.
KITA P Aydınlık
BU SAYIDA
32 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 1355
7 Aralık 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 41
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Uçmak ömre bedeldir*
Araştırmacı-yazar Özlem Kumrular ile
‘İslam korkusu’nun temelleri üzerine
Talat ve Fitnat’ın Aşkı…
Pier Paolo Pasolini Üstüne Bir Kronoloji Denemesi
Mutluluğu Arayan Adam: Spinoza
“Üç Kulak Osman”ın serüveni
Aydınlık KİTAP
Haftanın Portresi: Oğuz Atay
s. 4
Uçmak ömre bedeldir*
s. 5
Talat ve Fitnat’ın aşkı…
s. 6
Pier Paolo Pasolini Üstüne Bir Kronoloji Denemesi
s. 7
Rekabetten arındırılmış dünya
s. 8
Kent girdabında ilişkileri kalıplara hapseden erkek ve kadınlar
s. 9
Mutluluğu arayan adam: Spinoza
s. 10
“Üç Kulak Osman”ın serüveni
s. 11
Kapak: Özlem Kumrular’la son kitabı “İslam Korkusu” üzerine röportaj
s. 12
Ölüme götüren yazılar antolojisi
s. 14
“Yazın hayatım Atatürk devrimlerini budayanlara karşı mücadeleyle geçti”
s. 15
Yolun yarısındaki veda: Ali Rıza Ertan
s. 16
Tanpınar: “Hakiki realizm, teferruat saymak değildir”
s. 17
s. 20
Sahaf: Basiretsiz bir komutanın düştüğü hal!
s. 21
Alıntı Test-Bulmaca
s. 22
. KITA P
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı
Ayayayayayaayaya yayayayaayayayay aaa
s. 18-19
Çocuk-Genç: Mektup “mail” oldu, çocuk aynı çocuk
Aydınlık
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22
www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com
Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ Genel Müdür Yardımcısı (Reklam): Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
3
SUNU
İÇİNDEKİLER
Yeni Çıkanlar
7 ARALIK 2012 CUMA
Saynur Okuroğlu
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
Aydınlık KİTAP
7 ARALIK 2012 CUMA
HAFTANIN PORTRES
Oğuz Atay (12 EKİM 1934 - 13 ARALIK 1977) Eserlerinde “küçük burjuva” insan n seçer, insan n kendine ve hayata yabanc la mas n irdeler. Karakterlerini intihar ettirir, öldürür veya kaybettirir. Ancak Atay, kaybolmu lar anlat rken ve onlar yok ederken bu duruma esasen isyan etmektedir
Şahinin peşinde Hammett’ n yaratt bu dedektif tiplemesi kanl canl , bizden biri. Sonras nda Chandler’da da görece imiz gibi içkici, uyan k, zaman zaman yoldan ç k yormu hissi verse de daima adalete sad k DENİZ ANTEPOĞLU denizantepoglu@hotmail.com
Dashiell Hammett
Everest Yayınları, Ahmet Ümit edi- latımda kopukluklar yapmadan şaşırtabil-
Edebiyatımızda eserleriyle çığır açan Oğuz Atay, 1934 yılında Kastamonu’da doğdu. Ankara Koleji’ni bitirdikten sonra, 1957’de İTÜ İnşaat Fakültesi’nden mezun oldu. 1975 yılında doçent olan Atay, ilk romanını yayınlayana kadar çeşitli dergi ve gazetelerde makaleleri ve söyleşileri yayımlandı. İlk romanı “Tutunamayanlar”ı 1970 yılında tamamladı ve aynı yıl TRT Roman Ödülü’nü kazandı. “Tutunamayanlar”, edebiyat çevresinde büyük bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Roman, ilk postmodern roman sayıldı ve edebiyata farklı tarzıyla büyük yenilikler getirdi. Eleştirmen Berna Moran, romanı “hem söyledikleri hem de söyleyiş biçimiyle bir başkaldırı” olarak nitelendirilmiştir. Moran’a göre “Tutunamayanlar”daki edebi yetkinlik, Türk romanını çağdaş roman anlayışıyla aynı hizaya getirmiş ve ona çok şey kazandırmıştır. Ardından 1973’te yayımladığı ikinci romanı “Tehlikeli Oyunlar” ile getirdiği yenilikçi çizgiyi korumuş ve edebiyattaki yerini sağlamlaştırmıştır. Öykülerini “Korkuyu Beklerken” isimli kitabında toplamıştır. 1973 yılında yayımla-
nan “Oyunlarla Yaşayanlar” adlı oyunu Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenmiştir. 1911-1967 yılları arasında yaşamış Prof. Mustafa İnan’ın hayatını anlatan “Bir Bilim Adamının Romanı”nı 1975 yılında yayımlamıştır. Eserlerinde “küçük burjuva” insanını seçer, insanın kendine ve hayata yabancılaşmasını irdeler. Karakterlerini intihar ettirir, öldürür veya kaybettirir. Ancak Atay, kaybolmuşları anlatırken ve onları yok ederken bu duruma esasen isyan etmektedir. Hem de oldukça erken bir dönemde. Çünkü 1980’li yıllarla beraber gelen apolitikleşme ve yalnızlaşma Atay’ın eserlerinde çoktan hissedilmeye başlanmıştır. Önceden görmüştür, yaşamıştır ve yazmıştır. Atay, beyninde çıkan tümör nedeniyle büyük projesi “Türkiye’nin Ruhu”nu yazamadan 13 Aralık 1977’de, İstanbul’da hayatını kaybetmiştir. Vefatının ardından, 1987’de “Günlük”, 1998’de ise “Eylembilim” adlı kitapları yayımlanmıştır. Yaşamında kitapları ikinci baskısını dahi yapmamışken vefatının ardından kitapları büyük ilgi görmüş ve defalarca basılmıştır.
