2012 11 23kasimkitapeki

Page 1

.

KITA P Aydınlık

BU SAYIDA

19

KİTAP TANITILIYOR Toplam: 1293

23 Kasım 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 39

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Yazmak, içmek ve hayatta kalmak

Halk geleneğini yaşatan usta öykücü Osman Şahin:

“Bir yazarın asıl görevi çağına tanıklık etmektir”

Soykırım ve Post-Travma

Şaşaalı 20’ler

Hilafet neydi, niçin kaldırıldı?

Köylü çocuğundan seçkin bilim adamına



Aydınlık KİTAP SUNU

Melih Cevdet Anday (13 MART 1915 – 28 KASIM 2002)

Çok önceden belliydi aslında İstanbul Kitap Fuarı’nın bu yılki konusunun çocuk ve gençlik edebiyatı üzerine olacağı. “Çocukluğum Yurdumdur” sloganı da çok geçmeden ilân edildi. Buna rağmen bu kadar şenlikli ve gerçekten çocukların damga vurduğu bir fuar göreceğimizi hesap edememiştik doğrusu. Çocuk ve gençlik edebiyatı alanında uzmanlaşmış yayınevlerini görmek sevindiriciydi. Zengin kitaplığıyla yetişkin okuru aydınlatan bazı yayınevlerinin çocuk kitapları konusunda zayıf kalmış olmaları ise uyarıcı. TÜYAP, alanında iyi işler çıkaran yayınevlerinin çocuk edebiyatına da el atmalarına vesile olur belki. Fuardan aktarabileceğimiz bir diğer haber ise ilginin çok yoğun oluşuydu. Kitap ekimiz baskıya girerken resmi rakamlar henüz açıklanmamıştı fakat ziyaretçi sayısının geçen senelerden daha yüksek olduğunu kestirmek zor değil. TÜYAP Beylikdüzü’nde yapıldığından bu yana farklı salonlarda farklı kurum ve kuruluşlar da yerlerini alıyordu. Bu yeni sayılmaz. Sahafların bulunduğu salon ise son yenilik. Okurlar yeni kitaplarda arayıp bulamadığını sahaflarda bulmayı denedi. Sahaflar, fuar indirimlerine rağmen fiyatlardan yakınanlar içinse bulunmaz bir fırsat oldu. Fiyatlardan bahsetmişken; gelelim fuarın olumsuz yönlerine. Kitap fiyatları bilindiği gibi oldukça yüksek. Kitapseverler fuara genelde uzun süredir almayı bekledikleri kitapları indirimli fiyattan alma ümidiyle gelirler. Bu yıl çoğu yayınevinin fuar indirimi ise oldukça yetersizdi. Örneğin kitabevi olan yayıncıların fiyatlarının kendi kitabevlerindekiyle aynı olduğunu söylemeden edemeyeceğiz. Bir diğer mesele ise dillere destan ulaşım sorunu. Her ne kadar metrobüs TÜYAP’a kadar hizmete girmiş olsa da sorun çözülmüş sayılmaz. Bu kez de aşırı kalabalık metrobüsleri neredeyse kullanılmaz hale getirdi. Önceki yıllarda şehrin çeşitli yerlerinden servisler kaldırılırdı. Bunların sayısı da çoğu kez yetersiz kalsa da nihayetinde ücretsiz ulaşım sağlanıyordu. Bütün gününü kitaplarla iç içe geçirmek isteyen kitap sevdalıları için gün boyu açlık yine kaçınılmazlardan biriydi. Yiyecek içecek fiyatlarındaki astronomik rakamlarda bir değişiklik yoktu; kapının önündeki pilavcıları saymazsak. Uzun lafın kısası sorunların çözümü ancak köklü değişimlerle olacak; belli. Her şeye rağmen milyonlarca insanı, genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle “kitap” ortak paydasında buluşturması açısından fuar, önemini bir kez daha kanıtladı.

. KITA P Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç

3

HAFTANIN PORTRES

Fuar notları

Haftaya buluşmak dileğiyle...

23 KASIM 2012 CUMA

1941 y l nda Orhan Veli ve Oktay Rifat ile “Garip” isimli iir kitab n ç kard lar. “Kollar Ba l Odysseus” isimli eseri ile kendine özgü felsefi iir ak m n ba latm ve Garip Ak m ’ndan ayr lm t r

Ünlü şair, oyun yazarı Melih Cevdet Anday, 1915 yılında İstanbul Kadıköy’de doğdu. Çocukluğu Kadıköy’de geçen şair, liseyi Ankara’da okudu. Lise eğitimi esnasında Oktay Rifat ve Orhan Veli ile tanıştı. Liseyi bitirdikten sonra kısa süre hukuk eğitimine devam etti, yarıda bırakarak Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne kaydoldu. Memuriyeti sebebiyle eğitimine devam edemedi, anak çalıştığı kurum sosyoloji eğitimi alması için onu Belçika’ya gönderdi. 1936 yılında Varlık dergisinde “Ukde” isimli ilk şiiri yayımlandı. Daha sonra şiirleri Ses, Yaprak, Yeditepe, Papirüs, Yeni Ufuklar, Yeni Dergi, Soyut, Ataç, Dönem, Yön gibi çeşitli dergilerde yayımlandı. 1941 yılında ise Orhan Veli ve Oktay Rifat ile “Garip” isimli şiir kitabını çıkardılar. “Kolları Bağlı Odysseus” isimli eseri ile kendine özgü felsefi şiir akımını başlatmış ve Garip Akımı’ndan ayrılmıştır. 1946’ya kadar Hasan Âli Yücel’in tavsiyesi ile Milli Eğitim Bakanlığı Neşriyat Müdürlüğü’ne memur olarak atandı. 1953-1954 yılları arasında Akşam gazetesinin edebiyat ve sanat sayfasını hazırladı. Fikirleri sebebiyle işten çıkarıldı. Doğan Kardeş Yayınları’na geçti ve çeviriler yaptı. Yine fikirleri sebebiyle buradaki işinden de ayrılmak zorunda kaldı. 1958’den itibaren Tercüman, Büyük Gazete, Yeni Tanin ve İkdam’da denemeler ve makaleler yazdı, tefrika romanlar yayımladı. 1956’da ya-

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt Genel Müdür Yardımcısı (Reklam): Saynur Okuroğlu

yımladığı “Yanyana” isimli şiir kitabı 1964 yılında yasaklandı. Gerek şiir kitaplarıyla gerek tiyatro oyunları ve romanlarıyla pek çok ödül aldı. 1960’ta Nadir Nadi’nin desteğiyle Cumhuriyet’te köşe yazıları yazmaya başladı ve 1997’ye kadar yazmayı sürdürdü. İstanbul Belediye Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nde diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılları arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği, 1979 ile 1980 yılları arasında Paris’te eğitim müşavirliği görevlerini yürüttü. 28 Kasım 2002’de vefat eden şairi, şiirlerinden biriyle anmak yerinde olacaktır: TELGRAFHANE Uyumayacaksın Memleketinin hali Seni seslerle uyandıracak Oturup yazacaksın Çünkü sen artık o sen değilsin Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin Durmadan sesler alacak Sesler vereceksin Uyuyamayacaksın Düzelmeden memleketin hali Düzelmeden dünyanın hali Gözüne uyku giremez ki... Uyumayacaksın Bir sis çanı gibi gecenin içinde Ta gün ışıyıncaya kadar Vakur metin sade Çalacaksın.

Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22 www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com

Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

23 KASIM 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Bir kitabın düşündürdükleri Belli ki o oyunbozan oyun sahas n kola kolay terk etmeyecek. Elindeki bütün imkânlar ayakta kalabilmek için seferber ederek dünyay bir yang n yerine çevirecek. Ve öte yanda kendi kökleriyle ba lar n kopar p her bak mdan Bat ’y taklit ederek imdi ona kafa tutmaya kalkan Do u. Bir gün bu ikisi kar kar ya gelecek. M. ŞADİ ERKILIÇ

Say Yayınları 2012-2013 yayın döneminde “Doğu Bilgeliği” isimli yeni bir dizinin yayımına başlamış. Sunuş yazısından anlaşıldığı kadarıyla bu dizi içerisinde bir yandan Doğu öğretileri üzerine yazılmış inceleme, araştırma ve yorumlar, bir yandan da, “çevirisi mümkün olduğu ölçüde, bu öğretilerin yer aldığı kaynak metinlerin çevirileri” yayımlanacakmış. Dizinin bu ilk kitabının ise bir yandan “bu çevirilerin güçlüğüne işaret etmeyi”, bir yandan da “bu çevirilerden kaynaklanan yanlış anlamalar ve bunların yol açtıkları kötü sonuçlara temas etmeyi” hedeflediği söyleniyor. Böylece kısmen bu yanlış anlamalardan kısmen başka sebeplerden kaynaklanan Doğu öğretilerinin “vulgarizasyon”u meselesine ve özellikle “Amerikan pragmatizmi ve pazarlamacılık zihniyeti ile buluştuğunda ortaya çıkmış olan tehlikelere” dikkat çekilmesi hedeflenmektedir. Okunup bitirildiğinde doğrusu kitabın hedeflediklerinin büyük bölümünü gerçekleştirdiği görülmektedir. Ve her sayfası ele aldığı konulara dair yeni bir şeyler öğrenilerek çevrilmektedir. Dahası ışık tuttuğu meselelerle ilgili yeni ufuklar açmakta, daha önce dikkatimizi çekmemiş, hatta varlığından habersiz olduğumuz konularda ortaya kafa yorulmaya değer yeni sorular atmaktadır.

bekleyen, “silahlı çatışma” tehlikesinden çok daha büyük bir tehlikedir. Ve bildik dış politika manevraları ve istihbarat oyunlarıyla bu tehlikenin önüne geçemeyeceğimiz ortada.

“ZOR”LA AYAKTA DURAN DÜNYA DÜZEN

YEN GERÇEKLERE ULA MAK Belki biraz bundan biraz da ele aldığı meselelere pek aşina olmadığımız tarzda yaklaşmasının bir sonucu olarak birkaç sayfada bir kendi kendimize herhangi bir gerçeğe yeni aymış olmanın şaşkınlığıyla “demek işin bir de bu yanı varmış, bu yanını da düşünmek gerekiyormuş” dediğimize tanık oluyoruz. Mesela “bilme”nin ve “olma”nın bir ve aynı şeyler olduğunu burada apayrı bir ışık altında ve sarhoş edici bir derinlik içinde görüyoruz. Biraz ileride “sınıf meselesi”nin de bu aynı birlik içinde görülebileceği görmezden gelinemeyecek bir ihtimal olarak ortaya çıktığında nasıl olup da bunun daha önce hiç aklımıza gelmemiş olduğuna şaşırıyoruz. Ve eğer bugün “kapitalizm” denilen ve aslında muhtevası bu kavramla ifade edilmek isteneni kat kat aşan “ucube” tüm insanlığın can düşmanı ve hasımlarının en başta geleniyse onunla yapılan mücadelenin neden yetersiz ve sonuçsuz kaldığı sorusunun bu defa aklımızı bir başka kurcaladığını görüyoruz. Ve cumhuriyetin başlarındaki, sonuçlarıyla değil de daha çok hedefledikleriyle yargılanması gereken “seçkincilik” tecrübesinin, bilhassa bugünkü “vandalizm”i ve onun taş üstünde taş bırakmayan çapulculuğunu gördükten sonra hiç de yabana atılmaması gereken bir tecrübe olduğunu

düşünmeye başlıyoruz. Bu zamanda bir kitap için bunlar doğrusu az bulunur meziyetler. Bunlar, hatta daha azı için okunmayı fazlasıyla hak ediyor. Ama kitap yayımlandığı bugünlerde bambaşka bir sebepten ötürü okunmayı hak ediyor. Kitabın 1915’te kaleme alınmış “Hindistan’ın İnsanlığa Katkısı” başlıklı dördüncü bölümünde şu satırlara rastlıyoruz: “Asya’nın çöküşü kısmen iç zorunluluk sebebiyle, kısmen de sanayicilerin yıkıcı sömürüsünün sonucu olarak hızlanıyor. Ama gördüklerimizi yorumlamada acele etmeyelim. Önce Hindistan’da gördüğümüz şeyin çöküş halinde olan işbirliğine dayalı bir toplum olduğunu anlayalım. Batı toplumu hiçbir zaman bu kadar yüksek teşkilatlanma seviyesine ulaşama-

dı fakat teşkilatlandığı kadar çözülüp dağılması Hindistan’da gördüğümüzden çok daha büyük bir hızla olup bitti. Sınai rekabetin içine en başta gömüldüğü için Avrupa’nın onun içinden en önce çıkacağını umut edebiliriz… Ama eğer Avrupa’nın yapıcı / onarıcı düşüncesi ya bilgisizlik sebebiyle veya Asya’yı küçümsediği için Doğulu düşünürlerin işbirliğini aramayı ihmal ederse sanayicilikle mücadele etmek için Avrupa’nın yetersiz kalacağı bir zaman gelecektir; çünkü bu düşman Asya’ya da yerleşmeye başlamıştır ve onun düşüşünü süratle hızlandırmaktadır. …Eğer Asya Avrupa ile olmazsa ona karşı olacaktır ve o zaman idealist Avrupa ile maddeci bir Asya arasında korkunç bir iktisadi, hatta silahlı çatışma ortaya çıkabilir.” (A. K. Coomaraswamy, 1915.) Artık iyice görüyoruz ki bugün bizi

Şunu artık aklı olan herkes teslim ediyor: Bir zamanlar “demokrasi”, “eşitlik”, “özgürlük” teraneleriyle tesis edilen dünya düzeni bugün artık sırf “zor”la ayakta duruyor. Ve zor bir düzenin en nazik, en kırılgan evresidir. Bunu kendileri de biliyor, ama ellerinden zora başvurmaktan başkası gelmiyor. Ve sonunda bir gün zor artık o noktaya gelecek ki “oyun bozulacak”. Belli ki o oyunbozan oyun sahasını kola kolay terk etmeyecek. Elindeki bütün imkânları ayakta kalabilmek için seferber ederek dünyayı bir yangın yerine çevirecek. Ve öte yanda kendi kökleriyle bağlarını koparıp her bakımdan Batı’yı taklit ederek şimdi ona kafa tutmaya kalkan Doğu. Bir gün bu ikisi karşı karşıya gelecek. Setin nereye çekildiğini işte o zaman anlayacağız. Peki, o oyun bozulduğunda biz nerede olacağız? Vaktiyle eşine az rastlanır bir basiretsizlik yüzünden dünyanın ve olayların seyrini doğru okuyamadığımız için birilerinin dümen soyuna takıldık ve koca bir imparatorluğu batırdık. O zaman başımıza gelenlerden zerrece ders çıkarmamış olarak bu defa, sırf zorla ayakta kalmaya çabalayan bir gücün dümen suyuna takılıyoruz ve “derinlik” adı altında sığlığın en koyusuyla o imparatorluktan kalan son bakiyenin eriyişine, “son kale”nin düşüşüne seyirci oluyoruz. Artık bu sığlıktan kurtulmanın zamanı. Bu defaki basiretsizlik bizi son yurt toprağından edebilir ve şimdilerde manen tatmaya başladığımız yurtsuzluğu o zaman madden yaşamak zorunda kalabiliriz. Bunun tek yolu içinde debelenip durduğumuz bu sığlıktan ve darlıktan, bu bağnazlıktan ve yobazlıktan bir an evvel kurtulmaktır. Bu zamana kadar merak saikiyle dahi kulak vermediğimiz Doğu’nun engin bilgeliğine anlaşılan bundan sonra fayda saikiyle dönüp bakmak zorunda kalacağız. Ancak böyle bir zoraki bakış ondan öğrenmemiz gerekenleri öğrenmeye belli ki yetmeyecek. Sunuş yazısından öğrendiklerimize göre: İşte bu ilk kitap “Doğu Bilgeliği”nden yayınlanacak bir dizi kitaptan verimli bir öğrenme süreci için “kılavuz” olmayı amaçlıyor. (Doğu Bilgeliği- Kılavuz Kitap, A. K. Coomaraswamy, R. Guenon, S. Dasgupta, Say Yayınları, Çev.: A. Aydoğan, 152 s.)



