@yahoo.com

Kafkasya, Balkanlar ve Ortadoğu üçgeninin merkezinde yer alan Anadolu, emperyalistlerin çıkarları doğrultusunda İslâmî ideolojik çeşitlenmelerle gizlenmiş bir jandarma devlete yataklık edemez. “Türkiye’nin ruhunu yerlilik kanonu içinde arayan” Kemal Tahir’in “ne yazık ki bu ruhu bulamadığı”nı savlayan “Hece” Dergisi (S: 23 / 81, Ocak 2012), Tahir’in bu ruha yabancılığını şöyle açıklıyor: “Türkiye’de İslâm, her zaman yerli düşüncedir; yerleşmeyi / yerlileşmeyi başarmıştır. Kaldı ki İslâm’ın binlerce yıl yoğurup biçimlendirdiği Anadolu’da ve İslâm dünyasında sosyalizmin yerli bir düşünce olması halâ imkânsız görünmektedir.” (s. 11) Geçtiğimiz günlerde, Zaman Gazetesi’nde “İslâm ve yerli ideoloji” kapsamında ilginç tartışmalar yaşandı, ilginç şeyler yazılıp çizildi. Mümtazer Türköne tartışmada İslâm’ın modern ve en yerli uzmanı Ali Bulaç’a da atfen şu görüşleri savundu:

SLÂMCILIK: KÖKÜ DI ARIDA B R DEOLOJ “İslâmcılık kökü dışarda bir ideolojidir. İslâmcı ideolojiyi Müslüman aydınlar kendi iç dinamikleri ve gelenekleri içinde üretmediler. Ali Bulaç, İslâmcılık tabirinin Eşarî’ye ve Gazalî’ye kadar uzanan eski bir tabir olduğunu kaydetmiştir. Dün, bu tabirin (İslâmiyyûn) bu iki büyük imam tarafından tahfifi anlamda kullanıldığını açıklıyor. İslâmcılık, bu referans metinlerde yoldan çıkanlar için kullanılıyor ve ‘Müslümanımsı’ gibi bir anlama geliyormuş.” (Zaman, 18.05.12) Ahmed Arif’in dizeleriyle söyleyecek olursak, “Havva Ana’nın dünkü çocuk sayıldığı topraklarda” daha bininci yılını doldurmamışken, “İslâm’ın binlerce yıl yoğurup biçimlendirdiği Anadolu” söylemine kapılmış giden Hece’yi zora düşürmenin hiç anlamı yoktu ama somut durumlar tarihsel sürecin önüne geçiyor ve ideolojik üretimin yolunu tıkıyor anlaşılan. Kemal Tahir’in yerliliği tartışılırken, İslâm’ın Batı planlarıyla yoğrulan oryantalist yerli çeşitlenmeleri, şecaat arzı neviinden bir itirafnâmeyle gündeme geliveriyor...

KEMAL TAH R’ N ASIL MESELES NEYD ? Kemal Tahir’in asıl meselesi, Anadolu Türk varlığını ve devletini Batı’nın emperyalist talanı karşısında korumak ve savunmaktı. “İstiklâl ve hürriyet benim karakterimdir” anlayışıyla yoğrulan tutumunda, Osmanlı, tarihsel birikim öğesi olmaktan öte geçmez. Bu nedenle Ne-

cip Tosun, onun “Osmanlı anlayışında devlet olgusunun birincil, din olgusunun ikincil önemde oluşu”nu “din yaklaşımındaki dışardan bakış” olarak küçümsediğiyle kalır (Hece, s. 47). Kemal Tahir, M. Murat Özkul’un da görmezden gelemediği (s. 155) Ortadoğu’daki çatışma alanlarında, BOP eşbaşkanlığı adı altında sıfır sorun için yola çıkıp sorunlar yumağını kördüğüm edişiyle ülkeyi sıfır komşuluk noktasına taşımış “Yeni [İslâmi] Osmanlıcılık” yavelerine geyik olmak şöyle dursun, emperyalizm karşısında çok daha matah bir duruş olarak Osmanlıcılığın eskisine dönüşü bile akıldışı bulur. O, tıpkı Haçlı Seferleri ve 1915 emperyalist saldırısı karşısında olduğu gibi, Anadolu’yu bütün Doğu’nun savunma hattı olarak görür. Anadolu’nun savunulması, Rusya ve Kafkasya’nın Anadolu ve Ortadoğu’yla bağını kesme isteğindeki emperyalistlerin yeni Kafkas Seddi planlarını bozmayı gerektirir. Mustafa Kemal’in bu konudaki başarıları ortadayken, Kemal Tahir’in bunları atlayarak “tarihiyle dargınlığını sona erdirme” adına ülkeyi İslâmî heveslerle her anlamda Batı’ya açma, İslâmcı örtüler altında Batı’ya karşıt görünerek pazarlama ve peşkeş çekme anlamını taşıyan girişimlere yüz vereceğini ummak, en hafifinden, safdillik değilse nedir? Batı’nın çıkarlarını savunanların en son sözleri bile bunu anlamaya yeter. Le Monde’un Türkiye uzmanı Guillaume Perrier daha on gün önce şöyle yazdı: “Rusya, Türkiye, İran bloku dünyanın bütün dengelerini değiştirir. Ortadoğu’nun kontrolünü tümüyle ele geçirir. Avrupa’yı küçük kıtasına hapseder. Kafkasları, Afganistan’ı, Pakistan’ı kendi gücüne katar. Müslüman dünyayla yakın bir ilişki kurar. Petrol kaynaklarına egemen olur. Çin’le işbirliği yapabilir. “Bu gelişme Avrupa, Amerika ve biraz da Japonya’dan oluşan ‘Batı’nın dünyadaki etkinliğini inanılmaz biçimde azaltır.Yeni blok; asker, enerji ve para açısından çok güçlenir. Böylece Türkiye’deki çatlama dünyada büyük bir çatlamaya yol açar.”(Le Monde, 15.08.12; aktaran Kurtul Altuğ, Aydınlık, 20.08.12) Bir soru: Peki bu çatlama ve saflaşmada İslâm nerede yer alıyor? Ardından ikinci bir soru: İyi ama hangi İslâm? Batı’nın yedeğindeki mi, karşısındaki mi? Sahi, iyi de, ya Kemal Tahir, o nerede kalır? Sorulur mu, tartışmasız olarak emperyalizmin karşısında yerini alır o. Her ne kadar zurnada peşrev olmaz! denmişse de, nice haftadan sonra, zurnanın zırt dediği yere gelmiş bulunuyoruz: Kemal Tahir’in düşünüşünü sürekli köstekleyen büyük aldanış neydi? Haftaya...