törlüğünde çıkardığı polisiye kitaplara Dashiell Hammett serisiyle devam ediyor. Daha evvel Raymond Chandler serisini yeniden kazandıran yayınevi Kara Roman akımının ustası Dashiell Hammett ile klasikleri kazandırmaya devam ediyor. Serinin son kitabı, Hammett’ın filme de çekilmiş, en meşhur romanı “Malta Şahini”. Daha evvel Raymond Chandler’ın “Göldeki Kadın” isimli polisiye romanını tanıtmıştım ve yazımda “Kara Roman” akımından da bahsetmişti. Bu akım ABD için İngiliz polisiyelerinden kopmak anlamına geliyordu ve dedektiflerin değişimini simgeliyordu. Hammett ve yarattığı dedektif tiplemesi “Sam Spade” ise akımın kuşkusuz önde gelen ismi. Zira Hammett’ın yarattığı bu dedektif tiplemesi Chandler’a da ilham olacak ve polisiyenin değişimi sağlamlaşacaktır. “Malta Şahini” kitabından yola çıkacak olursak dedektif kanlı canlı, bizden biri. Sonrasında Chandler’da da göreceğimiz gibi içkici, uyanık, zaman zaman yoldan çıkıyormuş hissi verse de daima adalete sadık. Kitabın konusu ise kıymetli bir heykelin kaybolması ile ilgili, yani konu tamamen para. Güzel, para peşinde, ihtiraslı kadınlar romanın tamamında var, gerek ana karakter gerekse yan karakterler olarak. Zengin ve mafyatik iş adamları, kumarbazlar ve dolandırıcılarla dolu bir roman “Malta Şahini”. Ancak dedektifimiz de pek “iyi” bir adam olmasa da her şeye rağmen adaletin peşinde. Romana geçersek, polisiyelerin o bilinen yoğun temposunu ve sürükleyiciliğini kitaptan beklerken anında o havaya giremiyorsunuz. Kitap esasında sürükleyici, ancak zamanla açıldığı kanısındayım. Önceleri dağınık anlatımla karşı karşıya olduğunuzu hissederken konu ilerleyip olaylar ve karakterler iç içe geçtikçe dağınıklık kayboluyor ve beklediğiniz sürükleyicilik geliyor. Romanı bitirdikten sonra ise dağınıklığın sebebinin olayları gizemli bırakıp okuyucuyu düşünmeye sevk ederken arada kopukluklar olmasına bağladım. Hatta Chandler’ın kitabının bu romana kıyasla çok daha düzgün ilerlediğini ve okuyucuyu an-
diğini fark ettim. Hammett yeni bir yol açtı kuşkusuz. Polisiyeyi yeryüzüne indirdi. Ancak Chandler ayaklarının daha da sağlam basmasını sağladı kanımca. Ancak kitapta ana karakter Spade’in anlattığı bir olay yazarın sadece polisiyeyle ilgilenen biri olmadığını, sadece maceralar yaratma derdine olmadığını anlamanızı sağlıyor. Olaya göre her şeye ve iyi bir aileye sahip emlak zengini bir adam aniden, yanına hiç para almaksızın kaybolur. Karısı adamın yaşadığına dair duyumlar alıp dedektifimizi tutar. Ve dedektif, adamın yürürken hemen yanına inşaat iskelesi düşmesi üzerine ölümden döndüğünü ve hayatının değiştiğini öğrenir. Adam, esasında hayatın her an tehlikelerle dolu olduğunu anlar ve hayatını sorgular. Gerçek mutluluğun iyi bir aileye veya paraya sahip olma ile özdeş olmasının kendisine dayatıldığını, esasen mutlu olmadığını fark eder. Ailesine kendilerine yetecek kadar para bıraktığını düşünerek gider, birkaç yıl sonra başka biriyle evlenir. Bu kısacık olayda bir insanın ölümle burun buruna gelmesi nedeniyle hayatının tamamen değişmesini ve özgürlük ile mutluluk kavramlarını tekrar düşünmesini anlatıyor. Yazarın fikrine katılıp katılmamak önemli değil bence burada. Zira önemli olan, yazarın bakış açısının olması, düşündüğü birtakım şeylerin olması ve polisiyeye bu anlamda katkı sağlaması. Kitabın belki de önemsiz bir kısmından bahsediyorum. Ama yazarın getirmeye çalıştığı yeniliği anlamak ve sadece maceralar üretme derdinde olmadığını, aksine hayatla da ölüm aracılığıyla derdi olan bir yazarla karşı karşıya olduğunuzu belirtmek istiyorum. Sonuç olarak klasik olmasının yanı sıra nitelikli bir polisiye olması sebebiyle okumanızı tavsiye ederim. Neticede kendisi de eski dedektif olan bir yazarın, yarattığı olaylar da yaşadıkları ve ölüme yakınlığıyla harmanlanınca daha gerçekçi ve keyifli romanlar çıkıyor. (Malta Şahini, Dashiell Hammett, Everest Yayınları, Çev: Sinan Fişek, 260 s.)
Aydınlık KİTAP
Uçmak ömre bedeldir*
5
Uwe Timm
Romanda k ve gölge oyunlar salt dönem itibariyle “yar gölge”ye girmi Almanya için de il, Etzdorf’un Japonya’daki ilk gecesinde Japon gölge sanat na atfedercesine hayallerini bir perdenin arkas ndan Dahlem’in gölgesine anlatmas nda da görülüyor
DİLAN ÖZTÜRK dilanozturk@gmail.com
68 kuşağı yazarlarından ve bu kuşağın rıgölge”ye girmiş Almanya için değil, Etzönde gelen temsilcilerinden Uwe Timm, Can Yayınları tarafından dilimize çevrilen “Yarıgölge”de bizi 1930’ların Almanyasına I. Dünya Savaşı’ndan çıkmış, savaş borçlarından, istikrarsız politikalardan ve muhtemel savaş tehditleri ile henüz gölgeye tam girmese de tüm bu sıkıntıların sorumlusunun Yahudilik ve demokrasi olduğunu ilan eden aşırı bir lideri makul bulabilecek, onun gölgesinde kaybolabilecek kadar güvensiz/kafası karışık bir toplum haline gelen Almanya’ya götürüyor. Roman Berlin’in en büyük mezarlıklarının birinde başlıyor. Orijinal adıyla İnvalidefriedhof, 1748 yılında Prusya Kralı II. Friedrich tarafından askeri personel için kurulmuş, yıllar içinde Almanya’nın savaşlarına ve devrimlerine ilişkin bir anıt haline gelmiş. 1848 devriminin kahramanları, I. Dünya Savaşı’nın kırmızı baronu Manfred von Richthofen, Nazi üst düzey yöneticileri, savaş tutsakları, pek çok Yahudi ve sivilin de yattığı bu mezarlıkta ölüler dile gelse anlatırlardı trajik Alman tarihini.. Nitekim bu romanda yine bu mezarlıkta yatmakta olan Almanya’nın ilk kadın pilotlarından Marga von Etzdorf dile geliyor ve hikâyesini anlatıyor, halihazırda dinleyici bulmuşken hikâyesini anlatmak isteyen diğer ölülerden fırsat buldukça.
JAPONYA’DA HAYAL A K Marga Von Etzdorf Berlin’den Japonya’ya Sibirya üzerinden uçarak geçmiş ilk kadın pilot. Yazar, Marga’nın evrak üstünde kalmış yaşantısını hayal gücüyle beziyor ve Japonya’da karşısına Christian von Dahlem isminde bir subayı çıkarıyor. Dahlem’in kendi odasını bir perde ile bölerek paylaşma teklifiyle başlayan bir aşkın etrafında gelişen romanda ışık ve gölge oyunları salt dönem itibariyle “ya-
dorf’un Japonya’daki ilk gecesinde Japon gölge sanatına atfedercesine bütün gece hayallerini bir perdenin arkasından Dahlem’in gölgesine anlatmasında da, anlatım tekniğinde de görülüyor. Öyle ki roman anlatıcısının kimliği belirsiz, Dante’nin “İlahi Komedya”sındaki rehberi Virgil’i anımsatan Gri ismini taktığı hırpani Prusya kıyafetleriyle mezarlıkta gezen anlatıcıya yol gösteriyor, kimi zaman ölülere tercüman oluyor, kimi zaman onların hikayelerini birbirine bağlıyor, kendisi hiçbir hikâyeye taraf olmadan. “Birinci olmayı istiyordu. Hiç kimsenin olmadığı bir yerde olmak istiyordu. Bir şeylerin keşfedileceği, yüzlerce kez üzerine yazılıp çizilmemiş bir şey. İnsanın kendisiyle ilgili bir başka tecrübede bulunabileceği o yeni şey. Kendisini keşfedeceği, tehlikede ve zarurette, hiç olmadığı kadar kendini bulabileceği, o dehşet yüzünden tam, o bütünüyle yabancı olan şey yüzünden. Bu kadında diyor Gri, takdir ettiğim şey bu işte.” Etzdorf’un kendi özel uçağını bir kazada kaybetmesinden sonra Nasyonel Sosyalist Almanya için yaptığı Suriye uçuşunda inişte yaşadığı kazadan sonra kendi elleriyle hayatına yirmi beş yaşında son vermesinin üstündeki gizem perdesi aralanıyor, sorgulanıyor. Etzdorf üçüncü kez kaza yapmış olmayı mı kaldıramadı, Nasyonel Sosyalizm misyonuna bir şekilde hizmet etmeyi mi, yoksa “biz izobarlarız” dediği Dahlem’in onunla eş hava basıncına sahip olmamasını mı? Buna okuru karar verecek, her okur kendi sebebinin anlatıcısı olacak nihayetinde. *Marga Von Etzdorfun mezar taşında yazılı kendi sözü (Yarıgölge, Uwe Timm, Can Yayınları, Çev: Melike Öztürk, 232 s.)