6

23 KASIM 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Kayıp Palto’nun izinde Proust’a tutkun Guerin’in, y k mdan sonra, iz sürme ve toplama i tah artarak devam etmi tir. Kitaba da ad n veren “Proust’un Paltosu” bu yolculu un son noktas olacakt r. Ancak siyah palto, uan bulundu u yere; Carnavelet Müzesi’nin deposunda pelür ka tlar aras ndaki kutuya ula ana dek, bir öyküye de hayat verecektir DAĞHAN DÖNMEZ daghan_donmez@mynet.com

Loş ışığın sahte huzurunda, bir sığınma evi gibiydi bu otel odası. Yatağın üzerine rasgele bırakılmış eşyalarımın şaşkınlığı, gözle görülüyordu. Alışkın olmadıkları bir savrukluktu bu. O bilindik, çekmece düzeni yoktu artık. Eşyaların hali, tavrı; fazla kalınmayacağının, bir köksüzlüğün habercisiydi. Odanın tam ortasında, kendi haline bırakılmış sandalyeye oturdum. Kibritin yanışıyla, yüz çizgilerim saklandıkları yerden çıktılar. Her çizginin bir hikâyesi vardı. Çizgilerin hikâyesi sessizce karıştı, odanın hikâyesine. Ayak sesleri işitiyordum. Gözlerim, bu sese bir beden arıyordu. Kimseler yoktu, ürperiyordum. Zamanın sinsi yürüyüşü müydü bu yoksa? Yaşlanmak, bu odadaki tek eylemim… Oysa ne çok hayat gizli, kirli sarı dört duvar arasında… Uzak sevinçler, umutlar, yastığa bulaşan gözyaşları… Birden hepsini duyar gibi oluyordum. Kendimi, anıların o gürültülü akıntısına bırakıyordum. Yine eşyalar rehberlik ediyordu bana. Çünkü duvarların dili vardır. Yalnızca, biz anlamayız onların lisanını. Tıpkı karıncaları, saka kuşunu, hanımeli çiçeklerini anlayamadığımız gibi… Çünkü eşyalar konuşurlar; tiz fısıltılar halinde. Birden elektrikler, sirenler kesilecek olsa, uğultulu bir kentin göbeğinde, onları duyar gibi oluruz. İrkiliriz! Doğrusu eşyalara anlam yükleyen, ruh üfleyen insan duyarlığıdır. Aynı duyarlık, bir kentin de soluğunu hissedebilir. İnsan yaşadığı çevreyi, nesnelerden başlayıp; tüm şehre varana dek, kendi gözleriyle biçimlendirir. Bazen anılar şekil verir bir eşyanın yarattığı çağrışıma; bazen eşyalar yaşanan ana değer katar. Maddi değeri olmayan, küçük bir taş kimi zaman büyük bir sevginin nişanı olabilir; şans getirdiğine inanılır bazen bir kolyenin… Kimi zaman, kötü bir günü hatırlattığından giyilmez hatta kaldırıp, atılır giysiler… Belki bazen sokaklara, şehirlere gidilmez, anıların şiddetinden… Bazen de şehirler peşimizden gelir. Tıpkı Yu-

nanlı şair Kavafis’in dediği gibi… “Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam, kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün, boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede. Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın. Bu şehir arkandan gelecektir. Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın, aynı mahallede kocayacaksın; aynı evlerde kır düşecek saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda. Başka bir şey umma, ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte, öyle tükettin demektir bütün yeryüzünde de.”

E YALARLA YAZARIN BA I Bana bu satırları yazdıran, Kırmızı Kedi Yayınevi'nden çıkan “Proust’un Paltosu” adlı kitaptı. Tatlı bir tesadüf eseri, evimden uzak bir otel odasında almıştım kitabı elime. Bambaşka bir yatakta gözlerimi açtığım, her sabah uyandığımda komodini, dolabı, uyandığım yatağı, yorganın kısalığını algılamaya ve anlamlandırmaya çalıştığım 512 numaralı otel odasında… Kavafis’in dediği gibi içimde getirdiğim şehir, evim ve eşyalarım, odadaki eşyaların kaderine karışmıştı. Proust da “Kayıp Zamanın İzinde” adlı eserinde bana bu çağrışımı yaptıran şu satırları kaleme alıyordu: “Çevremizdeki nesnelerin durağanlığı, bu nesnelerin başka nesneler değil de onlar olduklarından emin olmamızın, yani düşüncemizin onların karşısında durağan olmasının zorunlu bir sonucudur belki de. Ne olursa olsun, şurası bir gerçek ki, bu şekilde uyandığım zamanlar, zihnim nerede olduğumu anlayabilmek için boş yere çırpınır, nesneler, ülkeler, yıllar, her şey etrafımdaki karanlığın içinde döner dururdu. (…) Bu fırıl fırıl dönen, karışık hatıralar en fazla birkaç saniye sürerdi daima; çoğunlukla bulunduğum yer konusundaki kısa tereddüdüm sırasında, tıpkı koşan bir atı izlerken, kinetoskopun bize gösterdiği, birbirini izleyen pozisyonla-

rı tek tek ayıramayışımız gibi bu belirsizliği oluşturan çeşitli tahminleri birbirinden ayıramazdım. Ama hayatım boyunca yattığım odaların kah birini kah başkasını görmüş olur; uyandıktan sonra daldığım uzun tahayyüllerde de tek tek bütün odaları hatırlardım.” Lorenza Foschini’nin yazdığı, Eren Yücesan Cendey’in dilimize kazandırdığı “Proust’un Paltosu” da, eşyalar üzerinden bir yazarla ve onun gizemli dünyası ile kurulan tutkulu bir ilişkiyi anlatıyor. Bir entelektüel, bir bibliyofil ve aynı zamanda d’Orsay Parfümerisi’nin sahibi olan Jacgues Guerin’in, adım adım Proust’un izlerini sürdüğü, ailesine, teneffüs ettiği havaya karıştığı ve nihayetinde kendini “özel bir görevli” gibi addettiği serüveni kaleme alır yazar Foschini. Guerin, kendine bu yakıştırmayı yapmakta haklıdır da. Zira Marcel Proust’un kardeşinin eşi Marthe, Marcel’in ölümünden sonra birçok el yazmasını yakmış; şahsi eşyalarını da oraya buraya savurmaya başlamıştır: “Jacgues, Marthe’nin sözleriyle altüst olur; bir dahinin anılarını ve tanıklıklarını yok eden alevlerin, şimdi yanındaki şömineden çıktığını ve onu da yaktığını, tutuşturduğunu hisseder. Sarsılmış ve duyduklarına inanamamış halde salondan çıkar; bir yandan da yakıp yıkmak için savaşlara, ihtilallere gerek olmadığını düşünür. Bunun için varisler, aileler yetiyormuş diye geçirir içinden avuntusuz; böyle küstah kişiler değerli izleri ve tanıklıkları silme hakkını kendinde bulabiliyormuş demek ki!” ( Prosut’un Paltosu, s.37 )

PROUST’U YEN DEN KE FETMEK Proust’a tutkun Guerin’in, bu yıkımdan sonra, iz sürme ve toplama iştahı artarak devam etmiştir. Kitaba da adını veren “Proust’un Paltosu” bu yolculuğun son noktası olacaktır. Ancak siyah palto, şu an bulunduğu yere; Carnavelet Müzesi’nin deposunda pelür kağıtlar arasındaki kutuya ulaşana dek, bir öyküye de hayat verecektir. Bu bakımdan ilginç bir kitaptır; Foschini’nin kaleme aldığı “Proust’un Paltosu”… Hem Proust hayranları için belgesel niteliğinde bir çalışma, hem

Lorenza Foschini

de daha çok kentler, evler ve bilhassa eşyalar üzerinden bir yazarla kurulan ilişkiyi anlatan biyografik bir roman…Bazı kitapları bilerek ağırdan alırsınız, bitmesini istemediğinizden. Benim açımdan, Kırmızı Kedi Yayınlarından dilimize kazandırılan kitap; bu sınıfta yer alıyor. Bilhassa, kitapta Guerin’in ahbabı olarak adı geçen müzisyen Erik Satie’nin parçalarının fonda yürüdüğü bir gecede okumak, daha da keyif verici… İşin tüyosu… Saygıdeğer okuyucu, benzer bir duyguyu geçenlerde Taksim Sıraselviler Caddesinin karşı sokağında yer alan Attila İlhan Vakfı’na gittiğimde yaşadım. Burada, Attila İlhan’ın vişne rengi oturma koltuklarını, çalışma masasını ve kütüphanesini görmek mümkün…Okuduğu hatta not aldığı kitapları masanın üzerinde ilk gördüğümde, insiyaki olarak dokunmadığımı fark ettim. Kutsal bir emanete duyulan saygıydı bu bir nevi. Neden sonra kitapları elime aldım, sayfalar arasında gezindim. Beni karşılayan, vakfın gönüllüsü ve sağlığında kaptanın tabir-i caizse, çantasını taşıyan gençlerden biri olan İsmail Bey ile saatlerce Attila İlhan’dan bahsettik. Meraklısına duyurulur! Dipnot: “Işığın gölgesinde kalan… Gatsby!” başlıklı yazıma yaptığı yorumda, Can Yücel çevirisi ile ilgisi değerli çalışmasını benimle paylaşan çevirmen Hasan Fehmi Nemli’ye teşekkür ederim.

(Proust’un Paltosu, Lorenza Foschini, Kırmızı Kedi Yay., Çev: Eren Yücel Cendey, 103 s.)

Bazı kitapları bilerek ağırdan alırsınız, bitmesini istemediğinizden. Benim açımdan, Kırmızı Kedi Yayınları’ndan dilimize kazandırılan kitap; bu sınıfta yer alıyor. Bilhassa, kitapta Guerin’in ahbabı olarak adı geçen müzisyen Erik Satie’nin parçalarının fonda yürüdüğü bir gecede okumak, daha da keyif verici… İşin tüyosu…


Aydınlık KİTAP

7

Yazmak, içmek ve hayatta kalmak

Dan Fante

DİLAN ÖZTÜRK dilanozturk@gmail.com

Dan Fante Altıkırkbeş Yayınları tarafından ilk kez Türkçede. Her ne kadar yazar Dan Fante kendisini sıklıkla yaşlı adam olarak andığı babası üzerinden tanımlamasa da Fante ailesi geleneklerini sıkı sıkıya takip ettiğini söyleyebiliriz: Yazmak, içmek ve hayatta kalmak. John Fante “Üzümün Kardeşliği”nde babasını anlattı, “Hayat Dolu”da ise oğlunun aileye katılmasını... Dan Fante annesinin karnındayken babası onun hakkında şöyle diyordu: “Ev büyüktü, çünkü planlarımız büyüktü. Birincisi yoldaydı bile, karnında bir yumru; alev gibi hareket eden, bir yılan kümesi gibi kaygan ve kıpır kıpır bir şey. Gece yarısının sessizliğinde kulağımı karnındaki pınara dayayıp su seslerini çağlamaları ve emişleri dinlerdim” Yıllar sonra Roma’da 17 yaşındaki oğlunun mektubuna şöyle cevap veriyordu: “Çok güzel bir mektup yazmışsın, temiz, berrak ifadeler, doğrudan ve isabetli. Belki sen de bir yazarsın, benim gibi. Düşün bunu.” Tabi ki Daniel aile geleneğinden kaçabileceğini düşündü ve babasını dinlemedi. 1966 yılında New York’a gitti. Karnaval çığırtkanlığı, zarf dolduruculuğu, taksi şoförlüğü gibi pek çok kötü işte çalıştı, uzun zaman bir alkolik ve müptela olarak yaşadı. “Bir Taksicinin Los Angeles Hikayeleri” Dan Fante’nin kısa hikayelerinden oluşan bir kitap. Bir anlamda Fante -Bukowski, tanrı- yazar geleneğini sürdürdüğü söylenebilir. Nasıl ki Arturo Bandini karakteri Baba John Fante’nin edebi kimliği, Henry Chinaski Charles Bukowski’nin edebi kahramanı ise Bruno Dante de Dan Fante’nin pek çok kitabındaki ana karakteridir. Yazar bir röportajında:

“Bruno ile ilgili pek çok şey otobiyografiktir. Kitaplarda kronoloji farklı olabilir fakat hissiyat ve deneyim gerçek. Bruno sıklıkla kontrolünü kaybeden bir alkolikti. Kendim hakkında doğruyu söylemek, eserlerimi okuyanlarla aramda kurduğum bağ. İlk romanıma üç yıl ayık kaldıktan sonra başladım. Eski bir acıyı içimden atmak, kusmak için yazdım.” Sahiden de babasının dediği gibi Dan Fante harika bir yeraltı edebiyatı yazarı. Direkt ve meselenin özüne ilerleyen, samimi, basit bir anlatımı var. Beni bir kez daha “bu kadar kocaman bir ağrıyı, nasıl bu kadar basitçe ama dehşete düşürecek kadar da doğru ifade edebiliyor” dedirten yazarlardan biri oldu, bilhassa hikayelerin orjinal dilde yazılmış kopyalarına göz atma fırsatı bulunca. Nitekim çeviride bir kısım anlam ve duygu kayıplarının kurbanı olmuş, çeviri metinlerin en büyük problemi, bu kitapta da peşimizi bırakmıyor. Fakat yine de bu kitabı Türkçe okumamızı sağlayan herkese Altıkırkbeş nezdinde teşekkür boynumuzun borcu. Yazarlara yazarlardan gitmeyi, yazarlardan kitaplara gitmeyi, yazarların edebi besinlerine en azından bir göz atmayı siz de benim kadar seviyorsanız: İşte Dan Fante’ninkiler: “Selby en büyük ilham kaynağımdı. Ayrıca John Fante ve Eugene O'Neill- oyunlar yazmayı seviyorum- ve Tennessee Williams ve Shakespeare. Ayrıca genç ölen müthiş bir Amerikan yazar Edward Lewis Wallent. Bazı işleri dahiyane. Ve tabi ki J.P Donleavy. Kendi hakkında ve insanlığın hali hakkında doğruyu söyleyenler, bana büyük bir hediyeydi ve devam etmemi sağladı”. (Bir Taksicinin Los Angeles Hikayeleri, Dan Fante, Altıkırkbeş Yayınları, Çev: Feyyaz Şahin, 160 s.)

K TAPTAN “Si.tir! Taksicilik mesleğine sıkışıp kalmaktan nefret ediyordum. İşe yeniden başladığımdan beri yaşamım bütünüyle anlamsızlaşmıştı. Taksi şoförlüğü bir erkeğin yaşamsal sıvılarını haftada altı gün, günde on saat boyunca yok eder. Los Angeles’ta taksi sürmek hiç faydalı bir iş değildir. Bir yığın onursuz serseriyi bir plastik fast food muhitinden diğerine götürebilmek için, insanlığınızı bir kenara bırakmanız gerekir.”