YENİ ÇIKANLAR

Aydınlık KİTAP

24 A USTOS 2012 CUMA

11

Yedinci Gün

Uzak Tepeler

Ku timur Kahvehanesi

Platon Günlükleri

hsan Oktay Anar, leti im Yay nevi, 240 s.

Kazuo Ishiguro, Yap Kredi Yay nlar , çev. P nar Besen, 164 s.

Necib Mahfuz, K rm z Kedi Yay nevi, çev. Utku Umut Bulsun, 144 s.

Peter Ackroyd, Monokl Yay nlar , çev. Bilgesu i man, 184 s.

Çizgilerin kürelere, zamanın sonsuzluğa, sonsuzlukların da hayâllere dönüştüğü bir hikâyedir bu. Sıradan insanların sıra dışılığı, bilinen hikâyelerin düşlere dönüşümü, zaafların asîlleşmesi, erdemlerin ardındaki günâhkârlık tüm içtenliğiyle akacak zihinlere. İnsan olmanın en zayıf ve en yüce yanları, bir hikâyenin dokunuşuyla bir kez daha bilinebilir olacak. İhsan Oktay Anar, bu yeni düşüyle sizleri bir kez daha şaşırtacak. Çizgilerde değil kürelerde gezinecek, bilinen zamanların bilinmeyen anlarına yolculuk edeceksiniz. Alışık olmadığınız bu dünyanın kapısından girdiğinizde âşinalık hissedecek, sadeliğin ihtişâmına teslim olmanın rahatlığıyla kendinizi akışta yolculuk ederken bulacaksınız.

Japon asıllı İngiliz yazar Ishiguro, ilk romanı “Uzak Tepeler”de büyük toplumsal dönüşümlerin bireyler üzerindeki yıkıcı etkisini, görev duygusu ile özgürlük arzusu arasındaki çatışmayı ve modern çağda kimlik arayışını ustalıkla anlatıyor. İngiltere’de yalnız başına yaşayan yaşlı Japon kadını Etsuko’nun büyük kızı Keiko intihar eder. Kısa süre sonra Etsuko’nun küçük kızı Niki annesini ziyarete gelir ama anne kız arasındaki duygusal mesafe, Etsuko’nun anılarına gömülmesiyle daha da artar. İkinci Dünya Savaşı’nın bitişinden sonra ilk kocasıyla birlikte Nagazaki’de yaşayan Etsuko, o yıllarda komşusu Sachiko ve onun küçük kızı Mariko’yla kurduğu arkadaşlığı hatırlar. Bugünle ilgili bazı gerçekleri açıklayabilmek için, geçmişin bu dönemini gözden geçirmeye ihtiyacı vardır.

Yirminci yüzyılın ortalarında, Kahire’nin kalburüstü semtlerinden Abbasiye’de birlikte büyüyen beş arkadaş ve dostluklarına yıllar boyu tanıklık eden, vazgeçilmez buluşma yerleri olan kahvehane. Büyük değişimler yaşayan Mısır toplumunda, arkadaşlardan her birinin kendi yolunda akan hayatları, bu kahvehanede sığınılacak güvenli bir liman bulur. Doğuştan iş adamı olan Sadık, babasının arzusunun aksine doktorluğu seçmeyip edebiyat yollarında yürüyen Tahir, zevk insanı Hamada, eylem adamı İsmail ve geri planda kalan beşinci arkadaş: anlatıcı. İkinci Dünya Savaşı’ndaki bombardımanlardan 23 Temmuz 1952 darbesine, Özgür Subaylar hareketinden Batı’ya açılan Mısır ekonomisinin 1980’lerde geçirdiği çalkantılara kadar çağdaş Mısır’ın tarihini belirleyen pek çok siyasi ve tarihi olay...