K TAPTAN “Kızılordu. Askerler, toprak kahverengisi üniformalar. En baştakileri gördüğümde, onlara doğru yürümeye başladım. Nihayet diye düşündüm, herşey tuzla buz olmuş. İyi böyle, herşey yerin dibini boylamalı, un ufak olmalı, ancak böyle yeni bir şey gelebilir. Yepyeni bir şey. Yerin dibine geçmeli, tezahürat yapanların tümü, ufak bayraklarıyla hepsi, başüstüne diyenler, hazır ola geç, Heil diye haykır, gelirken onları herkes görsün. Kurtuluş tamam ama asla mağlubiyetten dem vurma. Zaferdi. Kızıl Orduculara diyor makinist, karşı yürüdüm. Ve haykırdım da yoldaşlar, diye. Druşba diye haykırdım.”
6
7 ARALIK 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
KARANLIĞA MEKTUPLAR. 1
Talat ve Fitnat’ın aşkı “Taa uk- Talat ve Fitnat” kad n n toplumsal hayattaki yerini ve en az ndan e ini kendi seçebilme hakk n n bulunmay n alttan alta ele tiriyor DAĞHAN DÖNMEZ Daghan_donmez@mynet.com Ne içindeyim zamanın, Ne de büsbütün dışında; Yekpâre, geniş bir ânın Parçalanmaz akışında. A.Hamdi Tanpınar “… Ekmek verdiğimiz evlerin hepsinde de bu hasırları çok temiz tutarlar, sanki cilalanmış gibi parlatırlardı. Zaten hiç kimse sokak ayakkabısıyla içeriye giremezdi. Ayakkabıyı çıkartıp, terlik ya da çorapla içeriye girmek bir Doğu ve Asya geleneğidir. Evlerdeki bir başka gelenek, namahrem kuralıydı. Her kadın haremdi ve namahrem kurallarına tabiydi. Kendi kocası dışında, akrabası olmayan erkeklerle görüşemez, onlara görünemezdi. Acaba, haremlerin kafesli pencerelerinin ardında ne yaparlardı?” Dönemin gündelik hayatının esintilerini taşıyan bu satırlar, bir Osmanlı Ermenisi olan Hagop Mintzuri’ye ait… Tarih Vakfı Yurt Yayınları tarafından “İstanbul Anıları 1897-1940” adıyla yayımlanan kitap, Tanzimat’la başlayıp devam eden köklü bir toplumsal değişiminin fotoğrafını çekmemize olanak sağlıyor. Yegane hakkı nefes almak olan, sosyal hayattan soyutlanmış, “erk” in erkekler elinde toplandığı bir düzende yaşayan kadının, çok değil bundan 100-150 yıl önceki halini yansıtır; Mintzuri’nin İstanbul’u… Zaman zaman, Beyoğlu’nun o büyülü taş binaları arasında dolaşırken veya kendimi Galata’nın gri yokuşundan, Karaköy’ün ıslak genzine bırakırken; yanımdan eski İstanbul insanlarının geçtiğini hayal ederim. Zihnimin sığ kıyılarından, kayıklarla gelirler. İçlerinde kadınlar tek tüktür; efendiler ise feslerinin altında dalgın!
İşte bu gezintilerin birinde, İlber Ortaylı’nın o tespiti kafamda çınladı: “Doğu-Batı kültürü kutuplaşması bizim toplumumuzda da modernleşme ile başladı. Bizim toplumumuzda da diyorum, çünkü Türkiye, modernleşmenin getirdiği bu gibi sorunlarla karşılaşan tek ülke olmadığı gibi, çatışmanın temelinde yatan asıl neden İslamlık-Hristiyanlık ayrılığı da değildir. Pekala Hristiyan Rusya’nın ve Budist Asya’nın da aynı şiddetle bu problemi yaşadığını görüyoruz.” (İlber Ortaylı, Gelenekten Geleceğe, sy:15, Timaş Yayınları) Günümüzde de devam eden çatışmanın odağına “din olgusu” konsa dahi, gerçeğin bu olmadığını gösteren delillerden biridir; Ortaylı’nın tespiti… Zira Dostoyevski, ünlü “Puşkin Konuşması”nda da aynı dertten muzdarip olarak, Batıcılarla Slavcıları, halka aydınları, Rusya’yla Avrupa’yı uzlaştırmaya çalışır. ( Kaynak eser; Dostoyevski, Puşkin Konuşması, Çev: Tektaş Ağaoğlu, İletişim Yayınları ) Modernizmin girdiği her toplumda yaşanan bu kutuplaşma, özellikle Türk toplumu gibi; göçebe genetiğine sahip olması nedeniyle, yerleşik kültürün derhal etkisi altına giren ve her daim geçiş toplumu olma özelliği göstermiş bir kitlede daha da derin ayrışmalara yer açmaktadır. Peki, “kadını” mihenk alarak açtığımız bahiste, sürtüşmenin temeline neyi koymak gerekir? Niyazi Berkes’in, “200 Yıldır Neden Bocalıyoruz?” adlı eserinde yer verdiği şu görüşleri belki yolumuza fener tutabilir: “Aslında Babıali’nin bir amacı, nerede ise İstanbul’a dayanmak üzere olan Mehmet Ali’ye karşı İngiltere’den askeri yardım sağlamaktı. Türk ordusunun İngiliz subaylarının emrine verilmesini isteyen Palmerston’un teklifini Mahmut reddedince ( 2.Mahmud ) İngiltere askeri yardım fikrinden vazgeçti; bunun yerine bir Ticaret Antlaşması teklif etti. Bu antlaşma ile İngiltere, Osmanlı
İmparatorluğu’nu yüzyıldan beri yeni Avrupa ekonomisine karşı çepeçevre koruyan birçok geri usullerin kaldırılmasını istiyordu. İstanbul’da ve Londra’da Türk devlet adamlarının etrafını saran dış yardım ve Türkiye uzmanları “Türkiye bu muahedeyi uygulamakla Batı uygarlığına girecek” diyorlardı. (Cumhuriyet Yayınları, sy:33) Sebep buydu belki de… Şifahi toplum oluşumuz… Sosyal hayatımızı tamamen –zan- lar üzerine bina edişimiz… Devrimle, öykünmeyi ayırt edemeyişimiz…Tanzimat’la birlikte, sarığın yerine fes getirilişini sokaklara dökülerek protesto eden güya dindarların, iki yüzyıl sonra fesin yerine şapka getirilişini protesto ettiğini yine bu köşede yazmamış mıydık? İslamiyet namına Arap yaşam tarzının, ilericilik namına Batı hayatının tesiri altında kalmak, yerleşik kültürün hegemonyasına boyun eğme eğilimi gösteren göçebe kültürün bir sonucu muydu? Oysa aynı