.
KITA P Aydınlık
BU SAYIDA
30 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 1232
2 Kasım 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 36
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Polisiyenin güz çıkartması: S.S. Van Dine Türkçede
Yazar - Eleştirmen Cengiz Gündoğdu:
“Estetik Kalkışma” çöküşe karşı bir kalkışmadır!”
Tolkien ve fan(tezi) detayları
Sistem rejimimizi belirliyor!
Her şey bir yalandan ibaret midir?
Tuna Kiremitçi ile son kitabı “Gönül Meselesi” üzerine...
Aydınlık KİTAP
2 KASIM 2012 CUMA
3
SUNU
İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: George Bernard Shaw
s. 4
Acı veren umutsuz yaralar
s. 5
“Maneviyatın romanı”!
s. 6-7
Polisiye’nin güz çıkartması: S.S. Van Dine Türkçede
s. 8
Tolkien ve fan(tezi) detayları
s. 9
Işığın gölgesinde kalan… Gatsby!
s. 10
“Özgürleştirici roman”, “bağımlılık yaratan kitap” , “bu roman dengenizi sarsacak”... Büyük iddialarla yola çıkan kitaplara temkinli yaklaşmakta yarar var. Bu nedenle de uzun zamandır yurtdışında olduğu gibi ülkemizde de çok satanlarda yer alan - ki zaten yurtdışında çok sattığı için ülkemizde de çok satan - “Gri'nin Elli Tonu”nu doğru değerlendirmeden ortalığın durulmasını bekledik. Toplumun önü-
Sistemde rejimimizi belirliyor!
s. 11
Kapak / Cengiz Gündoğdu: “Estetik Kalkışma” çöküşe karşı bir kalkışmadır!”
s. 12
Her şey bir yalandan ibaret midir?
s. 14
ne konulan her şeyi sorgusuz sualsiz alma hastalığına tutulması mı yoksa romanın “erotik” sıfatının kitabı daha çekici hale getirmesi mi sorgulanmalı? Okuyucunun cinsel açlığını basit bir kurguyla gidermeyi edebiyat sayabilir miyiz? Kadının fantezilerdeki konumunu “kadının özgürlüğü” ile ilişkilendirip bunu yeni fantezilerle ortaya koyup, kadını özgürleştiridği sloganını ortaya atan bu tür kitapla-
Marksist edebiyat ve eleştiri
s. 15
rın giderek kavramların birbirine girdiği günümüzde çok satmasının şaşılacak bir şey olmadığını söyleyebiliriz. Bugün bize sunulan gerçekliklerin ne kadarı gerçek
Sermaye destanının şairi: MÜŞTAK ERENUS s. 16
ki edebiyatta sunulan gerçek olsun! Fakat bu noktada gerçek edebiyatın bu ol-
Tanpınar, onlar için “vatanı hapishaneye çeviren iktidar” demişti
madığını görmemiz gerekiyor. Özellikle Batıda edebiyat “popülerlik” kavramının
Yeni Çıkanlar
s. 17 s. 18-19
ağına düşmüş durumda. Hiçbir alanda olmadığı gibi edebiyatta da Batıdan medet ummuyoruz. Bulunduğumuz coğrafyada yaşananlar yakın gelecekte edebiyatın ve sanatın da buradan doğacağının habercisi. Toplumun gerçekleri sanatın, ede-
Çocuk - Genç: Dört gencin hikayesi
s. 20
Sahaf: Öncü direnişçilerin romanları
s. 21
Alıntı Test-Bulmaca
s. 22
biyatın gündemini oluşturacak ve edebiyatı gerçek işlevine kavuşturacak. Haftaya görüşmek dileğiyle...
ÖneriYorum
MUZAFFER İZGÜ
. KITA P Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç
Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı
Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ Genel Müdür Yardımcısı (Reklam) : Saynur Okuroğlu Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
1) 2) 3)
İyi Uykular Sayın Seyirciler – Uğur Dündar
4)
Ataol Behramoğlu ve Ahmet Telli’nin şiir kitapları
5)
Zulümname- Mustafa Balbay
Samizdat – Soner Yalçın
İsim, Şehir, İnsan – Yılmaz Özdil
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
Aydınlık KİTAP
2 KASIM 2012 CUMA
Acı veren George Bernard umutsuz yaralar
HAFTANIN PORTRES
Shaw
( 26 TEMMUZ 1856 - 2 KASIM 1950) Shaw, sahneyi ekonomik, politik ve ahlaki konulara açm , tart lmas n sa lam ve modern gerçekçi tiyatroculuk anlay n n yerle mesini sa lam t r
Kitap üç k z karde in hayat na odakl bir roman, ancak gerisinde Kolombiya halk n n ya am ve yoksullu u hakk nda biraz fikir edinmenizi de sa l yor. Ancak tamamen Kolombiya’y tan man z mümkün de il, daha ziyade pembe dizi tad ndaki k zkarde lerin ya am öykülerine maruz kal yorsunuz
DENİZ ANTEPOĞLU denizantepoglu@hotmail.com Ünlü İrlandalı yazar George Bernard Shaw, 1856 yılında İrlanda’nın Dublin kentinde doğdu. Özellikle oyunlarıyla ünlenen Shaw, altmıştan fazla oyun yazmıştır. Shaw, hem 1925’te Nobel ödülünü hem de 1938 yılında Oscar’ı kazanarak bu iki ödülü de alabilen ilk ve tek insan olarak tarihe geçmiştir. Sosyalizm ve kadın hakları savunucusu olan yazar resmi eğitim kurumlarına da karşı çıkmıştır. Shaw, gazeteciliğe müzik, edebiyat ve sanat eleştirmenliğiyle başladı. 1885 yılında William Archer ile beraber ilk oyunu olan Widower’s House’u yazmaya başladı. Ancak Archer Shaw’ın oyun yazamayacağını karar verince yıllar sonra Shaw oyunu kendi tamamladı ve 1892 yılında Londra’da oyun sahnelenmeye başladı. Oyun, gecekondu mahallesi sahiplerini anlatmaktaydı ve Shaw her ne kadar en kötü eserlerinden biri olduğunu söylese de izleyici tarafından ilgiyle karşılandı. Shaw, bunu takip eden yıllarda “Bayan Warran’in Mesleği”, “Silahlar ve Adamlar”, “Candida”, “Hiç Söyleyemiyorsun” isimli eserleriyle gündemde kalmayı başardı. Eserleri genel olarak Londra’dan önce Amerika ve Almanya’da başarı elde etti. Ancak yukarıda bahsi geçen eserleri günümüzde Londra’da izlemek mümkündür. Shaw’ın eserlerinde en çok dikkat çeken mizah unsurudur ve oyunların evvelinde yer alan, oyunun nasıl oynanacağına dair uzun ön sözlerdir. Dönemine göre eşsizdir ve genelde komedileriyle hatır-
lanmaktadır. Komedinin yanı sıra yazarın İngiliz tiyatrosuna getirdiği yenilikleri göz ardı etmemek gerekir. Viktorya Dönemi’nde sahne duygusal eğlencenin gösterileceği bir yer olarak algılanmaktaydı. Ancak Shaw, sahneyi ekonomik, politik ve ahlaki konulara açmış, tartışılmasını sağlamış ve modern gerçekçi tiyatroculuk anlayışının yerleşmesini sağlamıştır. 1910’lu yıllarda Shaw iyice ünlenmiştir. “Fanny’s First Play” oyununa ve sekiz Oscar ödülünü alacak “My Fair Lady” filmine kaynaklık etmiş “Pygmalion” isimli oyunu , Londra seyircisinin önünde uzun seneler oynanmıştır. I. Dünya Savaşı ile Shaw değişmeye başlamıştır. Savaş karşıtıdır, ancak bu durum ne çevresi ne de halk tarafından hoş karşılanmıştır. Savaş sonrasında “Heartbreak House” isimli uzun oyununu yayımlar. Bu oyunundan da anlaşıldığı üzere insanlığa inancı sarsılmıştır. Nobel ödülünü kazandığı eser, 1923 yılında yayımlanan ve en iyi oyunlarından kabul edilen “Saint Joan”dur. Yazar, Jeanne d’Arc hakkında yazmayı uzun yıllar istemiştir ve azize ilan edilmesi oyunu yazmaya iten etmen olmuştur. Çoğu kişi ödülü sırf bu oyun yüzünden aldığını düşünmektedir. Ömrünün sonuna kadar yazmış olsa da sonraki eserlerinde düşüş olduğu düşünülmektedir. Sonraki döneminin en önemli eseri “The Apple Cart”dır. Son bitmiş oyunu ise doksan yaşlarındayken yazdığı “Buoyant Billions”tı.
Kolombiyalı yazar Jorge Franco’nun Türkçeye kazandırılan ilk eseri “Yara İzleri” okuyucuyla buluştu. İthaki Yayınları’ndan çıkan roman, üç kız kardeşin hayatını anlatıyor. Yazar ülkemizde pek tanınmasa da 1996 yılında öyküleriyle yazın hayatına başladı. 1997 yılında yayımladığı ilk romanı “Mala noche” (Kötü Gece) ile ülkesinde düzenlenen edebiyat yarışmasında birinciliği kazandı. İkinci romanı “Rosario Tijeras” ile Uluslararası Dashiell Hammet Ödülü’nü kazanan yazarın bu romanı ve “Paraiso Travel” (Cennete Yolculuk) isimli eseri filme uyarlandı. Eserleri pek çok dile çevrilen yazarın bir diğer özelliği ise Gabriel Garcia Marquez’in kendisi için “Meşaleyi teslim etmek istediğim yazar” diye nitelendirmesi. Görüldüğü üzere az esere bol ödül alan, eserleri filme aktarılan ve Marquez’in övgüsüyle yola devam eden Franco yeni kitabıyla bizlerin karşısında. Kitap üç kız kardeşin hayatına odaklı bir roman, ancak gerisinde Kolombiya halkının yaşamı ve yoksulluğu hakkında biraz fikir edinmenizi de sağlıyor. Ancak tamamen Kolombiya’yı tanımanız mümkün değil, daha ziyade pembe dizi tadındaki kızkardeşlerin yaşam öykülerine maruz kalıyorsunuz. Romanın muhakkak toplumu yansıtmasını beklemek kuşkusuz hatalı bir yaklaşım olur ancak entrika ve acı taşan bir kitap okumak da bir o kadar tatsız bir hal alıyor.
ZAMANLAR ARASI SABETL GEÇ Romanın kurgulanma şeklinden başlamak gerekirse –kitabın en iyi kısmı olduğundan başlangıç tercihimdir- yazarın iyi bir yöntem izlediğini söylemek mümkün. Tek bir zamanda ve kişide takılı kalmıyorsunuz. Geçmişle şimdiki zaman paralellik içinde gidiyor, bu anlatım tarzı okuyucunun merakını zinde tutuyor ve sürükleyiciliği de beraberinde getiriyor. Yazar, kız kardeşlerin geçmişte yaşadıklarını anlatabilmek için onlara, karakterlerine dair uygun isimler takarak (acılar icat eden, telefon bekleyen ve bir delilik yapan olmak üzere), geçmiş zamana gidişinizi anlaşılır kılıyor ve zamanlar arası geçiş kitabın en iyi kısımlarından biri haline geliyor. En başta olayı şimdiki anda yangınla başlatıp yine yangınla sona erdirmesi sonu bağlayabilmesini başarıyor. Kitap bu açıdan daha evvel Kitap Eki’nde incelediğim Gonçares’in “Kudüs” romanını anımsattı ve bu anlatım tarzının yaygınlaştığını fark ettim. Ancak Kudüs’te son bağlanamazken roman hem anlatım tekniği ile hem de olay örgüsüyle sonu bağlamış. Bu açıdan “Yara İzleri” eksik bir kitap değil.
PEMBE D Z YE EVR LME Kitabın olay örgüsüne gelirsek karakterlerin ilginçliği ilk dikkat çeken husus. Üç kız kardeş birbirinden alakasız ve her bi-
Aydınlık KİTAP
5
Jorge Franco
rinin hayatı bir o kadar karamsar. En büyük kardeş, evin tek okumuş kişisi, ancak evde kalmış ve kendinden yirmi yaş kadar genç bir erkekle yaşadığı ilişki onu deliliğe sürüklüyor. Ortanca kardeş kendisine acılar üreterek ve kendini yaralayarak dilenmeyi tercih ediyor ve geçimini bu yolla sağlıyor. En küçük kardeşse küçük yaşta okumayı bırakarak kendinden büyük ve zengin erkeklerin metresi olarak yaşıyor. Kardeşlerin babası yok ve anneleri ise işçi. Önceleri köyde yaşayan aile geçinememeye başlayınca anne ortanca kızı da alarak şehre yerleşiyor. Birkaç yıl sonra ise diğer kızlar da yanlarına geliyor ve yoksulluk ve annelerinin ilgisizliğiyle kızların savruluşlarına şahit oluyorsunuz. Bu anlattıklarım normal görünebilir ancak daha sonra gelişen olaylar ve bunların karakterlerin ruh hallerine bağlanamaması ile kitabın romandan pembe diziye evrilişi de başlıyor. Ortanca kız gayrımeşru bir çocuk dünyaya getirdikten sonra, tesadüfi bir şekilde çocuğu vurularak öldürülüyor. Katilinden hesap sormaya çalışan kadın, katile aşık olup evleniyor ve çocukları oluyor. Bu esnada katilin hapiste olduğunu ve doğan çocukların da doğaüstü bir yeteneğe sahip olup lotodan çıkan sayıları bilebildiklerini de belirtmek gerekli. Ancak çocukların bu yeteneği kendilerinde etkili olmuyor, kendileri loto oynadıklarında kazanamıyorlar. Anneleri yani ortanca kardeş hem dilenerek hem de çocuklarının bildiği rakamları satarak geçimlerini karşılıyorlar. En büyük kardeş, eğitimli ve iyi bir işi varken genç bir adamla kısa bir süre ilişki yaşadıktan sonra, adamın bir anda ortadan kaybolmasıyla deliriyor ve ortanca kardeşin yanına taşınıp kendini bir odaya kapıyor. Sadece telefon çaldığında, sevgilisi olabilir umuduyla odadan dışarı çıkıyor ve biz kitap boyu sevgilisine yazdığı mektuplarla tanıyabiliyoruz onu. En küçük kardeş ise çeşitli erkeklerle yaşadıktan sonra mafyatik bir “devrimci” ile beraber oluyor ve engelli bir çocuğu oluyor. Ortanca kardeşin evine taşınıyor. Ardından kansere yakalanıyor ve iyileşemeyeceğini öğrenince çocuğuyla beraber intihar ediyor. Esas olaya yani yangına gelince yine “tesadüfen” gelişen yangın nedeniyle büyük kardeş ölüyor. Tek hayatta kalan or-
tanca kardeş oluyor ve çocukları kendisinden gizli loto oynayıp bu sefer tutturuyorlar. Yazar da tıpkı kardeşlerin annesi gibi ortanca kardeşe anlayamadığımız bir torpil geçmiş oluyor.
TESADÜF OLAYLAR VE MANTIKSIZ KARARLAR Sonuç olarak hayatta tuhaf tesadüfler yaşayabilir ve her zaman mantıklı olmayan kararlar alabiliriz. Roman da hayattan bir kesit sunar bize ve bunları da içinde barındırması kadar doğal bir şey olamaz. Ancak karakterlerin tesadüfen yaşadığı olayları anlayabilsem de aldığı anlamsız kararları, ruh halleriyle beraber işlenmediğinde (mantık olmasa bile kararı almaya iten bir etmen muhakkak vardır), olay havada kalıyor ve sonu pembe diziden öteye gidemiyor. Kitabın anlatımı ve zamanlar arası geçiş etkileyici olsa da bir şekilde sonunu bağlayabilmişse de bu tarzın yeni olmadığını bilmek, daha evvel bunu başaranları görmek sizde olay örgüsünün en azından mantıklı olmasını isteme hakkı doğuruyor. Kitapta bir de memnun kalmadığım en küçük kız kardeşin özgürlük anlayışı ve çocuğunu doğurduğu mafyatik devrimci tiplemesi. Karakter özellikle zengin erkeklerle beraber olmayı ve kokain çekmeyi özgürlük olarak tanımlarken, büyüdüğünde böyle düşünmediğini söylese de bu söylem içi boş görünüyor. Özellikle devrimci diye kendini tanımlayanların kokain çeken ve mafyavari tavırlar içinde olması eleştirilecek diğer bir unsur. Yazar bu tarz insanların kendini devrimci diye tanımlayarak esasında gerçek yüzlerini göstermeye çalışmış olsa da basit bir söylemden öteye gitmiyor ve muğlak kaldığı da kesin. Olayda çeşitli sorunlar olsa da bu tarz bir anlatım kullanıp, zamanları doğru yerleştirmek yenilik getirmese de olayın sonunu da bağlayabilmek en azından kitabı eksiksiz okuduğunuz hissi veriyor. Esasında olay örgüsündeki entrika ve anlamsız tesadüfler yer almazsa ve bazı konularda yazar daha net olup, azıcık muğlak bahsetmek yerine bahsedip bahsetmeme konusunda karar verirse kendisinden daha iyi eserler okuyabileceğimiz kanaatindeyim. (Yara İzleri, Jorge Franco, İthaki Yayınları, Çev.: Seda Ersavcı, 314 s.)
6
2 KASIM 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
TUNA KİREMİTÇİ’NİN TARTIŞILACAK KİTABI: “GÖNÜL MESELESİ”
“Maneviyatın romanı”! “Gönül Meselesi” maneviyat üzerine bir roman. En geni anlam yla maneviyattan bahsediyorum. A k, dostluk ya da vefa da bunun birer parças . Bizimki gibi h zl de i en, gerçek kapitalizmi yeni ke fetmi toplumlarda manevi aray lar da art yor. Maddiyatç hayat n içimizde yaratt bo luk yüzünden. Oysa z rhlar m z n alt nda çok da farkl de iliz
DAMLA YAZICI
Tuna Kiremitçi 2002'den bu yana yazdığı romanlarla genç edebiyatçılarımız arasında önemli bir yere sahip. Bugüne dek yayımlanan kitapları sayesinde geniş bir okuyucu kitlesine hitap eden Kiremitçi'nin başta ilk romanı “Git Kendini Çok Sevdirmeden” olmak üzere birçok eseri edebiyat çevrelerince konuşuldu, konuşulmaya devam ediyor. Şimdi bu kitaplara bir yenisi daha ekleniyor. Gazetedeki yazılarına yakın zamanda son verilen Kiremitçi'nin “Gönül Meselesi” sayesinde okurlarıyla hasret gidereceği kesin. Kitabın içeriği ise yine dikkat çekici. Kiremitçi Aydınlık Kitap için yanıtladı... “Gönül Meselesi” karakterler üzerinden şekillenen bir roman. Özellikle kadın karakterler dikkat çekici. Biri biraz daha geri planda olmakla beraber üç kadın var kitapta. Nedir bunları farklı kılan? “Nedir bunları benzer kılan?” diye sorsak daha kolay olur aslında. Görünüşteki farklılıkları o kadar çok ki. Zaten çatışma da bundan doğuyor. Arda ilk romanımdan gelen bir karakter. 10 yıl sonra onu tekrar düşünmeye başladım. İstanbul'daki eski hayatına döndükten sonra acı-
sıyla nasıl başa çıkacağını merak ediyordum. Üstelik bu arada onunla aynı yaşa gelmiştim. Haliyle, orta yaş eşiğindeki kaygılarına daha içeriden ve derinlemesine bakabiliyordum. Çemberi kapatmak için onunla tekrar buluşmak istedim. Arda memleketi olan Eskişehir gibi bir kadın. Gönül ise bambaşka bir iklimin insanı. Yaşadıkları Maçka ve Fatih semtleri kadar uzak görünüyorlar birbirlerine. Ama aslında bu iki semt birbirine pek uzak değildir, biliyorsunuz. Ayrı dünyalara aitmiş gibi davrandıklarından biz bazen öyle zannederiz. Yan karakter diyebileceğimiz Jülide’ye baktığımda da İstanbul’un cüretkâr yüzünü görüyorum. Gönül ile Arda’nın yakınlaşması ne anlama geliyor? Başörtülü genç bir kadınla orta yaşlı açık kadının kısa sürede geliştirdikleri dostluk dikkat çekiyor... Günümüz dünyasında iki insanın birbirini anlaması o kadar zor ki... Yaşadığımız hayatın hızı bizi egoistleşmeye zorluyor. Bu arada kendimizi başkalarının yerine koymaya, ince şeyleri anlamaya ne vaktimiz ne de halimiz kalıyor. Hele ki hayat tarzı bizimkinden farklı olanları anlamamız her geçen gün zorlaşıyor.