Bunu görüyor musunuz? Yaklaşın, kentliler. Buna kol saati denir. Bunu Köstebek mağarasından getirdim. Dinleyin. Bu işaretlere sayı deniyor. Şu dar metal şeridin nasıl da bir uyum dairesinin etrafında döndüğünü fark ettiniz mi? Bu, zamandır. Dokunmaktan korkmayın. Sihri yeniden canlandırılamaz. Ne amaca mı hizmet ediyordu? Bir evren yaratmıştı! Kenarlardaki sayıları inceleyin... Bunlar harikalar çünkü bir zamanlar dünyanın yapısını temsil ediyorlardı. Bir zamanlar bunun biçiminde modellenmiş koca bir evren vardı... Kentlileri nasıl rahatsız etmiş olduğunu şimdi anladın mı? Platon: Çocuklara yolculuğumu birkez dahi anlatmadım. Onları sadece soru sormaya ve cevapları aralarında tartışmaya çağırdım.

Kerime

Gerçek Bak

Çin Komünist Partisi Tarihi

ktidar Yaln zl kt r

Bahad r Yeni ehirlio lu, Everest Yay nlar , 226 s.

Todd McGowan, Say Yay nlar , çev. Zeynep Özen Barkot, 344 s.

Kolektif, Canut Yay nevi, 620 s.

“Kerime,” Bahadır Yenişehirlioğlu’nun ikinci romanı. Dönem romanı özelliği taşıyan “Kerime”de olaylar, ezanın Türkçe okunması kararının alındığı 1932’de başlıyor. Muhafazakâr bir seriye kâtibi ve ailesinin başına gelen trajik olaylar, o dönemin koşulları içerisinde anlatılıyor. İki kızını da baskı ve korkularla yetiştiren bir seriye kâtibinin başına gelen korkunç bir olay... Kâtibin,. küçüklüğünden beri boyunduruğu altında tuttuğu büyük kızı Kerime’nin, ilerlemiş yaşına rağmen annesinin ve mahallenin baskısıyla kendinden yaşça büyük, dul bir adamla evlenmesi... Ailenin küçük kızı Nezihe’nin ise umutsuz bir aşkın peşinde felaketine doğru sürüklenip, gencecik hayatını bir adam uğruna karartması... Kerime, bir genç kızın, muhafazakâr ve erkek egemen bir toplumda yetiştirilip, yanlış verilen kararların, hataların bedelini nasıl ödediğini gösteriyor...

Bir filmde izleyicinin deneyimini belirleyen nedir? İzleme sürecinin temelinde görüş alanına hâkim olma yanılsaması mı vardır, yoksa bu deneyimi sürekli gözden kaçan, anlamlandırılamayan, var olmayan noktalar mı şekillendirir? Todd McGowan sinema kuramı etrafında dönen bu soruları yeniden ele alırken, aslında cevabın “gözümüzün önünde” olduğunu söylüyor: Psikanalitik sinema kuramına yeni bir perspektif sağlayan bu kitapta, izleme deneyiminin merkezine bakışı oturtuyor ve bizi onun doğasını anlamaya davet ediyor. Şimdiye kadar yanlış değerlendirilmiş bir kavram olan bakışı, doğrudan Lacancı psikanalizle okuma çabasının ürünü olan “Gerçek Bakış,” izleyiciyi bir özne olarak konumlandırarak, sinemanın politik, kültürel ve varoluşsal potansiyellerini bu kez özgürlük adına anlamayı deniyor.

Ülkemizde daha önce 1970’lerde yayınlanan S.B.K.P tarihi ile ilgili 2 kapsamlı kitaptan yaklaşık 35 yıl sonra ilk kez kapsamlı bir komünist partisi tarihi yayınlanmaktadır. Dünyanın en büyük nüfusuna sahip olan Çin’in iktidar partisi olan Ç.K.P 20.yüzyıl tarihinin önemli öznelerinden bir tanesi olmuştur, bu parti siyasi iktidarını devrimi birlikte yaptığı diğer demokratik ve anti-emperyalist partilerle birleşik cephe anlayışını koruyarak paylaşmaktadır. Parti 82 milyon yetişkin üyesini ve 16-28 yaş arası 75.9 milyon genci tabandaki birim örgütleri içinde örgütlemiş bulunmaktadır. Halihazırda düzenli çalışmalar yürüten 3.4 milyon birim örgütü bulunmakta, 50 den fazla işçi çalıştıran 98.000 özel sektör kuruluşunun % 97’sinde örgütlü bulunmaktadır...

Ali Saydam, Remzi Kitabevi, 312 s. Bir etkinlikten ürüne, ülke markasından siyasete, kurumdan şöhrete, soyut ya da somut hangi konuda ‘algılama yönetimi’ üzerine çalışıyor olursak olalım, ‘olumlu gerçeklikler’den yola çıkmak durumundayız. “Vazgeçmek Özgürlüktür” adlı ilk kitabın devamı olan “İktidar Yalnızlıktır”ın sayfalarına yansıyan deneyimler toplamının ve bakış açısının, gündelik hayatta bir ‘değer’ ifade edebileceğine kuşku yok. İletişim alanına ilgi duyan tüm meraklılar ve uzmanlar için bir amentü kitabı...