göçebe kültür, kadın ve erkeği farklı görmeyen bir algıya dayanıyordu. Geçtiğimiz günlerde, Atlas dergisinde yayımlanan “Kayıp Türkler” belgeselinde yazar; Dukha Türkleri için şunları yazacaktı: “Dukhalarda kadınlar ve erkekler oldukça eşitlikçi ilkelere sahip. Bir şefleri yok, rengeyikleriyle, ortaklaşmacı, hiyerarşisiz bir toplumu yüzyıllardır sürdürüyorlar.” Tıpkı Anadolu kültürü gibi… Böyle bir sürüncemenin en alevli yerinde yazılmıştı; “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat”… Bir başka deyişle, Talat ve Fitnat’ın aşkı… 1872 yılında Hadika gazetesinde tefrika edilmeye başlayan roman, 1875 yılında kitap olarak basılmıştır. Tanzimat’ın etkilerinin görülmeye başlandığı toplumsal hayatta, edebiyat alanında da önemli değişimler baş göstermiş ve bunların neticesinde Türk edebiyatındaki ilk roman olarak kabul edilen “Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat”la başlayarak; roman türünde üst üste eserler verilmeye başlanmıştı. Roman bir aşk romanı olmakla
emsettin Sami
birlikte, günün içtimai hayatına, bilhassa kadın ve erkek ilişkilerine ayna tutması bakımından oldukça önem taşır. Kapı Yayınları’ndan basılan kitapta, birbirini seven iki gencin sonu ölümle biten acıklı hikâyesi, bugün dahi okurun fazla zorlanmadan okuyabileceği sade bir dille yazılmıştır. Dönemin kültürel atmosferine paralel olarak, Fransız Edebiyatının gerçekçilik modasının etkisindeki Şemsettin Sami’nin kitabı, doğal olarak gerçek bir olaydan hareketle kaleme alınmıştır. Kitabın bu özelliğinin yanı sıra, kadının toplumsal hayattaki yerini ve en azından eşini kendi seçebilme hakkının bulunmayışını alttan alta eleştirmesi de bir diğer unsur olarak karşımıza çıkıyor. Roman tekniği ve hikâye örgüsü açısından bir hayli zayıf olan eser, Türk edebiyatı ve Türk sosyal hayatı açısından bir belgesel olarak kabul edilebilir. Kapı Yayınları’ndan, “Ölümsüz Klasikler” başlığı ile çıkartılan dörtlemenin diğer kitapları; Recaizade Mahmut Ekrem’in “Araba Sevdası”, Namık Kemal’in “İntibah”ı ve Nabizade Nazım’ın “Zehra”sıdır. Bu yekpare geniş anın, parçalanmaz akışına tanıklık etmek isteyenlere tavsiye olunur; sevgili okur! Okuyucuya Not: Saygıdeğer okur, kağıdın kulağına üç defa üfledim ve Karanlığa Mektuplar dedim köşenin adına… Bundan böyle, iki haftada bir tanıtacağım her kitap; karanlığa gönderilmiş bir mektup olacak…Çünkü kelimedir, mumu tutuşturan… (Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat, Şemsettin Sami, Kapı Yayınları, 153 s.)
Roman bir aşk romanı olmakla birlikte, günün içtimai hayatına, bilhassa kadın ve erkek ilişkilerine ayna tutması bakımından oldukça önem taşır. Kapı Yayınları’ndan basılan kitapta, birbirini seven iki gencin sonu ölümle biten acıklı hikâyesi, bugün dahi okurun fazla zorlanmadan okuyabileceği sade bir dille yazılmıştır
Aydınlık KİTAP
7
Pier Paolo Pasolini üstüne bir kronoloji denemesi
Kronolojik olarak ilerleyen kitab n ilk bölümleri Pasolini’nin pek bilinmeyen ama asl nda çok önemli bir kimli ine; “ air Pasolini”ye ayr lm . Büyük talyan iir antolojisine göre yirminci yüzy l ba latan talyan air Pasolini’nin airli i enine boyuna incelenmi ERCAN DALKILIÇ ercandalkilic111@gmail.com
Pier Paolo Pasolini, “Salo ya da Sodom’un 120 Günü”nü ya da kısaca “Salo”yu (“Salò o le 120 giornate di Sodoma”, 1975) çektiği yıl, sevgilisi olduğu iddia edilen on yedi yaşındaki genç bir erkek tarafından dövülerek öldürüldüğünde henüz ellili yaşlarının başındaydı. Ve yönetmenliğinin yanında tiyatrocu, eleştirmen, ressam ve romancı gibi kimlikleriyle de dikkat çekiyordu. Biyografi yazarı Enzo Siciliano, yönetmenin ölümünden sonra yaptığı araştırmalar sırasında özel evrakları arasında “Who is me? Poeta delle ceneri” adlı bir uzun düzyazı şiiri bulmuş, yazdığı Pasolini biyografisinde de büyük ölçüde bu şiirden yararlanmıştı. İşte Selahattin Yıldırım, Agora Kitaplığı’ndan çıkan “Pier Paolo Pasolini”yi, Pasolini’nin kendi kaleme aldığı “Pasolini’nin Hayatı ve Eseri Üstüne Kısa Bir Kronoloji Denemesi”ni, Enzo Siciliano ve N. Naldini imzalı Pasolini biyografilerini baz alarak hazırlamış. Aslında Yıldırım, uzun süredir bir başka büyük İtalyan eylemci ve düşünür Antonio Gramsci hakkında çalışmalar yapıyormuş. Fakat Pasolini’nin de, tıpkı Yıldırım gibi büyük bir “Gramsci düşkünü” olması, ikili arasında bir duygudaşlık yaratmış anlaşılan, sonuçta da böylesi “ciddi ve derinlikli bir çalışma” meydana gelmiş. Kronolojik olarak ilerleyen kitabın ilk bölümleri Pasolini’nin pek bilinmeyen ama aslında çok önemli bir kimliğine; “şair Pasolini”ye ayrılmış. İlk şiirini yedi yaşında yazan, Büyük İtalyan şiir antolojisine göre yirminci yüzyılı başlatan İtalyan şair Pasolini’nin şairliği enine boyuna incelenmiş. Bununla da yetinilmemiş, “Ben Kimim? Küllerin Şairi” ve “Gramsci’nin Külleri” adlı şiirlerinden çeviri parçalara yer verilmiş. Kendi deyişiyle “direnişçi şair”, “sivil şair”, “davaların şairi”nin şiirleri daha önce dilimize çevrilmişti, ama şairliği hakkında bu kadar etraflıca bilgiye sahip değildik açıkçası.