Oysa derinlere bakabilsek bizi birbirimize bağlayan gönül bağlarını görebileceğiz. Sorun, günümüz dünyasının o derinliğe bakmamıza izin vermemesi. Bu yüzden zırhlarımızın altındaki kısmı göremeyişimiz. Arda ve Gönül bunu biraz da şanslarının yardımıyla, tesadüfen başarıyorlar. Kitabın ana fikrini şöyle özetleyebilir miyiz: Dünya görüşümüz, kültürel arka planımız ne olursa olsun aşk,ölüm,doğum gibi bireyin duygu dünyasını derinden etkileyen olaylar aradaki ayrışmaların ne kadar önemsiz olduğunu gösterir. “Gönül Meselesi” maneviyat üzerine bir roman. En geniş anlamıyla maneviyattan bahsediyorum. Aşk, dostluk ya da vefa da bunun birer parçası. Bizimki gibi hızlı değişen, gerçek kapitalizmi yeni keşfetmiş toplumlarda manevi arayışlar da
artıyor. Maddiyatçı hayatın içimizde yarattığı boşluk yüzünden. Oysa zırhlarımızın altında çok da farklı değiliz. Romanların özellikle bu konuda okura yardımcı olması gerektiğine inanıyorum. Güzel bir roman aramızda bir gönül dayanışması yaratabilir. Nedir günümüz Türkiye'sinde size bu kitabı yazdıran, bu tür karakterlerin romanınızda birbirleriyle karşılaşmasını sağlayan? Böyle kompartımanlar halinde, hayat tarzımıza ya da etnik kökenimize göre ayrılarak yaşayamayız. Aslında sokak da artık bunun farkında. Başörtülü ve başörtüsüz, Kürt ya da Türk gençler beraber gayet güzel zaman geçiriyor. Ayrımlarda ısrar edenler daha çok siyasetçiler. Aksi takdirde işsiz kalacaklar çünkü. Oysa edebiyat insanlar arasında gönül bağlarının kurulmasına hizmet etmesi gereken bir sanat. Romanım
Günümüz dünyasında iki insanın birbirini anlaması o kadar zor ki... Yaşadığımız hayatın hızı bizi egoistleşmeye zorluyor. Bu arada kendimizi başkalarının yerine koymaya, ince şeyleri anlamaya ne vaktimiz ne de halimiz kalıyor. Hele ki hayat tarzı bizimkinden farklı olanları anlamamız her geçen gün zorlaşıyor. Oysa derinlere bakabilsek bizi birbirimize bağlayan gönül bağlarını görebileceğiz. Sorun, günümüz dünyasının o derinliğe bakmamıza izin vermemesi
Aydınlık KİTAP buna katkıda bulunursa ne mutlu bana. Kitap boyunca anlatılan hikayeye bir İstanbul eşlik ediyor. Bazı semtler, ilçeler yaşanan olaylarla ve karakterlerde özdeşleştiriliyor. Günümüz İstanbul'u bu kadar homojen mi gerçekten? Tam aksine, İstanbul dünyanın en heterojen şehirlerinden biri. Mesela Şişli, Fatih ve Gazi Mahallesi aynı şehirde değilmiş, hatta aynı ülkede değilmiş gibi davranıyor. Ama sık sık teğet geçiyorlar aslında. Birbirlerine temas etmeden paralel hayatlar yaşıyorlar. Türkiye de her geçen gün daha heterojen bir ülke haline geliyor. İzmir ve Diyarbakır farklı ülkelerdeymiş gibi davranıyor. Bıraksak biri koşarak Selanik'le, diğeri Musul'la kucaklaşacak. Öte yandan biliyorsunuz, İstanbul her zaman farklı kültürlerin karşılaştığı bir yer. Bu kültürler bazen uyuşuyor bazense sürtüşüyor. Ama her iki durumda da başka yerde olmayan bir enerji çıkıyor açığa. Şehri vazgeçilmez kılan sanıyorum bu.
Foto raflar: Muhsin Akgün
Erkan Oğur, Police, Queen gibi müzik imgeleri görüyoruz yer yer kitapta. Romanda ne gibi etkisi oluyor bu kullanımların? Şarkılar ruhun aynasıdır, yalan nedir bimez onlar. Arda’nın Queen hayranı olduğunu 10 yıl önceki ilk romanımdan zaten biliyordum. Police sevdiğini de bu romanda, Ertuğrul sayesinde öğreniyoruz. Batılı kültürle yetişmiş, mütevazı bir kadın Arda. Ayrıca, Eskişehirli olduğu için, iyi müzikten anlıyor. Zaten bir şarkıyı önce bize hissettirdikleri için dinliyoruz, sonra da bir zamanlar ne hissettiğimizi hatırlayabilmek için. Er-
7
kan Oğur ise Gönül'ün kitapçısında dinlediği müziklerden biri. Ama düşünüyorum da, Arda da muhtemelen severdi onu. Bir insanı tanımaya hangi müziği sevdiğini öğrenerek de başlayabiliriz. Son dönemlerde Türk yazarlarda hikayenin ana karakterinin eşcinsel olduğunu gördüğümüz kitaplar okuduk. Siz de “başörtülü” bir karakteri hikayenizin önemli unsuru yapmayı seçmişsiniz. Burada “eşcinsel” ve “başörtülü kişi”nin salt karakter olmasının ötesinde bu özellikleri ile ilgili olarak hikayenin örgüsünün şekillenmesinden bahsediyoruz elbet. Neden yazarlar bu tür karakterlere son dönemde daha sık yer veriyor? Birkaç yıl önce Hürriyet’te “Başörtülü Esas Kız” diye bir yazı yazmıştım. “Madem kadınlarımızın yarısı başörtülü, o zaman neden dizilerde hiç başörtülü esas kız olmaz?”diye soruyordum. Masumane bir soru olsa da her ikisi kesim tarafından da uzun uzun tartışıldı. Bazı okurlar da “hocam böyle diyorsun ama senin romanlarda da hiç başörtülü karakter yok” diye eleştirdiler. Düşününce hak verdim. Sonra Gönül ortaya çıktı ve Arda’nın öyküsünde bir kırılma yarattı. Yoksa benim açımdan diğer karakterlerden farklı değil. Arda ya da Jülide'yi doğru anlatmak için ne kadar uğraştıysam Gönül için de o kadar uğraştım. Arda karakterinin yerinde olsaydınız öfkeden hoşgörüye geçiş süreciniz aynı mı olurdu? İtiraf edeyim, emin değilim. Arda ile Gönül’ün yaşadığı şey ancak iki kadın arasında cereyan edebilir.
8
2 KASIM 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Polisiye’nin güz çıkartması: S.S. Van Dine Türkçede Philo Vance yarat c s ndan geri kalmayacak denli bilgili, dünyan n hiçbir bölgesine yabanc olmayan, hani neredeyse yaz l bütün ka tlar yalay p yutmu , burnundan k l ald rmayan bir derya. Di er taraftan kendisinden önceki dedektiflerle ortak yönleri de var SUAT DUMAN
Polisiye edebiyatın çok sayıda örneğinin çevrilip, Türkçeye kazandırıldığı muhakkak. Hem, eski yeni ayırt etmeksizin. Alt türlerin tamamına yakınına aşinayız okurlar olarak, ayrıksı dedektiflere, sert polisiyelere, prosedür hikayelerine... Yine de bu türün, polisiye edebiyatın çoğu yazarını bilmiyoruz bile. Bu okuru heyecanlandırabilir belki, okunmamış nice güzel kitabın hayali hep güzeldir ne de olsa. Fakat yayınevlerimiz, çevirmenlerimiz ve kültür hayatımıza yön verenler oturup bu tablo karşısında biraz düşünseler iyi olur. Okunan bir türün klasiklerinden bihaber bir yayıncılık ve onların insafına kalmış bir okur kitlesi! “Ejder Cinayeti”nin yazarı S.S. Van Dine işte bu tip bir mahrumiyetin en göz alıcı temsilcilerinden. Okuyunca daha net görülüyor, polisiyenin belli bir yönelimi, kestirmeden söylersek “katil kim” hikayeleri düşünüldüğünde adamakıllı bir klasikten söz ediyoruz, işin kurallarını yazmaya kadar gitmiş bir yazardan, daha ne diyelim. Geç de olsa nitelikli bir çeviriyle ve özenli bir basımla karşımıza çıkması sevindirici. Burada, iki eski macerasının, “Altı Kişi Arasında” ve “Kanarya Cinayeti”nin Türkçe basımlarının, romana bir de sunuş yazmış olan Erol Üyepazarcı'nın deyişiyle, sahaflarda bile bulunamadığını belirtelim, uzun zamandır yoklar ve okurun belleğinden bütünüyle silinmiş durumdalar. “Ejder Cinayeti”, esin verici bir fikre sahip. Katili araştırılacak kişi, çapkın ve yakışıklı aktör Montegue, herkesin gözü önünde bir havuza atlar ve onu bir daha kimseler göremez. Bir çeşit kapalı oda esrarı yaratan yazar, sınırları belli ve bütün çıkışları göz önün-
de olan bir yerde nasıl cinayet işlenebileceğini ve dahası maktulün buradan kimse görmeden nasıl çıkarılabildiğini merak unsurunu sona dek koruyarak ince ince anlatıyor. Efsane meraklılarına, sihir sevdalılarına karşı aklını kuşanmış dedektifi sayesinde, mitolojilere, az bilinen deniz canlılarına, uzak ve adı duyulmamış ülkelere dair ayrıntılı bilgilerle Montegue cinayetini adeta laboratuar ortamında enine boyuna inceliyor. Şüphesiz lezzetli bir dil ve okurun aklını adam akıllı karıştıracak, çok sayıda şüphelinin de iyi bir polisiyeden beklenecek şekilde hazır ve nazır olduğunu ekleyelim.
DEDEKT F VAR DEDEKT F VAR S.S. Van Dine’ın yazar kişiliği ve eserleri üzerine aydınlatıcı bilgiler romanın girişindeki sunuş yazısında zaten var. Bunlara burada yeniden değinmeye gerek duymuyorum. Belki bir tek, romanın dedektifi Philo Vance'ı anlamak adına, S.S. Van Dine'ın başlangıçta polisiyeye mesafeli, bariz bir şekilde seçkinci, antropoloji ve etnoloji eğitimi almış çok yönlü bir entelektüel olduğunu anımsatmak yararlı olabilir. Philo Vance da yaratıcısından geri kalmayacak denli bilgili, dünyanın hiçbir bölgesine yabancı olmayan, hani neredeyse yazılı bütün kağıtları yalayıp yutmuş, burnundan kıl aldırmayan bir derya zira! Diğer taraftan kendisinden önceki dedektiflerle ortak yönleri var ve çağdaşı yazarların yarattığı karakterle de bariz benzerlikler taşıyor. Hasılı kimse zamanından kaçamıyor, kimse çağından yeni olamıyor. Hayatın gerçeği, edebiyatın gerçeğini de belirliyor. Philo Vance bilgili ve araştırmacı bir dedektif. Cinayetin işleniş biçimini ve katilin kimliğini çözümlerken en büyük yardımcısı hep kitaplar ve bilimsel bilgi. Bu haliyle, anlattığı her gizemli hikayede okuruna dünyanın dört bir yanından sayısız bilgi getiren, akılcı dedektif tipinin, Dupin’in yaratıcısı Edgar Allen Poe’yu düşünmeden edemedim. Malum, Poe, hikayelerini büsbütün hurafeden ayıklanmamış, gerçeğe erişmenin meşakkatli, çoğu kez olanaksız olduğu bir çağda yazıyordu ve görünen o ki okuruna yalnızca gergin dakikalar geçirtmek peşinde değildi. Çağdaşı
S.S. Van Dine
yazarlar gibi o da okuyucuyu bilgilendirmekle görevli sayıyordu kendini. Pek de yanlış sayılmaz, yirminci yüzyıla kadar yazar okurun bir nevi öğretmeni kabul ediliyordu. Haliyle okura ayrıntılı bilgi vermek, dünyanın az bilinen bölgeleri hakkında ansiklopedik açıklamalar yapmak Poe ve dönemdaşı yazarlar açısından anlaşılabilirdi. Fakat S.S. Van Dine okurken bu duygunun biraz bozulmuş olduğunu söylemeliyim. Yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinin hemen başında polisiyelerini kaleme almaya başlamış bir yazar S.S Van Dine. “Ejder Cinayeti” ise 1939 tarihli. Bu tarihte bilimin, Ortaçağ zihniyetini artık iyiden iyiye ezmekte olduğu, gerçeğe ulaşmanın bir hayli kolaylaşmış olduğu malum. İnsanlık da önüne yeni hedefler koymuştur, bir yandan özgür toplum idealinin zirvesinin inşası ile meşgulken bir yandan da hakim sistemin en derin çukuruyla yüzleşmektedir. Dünyada yer yerinden oynarken, dedektif tipleri de polisiyenin dinamikleri de değişmek-
tedir kuşkusuz. Yurttaşı ve çağdaşı Raymond Chandler’ı, Dashiell Hammett’ı anımsamak yeterli olur. Buradan bakınca S.S. Van Dine daha çok Agatha Christie ile, karakteri Philo Vance de Herkül Poirot ile benzeşiyor. Zeki ve ukala bir dedektif ve izole bir ortamda bir araya gelmiş toplumun farklı kesimlerinden tiplerin karıştığı bir cinayet vakası. Kısaca böyle tanımlarsak kimse itiraz etmez herhalde.
POL S YE OKUMANIN KURALLARI S.S. Van Dine polisiye roman yazmanın 20 kuralını da yazmış. Romanın sonuna eklenmiş bu kuralları okumanın ayrı bir keyif olduğunu söylemeliyim. Polisiye okumanın kuralları var mı derseniz, yok elbette. Naçizane önerim, katili önceden tahmin etseniz de, dedektifin bir bilgin kadar donanımlı, neredeyse bir üstün zekalı olmasına öfkelenseniz de, üzerinde fazla durmayın ve parçalarına ayırmadan, göndermelerine filan aldırmadan, mümkünse kendinizi kaybederek okuyun. Tadına varamadığınız bir maceranın, anlamına da eremezsiniz, benden söylemesi! (Ejder Cinayeti, S.S. Van Dine, Labirent Yayınları, Çev: Özlem Güngör, 224 s.)
Van Dine daha çok Agatha Christie ile, karakteri Philo Vance de Herkül Poirot ile benzeşiyor. Zeki ve ukala bir dedektif ve izole bir ortamda bir araya gelmiş toplumun farklı kesimlerinden tiplerin karıştığı bir cinayet vakası
BABİL BALIĞI
Aydınlık KİTAP
2 KASIM 2012 CUMA
9
Tolkien ve fan(tezi) detayları M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com
“Hayal gücünün öyküleri, hayal gücüne sahip olmayanların keyfini kaçırma eğilimindedir.” Terry Pratchett
İngiliz yazar ve filolog J.R.R.Tolkien’in efsanevi eseri “Yüzüklerin Efendisi” üçlemesi, ilk kitabının yayımlandığı yıl olan 1953’ten bu yana (elbette öykünün başlangıcını “Hobbit” kabul edersek, 1937’den denilmelidir) yayımlandığı her dilde dev hayran kitleleriyle buluştu. Sinema uyarlaması ve sinemanın geniş kitlelere çağımızda daha çok ulaşabilme kolaylığı sağ olsun, türle ilgili edebi merakı veya okuma macerası olmayan kişilerin de dikkatini çekmeyi başararak ününü katlamaya devam etti. Bahsini açacağım kitap, aslı 1980 yılında yayınlanan, İthaki Yayınları tarafından dilimize yeni kazandırılan ve John Ronald Reuel Tolkien’in oğlu Christopher Tolkien tarafından derlenen “Bitmemiş Öyküler” kitabı. Kitap temel olarak Tolkien’in tamamlamaya ömrünün yetmediği veya ilgisini kaybedip yazmayı bıraktığı parçacıklardan derlendiği için, Tolkien’i daha önce deneyim edinmemiş, okumamış veya Tolkien’in kurgulama sürecini derinlemesine incelemek istemeyen bir okur için hiçbir anlam ifade etmiyor. Bu nedenle, merak etmeyin Tolkien edebiyatının üstünkörü-tanışma detaylarına girip, internet aramasıyla rahatça ulaşılabilecek veya hakkında yazılan kitaplardan (bkz. dilimize de tercüme edilen, “Tolkien’i Anlamak”, Jared Lobdell, Güncel Yayıncılık ve “Tolkien Yüzüklerin Efendisi’nin Yaratıcısı”, Michael Coren, Altıkırkbeş Yayınları) zaten edinebileceğiniz bilgileri burada tekrarlamayacağım. Zaten bunun için yeterli alanımız da yok. “Bitmemiş Öyküler”in biraz öncesine gidersek Christopher Tolkien’in babasının tamamlanmamış notlarını ve öykü parçacıklarını daha önce de özenle derlediğini hatırlayabiliriz. ZORLA B RLE EN ÖYKÜLER Elbette “Silmarillion”dan (İthaki Yayınları) bahsediyorum. Babasının tamamlamaya ömrünün yetmediği “Silma-
rillion” üzerine çalışmalarını derleyip, öykü parçacıklarını birleştirerek kitabı tamamlamış ve Tolkien’in ölümünden dört yıl sonra, 1977’de kitabı yayımlamıştı. “Silmarillion”un Tolkien hayattayken de yayımlamayı düşündüğü henüz taslak halindeki bir çalışması olduğunu biliyoruz, bu nedenle bütün bu parçaları bir araya getirerek öyküyü bütünselleştirmeye çalışma gayreti her ne kadar oğul Tolkien açısından haklı bir yayın gerekçesi gibi görülse de benim ve pek çok eleştirmen için çalışmayan bozuk bir parçası hep var olan tuhaf bir makineye benziyordu. Mevzubahis tercih üzerine eleştirilerin büyük kısmına Christopher Tolkien’in de sonradan katıldığını belirtelim. Sorun şuydu ki “Silmarillion”da zorla bir araya getirilip ilişkilendirilen öyküler, bir Tolkien öyküsü olmaktan çok, Tolkien öykülerinin üstünkörü özetlerine benziyordu. Tolkien’in öyküsünün işleyişini detaylandırmadaki titizliğinden eser yoktu. Burada da hemen araya girerek, Tolkien kurgusunun öneminin bu detaycılıkta gizli olduğunu vurgulayalım. Sonuç itibarı ile Tolkien fantastik kurgunun başlangıcındaki yazar değildir, daha önce bu türde oluşturan yüzlerce eser vardır, aynı şekilde dünya yaratımının da başlangıcında Tolkien bulunmaz. Ancak neredeyse obsesyon derecesinde mükemmeliyetçilikle örülü yeni bir var olmayan dünya yaratımının (dillerinden, alt kültürel ilişkilerine, çatışmalarına kadar) öncüsüdür. –Elbette burada tür kavramı ayrımına gelindiğinde “yüksek fantezi” olarak adlandırılan modern fantezinin öncülüğünde Tolkien’in olduğu kadar C.S.Lewis’in de etkisinden bahsedilebilir- Hal böyleyken “Silmarillion”da gözlemlenen detay eksikliği ve kurgusal kopukluklar beraberinde eleştirileri de getirmiştir. Şükür ki fantezi okuru, diğer bütün türlerin okurlarından daha bağışlayıcıdırlar. Tolkien öykülerine duyulan açlığı bir nebze de olsa bastırabilen “Silmarillion”u sahiplenerek, bir anlamda çalışmaları için Christopher Tolkien’e destek oluşturmuşlardır. C.S.Lewis’in şu sözlerini tekrarlayalım: “Hatırlanmalıdır ki hiçbir sanat (eseri) doğası gereği yaşamaz, sadece bireylerin kendi adlarına katıldıkları gönüllü ilgi ile hayatta olurlar. Bu yapılmadığında sanat eseri de var olmayı bırakır.” “Silmarillion”un ardından ise babasının taslak metinleri üzerinde çalışmaya de-
vam eden Christoper Tolkien, 1980 yılında Unfinished Tales’i (Bitmemiş Öyküler, İthaki Yayınları, 2012) yayınlar. Açıkçası benim hata olarak gördüğüm, “Silmarillion”daki kurgusal bütünleme çalışmasını bu sefer –şükür ki- tekrarlamaz. Öyküleri, babasının bıraktığı haliyle, üzerinde değişiklik yapmadan (bazı yerlerde sadece karakter isimlerinde düzenlemeler saptadım, Tolkien’in sıklıkla yaratım sürecinde isimlerde değişikliğe gittiğini bildiğimizden bu düzenlemeler oldukça olumlu) derler. Öyküler ne kadar tamamlanmamış olursa olsun, anlatıcı açısından çok daha doyurucu bir deneyim ortaya çıkmış görünüyor. Kitap dört bölümden oluşuyor ve her bölüm birkaç bitmemiş öyküyü, çağlara ayırarak içeriyor. Her bölümün sonunda, üzerinde uğraşıldığı bir hayli belli olan, Christopher Tolkien’in yazdığı açıklayıcı ve yorumlayıcı editör notları bulunuyor. “Hobbit” ve “Yüzüklerin Efendisi” serisini okuyalı ve Tolkien’e okuma serüvenim açısından veda edeli 15 yıl olduğu için ve “Silmarillion”un üzerine bir hayal kırıklığını daha kaldıramayacak olmanın telaşıyla, “Bitmemiş Öyküler”i o dönemde incelemeyi es geçmem sebebiyle, tercümeyi yeniden incelerken, eskiye dönük çok fazla okuma yapmam gerekti. Bu nedenle tercümesi henüz raflara dahi düşmeden kitabı bana ulaştıran İthaki Yayınları’na, göstermiş oldukları örnek teşkil edecek, sorumlu ve bilinçli yayın anlayışlarından dolayı teşekkür ederim. Tolkien okurları için örneklemek gerekirse, “Hurin’in Çocukları”nın daha kısa bir versiyonuna rastlayacağınız gibi, Galadriel’in hikâye planındaki bazı bilgilere de ulaşacaksınız. En çarpıcı kısımlardan biri ise Gondor ve Rohan arasındaki dostluğun tırmanışına yönelik imgeler. Kitabın, fantezi okuruna yönelik en önemli-ve en görmezden gelinen- hediyesi şüphesiz, aynı zamanda bütün bu yarım bırakılan öyküleri okurken karşılaşılacak olan, Tolkien’in yaratım sürecinin nasıl işlediğine dair ipuçlarıdır. Dahası, geniş çaplı kurgusunun, yüzeyde görünmeyen kısımlarında nasıl bir çalışmanın yattığının da gözler önüne serilmesidir. Bu kadar bitirilmemiş parçanın, ne amaçla karalandığının, bitirilseydi toplam kurgunun neresine oturabileceğinin ve sonucunda ne çıkabileceğinin üzerine düşünmek bile oldukça keyif verici.