24 A USTOS 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

GEZI NOTLARI

İSPANYA’DA KİTAP DÜNYASI

Don Kişot’un Yolunda Yürümek DAMLA YAZICI Edebiyat, farklılıkların aynı duygularda yoğrulmasına olanak sağlayan eşsiz bir deryadır hayatta. Duyguların temelde hissettirdiklerinin ortak olduğu insan bedeninde farklı yaşanmışlıklar içerisinde de olsa aşk aşktır örneğin, zafer zaferdir, hüzün hüzündür. Meksika’da da, Çin’de ğer yaratabilen eserler sayılıdır. de, İsveç'te de. Edebiyatın bu duyguları büBu kadar değerli bir yapıtın taşıyıcısı tünleştirmedeki gücünü görünce hayran- ülke olmak İspanya’nın yücelmesini sağlık bir kez daha katlıyor kendini. lıyor. Fakat İspanya İç Savaşı, edebiyatın 18 günlük bir İspanya seyahati sonra- rotasını oldukça geriye çekmiş durumda. sı bunları birkez daha düşündüm. Don Ki- Savaş bu olumsuzluğunun yanında edeşot'u hayatımıza sokan bir kültürün so- biyatın toplumsal gerçekçilik alanına açılkaklarında dolaşırken kitapçılarını, sahaf- masını sağlamış ve 20. yy’ın İspanyol edelarını, müzik dükkanlarını da keşfetmek için biyatına yeni bir rota katmış. elimden geleni yaptım. Dünyaya Picasso, Zengin bir miras üzerine kurulmuş Gaudi, Cervantes gibi çok büyük insanlar olan İspanya sokaklarında dolaşırken takazandıran bir ülkeden bahsediyorum. rihi mirası korumanın önemini bir kez İspanya edebiyatı tarihini biraz karış- daha hatırlıyor insan. Mimarinin, heyketırdığımda şunlarla karşılaştım: Arap is- lin, estetiğin oldukça gelişmiş olduğu şetilası sonrası dilin yozlaşarak yerel bir dile hirleri gezerken aklımın bir yanı Türkidönüşür. Sonrasında 9. yüzyılda Kastilya ye’nin bu konularda hangi konumda ollehçesi ülkenin Arap istilasından kurtul- duğundayken bir yanı “kitapçılarınız nemasıyla yayılma gösterir ve Katalan dili, rede” diye sorup duruyordu. Benim gözGalicia lehçesi ile birlikte bir ulusal dilin lemlediğim, beklentimin daha altında bir temellenmesi ve edebiyat kitap dünyası kurmuş olmadili olarak hayat bulması ları. Sahaflarla, sokak kitapgerçekleşir. Başta Arap etçılarıyla, modern kitapçı dükkisindeki İspanyol edebikanlarıyla dolu sokaklar göryatı zamanla Fransız ve İtalmek pek mümkün değil. Fayan etkilerine de maruz kakat rastladığınız kitapçıların lır. 14. ve 15. yüzyıllar hebir tür üzerine yoğunlaşamen hemen bütün edebi rak, çok sağlam arşivleri halmetinlerde kendini krallık ka sunması takdir edilesi. ve manastır etkisinde bulur. Latin dili olarak ele aldıKristof Kolomb’un ğımız bir edebiyat oldukça Amerika’yı keşif yolculu- Don Ki ot’un geçti i yol zengin işlerken (özellikle ğuna çıkmasına büyük desMeksika edebiyat alanında tek veren İspanya, bu yolculuk sonrası ken- oldukça sağlam ilerliyor) salt İspanya di Rönesansını sağlamış ve bu edebiyata edebiyatı ele alındığında beklentinin karbüyük bir ivme kazandırmıştır. 16. ve 17. şılanabildiği söylenemez. Karşılaştırma yüzyıllar İspanyol edebiyatının en zengin yaptığımda Türkiye’de kitabın konumuve görkemli dönemini ifade eder. Dünya nun insanların bahsettiği kadar vahim oledebiyatı adına çağdaş romanda ilk kabul madığı kanaatine vardım. Büyük eksikedilen Miguel de Cervantes’in kült eseri likleri olsa da giderek zenginleşen bir Türk Don Kişot bu dönemde ortaya çıkmıştır. edebiyatı görmek mümkün. Süreç içeriKilometrelerce ötede yazılmış bu roman sinde genç yazarların yeteneklerinin cesur bugün hala başucumuzda unutulmaz ki- yayınevlerince desteklenmesi fikri yayıntabımız olarak yerini alıyor ve hayatımız- cı anlayışa yerleşebilirse eğer, işler daha da da kendimizi yel değirmenlerine karşı sa- ileri gidecek. İspanya’da dolaşırken ilginç vaşırken hala bulabiliyoruz. Don Kişot ve birkaç dükkan gördüm. Biri çizgi roman Sanço Panza içimizde birer insan. Nere- üzerine çok renkli ve kaliteli bir birikim li olduğumuzun, cinsiyetimizin, mesleği- dükkanıydı. Bir diğeri ülkenin mizah edemizin bir önemi yok, hepimiz kendimizi biyatı ve dergiciliği üzerine girdiğim olDon Kişot’un karakterinde bulabiliyoruz, dukça da farklı bulduğum ufak bir dükişte bu edebiyatın gücüdür. İspanyol ede- kandı. Sadece bir tür üzerine açılmış bu yabiyatı da çağdaş edebiyata böyle bir kat- pıdaki dükkanlar beni oldukça etkiliyor. kı sunduğu için gurur duymalıdır. İspan- Çünkü içerisinde çok ciddi bir arşiv baya’daki gezimde gittiğim Siguenza’da , ki- rındırıyor. Sahaf geleneğinin yerini alışveriş tabın ilk nüshasında Don Kişot’un Sanço merkezi kitapçılarına bıraktığı şu günlerPanza ile geçtiği yer olarak belirtilen pa- de dünyada her yerin bu çürümüşlüğe tikada olduğumu öğrendiğimde gezinin en mahkum bırakıldığını görmek üzücü olsa güzel anında olduğumu hissettim. Bazen da umudumuz asla tükenmeyecek. insanların kollarına yaptırdıkları dövmeAnadolu’dan Kitabevi köşesi bu haflerde Picasso’nun Don Kişot eskizini gö- ta Dünya’dan İspanya’yı anlattı. Kitaplı rüyorum. Bir kişinin hayatında bu denli de- günler dilerim.