8

Aydınlık KİTAP

Orhan Duru’nun ardından Duru’nun seçme yaz lar ndan derlenen “Roman Medya’dan Önce Gelir”de bir devrin edebiyat ve sanat dünyas nda yolculu a ç kacaks n z. Yar m yüzy ll k bir evrede sanat ve edebiyat dünyas n n hangi a amalardan geçti ine tan kl k edeceksiniz ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com

Derleme kitaplar ya da anı kitapları denildiğinde ilk tepkiniz nasıldır. Veya yaşama veda etmiş bir yazarın kitaplaşmamış yazılarına ilgi duyar mısınız? Eğer sözü edilen kişi bir döneme tanıklık etmiş, o dönemin önemli isimlerinden biriyse sizi bilemem ama ben bu soruya “elbette” yanıtı verebilirim. Hele de yarım yüzyılı aşkın yazınla geçen bir yaşamsa… İşte böyle bir ismin, basınımızın ve edebiyat tarihimizin usta kalemlerinden Orhan Duru’nun 1950’li yıllardan 2000’li yıllara kadar gazete ve dergilerdeki seçme yazıları “Roman Medya’dan Önce Gelir” adıyla kitaplaştırıldı. Kitabı yayıma Duru’nun son anına kadar yanında olan Burak Fidan hazırladı. Çalışmada, Duru’nun gençlik yıllarında Pazar Postası’nda yayımlanan yazılarından gezi notlarına, kitap eleştirilerinden portrelere değin pek çok yazısına rastlamak mümkün. Fidan, sunu bölümünde Orhan Duru’nun son anlarına ilişkin şu bilgileri aktarıyor: “Ölümü beklediği söylenemezdi, hayır; yanından hiç ayırmadığı o küçük not defterlerinden biri vardı elinde, gene bir öykünün peşindeydi: ‘Bir Uçuş Hazırlığı’. İlaçlar, hastane koridorları, kontrol için sürekli gelip giden doktorları kollarına takılan serumlar, hasta ziyaretçilerinin tuhaf paniği… Gerçekler bunlardı. Oysa o bir uçuş hazırlığı içinde, bir uzay mekiğiyle sonsuz boşluğa fırlatılacakmış gibi yazıyordu öyküsünü…” B L M KURGUNUN BABASI Çalışma, Duru’nun 1950’li yılların ortalarında, ilk gençlik yıllarındaki yazılarıyla başlıyor. “El Yordamıyla Yürüyen Sanat” başlığı altında toplanan ve Pazar Postası, Yeni Ufuklar, Soyut ve Değişim gibi yayın organlarında yer alan yazılarından seçmelerle oluşturulan bu bölümde Duru, 1950’li yılların sanat ve edebiyatına dair görüşleri ve değerlendirmeleri yer alıyor. Kimler yok ki; Cemal Süreya, Ferit Edgü, İlhan Selçuk, Cevdet Kudret, Demir Özlü, İlhan Berk, Metin And… Sonra ilk gezi notlarına rastlıyoruz kitapta; İtalya, Roma, Venedik, sergi notları ve daha birçok not. Öykülerle didişirken, bilim kurgu gezegeninde buluyoruz kendimizi.

Bu arada hatırlatalım; 1950 kuşağı öykücülerinden olan Orhan Duru’nun bilim kurgu öyküleri yeni bir çizginin başlangıcı olarak da nitelendirilir. Duru, aynı zamanda “bilim kurgu” adının da babasıdır. Ardından “Kişiler, Kişilikler” bölümü geliyor. Burada da Ferit Edgü’den Oktay Akbal’a, Vedat Günyol’dan Sabahattin Eyüboğlu’na, Attila İlhan’dan Salâh Birsel’e, Aziz Nesin’den Doğan Hızlan’a ve Mina Urgan’a, Yüksel Arslan, Cihat Burak, Nermin Menemencioğlu, Zeki Müren, Allen Ginsberg, John Ashbery gibi birçok isme dair Milliyet Sanat’ta yayımlanan yazılara ve anlatımlara rastlamak mümkün. Çalışmanın son bölümünde ise “Kitaplar’dan İzlenimler” yer alıyor.

GEN KÜLL YAT İlk öykü kitabı “Bırakılmış Biri” yirmi altı yaşında (1959 yılında), Muzaffer Erdost’un yönettiği Açık Oturum Yayınları’ndan çıkan Duru, 2009 yılı başında aramızdan ayrıldı. Sivas katliamında yakılarak katledilen Asım Bezirci, O’nun için; “Gerçekçiliğimize yeni yollar, hikâyeciliğimize yeni olanaklar, dilimize yeni deyişler getiren bir yazar” ifadesini kullanıyor. Doğan Hızlan da, Duru’nun öykü evrenine bakarken, belirgin olan şu yönünü vurguladığını görüyoruz: “Orhan Duru bir üslupçudur. Mizahi, geleneksel tatları modernleştiren kıvamdadır.” Ardında öykülerden denemelere, gazete yazılarından çevirilere, tiyatro uyarlamalarına kadar geniş bir külliyat bıraktı. Duru’nun seçme yazılarından derlenen “Roman Medya’dan Önce Gelir”de bir devrin edebiyat ve sanat dünyasında yolculuğa çıkacaksınız. Yarım yüzyıllık bir evrede sanat ve edebiyat dünyasının hangi aşamalardan geçtiğine, nerelerden nerelere geldiğine tanıklık edeceksiniz. O dönemin isimlerini tanıyarak hem de… Tanıtım metninde de belirtildiği gibi, yarım yüzyılı geçen bir yazı serüveninde sorumluluğunu iliklerine kadar hissedip sahiciliği hiçbir zaman kaleminden düşürmeyen usta bir yazarın öykü dünyasının ardındaki birikimi ve çabayı ortaya koyan bir kitap. Adeta bir hiza-yoklama denemesi. (Roman Medyadan Önce Gelir, Orhan Duru, Yapı Kredi Yayınları, 354 s.)


Aydınlık KİTAP

BABİL BALIĞI

23 KASIM 2012 CUMA

9

Soykırım ve Post-Travma M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com

“Her kelime, sessizlik ve hiçlik üzerinde gereksiz bir leke gibidir.” Samuel Beckett

Daha önce de değindiğimiz üzere ülkemizde çizgi-roman yayıncılığının yeniden, geç de olsa hareketlendiği bir döneme giriyoruz. Dağıtımından, yayın ve okur adedine kadar türlü sorunlar hala mevcut bulunsa da her ne kadar istediğimiz hız ve adette raflarda göremesek de hiç olmazsa klasik ve kült çizgi-roman eserlerinin tercümelerinin birer birer raflardaki yerlerini almaları sevindirici bir gelişme. Ülkemizde en az her sanat dalı kadar ve daha da fazlası öteleme ve itelemeyle karşılaşan bu sanat ve öykü dalını gönül ister ki bütün dünya ile aynı anda, güncel olarak takip edebilelim, sadece yurt dışında yapılanları değil, ülkemizde de üretilenleri her hafta bol bol işleyebilelim. Görünen o ki oraya daha çok var. Türk çizgi-roman okuru olarak şu an hiç olmazsa nadiren raflarda yer bulan eserleri kucaklamak ve sahiplenmekten başka yapabileceğimiz bir şey yok. Elbette yabancı dili olanlar için, ne yazık ki birkaç adetle sınırlı olan, sadece çizgi-roman satışına yönelik noktalardan, yabancı çizgiromanları, o da ancak sipariş edebildikleri kadarı ile takip etmeniz mümkün. Genel gelir durumu göz önüne alındığında, yerleşmiş bir fan, takas, kütüphane kültürü de olmadığından -ki çizgi-roman için bu daha da vahim boyutlardadır- okurun büyük çoğunluğu için güncel olarak çizgiromanı takip edebilmek ne yazık ki hala lüks sayılabilir. Bu durumda okurun büyük çoğunluğunun da internet üzerinden korsan olarak yabancı çizgi-romanları edinmeye itildiğini söylemek haksızlık olmaz. Bu nedenle bir başka sorun olarak; uzunca süre yerli yayıncıların bıraktığı boşlukta internetten dosya paylaşımına yönelen okurların, tekrar raflara yönelmesi de zaman alacaktır. Bu açıdan çizgiroman klasiklerinin ve türün en güzel ör-

neklerinin tercümelerinin özenle ve ivedilikle, belki yayınevleri adına bir müddet daha kâr oranı gütmeden raflara taşınması bu süreci kolaylaştıracaktır. Birkaç hafta evvel Jason Lutes’un “Berlin” üçlemesinin ilk iki cildinin dilimize kazandırıldığını bu sayfadan duyurmuştuk. Bu hafta da İletişim Yayınevi’nin dilimize kazandırdığı, olabilecek her türlü çizgi-roman ödülünün yanı sıra, 1992 yılında Pulitzer Ödülü’nü de kazanan, Art Spiegelman’ın “Maus”undan bahsedeceğiz.

Ç ZG -ROMANA LK AKADEM K LG Art Spiegelman (asıl adı Arthur Spiegelman), 1948 İsveç doğumlu ve Polonyalı Yahudi bir ailenin çocuğu. Ailesiyle Amerika’ya göç ettikten sonra, ailesi her ne kadar onun diş hekimi olmasını istese de sanat ve felsefe eğitimi aldıktan sonra çizgi-roman üzerine çalışmaya başlar. Çizgiroman türünün önemli savunucularından biridir. 1970’lerde ekol halindeki bağımsız Underground Comix ekolüne giriş yapar. Bu dönemdeki çalışmaları nispeten kısa ve kısmen otobiyografik temalara dayalıdır. Bu dönemdeki çalışmaları 1977’de bir araya toplandıktan sonra Spiegelman, daha uzun bir çizgi-roman üzerinde çalışmayı kafasına koyar. Soykırımı ilk elden gören ve yaşayan babasının anılarından yola çıkarak “Maus”u şekillendirmeye başlar. Tamamlanması 1980 yılından 1991 yılına kadar, 11 yıl süren çizgiroman, soykırımı ele alış şekli, tarihi detayları, görsel imgeleri ve derinlikli yazını sayesinde bir hayli ses getirir ve ona ödül üzerine ödül kazandırır. Şüphesiz bu ödüllerin en büyüğü 1992 yılında aldığı Pulitzer’dir. Bu açıdan “Maus”un çizgi-roman tarihi açısından bir başka önemi, “Maus” ile birlikte ilk kez bir çizgi-romana gösterilen akademik ilgidir. Dolayısıyla da çizgi-roman türünün saygı görmesine ve daha geniş kitlelere ulaşmasında önemli katkıları olmuştur. “Maus”un dışında “In The Shadow Of No Towers”, “Breakdown”, “Be A Nose” dışında çocuklar için yarattığı “Open Me I’m A Dog” çalışmaları bulunur. Yine aynı şekilde pek çok çizgi derlemesinde de katılımı ve katkısı bulunan Spiegelman’ın çarpıcı çalışmalarından biri de Paul Auster’ın “New York” üçlemesinin çizgi-roman versiyonuna yaptığı katılımdır.

YAHUD LER FARE, NAZ LER KED Çizgi-romanlarında genel olarak metinlerinin çizgilerinin önüne sıklıkla çıktığı görülür. Diyalog yaratımında çoğun-

lukla bir öykücüden ziyade bir romancı gibi davranır. Çizgiromanlarının getirdiği ses ve oluşturduğu drama faktöründe de bu diyaloglar oldukça yüklü bir hacim kaplar. İmgelediği karakterlerinin aksine, sayfalarında sessizliğe adeta düşmandır, öyle ki sürekli olarak düşüncüleri anılar, gerçek söylenceler ve tarihle yoğurmakla meşguldür. “Maus”, Spiegelman’ın babasının anılarından yola çıkarak Nazilerin yarattığı dehşetin ve soykırımın hem öncesini, hem soykırım yıllarını hem de sonrasını ele alır. Dönemin sorularını ve sorunlarını üç ana katmanda birleştirir. Her bölümün içerisinde bir başka tarihi süreç aniden sayfalara çıkarak örtüşmeye neden olabilir. Barındırdığı ciddi konuyla anlatıdaki hiyerarşiyi, kültürel sıralamayı bir açıdan tepetaklak ettiğini gözlemleyebiliriz. Babadan oğla aktarılan bir öyküyü, bir şahitliği yeni bir formla okuma şansına kavuşuruz. Dönemin normlarını tersine çevirerek, Nazilerin ve dönemin savaş dünyasının tek tipleştirdiği ve aynı kalıba soktuğu, kartonlaştırdığı karakterlerini, bu korkutucu gerçekliğin içerisinde aynı tek tipleştirme modeli ile Freud’un psikanalizine bağımlı yeni bir okumaya dönüşümüne tanık oluruz. Yahudileri fare, Nazileri kedi şeklinde tek tipleştirerek sürüklenilen dehşete ilk elden tanıklığı kuvvetlendirmeye ve karşıtoleransı gittikçe azalan dönemin depresyonunu gerçek kılar. Bilinçli şekilde gerçekleştirilen bu minyatürleştirme aynı zamanda soykırıma yönelik bilinç içi ve dışı yanıtların da basitleştirilmiş, küçük izlerini rahatlıkla taşımasına yol açar. Bu açıdan Spiegelman’ın post-modern yazının da aracı bir örneğini sergilediğini söylemek mümkün olduğu gibi, post-modern bir melankoliyi çizgi-romanda ilk olarak yaratan sanatçı olduğunu söylemek de mümkündür.

NEFES ALIP VEREN B R KLAS K “Maus”u yaratım süreciyle ilgili bir söyleşisinde Spiegelman, “ölümleri ve cinayetleri çizmek karşılaştığım zorluklardan biriydi. Çünkü çizgi-romanlardaki ölümler genellikle canlı değildir. Ölümün gerçekliğini yansıtmazlar,” der ve soykırımın şiddetini aktarmakta geri durmak istemediğini, ancak bu şiddeti yansıtırken de panelleri kullanarak, lisanı ve anlatıyı ön plana çıkardığını anlatır. Okuduğumuz

Art Spiegelman

sayfa boyutlarında basıldığında daha iyi görüneceğini ve detayları eklemekte kolaylık sağlayacağından çizgi-romanı olduğundan daha büyük boyutta çizdiğini anlatır. “Maus”un tarih dersi vermek gibi bir amacı olmamasına karşın, bu alanda da bir kullanımının mümkün olduğunu, olan şeylerin tarihi gerçekliğe ve belgelere tutarlılıkla anlatıldığını savunur. Bu detaylar arasında okurken aklınıza kazınacak çok fazla küçük ayrıntı olacağını söylemeliyim. Özellikle post-travma dönemini içeren anlatıların, okuyucuya travma günlerinin gerçekliğini yansıtmasındaki yardımcı rolü yadsınamayacak öneme sahip. Klasik, tanıktan aktarmanın canlandırılmasıyla şekillendirilen anlatıya çeşitli katmanlarda farklı etmenlerin dâhil olduğunu da gözlemliyoruz; aile arşivinden gerçek fotoğraflar, bir krematoryumun detaylı planı, bir ayakkabı tamiri kılavuzu vb. Bütün bu kullanılan detaylarla okurun tarihi olgulardaki pozisyonu da ruh hali gibi dalgalanır. Adım adım her şey gittikçe insani bir gerçekliğe bürünür. Okumayı bitirdiğinizde karşılaştığınız bütün bu dehşetin artmasına neden olan da sanırım bütün bu ayakları yere basan insani öykü katmanları olacaktır. Bir başka dikkat çekici nokta da okurken, Spiegelman’ın bu anlatıdaki yerini düşünmenin, ikinci veya üçüncü okumaya katacaklarıdır. Elinize ikinci kez, bu sefer babasının anlatılarını dinleyerek kendi kökenlerini arayan bir gencin öyküsü olarak ve Spiegelman’ın bu öyküyü toparlama, kâğıda dökme macerası olarak aldığınızda bir başka katmanla karşılaşırız. “Maus”u zannediyorum ki nefes alıp veren canlı bir klasik haline getiren, bu birbirinden ayrılamayan okuma katmanları. Kolay kolay elden ve akıldan düşmeyecek bu anlatıyı, ister çizgi roman sevin, ister sevmeyin tavsiye ediyorum. Önümüzdeki hafta görüşmek dileğiyle… (Hayatta Kalanın Öyküsü – Maus, Art Spiegelman, İletişim Yayınevi, Çev: Ali Cevat Akkoyunlu, 303 s.)