J.R.R.Tolkien
KE FED LMEY BEKLEYEN TOLKIEN Derleme bu haliyle, Philip Pullman’ın eleştirisini de Tolkien’in yaratımının gün yüzüne çıkmamış daha çok yönü olduğunu gözler önüne sererek bir anlamda gereksiz ve geçersiz kılıyor. Pullman şöyle diyor: “Bu harika aracı yaratan Tolkien, onun içinde hiçbir yere gitmiyor. Sadece olduğu yerde oturuyor. Demek istediğim, sürekli arkaya, daha büyük ve altından bir geçmişe bakıyor gibi ve dahası kızların veya kadınların öyküsünde önemli bir rol almasına izin vermiyor. Hayat, Yüzüklerin Efendisinin olduğunu düşündüğünden daha büyük ve daha ilginç.” Elbette Pullman’ın eleştirisindeki tartışmaya fazlasıyla açık yönlendirmeler bir yana, Pullman’ın “Altın Pusula” kitabı ile başlayan serisinin (The Golden Compass, His Dark Materials serisi) Tolkien’in çatışma yaratım formülünün neredeyse kopyası olduğuna da dikkat çekelim. Muhtemelen bu yazının yayınlandığı tarihte, “Bitmemiş Öyküler” raflarda Tolkien sevenleri bekliyor olacak. İlerleyen zamanlarda yine Christopher Tolkien’in çalışması 12 ciltlik “Orta Dünya Tarihi” çalışmasının tamamını da (Altıkırkbeş yayınları çalışmanın ilk iki cildi olan “Kayıp Öyküler” Kitabı 1 ve 2’yi dilimize kazandırmıştı) dilimizde görmek dileğiyle ve J.R.R.Tolkien’den şu alıntıyla vedalaşalım: “Fantezi gerçeklerden kaçıştır ve görkemi de budur. Eğer bir asker düşman tarafından esir alınırsa, esaretinden kaçmanın onun vazifesi olduğunu düşünmez miyiz?.. Eğer aklın ve ruhun özgürlüğüne değer veriyorsak, eğer özgürlük taraftarıysak, kaçmak ve yanımızda olabildiğince insanı da götürmek açık vazifemizdir.” (Bitmemiş Öyküler, J.R.R.Tolkien, Christopher Tolkien, İthaki Yayınları, Çev: Kemal Baran Özbek, 760 s.)
10
2 KASIM 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
“Amerikan Rüyas ” unu öngörüyordu: “Çok çal an herkes, s f r noktas nda olsa dahi zenginli e ve refaha ula abilir.” te Gatsby’i “muhte em” k lan ve bir ye il n pe inden ko mas na neden olan hülyalar n müsebbibi bu dü ünceydi
F.S co tt F itzg era ld
Işığın gölgesinde kalan… Gatsby! DAĞHAN DÖNMEZ daghan_donmez@mynet.com
And I think to myself what a wonderful world (Ve düşünüyorum kendi kendime ne harika bir dünya diye) Louis Amstrong
Rüzgar burnuma çam kokularını taşıyordu. Tarlaların, kırmızı yağmuruydu gelincikler. Belli ki bahar, oğulları arasında en çok mayısı seviyordu. Kapımın eşiğine dayanan bu tabiat, bu renk cümbüşü gözümde değildi oysa. Bulunduğum yer, Anadolu köylerinden birindeki derme çatma bir kütüphaneydi. Bolu’nun kırsalında, mütevazı bir ilim yuvası… Çoğu oradan buradan toplanmış, ikinci el kitapları raflara dizerken; saman kağıdı yıpranmış bir kitap dikkatimi çekmişti. Kitap, aile hayatını ve ailenin nasıl olması gerektiğini anlatıyordu. “Aile, azami dört kişiden mürekkep olup, bunlar baba, anne ve iki çocuktur.” Bu ifadeler, çekirdek ailenin tarifiydi. Kitabın arka kapağını çevirdiğimde, basımın ve dağıtımın “Truman Vakfı” tarafından yaptırıldığını görmüştüm. Sene 1950! Acıdır ki, aileyi kutsallaştıran üç bin yıllık bir geleneğe, okyanus ötesinin yeni yetmeleri; iki noktayı üst üste koyup “aile”yi öğreteceklerdi. “GEN A LE” BÖLÜNDÜ Sahi, bu gayretkeşliğin sebebi geleneksel geniş aileyi atomlarına ayırıp, bir haneden birkaç ev çıkarmak suretiyle; daha çok mal ve hizmet satmak olabilir miydi? Esasında, bu işin yalnızca bir kısmı… “Amerikan Rüyası” olarak terminolojiye geçmiş yaşam biçiminin, kendi halkıyla birlikte, tüm dünya halklarına salık verilişinin bir örneğiydi elime geçen kitap. Zira kapitalizmin, avlanacak yeni mecralara ihtiyacı vardı. Sanayi Devrimi'nden önce Avrupa Karasında, çoğunluğu Katolik olan halk; dünya hayatını yeterince önemsememekte, dini inanışları gereği zamanlarının büyük bölümünü çalışmak yerine, ibadetle geçirmekteydi. Oysa devrimden sonra yükselen burjuvazinin, daha fazla iş gücü ve emeğe ihtiyacı vardı. Bunu sağlamak için de, iş-
çileri çalışmaya sevk edecek manevi bir temele… Sosyolog Max Weber’in, “Protestan Ahlak” adıyla nitelendirdiği, “çalışmanın, ibadetten daha çok cenneti hak ettireceği” inanışı, işte bu temelin kazı çalışması olmuştur. “Amerikan Rüyası”, tüm yataklarını kapitalizmin engin suyuna akıtan “Protestan Ahlak”tan ilham almış olsa gerek, şunu öngörüyordu: “Çok çalışan herkes, sıfır noktasında olsa dahi zenginliğe ve refaha ulaşabilir.” İşte Gatsby’i “muhteşem” kılan ve bir yeşil ışığın peşinden koşmasına neden olan hülyaların müsebbibi bu düşünceydi.
YE L I IK B R KANDIRMACA Hikaye şöyle başlar: Mr.Gatsby’i askerlik yıllarında delice aşık olduğu Daisy’i unutamaz. Savaş sonrası, onun aşkını yeniden kazanabilmek için servet sahibi olur ve Daisy’nin yaşadığı şehre yerleşir. Ortalıkta görünmeden verdiği çılgın partilerde, sayısız insanı ağırlar; içki ve eğlencenin dibine vurulur! –Mary Jane- ayakkabıların dans pistindeki gürültülü müzikali sırasında Gatsby, kendi sessizliğine çoktan gömülmüş; karşı kıyıda Daisy’nin evindeki yeşil ışığı gözlemektedir. Refah dolu hayatı temsil eden o ışığı… “Beyaz fanile elbiselerimi giyip yediyi biraz geçe, Gatsby’nin çimenliğine geçtim; tanımadığım insanların anaforuna kapılıp süklüm püklüm öyle, ortada dolandım durdum; gerçi banliyö treninden göz aşinası olduğum birkaç kişiye rastlamadım değil. İlk ağızda dört bir yana serpişmiş İngiliz gençlerinin bolluğu tuhafıma gitti; hepsi öyle tertemiz giyinmiş, hepsi de biraz aç kalmışa benzer; sıkıştırmışlar varlıklı Amerikalıları, alçak sesle, hararetli hararetli bir şeyler anlatıyorlar… Oraya varır varmaz, ilk işim, ev sahibini aramak oldu, ama, ‘Nerededir?’ diye birkaç kişiden soruşturacak oldum, yüzüme öyle şaşkın şaşkın baktılar, ‘Ne bilelim biz’ der gibiler de, öyle bir terslendiler ki, sorduğuma, soracağıma bin pişman, o bahçede yalnız başına oraya gelmiş bir
insanın yabancılığını, kimsesizliğini gizlemeye el verecek tek sığınak olan kokteyl masasına yollandım.” (Muhteşem Gatsby, s. 39) Romanda anlatıcı konumundaki kişi, Gatsby’nin orta sınıftan sayılabilecek komşusu Carraway’dir. Carraway karakteri, olaylara fazla müdahil olmayıp; okuyucuyu da gözlemci konumuna yerleştirir. Kişiliğinden menkul olan bu müdahalesizlik, kitabın başında şu satırlarla kök bulur: “Toy çağımda bir öğüt vermişti babam, ‘birini tenkide davranacak olsan, hatırdan çıkarma, herkes senin imkanlarında gelmemiştir dünyaya!’” Ancak olay örgüsünün sonuna varıldığında, Carraway’in dahi malum aristokrat zümreyi eleştirmesi, Amerikan Rüyası düşüncesinin çöküşünü simgeler. Derinlemesine bakıldığında Fitzgerald’ın kitabı, sıkı bir sistem eleştirisi olarak karşımıza çıkar. Bir nevi, rüyanın çöküş hikayesidir bu. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından 1920’li yıllardan başlayıp, 1929 Büyük Buhran’a kadar devam eden ve Fitzgerald’ın “Caz Devri” olarak tanımladığı dönem, burjuvazinin ivme kazandığı, Burjuva Ahlakının iyiden iyiye yerleştiği, kitlelerin kendisini Caz’a ve dansa vurduğu yıllardır. Dönemin iktisadi politikaları göz önüne alındığında, fizyokratlardan esinlenilen “bırakınız yapsınlar, bırakınız etsinler…” anlayışının yalnızca ekonomik politikalarla sınırlı kalmadığı ve adeta sosyal hayata da sirayet ettiği görülmektedir. Tıpkı Amstrong’un şarkısındaki gibi dünya artık harika bir yerdir. Ancak Fitzgerald’ın bu harika dünyanın ortasına yerleştirdiği Gatsby karakterinin, alabildiğine kalabalık partilerin aksine cenazesinde kimselerin bulunmaması, uğruna öldüğü sevgilisi Daisy’nin umursamazca lüks ve kaygısız hayatına devam etmesi büyük bir çözülüşü anlatır. Aslında her şey adıyla da müsemma olduğu gibi bir rüyadır. Pembe ve ilk esintide dağılan bir toz bulutu… Bu çözülüş, büyük bir ahlaki çöküntüyü de beraberinde getirmektedir. Çetrefil ilişkiler, para odaklı birliktelikler ve niceleri… İkinci savaş
sonrası ortaya çıkan Beat Kuşağı, savaşma seviş sloganları, Rock’n Roll furyasının ilk tohumlarıdır belki de atılan… Fikrimce aradaki yegane fark, 68’lilerin felsefelerine uygun bir şekilde, sermayeye tapan aristokrat hayata özenmemeleri ve sadece kendi anladıkları özgürlüğün peşinden gitmeleridir.
B R F LM DAHA Muhteşem Gatsby’nin, başrolünde Robert Redford’un oynadığı bir de filmi çekiliyor. Filmin yapım tarihi 1974. Bilhassa o dönemin moda anlayışını yansıtan kıyafet seçimi görülmeye değer! Bilgi yanlış değilse, Leonardo Di Caprio’nun Gatsby rolünü üstlendiği filmin yeni uyarlaması 2013’te vizyona girecek. İlgilisine… Film ne kadar kayda değer olursa olsun, kitabın derinliği ve özellikle de Türk okurunun bu derinliğe Can Yücel çevirisi ayrıcalığıyla temas edecek olması, kitabı ön sıraya almaya yetiyor. 1991 yılında baba Bush, Amerikan yaşam tarzını sürdürmeliyiz diyerek, henüz o yıllarda zemini oluşturulan refah ve lükse dayalı yaşamı kastetmiştir. Ekonomisinin yüzde kırkı petrole dayanan bir toplum için de bu istikrarın sürmesi tek bir koşula bağlıdır: yeni petrol yatakları bulmak ve oralarda yönetimi dışardan veya içerden ele geçirmek. Bu stratejide elzem olan, en az ilgili doğal kaynakları bulmak kadar, projeye hizmet edecek müstemleke zihniyetlerini de yandaş kılmak. (Büyük Ortadoğu Projesi) İşte saygıdeğer okur, tüm engellemelere rağmen bütün bir milletin, içinde bulunduğumuz hafta içerisinde kutladığı “Cumhuriyet” bundan önemlidir. Hür ve kendine yetebilen bir toplum olmak adına! Yeşil ışık yalnızca bir kandırmacadan ibarettir… Fitzgerald’ın mürekkebinden namımıza damlayan… (Muhteşem Gatsby, F. Scott Fitzgerald, Bilge Kültür Sanat Yayınları, Çev: Can Yücel, 158 s.)
Derinlemesine bakıldığında Fitzgerald’ın kitabı, sıkı bir sistem eleştirisi olarak karşımıza çıkar. Gatsby karakterinin, alabildiğine kalabalık partilerin aksine cenazesinde kimselerin bulunmaması, uğruna öldüğü sevgilisi Daisy’nin umursamazca lüks ve kaygısız hayatına devam etmesi büyük bir çözülüşü anlatır
Aydınlık KİTAP
2 KASIM 2012 CUMA
11
Sistem rejimimizi belirliyor! Egemen s n flar ritüellere ve lükse sar l rken, emekçi halk bu mallar kullanabilecekleri bir cennet tasavvuruyla oyalar CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com
İktidar, sınırlı kaynakların paylaştırılmasının başının tutulmasıdır. Dolayısıyla iktidar mücadelesi dolaşımda olan malların üretilmesi, paylaştırılması ve kullanılması üzerindeki haklara ilişkin bir mücadeledir. Sınıflararası iktidar mücadelesinin sahne aldığı belki de en önemli mekan, gündelik hayatta kullanılan maddelerin dolaşım mekanıdır. Wolfgang Schivelbusch, “Keyif Verici Maddelerin Tarihi” adlı kitabında egemenlerin eylemlerini sürükleyen arzularının yöneldiği maddelerin tarihi üzerinden gündelik hayat üzerinde yaşanan iktidar mücadelesini işliyor. Eser, Zehra Aksu Yılmazer tarafından dilimize kazandırılmış, Genesis Kitap tarafından yayımlanmıştır. MADDEN N GÖKYÜZÜNE ATILI I Egemen sınıflar, polis, yargı ve ordu gibi kurumlarıyla denetim altına aldıkları sınıfları, bunların yanı sıra çalışma disiplini ve tüketim maddeleri üzerinden de terbiye ederler. Bu disiplinin en başta özelliği farklı sınıfların kullandıkları mallar üzerinden aralarında bir hiyerarşinin kurulmasıdır: “Egemen sınıf tebaayla arasına giderek daha fazla mesafe koymayı amaçlayan bir yaşam biçimi geliştirdi. Kaba ve avam olan herşeye sırt çevirdi. Görgü kullarının incelmesi, güncelik yaşamın nesnelerinin zarifleşmesi, sınıflar arasına mesafe koyan en etkili araçlardan biri oldu.” (s. 15) Egemen sınıflar ritüellere ve lükse sarılırken, emekçi halkı bu malları kullanabilecekleri bir cennet tasavvuruyla oyalar. Bu uğurda dünyevi malları gökyüzüne fırlatmış olurlar: “... Ortaçağ insanının gözünde baharat efsanevi bir dünyanın elçisidir. Karabiberin cennete yakın bir ovada, yetiştiği, zencefil ve tarçının Mısırlı balıkçıların ağlarıyla Nil nehrinden çıkarıldığı, Nil nehrinin bu iki baharatı doğrudan cenneten alıp getirdiği tasavvur edilir.” (s. 14) Cennetin tadı saraylarda yaşamaktadır: Cennetten Amerikan Rüyasına Gökyüzünde konumlandırılan mallar aslında egemenlerin saraylarında hali hazırda kullanılmaktadır: “Ortaçağ’da baharatların simgesel anlamıyla ile fizyolojik tadı iç içedir. Toplumsal ilişkiler, iktidar ilişkileri, zenginlik, prestij ve her tür fantezi “tadılır”. Tat, toplumasl ve kültürel bir zevke dönüşür. Toplumsal ve kültürel ilişkileri tadarak algılamak artık çok doğal, neredeyse bilinçdışı bir yeri haline gelmiştir.” (s. 15) Modern çağda ise, geçmişte uzaktaki doğuya yerleştirilen cennet tasavvuru biçim değiştirerek Amerikan Rüyası’na dönüştürülür: “İspanyol fatihlerden, Amerikan yaşam tarzının propagandacılarına değin herkes Yeni Dünya’yı
potansiyel cennet olarak göklere çıkarmış, Ortaçağ’ın aradığı cennet laikleşip sınırsız imkanlar ülkesine dönüşmüştür.” (s. 21). Yeni Dünya, modern Avrupalının cenneti haline getirilmiş, ucuz emek gücü, girişimci ruhu, bu yeni cennete kavuşmak umuduyla egemenlerin hizmetine girmiştir. Ne var ki egemenler de halklara dayattıkları tüketim alışkanlıklarını uzun vadede belirleyemiyordu. Bunun en tipik kanıtı Ortaçağ’ın egemenlerinin burjuvazi karşısındaki yıkılışlarıdır.