ÇOCUKLAR İÇİN

Savaş Arifesinde Bir Çocuk “Kare daire de ildir, insan da melek. Kareler yuvarlak olmad klar n kabul etmi gibi görünüyor. En az ndan bugüne kadar aksini duyan olmad .”

Erich Kastner

12

İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com Erich Kastner’i “Uçan Sınıf” adlı romanıyla biliyor olmalısınız. 1933 yılında yazdığı bu kitabın, konusu ve karakterleri bakımından Hababam Sınıfı’nı andırdığı için, Türk okurları tarafından benimsenmesi zor olmamıştı. Hala okumadıysanız otuz beşinci baskısı Can Yayınları’nda mevcut. Gelelim çocuklar için eşsiz romanlar yazan bu yazarın kendi çocukluğunu anlattığı son kitabına: “Ben Küçük Bir Çocukken” “Kare daire değildir, insan da melek. Kareler yuvarlak olmadıklarını kabul etmiş gibi görünüyor. En azından bugüne kadar aksini duyan olmadı. Olasılıkla dört dik açı ve dört eşit uzunlukta kenar sahibi olduklarını kabullenmiş olan kareler, düşünülebilecek en mükemmel dörtgenlerdir. Böylece karelerin hırsı tatmin edilmiş olur.” Erich Kastner, 1899 doğumlu bir Alman yazar. Birinci Dünya Savaşı’na katılan Nazi karşıtı Kastner, Nazilerin hizmetinde yazarlık yapmayı reddettiği için yazı yazması yasaklanmış, iki kez gestapo tarafından tutuklanmış ve 1933’te tüm kitapları yakılmış. 1974’te Münih’te ölen yazar, yaşamını insanlık için yazmaya adamış. Otobiyografik romanı “Ben Küçük Bir Çocukken”de de anlattığı gibi, aile gelenekleri olan fırıncılık ve tüccarlığın aksine, zinciri kırarak yazarlığı tercih etmiş. Sadece içinde birikenleri artık içinde tutmak istemediği için. Çünkü Kastner’in çocukluğu, yüzyılı aşkın bir süre öncesinde geçiyor ve kendi ifadesiyle Dünya Savaşı’nın başlamasıyla da sona eriyor. O zamanın Almanya’sında doğan ve ray üstündeki atlı arabalar, uzun sarı lüleler, sıkı bel bağları arasında büyüyen Erich, okuldan eve döndüğünde adeta evin reisi haline dönüşen, dönüşmek zorunda olan bir çocuk. Evin ihtiyaçlarını alıyor, ödevlerini bitirdikten sonra sobayı yakıyor, yemek pişiriyor, evlerini paylaştıkları öğretmenle kahve içiyor, bulaşık yıkıyor, patates soyuyor ve annesine kuaförlük mesleğinde yardım ediyor. Savaş arifesine denk geldiği için diktatörler, yasaklar, savaşlar, ölümler görüyor. Haliyle yaz-

mak için biriktirdiği çok anısı oluyor Kastner’in…

KALEM - KA IT VE ANNE “Çekinerek harika görünen ikiye ayrılmış masaya yaklaştım, attığım her adımda sorumluluğum, korkum ve son on beş dakikayı kurtarma iradem artıyordu. Ah, şu an yalnız olabilseydim keşke; şu an hediyelerimle, bunların bana beni tutkuyla seven annemle babam tarafından alındığı nefis duygusuyla yalnız olabilseydim! Ne mutlu olurdum! Ama Noel oyununun iyi sonuçlanması için rolümü oynamak zorundaydım. Bir diplomattım ben, annem ve babamdan daha yetişkindim. Noel ağacının altında gerçekleşen törensel üçlü konferansımızın başarısızlıkla sonuçlanmamasını sağlamam gerekiyordu… Aldığım hediyeyi yere göğe koyamayan annemi gizlice göğsüme bastırdım, sanki günah işliyormuşum gibi gizlice. Babam fark etmiş miydi acaba? Fark ettiyse eğer üzülmüş müydü?” Çok beğendiğim bu paragraf aslında kitabın ana konusunun dışında küçük bir ayrıntı. Ama Kastner bir çocuğun, anne ve babasının kendisine duydukları sevgileri arasında denge kurmaya çalışırken yaşadığı o gereksiz telaşını ve çilesini böyle güzel anlatmış işte. Annesine olan dikkati çok daha fazla Erich’in, onu hiçbir şekilde incitmek istemiyor. Ancak konu yazmaya gelince annesine karşı dürüst olmak zorunda. Fırıncı, tüccar ya da öğretmen olmak istemiyor Erich, yazar olmak istiyor. “Palavracı Baron”, “Açıkgöz Budalalar”, “Hayvanlar Toplantısı”, gibi çocuk kitapları da sevilen Kastner’in çocukluğunu anlattığı bu son kitabı da, hem yazarı, hem de savaş öncesi Almanya’yı, Alman çocuklarını daha iyi anlayabileceğiniz hüzünlü ve samimi bir kitap. İyi okumalar diliyoruz. (Ben Küçük Bir Çocukken, Erich Kastner, Çev: Süheyla Kaya, Can Çocuk, 262 s.)