10

23 KASIM 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

Silahların bekçiliğinde yaratılan finansal “GERÇEK” “Do rusunu söylemek gerekirse, finansalla ma düzgün i leyebilmek için taklitçi mant a, bireysel yat r mc lar n bilgi açl na dayanan bir nevi sürü davran na ihtiyaç duyar” CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail

Chaplin’in Modern Zamanlar filmindeki iş bantlarını, dönen çarkları ve bu çarklar arasında sıkışıp kalmış, yönettiğini düşündüğü zamanın çarkları arasında kalmış işçinin modern zamanın tüm insanlarını temsilen kendini içinde bulduğu dram yaklaşık 200 yıldır insanlığın gündeminde. Özellikle de 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Fordist üretim adıyla anılan üretim biçiminin egemenliğini görebiliyoruz. Ne var ki bu üretim biçimi hakimiyetini yeni bir biçimi devretmiş durumda. Elbette bu devir öyle çok da sancısız gerçekleşmedi. 1980’lere gelirken ilan edilen Neoliberal programlar eşliğinde insanlık yeni bir üretim ortamında buldu kendini. YEN EKONOM ’DEN SAVA EKONOM S ’NE Lenin’in “Emperyalizm Kapitalizmin En Yüksek Aşaması” adlı çalışmasında ortaya koyduğu kapitalizmin yeni biçimi olan emperyalizm bu yeni süreçte daha da üst bir aşamaya vardı. Önceleri emek-sermaye çelişmesinin hakim olduğu kapitalist sistemi, ezen ve ezilen milletler arasındaki çelişmenin merkezi çelişme haline geldiği emperyalist sistem izledi. 1980’lerden itibaren insanlığın biriktirdiği tüm diğer çelişmelerin (kadın-erkek, kafa emeği-kol emeği, sermaye-emek) yanı sıra ezen ve ezilen milletler arası çelişmeyle üretim ve üretimden büyük ölçüde bağımsızlaşmış finans arasındaki çelişme de merkezi bir konum almıştır. Sözünü ettiğimiz yeni çelişmenin kendini gösterdiği en uğrak mekanı borsadır. Borsadaki dalgalanmalar ve hareket ise geçmişteki gibi üretimin bir yansımasından ziyade iktidarın çevresinde kümelenmiş grupların iletişimsel eylemlerine dayanmaktadır. Bu iletişimsel eylemleri, dilsel edimleri, sermayeyle ilişkilendiren Christian Marazzi bu yıl Ahmet Ergenç tarafından çevrilip Ayrıntı Yayınları tarafından basılan “Sermaye ve Dil - Yeni Ekonomi’den Savaş Ekonomisi’ne” başlıklı çalışmasında önemli saptamalarda bulunuyor. Esere yazdığı önsözde, Michael Hardt “Sermaye ve Dil’in merkezi tezi şu: Dil çağdaş kapitalist ekonominin iş-

leyişini ve krizlerini anlamak için bir model sunmaktadır.” (s. 8) demektedir. İçinde bulunduğumuz ekonomik sistemin hakimi olan finansın temel karakteri ve emekçilerin geleceğini gasp etmesi Hardt tarafından şöyle ortaya konuyor: “Finansın kendine has özelliği emeğin gelecekteki değerini ve gelecekteki üretkenliğini temsil etmeye kalkışmasıdır.” (s. 9). Finansın gelişim yolunu ve karşılaştığı sorunları aşma yöntemini, finans hakimlerinin dilsel becerileri oluşturuyor. Dolayısıyla, dil ve dilsel eleştiri finansın, ve dahası yeni ekonominin, durumu çözümlemede başat bir konuma oturuyor.

YEN EKONOM VE MAFYOKRAS Dr. Doğu Perinçek’in Kaynak Yayınları tarafından çıkan “Mafyokrasi” adlı çalışmasında dile getirdiği gibi mevcut ekonomi mafyatik bir yapıda ve tefecilerin egemenliğindedir. Egemenler söylemleri (ve söylemlerinin kitlelerin zihnine nüfus etmesine yarayan medya) ve söylemlerini reel bir güç haline getiren örtülü savaş kabiliyetleri aracılığıyla haraçlarını garanti altına alıyorlar. Bu haraç ekonomisi bir anlamda geleceğin sömürülmesini içeriyor. Gelecek mali spekülasyonlar ve borsaya dair söylemlerle yönlendirilip yaratılıyor ve bir yandan da haraç vermeyenler emperyalizmin tetikçileriyle sindiriliyor. ABD merkezli sistemin dünya piyasalarını haraca bağlaması ancak büyük bir kaynak aktardığı savaş ekonomisiyle mümkün olabiliyor. Kurulan onlarca denetim mekanizmasına rağmen baş kaldıranlar savaş ekonomisinin yarattığı profesyonel ordularla içeriden ve dışarıdan kuşatılıyor. Marazzi bu konuda şunları söylemektedir: “... ABD tarafından terörizme karşı yürütülen savaş, Yeni Ekonomi’nin başka yollarla sürdürülmesini temsil etmektedir. Yeni Ekonomi SSCB’nin sona erişinin damgasını vurduğu uluslararası bir bağlamda şekillendi ki bu bağlam bilgi-teknoloji devrimi eşliğinde, dünya yönetiminin biçiminin ne olacağı sorununu ortaya koydu. Bu da kutupsuzlaşma sürecinden ve uluslararası dengenin ikili biçiminin üstesinden ge-

linmesinden kaynaklanan küresel siyasi-askeri düzenlemeleri tanımlamak için İmparatorluk kavramının kullanılmasına neden oldu” (s. 125). Yazar bu sözleriyle ortaya koyduğu tezi Negri ve Hardt’ın “İmparatorluk” adlı çalışmalarında yer verdikleri ABD çözümlemesine bağlamaktadır.

BÜTÜN B R HAYAT E KO ULUYOR Perinçek’in tezi Marazzi’nin çalışmasında birçok açıdan doğrulanmakla kalmıyor, Marazzi’nin çalışma yaşamının yeni niteliğine ilişkin saptamalarıyla da destekleniyor: “Çalışmanın doğası temel olduğuna inandığım iki yönden değişmektedir: Artan özerkliği, yeni-serbest-mesleğin artan stratejik önemi ve iletişimsel-ilişkisel, tabiri caizse, dilsel karakteri. Gittikçe daha fazla bir şekilde çalışmak demek, iletişim kurmak demek ve sermaye ve işgücü arasındaki ilişki günden güne maaştan arındırılıyor (iş olmaktan çıkarma olgusu).”(s. 42). Marx ve Engels “Komünist Parti Manifestosu”nu yazarken hedefledikleri çalışma zamanını 8 saate indirme çabası, günümüzdeki sorunu çözmede artık yetersiz kalmıştır. Çalışma zamanı sözüm ona azalmıştır. Fakat “günümüzde çalışmaya dair yapılan kapitalist düzenleme bu ayrımı ortadan kaldırmayı, iş ve işçiyi iç içe geçirmeyi, işçilerin bütün hayatlarını işe sürmeyi hedeflemektedir. Profesyonel niteliklerden çok beceriler ve bunlarla birlikte de işçilerin bütün duyguları, hisleri ve mesai sonrası hayatları; yani dilsel topluluğun bütün hayatı işe sürülüyor”(s. 43). Bu gerçekler ışığında özetlersek, “otomasyonun manüel işler için harcanan zaman ve çabayı ciddi ölçüde azalttığı ve diğer faaliyetler için daha fazla uygun zamanı özgür kılabileceği doğru; fakat şu da eşit derecede doğru ki maddi üretim için acilen gerekli olan çalışma süresi artık genel anlamda üretici faaliyetin temel öğesi değil.”(s. 46).

YARATILAN GERÇEKL N HEGEMONYASI Gerçekleşen siyasi olayların borsayı alt üst edeceği safsatası salt bir kurgudan ibaret olsa, egemenler tek bir günde yıkılırlardı. Ancak durum bundan daha karmaşık. Daha karmaşık çünkü borsanın işleyişindeki rasyonallik yaratılan bir gerçekliğe ve bu ger-

Christian Marazzi

çekliğin inkarına karşı kurulmuş güçlü bir iktidar mekanizmasına dayanıyor. Bütün bunlarsa emekçilerin tasarruflarının egemenlerin eline geçmesi ve dahası geleceklerinin belirlenmesi için gereklidir. “Doğrusunu söylemek gerekirse, finansallaşma düzgün işleyebilmek için taklitçi mantığa, bireysel yatırımcıların bilgi açlığına dayanan bir nevi sürü davranışına ihtiyaç duyar”(s. 20). Bu ihtiyacı, medyanın ve iktidar sahiplerinin söylemleri üzerinden yaratılan gerçekliğe dahil olmuş yatırımcıların sürü davranışı karşılar. Bu amaçla “davranışsal finans teorisyenleri psikolojik açıdan insan davranışını karakterize edebilecek bazı öğeleri için içine katmaya çalışıyor”(s. 21). Çarpıtılmış gerçeğin belirleyiciliğini örneklemek açısından Marazzi şunları söylüyor: “Hiçbir enflasyon tehlikesi olmadığından yüzde yüz emin olabilirim ama Merkez Bankası Başkanı, örneğin işgücü piyasasının zayıfladığını söylerse onun “kehanetini” (“ücretler artacak ve dolayısıyla da fiyatlar da artacak...”) kabul ederim. Eğer hisselerimin değer kaybetmesini istemiyorsam, Greenspan’in deklarasyonuna, hisslerimi mümkün olan en kısa sürede satarak karşılık vermeliyim; çünkü herkes, geleneksel olarak tahmin edilebilir trendler etrafındaki marjinal dalgalanmalar üzerinde spekülasyonda bulunan şüpheciler ve piyasaya karşı, yerleşik akla karşı spekülasyonda bulunan karşıtçılar hariç, “herkes” aynı şeyi yapacaktır. Kar etmek için ya da para kaybetmemek için doğru görüşe sahip olmanız değil, piyasanın nasıl hareket edeceğini tahmin etmekte başarılı olmanız gerekiyor”(ss. 23-24). Senaryoları bozabilecek güçlerin zaferi için sistemin çözümlenmesinde önemli katkılarda bulunan bu eserin teorik tartışmaların canlanması açısından layık olduğu konumu kazanması kaçınılmazdır. (Sermaye ve Dil, Christian Marazzi, Ayrıntı Yayınları, Çev: Ahmet Ergenç, 144 s.)

Borsadaki dalgalanmalar ve hareket ise geçmişteki gibi üretimin bir yansımasından ziyade iktidarın çevresinde kümelenmiş grupların iletişimsel eylemlerine dayanmaktadır . Bu iletişimsel eylemleri, dilsel edimleri, sermayeyle ilişkilendiren Christian Maraz önemli saptamalarda bulunuyor





14

23 KASIM 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

KAPAK

“MASAL ANA”LARDAN BESLENEREK HALK GELENEĞİNİ YAŞATAN USTA ÖYKÜ YAZARI OSMAN ŞAHİN:

“Bir yazarın asıl görevi çağına tanıklık etmektir”

DAMLA YAZICI damla.yazici@msn.com

Yoksulluk onu bilen tarafından anlatılırsa masal olmaktan çıkar. Yazar Osman Şahin’in Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan son kitabı “Ölümün Süt Dişleri” yazarın çocukluğundan okuyucuya bir pencere açıyor ve bizi gerçek yoksullukla karşı karşıya getiriyor. Osman Şahin yazarlığını ağır başlılıkla ve çok güçlü etkiler bırakarak sürdürmeyi başarmış edebiyatçılardan. Ezilenlerin yanında olmak ve bütün ezici güçlerin üstünlüğüne rağmen “hala” ezilenin, yoksulun sesini duyurabilmek bir yazarı aydın yapar. Osman Şahin ile yaptığım sohbette şunu anlıyorum ki; yazar Torosların gözü kapalı ilerlenemeyecek çakıllı yollarından geçerek toplumuyla bütünleşmiştir. “O yolda ağzında yılan taşıyan bir karga ile karşılaşırsınız” diyor Osman Şahin. Oysa asfalt yolda gözünüzü kapatıp yürümek kolaydır; ne yılan ne çıyan. Folklorcü, “masal ana”lardan dinlediği hikayelerle halk geleneğini yaşatan usta öykü yazarı Osman Şahin ile son kitabı ve son dönemdeki gelişmeler üzerine bir sohbet gerçekleştirdik. Son kitabınız “Ölümünüm Süt Dişleri”ndeki öyküler çocukluğunuzla ilgili. Öykü yazmak nedir sizce? Osman Şahin öyküleri için nelerden beslenir? Öykü yazmak bir yaşam biçimidir. Yaşamdan bambaşka yaşamlar çıkarmaktır. Baştan başa bir kurgu ve ayrıntıdır öykü. Anlatıda yer alan her sözcüğü aklınızdan,yüreğinizden geçirmek zorundasınız. Ancak o zaman okurların yüreğine ulaşabilirsiniz. Toroslarda doğan her çocuk bir doğa bilginidir. Bitki türlerini, kuş türlerini, mantar türlerini, yılanı, çiyanı, kurdu, ayıyı, domuzu adı gibi bilir, tanır, görür. Yörüklüğün şaşmaz yazgısıdır bu. Ünlü romancımız Yaşar Kemal: “Yörüklük büyük bir doğa ve bitki birikimidir” der. Bu ortamda her yaşlı yörük kadını bir

“masal anası”dır. Ben bu masal analarından üçünü “Darağacı Avı” adlı öykü kitabımda enine boyuna anlattım. Masal anaları sözlü halk anlatım geleneği dediğimiz gelenekten beslenen insanlardı, şimdi hiçbiri kalmadı.

Öykü yazmak bir ya am biçimidir. Ya amdan bamba ka ya amlar ç karmakt r. Ba tan ba a bir kurgu ve ayr nt d r öykü. Anlat da yer alan her sözcü ü akl n zdan,yüre inizden geçirmek zorundas n z. Ancak o zaman okurlar n yüre ine ula abilirsiniz

“HAK GEÇT HAK GEÇT !” Çocukluğunuzu yazmak, 60-62 yıl gerilere sarkmak, çocukluğunuzun dibine inmek biraz zor olsa gerek. Niçin yazdınız? Kırsal kesimlerde yaşayan kuşağıma II. Dünya Savaşı sırasında “kıran artığı” derlerdi. Yüzbinlerce yoksul köylü çocuğu adına kendi çocukluğumu eksen alarak yazmaya çalıştım. Bir yazarın asıl görevi çağına tanıklık etmektir. Akılalmaz bir açlık ve sefalet çektiğimi söylemeliyim. Açlığı, üşümeyi belimize kalın kuşaklar gibi sardığımız yıllar. Baharda her yaştan insan kırlara kızılbacak otları toplamaya çıkardık. Otları pişirir yerdik. Tanesiz mısır koçanını taş dibeklerde dövdüğümüzü, tuzlanarak el değirmenlerinde öğüttüğümüzü ve yediğimizi anımsıyorum. “Kırlangıç Uşağı” adlı öyküde anlattım: 13 kardeşimle çorba karavanasının başına toplanır iki kişiye bir düşen kaşıklarımızı değişimli olarak kullanır, çorbamızı içmeye çalışırdık. Kaşığımı paylaştığım kardeşim bir kaşık daha almak için kaşığını çorbaya daldırdığında ben bağırırdım “hak geçti, hak geçti” diye. Yıllar sonra köy enstitüsünde ekmek ve kitapla tanışıp, ufkum açılınca ülkemde ve dünyada ne büyük hakların geçtiğini, dozer kepçeleriyle banka kasalarının boşaltıldığını gördüm. Son on yılda ülkemiz topraklarının yüzde onunun satıldığını hepimiz yaşıyoruz. Siz Köy Enstitüleri’nde okumuş aydınlarımızdansınız. Köy Enstitüleri’nin önemi sizce neydi? Mehmet Başaran ağabeyimin yazdığı gibi Köy Enstitüleri ulusal Kurtuluş Savaşı’nın, Atatürk dev-

Osman ahin

rimlerinin içerdeki devamıydı. “Sandık demokrasi”ne kurban edildiği için Kurtuluş Savaşımız ve devrimler tamamlanamamıştır ve bu yüzden mütareke koşullarına geri dönülmüştür. Köy Enstitüleri, Atatürk’ün, Hasan Ali Yücel’in, İsmail Hakkı Tonguç’un yarattığı, dünya eğitim sistemine armağan ettikleri en parlak, yaratıcı eğitim kuruluşlarıdır. Kimsesizlerin kimsesizlerine kucak açan, fırsat eşitliğine dayanan, ezbercilikten uzak, yaparak ve yaşayarak üreten, ekmekle kitabı bir tutan okullardı. Binlerce köye göz ve kalem aşılarını, modern arıcılığı, gübre kullanmayı Köy Enstitülü öğretmenler götürmüşlerdir. Enstitüler kapatılmamış olsaydı sayıları 60’a çıkacaktı. 1960 yılında ülkemizde okuma yazma bilmeyen yurttaş kalmayacaktı. Bugün

2012 yılında 7 milyona yakın seçmen parmak basarak oy kullanmaktadır. Gerçek demokrasi, eğitilmiş toplumların işidir. Eğitilmemiş toplumlarda demokrasi gelişmez ve tek kişinin yönetimine dönüşür. Milletvekilleri sözde vardırlar ama “parmak milletvekilleri”dirler, ülkemizde olduğu gibi.