TAHIN VE HT YACIN OYNADI I ROL: AKLIN H LES Yazar, insanlık tarihinde, Hegel’in kullandığı Aklın Hilesi kavramına önemli bir pay biçmektedir. Hegel’e göre insanlık, evrensel bir aklın (Tinin) insanları kendi hedefine çekmek için önüne koyduğu kısa vadeli hedeflerin peşinde koşarken bu esas hedefe ilerler. Gerçek insanlarsa, bu küçük hedeflere ihtiyaç duyduklarından ulaşmaya çalışırlar. İhtiyaç ve arzular dolayımıyla insanlığın daha büyük bir hedefe doğru ilerlemesi aklın hilesidir.
BURJUVAZ N N N ANI: KARAB BER Ortaçağ’ın son döneminde ortaya çıkan “Zenginleşen kent burjuvazisi, soyluların kışkırtıcı lüks yaşamını taklit etmeye başlar. Şaşaalı egzotik giysilere ve bol baharatlı yemeklere düşkün insan sayısı her geçen gün artar. Ortaçağ’ın sonbaharı, Yeniçağ’ın ilkbaharı böyle bir atmosfer içinde yaşanır. Karabiber sosu, burjuva mutfağının vazgeçilmez bir parçasıdır artık.” (s. 18). Nakliyatın pahalılaşması ve artan talebin karşılanamaması nedeniyle karabiber krizi ortaya çıkar. “15. yüzyılda karabiber ticaretine hakim olmak demek, Avrupa’nın zevkini ve bu zevke ayrılan paraları yönetmek demektir. Karabiberin hakimi, para keselerinin de hakimidir... Büyük coğrafi keşifler, Yeni Dünya’nın keşfi, Yeniçağ’ın başlaması; bütün bunlar Avrupa’nın karabiber iştahıyla yakından ilgilidir. Bu iştahın giderilmesinin önüne engeller çıktığı anda, tarihi harekete geçiren bir güce dönüşür iştah.” (s. 19)
ALKOL: D S PL NE OLMAK VE TESELL BULMAK Bu iştahla terbiye edilen kitleler, belirli bir disiplin altında çalıştırılırlar. “Alkol hem keyif verici madde hem de besin maddesidir... Patates evlere girinceye kadar Orta ve Kuzey Avrupa’daki halkın başlıca gıda maddesi ekmek ve biradır... O dönemde bira yapımı – büyük bira fabrikaları da olmasına rağmen – ekmek pişirmek ve hayvan kesmek gibi
ev işleri arasındadır.” (s. 30). Bira çorbası emekçi sınııfın vazgeçilmezlerindendi. Biranın doyuruculuğu o denli genel kabul görmüştür ki “Wallenstein’ın 1632 tarihli bir talimatnamesine göre, bir askerin günlük tayını bir kilo ekmek, yarım kilo et ve iki litre biradır.” (s. 33). Biranın doyuruculuğunun yanı sıra bira içme ritüeli emekçi kesimlerin kaynaşmasında önemli bir rol oynamaktadır. Alkolün emekçiler için oynadığı rol, bir gıda maddesi olmasının ötesindedir: “Alkol proleteryanın hayatında, burjuvanınkiyle karşılaştırılamayacak kadar büyük bir yer tutar. İçmek ve sarhoşluk bu kesim için damgalama değil, aynı sınıf ait olmanın simgesidir. Arkaik içki ritüelleri – kadeh kaldırmak, içki yarışmaları vs. - başka hiçbir sınıfta işçi sınıfındaki kadar korunmamışıtr.” (s. 154). Ancak alkolün emekçiler açısından en önemli işlevi belki de “kendini unutmak”tır: “İşçiler yaşam coşkusundan değil, içinde yaşadıkları sefaleti hiç olmazsa birkaç saatliğine unutmak için içerler.” (s. 155). İçkinin bu rolü sosyalistlerde iki türlü yoruma zemin sağlamıştır. Özellikle de yüksek alkollü içkilerin, işçilerin içki içme sürelerini kısalttığı ve böylece daha çok emek-zamanı burjuvaziye satmasını sağladığı için yaygınlaşmasıyla birlikte alkolün uyuşturucu etkisi artmıştır. Bu sonuncu etkinin de katılmasıyla sosyalistlerde alkol kullanımına karşı bir tepkiye yol açmıştır. Avustralyalı sosyalist Viktor Adler, işçileri uyuşuklaştırdığı ve işçi mücadelesinin verimini düşürdüğü için alkole tamamen karşıyken, Engels ve Kautsky, alkol kullanım mekanlarının işçileri biraraya getirdiği ve tartışmaları için bir ortam sağlaması nedeniyle işçi sınıfının bardaki mesaisini olumlu karşılaşmışlardır. (s. 163).
UYU UKLU A KAR I KAHVE: BURJUVAZ N N ACI LACI Aristokratlar kahvenin kökenine duydukları merakla ve törensel kahve tadımıyla adeta mest olmuştur. Kitapta yer alan, Chodowiecki’ye ait bir gravürde de görüldüğü gibi “aristokratlar kahve içerken kılık değiştirecek kadar ilerletmişlerdir işi.” (s. 29). Burjuvazi kahve propagandası yaparak zindelik ve ayıklığı yüceltmiştir. Bunun nedeni ise halkın, modernliğin “vakit, nakittir” şeklinde şiarına uygun hale getirilmesiyle elde edilecek üretim fazlasına sahip olma biçimindeki burjuva arzusudur.
BURJUVAZ N N YEN NSANININ K MYASALI Alkolün yol açtığı sarhoşluğa ve uyuşukluğa karşı kahvenin uyarıcılığı ve ik-
tidarsızlığa yol açması nedeniyle antierotik etkisi dönemin egemenleri tarafından tercih edilmesine yol açmıştır. İşin ilginci, dönemin kadınları, iktidarsızlık etkisine karşı kahve içilmemesi için bildiri dahi dağıtmışlardı. (s. 44). Dönemin yükselen değerleri ayıklık ve iffetliliktir. Bu değerler çerçevesinde kahve Püritenliğin içeceği haline gelmiştir: “Kahve bedenin içine işleyerek, rasyonalizm ve Protestan etiğinin ideolojik-düşünsel açıdan yaptığını, kimyasal-farmakolojik olarak gerçekleştirir. Rasyonalist ilke insan fizyolojisine kahve yoluyla girerek, bu fizyolojiyi kendi taleplerine göre değiştirir. Sonuç, yeni talepler doğrultusunda işleyen, rasyonalist ve burjuvailerlemeci bir bedendir.” (s. 49).
MODERN ZM N ZLE : HIZLI VE KOLAY TÜKET M Özetle, modernizmin bir sonucu olarak pipodan, puroya oradan sigaraya geçişte görülebileceği gibi tüketimi hızlandırıcı bir yönde ilerlemiştir keyif verici madde tüketimi. Pipo ve puronun gerektirdiği alet edavat ve ritüelin yerini hızlı ve kısa süreli bir tüketim biçimi olan sigara almıştır. Böylece çalışanların tüketimlerinin çalışma sürelerini kısaltmasının önüne geçilmiştir. Bir yandan da salon, bar ve benzeri mekanlarda buluşmalarını engelleyecek yeni tüketim biçimi olan sigara, yüksek alkollü içki tüketimiyle bireyler yalnızlaşmıştır. Kamusal alandan özel alana hapsoluşun bir öyküsü olarak okunabilir kitaba konu olan tarih. Bu tarihin bizim açımızdan öğretici birçok yanı olsa da çay tüketiminin bizdeki rolü gibi olguların yer almaması nedeniyle kitap bizim durumumuzu ele alamamaktadır. Ancak Avrupa merkezli bir okuma olarak oldukça öğreticidir. Uyuşturucu maddelerin ve günlük tüketim maddelerinin tüketilme alışkanlıkları siyasi rejimin bir yansımasıdır. Bu yansıma ilginç bir sözcük bağlantısında kendini göstermektedir. Kişiler rejime girmektedirler. Rejim kişilerin tüketim rejimlerini düzenlemektedir. Rejimlerle bireyler sistem için daha uygun birer çalışan hale gelme görevlerini yerine getirirler. Hegel’in sözünü ettiği aklın hilesi bizleri avlamaya devam ediyor olsa gerek. (Keyif Verici Maddelerin Tarihi Cennet, Tat, Mantık, Genesis Kitap, çev.: Zehra Aksu Yılmazer, 240 s.)
“... Ortaçağ insanının gözünde baharat efsanevi bir dünyanın elçisidir. Karabiberin cennete yakın bir ovada, yetiştiği, zencefil ve tarçının Mısırlı balıkçıların ağlarıyla Nil nehrinden çıkarıldığı, Nil nehrinin bu iki baharatı doğrudan cenneten alıp getirdiği tasavvur edilir.”
Modern çağda geçmişte uzaktaki doğuya yerleştirilen cennet tasavvuru biçim değiştirerek Amerikan Rüyası’na dönüştürülür. Yeni Dünya, Avrupalının cenneti haline getirilmiş, ucuz emek gücü, bu yeni cennete kavuşmak umuduyla egemenlerin hizmetine girmiştir
12
Aydınlık KİTAP
2 KASIM 2012 CUMA
KAPAK
YAZAR - ELEŞTİRMEN CENGİZ GÜNDOĞDU:
“Estetik Kalkışma” çöküşe karşı bir kalkışmadır!” Estetik yaln zca sanatla ilgili de ildir, ya amla ilgilidir. Burjuva kurdu u kentlerle, fabrikalarla, barajlarla insan n estetiksel bilincini dumura u ratt . Sanat yap tlar nda estetiksel düzey çökü e u rad . Benim kitab m bu çökü e kar bir kalk mad r. Yeniden uyan bildirgesidir B. SADIK ALBAYRAK
Cengiz Gündoğdu, 1943 yılında İstanbul’da doğdu. Vedat Günyol’un yönettiği Yeni Ufuklar’da denemeleri yayımlandı. Sonraları “Tartışma” dergisinin sanat bölümünü yönetti. Kemal Özer’in yönetimindeki Varlık dergisinde Genç Öykücüler Bölümü’nü hazırladı. İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda Sapak (1978) ile Karar 71 (1980) adlı oyunları sergilendi. 1990’da yayına başlayan İnsancıl dergisinin Genel Yayın Yönetmenliğini sürdüren Gündoğdu bunca yıllık birikimini “Estetik Kalkışma” isimli yeni kitabında konuşturdu. “Roman - Öykü Nasıl Yazılmalı Nasıl Okunmalı” alt başlığıyla yayımlanan kitap çok kapsamlı bir araştırmanın ürünü. Gündoğduy'la arkadaşımız Sadık Albayrak görüştü... İnsanlığın düşe kalka “kalkışmalı” tarihine yapıtınızla bir de “estetik kalkışma” boyutu eklediniz. Öteki kalkışmalar ve onların içinde estetik kalkışmayı nasıl açımlıyorsunuz? İnsanın dünyayı dönüştürme uğraşlarına kalkışma diyorum. Bana göre dört kalkışma var. Pratik, bilimsel, felsefi, estetik kalkışma... Estetik yalnızca sanatla ilgili değildir, yaşamla ilgilidir. Yaşamın estetiksel algılanışıdır bu. Burjuva kurduğu kentlerle, fabrikalarla, barajlarla insanın estetiksel bilincini dumura uğrattı. Sanat yapıtlarında estetiksel düzey çöküşe uğradı. Benim kitabım bu çöküşe karşı bir kalkışmadır. Yeniden uyanış bildirgesidir. Kitabın başında “Estetik Kalkışma” nın zamansız bir kitap olduğunu belirtiyorsunuz. Kitabınızın zamansız olmasını, düşünmeyi güçleştiren, gereksizleştiren bir toplumda yayımlanmasına bağlıyorsunuz. 80’den sonra bu ortamı yaratan
hangi nicelik niteliğe dönüştü? '80 öncesi Marks'ın Engels'in kitaplarını İstanbul'da kent taşıtlarında okurdum. '80 sonrası kitap, düşünce düşmanlığı başladı. Türkiye düşünce açısından kurutuldu. İlişkiler düşünsel boyuttan, boş konuşmaya indirgendi. Lukacs'ı köylü estetikçi diye bilen düşün yoksulu insanlar çoğaldı. Böyle bir ortamda düşüne dayanan kitabım için geç kaldı dedim. Ama bu kitabın çıkması gerekiyordu. Estetik değerin silindiğini, gerçekçiliğin ölüp gittiğini düşünüyorlardı. Estetik değerin, gerçekçiliğin ölüp gitmediğini göstermem zorunluydu. Edebiyat eserinin “estetik değeri” için pek basit görünen birkaç ölçüt koyuyorsunuz: “Gerçeği örtmeyen bir dil. Toplumsal çözümleme, nedensellik, nesnelerin birliği.” Bu kadar açık bir şeyin başarılması ve estetik değeri yüksek eserlerin yaratılması neden zor? Şunun için zor. Yazarın tekillikten çıkıp, tür bilincine, öznelden çıkıp nesnele ulaşması gerekiyor. Bu, herkes için zor. Yazar için özellikle. Olayların içinde yaşıyor, sinirleniyor, üzülüyor, seviniyor, bu duygularla oturuyor masaya. Bu yüzden birçok yapıt iç dökmeye dönüşüyor. İçini döküyor yazar. Buradan birçok yapıtın yazarının kime, neye kızdığını çıkarabiliriz… Yazarın nesnele çıkabilmesi için olanlara uzak bakması zorunludur. “Estetik Kalkışma'da bir yapıtı güzelleştiren öğeleri, bu öğelerin birbiriyle ilişkisini gösterdim.” diyorsunuz. “Gösterme”, örnekleme ya da somutlamanın yapıtınızın en önemli yöntemsel ilkelerinden biri olduğu anlaşılıyor. “Estetik değeri” ortaya koymada yönteminizi nasıl
Sad k Albayrak Cengiz Gündo du ile birlikte
özetlersiniz? Biz de kitap değerlendirmeleri göstermeye dayanmaz. Övülür ya da yerilir. Bunu son derece yanlış bulmuşumdur… Marks’ın Kapital’ini okuyanlar bilir. Kapitalistler işçi sömürüyor, deyip kestirip atmaz. Sayfalarca bunun nasıl olduğunu gösterir. Bu, gösterme yöntemidir. Birçok düşünür bu yöntemi kullanmıştır. Söylemek istediğim şu. Gösterme yöntemini ben bulmuş değilim. Aristoteles de bu yöntemi kullandı. Ben de kitabımda bir yapıtı estetik değerden düşüren, bir yapıtı estetik değere yükselten öğeleri gösterdim. “Estetik Kalkışma”nın altbaşlığı: “Roman Öykü Nasıl Yazılmalı Nasıl Okunmalı”. Hem yazar adayları ve yazarlara hem de okurlara yönelik bir ders kitabı niteliğinde. 1984 yılından, Varlık dergisinden beri sizin en önemli uğraşlarınızdan biri de genç yazarları yetiştirmek. Öykülerini eleştirerek, yayımlayarak başladığınız bu çalışmaları, bugün İnsancıl Atölyesi’nde ve Özgür Üniversite’de edebiyatla birlikte felsefe, iktisat, tarih alanlarıyla bütünleştirerek sürdürüyorsunuz. Kitabınızın bu otuz yıllık deneyimin ürünü olduğunu belirtiyorsunuz. Öğrencileriniz için neler söyleyebilirsiniz? Yazar olma hevesi ve öğrenciliği otuz yılda na-
sıl “başkalaşım” geçirdi? 40 yıldır yazıyorum. Türkiye’de gerçeklikten, toplumsallıktan sapma 1971 martından sonra başladı. O dönemin gençleri gerçekçi yapıtlarla sosyalist olmuşlardı. 1971’den sonra kent romanı, birey romanı kampanyası başladı. Bu tartışma gerçeklikten kaçış için hazırlıktı. Ama ben en az on yıllık bir donanımla buna karşı çıkış gücüne erişmiştim. Konferanslarımla, yazılarımla savaşıma giriştim. Yazarlık Semineri de bu savaşımın parçasıydı. Ama yazarın gerçekçilikte, toplumsallıkta direnmesi zor. Kitabı çıksın istiyor. Gerçekçi yapıtlar yayınevlerince ilgi görmüyor. Basılanlar da derin bir sessizlikle karşılanıyor. Gerçekçilik savaşımına katılsın diye uğraştığım, yapıtlarını kırmızı kalemle düzelttiğim birçok yazar, bugün star sistemi içinde savaşım veriyor. Gene bir yazar romanıyla, öyküsüyle okura estetik haz, düşünsel haz vermeyi düşünüyorsa donanımlı olmalı, direngen olmalı. Değilse ödül için, ün için yön değiştirir, kendine yazık etmese bile yazına yazık eder. “Estetik Kalkışma”, Türk ve dünya edebiyatından çok sayıda yapıttan uzun parçalar içeriyor. Bir anlamda kitaba antoloji niteliği kazandıran bu parçaları okurken, daha önce ayırdına varmadığımız özelliklerini görüyor, güzelliklerinin tadına varıyo-
40 yıldır yazıyorum. Türkiye’de gerçeklikten, toplumsallıktan sapma 1971 martından sonra başladı. O dönemin gençleri gerçekçi yapıtlarla sosyalist olmuşlardı. 1971’den sonra kent romanı, birey romanı kampanyası başladı. Bu tartışma gerçeklikten kaçış için hazırlıktı
Aydınlık KİTAP
KAPAK ruz. Eserinizin “ders kitabı” niteliğini güçlendiren bu yanı, sıradan ders kitaplarından alabildiğine uzak özgün bir bakış açısının ürünü. Kitabın bu özelliğini ve seçme çalışmalarınızı anlatır mısınız? Ben ders kitaplarına karşıyım. Türkçenin güzelliğini bozar o kitaplar. Okula da karşıyımdır. Okul, bilinci dondurmak içindir. Kitabı hazırlarken kendimi ölçü aldım. Yazdığım bölümleri sıkılmadan okuduğumu gördüm. Düzelti yapan arkadaşlara da söyledim. Sıkılırsanız, söyleyin dedim. Estetik Kalkışma, üç koldan akan bir nehir gibi. Birincisinde “yaratıcılık”, “gerçekçilik”, “canlandırma”, “itki”, “örge”, “çatışma” vb estetik kategoriler açımlanırken, ikincisinde yapıtlardan alınan parçalarla yazılanlar somutlanıyor. Üçüncü kolda ise metin içi ek olarak 30 yıllık estetik mücadelenizin ürünleri “Yıldız Güncesi”nden parçalarla eleştirel bir kanal açılıyor. Bütün bunların birleştiği alanda “Estetik Kalkışma” ortaya çıkıyor. “Estetik Kalkışma”, sistemin barajlarını yıkacak bir birikimi ortaya koyuyor. Bizim cephemizden zamansız değil, tam zamanında çıkmış bir kitap. Yüzlerce kaynaktan yararlanarak yazılmış 948 sayfalık bir kitap. Kitaba başlarken bu denli kapsamlı bir kitap olacağını düşünmüş müydünüz? Bu kitabın 948 sayfa olacağını biliyordum. Ben yıllarca Yazarlık Seminerleri verdim. Bu seminer en azından bir yıl sürer. Kitaptaki metinler orda okunan metinler. Bu metinlerin kitaba dönüşmesi durumunda ne olacağını biliyordum. Bunun için kitaplaştırmaktan kaçındım. Ama son yıllarda gerçekçiliğe, toplumsallığa karşı öyle bir saldırı başladı ki bu kitabı çıkarmaya çalıştım. Bir bakıma
haklısınız. Gerçekçilik çizgisinde olanlar için zamansız değildir bu kitap. Sizin edebiyatımızı değerlendirirken başvurduğunuz kavramlardan biri de “Star Sistemi”. “Estetik Kalkışma”da bu sistemin bozuk edebiyatını da örneklerle gösteriyorsunuz. Son otuz yılda star sisteminde neler değişti? Star sisteminin etkisini kıracak gerçekçi yazarlar ve edebi örgütlenmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? “Sanatta Star Sistemi” adlı yazım 1984’te yayımlandı. Starlık o zaman ülke içindeydi. Şimdi uluslararası oldu. Bu yazarlar boş durmuyor, kitaplarının değişimini hızlandırmak için değişik yöntemler uyguluyor. İşin bir yanında bu var. Star yazarları. Öbür yanda okurlar, halk… Şimdi Marks Kapital’in üçüncü cildinde Balzac’ın Köylüler romanını değerlendirmeye şöyle başlar. “Kapitalist üretimin egemen olduğu bir toplumsal düzende, kapitalist olmayan üretici bile kapitalist kavramların pençesine düşer.” Bu ne demektir. Kapitalist kavramlara göre zevk alma, o kavrama uygun ilişkiye girme. Dolayısıyla bu sistem içinde star sistemi yıkılmaz. Halk, üretici yazarların çoğu, kapitalist kavramların pençesinde. Star sistemine karşı yazınsal örgütlenmeye yazarlarımızın hazır olduğunu sanmıyorum. Onlar romanları, öyküleri, yazınların, gazetelerin kitap eklerinde tanıtılsın ister. Ödül alsın. Gitsin o ödülü alırken “Bu ödülden onur duyuyorum” desin, alkışlansın. Duyduğu doyumdan dolayı gece mışıl mışıl uyusun. Ama Lukacs Herakleitos’un bu sözünü anımsatır Estetik’te. “Uyanık olanların ortak bir dünyaları vardır. Uyuyanlar kendi dünyalarında yaşarlar.” “Estetik Kalkışma” uyumayanların kitabıdır.