Aydınlık KİTAP

24 A USTOS 2012 CUMA

13

Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür şair: Tevfik Fikret CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com “Ekonomik ilişkilerin yeniden düzenlendiği, dünya haritasının yeniden çizildiği bir çağın çocuğu olarak doğdu Tevfik Fikret. Gençliği ve daha sonraki dönemleri bu konjoktürde konumunu korumaya çabalayan, fakat her hamlesinde biraz daha çözülen ve parçalanmaya doğru ilerleyen koca bir imparatorluğun can çekişme devriydi. 24 Aralık 1867’de doğdu, 19 Ağustos 1915’te öldü.” Artık çıkmayan “Papirüs” adlı dergide yayımlanmış bir yazımdan aldım yukarıdaki paragrafı. Edebiyatımızda kendisiyle ilgili en fazla makale, inceleme, araştırma, eleştiri, anı yazısı ve oylumlu, ciddi kitaplar yazılmış şair Tevfik Fikret’tir. Ölümünün 97. yılında onun şiirlerinin hâlâ toplumsal ve sosyal hayatımızdaki sorunlara, ülke yönetimi düzeyindeki özlemlere, bilim ve teknikle ilgili hedeflere, insani ve ahlaki önermelere karşılık düşmesi, hayatiyetini ve güncelliğini koruması bu durumun nedenini de açıklamaktadır. Servet-i Fünun dergisinden arkadaşı ve Türk edebiyatının başyapıtlarından “Eylül”ün yazarı Mehmet Rauf onun için “Eserlerinde ne kadar şiir varsa o kadar da resim vardır.” diye yazar. Bu durum Tevfik Fiktret’e gelene dek Türk şiirinde bulunmayan teknik bir özelliktir. Büyük ustanın daha önemli bir yönüne ise Yahya Kemal işaret eder: “Rübab-ı Şikeste’den sonra nazımda İstanbul lehçesini duyduk; ahengin bütün mihaniki değişti; o inkılabdan beri hepimizde iklimi bir tahassüs, iklimi bir lehçe ihtiyacı var.” Yahya Kemal’in söylediklerine Fuat Köprülü’den ekleme yapmakta yarar var: “Arkadaşlarının hatta üstatlarının elinde bir türlü kekemelikten kurtulamayan nazım lisanına yeni bir ses koyuyordu. Fikret, Servet-i Fünun’un başına geçtikten sonra yazdığı eserlerde, derece

derece Türkçenin nazım lisanı ayarını bulur.” Mehmet Kaplan’ın Tevfik Fikret şiiriyle ilgili tahlili ise bütün bu belirlemeleri tamamlayıcı niteliktedir: “Fikret Türk şiirine ses ile beraber, kendinden önce pek az ehemniyet verilen yeni mısra yapıları, sentaks da getirmiştir. Onun her şiiri bir ses ve cümle örgüsüdür. Mananın altında, onu dalgaların bir kayığı taşıması gibi sürükleyen bu iki yapı unsuru vardır.” Bütün bunlar edebiyatın teknik ve estetik alanında Tevfik Fikret’in hanesine yazılan artılardır. Fakat onu kullandığı dilin ağırlığına ve eskiliğine rağmen yüz yıl sonrasına taşıyan ve tazeliğini koruyan özellikler bunlarla sınırlı değildir. Tevfik Fikret’i ölümünden yüz yıl sonra da önemli kılan Atatürk’ün de “Ben devrim ruhunu ondan aldım.” diye işaret ettiği devrimci ruhudur. Bu ise soyut ve esrarlı bir vasıf değil, Tevfik Fikret’in haksızlıklar karşısındaki isyanı, ahlaki duyarlığı, bilim ve tekniğe inancı, zayıftan yana duruşu, zalimler karşısındaki tavrı ile dokunmuş kişiliğinin edebiyat alanındaki yansımasıdır. Bu ülkenin şahsiyetli entelektüellerinin, aydınlarının, öğretmenlerinin gençlere seslenme gereksinimi duyduklarında onun “Ferda”sına eğilmeleri sebepsiz değildir: “Ferda senin, senin bu teceddüd, bu inkılâb… Her şey senin değil mi ki zaten?... Sen, ey şebab” Yağmacılara karşı nefretimizi, içimizde büyüttüğümüz isyanın hırçınlığını da o en estetik biçimde bizim adımıza haykırmadı mı: “Yiyin, efendiler yiyin; bu hân-ı iştihâ sizin; Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!” Bilim ve teknik alandaki ilerleme, atılım ve gelişme özlemlerimiz, karşılığını yine onun şiirlerinde buluyor: “Kalbinde her dakika şu ulvi tahassürün Minkaar-ı ateşini duy, daima düşün: Onlar niçin semada, niçin ben çukurdayım?” Din tacirlerinin, şehit edebiyatı mütehassıslarının maskesini yine o indiriyor. İkiyüzlülerin tutunduğu değerler sisteminin şifresini o açık ediyor: “Mızırak, yay, kılıç, topuz, balta, Mancınık, top, sapan, tüfek… Arada Kanlı amirleriyle cünd-i vegaa; Sonra artık alay alay usera… Mutlaka bir muzaffer, on mağlub; Çiğneyen haklı, çiğnenen mayub; Kahra alkış, gurura secde; kerem Za’f ü zilletle daima tev’em; Doğruluk dilde yok, dudaklarda; Hayr ayaklarda, şer kucaklarda. Bir hakikat: hakikat-i zencir; Bir belagat: belagat-ı şemşir Hak kavinin, demek şeririndir;