“E R OKLA DO RU N AN VURULMAZ!” AKP hükümeti, Atatürk’ün 3 Mart 1921 tarihinde çıkardığı eğitim birliği yasasını ortadan kaldırdı. Yerine 4+4+4 yasasını getirdi. Aydın, yazar ve eğitimci olarak bu konuda neler söyleyeceksiniz? Her şeyi bölen, ayrıştıran, kıldığı namazlığın altıntaki toprakları, madenleri, limanları satan, Atatürk’e, devrimlerine, ordusuna karşı çı-

Kırsal kesimlerde yaşayan kuşağıma II. Dünya Savaşı sırasında “kıran artığı” derlerdi. Yüzbinlerce yoksul köylü çocuğu adına kendi çocukluğumu eksen alarak yazmaya çalıştım


KAPAK

Aydınlık KİTAP

kan, vatan hainlerine, 2. cumhuriyetçilere, tarikatçılara, bölücülere “beri beri” diyen, yurtseverlere ise “geri geri” diyen bir yönetim var başımızda. Devletin yağmalandığı, dev kuruluşların satıldığı, leş başında kavga eden kargaların alkışlandığı bir dönemdir bu. 43 milyon euro parayı sözümona yok eden deniz feneri davasını düşünürseniz ne demek istediğimi anlarsınız. Eğitimdeki 4+4+4 sitemi 200 yıl önceki eğitim sistemidir. Kara tahta yerine rahle, kuran kursları ile Araplaştırma programıdır. Vatandaş yaşadığı dünyaya göre değil öbür dünyaya göre ayarlanacaktır. Biat kültürü aşılanacaktır. Nerede cennet cehennem, nerede tarikat şeyhi varsa bunların kuyruğuna yapışılacaktır. Seçim günü gelince de oy kağıtlarının on yerine on parmağının mürekkebini basacaktır. Üfürükçülüktür bu sistemin adı. “Kurban olduğum Allah verdikçe veriyor” diyorlar ya; Allah aslında onların çıkarlarıdır. Bu böyle sürmeyecektir. Ünlü halk ozanımız Seyrani, 19. yüzyılda söylemiştir bu gerçeği: “Eğri okla doğru nişan vurulmaz!”

15

lallerini görmüyorsunuz. Paul Auster’den öğreneceğiniz çok şeyler olmalı. Günümüz Türkiyesinde 4,5 milyon 13-14 yaş altı gelin çocuklar olduğunu gazeteler yazıyor. Geçenlerde Diyarbakır Devlet Hastanesi başhekimi açıkladı: “Son bir yılda 13 yaş altı 1853 çocuk gelin doğum yaptı” diye. Bir aydın, bir kadın yazar olarak bütün bu olan bitenler ilginizi çekmiyor mu sayın Ağaoğlu?

“POSTMODERN N ÖZÜ SÖZCÜ Ü ÇÜRÜTMEK”

ADALET A AO LU'NA ELE T R 5 Kasım 2012 tarihli Hürriyet gazetesinde ünlü yazar Adalet Ağaoğlu ile yapılan bir röportaj yayımlandı. Adalet Ağaoğlu: “Ha İnce Memet ha PKK” dedi. Siz bu konuda ne diyorsunuz? Adalet Ağaoğlu’nun o röportajını ben de okudum ve doğrusunu söylemem gerekirse çok üzüldüm. Ağaoğlu’na göre “İnce Memet” ile PKK arasında pek fark yoktur. Ağaoğlu'nun mantığına biraz katkıda bulunmak istiyorum. O zaman Yörük Ali Efe, Çakırcalı, Nene Hatun, Antepli Şahin Bey ve İzmir’de ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin’i de rahatlıkla PKK’lı sayabiliriz. Ağaoğlu ya PKK’yı bilmiyor ya da “İnce Memet” romanını. “İnce Memet” romanı Toroslarda topraksız Değirmenoluk köylülerini ezen Abdi Ağa ile İnce Memet’in mücadelesini destansı bir dille anlatır. İnce Memet sonunda Abdi Ağa'yı öldürecek topraklarını da köylülere dağıtacaktır. Kemal Tahir’in “İnce Memet” romanı için: “Yaşar Kemal, eşkiyaya toprak reformu yaptırıyor” dediğini anımsıyorum. PKK ise sayıları 175’i bulan Kürt toprak ağlarını korumak için dağlara çıkmıştır. Yüzbinlerce dönüm toprağı olan, soyu sopu ağ olan Ahmet Türk gibilerini korumak için kentleri molotof kokteyli ile bombalıyorlar, yakıyorlar, çoluk çocuk kanı döküyorlar. Kürt köylüsünü aç ve işsiz bırakanlar toprak ağalarıdır. Ağaoğlu:

23 KASIM 2012 CUMA

“PKK’lılar da geçmişin öcünü almaya ben de varım demeye getiriyorlar” diyor. PKK’lılar ve Kürtler hangi devletleri kurmuşlardı da biz Türkler onların devletlerini yıktık, zorla herşeylerine el koyduk sayın Ağaoğlu? Sultan Alparslan bu toprakları Bizanslıların elinden almamış mıydı? Ve Ağaoğlu konuşmaya devam ediyor: “Türkiye’nin temel sorunu devamlı ‘tek adam’ aranıyor olmasıdır. Bu arayış, bu ulusalcılık bence pek olumlu yol değil.” diyor. Kürt militancılığını, Kürt militarizmini, Kürt ulusalcılığını göklere çıkar sıra dilini kullanarak romanlar yazdığın Türklere gelince olumsuzlaşıyorsunuz sayın Ağaoğlu. Ülkemiz için parçalanma haritaları yayımlanıyor. Mütareke döneminin koşullarına gelmiş dayanmış olan halkımızın tekrar Atatürk’ü aramasına niçin kızıyorsunuz? “Başbakana inandım ama umudum kesildi” diyorsunuz. Başbakanın nesine

inanmıştınız, açıklar mısınız? Dünya çapındaki bilim adamımız milletvekili Prof. Mehmet Haberal, İşçi Partisi genel başkanı değerli yazar gazeteci Doğu Perinçek, milletvekili Mustafa Balbay, genelkurmay başkanı, ordu komutanları,milletvekili Alan paşa yıllardır tutukludurlar. CIA’nın Ankara şefi Henry Barkey AKP sayesinde Türk ordusunu kafesledik diye demeç vereli aylar oldu. Bunlar size bir şeyler anımsatmıyor mu? Devlet içeri attığı insana suçunun ne olduğunu söylemek zorundadır. Kışın, Hürriyet gazetesinin pazar ekinde Buket Şahin’in New York’ta yaşayan Paul Auster ile yaptığı bir röportajı yayımlandı ve 10 gün ülkemizde kıyamet koptu. Paul Auster, Türkiye'de 100'ün üstünde gazetecinin tutuklandığını, davet edilirse Türküye’ye asla gelmeyeceğini, 20 bin km öteden söyledi ama siz sayın Ağaoğlu bu ülkede yaşıyorsunuz ve burnunuzun dibindeki ağır kokuyu, ağır insan hakları ih-

Son 15-20 yıl adına postmodern edebiyat dediğimiz Batı eksenli bir edebiyat anlayışı pek çok yazarımızı etkiledi. Bu konuda toplumcu gerçekçi bir edebiyatçı olarak bu etkiye nasıl bakıyorsunuz? Dün olduğu gibi bugün de emperyalist tehlike, sömürü, haksızlık büyük boyutlarda sürüyor. Bu sürdükçe toplumcu gerçekçi edebiyatta var olacaktır. Postmodern edebiyat anlayışının özü sözcüğü çürütmektir. Başa dönelim; insansoyu sözcüğü birbirine bir şey anlatmak için bulmuştur. En eski kutsal kitaplarda, örneğin Tevrat'ta: “İlkin söz var idi. Söz Tanrı'ydı, söz insandı.” diye başlar. İncil ve Kuran da böyle başlar. Söz kutsaldır, insana aittir ve insan soyu var oldukça “söz” de olacaktır. Edebiyat bir söz sanatıdır diyoruz. Fakat bazı yazarlarımız “madem edebiyat bir söz sanatıdır, al sana güzel söz sanatı” diye çok güzel sözcüklerden oluşmuş bir kitap yayımlıyor ama özünde hiçbir şey anlatmıyor aslında. Eskiden köylüler harman savururlardı, harman niçin savrulur? Rüzgarda tane ile samanı birbirinden ayırmak için. Bu tür yazarlar tanesiz harman savuruyorlar. Bir başka örnek vereyim; şık mağazalarda aslı gibi güzel plastik çiçekler vardır, fakat arı konmaz, çiçek açmaz, tohum vermez. Onlar üretimi olmayan çiçeklerdir. İnsanı doğru anlatmayan söz sanatı diyerek sözün içini boşaltan yapıtlar kalıcı olmamıştır. Sizin bir dönem Türk sinemasını besleyen yurtiçinde ve yurtdışında büyük ödüller kazanan (23 film ve 35’in üzerinde ödül: Kibar Feyzo, Züğürt Ağa, Keriz, Kurbağalar vb.) gibi yapıtlarınız olduğunu biliyoruz. Çok önemli büyük yönetmenlerimizle ve oyuncularımızla çalıştığınızı da biliyoruz. Sinemada yeni bir çalışmanız var mı? Türk Sineması’nın büyük “Sultan”ı Türkan Şoray’la benim “Mor Cepken” adlı baştan sona kadınlarımızın sorunlarını anlatan eserimin senaryolaşması üzerine çalışıyoruz.


16

23 KASIM 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

HAYATINIZDAKİ OYUNLARA YETERİNCE HAKİM MİSİNİZ?

90’lar Türkiyesinin kadın ve erkeğine bir bakış : “Oyun”

SEZA ÖZDEMİR sezaozdemir@gmail.com

Oyunlar sadece çocukluğumuzda mı kaldı? Onların saflığı değil belki, ama oyun oynama içgüdümüzün gerçeklik ve sahtelik arasında tüm yaşamımıza yansımadığını inkar edebilir miyiz? Yazar Filiz Elasu, haziran ayında Destek Yayınevi’nden çıkan “Oyun” adlı romanında; hayatımızdaki oyunlara 90’lar Türkiyesi’ndeki bir kumarhaneden bakmamızı sağlıyor. 90’lı yıllar nelere kadir değildi ki? Filiz Elasu anlattı. Kitabın adı neden “Oyun” ? “Oyun”, Türkçede bir dolu anlamı olan ilginç bir kelime. TDK’ya bakarsanız 9-10 anlamı var. Bir dolu atasözü var içinde “oyun” olan. Ama en önemlisi kitabın girişinde kısa bir metin var. “Oyun”, uzun yıllar önce yazdığım o metne verdiğim addı. Romanı da geçici olarak “Oyun” diye adlandırdım. Tüm arayış ve fikir değişikliklerime rağmen bir türlü “oyun”dan kopamadım. HA KUMARHANE HA HAYATIMIZDAK OYUNLAR Romanın ana mekanı olan kumarhaneyi (Casino) düşünerek sonradan başka anlamlar yüklediniz mi bu ada? “Casino”, aynı zamanda birtakım şeylerin de metaforu, sadece insanların kumar oynadığı bir yer değil. Öyle olunca kumar, kişilerin seçimleri, hikâye örgüsüyle gelişen çeşitli oyunlar, ilişkilerdeki oyunlar bir şekilde kendini daha çok göstermeye başladı. Hepsi bir tür senfoni gibi birbirine eklemlendi. Romanda Semra, Melahat ve Uğur çok belirleyici karakterler. Birçok okur için roman bir kadın hikâyesi gibi görünebilir ama Uğur bu şartlanmayı kırıyor. İnsanın seçimlerinde sınıfsal ve cinsel kimliklerin etkisi belirginleşiyor sanki. Üçü de farklı sınıflardalar, farklı cinsiyetteler. Bu anlamda evet, sadece bir kadın romanı değil. Kadının konumunu bir şekilde irdeliyor ama o insanların seçimlerini de irdeliyor. Burada farklı cinsiyetlerin birbirleriyle olan etkileşimleri de var. Aynı zamanda toplumsal, sınıfsal konumlarından kaynaklanan bir seçimleri var.

90’LARDA TÜRK YE DE YOR Tam bu noktada, romanın zamanı bilinçli bir tercih miydi? Neden 90’lar Türkiyesi? Bilinçli tabii, çünkü 90’lar Türkiye’si çok önemli bir dönem. Bugün edebiyatta ağırlıkla 80 öncesi ve o dönem insanların başına gelenler betimleniyor. 1980 sonrasını bu şekilde işleyen pek yok gibi. Oysa 90’lar da, çok önemli Türkiye için. Turgut Özal’la başlayan serbest piyasa ekonomisinin insanların yaşamını, seçim ve değerlerini yavaş yavaş etkilemeye ve bunun artık görünür olmaya başladığı bir dönem. Türkiye’nin liberal ekonomiye ciddi anlamda eklendiği bir dönem. Bunun sonucunda yaşanan bir dolu politik olay... 80 döneminde içeriye atılmış sola, ayrıca entelijansiya ve gençliğe çok büyük bir darbe var. Bu arada kadın hareketleri de var. Sola inen ve ona travma yaşatan darbe, bir şekilde kadın hareketlerine bir boşluk bırakmıştı. Liberalleşmeyle de beraber bir palazlanma var o alanda. Tabii bunun arkasında aslında kadının ekonomik hayata katılımının artmasının da payı var. Bu, kadın erkek ilişkilerini de etkiledi. Ayrıca özel televizyonlar var. Kadının özgürleşmesiyle birlikte vücudunun, görünümünün, özgürlüğünün nesneleştirilmesi de söz konusu.

“TOPAL”LAR YA DA Y OYUNCULAR TÜRK YES Ayrıca o yıllarda bizim kuşak şunu duyar oldu: “Aman ha, uslu durun. Görüyorsunuz sizden önce dayı, amca ya da ağabeyleriniz şunu yaptı, başlarına neler geldi. Sakın politikaya yanaşmayın. Siz sadece kendi işinizi yapın!” Sonra üniversitedeyken “Sadece derslerini öğren, diplomanı al, hayatını kurtar” dediler. Serbest piyasa ekonomisiyle ve Özal’la birlikte birçok değerde değişim de başladı. “Gemisini kurtaran kaptan”, “Köşeyi dönmek”, “Benim memurum işini bilir”, “Oyunu kuralına göre oynayacaksın”, “İşini bileceksin” anlayışı işte bu! Bu zihniyet dönüşümü ve bireycilik kapitalizmle birlikte hayatımızı etkilemeye başladı. Bir yandan 28 Şubat var tabii. Refah-Yol hükümetinden sonra ce-

Kad n n ve erke in, bireyin ve toplumun hayat nda oyunlar ne kadar yer tutar? Yazar Filiz Elasu, “Oyun” adl roman nda hayat m zdaki oyunlara 90’lar Türkiyesinden bir kumarhane ile bak yor Filiz Elasu

maatleşmenin ciddi anlamda başladığı da bir dönem. Zaten o zamanların karşı hareketiyle bugünleri yaşıyoruz. Bu roman, o yüzden hem o dönemi hem de bugünleri kapsıyor. Özellikle romanda Topal karakterinin ortaya çıkışıyla gelişen bölümler bugünlerin bir işareti. “Topal” çok simgesel bir karakter. Yavaş yavaş vücuda eren biri. O dönem için insanın aklına “Kumarhaneler Kralı” geliyor. “Topal” adını özellikle mi seçtiniz? O da, bilinçli bir seçimdi, evet. Ömer Lütfü Topal’ın “Kumarhaneler Kralı” olduğunu biliyordum. Topal, aynı zamanda Türk edebiyatında da çok kullanılan bir lakap. Her yerde, tüm köy ve kasabalarda bir topal vardır. Bir prototiptir. “Topal”, hem o prototipe hem de o dönemde yaşananlara metaforik olarak gönderme yapıyor.