Pier Paolo Pasolini
“Pasolini estetiği” dediğimiz şeyi bir bir öğelerine ayırmış Selahattin Yıldırım; Gramsci ve Karl Marx gibi isimlerin düşün dünyasını nasıl etkilediğini, Roma başta olmak üzere şehirlerin eserlerine sızışlarını, dine karşı takındığı tavrı, Fellini ve diğer sinemacı arkadaşlarıyla, kişisel hayatında yer etmiş dostlarıyla ilişkilerini, kılı kırk yaran bir özenle tasniflemiş elimizdeki çalışmada.
PASOLINI S NEMASI Pasolini’nin fragmenter düşünse yapısına uygun olarak hazırlandığı hissedilen çalışmanın en büyük kısmı sinemacı kimliğine ayrılmış tabii olarak. Denemelerinde “şiir sineması”yaptığını ifade eden yönetmenin filmografisi, filmlerine karşı yapılan eleştiriler ve çeşitli gazetelere verdiği demeçlerle desteklenmek suretiyle kapsamlı bir şekilde sunulmuş okuyucuya. Deleuze tarafından, “anlatım düzeni”ne, yani simgesel dil sistemlerinin egemenliğine karşı direnen, “özgürleştirici”, simgesel sistemin öncesine “geridönüşçü”, anlamı önceleyen, ilk anlama geri götüren bir sinema olarak tanımlanan Pasolini sineması, bu özelliği ile tam manasıyla “halkçı” bir perspektife sahiptir. Pasolini’nin kendisi de, sinemasını Gramsciyen etkinin altında nazional-popolare (ulusal-halksal) olarak nitelemiş, anlatımının nesnelliğini, epik akışını ve elite (seçkinlere yönelik) olmayan karakterlerini bununla açıklamış zaten, kitaptan öğrendiğimize göre. Kısaca, Agora Kitaplığı’nın yönetmenler dizisine kattığı, Selahattin Yıldırım’ın elinden çıkma “Pier Paolo Pasolini”; Susan Sontag’ın da dediği gibi İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana İtalyan sanat ve edebiyat dünyasında ortaya çıkmış (bu) önemli figürü, İtalyan Marksist düşün insanı Pasolini’yi tanımak için çok iyi bir fırsat. (Pier Paolo Pasolini, Selahattin Yıldırım, Agora Kitaplığı, 256 s.)
8
7 ARALIK 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Rekabetten Mustafa Balbay’a arındırılmış dünya mektuplar “Umut Yolu”, uygarl m z n getirdi i ve yayg nla t rd sorunlar n ve olumsuzluklar n çok fazla olmas , en önemli kazan mlar m z n üstündeki tehlikelerin giderek artmas ve Direni hareketinin getirdi i de erlerin önemsenmemesi, hatta yönetimler taraf ndan ayaklar alt na al nmas gibi tespitlerden hareketle yola ç k yor
IRAZ MAYA
2011 yılında Stephane Hessel tarafından yazılan küçücük bir risale olan “Öfkelenin” yayınlandığında yer yerinden oynadı. Bir çeşit 21. yüzyıl manifestosu sayılabilecek bu otuz sayfalık kitapçıkta Hessel, II. Dünya Savaşı’nda Nazi Almanyası’nın işgaline kahramanca karşı koyan direnişçilerin sahip olduğu değerleri hatırlatıyor ve yeniden benimsenmesini istiyordu. İnsanları, akıl almaz boyutlara ulaşan eşitsizliğe, adaletsizliğe, yoksulluk, şiddet ve ölümlere yol açan anlayışa karşı öfkelenmeye çağırıyordu. Kitap sadece Fransa’da iki milyon sattı. Hemen hemen bütün dünya dillerine çevrildi, milyonlarca kopyası dağıtıldı. İşte aynı Hessel, yanına kendisi gibi ihtiyar delikanlı bir arkadaşını, Edgar Morin’i alarak bir kez daha sesleniyor insanlığa. Geçtiğimiz günlerde Say Yayınları tarafından yayımlanan ve İsmail Yerguz gibi yetkin bir çevirmen tarafından dilimize kazandırılan yeni manifesto “Umut Yolu” adını taşıyor.
D REN N DE ERLER N UNUTMAK “Umut Yolu”, uygarlığımızın getirdiği ve yaygınlaştırdığı sorunların ve olumsuzlukların çok fazla olması, en önemli kazanımlarımızın üstündeki tehlikelerin giderek artması ve Direniş hareketinin getirdiği değerlerin önemsenmemesi, hatta yönetimler tarafından ayaklar altına alınması gibi tespitlerden hareketle yola çıkıyor. Nedir bu sorunlar? Kâr ve çıkar hırsının artması, somut dayanışmanın azalması, kamusal alanda ve özel sektörde bürokrasinin aşırı artması, rekabetin azgınlaşması, baskısı ve yozlaşması, niceliğin niteliğe egemen olması, sahte ürünlerin alınmasını teşvik eden tüketim zehirlenmesi, endüstriyel tarım ve besicilik alanından gelen gıda maddelerinin bozulması, tüketicilerin, küçük ve orta ölçekli üreticilerin, koşullanmış ve bölünüp yalnızlaşmış vatandaşların çaresizliği, bilgiler arasında kopukluk yaratan ve dolayısıyla bi-
reylerin ve yurttaşların yaşamlarındaki temel ve bütüncül sorunları kucaklama olasılığını engelleyen bir eğitim sisteminin yetersizliğinin git gide açık seçik hale gelmesi, tüm siyasal sorunları pazar sorununa indirgeyen ve hiçbir önemli amaç açıklamayan iktisatçı bir budalalığa teslim olmuş kör bir siyasal düşüncenin bunalımı.
“ Y YA AMA S YASET ” Maddi refahın kültürel ve manevi bir refahı getirmediği açıkça ortada olduğuna göre ne yapmalıyız? İlerleyen bölümlerde Hessel ve Morin, “iyi yaşama siyaseti” olarak tanımladıkları çözüm önerilerini sıralıyorlar. İyi yaşamın refahla karıştırılmamasını, bugünün uygarlıklarında refah kavramının yalnızca maddi anlamına indirgendiğini, oysa iyi yaşamın bunlarla ilgisi olmadığını belirtiyorlar. Onlara göre iyi yaşama bir yaşam kalitesidir ve sahip olunan malların çokluğu ya da azlığıyla ilgisi yoktur. Öncelikle duygusal, ruhsal ve ahlaksal bakımdan iyi olmayı kapsar. Günümüzde uygulanan politikalar günlük yaşamımızı baskı altına almakta ve mutsuzluğa, umutsuzluğa yol açmaktadır. O halde yoksullukla mücadele edilecek bir siyaset izlenmeli, örneğin rekabetten arınmış bir çalışma dünyası yaratılmalı, kent, köy, tarım, üretim ve tüketim politikaları yeniden tanımlanmalıdır. Dayanışmanın canlandırılması amacıyla “arkadaşlık evleri” adı verilebilecek sosyal merkezler açılmalı, iyi bir gençlik siyaseti izlenmeli, ahlak yüceltilmeli, çok yönlü bir ekonomi uygulanmalı, eşitsizliklerin ortadan kaldırılması için sosyal bir konsey oluşturulmalı gibi pek çok somut öneriyi sıralıyorlar. Dünyanın gidişatına bakılırsa acilen alternatif yaşam biçimleri üzerinde düşünmemiz, zaman geçirmeden uygulamaya koymamız şart gibi görünüyor. Hessel ve Morin’e kulak vermeliyiz. (Umut Yolu, S. Hessel- E. Morin, Say Yayınları, Çev: İsmail Yerguz, 88 s.)