Tevfik Fikret

En celi hikmet: ezmeyen ezilir; “Sarmış yine afakını bir dûd-ı muannid, Her şeref yapma, her saadet piç; Bir zulmet-i beyza ki peyapey mütezayid. Her şeyin iptidası, ahiri hiç; Tazyikının altında silinmiş gibi eşbah, Din şehid ister, asman kurban; Bir tozlu kesafetten ibaret bütün elvah; Her zaman her tarfta kan, kan, Bir tozlu ve heybetli kesafet ki nazarlar kan!...” Dikkatle nüfuz eyleyemez gavKanun diye diye kanunun rine, korkar!” nelere alet edilğini, ilerleTevfik Fikret neyi özMehmet meden, barıştan, eşitlik ve lemiş, neyi sevmiş, neye Rauf onun için özgürlükten yana olankarşı çıkmış ve kimi la“Eserlerinde ne kadar lara, yurtseverlere, devnetlemişse içinde bu iir varsa o kadar da rimcilere karşı, ırzına lunduğumuz dönemde geçilmiş bu kanunlatümünün karşılığı buresim vard r.” diye yazar. ’e tret Fik fik Tev rın nasıl kullanıldığını lunuyor. Böyle olduğu um Bu dur e ind en yalın biçimiyle onun için de o edebiyat tar iir k Tür gelene dek şiirleri anlatıyor bize: hinin bir devi olduğu bir nik bulunmayan tek “Bir devri şeamet, yine kadar günümüz edebiyatı özelliktir. çiğnendi yeminler; içinde de büyüklüğünü koÇiğnendi, yazık, milletin ümiruyor. Hatta tarihi değeri di bülendi, güncelle doğrulandığı için ihtiKanun diye topraklara sürtüldü ceşamı bütün tazeliğiyle bir kez daha binler; sahnedeki yerini almış bulunuyor. Kanun diye, kanun diye, kanun tepelendi… Ölümününü 97. yılında onu minnetle anıBeyhude figanlar yine, beyhude eninler!...” yor ve bütün beşeriyeti ailesi olarak gören ahÜlkemizi sarmış olan sisin yoğunluğunu ve lakını, cesur sesini, haysiyetle ışıyan suretini yayılan karanlığın vehametini yine o gösteriyor: özlüyoruz.


14

Aydınlık KİTAP

24 A USTOS 2012 CUMA

ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r? Hoyrat bir merakla girmiş yerleşmişti bile benim dünyama, koyu gölgeli, kara Humbertistan’a. Çevresine şöyle bir göz atmış, çoğu şeyi sevimsiz bulmuş, ama gülüp geçmişti. Artık ne zaman düpedüz nefrete benzer bir duyguyla dönüp, çıkıp gidecek diye bekliyorum. Okşayışlarımdan hiçbir zaman ürpermediği gibi, bütün ince düşünceliklerime karşılık olarak görüp göreceğimde tiz bir ‘hey ne yaptığını sanıyorsun sen’ çığlığı olurdu. En cıcığı çıkmış filmleri, en yapışkan şekerlemeleri benim ona sunabileceğimbu harikalar ülkesine yeğ tutardı.

a) Marguerite Duras- Ölüm Hastalığı b) Vladimir Nabokov- Lolita c) Jean Paul Sartre- Sözcükler d) Herman Hesse – Öldürmeyeceksin e) Gabriel Garcia Marquez- Kolera Günlerinde Aşk

2

Fırtınayla cebelleşerek, bileklerine kadar yükselen suyun içinde sırılsıklam olmuş bir halde evin içinde ordan oraya koştuğunu görüyordum. Ertesi gün hiç olmayan bir kahvaltıyı nasıl hazırladığını, ben yerleri kurularken sofrayı kurduğunu, evin içindeki deniz felaketinin ardından ortalığı topladığını hatırlıyorum. Birlikte kahvaltı ederken gözlerindeki o hüzünlü bakışı hiç unutamadım: “Neden beni bu kadar yaşlıyken tanıdın?”der gibi. Doğruyu söyleyerek yanıtladım onu: “İnsan gerçekte olduğu değil hissettiği yaştadır.”