KADINLAR ED LGEN VE MUTSUZ; PEK YA ERKEKLER? Peki az önce sözünü ettiğiniz zihniyet değişimi ve 90’lar kadının var oluş mücadelesini nasıl etkiledi? Sınıfsal kimliği belirleyici değil miydi? Türkiye’de Tanzimat’tan beri modernleşme meselesi var. Bu da yüzümüzün Batı’ya dönük olmasıyla adlandırılıp biçimlendirilmiş. Politik bir seçim tabii ki. Türkiye’yi modernleştirme hep kadın üzerinden konuşulup tartışılıyor. Kadının modernleşmesi, özgürleşmesi, liberalleşmesi sanki bu modernleşmeyi sağlayacakmış gibi. Cumhuriyetin gelmesi bile tam olarak değiştirmiyor bunu. Kadın; doktor, öğretmen oluyor ama yine evine gidiyor, eşine, akrabalarına hizmet ediyor. Muhafazakâr kesimlerdeki gibi sa-

dece “iyi eş”, “iyi anne” olmakla sınırlı değil aynı zamanda çalışıyor. Bu anlamda gerçekten liberalleşmiyor kadın. Cinsel anlamda da bu böyle, hâlâ bir dolu tabu var. Kadın hep edilgen, etken değil. Güç sahibi olan hep erkek olmuş bu toplumda.

“KUMARIN SONUNDA HEP CAS NO KAZANIR” Hayatı bir kumar masası gibi düşünsek, Filiz Elasu bu masada başında yapacağı seçimlerde neye dikkat ediyor? Bir kumar masası mıdır hayat ona göre? (Uzun uzun gülüyoruz) Bazı yazarlar bol bol satir yapar. İnsanları güldüren şeyler yazarlar. Onların seçimleridir. Ama gerçek hayatta çok ciddi insanlar olabilirler. Kitabımın adı “Oyun”. İçinde insanların hayatındaki oyunlara dair hikayeler var. Kumar var, o bir oyun. Bu beni mi yansıtıyor, benim seçimlerim mi? Hayır, bunu söyleyemem. Sonuçta o karakterlerin hem hepsiyim hem hiçbiriyim. Hayatı bir oyun olarak mı görüyorum? Hayır (Gülüyor). Belki de, aksine hayatı çok ciddiye aldığım için böyle bir kitap yazdım. Ancak ciddiye aldığımız bu hayatın içinde bizim dışımızda, bizim plan ya da çabalarımız dışında da birtakım şeyler oluyor. Rastlantılar oluyor, halk arasında “kaderin cilvesi” denir hani... Bazen bu tür esneklikleri de ya da sapmaları da; aşırı ciddiye almadan, daha yapıcı bir gözle görebilmemiz gerekebiliyor. Zarı attığınızda kaç kaç geleceğindeki şans payı ile o masada uyguladığınız matematik gibi mi? Evet (gülüyor). Kumarın sonunda hep Casino kazanır ama! (Oyun, Filiz Elasu, Destek Yayınevi, 331 s.)

“Casino”, aynı zamanda birtakım şeylerin de metaforu, sadece insanların kumar oynadığı bir yer değil. Öyle olunca kumar, kişilerin seçimleri, hikaye örgüsüyle gelişen çeşitli oyunlar, ilişkilerdeki oyunlar bir şekilde kendini daha çok göstermeye başladı


Aydınlık KİTAP

17

Şaşaalı 20’ler Gençli ini doludizgin, umursamaz ekilde ya ayan uçar k zlar n tek amaçlar partilere kat lmak, erkeklerle e lenceli vakitler geçirmek ve erken ya ta evlenmek. Uçar k zlar bu ekilde tan tan yazar, filozoflar ise yine yer yer ayn karakterlerde bütünle tiriyor DENİZ ANTEPOĞLU denizantepoglu@hotmail.com

Everest Yayınları’nın, geçen yıl başlattığı F. Scott Fitzgerald serisinin ikinci kitabı “Uçarı Kızlar ve Filozoflar” raflardaki yerini aldı. Daha evvel “Muhteşem Gatsby” romanı ile seriye başlanmıştı, bu sefer okuyucuyla buluşan, yazarın öykü kitabı oldu. Yazar, esas olarak “Muhteşem Gatsby” romanıyla tanınıyor olsa da, geçimini dergilerde yayımlanan öyküleriyle sağlamaya çalışmıştır. Bu sebeple öykülerinin de edebiyatta yeri başkadır. “CAZ ÇA I” YAZARI Yazardan bahsetmek gerekirse Fitzgerald, Birinci Dünya Savaşı’nda savaşa katılmış ve savaş sonrası “Caz Çağı” olarak tanımladığı buhran öncesi burjuvanın yükselişini ve geliştirdiği yeni yaşam tarzını eleştirel bir dille eserlerinde irdelemiştir. 1920’lerin şatafatlı yıllarının gerisinde, buhranın ayak seslerini duymak da eserlerin de mümkündür. Zira bir yandan hiçbir şeyi umursamayan partilerden partilere koşan, sınırsızca “özgürlük”lerini yaşayan güzel kızlar ve yakışıklı oğlanların zenginlik içinde sürdürdüğü şaşaalı hayatlar vardır, bir yandan ise tıpkı yazar gibi geçim derdine düşmüş sıradan insanlar… “Uçarı Kızlar ve Filozoflar” kitabında da 1920’ler gözler önüne serilmektedir. Her iki uç yaşamdan insanları öykülerde bulmak mümkün. Özellikle değişen burjuvanın kadınları kitapta ayrı bir yer tutuyor. Kadının değişimi öykülerin ana karakterlerinde hayat buluyor. Yeni Amerikan kadını sigara içen, saçlarını kısa kestiren, cinsel hayatını rahatça yaşayan -yazarın tanımıyla- “uçarı kızlar”dan oluşmaktadır. İki dünya savaşı arasında gelişen hayatın her türlü zevklerinden faydalanmaya dayanan, hatta daha sonra “savaşma seviş”e uzanacak bu temel görüş, öykülere sinmiş durumda. Yazarın da alttan alta eleştirdiği, savaş yorgunu insanların özellikle de zenginlerin böyle bir lükse sahipken, geçimini sağlama derdindeki insanlar için sa-

F. Scott Fitzgerald

vaşın her gün her saniye devam ediyor olması.

K L L K HAK M YET Öykülerin ana karakterleri genelde zengin ve güzel kızlarla, yakışıklı oğlanlar… Gençliğini doludizgin, umursamaz şekilde yaşayan uçarı kızların tek amaçları partilere katılmak, erkeklerle eğlenceli vakitler geçirmek ve erken yaşta evlenmek. Uçarı kızları bu şekilde tanıtan yazar, filozofları ise yine yer yer aynı karakterlerde bütünleştiriyor. Kızların temel felsefesi asilik, aileye ve alışkanlıkların tümüne başkaldırmak… Bazen sigara içerek, bazen babasına bağırarak… Öykülerde dikkat çeken bir diğer unsur ise Kuzey ile Güney eyaletler arası farklılıklar. Öykülerden anladığımız kadarıyla iki farklı kültüre sahipler ve bir ikililik söz konusu: Halkın birbirini küçümseyebileceği ve uyum sağlayıp beraber yaşayamayacağı kadar… Ancak öykülerde sistem eleştirisini yoğun şekilde hissedemiyorsunuz. Yazar toplumda gelişen yeni sınıfı ve getirdiği yaşam algısını eleştirdiğini en başından kitabın ismiyle dahi belli ediyor. Karakterlerin uçarılığı hariç, öykülerin konusu ve gidişatı sistem eleştirisine dönüşmüyor. Aksine her seferinde şaşırtıcı gelişmelerle gayet sıradan olaylar okuyorsunuz. Dilinin akıcılığı ve öyküye anında dahil oluşunuz kuşkusuz yazarın en büyük başarısı. Bahsettiğimiz eleştiriye dair ise çevirenin ön sözünde bu öykülerin geçim kazanmak amacıyla “sıradan” okuyucular için yazıldığı ve dergilerde yayımlandığı belirtiliyor. Yani yazarın geçimini sağlamak için orta yolu bulduğu anlaşılabilir. Sonuç olarak, salt eleştirmeye odaklı öykülerden oluşmasa da yazar orta yolu bulup eleştirilerini hissettirmeyi başarabiliyor. 1920’leri hissedebilmek ve o yılların Amerikan yaşamını anlayabilmek için okunmaya değer öyküler… ( Uçarı Kızlar ve Filozoflar, F. Scott Fitzgerald, Everest Yayınları, Çev.: Ülker İnce, 239 s.)


18

Aydınlık KİTAP

Hilafet neydi, niçin kaldırıldı? Golo lu, halifeli in ne oldu unu, nas l al nd n , niçin kald r ld n anlatt çal mas nda, u önemli saptamay yapar: “Osmanl padi ahlar sadece egemenlikleri alt ndaki insanlar n hükümdar olduklar gibi, sadece kendi ülkelerindeki Müslümanlar n halifesi idiler. Bütün dünya Müslümanlar n n halifesi de ildiler” BARIŞ DOSTER

Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele ve Cumhuriyet tarihi konusundaki çalışmalarıyla bilinir. 1950 – 1960 arasında Demokrat Parti Trabzon Milletvekili olarak TBMM’de bulunmuş, 27 Mayıs sonrasında Yassıada’da yargılanıp, aklanmıştır. Hukuk eğitimi alan, gümrük ve tekel bakanlığında müfettişlik yapan Goloğlu, tüm bu vasıflarının yanında asıl tarihçiliği, araştırmacılığı ve üretkenliğiyle bilinir. Devrim Tarihi derslerini de yaşamının sonuna dek sürdürmüştür. “Halifelik” adlı çalışması, 10 yıl boyunca DP milletvekilliği yapan, yani sağcı bir siyasetçi olan, yani DP milletvekillerine “Siz isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz” diye seslenen Adnan Menderes’in partisinin bir mebusu Goloğlu’nun, Türk Devrimi konusunda kafasının ne kadar berrak olduğunu gösteren eserlerinden biridir. Bu nedenle, saltanat meraklılarının öne çıktığı, halkın başkanlık sistemi öneren başbakanı “sultan, padişah” yazılı dövizlerle karşıladığı günümüzde özellikle günceldir. İktidarın “derin” tarihçilerinin, resmi tarihçilerinin, vakanüvislerinin alternatif tarih yazmaya koyuldukları bir ortamda önemlidir. Kimi “AK-ademisyenlerin”, hilafetin geri gelmesini istediği bir dönemde, öğreticidir. Goloğlu, halifeliğin ne olduğunu, nasıl alındığını, niçin kaldırıldığını anlattığı çalışmasında, şu önemli saptamayı yapar: “Osmanlı padişahları sadece egemenlikleri altındaki insanların hükümdarı oldukları gibi, sadece kendi ülkelerindeki Müslümanların halifesi idiler. Bütün dünya Müslümanlarının halifesi değildiler”. Kitabına hilafet makamının kısa tarihçesini vererek başlayan, işin dini olmaktan ziyade siyasi yönü olduğuna vurgu yapan Goloğlu, Milli Mücadele döneminde Atatürk’ün konuya nasıl yaklaştığını İkinci bölümde anlatır. Gazi’nin, “Hilafet makamında oturacak kimseyi hiçbir zaman millete efendi yapmak söz konusu değildir” sözlerine yer verir. TBMM Zabıt Ceridelerini kaynak olarak kullanarak, diğer

mebusların görüşlerinden de alıntılar yapar. Çalışmanın üçüncü bölümünde saltanatın kaldırılmasını ve hilafeti ele alır, dördüncü bölümde Sultan Vahdettin’in kaçışını ve Abdülmecid’in halife oluşunu anlatır. Mustafa Kemal Atatürk ile Halife Abdülmecit arasındaki ilişkilere, Atatürk’ün evliliği nedeniyle halifenin çektiği telgrafa ve Atatürk’ün verdiği yanıta yer verir. Atatürk’ün halifeye yeni bir takım yetkiler tanıyıp, onu tekrar bir sultan durumuna getirmek isteyenlere nasıl karşı çıktığını anlatır. Beşinci bölümde Cumhuriyetin ilanı ve hilafet konusunu işleyen Goloğlu, Kurtuluş Savaşı’nı birlikte yapan kadroların aralarının açılmasında hilafete ilişkin düşüncelerinin de büyük payı olduğunu ifade eder. Özellikle Rauf Bey ve arkadaşlarına bu konuda kuşkuyla bakıldığını vurgular. Altıncı bölümde halifeliğin kaldırılması öncesindeki ön hazırlıkları işleyen Goloğlu, Gazi’nin konuyu nasıl ayrıntılı olarak ele aldığını, ilgili tüm tarafları dinlediğini, bilim insanlarından görüşler aldığını aktarır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kuruluş sürecine ilişkin bilgiler verir. Yedinci bölümde hilafetin kaldırılmasını içeren kanun tasarısı üzerindeki görüşmelerde söz alan vekillerin açıklamaları vardır. Meselenin siyasi, idari, dini, tarihi, toplumsal boyutları üzerinde yapılan tartışmaların düzeyi, günümüzle kıyaslanamayacak kadar yetkindir ve ileridir. Sekizinci bölüm Adalet Bakanı Seyit Bey’in konuşmasına ayrılır. Dokuzuncu bölümde ise halifeliğin kaldırılmasının oylanması anlatılır. Goloğlu’nun meclis tutanaklarını ve konuşmaları sadeleştirerek aktardığı kitabının sonunda ek olarak verdiği Fetva-yı Şerife ile Hükümet bildirisi önemlidir. Hükümet bildirisi Cumhuriyet önderliğinin tarih bilincinin, aydınlanmacı karakterinin ve devrimci iradesinin parlak bir örneğidir. Özetle Goloğlu’nun “Halifelik” adlı eseri, konuya ilgi duyan herkesin kütüphanesinde bulunması gereken özgün, önemli bir çalışmadır. (Halifelik, Mamut Goloğlu, Tarihçi Kitabevi, 181 s.)


Aydınlık KİTAP

19

CUMHURİYET AYDINLANMASI URFA’DA

Köylü çocuğundan seçkin bilim adamına EMEL TELCİ

Türkiye’nin önde gelen bilim insanlarından Coşkun Özdemir anılarını kitap haline getirdi. Kaynak Yayınları’nın “İz Bırakanlar” serisinin üçüncü kitabı olarak yayımlanan çalışmasında Özdemir hayatını anlatırken aslında Türkiye’nin yakın tarihinine ayna tutuyor. Yine hayatı boyunca rastladığı, yan yana gelme fırsatı bulduğu önemli şahsiyetleri farklı yönleriyle tanıtıyor. Bugün hala bilimin yol göstericiliği için mücadele veren Özdemir, yıllardır Kas Hastalıkları Derneği çatısı altında bilimin ulaştığı noktaları halka aktarmaya çalışıyor. Bu değerli bilim insanıyla yeni kitabı ve bu kitabı yazmasına vesile olanları konuştuk... Gerici çevreler Cumhuriyet Devrimi’nin halkta bir travma yarattığını ve toplumsal gelişmeye zarar verdiğini belirtiyorlar. Siz ise kitabınızın başlığını Urfa’dan Harvard’a koymuşsunuz. Bunu biraz açar mısınız? “Urfa’dan Harvard’a” başlıklı kitabımda 83 yıllık yaşam öykümü yazdım. Dünyaya gözümü Cumhuriyetin kuruluşunun altıncı yılında açtım. O yıllarda ülkede Atatürk ve Cumhuriyet Aydınlanması yaşanıyordu. Ben, iki Cumhuriyet öğretmeninin çocuğu olarak bu aydınlanmayı doyasıya yaşadım. Cumhuriyet Aydınlanması hayatımızda öylesine etkiliydi ki binlerce köylü çocuğu köyünden alınmış ve birer seçkin bilim adamı, yazar ve sanatçı yapılmıştı. Bu Aydınlanma devrimi, benim gibi Urfalı bir çocuğu da almış ta Harvard’a okumaya göndermişti. İşte ben, isim babası Arslan Kılıç olan bu kitabımda bütün bu Aydınlanma sürecini anlattım. Kurtuluş savaşımızın önderi Mustafa Kemal Atatürk, büyük zorluklar ve engellere karşın Cumhuriyeti kurmuştu ve adı ile anılan devrimleri birbiri ardı sıra gerçekleştiriyordu. Bunların içinde bence en önemlisi dogmalardan kurtulmayı, aklı ve bilimi egemen kılmayı amaçlayan Aydınlanma devrimiydi. Devrimlerin yoksullara bir şey kazandırmadığı öteden beri iddia edilir, bu dev-