2 KASIM 2012 CUMA
13
“Estetik Kalkışma”, öncelikle bir başvuru kitabı LÜTFİYE AYDIN Cengiz Gündoğdu’yla, daha doğru bir söyleyişle onun yazınsal kavgasıyla 1980’li yıllarda tanıştım. Kemal Özer’in yönetimindeki Varlık Dergisi’nde yazdığı; dergiye gönderilen öyküleri, yazıları kılı kırk yararak seçtiği sıralarda. Hırçın, ödünsüz, sırasında kırıcı ama aynı zamanda da uysal, anlayışlı bir yazın sevdalısını… Ülkesi için, insanı için, ülke insanını anlatması gereken edebiyatı için acı çekerken gördüm onu. Hatta düş kırıklığıyla sonuçlanan bir edebiyat oluşumu için didinirken. Gündoğdu’ya göre o dönem edebiyat insansızlaşmış bir edebiyattı. İlkelerinden hiç sapmayan yazarımız, o çok bilinen “Hacc’a gitmek için yollara düşen karınca” metaforunda olduğu gibi yaşamını edebiyata adadı. İnatla. Bu sanatın asıl anlamından “bilerek” uzaklaştırıldığını, yaşamın pek çok alanındaki kirlenmenin en çok yazınsal alanda görüldüğünü savundu. Üstelik bunu açık seçik örneklerle göstermeye çalıştı. Yok sayılmayı göze alarak edebiyatta “star sistemi” diye nitelediği oluşumdan söz ederek şimşekleri çekti. İlkesel bir nedenle ayrıldığı Varlık Dergisi’nde açtığı savaşımı, daha sonra bir grup arkadaşıyla çıkardığı İnsancıl Dergisi’nde de sürdüren Gündoğdu yazınsal kavgasının ürünü olarak hem eleştiri, hem de öykü kitapları yayımladı. Ancak en kapsamlı olanı son olarak çıkardığı 940 küsur sayfalık “Estetik Kal-
kışma” adlı yapıtı. Yazar kitabının amacını “gerçekçi bir romanı, gerçekçi bir öyküyü estetik konuma getiren öğeleri örneklerle göstermek” diye özetlese de ‘Estetik Kalkışma’ bence bundan çok daha fazla bir şey. Çünkü ‘Yazarlık Doğuştan mı?’ diye söze başladığı kitabında bu soruyu Schiller’den Zimmer’e, Farabi’den Rousseau’ya, Marks’tan Engels’e, Gorki’den Betül Çotuksöken’e pek çok ustanın düşüncelerinden; tanınmış ya da tanınmamış pek çok yazarımızdan örnekler vererek, bunun böyle olmadığını anlatıyor. Yani yazarlığın yetenekten çok, birikim, çaba ürünü olduğunu… Yapıtın bütün bölümcelerinde benzer bir tavrı görüyoruz. “Estetik Kalkışma” için başvurulan kaynak kitapların sayısı bile okuru hayrete düşürmeye yeter. Dilden kurguya, yaratıcılıktan toplumsal çözümlemeye, ÖRGE’den tip ya da karakter yaratmaya, can alıcı pek çok konuyu örneklemelerle uzun uzun anlatan Gündoğdu’ya belki sizin sevdiğiniz kimi yazarları es geçtiği ya da eleştirdiği için –benim gibi – kızabilirsiniz, ancak ilgisiz kalmak kesinlikle olası değil.
“Zamansız bir kitap” ÖNER YAĞCI İnsan ve düşünce tutkusunun, yazının gizini çözme merakının doğurduğu devrimci bir edebiyat, tiyatro, felsefe adamıdır Cengiz Gündoğdu. Düşünen insanın düşünemeyen insan durumuna düşürüldüğü ülkemizde, düşüncenin bayrağını yükseklere taşıma onurunun yürekli bir insanıdır. Cengiz Gündoğdu, 1970’li yılların başından beri Yeni Ufuklar, Varlık, Oyun dergilerindeki yazılarıyla kafa yorduğu, düşünceler ürettiği, paylaştığı insan, düşünce, sanat, felsefe, estetik ile ilgili sorunları, 1980’lerde sürdürdüğü Varlık’taki yöneticiliği döneminde bir yaşam biçimine dönüştürür. “Düşüncenin en çok suçlandığı, düşünmemenin niceliksel olarak başladığı, daha sonra niteliğe dönüştüğü” 1980, onun için de bir kırılma noktasıdır. 1990’ların başında, onun yaratıcılığında bir sevdanın ve inadın adı olan (267 sayıdır/aydır süren) İnsancıl’ın doğumuyla insan ve düşünce sorunları onda bir tutkuya dönüşür. Popüler kültürün burgacında değersizleşen, yazının değerini yani insanı hiçleştirerek yoksullaştıran yazarları, “star sistemi” belirlemesiyle yerden yere vuran, bu sert söylemli, hırçın ama sevecen yazar, devrimci genç yazarların Cengiz Ağabey’i olur. Onun arayı-
şı, İnsancıl Yayınları’nda, felsefe, estetik, yazarlık seminerleriyle taçlandırdığı İnsancıl Atölyesi’nde yol arkadaşı Berrin Taş ve birçok genç yazarın kolektif üretimiyle bugünlere gelir. Bugünlere gelişinde Eleştiri, Rüzgâr, Ekmek, Yıldız Güncesi, Akanyıldız, Soru, Taşkıran adlı kitapları da kaldırım taşları gibi döşenir… Kısacası gökten zembille inmemiştir “Estetik Kalkışma”. Kendi deyişiyle bu “zamansız kitap”, insanın düşünsel gelişim ve dönüşümüyle ilgili zorlu bir arayışın tarihe not düşmesidir. Bu not düşme, yaşamın tüm alanlarını kapsayan bir estetik arayışının, “starlaştırılan” birilerinin, hiçbir estetik değeri olmayan, duygumuzu, düşüncemizi yoksullaştıran, “gelişigüzel” yazdığı roman ve öykülerle de hesaplaşma oluyor aynı zamanda. “Düşüncenin yerlerde süründüğü bir ortamda düşünceyi yüceltiyorum… Ben yapıtta düşünceyi savunuyorum… Bir yazın yapıtı gelişigüzel değil düşüne düşüne yazılmalıdır.”
diyen Cengiz Gündoğdu, bu yapıtında, estetik değeri olmayan romanların öykülerin “edebiyat pazarı”nda yüz binlerce satmasıyla ilgili yakıcı, kahredici gerçekliğin ardındaki gizleri sunuyor. Onun bu sunumu olan “estetik kalkışması”nda, “Düşününce başı ağrıyan, düşünceyi dirsekleyen okurla pazarda” buluşan bu tür yapıtların yanı sıra, örnekleriyle insanın duygularını, düşüncelerini yoksulluktan kurtaran gerçekçi, güzel, düş gücüyle zenginleştirilmiş yapıtların arayışıyla da buluşuyoruz. Kalkışmayı gelişigüzellikten kurtulmak, doğal varlıktan kültürel varlığa dönüşmek olarak yorumlayan, bu dönüşümün güzellik yasalarına uygun olması demek olan estetikten yoksunluğun başkalaşım olduğunu, bir yazın yapıtının estetik değerinin olabilmesi için, “izlek”ten (bir anlamda romandaki, öyküdeki düşünce) başka, “gerçeği örtmeyen bir dilinin” ve “toplumsal çözümleme, nedensellik, nesnelerin birliği”nin olması gerektiğini, bunların da dü-
şünerek gerçekleştirileceğini, bu ögeleri olmayan, hiçbir düşünce taşımayan, izleksiz yapıtların yazın alanını kuşattığını ve buna boyun eğmenin insana yakışmadığını söylüyor. “Bu kitabın okuru yoktur” diyor, yapıtının “zamansız bir kitap” olduğunu söylüyor. Gerçekten zamansız bir kitap. Uykusuz kalmayı göze alan insan sayısı o kadar azaldı ki, o kadar azaldı ki insan! Ama o, “Düşünen, estetik değerleriyle güzel yapıtlar okuyan insanlar olduğunu biliyorum.” diyor ve ekliyor: “Yaşayan, çalışan, direnen, sömürüsüz bir dünyada güzellikler yaratmak isteyen insan için yazıldı bu kitap… Bu kitap geleceğindir… Gelecekteki güzel bir dünyanın estetiğidir.” Cengiz Gündoğdu’nın “Kendine yaşam alanı açmak için savaşım verecek” dediği, üç yıldır uğraştığı ve inatçı bir ömrün hesaplaşması olarak da görebileceğimiz, “yazını estetik değerden düşüren okur-yazar ikilisine karşı” yazdığı “Estetik Kalkışma”, yazma yöntemi üzerine yazın alanındaki müthiş boşluğu dolduruyor, küreselleşmeye karşı bir estetik bildirisi oluyor, bir meydan okumaya dönüşüyor, böylece de gerçek yazarlar ve okurlar için, düşünen insanlar için bir başucu kitabı olmayı hak ediyor.
Aydınlık KİTAP
14
Her şey bir yalandan ibaret midir? Alejandro Bevilacqua’y kim öldürmü olabilir. Acaba gerçekten öldürüldü mü, yoksa intihar m etti? Gizemli yazar Bevilacqua’n n ba na sahiden ne gelmi ti? ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com
Sürprizlere alışkın olabilirsiniz ya da beklenmedik durumlara. Peki, her defasında şaşırmaya hazır mısınız? O halde güvenilmesi zor anlatıcıların dilinden örülmüş bir romana “merhaba” demenin vaktidir. Bir gazetecinin, Jean-Luc Terradillos’un, 30 yıl önce intihar eden yazar Alejandro Bevilacqua’nın hayatını incelemeye koyulmasını anlatıyor “Bütün İnsanlar Yalancıdır”… Özellikle “Hayali Eserler Sözlüğü”nden tanıdığımız Arjantinli yazar, çevirmen ve editör Alberto Manguel bu eserinde dili, dilin bütün araç ve yöntemlerini büyük bir ustalıkla ve bütün yönleriyle kullanıyor. Kurgu, betimlemeler, örnekler ve hayal gücünün açtığı çığıra ise diyecek yok. K M BU ALEJANDRO BEV LACQUA? Çetrefilli bir hikâyenin kahramanını tasvir etmek gerçekten çok zor bir iş. Alejandro Bevilacqua’nın macerasını anlatma işini en kestirme yoldan çözmeye çalışacağım. İçerisinden önem arz eden pek çok kadının gelip geçtiği kısacık bir hayat. İki kutup arasında, soğuk ve güneyli babaannesi ile puslu ve kuzeyli Loredana arasında geçen ergenliği. Hayatının ikinci evresinde yine birbirine zıt başkalarının olduğu… Arjantin’de başlayan, bir gösteri yürüyüşünün ardından bir daha haber alamadığı karısı Graciela’yı kaybedişiyle devam eden, sonrasında kendisinin de cezaevine girişiyle süren bir hikâye. İşkenceler ve ardından ülkesini terk ediş… Birçok Güney Amerikalı’nın yaptığı gibi Madrid’e yolculuk… Evinin kapılarını ona açan Andrea ve O’nun bir gün tesadüfen bulduğu bir romanın (Yalana Methiye) karalamaları… İşte Andrea, sevgilisi Bevilacqua’dan habersiz bu romanı kitaplaştırır. Romanın yayımlanmasının ardından gelecektir her şey. Sonun başlangıcını ateşleyen bir hamledir bu, Alejandro Bevilacqua’nın gizemli sonunun hazırlayıcısıdır da bir bakıma…
“AYNI OMURGADAN FARKLI HAYATLARA AÇILAN B R YELKEN” Anlatılanlar bir değirmene dane (tane) olabilir kimi zaman ya da o değirmeni döndürme-
Alberto Manguel
ye yarayan suya bir damla… İşte gazeteci Jean-Luc Terradillos da yazar Bevilacqua’nun hayatını onu tanıyanlardan dinleme yoluna başvuruyor ve Bevilacqua’nun yaşamının çeşitli kesitlerinde yer almış dört insanı dinlemeye koyuluyor. Bu dört anlatıcının içerisinde Bevilacqua’nın sırdaşı “Alberto Manguel”, sevgilisi “Andrea”, hapishane arkadaşı “Domuz” ve yayıncısı “Gorostiza” bulunuyor. Bu uğraş sırasında gizemli yazar Bevilacqua’ya ilişkin pek çok şeyi duymak mümkün. Bir âşık, kahraman, hırsız, yalancı, düzmece yazar, dost, kurban, kaza intiharı ve daha nicesi… Her anlatıcının sözleri bittiğinde bir şaşkınlık haliyle, bir düş kırıklığıyla karşı karşıya kalabiliyor insan. Omurgası aynı kalıyor gibi gözükse de farklı farklı hayatlara açılıyor yelkenler. Karanlıkta kalanlar, yarım kaldığı düşünülen olaylar, birden çok şekliyle etrafımızı sarıveren yalancı bir gerçek… Peki, bu üçüncü kişilerin aracılığıyla tanışılan kişi gerçekten var mı, yoksa var olmayan birisinin varsayımının önyargılarla ve verilerle çakışması hali mi tanık olduğumuz? Anlatılan senin mi, yoksa O’nun mu hikâyesi? Ayrıntılarına çok da fazla girmemeye çalıştığımız bu romanın sonunda zihinlerde pek çok soru beliriyor. Elbette yanıtları aramaya çalışmak da okuyucuya düşüyor. Yazarın istediği de biraz buymuş gibi geliyor bana. “Kitabın kaderini okurun mahareti belirler”. Yanıtları arama çabası, cevabı bulmaya çalışırken girilen sorgu sual aşaması… Alberto Manguel, sonu gizemli biten bir yazarın kısa ömrü üzerinden Arjantin’in yakın tarihine, bu ülkenin insanlarının birçoğunun yaşam çizgilerinin nasıl değiştiğine sınırlı da olsa tanıklık etme imkânını bizlere veriyor. Sizlere umulmadık sonuçlara varılan bu hikâyelerde şimdiden iyi yolcuklar diliyorum… (Bütün İnsanlar Yalancıdır, Alberto Manguel, Yapı Kredi Yayınları, Çev: Saliha Nilüfer, 157 s.)
Aydınlık KİTAP
2 KASIM 2012 CUMA
15
Marksizmin edebiyat eleştirisine katkısı Ne söyledi ini bilen, k sa ve kesin bir eser Eagleton’unki. Marksist edebiyat ele tirisinin anlam n ö renmek isteyenlere k sa ve doyurucu bir aç nlama alan UTKU ÖZBAY utku.ozbay@gmail.com Sizden yaklaşık yüz sayfalık bir kitap yazmanız istense ve bu kitapta kendi içinde yeterince karmaşık olan Marksizmi, Marksist edebiyat kuramını ve bir biçim olarak- ve de Marksizmin bir dalı olarak- Marksist edebiyat eleştirisini anlatmanız istense işe nereden başlardınız? Yanıtlaması zor bir soru kuşkusuz. Kanımca, ilkin Marksizmin tanımı ve neliği üzerinde durulmalıdır ilkin. Şayet bir şey, tanıtlaması yapılmadan ve ne’liği ortaya konulmadan tartışılamaz. Marksist edebiyat eleştirmeni Terry Eagleton, ilk baskısı 1976 yılında yapılan “Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi” isimli eserinde Marksist edebiyata araladığı ufak kapıdan giriş yapıyor. Kendi içinde yeterince karmaşık bir alana ve yanıtlanıp yanıtlanması gereken sorulara sahip bir alana doğru emin adımlarla ilerliyor birkaç temel mesele ve onlar etrafında yükselen sorularla. Nicelik açısından ve yazarının da belirttiği üzere “bir kısa giriş çalışması serisi için tasarlandığından” dolayı Marksist edebiyat eleştirisini tam olarak anlatmak, hele hele Marksizmi anlatıp tanıtlamak gibi bir iddiası yok eserin bu yüzden.
MARKS ST EDEB YAT ELE T R S NE G R : MARKS ST ELE T R NED R? Eagleton, eserini temelde dört sacayağı üzerine oturtuyor: Edebiyat ve Tarih, Biçim ve İçerik, Yazar ve Bağlanma, Üretici Olarak Yazar. Marx ve Engels, edebî ve sanatsal yazılarından ziyade ekonomi ve siyasi yazılarıyla tanınırlar; bu onların edebiyatı önemsemediği anlamına gelmez. Gençken lirik şiirler yazan, Laurence Sterne’den etkilenerek bitirilmemiş mizahî bir roman bile kaleme alan Marx’ın yazıları edebî ve sanatsal göndermelerle, anıştırmalarla doludur. Edebi ürünler ve herhangi bir sanat ürünü, kendi tarihsel zamanı içe-
Terry Eagleton
risinde, kendi tarihsel döneminin izlerini taşır. Ressam Henri Matisse, “bütün sanatların kendi tarihsel döneminin izlerini taşıdığı”nı söyler bu yüzden. Macar –en azından belirli bir süreMarksist eleştirmen George Lukács, “Edebiyat yapıtı tarihin derin izlerini tastamam edebi yönüyle ortaya koyar (…) Yazarın oluşturduğu kurmaca dünya, toplumun karmaşık bütünlüğünü mikrokozmik bir düzeyde yansıtır.” der.