a) Gabriel Garcia Marquez- Benim Hüzünlü Orospularım b) Andre Gide- Kalpazanlar c) Ernest Hemingway- İhtiyar Balıkçı ve Deniz d) Necip Mahfuz- Midak Sokağı e) Jerzy Kosinski- Adımlar

Geçen haftan n do ru yan tlar : 1-(d) 2-(e) 3-(b)

3

New York’a otobüs biletimi aldım. Otobüs onda kalktığından tek başıma Hollywood’un tadını çıkartmak için dört saatim vardı.Önce salamla bir somun ekmek aldım ve ülkeyi geçerken yiyeceğim on sandviç yaptım kendime. Bir dolarım kalmıştı. Bir otoparkın arka tarafındaki alçak beton duvara oturdum ve yerde bulup, hardalı sürmek için temizlediğim düz bir tahta parçasını kullanarak hazırladım sandviçleri. Bu absürd işle uğraşırken bir Hollywood galasının güçlü spot ışıkları gözyüzünü, o uğultulu Batı Yakası’nın gökyüzünü yarıp geçti.

a) Richard Brautigan- Amerika’da Alabalık Avı b) Ingvar Ambjörnsen- Beyaz Zenciler c) Hubert Selby Jr.- Brookllyn’e Son Çıkış d) Jack Kerouac- Yolda e) Chuck Palahniuk- kaçaklar ve Mülteciler

Bu haftan n do ru yan tlar :

1-(b) 2-(a) 3-(d)

1

BULMACA SOLDAN SA A 1. “Re at ... ...” Resimdeki yazar - Bir seslenme sözü 2. htiyaçlar devletçe kar lanan onba ve çavu rütbesindeki asker - Rutenyum’un simgesi - Kimse, ki i Allah’tan hay r dileme 3. Bir dilek art eki - Bir ngiliz biras - Kobalt' n simgesi “... Güler” (foto rafç ) 4. Konya’da bir baraj - skambil destesinde bir ka t grubu Omurgay olu turan küçük kemiklerin her biri 5. Kudret, iktidar - Lanetlenmi - Gümü 'ün simgesi - “... Güler” (foto rafç ) 6. sviçre’de bir nehir - sim - Göz 7. K rg zistanda bir nehir - Engerek y lan - Ak am yeme i Ate

8. Çal m, caka - Trabzon’un bir ilçesi - Tantal’ n simgesi Öksürme sesi 9. “... King Cole” (Amerikal caz piyanocusu ve ark c ) Gelir sa layan mülk 10. Türkü, ark - “... King Cole” (Amerikal caz piyanocusu ve ark c ) - Birlikte ya ayan hayvan toplulu u 11. Direkler üzerine kurulmu zahire ambar - li kin Tav r, davran - Lümen (k sa) 12. Erdemleri bak m ndan çok büyük - Sekiz sesten olu an ses dizisi - Yapma, meydana getirme 13. Bulgaristan’ n para birimi - Satürn gezegeninin be inci uydusu - Bir haber ajans 14. Bir çalg türü - Kalsiyum’un simgesi - Bir binek hayvan - nci Aral’ n “Orhan Kemal Roman Ödülü”ne lay k

görülmü kitab - Numara (k sa) 15. Güre te bir oyun - Resimdeki yazar n bir eseri - Ulusal bir parayla yabanc bir para birimi aras ndaki de i im oran YUKARIDAN A A IYA 1. Nefes, ruh - Resimdeki yazar n bir eseri 2. S n r ni an - Esirgeyici, merhametli - Bir ki ili i canland ran oyuncunun söylemesi ve yapmas gereken hareketlerin genel ad - Tak m (k sa) 3. Radyum’un simgesi - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) Küçük ma ara - K l dokuma 4. Azarlama, paylama - Bir nota - Mezopotamya panteonunda tüm tanr lar n babas ve kral olan gök tanr s - “... Ayhan” ( air) 5. Parlak, saydam k rm z renkte de erli bir ta - çinde arap yap lan f ç - Düz ve geni arazi, yaz 6. Azotlu besinlerin vücutta yanmas yla olu an azotlu madde - Ha in, kaba - Karadeniz’e özgü bir yelkenli türü 7. Lütesyum’un simgesi - lgi eki - Köpek - Aktinyum’un simgesi 8. Eskiden ya mak yap m nda kullan lan çok ince yar saydam bez - Tartma aleti 9. Yar efsanevi Yunan masalc - Bir ba laç 10. Kiloamper (k sa) - Bir haber ajans - Osmanl devletinde taht yeri, saltanat makam anlam nda kullan lan bir sözcük - Japonya’da buda rahibesi 11. Verme, ödeme - Buza lar n analar ndan ayr larak konuldu u bölme - Bir geçmi zaman eki - lkel bir silah 12. Yunanca’da bir harf - Bir hayret ünlemi - Askerler 13. srail kuzusu da denilen tav an irili inde bir memeli hayvan - Otlak - Bir ac ünlemi 14. Evropiyum’un simgesi - Tümör - Bir sevinç ünlemi Lübnan’ n plakas - Mezopotamya panteonunda tüm tanr lar n babas ve kral olan gök tanr s 15. Resimdeki yazar n bir eseri - Ordu (k sa)

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.