rimlere bizzat tanıklık etmiş biri olarak, siz bunu nasıl yaşadınız? Köy Enstitüleri bu yolda girişilmiş bir eğitim devrimiydi. Ama karşı devrimciler, 194546 da başlayan çok partili düzeni fırsat bildiler ve sahneye çıktılar. Politikacıların desteği ile binlerce köylü gencinin yetiştiği bu eşsiz eğitim yuvalarını ve onun gibi bir başka aydınlanma ocağı olan Halkevleri’ni yok ettiler. Benim sandık demokrasisi adını verdiğim göstermelik 60 yıllık demokrasi döneminde hiçbir iktidar emekten ve aydınlanmadan, akıldan ve bilimden Atatürk’ün amaçladığı bilim toplumundan yana olmadılar. Atatürk emperyalizm denilen yedi düvele karşı çıkmış ve bağımsız bir Türkiye yaratabilmişti. Emperyalizm de elbette bizim karşı devrimcilerimiz gibi boş durmayacak, iç ve dış işlerimize karışmak için fırsat kollayacaktı. Bu fırsatı politikacılarımız yaratmaktan geri durmadılar. Devrimlerimizi baltalamak için çok sistemli çalıştılar. Yurdumuzdaki halkın dindarlık ve muhafazakarlığından yaralanmak yolunu seçerek “green belt” (yeşil kuşak) teorisini geliştirdiler. Kitabımda tanık olduğum bu olayları ve bunların üniversitelere yansımasını anlattım. Demirel, Özal, Çiller ve Yılmaz iktidarlarını ve tabii ki 12 Eylül darbesini ve bunların toplumda yarattıkları tahribatı anlattım. Nihayet AKP iktidarı ile nasıl bir toplumsal dönüşümün gerçekleştirildiğini Cumhuriyet ilkeleri ve kuruluş felsefesinden nasıl uzaklaştığımızı, ülkede laiklik ilkesinin nasıl yok edildiğini, ülkenin çok sayıda yurt sever insanının öğrencilerinin, ordu mensuplarının hapse tıkılışını anlattım. Bütün bunlardan bir Cumhuriyetçi bir aydınlanmacı olarak duyduğum kaygıları ve yaşadığım düş kırıklığını anlattım. Daha güzel günlere ulaşacağımız umudunu koruduğumu vurgulayarak, sevdiğim birkaç şiiri ekleyerek bitirdim kitabımı. (Urfa’dan Harvard’a, Çoşkun Özdemir, Kaynak Yayınları, 360 s.)

Çoşkun Özdemir bu kitapta anlattıklarını şöyle özetliyor: Doğma büyüme Urfalıyım. 60 yıllık hekimim. Urfa’da başlayan eğitimim Harvard’a kadar uzandı. Doğru, “Urfa’da Oxford yoktu”, ama Cumhuriyet Devriminin Urfa’sı, Oxford’da, Harvard'da okuyan halk çocukları yetiştirmişti. Bu kitapta ben işte o Urfa’yı yazdım. Kurtuluş Savaşı kahramanı eniştemiz Kazım Karabekir’i yazdım. Hastalarım Ruhi Su, T. Zafer Tunaya, Bahri Savcı, Sakıp Sabancı ve diğerlerini yazdım. İhsan Doğramacı’yı YÖK’ten atmak isteyen Turgut Özal’ın beni alıp göl turuna

götürmesini yazdım. 50 yıl süreyle “destanını yazacağım” dediği Cumhuriyeti bir sabah kalkıp “zulüm düzeni” ilan eden 40 yıllık arkadaşım Yaşar Kemal’i yazdım. Dostlarım İlhan Selçuk, Melih Cevdet Anday, Aziz Nesin, Oktay Akbal, Türkan Saylan, Azra Erhat, Selahattin Eyüboğlu, Halet Çambel, Attila İlhan, Server Tanilli, Gazi Yaşargil, Demirtaş Ceyhun, Talip Apaydın, Adnan Binyazar, Ataol Behramoğlu, Erdal Atabek, Bedri Baykam, Orhan Bursalı ile hemşehrilerim Mehmet Faraç ve İbrahim Tatlıses’i anlattım.


20

23 KASIM 2012 CUMA

Aydınlık KİTAP

ÇOCUK-GENÇ

YAZAR KARİN KARAKAŞLI İLE ÇOCUK VE GENÇLİK EDEBİYATI ÜZERİNE KONUŞTUK:

“Çocuk edebiyatı samimiyet gerektirir”

DAMLA YAZICI damla.yazici@msn.com

Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan sevilen gençlik romanınız “Ay Deniz’le Buluşunca”dan sonra ilk kez “Gece Güneşi” ile küçükler için yazdınız. Yetişkinler ile kıyaslanınca sizce çocuklar ve gençler için yazmak ayrı bir yazarlık yeteneği gerektirir mi? Çocuk kitabı yazmak tabi daha farklı ve bir yazar için aslında çok eğitici, öğretici bir yanı var. İçine girmediğiniz sürece ve genel algı gereği eskiden şöyle bir yaklaşım vardı; sanki çocuk edebiyatı, edebiyatın bir alt kademesiymiş gibi. Şimdilerde aslında ne kadar özel, ayrı ve çok prestijli bir alan olduğu ortaya çıktı ve bir başına bir dünya olduğu anlaşıldı. Yani yetişkin edebiyatından çok ayrı öneme haiz bir alan ki zaten bu seneki fuarın temasının başlığı da bu önemi gösteriyor. Benim için çocuk edebiyatında kitap yazma süreci yetişkin edebiyatında olmadığı kadar öğretici oldu. Çünkü editoryal bir çalışma oluyor, bir metnin üzerinde birden fazla kez gidip geliyorsunuz, diyaloglarınızın sahici olması, kurgunun yeterince sürükleyici olması, çocuğun hakikat duygusuna uygun bir yapıda olması gerekiyor. Bütün bunların sonrasında ise okur buluşmalarında çocuklarla ve gençlerle buluşmak yetişkinlerle buluşmaktan daha çok tercih edilir. Çok renkliler, samimiler, dürüstler, sorgulayıcılar, çok şey öğretiyorlar dolayısıyla. “Gece Güneşi”nde iki kardeşin sıcak dostluğu ve aile içi iletişimin önemini anlatıyorsunuz. Sizin için kardeşlik ve aile nedir? Kardeş ve aileye dair böyle “meli, -malı” kalıplı klişeler vardır. Aslında ailede de her şey olur. Kardeşlerle de her şey her zaman güllük gülistanlık değildir, en kanlı savaşlar verilir. Ama orada da yine sahicilik gereği aslında şöyle sahneler de yaşanır: Kavga edersiniz, anne araya girer , kardeşinize kızar ve siz kavga ettiğiniz kardeşinizi annenize karşı savunurken bulursunuz kendinizi. Kardeşliğin özerk bir alanı vardır. Kavgalar o iki kişi arasında kalır. Ben tek çocuğum maalesef, o yüzden kardeş konusunda çok hassasım. “Gece

Güneşi”ndeki Arda ve Arya kardeşler, çok yakın bir arkadaşımın çocuklarından esinlenerek yazdığım karakterler. Yani hakikat kısmı oradan, kurgusu da benim hayal gücümden. Ama onları gözlemleyebildiğim için, onların hayatından geçebildiğim için hem çok şanslı saydım kendimi, hem de bu şansı, zenginliği paylaşmak istedim. “Gece Güneşi” gerek çocuk edebiyatındaki gerek yetişkin edebiyatındaki herhalde en çok seveceğim kitap olarak kalacak. Çünkü en mutlu kitabım. Şirin Dağtekin Yenen resimledi. İlk kez bir yazar olarak benim kitabıma dışarıdan biri emek verdi. Sıcacık bir kitap oldu. Normalde ben kitaplarımı çok elime almam, yazarım koyarım kenara. Ama bunu her açtığımda bana da armağanmış gibi geliyor, beni de mutlu ediyor. Sizce çocuk edebiyatının en acil ihtiyaç duyduğu şey nedir? Yaratıcılık ve hayal gücü. Eskiden benim zamanında bir hayli didaktik, buyurgan bir dille mesajlar veren kitaplar vardı. Çocuğun dünyasına hiç geçmezdi. Şimdi hayal gücünü çok geliştiren, sürekli sorgulayan, soru sorduran, yanıt aratan, çocuğa hayata dair her şeyi veren ama ondan umudu almayan kitaplar çıktı. En büyük ağırlık herhalde bu. Çocuk edebiyatı samimiyet gerektirir. Samimiyet çok tatlı ve çok özel bir sınav. Samimi olmayınca da yeterince yaratıcı olunamıyor, çocukla buluşulamıyor. “Ay Denizle Buluşunca” kitabı bir gençlik kitabı. Fuarda çocuk ve gençlik edebiyatı teması işlenmesine rağmen “çocuk” hep ön planda olup “gençlik edebiyatı” biraz arkaya itiliyor sanki. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz ? Gençlik çok zor bir hadise. Genci yakalamak çocuğu yakalamaktan da zor. Çünkü genç dediğimiz yaşta, yani 12-13 sonrası dönem, hiçbirimizin bu dönemde önceliği kitaplar değildir. Haşinlikler, hoyratlıklar, hayal kırıklıkları, kavgalar, sevinçler, ilk aşklar vardır, ama kitap yoktur açıkçası. Bir de şimdinin gençleri çok zor sınavlardan geçiyorlar. Hayatları zorunlu olarak okumaları gereken

Damla Yaz c , Karin Karaka l ile birlikte

kitaplar üzerinden gidiyor. Dolayısıyla gence ulaşmak alabildiğine zor. O yüzden çocuk edebiyatına kıyasla geride kalmış hissi uyandırıyor. Şimdi yayınevleri bu alana doğru hamle yapıyorlar, iyi de yapıyorlar. “Kitap okumak faydalıdır” üst başlığıyla genç okuru yakalamak mümkün değildir. Gençlerle iletişim mizahtan geçiyor, kendinle dalga geçebilmeyi, açık ve samimi olmayı gerektiriyor. Aslında onlardan bir şeyler öğrenmeye de hazır olmayı gerektiriyor. Sürekli “ben yetişkinim, her şeyi bilirim” gibi düşüncelerle nutuk çekerek iyi bir iletişim kurma söz konusu değil. “Yetişkinler çocuklarla neden kitap okumalı” başlığıyla bir paneliniz vardı bu sene Tüyap’ta. Panel başlığındaki soruyu okurlarımız için sormak isterim.Yetişkinler neden çocuklarla kitap okumalıdır? Kesinlikle yararlı olduğu için değil bir kere. Basbayağı çocukla kitap okuyan yetişkinin bundan zevk alacağını söyleyebiliriz. Çünkü orada bir paylaşım var. Çocukla birebir ilişki kuruyorsun, çok mahrem, çok özel bir an. Sadece bir oyuncak almakla, bir kitap almakla bitmiyor iş. Önemli olan paylaşım. İkincisi, çocuk kitapları yetişkin kitaplarından çok daha renkli ve iyi, neden bu zevkten kendimizi mahrum bırakalım ki? Çocuklu olsun ya da olmasın her yetişkinin böyle renkli ve yaratıcı kitaplar okuyarak ufuklarını genişletebileceğini söyleyebiliriz. Klasikleri düşünelim, bir “Küçük Prens” yetişkin kitabıdır aynı zamanda, herkesin kalbinin kilitlerini açar. Seni daha iyi bir insan kılar. Sonra bir süreklilik hikâyesi var aynı zamanda. Bize de kitap okuyan bir anneanne,

anne, baba olmuştur muhakkak, bizi kitapla tanıştıran biri. Sonra bu döngüyü başka çocuklara teslim ederler. Bu geleneği sürdürmekte bile hayatın sürekliliğine dair bir güzellik var. İstanbul Kitap Fuarı’nın bu yılki temasının Çocuk ve Gençlik Edebiyatı olmasıyla ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz? Aslında Tüyap çok arkadan geldi. Bir süredir çocuk ve gençlik edebiyatı fazlasıyla profesyonelleşti. Hatta keşke yetişkin edebiyatı bu kaliteye gelse. Bu sene Tüyap’ta başlık “çocuk” oldu diye daha kaliteli bir şeyler görecek değiliz, zaten yeterince kaliteli oldu. Çocuk edebiyatında çocuğa çocuk muamelesi yapmıyorsun, birey gibi davranıyorsun. Sesini onun sesine benzeterek “bıdıbıdı” yaparsan sadece komik duruma düşersin. Çocukla bir birey gibi konuştuğunda zaten seni anlayacaktır. Sen ona bir şey öğretmiyorsun, sadece iletişim kuruyorsun. Bütün bu iktidar ilişkileri değişirse başka bir ülke olma şansımız bile olur belki. Peki Karin Karakaşlı çocuklar ve gençler için yazmaya devam edecek mi? Çok istiyorum. Çünkü dediğim gibi, çocuk ya da gençlik kitabı yazdıktan sonra, okurla buluşulan bir arka plan var. Sadece yazdığınla kalmıyorsun. Dolayısıyla hayatına çocuklar ve gençler dahil oluyor. Bu enerjiyi çok seviyorum. Bir de sana mücadeleyi, denemen gerekenleri, sınırlarını gösteriyor. O açıdan da diğer kitaplarıma da etkisi oluyor. Burada sade dili keşfettiğinde artık orada da “edebiyat parçalamıyorsun”. Daha yalın, daha duru yazmayı, kendini böyle ifade edebilmeyi öğreniyorsun.

“Kitap okumak faydalıdır” üst başlığıyla genç okuru yakalamak mümkün değildir. Gençlerle iletişim mizahtan geçiyor, kendinle dalga geçebilmeyi, açık ve samimi olmayı gerektiriyor. Aslında onlardan bir şeyler öğrenmeye de hazır olmayı gerektiriyor


Aydınlık KİTAP

SAHAF

23 KASIM 2012 CUMA

21

Enver Gökçe:

Emeği ve hürriyeti yazan şair Enver Gökçe sözcük ekonomisi ve anlam yo unlu u üzerine kurdu u ve tek temsilcisinin kendisi oldu u iir tarz nda ilk iirinden son iirine dek hiçbir acemilik belirtisi göstermez CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com