DEOLOJ VE SANAT İnsan, sürekli değişim ve dönüşüm içerisinde tarih denilen sahnenin tam ortasında durur. Sanat inşa eder. Onu işler. Değiştirir. Dönüştürür. Bu dönüşüm ile birlikte kendi de değişir ve dönüşür. Alet kullanmasını öğrenir örneğin; ateşe hâkim olur, doğa ve tanrı/lar üzerine düşünmeye başlar, konuşmaya başlar, sanat üretir, onu işler ve dönüştürür; edebiyat üretir; ürettiği edebiyatın biçimleri, biçemleri üzerine kafa yorar. Bununla birlikte, tarihsel dönemlerin değişmesi ve ardalanmasıyla birlikte, hâkim ideoloji de değişir ve dönüşür. Edebî bir ürün, yalnızca yazarın yarattığı bireysel bir şey değil-
dir. Dolayısıyla edebî bir ürünün açınlaması salt yazarın psikolojisiyle açıklanamaz. Yazar, toplumun bir üyesi ve bir birey olarak tarihsel koşul ve etmenlerden etkilenir. Ve bu da yazarın sanatını etkiler. “Sanatın etkilenme durumu” da eserin şekillenmesinde ve edebiyatın ortaya konmasında oldukça önemli bir unsurdur. “O halde,” der Eagleton, “Marksist eleştirinin özgünlüğü, edebiyata olan tarihsel yaklaşımında değil, tarihin kendisine ilişkin devrimci kavrayışında yatmaktadır.” Yukarıda da tartıştığımız gibi “hâkim ideoloji”, üstyapıyı belirler. Üstyapı, toplumun dokusuna işlemiştir. Şu halde bir edebî eser, “topluma hâkim olan ideoloji”yi anlatır ister istemez. Bir toplumsal sınıfın öteki toplumsal sınıflar üzerine güç uyguladığı durumdur. Bu anlatmadurumu, salt direkt olmaz. Göndermeler şeklinde de olabilir. Dolayısıyla bir edebî eser hemen her koşulda ve ister istemez hayata dokunacaktır: “O halde Marksizm için sanat, toplumun üst yapısının bir parçasıdır. Sanat (daha sonra tartışacağımız nitelikleriyle birlikte) bir toplumun ideolojisinin parçasıdır; bir toplumsal sınıfın öteki gruplar üzerinde güç uyguladığı durumu, ya toplumun çoğu üyesi tarafından “doğal” olarak görülen ya da tamamen görme alanı dışına çıkarmayı garanti altına alan toplumsal algının karmaşık yapısındaki
bir öğedir. O halde edebiyatı anlamak, bir parçası olduğu bütün toplumsal süreci anlamak demektir.” Fransız eleştirmen Alick West edebiyatın asıl işinin taklit etmek olmadığını, “gerçeğin biçimini bozmak” olduğunu söyler. (Eagleton, Edebiyat Eleştirisi Üzerine, s. 72) Yeniay’ın da alıntıladığı üzere “bunu yaparken (gerçeğin biçimini bozarken), Hegelci düşünceden faydalanır. Nitekim Hegel de sanatın rolünün insan ruhunun tüm yeteneklerini canlandırmak ve gerçekleştirmek ve insanı kendindeki yaratıcı zenginliği anlamaya yöneltmek olduğunu söyler.” (Eagleton, age., s. 98) Hegel, Marx’ın estetik düşüncesi üzerinde oldukça önemli bir yerde durur bu yüzden. Eagleton, sonraları Brecht, Goldmann (ve kalıtımsal yapısalcılık), Macherey, Adorno, Williams, Lukács gibi isimlerin üzerinde durur. Onların ürettiği ürünlerin, mesela Brecht’in epik tiyatrolarının biçim, biçem ve nitelikleri üzerinde durur; onları Marksist edebiyat açısından okuma denemelerine girişir ve en çok da Brecht ile Lukács’ın ayrıldığı noktaları tartışır. Ne söylediğini bilen, kısa ve kesin bir eser Eagleton’unki. Marksist edebiyat eleştirisinin anlamını öğrenmek isteyenlere kısa ve doyurucu bir açınlama alanı. (Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi, Terry Eagleton, İletişim Yayınları, Çev: Utku Özmakas, 99 s.)
Marx ve Engels, edebî ve sanatsal yazılarından ziyade ekonomi ve siyasi yazılarıyla tanınırlar; bu onların edebiyatı önemsemediği anlamına gelmez. Gençken lirik şiirler yazan, Laurence Sterne’den etkilenerek bitirilmemiş mizahî bir roman bile kaleme alan Marx’ın yazıları edebî ve sanatsal göndermelerle, anıştırmalarla doludur
16
2 KASIM 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Sermaye destanının şairi: CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com
Müştak Erenus
Kendisini tanıdım. 1990’lı yıllarda buharlı makinelerin yapıldığı, Portedüzenlediğim şiir matinelerinde yer alan şairler arasında o da vardı. Matine sonrasında yenilen yemeklerde de birlikte olduk, sohbet etme fırsatımız oldu. Ayrıca Müştak Erenus en sevdiğim insanlardan biri olan Güngör Gençay’ın yakın bir dostuydu. Güngör Gençay’ın Galata’daki çalışma ofisine sık sık uğrardı. Şen şakrak yapılı bir insandı. Bulunduğu ortamı neşelendirirdi ama bir tarafıyla da çok titizdi. Sınırlarının ihlal edildiği anda birden bozulurdu ve bozuntusunu hiç sakınmadan dışa vururdu. 1915 yılında Şam’da doğmuş ama makinist olan babası Afyonkarahisar’a atandığı için kaydı oraya yapılmış. İstanbul’a Afyonkarahisar’dan gelmiş. 1940’ta İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş. Hakkında yayımlanmış bütünlüklü bir biyografisi olmadığı için bu aradaki yaşam kesitinin ayrıntılarını bilemiyoruz. 7 Kasım 2002’de aramızdan ebediyen ayrıldığını ise biliyoruz. Öğrencilik yıllarında şiirleri Yurt ve Yenitürk dergilerinde yayımlanmış. 1948 yılında “Yücel” dergisinin yazı kadrosuna katılıyor ve ürünleri artık bu dergide yayımlanmaya başlıyor. Giderek “Yücel” şairi olarak anılır oluyor. Behçet Necatigil onu sadece “Yücel dergisi şairi” olarak tanımlıyor. Bu demektir ki kendisiyle ilgili bir değerlendirmede bulunmak istemiyor. Olanı söylemekle yetiniyor. Dilin içerdiği potansiyeli açığa çıkarma, taşıdığı olanakları keşfetme çabası göstermeyen, imgesellikten uzak, oldukça sade bir anlatımı vardır Müştak Eranus’un. Anlatım, hayal gücü ve konu çeşitliliği bakımından kendini dâhil ettiği toplumcu gerçekçi şiire bu çizgiyi sıçratıcı, bu anlayışa aşama kaydettirici bir katkısının bulunduğunu söylemek haksızlık olur. Fakat bütün bunlar onun toplumcu gerçekçi şiire hiçbir katkıda bulunmadığı anlamına da gelmiyor. Müştak Erenus’un “Sermaye Destanı”nında sömürü temasının işlenişi bakımından sergilediği yeni tutum ait olduğu edebiyat anlayışı için lüzumlu bir yönelişin işaretidir. Bu tutumun yeterince algılanıp bir birikim, bir gelenek kazancı sayılarak geliştirildiğini ne yazık ki söyleyebilecek durumda değiliz. Marksist ekonomi-politiğin temel tezine göndermeyle başlar bu şiir: “Sermaye insanların çalınmış emeğidir” Müştak Erenus “Sermaye Destanı” adlı bir kitap boyutundaki şiirinde,
kiz ticaret filolarının Hindistan yollarına düştüğü, Hollanda’nın Molük Adalarında tarçın için katliamlar yaptığı, İspanyolların Peru’da altın avcılığına çıktığı 16. yüzyıldan başlayarak dünyada ve Türkiye’de sermaye birikiminin nasıl oluştuğunu şiir sanatının olanakları ölçüsünde gözler önüne sermeye çalışır. Bir kitap boyutundaki bu şiirin bir bölümü var ki geçmişin karanlıklarında kaybolmuş gerçekliği bütün dramatik çizgileriyle yansıtıyor: “On yaşındayım Adım Stefan Li Nerden, niçin getirmişler bizi Mancestere Çocuk düşlerimin sıcak bir erkeninde Bir kova su ile uyandırdılar işe beni Ve işte o karanlık erkenden beri Sizin gibi konuşamam ke ke lerim Ki ki kirden kaybolmuş çi çipil gözlerim Si si silinmiş sarı çillerim yüzümde Ben bir İngiliz emekçisiyim Keşkekçinin keşkeklenmiş Keşkek kepçesi” Bilim, sanat, erdem ve bütün bu değerlerin üzerinde yükseldiği çağdaş bir gelecek adına umutlarımızın karşılığı olan pırıl pırıl gençlerimizin devasa AVM’ler önünde, onların iç komplekslerinde on iki saat ayakta tutulduğu, fatura kesilen iki metrakarelik alanlara hapsedildiği, kasiyerlik adı altında robota dönüştürüldüğü ve asgari ücret denilen karın doyumluğuyla ödüllendirildiği bir Türkiye düzeninde Müştak Erenus’un “Sermaye Destanı” şiiri, kölelik tablosunu tanımlaması ve onun tarihsel arka planını yansıtması kadar ve hatta ondan daha fazla olarak içinde yaşadığımız toplumsal düzene yönelik uyarıcı özüyle dikkat çekicidir. “Karanlık olur kış günlerin geceleri Nasıl bir kör karanlık sabahın beşinde Önce ellerim küser bana Sonra gözlerim üşür Susar kalırım öyle Sabahın beşinden akşamın dokuzuna iş Ben on yaşında Stefan Li Haftada dört şilin verirler elime” Bizim Stefan Lilerimizin yaşı birazcık fazla olsa da on yaşında olanlar da az değildir. Bizim Stefan Lilerimiz de on ki saatten az çalışmıyorlar. Ve 4+4+4 eğitim yasasıyla yeni Stefanların yeni çocuk gelinlerin yolunun açıldığını bütün ciddi eğitimci ve bilim in-
Dilin içerdi i potansiyeli aç a ç karma, ta d olanaklar ke fetme çabas göstermeyen, imgesellikten uzak, oldukça sade bir anlat m vard r Mü tak Eranus’un Mü tak Eranus
sanları söyleye söyleye dillerinde artık tüy bitecek. Müştak Erenus Batı’nın sömürü tarihini yansıtmakla yetinmez, Osmanlının da bu tarih içindeki yerini kendi algısı doğrultusunda tarif eder. Fakat kitabının otuz sekizinci sayfasında yazdıkları yakın tarihimizin kalın çizgilerle bir portresi olduğu kadar bugün neleri tamamlamak, neleri başarmak zorunda olduğumuzun da bir anlatımıdır: “Yıl 1923 Sülün gibi süvariler geçiyordu Kordon boyundan Başlarında nazlı kalpakları Koca yüreklerinde Kuvayı Milliye vardı bayraktan. İşte hepimiz bu onur ve umutta iken Toplandı İzmir Kongresi Ve bir eşsiz kurtuluşun bu güzel günlerinde Sanki yağlı bir fes kalıba konacakmış gibi Bu kez de Karabekir Paşa’yla dikildi karşımıza Sermayenin hinoğlu bücürleri Ve de başımızın ebedi belası Toprak ağası efendilerimiz. Bir gelincik tarlası gibi Dökülen bunca canlardan sonra Ve içimizdeki bu ateşle Bir gurbette Bir gariban kalmıştık yine ülkede. Ve de tıpkı bugünkü durum ve manzara gibi Haşa min huzur Sanki onlar sahipleri Biz kiracısıydık bu memleketin.” Şairimizin 1989’da yazdığı bu şiirde bugünü öngörmediğini kim söyleyebilir. Ne var ki onun şiiriyle ilgi tahlillerde ben bambaşka tespitlerle karşılaştım: “Şiirlerinde biçim alanında özlülük ve izlenimci ögeler belirgindir, şi-
irlerinin ağırlıklı konu ve izleği insandoğa sevgisi, yaşam sevinci ve toplumsal eleştiridir.” Alıntıladığım tahlil Müştak Erenus’un bütün biyografilerinde yer alan ve yazarı belli olmayan bir tahlildir. “Gerek estetik değeri, gerekse toplumsal tanıklığıyla son yılların toplumcu şiirimizin önemli örneklerindendir.” (Ataol Behramoğlu). “Onun şiirinde Yunus’un derviş huyunca akıp gelen bir Türkçe tadı bulmakla kalmayıp susuz kaldıkça bu duru ve lirik ırmaktan kana kana içenlerden oldum.” (Seyyit Nezir). Bütün bu anlatımlardan şiir adına hiçbir şey anlamadığımı ve bütün bu anlatımların iyi niyetli birer güzelleme olduğunu belirtmeliyim. Olsun, sadece kahramanlarımız için değil şairlerimiz için de güzellemelerimiz olsun. Bir itirazım yok. Hatta ben birçok şairimize nasip olmayan sanat yılı kutlamasının Müştak Erenus’un ölümünden beş yıl sonra 2007 yılında tertiplenmiş olmasına sevinmekle birlikte aslında bunun altı yıl önce tertiplenmemiş olmasına da hayıflanmışımdır. Gecikmeli de olsa tabii ki sonuçta bir duyarlık harekete geçmiştir ve ortaya bir emek konmuştur. O duyarlığın ve emeğin içinde ki kimler yoktur: Sunucu Mehmet Esatoğlu. Müzikte Esin Afşaroğlu ve Grup Yorum. Yazar ve şairlerimizden Cengiz Gündoğdu ve Güngör Gençay. Listeyi uzatmak istemem. Demek istediğim şudur: Biz kendi değerlerimize ne zaman sahip çıkarsak ve sahiplenmeyi layıkıyla yapmayı ne zaman öğrenirsek ancak o zaman örgütlü, sahici ve çekim gücü olan bir güç olabiliriz.
Müştak Erenus’un “Sermaye Destanı”nında sömürü temasının işlenişi bakımından sergilediği yeni tutum ait olduğu edebiyat anlayışı için lüzumlu bir yönelişin işaretidir
ARAKABLO
SEYY T NEZ R
Aydınlık KİTAP
2 KASIM 2012 CUMA
17
Tanpınar, onlar için “vatanı hapishaneye çeviren iktidar” demişti
Tanp nar’ as l kahreden, milletin oyu ile gelerek iktidara sahip olan “bu demokrasi kahramanlar ”n n halka ve ülkeye her türlü zarar verip nice hukuk cinayeti i ledikten sonra adalete s nmalar yd seyyitnezir@yahoo.com “Demokrat Parti iktidarı 10 yıllık cürüm yönetimidir” başlıklı yazımızda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Cumhuriyet’te (14.06.1960) yayımladığı “Suçüstü” makalesinden kimi kesitlere yer vermemiz (AydınlıkKİTAP, 19.10.2012), özellikle 29 Ekim kutlamaları öncesinde geniş ilgi gördü, pek çok okur, “yazının nerdeyse AKP iktidarı için yazılmış olduğu” düşüncesini belirtti. Bir okurumuzdan da Tanpınar’ın yine aynı dönemde Cumhuriyet’te (19.08.1960) yayımlanmış bir başka yazısı geldi. Okurumuzun yayımlama önerisini yerinde bularak yerimiz elverdiğince Tanpınar’ın bu yazısından da kesitler sunuyoruz. Yazısında görüyoruz ki, Tanpınar’ı asıl kahreden şey, milletin oyu ile gelerek iktidara sahip olan “bu demokrasi kahramanları”nın halka ve ülkeye her türlü zararı verip nice hukuk cinayeti işledikten sonra adalete sığınmaları...
A.Menderes
leceğe emniyetle bakmaktır. Hele o günler gelsin; size ne türlü bir Türkiye hazırladık göreceksiniz... Ve bu güzel, nurlu yarına intizaren [nurlu ufukları göstererek] memleketin yarı servetini, tapulu tapusuz üstlerine geçirirler, öbür yarısı ise mutlak ziyandır.
KORKU BULUTLARI
Her itiraz, gerçeğe, ilim ve tecrübenin verilerine her davet bir ihanet sayılır. Bütün bu millet yavaş yavaş sağduyuyu bile tehlikeli ve silah addeden acayip yasaklar devrine girer ve durmadan iyi niyet önleyen kanunlar çıkabilir. Acayip, izahı güç, kabulü imkânsız bir kazanma, çalma çırpma fırtınası sürecektir. [...] Günün birinde işler değişir, korku bulutları etrafı sarar. O zaman bizzat rejimin açıktan açığa inkârı olan kanunların sağnağı başlar, kanlı tertipler yol alır. Evvela bu tertiplerin hedefi olan adam onları ikaz eder. Önümüz ihtilâldir der, sonra bütün bir gençlik şahlanır. Fakat demokrasi kahramanları öyle her gürültüye pabuç bırakacak cinsten insanlar mıdır? Onlar milletin oyu ile gelmişlerdir. Ne acayip bir anlayış ki, kendilerini iş başına getiren seçimi hiç unutmazlar, fakat sırtlarına onun yüklediği mesuliyeti akıllarına bile getirmezler. İsterse cihan baştan başa al kana boyansın! C. Bayar [...] Hele o Kızılay rezaleti... Müstebit ve yarı deli Abdülaziz bir ÇT MAÎ CÜRÜM VE NSAN tek talebe yürüyüşünde bir sözünü iki etADALET AHMET HAMD meyen gözde veziri Mahmut Nedim Paşa'yı hemen o gün azleder ve İstanTANPINAR Birkaç insan çıkar [...] Her türlü muzır dü- bul'dan sürer. Ama o, ne olsa bir geleşünceyi, her cins insanı bile bile kullanır, nekten yetişmiştir.[...] Neticede memleketin temiz evlatlatutamayacağını yüzde yüz bildiği vaatrı zaruri olarak harekete geçer. Millî Birlerde bulunur, memleketin halkını birlik Komitesi bu Sardanapal taklitlerini çubirine düşman eder, oy gücüyle iktidara geçer, [...] kendi çıkarından başkasını dü- vala tıkarak Yassıada'ya gönderir. Demokrat Parti rejimi dediğimiz taşünmez, kalkınma der batırır, imar der yıkar, etrafına topladığı insanları çeşitli usul- lihsizlikte birkaç mesut hâdise vardır. Bunlardan biri şüphesiz ki mücrimlerle çürütür, cürüm ortağı yapar, [...] lerin hemen hepsinin adaletin elinde memleketi en aşağı elli sene geriye göolmasıdır. türür; birkaç nesli borç ve ümitsizliğe sokar, kendisine akıldan bahsedene budala, insaftan bahsedene vatan haini ve sabotajcı der, programdan söz açıldı mı güler, plan kelimesini ağzına alana hücum eder. O, refah kalesini tek bir darbede fethedecektir. [...] Katiyen merak etmeyin, her şey, hepsi birden olacak. [...] Sizin vazifeniz ge-
C NAYET PROJELER Soyguncu idare tarihte ilk defa vaki olan bir şey değildir. Her millet bu cinsten vahim tesadüflerle karşılaşmıştır. Fakat çok defa bir yanda yaptığı fenalığı öbür yanda telafi eder. Yahut da görgüsüzlük, cehalet gibi mazeretleri vardır. Roma dai-
ma çalar ve çırpardı, bazan da –bilhassa imparatorluk devrinde– ağır bir zulüm makinesi olurdu. Fakat daima büyük mânâsında yaratıcı idi. Fransa'da, İngiltere'de, bazı hükümdarların devirleri, bilhassa niyabet [naiplik] hükümetleri de böyle idi. Ama hiç olmazsa zarafetleriyle, açık fikirleriyle zevk ve fikir sahasına bir devir açmışlardı. Aristokrattılar, başlarıyla oynamasını bilirlerdi. Osmanlı tarihinin çocuk padişahlar devri diyeceğimiz XVII. asrı gerçekten acınacak bir suiistimal ve anarşi devridir. Hemen her iş başına gelen, devlet otoritesini kötüye kullanır. Hepsinin doyuracağı bir maiyeti, maiyetinin maiyeti, taraftarlarının taraftarları vardı. [...] Türkiye'de zevk [sanat] denen o asil cevheri öldürmeye nasıl çalıştıklarını beraber gördük. Fakat okur yazardılar. Çoğunluğu memlekette mevcut tahsil müesseselerini bitirmiş, hattâ bazıları doktorasını filan bu tahsili dışarıda tamamlamış insanlardı, içlerinde avukatlık, doktorluk, üniversite ve lise hocalığı, müsteşarlık, umum müdürlük yapanlar bile vardı. Ayrıca bir hukuk devletine vâris idiler. Ve daha mühimi Rönesans'tan beri bir Şark memleketinin Avrupa fikir camiasına kabul ettirmek imtiyazına nail olmuş bir inkılâbın içinden geliyorlardı. [...] O halde nasıl oldu da bu okumuş yazmış, işin tecrübesini geçirmiş adamlar fakir bir milletin talihinden sorumlu olduklarını birdenbire unuttular, nasıl, sadece hususî tahsil görmüş Celâl Bayar'ı ciddiye aldılar ve i'tisaf [yolsuzluk] hastası Menderes'in şefliğini kabul ettiler? Onların yalanlarına ve safsatalarına inandılar, cinayet projelerine iştirak ettiler! Türkiye'de nasıl bir hava esmişti ki, kendimize göre yaşadığımız bir XX. asırdan bizi XVII. asrın ortasına hiçbir vicdan azabı duymadan geçirdiler.