BARIŞ DOSTER
Gurbette mektup almak, hapiste mektup almak, askerde mektup almak umutlandırır, heyecanlandırır, sevindirir insanı. O mektuplarda samimiyet, coşku, özlem vardır. Güç verir, direnç aşılar, yaşama sevinci katar insana. O mektuplar birer güvercin gibidir adeta, özgürlüğe kanat çırpar. Sadece yakın dostlardan, akrabalardan değil, daha az tanışıp, nadiren görüşüp, çok samimi olmadığımız insanlardan gelen mektuplar da önemlidir. Özenle açılır, heyecanla okunurlar. Üstünde “Görülmüştür” damgası yazanlar bile, daha önce başka gözler tarafından okunanlar bile sıcaktır, sıcacıktır, sımsıcaktır. Ülkemizin yüz akı aydınlarından, seçkin gazetecilerinden olan ve bu vasıflarına, şartların da zorlamasıyla siyasetçi kimliğini de ekleyen Mustafa Balbay da böyle bakmış kendisine yazılan mektuplara. Kıyamamış onlara ve biriktirmiş, derlemiş onları. “O Mektubu Yazan Bendim” adıyla da kitaplaştırmış. Silivri’yi, Hasdal’ı birer üniversiteye, kütüphaneye çeviren kahramanlardan, yurtseverlerden, aydınlardan biri olarak, vatan nöbetini tutarken, mesleğini de ihmal etmemiş. Silivri’yi Türkiye’ye anlatan kitaplarından sonra bu kez Türkiye’yi anlatmış Silivri’den. Türkiye’nin umudunu, birikimini, donanımını, öfkesini, hüznünü yansıtmış kendisine yazılanlar üzerinden. CANDAN, ÇTEN, UMUTLU, KAYGILI… 4 yılda 30 bini aşkın mektup alan Balbay’a yazılanlar, onun sadece bir gazeteci, faşizmin mağduru bir yurtsever, seçkin bir Cumhuriyet aydını, üretken ve çok yönlü bir yazar ve çiçeği burnunda bir milletvekili olarak görülmediğini, başka özelliklerinin de olduğunu kanıtlıyor. Çünkü Balbay aynı zamanda ülkemizin namuslu ailelerinin bir evladı, ailenin gurbetteki büyük oğlu sanki. Küçüklerin Mustafa amcası. Biraz daha büyümüş olanların abisi. Genç gazeteci adaylarının hocası. Nitekim mektuplar da bu yönlerini yansıtıyor onun. “Mustafa Ağabey” diye başlayan da var, “Dostum” diye seslenen de. “Mustafa Bey” diye hitap eden de var, “Hocam” diye söze girişen de. “Saygıdeğer vekilim” diye satır başı yapan da var, “Can kardeşim” diye selamlayan da… Sık sık, düzenli, sürekli, devamlı yazan da var, ara sıra, tek tük, seyrek yazan da. Yurt içinden yazan da var, gurbetten yazan da. Ortaokul öğrencisi gençler de var, Köy Enstitüsü mezunu Cumhuriyet
gençleri de. İletişim öğrencileri de var, tıbbiye talebeleri de. “Dayan yiğidim” diye yazan büyükler de var, “Keşke avukat olsaydım, gelir seni savunurdum”, “Mustafa Amca yanaklarından öperim” diyen çocuklar… Mektuplar candan, içten, umutlu, kaygılı. İfadeler öfkeli, isyankâr ve korkusuz. Anlatımlar yürekli ve mert. “Yalnız değilsin” diyorlar hepsi Balbay’a. O’nun yolundan gideceğine söz veriyor gençler. “Fişlenmekten korkmuyorum” diye meydan okuyor öğrenciler. Bazıları, “Gerekirse yanına gelirim” diye kafa tutuyor. “Bütün çocuklar seni seviyor” diyerek selam yolluyor. “Özgürlüğümden utanıyorum” diye yakınıyor kimileri. “Bu ilk mektubum, yaşadığım sürece devamı gelecek” diye söz verenleri, “Kimi zincirler içinde hürdür, kimi esir olmaktan bahtiyar” diyenler takip ediyor.
BÜTÜN MEKTUPTA LARA BULUTLAR DOLUSU SELAM Balbay’ın seçtiği, tasnif ettiği, sıraladığı ve kitaplaştırdığı mektuplarda her şey var. Bir kader mahkûmu şöyle sesleniyor mesela: “Nişanlıma laf attılar, kavgaya tutuştum. Vurduğum kişi öldü, 36 yıl verdiler… Nişanlım terk etti. Ne arayıp ne de soruyorlar. Hakan çok ceza aldı bir daha çıkamaz dediler abi. Buralarda her şeyi öğrendim, arkadaşlıkları, dostlukları, bir tek bana burada ailem sahip çıktı”. Balbay, gençlerden gelenleri, öteki cezaevlerinden gelenleri, sanatçılardan gelenleri ayrı ayrı bölümlerde toplamış. Mektupları yazanların isimlerini de, kendisine saklamış. Bunu “Zaten bu mektuplar hepimize ait” diye açıklıyor. Bu mektuplara, yani hepimize verdiği yanıt ise kitabının sonunda yer alıyor. Şöyle diyor teşekkür mektubunda: “Bu mektupların her biri karanlığa ve korkuya karşı yakılan birer ışıktı. Ben öyle hissettim. Kitapta yer verdiğim mektupların en karamsar olanı bile içinde umut barındırıyordu. Böylesi ortamlarda yazılan her mektup, mahpusla toplum arasında bir kılcal damarın doğmasıdır. Her doğum da tazelenmektir, büyümektir, canlılıktır, heyecandır. Beni bu ölçüde etkileyen mektuplardan bir seçki yapıp toplumla paylaşmak görev ve sorumluluktu. Her mektup için teşekkür ediyorum… Özgürlükte görüşmek, kucaklaşmak üzere… Bütün mektuptaşlarıma bulutlar dolusu selam”. (O Mektubu Yazan Bendim, Mustafa Balbay, Cumhuriyet Kitapları, 362 s.)