Yaşadığı çağ her bakımdan onu kışkırtıcı bir çağdı. Dünyanın eşitlik şiarına dayanan ilk devrimi başarılmış, ülkemizde ise yaygın deyişle “yedi düvel”e karşı Kurtuluş Savaşı’mız kazanılmıştı. Fakat böylesi dönemlerin şairi ve yazarı olabilenlerin de yine kendi seçimleri önemli değil midir? Mayakovski, Gorki, Şolohov böylesi örnekler değil midir? Uzağa gitmeye ne gerek var, Nazım Hikmet kendi çağını okuyarak seçimini yapan dünya ölçeğindeki yegâne şairimiz değil midir? Enver Gökçe de seçimini devrimden yana yapanlardan oldu ve ömrünü devrime adadı. Tabii ki filmin sonunu göremeyenlerdendir. 1980 Eylül’ünden sonra Seyranbağları’nda bir huzurevinde kaldığını biliyorum. 19 Kasım 1981’de öldüğünde de hâlâ bu huzurevindeydi. Bu demektir ki halk istemlerinin panzerlerle ezildiği, devrimcilerin bir bir katledildiği, katledilmeyenlerin işkencelere çekildiği, tabutluklara atıldığı ve bir kısmının da idam edildiği, idam edilmeyenlere ise yıllarca tutsaklık hayatı yaşatıldığı bir dönemin tanığı olmuştur. Onun devrimciliği seçtiği, halktan yana tavır sergilediği 1940’lı yılların da kuşkusuz kendine özgü baskı uygulamaları vardır. 1943’te üyesi olduğu Türkiye Gençler Derneği’nin faaliyetlerinden dolayı üç ay tutuklu kalması bunlardan bir tanesidir. Devrimcilerin parmakla sayıldığı bu dönemde polisler tek tek onları izliyordu. Ve onlar koskoca bir toplum içinde vebalı muamelesi görüyordu. Enver Gökçe’ye, edebiyat tarihimizde “1940 Kuşağı” olarak adlandırılan şairler grubu içinde yer veriliyor. Bu kuşak içinde Mehmet Kemal, Niyazi Akıncıoğlu, Arif Damar, Ceyhun Atıf Kansu, Ahmet Arif, Şükran Kurdakul gibi isimler bulunuyor. Şahsım adına ben Enver Gökçe’nin bu kuşağın en özgün ve en yetkin şairi olduğuna inanırım. Kendi kuşağı içindeki şairlerden,

bildiğim kadarıyla 1951 Türkiye Komünist Partisi Tevkifatı’nda o ve Ahmet Arif bulunmaktadır. Şairimiz, duruşmalarda kendisini bir avukatın savunmasını istememiştir. İstese sonuç değişir miydi bilmiyoruz. Ama yedi yıl hüküm giydiğini biliyoruz. Haricen de iki yıl sürgün veriliyor. İki yılı İstanbul’da geçen hapislik hayatını Adana’nın bitli hapishanesinde tamamladıktan sonra Çorum’un Sungurlu ilçesine sürgüne gidiyor. İşsiz, güçsüz, parasız halde geçirdiği onca sürgünlük günlerinden sonra naklini iş bulabileceğini umduğu Ankara’ya yaptırıyor. Bu Enver Gökçe’nin ilk sürgünlüğü değildir. 27 Mayıs devriminin arifesinde tekrar tutuklanır ve yeniden sürgünlük yolları görünür. Bu sefer yerini kendisi belirlemiştir. Doğduğu köye bir sürgün olarak dönecektir. Devrimci önderlerimizden Doğu Perinçek’in kendi soyağacı ile ilgi yazısından Kemaliye’nin Çit köyünü atalarının kurduğunu öğrendiğimde Enver Gökçe sevgim nedeniyle çok heyecanlanmıştım. Akrabalıkları var mıdır, bilemiyorum. Enver Gökçe’nin doğduğu topraklarda yaşadığı ikinci sürgünlük hayatı 27 Mayıs devrimiyle son bulunca şairimiz kendisini geçim kavgası içinde bulur. Çeşitli gazetelerde düzeltmenlik yapar. Bir yandan Pablo Neruda çevirilerini sürdürür. Ankara’dan İstanbul’a gelir, Meydan Larus’ta çalışır. Bir dönem de kışları köyüne gider, yazları Ankara ya da İstanbul’a gelir. Enver Gökçe Sovyet devriminden üç yıl sonra, Kurtuluş Savaş’ımızın ise içine, 1920’de doğmuştur. Ankara’ya, ailesinin göç etmesi sonucu on yaşında iken gelmiştir. Ankara’nın o dönem ünlü olan Gazi Lisesi’nden mezun oldu. Yüksek öğrenimini Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde yaptı. Bu dönemde Halkevinin Ahmet Kutsi Tecer yönetiminde çıkarttığı Ülkü dergisinde çalışmaya başladı. Ülkü dergisinde “Köylerim” ve “Dost Dost İlle Kavga” şiirleri yayımlandı. Dergiye zaman zaman uğrayan Nu-

rullah Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi önde gelen yazar ve şairlerle de bu dönemde tanışma fırsatı oldu. Enver Gökçe’in ilk şiiri Ankara’da çıkan Yurt ve Dünya dergisinde1943 yılında yayımlanmıştır. Bu tarihte şairimiz yirmi yaşındadır. İlk kitabı “Dost Dost İlle Kavga”nın basım tarihi 1973, “Panzerler Üstümüze Kalkar”ın ise 1977’dir. Şiirlerinin kitaplaşması için geçen otuz yıllık süre şansızlıkların, denk düşmemelerin filan ve her şeyin ötesinde bir şairin kendine olan has güveninin ifadesi değil midir? Bir şairin mayasında olması gereken iki özelliği buradan çıkarabiliriz: Özgüven ve sabır. Enver Gökçe sözcük ekonomisi ve anlam yoğunluğu üzerine kurduğu ve tek temsilcisinin kendisi olduğu şiir tarzında ilk şiirinden son şiirine dek hiçbir acemilik belirtisi göstermez. Bu demektir ki matbaaya gitmeden önce çok ciddi bir hazırlık evresi geçirmiştir. Halk dilini ve halk duyarlığını Marksist felsefeyle bütünleştirmede gösterdiği başarı Yunus Emre’nin tasavvufun karmaşık dünyasını halkın anlayabileceği bir sadeliğe taşımasına benzer. Ahmet Kutsi Tecer ve Tahsin Banguoğlu Enver Gökçe’nin hocalarıdır. Aynı zamanda şairimiz Nurullah Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar gibi dönemin önde gelen ve etkileme gücü olan kişileriyle de irtibat içindedir. Her şeyden önce onun böylesi vaat edici bir ideolojik atmosferden sosyalizmin sözcüsü olarak yükselmeyi başarabilmesi her türlü övgüye layıktır. Daha önemlisi o, sosyalizmin estetiğini halk dili üzerine inşa etti, sosyalizmin estetiğiyle sokağın duyarlığını birleştirmeyi başardı. “Başlangıç” şiiri, Enver Gökçe için bütün şiirlerine açılan ve bütün şiirlerini belirleyen özellikleri içinde taşır. Adı üzerinde, o bir başlangıçtır. “Zaman akar, zaman geçer, Zaman zindan içinde; Biz mapusta gürül gürül yatardık Yılan çıyan içinde. Getirdiler ite kaka bir yiğit, Ayak çıplak Ak bir mintan içinde. Zaman zaman içinde Işık duman içinde.” Şiirin ilk bölümündeki sade ve günlük konuşma özellikleri gösteren dil, ikinci bölümünde halk lisanı eda-

Enver Gökçe

sını yitirmese de ağırlaşıp ağdalaşır: “Ve râviyan-ı ahbar Ve muhaddisan-ı rüzgâr Şöyle rivayet Ve hikâyet ederler kim: Beni âdem zor bezirgân içinde Vardı bir Balaban” Şiirin dil bakımından gösterdiği bu farklılık aslında Enver Gökçe’nin kültürel beslenme kaynaklarına da işaret etmektedir. O halk edebiyatından olduğu kadar divan edebiyatından da beslenmiştir. Bu kültürel kaynakları maddeci Marksist bir dünya görüşü anlayışıyla bütünleştirerek devrimci bir estetik oluşturması tabii ki onun ustalığıdır. Onun şiiri insanın, emeğin yaşamla sınanmışlığından, bireyin yaşama duyarlı tanıklığından damıtılmıştır. Böyle olduğu için de dizelerinde ne bir sözcük eksikliği hissedilir ne de bir sözcük fazlalık olarak durur. Estetik temeli bu denli matematiksel ve sağlamdır. Ölümünün otuz birinci yılında belki de en güzeli onu bir başka ustanın, Can Yücel’in dizeleriyle anmaktır: “Sene 1966 Kayınvaldenin evinde oturuyoruz Kınalı’da Gözü yaşlı bir sonbahar günü Güler, sökük dikiyor pencerenin önünde Ben odanın gerisinde masa başında Hatırımda kalmamış kimden Çeviri yapıyorum harıl harıl Telifini parça buçuk alacağımı bile bile… Yau diye seslendi Güler Bir adam geçti önümüzden Tam bir eski tüfek… Bu kadar olur ama! Demeye kalmadı zır kapı! Gittim açtım Karşımda bizim Enver!”

Halk dilini ve halk duyarlığını Marksist felsefeyle bütünleştirmede gösterdiği başarı Yunus Emre’nin tasavvufun karmaşık dünyasını halkın anlayabileceği bir sadeliğe taşımasına benzer


22

Aydınlık KİTAP

23 KASIM 2012 CUMA

YENİ ÇIKANLAR

Zahit

Yand çim

Anla ma

K Masallar

Hasan Özk l ç, Can Yay nlar , 288 s.

Muazzez lmiye Ç , Kaynak Yay nlar , 188 s.

Jodi Picoult, April Yay nc l k, Çev: Cihat Ta ç o lu, 528 s.

Murat Atabarut, Alt n Kitaplar, 312 s.

Hasan Özkılıç’ın ilk romanını okurlarımızın dikkatine sunuyoruz. “Zahit”, 80 sonrasının, bir yanıyla acılı, kasvetli, bir yanıyla cümbüşlü bir manzarasını çiziyor. Siyasal dalgalanma, ekonomik sıkıntılar ve Türkiye’yi kaosa sürükleyen iç göç dalgası... Romanın kahramanı “Zahit”, köyleri boşaltılınca Doğu’dan Batı’ya göçen bir aileden geliyor. Dağılmış, kimlik arayışı içinde, her bir bireyi ayrı bir yolu seçmiş bu ailenin öyküsünü okurken kendimizi başarıyla çizilmiş bir Türkiye panoramasının içinde buluyoruz. Romanın odak noktası siyasal baskılar nedeniyle 90’larda başlatılan ve ölümlerle sonuçlanan açlık grevleri olsa da, çok parçalı, çok karakterli, okuru olup bitenleri düşünmeye, sorgulamaya iten bir roman “Zahit”.

Muazzez İlmiye Çığ, 1914’ten bu yana bir asırlık yaşamındaki tanıklıklarını, içini burkan, her vatandaşın rahatsızlık duyacağı olayları dizelere döküyor. “Emekli olduğum 1973 yılından sonra patlayan acı olaylar, yeni doğan torunumu bekleyen tehlikeler, farkında olmadan dizelere döküldü. ‘Vatandaşlık Tepkilerim’ adıyla içimin yanışını mektuplara geçirmiştim. En son ‘İçim Yanıyor’ adıyla kaleme aldığım dizeleri, sonum gelmeden henüz yaşarken paylaşılmasını isteyen ve yayımlayan Kaynak Yayınları’na sonsuz teşekkürler”. Sümer ve Hitit kültürlerine dair çok önemli araştırmalar yapan ve dünyanın en iyi Sümerologlarından biri olan usta tarihçi ve yazar Muazzez İlmiye Çığ’ın son kitabı “Yandı İçim”, Türkiye’nin gerçeklerini gözler önüne seriyor.

Harte ve Gold aileleri on sekiz yıl boyunca yan yana evlerde yaşadı. Aile pikniklerinden en mahrem sırlara kadar her şeyi paylaştılar. Çocukları Chris ve Emily’nin yakınlaşması da bu nedenle sürpriz olmadı, hatta arzu edildi. Birbirini neredeyse doğdukları günden beri tanıyan, hiç ayrılmayan liseli iki genç, ailelerinin gurur tablosunda el ele gülümsüyordu; ikisi de başarılı, ikisi de popüler, ikisi de pırıl pırıl. Ama bir gece yarısı çalan telefonla her şey degişti; Emily başından vurulmuştu, Chris olay yerindeki tek kişiydi ve silahta kendisi için de bir kurşun olduğunu söylüyordu... İngilizce öğretmenliği yaptığı sıralar sınıfındaki bir kız öğrencinin intihara teşebbüs etmesiyle aklına derin izler kazınan Picoult ergenlik döneminde yaşanan intihar girişimleri üzerine yazmaya başlamış.

Pek çok gizemli masal Kafdağı’nın ardında başlar ve kim bilir nerede son bulur? Orası, gerçekle hayalin, umutla çaresizliğin, aşkla nefretin, kavgayla sükûnetin bir arada harmanlandığı gerçeküstü bir diyardır. Bizim masalımız Kafdağı’nın kıyısında başlayan yüzlerce yıl sürecek bir lanetin kadere karşı çaresiz kıldığı âşıkların izini sürüyor. Mehmet’in kalbi de tıpkı büyük atası Rostom gibi ancak aşkıyla dolu olduğunda çarpabiliyor. Bu masalda bazen keskin gerçeklerle baş edemeyecek kadar naif, derin, duyarlı ve savunmasız insanlarla tanışıyoruz. Yıllar süren hayatlarda herkesin anlattığı masallar vardır elbet, ama “Kış Masalları” onu okuyan herkesin kalbinin bir köşesinde iz bırakacak, gizemli ve olağanüstü öyküsüyle ruhlarımıza nüfuz edecek.

çimden Geçen Zaman

Sinemam ve Ben

Biri Beni Dinliyor

Sert Çocuklara Sert Oyuncaklar

Güldal Mumcu, um:ag Yay nlar , 232 s.

Türkan oray, NTV Yay nlar , 388 s.

Dilek Y ld r m Akgün, Optimist Yay n Da t m, 195 s.

Milyonları sokağa döken olay 24 Ocak 1993 Pazar günü, saat tam 13:25’te yaşandı. Ülkemizde araştırmacı gazeteciliğin öncüsü; Atatürkçü, laik, cumhuriyetçi, demokrat bir Türkiye’nin yılmaz savunucusu Uğur Mumcu, arabasına konan bir bomba ile inandığı değerler uğruna öldürüldü. Eşi Güldal Mumcu, o günü ve o günden sonra yaşadıklarını “İçimden Geçen Zaman” adlı kitabında anlatıyor. Suikastın karanlıkta kalmış pek çok ayrıntısını gün ışığına çıkarıyor, yalın anlatımıyla sarsıyor. “Uğur’u sonsuzluğa uğurladığımız günün ertesinde kar her tarafı kaplamıştı. Beyaz bir sessizlik şehri sarmıştı sanki. Pencerenin önündeki bordo koltuğa oturdum. Şehrin karla kaplı sessizliğine baktım. Hayatımda yeni bir dönem başlıyordu.”

Türkan Şoray’ın 60’lı yılların melodramlarından 70’li yılların toplumsal gerçekçi filmlerine evrilen, ardından gelen sinemadaki büyük krizi atlatıp kadının özgürleşmesinin sembolü olacak filmlere uzanan sinema hayatı, aynı zamanda Türk sinemasının tarihine de ışık tutan birinci elden tanıklık özelliği taşıyor. Sinemada canlandırdığı 200’ün üzerinde kadın karakterle Anadolu insanının sanki “aileden biri” olarak gördüğü, erkeğiyle, kadınıyla bağrına bastığı Şoray, bu yanıyla hiç kuşkusuz bizlerin hayatında bir “sinema yıldızı”ndan çok daha fazla şeyi temsil ediyor. “Sinemam ve Ben”, büyük yıldızın sadece sinema hayatı değil; “Türkan Şoray imgesi”nin gerisindeki insanı, dertlerine, zaaflarına, sevinçlerine, pişmanlıklarına kadar tanıyacağımız açık sözlü bir anlatım...

Dilek Yıldırım Akgün, iş dünyasının çeşitli alanlarında görev alan yöneticilerle kurduğu koç-danışan ilişkisinin röntgenini çekiyor. İş dünyasının sıkıntıları ayrı bir özen gerektiriyor. Diğer yöneticilerle ve çalışanlarla nasıl ilişki kuracağınızı daha da önemlisi kendinizle nasıl ilişki kuracağınızı öğrenmek için yaşanmış koçluk hikâyelerinden çıkarılacak çok ders var. “Bu kitap iyi geliyor okuyucusuna. Gerçekten bağ kurup kendine çıkarımlar yapıyor; okurken dönüşüp düşünebiliyor insan. Kitap içindeki öykülerden çok sevdiklerim oldu, çoğunun sonrasını, şimdisini merak ettim, en güzeli gülümsedim, umutlandım hayattan ve hepimizden yana.” (Canan Ercan Çelik, Borusan Holding Kurumsal Fonksiyonlar Grup Başkanı)

Will Self, Sel Yay nc l k, Çev: Süha Sertabibo lu, 485 s. Will Self bu kitapta, farklı çevrelerden tiplemeleri, karakterleri ve bu çevrelerdeki yaşamı kendine has bir kıvraklıkla yansıtıyor. Self’in kara mizahı, liberal hümanizmin ve modern hayatın “kutsal inekleri” konusunda çok acımasız. “Sert Çocuklara Sert Oyuncaklar”, crack kokain ticaretinden, çağdaş psikolojinin bayağılıklarından, kendilerini, bir davette yakalanmak istemeyeceğiniz kişiler olarak niteleyen bir yerli kabileden, bir babanın çocuklarına bakmak için talihsiz girişimlerden, öldükten sonra Kuzey Londra’da yaşamaya devam eden bir anneden, bir koğuştan ya da bir evdeki böceklerden söz ederken, tartışılmaz inançlarınız ya da gizli önyargılarınız ne olursa olsun, sizi telaşa düşürecek, hayran bırakacak, kahkahayla güldürecek bir kitap.




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.