VATAN HA NLER NE VER LECEK CEZA NED R? Bu insanların hemen hepsi Millî Mücadele'nin azap ve ümit dolu senelerini, kurtuluşun güneşini çocukluklarında veya gençlik yıllarında yaşamış insanlardır. Hepsi Atatürk'ün nutuklarını kendi ağzından dinlemedilerse mektep sıralarında okudular. Hattâ ezberlediler. Her ağız açışlarında ondan bir cümle okurlardı. Haydi birkaç sene menfaat icabı sürüklendiler. Sonra çekilmek yok muydu?
Ahmet Hamdi Tanp nar
En yırtıcı kurt sürüsünde bile doyan ayrılır, bir tarafa çekilir, pençelerini yalayarak yediğini hazma çalışır. Bu kenetlenmedeki gaflet nedir? [...] Başlamasını beklediğimiz mahkemede beni alâkadar eden şey –yaptıkları kötülüğün derecesi hariç– bu değişmenin ve bu ısrarın sebebidir. Yoksa cezanın kendisi değil. Hepsinin hakkettikleri cezaları göreceklerine eminim. Fakat bu cezaların beni ve hiç kimseyi de tatmin etmeyeceğine eminim. Topluma karşı işlenen cürümler, Tanrıların en şaşmazı olan adaletin dahi çaresiz kaldığı noktadır. Sade yaşayanları değil, gelecek nesilleri de mahkûm eden bir cürmü kim ve hangi karşılıkla ödeyebilir? İdam cezası mı? Hepimiz öleceğiz. Burada Dostoyevski'nin ve Camus'nün o kadar dâhiyane bir ısrarla anlattıkları o son ânın azabı dahi benim için mânasızdır. Kaldı ki milyonlara fenalık eden bu insanları adalet kılıcı teker teker vuracak. Öldükleri zaman da her şey bitecek, ne ıstırap kalacak, ne de bekleyiş... Hapis mi? Bir vatanı hapishaneye çeviren insanların birkaç yıl hürriyetlerinden mahrum oluşu neyi ifade eder? Tabiî tek bir insan öldüren katil belki kendi hayatı pahasına bir misilleme olarak bu cürmü ödeyebilir! Fakat milyonlarca insanı ezen, taassup ve cehalet ifritlerini [yaratık] azdıran, cemiyet hayatını altüst eden ve belki de istikbalini tehlikeye sokan insanlar için bu cezaların mânası nedir? [...] Abdülhamid'ten otuz üç senelik ihanetine karşılık ne alabildik? Hitler'in arkadaşlarının mahkemesinden insanlık hangi tatminle çıktı? Bu hesabı tarih boyunca uzatın; mazlum kütlesi, zalimin akıbeti ne olursa olsun daima alacaklı çıkar. [...]
18
2 KASIM 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
YENİ ÇIKANLAR
Haymatlos
Do u’dan Uzakta
Modal Vitol Ailesi
500
Birol Özdemir, Yitik Ülke Yay nlar , 114 s.
Amin Maalouf, Yap Kredi Yay nlar , Çev: Ali Berktay, 460 s.
Osman Önde , Tarihçi Kitabevi, 340 s.
Matthew Quirk, Domingo Yay nevi, Çev: Giray Türkmen, 400 s.
Birol Özdemir’in ilk öykü kitabı “Haymatlos”, farklı süreçleri, coğrafyaları, gerçeklikleri ele alan anlatılardan oluşan özel bir kitap. Kitabın ilk bölümü ikinciye oranla şiirsel yoğunluğu gelişkin metinlerden, ikinci bölümüyse gülmece ve ironi öğeleri barındıran kurmaca metinlerden meydana geliyor. “Sen benim elimi mi kesiyorsun? Tuhafsın, elimi diyorum. Bir soğan keser gibi... Bıçağın başlangıçta hiçbir şey duyumsatmayan çeliği başparmağımla işaretparmağım arasındaki kemiğe dayanıyor. Canım mı? Yanmıyor, hayır! Sonradan içten içe işleyecek bir şeyler bırakıp gideceksin. Asıl ağrıma da o zaman mı başlayacak? İskelede yoran, bunaltan bir sıcak... Karşımızda Haydarpaşa Garı’nın önündeki fenerin pat yanıp sönen kırmızı ışıkları...”
Geçmiş... bıraktığın yerde mi hâlâ? Amin Maalouf’tan unutulmayacak bir “eve dönüş” romanı. “Doğu’dan Uzakta”, kaderin ve tarihin acımasızlığında terk ettikleri yurtlarına dönen bir grup arkadaşın hikâyesini anlatıyor. “Doğu’dan Uzakta”, bir yüzleşmenin romanı: Gençliklerinin en güzel dönemlerini bir arada geçiren, ülkelerinde patlak veren iç savaştan sonra farklı yerlere dağılan ve yıllar sonra, eski arkadaşlarından birinin cenazesi için tekrar ülkelerine dönen bir grup arkadaş... Açıkça belirtilmese de Lübnan İç Savaşı’nın getirdiği yıkımlara ve Ortadoğu coğrafyasının kültürel, tarihsel ve toplumsal sorunlarına dair çok çarpıcı gözlemlere de yer veren “Doğu’dan Uzakta”da Maalouf, yine en iyi bildiği şeyi yapıyor: Doğu’yu anlatıyor.
Eğer yolunuz Moda’ya düşerse Moda Caddesi’nden başlayarak Moda Vapur İskelesi’ne doğru yürüyünüz. Mevsim sonbahar ise, çınar yapraklarının sergüzeştliğine gönül vererek, nice anıların hayalkeş öyküleriyle dolu o caddeyi yaşayarak geliniz. İngiliz Vitol Ailesi çok saygın insanlardı. Son kuşağı hep Moda’lı kalmak için yaşama karşı direniyorlardı. Moda Caddesi’ndeki “Vitol Çıkmazı” onların anılarıyla süslenmiştir. Eski dostlar artık göklere uçup gittiler. Nice ruhlar, Moda Burnu yamaçlarında tutunmuş sakız ağaçlarının etrafında hayaletler gibi dolansalar da, onları ne duyan vardır, ne de hatırlayan... Ama, yine de Moda bir hasrettir, sonsuza kadar sürecek bir aşktır, sevdadır, asalettir ve bir de kolay çıkılmaz kocaman bir sokaktır...
“Kim 500’den güçlü olabilir? 500’ün sırlarını bilen adam. Ben Mike Ford, geçen yıl Harvard Hukuk’tan mezun oldum ve Amerika’nın en güçlü lobi şirketi Davies Group için çalışıyorum. İşim dünyayı yöneten 500 kişiden “talep”te bulunmak. Neden tekliflerimiz her koşulda kabul ediliyor, patronum Henry Davies’in sırrı ne? Size yemin ederim, hiç öğrenmemeye razıydım. Zorunda bırakıldım. Şimdi hayatımı geri istiyorum. Ama ruhunu şeytana satmışsan, geri almak için önce şeytanın fiyatını bulman gerekir.” Siyasi entrikalar, akıl oyunları ve nefes kesen aksiyonu olağanüstü bir şekilde bir araya getiren 500, tüm dünyada geniş yankı uyandırdı; toplam 20 dile çevrilen kitap, yakın zamanda büyük bütçeli bir prodüksiyon olarak beyaz perdeye aktarılacak.
Aya T rmanmak ve Di er Öyküler
Ruhun Uzun Karanl k Çay Saati
Kanatlar Ölü Aç kl nda
Zamana Kar Orhan Kemal
Ursula K. Le Guin, Metis Yay nlar , Çev: Asl Biçen, 216 s.
Douglas Adams, Kabalc Yay nevi, Çev: Sevil Cerit, 254 s.
Pelin Buzluk, Can Yay nlar , 96 s.
I k Ö ütçü, Everest Yay nlar , 450 s.
Bu kitaptaki on sekiz öyküde Le Guin okuru tekinsiz evlere, tekinsiz konulara, zihnin gerisinde fark edilmeyi bekleyen duygulara, hayata tutunmak için verilen ince mücadeleye, bakış açısını azıcık değiştirdiğiniz anda değişiveren gerçeklere yolculuğa çağırıyor. Durduğu yerde durmayan ücra kasabalardan, kırılmış hayatını toplamaya çalışan yalnız insanların evlerinden, kürtaj kliniklerinden, her şeye rağmen doğurulan bebeklerin dünyasından, masal sayfalarından, bilge ormanlardan geçen bu yolculukta, yazarın insani olan her şeye duyduğu tutku, ilgi ve şefkat eşlik ediyor bize. Büyülü gerçekçilikten gerçeküstücülüğe farklı tarzlar denediği bu öykülerde, Le Guin ne kadar güçlü bir edebiyatçı olduğunu bir kere daha kanıtlıyor.
Yolculardan biri uçak biletini kontrol ettirdiği sırada Londra’nın Heathrow Havaalanı birden turuncu bir ateş kürenin içinde yok olur. Patlama tanrının işi olarak görülür. “Ancak hangi tanrının?” diye merak eder Dedektif Dirk Gently. Hangi tanrı Oslo’ya gidecek 15.37 uçuşunu yakalamak için Heathrow Havaalanı’nda takılıyordur ki! Tüm bunların bu sabah kafasında son zamanların popüler şarkısı Hot Potato’nun çaldığını fark eden Dirk’in son -ve sona kalan- müşterisiyle ne alakası vardır? Aşırı derecede kirli buzdolabı travması ve başıboş kartalın düşmanca tavırları arasında, Süper Dedektif Dirk Gently evrenin gizemlerini bir kez daha çözecek.
Balkonlarda bu çiçekler, ayakta tutuyor direncimizi. Bütün binalar griye boyandı, bir-iki şaşkın leke: Çiçekler. Renklerin halkı isyana ittiği kanıtlanmış. Bir adım öne çıkan cesur balkonların bağrında inatçı, rengârenk kokular şimdi. İç odaların gizinde mahzun, renkli kuşlar. Bir misafirlikte banyoyu ararken yolunuza çıkan. Tavuslar, altın sülünler, çinteler, sakalar... Gündelik yaşamın gözden kaçmış ayrıntıları, başımızı çevirip bir türlü bakmayı akıl etmediğimiz insanlar, eşya ve insanı hep derin bir hayrete düşüren coğrafya... Buzluk, bu kitabında yer alan öykülerinde bir yandan ilk öykülerinin ele avuca sığmaz yaratıcılığını sürdürüyor, bir yandan da Doğu masallarından, söylencelerinden getirdiği dille anlatım biçimini zenginleştiriyor.
“Bu kitabı okuyacak olan tüm kitapseverlere şunu diyebilirim ki, üstat yaşadığı dönemde olumlu olduğu kadar, sert eleştirilerle de karşı karşıya kalmıştır. Ulaşabildiğim tüm olumsuz eleştirileri kitaba almaya çalıştım. Dönemlerinde keskin eleştiri yapanların zaman içinde Orhan Kemal’in yazı serüveninin değerini anlayarak farklı açılımlarda bulunduklarını, yorumlarında Sezar’ın hakkını Sezar’a verdiklerini gördüm. Kendisine yapılan eleştirileri her şeye rağmen olgunlukla karşıladığına tanıklık ettim. Bu bilgilerin ışığı altında değerli okuyucuları şaşırtacak bir çalışma hazırladığımı umuyorum. Zamana karşı direnen bir sanatçının edebiyat macerasına bu yapıtla bir katkım olduysa ne mutlu bana.”
Aydınlık KİTAP
19
Kertenkelime
Evlenme - Kumarbazlar
Halime Y ld z, Evrensel Bas m Yay n, 88 s.
Nikolay Vasilyeviç Gogol, Bankas Kültür Yay nlar , Çev: Koray Karasulu, 144 s.
“Kertenkelime”, kendi kelime bilmecesinin yanında kimi zaman patatesi soframıza armağan eden halkın çığlığına kulak veriyor, kimi zaman bir köylünün krala kafa tutan sözlerine dikkat çekiyor. Öz kardeş olur da öz arkadaş olmaz mı? Einstein’ı tanırsınız peki Zweistein kimdir? Takma dişlerin yerine eskiden ne takılırdı? İnsanlara “hayvan” diye hakaret etmek, hayvanların birbirine “insan” diye hakaret etmesini haklı kılar mı? Gülme krizine giren öğrencilerin aylar süren okul tatili... Zevkten dört köşe olmak deyiminin matematik dersi ile ilgisi... Başarının formülü... Hayat yapbozunun parçaları her yazıdan sonra beynimizdeki gerçek yerini buluyor. “Kertenkelime” pek çok konuda ezberimizi bozup düşünce dünyamıza ışıklı pencereler açıyor.
Gogol, Ukrayna’da, orta halli toprak sahibi bir ailede dünyaya geldi. Çocukluğunu etkileyen köy yaşamı ve Kazak gelenekleri eserlerine yansıdı, Ukrayna halk kültürünün öğeleriyle işlenmiş öyküler yazdı. “Dikanka Yakınlarında Bir Çiftlikte Akşam Toplantıları”, “Petersburg Öyküleri” ve “Mirgorod Öyküleri”nde mizahın yanı sıra yaşam karşısında karamsarlık ve dünyanın kötülüğü üzerine düşüncelerini ortaya koydu. “Ölü Canlar” feodal toprak mülkiyeti ve serfliği ele alan bir başyapıttır. Gogol, en beğenilen komedilerinden biri olan “Evlenme”de çöpçatanlık geleneğini ve damat adaylarının şahsında toplumun hemen her sınıfını alaya alır. “Kumarbazlar”da ise usta kumarbazların zekâ ve ustalık dolu entrikalarını kusursuz bir kurgu ve keyifli bir dille aktarır.
Anahtar Deli inden Esen Rüzgar
Kad n Dehas - Birinci Cilt - Hannah Arendt
Stephen King, Alt n Kitaplar, Çev: Canan Kim, 328 s.
Julia Kristeva, Pinhan Yay nc l k, Çev: Zeynep Merto lu O ur, 312 s.
Roland ve arkadaşları, ışın demetine doğru süren yolculuklarında yeri göğü birbirine katan, ağaçları köklerinden söken bir fırtınaya yakalanırlar. Fırtınadan korunmak için sığındıkları yerde, Roland yanındakilere iki garip öykü anlatır. Babası onu son katliamı soruşturması için çiftliğe yollar. Genç silahşör, kanlı çizme izleri ve hayvanların pençeleriyle parçalanmış asillerle karşılaşınca, bu korkunç kıyımın sürekli şekil değiştiren büyücünün marifeti olduğunu anlar. Olaylara tanık olan hayatta tek kişi kalmıştır. Billy Streeter adındaki bu cesur çocuk korku içinde yaşamaktadır. Roland çocuğu korkularından arındırmaya çalışır. Geceleri uyumadan önce ona, annesinin kendisine okuduğu “Anahtar Deliğinden Esen Rüzgâr” öyküsünü anlatır.
Hayat, delilik, kelimeler: Üç kadın tüm bunları açıkça ifşa edip, düşünceleri kadar varlıklarını da inşa ederken, çağımızın zorluklarını bizim için aydınlatma konusunda ne kadar tutkulu olduklarını gösteriyorlar. Hannah Arendt (19061975), Melanie Klein (1882-1960) ve Colette (1873-1954). Bu üç mucizevi kadın bu çağın tarihini belirledi. Her birinin eşsizsizliği ve biricikliği nerde gizlidir? “Kadın Dehası” üçlemesinin ilk kitabında Kristeva, 20. yüzyılın en parlak entelektüellerinden biri olan Arendt’in hikâyesini anlatıyor. Arendt’in yaşamına olduğu kadar eserlerine de ışık tutan bu kitapta Kristeva, kökenleri Aristoteles’e uzanan bir düşünceye, bir hayata ve yapılan işlere ancak “anlatı”nın anlam kazandırabileceği düşüncesini yerleştiriyor.