Aydınlık KİTAP
7 ARALIK 2012 CUMA
9
Kent girdabında ilişkileri kalıplara hapseden erkek ve kadınlar Metropolde ya yorsunuz, belli bir refah düzeyinde, kendinize göre “iyi bir ya am” sürüyorsunuz. Ama “Mutsuzum” mu diyorsunuz? Peki seçimlerinizi gerçekten kendinizin yapt ndan emin misiniz? Yazar Can Papuççuo lu’nun Destek Yay nlar ’ndan Temmuz ay nda ç kan roman “Kom unuz Mehmet Yatak Odas ndan Bildiriyor” modern insan n ili kilerine dair bir sorgulama ya atabilir SEZA ÖZDEMİR sezaozdemir@gmail.com
Reklam ve medya dünyasından gelen genç bir yazar Can Papuççuoğlu. “Komşunuz Mehmet Yatak Odasından Bildiriyor” adlı bu ilk kitabının kapak tasarımında ve adındaki şekliyle ele alınmasından dem vurup muhalif bir yayında derdine derman bulmak istediğini belirttiğinde şaşırdığımızı itiraf edelim. Ancak kitabın “meraklı okurlara” hitabı, aslında bir okur olarak “önyargılı” olduğumuzu yüzümüze çarpmadı desek yalan olur. Pek çok Aydınlık Kitap okurunun sayfamızda gördüğünde garipseyebileceği bu kitabı yazarıyla konuşmadan edemedik. Belli bir refah düzeyine erişmiş ve kültürlü kent insanının kalıplarla yaşamasını, bunda metropolün etkisini, kadını ve erkeğiyle modern insanı yazar Papuççuoğlu'yla konuştuk. Böyle bir kitap yazmaya nasıl karar verdiniz? Başlangıçta “Komşunuz Mehmet” olarak hiç tasarlamamıştım. 2008’de gündeme gelen “Kriz teğet geçti.” lafına çok sinirlenerek bir yazı yazdım. Krizin komşunuz olan sıradan adamı, Ahmet’i ya da Mehmet'i nasıl etkilediğini anlattım. Sonra baktım ki hakim olduğu bir alan değil, ekonomi bilmem ben. Fakat “Komşunuz Mehmet” fikri hoşuma gitti. Sonra onu ikili ilişkiler hakkında bir karaktere dönüştürdüm. Ayrı ayrı öyküler; bir diğer komşuyla bütünlenerek insanları eğlendiren ama aynı zamanda 30’lu yaşlarda İstanbul'da yaşayan insanları mizahi bir dille eleştiren bir kitap haline geldi. Çıkış noktanız böyleyken neden “yatak odası”nı hem imgesel olarak hem de kapakta merkez haline getirdiniz? İnsanlar bir şeyin dış görünüşüne bakarak “Aaaa seksten bahsediyor. Çok satar” diye düşünüyorlar; ben de dedim ki “Alsınlar ama ondan sonra bunun böyle olmadığını görsünler.” Bu tamamen bunun içindi. Okurun “Kalıplara göre yaşıyoruz ve olayın biraz da içine bakmak gerek.” mesajını almasını istedim. Ama kendi kazdığım kuyuya düştüm. “Biz bu adamın değişimini kitapta gördük ve kendi hayatımızdaki değişimlere ciddi anlamda örnekler çıkardık.” diyenler oldu ama bu 100 kişiden 2’sidir. Seçimlerinizi gerçekten siz mi yapıyorsunuz? Komşunuz Mehmet karakteri, İstanbul’da belli bir refah düzeyinde yaşayan, kültürlü genç bir erkek. Onun “Biricik Komşusu” da öyle. Aslında kendi seçimlerini ya-
şayabilecek bu insanlarla ilgili bir dönüt aldınız mı okurdan? Enterasandır, evet aldım. Bu kitabın en büyük tezlerinden biri, bilinçli olarak yaptığımız seçimlerin o kadar da bilinçli olmadığı. İstanbul’da 20 milyonda 1.5 milyon insan belli bir refahla ama reklamlarda görüp özendirildiğimiz gibi yaşıyor. “Ben iyi para kazanacağım, iyi profesyonelim. Yalapşap kültüre de bulaşırım.” diyen erkekler, “Kariyerimi çocuğumla beraber yaparım” diyen kadınlar... Bunun iyi bir çözüm olduğunu düşünüyorlar. Ama bu bir şablon ve hayat hiç öyle değil. Bu kez bocalama başlıyor. Bu sırada diğer insanlara bakıyor, kötü; ortam, Türkiye, iş, seks kötü. Sonradan anlıyor ki, aslında bu mutsuzluğun temeli kendi. Niye? Çünkü bilinçli olarak yaptığınızı sandığınız seçimi gerçekte siz yapmadınız ama sonuçlarını siz çekiyorsunuz. Ne yapıyor peki şu an Komşumuz Mehmet? Şu anda girdiği bunalımdan kurtulmaya çalışıyor, hala bunalımda çünkü evlenerek kurtulduğunu zannediyor (gülüyor). Fakat orada da kalıplara bağlı olduğu için gene bir bocalama yaşıyor. Kurtuluş o kadar kolay değil mi? Kolay değil, hayır. Çözüm ya siyah ya beyazda mı? Yazarına soralım madem, kurtuluş nasıl olacak? Bir kere işin kolayına kaçmayı bırakmalı. Sonra yaşamaktan korkmayacak; yaşayacak, yine hata yapacak. Eğer İstanbul'da yaşıyor ve “Hem daha iyi bir hayat için çabalayım diğer yandan reklamcılığa devam edeyim, sosyal şeylerden de mahrum kalmayayım” derseniz öyle bir kurtuluşunuz söz konusu değil. Ya tamamen bırakacaksınız o işleri ya da daha uzun bir süreçte günün sonunda “Evet, İstanbul ya da X şehrinde yaşıyorum görünürde ama günün sonunda mutluyum” diyebileceğiniz bir safhaya geleceksiniz. Kent insanının durumu o kadar siyah beyaz mı gerçekten? Yoksa sadece İstanbul gibi metropoller için mi geçerli? Aslında benim bahsettiğim gri çünkü bu işin siyah beyazı olsa her işi bırakıp sadece mutluluğunuza konsantre olabilirsiniz.Yapabiliyor musunuz pratikte? Hayır. Siyah be-
Seza Özdemir Can Papuççuo lu ile birlikte...
yaz olması gerekirken mecburiyetten dolayı fiiliyatta griyi yaşıyoruz. Ayrıca X şehrindeki insana da İstanbul pompalanıyor. İstanbul pompalandıkça, dayanamıyor özeniyor, imreniyor, istiyor. Bu, ister istemez ona mutsuzluk veriyor. Peki bu konuda kadın ve erkek arasında bir fark var mı size göre? Bireysel olarak baktığımızda yok ama tabii ki toplumsal olarak çok farklı. Biricik Komşu'nun Komşunuz Mehmet'e yaptıkları, aslında Komşunuz Mehmet tarafından halihazırda gerçek hayatta yapılmış şeyler. Erkek yaptığı zaman "Oooo ne güzel!", kadın yaptığı zaman "Tu kaka!". Öyle bir dünyanın olmadığını insanların artık anlaması lazım. 70'lerdeki cinsel devrim, Türkiye'de belki daha yeni yeni oturuyor.