20
2 KASIM 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Dört gencin hikâyesi “Mavi Kirazlar” serisinin ikinci kitab “Yol Filmi”nde, dondurucu k a meydan okuyan Paris’te dört huzursuz ruh tek bir cevab n pe inde İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com
Gençlerin tüm ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri bir yayınevi olma amacıyla yayın hayatına başlayan On8 Kitap, amacı doğrultusunda pek çok eseri Türkçeye kazandırdı bile. Bunlardan biri dört kitaplık bir seri olan “Mavi Kirazlar”. Dört arkadaşın ilişkilerini birbirlerinin gözünden anlatan bu serinin ikinci kitabı olan “Yol Filmi” adından dolayı ilgimi çektiği için açıkçası ilk kitabı atlayıp bu kitaptan başladım. “Dört yakın arkadaş… Gömülmeye çalışılan sırrın tehlikeli parıltısı kendini hiç olmadık yer ve zamanlarda göstermeye başlıyor. İkinci kitap olan ‘Yol Filmi’nde dondurucu kışa meydan okuyan Paris’te dört huzursuz ruh tek bir cevabın peşinde.” Bu dört huzursuz ruh, usta bir okçu ve eşcinsel Amos, sinemaya olan aşkını babası yüzünden zirveye taşıyamayan, dublörlük yaparak içindeki duyguları ölmelerine izin vermeden yavaş yavaş besleyen Zik, diğerlerine göre biraz daha edepsiz olan ve erkek arkadaşı David’i küçümsemelerinden korkarak “Kirazlar” tayfasından gizleyen Violette ve neredeyse “yarı tanrı gibi at binen” Satya. Karakterlerin ne kadar çeşitlilik barındırdığını anlatmak için daha fazlasını söylemeye gerek yok. Ayrıca birbirleriyle olan, arkadaşlıkla aşk arasında gidip gelen ilişkileri oldukça sıra dışı. ARGO VE C NSELL K Kitabın adı, on altı yaşındaki dört gençten Amos ve Violette’in kafa dağıtmak için aniden planladıkları kaçıştan geliyor. Ailelerini, arkadaşlarını ve Paris’i terk ederek huzur bulacaklarına inanıyor iki dost. “Evden kaçış” gençlerin dikkatini hemen çekti bile. Ama daha önemlisi bu kitapta her kitapta bulamayacağınız gerçekler var. Kıskançlık, cinsellik, eşcinsellik ve argo. Her şey olduğu gibi yazılmış. Tabii şu var ki Fransa’da yetişen bu dört genç bazı konularda erken tecrübe kazanıyorlar, yetişkinliğe erken yaşta adım atıyorlar. Tarihsel, geleneksel ve dinsel açıdan çizilen özgürlük sınırlarımızın farklı olması nedeniyle bu gençlerin çoktan yaşamış olduğu tecrübeler, seyahatler, cinsellik, aşk, çoğu gencimizin okurken keşfedeceği şeyler olabilir. Ne var ki artık her şeyden haberdarlar, onlardan bunları gizlemek onları korumak anlamına gelmiyor, aksine savunmasız hale getiriyor. Ayrıca televizyondan, internetten ve daha nice sağlıksız ortamdan çirkin tablolar halinde öğrenecekleri şeyleri, güvenilir bir yazardan, gerçekliğini ve güzelliğini yitirmeden öğrenmeleri daha iyi değil midir? Argoya ge-
ÇOCUK - GENÇ
Baba Beni Anlasana Doğaya dost bir yaşam mümkün olabilir mi? Toprak Işık’ın büyük beğeni toplayan “Fen ve Teknoloji” dizisinin ikinci kitabı “Baba Beni Anlasana”, madde ve değişim konuları üzerine ilham verici bir direniş hikâyesi anlatıyor genç okurlarına. Ceren, uzun ve yorucu geçen bir eğitim-öğretim yılının getirdiği ruh haliyle hayatında bir takım değişiklikler yapmakta kararlı gibi görünüyor. Çareyi kendi gibi isyankâr ruhlu babaannesi Kimya Nine’nin yanına kaçmakta buluyor. Bizimora’da hayat şehirdekinden çok daha güzel, çok daha mutlu geçiyor. Ama tahmin edileceği üzere, şehrin hemen yanıbaşındaki böylesi bir doğal güzellik yüksek medeniyetin gözüne battıkça batıyor. Plan hazır: Bizimora’yı yıkıp yerine rant elde edilecek yüksek konutlu bir site projesi hayata Toprak I k, geçirmek. Peki, Kimya Nine böyle bir şeye müTudem Yay nlar , 136 s. saade eder mi dersiniz? “Baba Beni Anlasana”, doğa ile dost bir yaşamın mümkün olabilirliğini sorgularken, aynı zamanda böyle bir yaşam biçiminin kaçınılmaz olduğunu da vurgulamaktan geri kalmıyor. Toprak Işık’ın büyük bir titizlikle, 4. 5. ve 6. sınıf Fen ve Teknoloji ders konularını roman kurgusu içerisinde sunduğu bu keyifli dizi, türünün en iyi örneklerinden biri olarak selamlıyor okurlarını.
Küçük Prens 5 Astronom’un Gezegeni
lince, gençlerle iletişim kurmanın yolu argodan geçer. Bu bir kusur değildir, aksine argo, heyecan, coşku, tutku, zeka ve samimiyettir, hatta çoğu zaman şairlerin dilidir. Bu nedenle gençlere ulaşmaya çalışan iyi bir yazarın açık seçik olmaktan korkmaması lazım.
DÖRT YAZAR, B R K TAP Amos karakterine can veren yazar Sigrid Baffert, kukla tiyatrosu ve dans topluluklarında çalışmış, engelliler ve çocuk işçiler gibi konularda gençlik edebiyatına ödüllü eserler kazandırmış. Satya’yı yaratan Jean Michel Payet, mimar ve illüstratör, gençlerin ilgisini çeken çok sayıda çizgi romanı var. Zik karakterine hayat veren Maryvonne Rippert özgürlük konularını sıkça işlediği polisiye romanları yazmış. Son olarak Violette’i konuşturan yazar Cecile Roumiguiere, bu üç yazarı bir araya getirip, “Mavi Kirazlar” dizisini oluşturmuş. Dört yazarın, iki kız iki erkek dört farklı karaktere hayat vermeyi üstlendiği bu seri, dört karakterin ağzından bölümlerle düzenlenmiş dört farklı kitaptan oluşuyor. Dolayısıyla eğlenceli ve alışılmışın dışında bir kurgusu var. Chuck Palahniuk’un farklı karakterlerin hikayelerini anlattığı “Tekinsiz” romanının kurgusuna hayran kalmıştım. Bu kitaptaki kurguyu da aynı açıdan başarılı buldum. Serinin kitapları sırasıyla şöyle: Damdaki Melek (Zik), Yol Filmi (Amos), Acele Etme (Violette), Mavi Ay (Satya) İyi okumalar diliyoruz. (Mavi Kirazlar 2 – Yol Filmi, Baffert, Payet, Rippert, Roumiguiere, On8 Kitap, Çev: Mehmet Erkurt, 204 s.)
“Küçük Prens” kitabını okumayan çok az çocuk vardır herhalde. Kahramanımız Küçük Prens o kitapta dört yanardağını ve gülünü arkada bırakarak küçük mü küçük dünyası asteroidB612’den ayrıldıktan sonra evrende dolaşmaya başlamış, çeşitli maceralara atılmıştı. Bu yolculukların ardından gezegenimiz Dünya’ya geldi Küçük Prens. Güller gördü dünyamızda, o zaman anladı ki evrendeki tek gül kendisinin Guillaume gülü değilmiş. Ardından sürekli gizemli gizemli konuşan yılanla karşılaştı. Sonra Dorison, Yap Kredi tilkiyle. Onu evcilleştirdi, onunla dost Yay nlar , Çev: Füsun oldu. Sonra asteroidine döndü ve sevgiliÖnen Pinard, 60 s. sine kavuştu. Ama Küçük Prens’in maceraları bununla bitmedi. YKY’de çizgi roman olarak yayımlanan yeni maceralarında Küçük Prens özel bir görevle farklı gezegenlere gidiyor.
S nav Hortla Görünmez bir mezarlıktır zaman! Kimya sınavı... Birbirinden zor sorular. Üstelik hiç çalışılmamış derse... Her şeyin bittiği bir an, biri kulağına doğru yanıtları fısıldıyor. Ne şans! İyi de, onu niye kimse görmüyor? Gribe benzeyen bir virüs... Ancak kimse öksürmüyor, ateşlenmiyor, güçten kuvvetten kesilmiyor. Aksine enerji kükrüyor damarlarda... Ve yalnızca yemek bulabilenler hayatta... Acaba niçin? Vampirler kan değil, zaman emiyor... Ömürden dakikalar çalıyor... Peki, 111’in bu işle ilgisi ne? Üç dilek hakkın var. Tamamen özgür iradenle seçtiğin üç diSad k Yemni, lek... Hayat daha mı güzel olur, yoksa daha mı Çizmeli Kedi Yay nlar , beter? Sadık Yemni, “Sınav Hortlağı”nda bir144 s. birinden farklı, tahrip gücü yüksek 13 öykü anlatıyor. Zombiler, cepcepniler, hortlaklar ve tuhaf ötesi pek çok yaratık... Bambaşka dünyalara tanıklık etmeniz, korkunun soğuk şerbetinden içmeniz için...
Aydınlık KİTAP
SAHAF
2 KASIM 2012 CUMA
21
Öncü direnişçilerin romanları ERCAN DOLAPÇI Sabahattin Burhan denilince akla Efelerin romanları gelir. “Yörük Ali Efe”, “Gökçen Efe”, “Cafer Efe” ve “Çete Ayşe”... Hepsi de Aydın ve Ödemiş’in direnişçileridir. İşgalci Yunan kuvvetlerine karşı öne atılan ve Ege’de ilk di- Sabattin renişi örgütleyen ve silahlı bir Burhan avuç birliğiyle baskınlar yapan kahramanlardır. Burhan, bu romanları uzun yılların araştırması sonucu yazmıştır. Kitaplara değer katan Burhan’ın edebiyatçılığının yanı sıra, araştırmaları sonucu hayatta kalan Efe ve kızanların anlatımlarına ulaşmasıdır. Nazilli doğumlu olan Burhan, çocukluğunda duyduğu hikâyelerin peşine düşmüş ve Edebiyat öğretmenliğinin de yardımıyla bu alana kendisini adamıştır. Dağ taş Aydın ve Ödemiş köylerini karış karış gezerek hem olayların geçtiği mekânları incelemiş, hem de yaşayan efsane kahramanların ağzından o günleri dinlemiştir. Bunları da bir solukta okunan en az 500 - 600 sayfalık romanlara aktarmıştır. Bu çalışması, tarihe de büyük katkıdır. Bir daha bulunamaya-
cak tanıkların ağzından yazılınca kitaplar ayrı bir değer taşıyor. Kitaplar, hayali olaylara yer vermeyecek kadar gerçek olay ve isimlerle dolu...
KAHRAMANLARI ROMANLA TIRDI “Yörük Ali Efe” kitabı 3 cilt olarak hazırlanmış, ilk baskısı 1990 yılında yapılmış. Bugün 11. baskıya ulaşmış. İkinci eser “Çete Ayşe” kitabı 1996 yılında basılmış. Kitap 2 cilt. “Cafer Efe” 1999 yılında, “Gökçen Efe” romanı ise 2007 yılında tek cilt olarak hazırlanmış. Nesil Yayınları tarafından basılan kitapları raflarda bulmak mümkün. Sabahattin Burhan son derece çalışkan ve mütevazı bir insan. Uzun yıllar eserleri özel meraklılarına hitap etti. Ancak bugün onların değerleri yavaş yavaş daha iyi anlaşılmaya başlandı. Kitaplar büyük ilgi görüyor. Öyle ki romanları filmcilerin de ilgisini çekmeye başladı. Şu an Aydın dağlarında “Çete Ayşe” filmi çekiliyor. Yakında gösterime girecek.
Burhan’ı film setinde bulduk. Çocuklar gibi şen. Bir de müjde verdi: “Çakırcalı” romanı da hazırmış; bugün yarın kitap raflarında yerini alacak. Ege’nin en meşhur efesi olan Çakırcalı, Yaşar Kemal’in de romanlarına konu olmuş bir efsane kahraman. 1911 yılında bir çatışmada hayatını kaybeden Çakırcalı türkülerde yaşıyor. Burhan’ın en önemli eseri “Yörük Ali Efe” de dizi film yapılacakmış.
GENÇ ÖNCÜLER Yörük Ali Efe 24, Çete Ayşe 23, Cafer Efe 29 ve Gökçen Efe de 28 yaşındayken mücadeleye atılır. Cafer Efe 3 Temmuz 1919, Gökçen Efe de 21 Kasım 1919 günü Yunan birlikleriyle savaşırken şehit olurlar. Yörük Ali Efe, 300 büyük çatışmaya katılır ve yara almadan zaferi görür. 1951 yılında hayatını kaybeder. “Efelerin efesi” ünvanını alır. Çete Ayşe de zaferi görenlerden... Ege’deki bu direniş Yunan ordusunu Ankara kapılarından 1,5 yıl uzak tuttu. İşte bu direnişçi kahramanları bugün tanımak ayrı bir anlam taşıyor. Türkiye’nin geleceğini kurmak için öncü kahramanları öğrenmek bir ev ödevi olsa gerek...
SES - SÖZ
Ruhunu müzikte hissettiren yazar: Oscar Wilde DAMLA YAZICI
Şarkılarıyla ruh bulduğumuz müzik gruplarının veya müzisyenlerin beslenme kaynaklarının gene ruh bulduğumuz şairler ve yazarlar olduğunu gözlemlediğimiz köşemizde bu hafta Oscar Wilde’ın etkisini irdeleyeceğiz. Estetik akımının öncüsü olan Wilde, geç Victoria dönemi Britanya’sının en başarılı ve ünlü yazarları arasına girdi girmesine de bu süreç içerisinde yoğun bir baskının kurbanı da oldu. Son yıllarını beş parasız bir halde geçiren yazar, eşcinsel yönelimlerinin duyulması sonucu Victoria döneminin katı ahlak anlayışı karşısında büyük ahlaksızlık suçu nedeniyle iki yıl kürek hapsine çarptırıldı. Başarının ve yıkımın bir arada bulunduğu hayatının duygusu müzikte de kendini bulmuştur. Estetizm hareketinin yazarı müzik için şöyle diyor: “İyi bir müziği dinlerken asla konuşmam. Kötü bir müzik dinlendiği
zaman onu sohbetlerin gürültüsüyle bastırmak bir görevdir.”* İngiltere’de 80’lerde çıkmış en önemli alternatif rock gruplarından The Smiths grubunun kurucusu Steven Patrick Morrissey’in Oscar Wilde hayranı olduğunu biliyoruz. The Smiths'ın 1986 tarihli The Queen is Dead adlı albümünün “Cemetry Gates” adlı parçasında Morrissey İngiliz edebiyatının en güçlü dört şairinden yola çıkarak (John Keats, W.B. Yeats, William Shakespeare ve Oscar Wilde) melankolikliğin yanında alaycı ve komik imgeler de barındırır. Şarkıda Oscar Wilde’ı kendi takımında tuttup diğerlerini karşı takıma koyar. “a dreaded sunny day so i meet you at the cemetry gates keats and yeats are on your side while wilde is on mine”
Oscar Wilde sevgisini şarkılarında belli eden Morrissey “Oscillate Wildly” (Oscar Wilde ile yazılış benzerlikleri dikkat çeker)
adlı enstrümantal parçasıyla olsun, “Rubber Ring” parçasını yazarın “Ciddi Olmanın Önemi” adlı oyununun sinemaya uyarlanmış halinden konuşmayla bitirmesiyle olsun bu sevgiyi ispatlar. Yazarın en önemli eserlerinden biri olan “Dorian Gray’in Portresi” modern rock grubu The Libertines'in “Narcissist” adlı parçasının temelini oluşturur. Dorian Gray; James Blunt'ın “Tears and Rain” parçasında ve U2'nun “The Ocean” parçasında da görülür. Son dönemlerin yükselen indie rock gruplarından Company Of Thieves 2009’da çıkardığı Ordinary Riches albümünde “Oscar Wilde” adlı parçaya yer verdi ve parça grubun çıkısında önemli bir paya sahip oldu. İngiliz müzisyen King Charles’ın da “Wilde Love” isimli bir şarkısı vardır. Oscar Wilde ruhunu müzikte hissettirmeye uzun yıllar devam edecek. * Aforizmalar, Oscar Wilde, Babil Yayınları, Çev: Cem Ertür, 85 s.
Morrissey Company Of Thieves
22
Aydınlık KİTAP
2 KASIM 2012 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r?
1
Sırf şu yüzden: Bu kocaman anlamsız karmaşa içinde modernlik denen bu umarsız saçmalığın içine atılmış; fırlatılmışken dış dünya bir yana daha kendi kendisiyle bile ancak arada bir uyum içinde olabildiğinde, gene de kendine aykırı düşüyor, kendi kendini çeliyor, kendinden acı çekiyorsa, kişi daha ne olsundu ki!
2
Aynaların olmadığı bir dünyada yaşamış olduğunu farz et. Yüzünü düşleyecektin. Yüzünü sendeki bir şeyin bir tür dışa yansıması gibi tasarlayacaktın. Ve sonra sana 40 yaşlarında bir ayna verildiğini düşün. Ne biçim bir dehşete düşerdin biliyor musun? Bütünüyle yabancı bir yüz görecektin! Ve şimdi reddettiğin şeyi açık seçik anlayacaktın: Yüzün sen değilsin!
3
Sen “halk” değilsin ki, küçük yargıç. Halkı esas hor gören sensin, çünkü halkın hakkını korumak yerine, mesleğinde ilerlemeyi düşünüyorsun.
a) Tahsin Yücel- Ben ve Öteki
a) Cengiz Güleç- Ötekini Bilmek
a) Wilhelm Reich- Dinle Küçük Adam
b) Necdet Pekmezci- Ben Yeşil
b) Arthur Schopenhauer- Bilmek ve İstemek
b) Hans Fallada- Küçük Adam Ne Oldu Sana
c) Tahir Musa Ceylan- Ortak Benlik
c) Michel Foucault- Kendini Bilmek
c) John Lane, Heather McClelland-Dinle Sarı
d) Oruç Aruoba – Benlik
d) Orhan İncemızrak- Gitmesini Bilmek Gerek
d) Nilay Mungan- Suskun Dinle
e) R.D. Laing- Bölünmüş Benlik
e) Milan KUNDERA - Bilmemek
e) Thomas Mann- Dinle Alman Ulusu!
1-(d) 2-(e) 3-(a)
Bu haftan n do ru yan tlar :
BULMACA SOLDAN SA A 1. Resimdeki yazar - Geçmi zaman 2. Japon çay töreninin düzenleyicisi - Giyilecek ey, giysi - S k gözlü bir bal k a türü 3. Bir nota - Belle in güçten dü mesi ya da kaybolmas - Ard ç a ac n n meyvesi 4. Yabanc bir a rl k ölçüsü birimi - Peru’nun plakas - Bir tap nak ya da kutsal alan n yaln z din adamlar n n girmesine izin verilen bölümü 5. Al lm , bir üstünlü ü olmayan - Küçük ma ara - Parlak kuma 6. Taht - Elma, armut kurusu - Türk liras (k sa) - Bir kimsenin veya ailenin içinde ya ad yer, konut, hane 7. Duman lekesi - Saz n en kal n teli ya da kiri i - Esirgeyici,
merhametli 8. Bir nota - Cam, çini, toprak, vb.’den yap lm derince çanak 9. Göçebelerin konaklad yer - lgi eki - Samaryum’un simgesi Kar t, tezat 10. Yumu ak, nazik - M s r’ n ünlü kentlerinden biri - Kiloamper (k sa) 11. Yanak - Saç olmayan - Ancak anlay ta ve zevkte ilerlemi yetenekli kimseler taraf ndan anla lan 12. Osmiyum’un simgesi - Bir derebeyinin hizmetindeki sava ç yi, güzel 13. Medeni Kanun (k sa) - Ahilik oca ndan olan - Müzik aletlerinde ses ayar 14. Ben, benlik - Praseodim’in simgesi - ncelikten yoksun,
terbiyesi, görgüsü k t, nezaketsiz - Genellikle uluslararas karayolu ta mac l nda kullan lan büyük kamyon 15. Resimdeki yazar n bir eseri YUKARIDAN A A IYA 1. Devleti yönetenlerin rü vetle i görmeleri - Plastik ya da tahta ta larla ve stakalarla oynanan bir oyun 2. Evliya, ermi , veli - Notada duraklama i areti - Sak nca, engel, uymazl k - Çin satranc 3. Bir nota - Öç, intikam - Müslümanl kta, özür olmad kça yap lmas zorunlu, yap lmamas günah say lan ibadet - nci Aral’ n “Orhan Kemal Roman Ödülü”ne lay k görülmü kitab 4. Yünden dövülerek yap lan kaba ve kal n kuma - Gümü ve alt n s rma tellerle kar k dokunmu ipekli kuma - nsan yüzü kal b 5. Honduras para birimi - Bir eyin bir bedel kar l nda bir süre için ba kas na verilmesi, icar - Plutonyum’un simgesi 6. Üflemeli bir çalg , türü - E kenar dörtgen - Kil ile kar k kireçli toprak 7. Bir ngiliz biras - lave - Da 8. Do ru bir çizgi üstünde veya belli bir do rultuda bulunma hali - Süpürge otu 9. Çavu ku u - Lantan’ n simgesi - ikar 10. Radyum’un simgesi - En k sa zaman parças , lahza - Türk müzi inde bir makam - Bir tar m arac 11. Suyun veya topra n önüne çekilen kal n duvar - Tantal’ n simgesi - Milli E itim Bakanl (k sa) - Antalya’n n bir ilçesi 12. Tavuklar n yumurtlamas için haz rlanm yer - Bir ehrin avukatlar n n topland meslek kurulu u 13. Yunanistan’ n ba kenti - Elektrik geriliminde evre - Tartma aleti 14. Briçte roberi olu turan iki bölümden her biri - Kuzu sesi Sorun, problem, mesele 15. ridyum’un simgesi - Resimdeki yazar n bir eseri - Lübnan’ n plakas
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