KENT ERKE VE KADINININ K LEMLER Kadınlar bu değişimi yeterince hazmetti mi size göre? Kadınlar şu anda bu hediyeyi almış ama o hediyenin değerini bilmiyor. Ellerindeki özgürlüğü ya çok abartıyor ya da nasıl kullanacaklarının farkında değiller. Kendilerine göre bir sürü yanlış seçim yapıyor ve daha mutsuz oluyorlar. Bu kez "Aaa demek ki çözüm evlilikteymiş" deyip başlangıca dönüyorlar. Evlendikten 2 yıl sonra da ayrılıyorlar. Dolayısıyla onlar da bir bocalama döneminde. Kadınların bu özgürlüğü hazmetmesindeki en büyük kolaylık da, tabii ki erkeklerin onlara nasıl davrandığı. Peki erkek yeterince hazmetti mi bu de-
ğişimi? Erkek kadından daha beter. Kadınlar doğru bildikleri yolda ilerlemeye devam ederlerse, erkekler de buna seve seve ayak uydurmak zorunda. Öbür türlü hayatlarındaki “ideal kadın” zaten ortadan kalkmış durumda ve aslında öyle bir kadın yok. Kadınlar bir adım önde bu değişimde ve kadınların erkekler üzerindeki gücü kadınların zannettiğinden fazla. Bunu bir erkek olarak kabul ettiğiniz zaman, problemlerinizin %50’si çözülüyor. Komşunuz Mehmet çok kritik bir denge buluyor sanki, değil mi? Evet, çünkü o da anlıyor ki; “çok iyi oynarım” dediği o oyunun kural koyucusu filan değil. Komşunuz Mehmet, kuralları bir şekilde koyulmuş bir oyunda oynayan bir tip. Mutlu olmak için belki kendi inançlarını veya kendi ideallerini çöpe atabilen bir adam. Bu anlamda cesur. Dolayısıyla Komşunuz Mehmet’in yaşadığı ikilem, metropol erkeğinin birebir yaşadığı bir ikilem. Bunda ilişkilere dair beklentilerin payı var mı? Kadın ve erkek ilişkilere aynı şekilde bakamıyor. Yapı itibariyle bakmıyorlar. Birbirleriyle empatiye girmemeleri ise en büyük sıkıntı. Ayrıca o Amerikanvari “Erkeğinizi elde tutmanın 10 yolu”, “Kadını tavlamanın 68 yolu” gibi şablonlar var. Önce kendi beklentilerimizin karşı cinse göre farklı olduğunu kabullenip sonra toplumun yarattığı kalıplardan kendimizi ayırmalıyız. (Komşunuz Mehmet Yatak Odasından Bildiriyor, Can Papuççuoğlu, Destek Yayınları, 264 s.)
10
7 ARALIK 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Mutluluğu arayan adam: Spinoza “Genelde filozoflar ‘felsefe yapmaya’ iten güdü Bilgi aray iken, Spinoza’y güdenin Mutluluk aray oldu u söylenebilir.” CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com
Bilişsel terapi, bilindiği gibi, zihinde oluşan imgelerin ve düşünce kalıplarından hareketle onları değiştirmek şeklinde iş gören bir terapi yöntemidir. Zihinde yerleşmiş düşünce ve imgelerin yol açtığı eylemlerin ortadan kaldırılması ve/veya değiştirilmesi için bu düşünce ve imgelerin değiştirilmesi gerektiği düşünülür. İnsanların eylemleri ve tutumları zihinlerinde yerleşmiş düşüncelerin ve dışsal koşulların baskısı altında (ya da bunların etkin olması sonucu) vuku bulur. Bu açıdan bakıldığında, iyikötü, doğru-yanlış yoktur. İyi ve kötü, bir şey hakkında yargıda bulunan kişilerin bakış açısından doğmaktadır. Benzer şekilde doğru ve yanlış da belirli ölçütler altında olgu ve olayların değerlendirilmesi sonucu bu olgu ve olaylara yüklenen sıfatlardır. Spinoza’da da bilişsel terapinin benimsediği düşünce kipinin bir benzerini görüyoruz.
insanların dışsal koşullar sonucu oluşturdukları imgelerle ve bu koşulla- Spinoza rın sonucu olarak eylemde bulunurlar. Spinoza’nın bu konuda görüşlerini, yazar, şu sözlerle özetlemektedir: “İnsanın, tutkularına tutsak olması zorunludur ama kaderi değildir. İnsanın doğasında, tutkulara düşmesini zorunlu kılan özellikleri bulunduğu gibi, onu bu tutsaklıktan özgür kılacak olanaklar da mevcuttur. Belirli koşullarda özgürlüğe kavuşması da aynı zorunlulukla gerçekleşecektir. Zaten dünyada gerçekleşen her şey zorunluluk altında gerçekleşir ve özgürlük, “zorunluluktan kurtulmak” değil, “zorunluluk kullanılarak” istenen değişimin elde edilmesi anlamına gelir.” (s. 250). Bu alıntıda, Spinoza’nın yukarıda sözü edilen sahte özgürlüğe karşı ne tür bir özgürlüğü savunduğu açıktır. Ona göre özgürlük, insanın kendi doğasına (conatus ‘a) uymasıdır. Burada kullanılan “insan doğası”, 18. yüzyıl siyaset felsefecilerinin kullandığı anlamda belirtik bir insan doğası değildir. İnsanın şu veya bu özellikleri insan doğası altında düşünülmez. İnsan doğasından kasıt insanın bedeni ve zihni arasında Spinoza’nın olduğunu düşündüğü ilişki ve insanın sebat etme ilkesidir (conatus’tur).
SP NOZA’DA ÖZGÜRLÜK VE ZORUNLULUK L K S
DE M, MUTLULUK VE B LG
Spinoza iyi ve kötü üzerine geliştirdiği düşüncesinde bunların tek başına bir anlamının bulunmadığını düşünmektedir. Yazar bu konuda şunları söylemektedir: “Spinoza’ya göre bir şeye ancak belli bir açıdan iyi ya da kötü denebilir. İyilik ve kötülük görelidir ve bir ve aynı şeye, değişik açılardan, hem iyi hem de kötü denilebilir.” (s. 97) İyi ya da kötü olan üzerine genel geçer yargılar bildirmektense, esas mesele, insanların eylemlerini neden yaptığını ve kendi varlıklarını sürdürmeleri için (sebat etme ilkesi gereği, conatus gereği) neler yapabileceklerini anlamaktır. Spinoza’ya göre insanlar özgür istençleri olduklarını düşünürler. Oysa bu bir yanılsamadır. İnsanlar eylemlerinin nedenlerini bilmediklerinden eylemlerini kendi istençlerinin özgürce belirlediğine inanırlar. Spinoza’ya göre işin aslı,
Spinoza’nın özgürlükle zorunluluk arasında kurduğu ilişki çerçevesinde yukarıda sözü edilen mutluluk arayışı birleştirildiğinde bilginin oturduğu konum daha kolay anlaşılacaktır. Bilgi, insanın eylemlerinin ardındaki nedenlerin anlaşılması ve bu sayede insanın kendi doğasına uygun hareket edebilmesi için gerekli koşulların yaratılması sürecinde önem kazanır. Bilgi, bu konumuyla, bir anlamda eylemdir de. Kişinin koşullarını değiştirmesi, mevcut durumunu değiştirmek için kendini anlaması ve kendini anlayarak değiştirmesi bilgiye ulaşma süreciyle bir ve aynı süreçtir.
Tarikatçı ve mistik düşüncelerin kol gezdiği bir ortamda, bunların dışında bir yol tutan Moris Fransez adlı yurttaşımız “Spinoza’nın Tao’su Akıllı İnançtan İnançlı Akla” başlıklı çalışmasıyla 2012’nin Eylül ayında felsefe okurlarının önüne çıktı.
ğiştiren bir fikir olacaktır. ...Zihnim fikirlerimin bir kabı değildir, fikirlerimin ta kendisidir. Dolayısı ile doğamın özünü tanımak, benim için, doğamın, özündeki saflığa ulaşmasını sağlamak, yani doğamı iyileştirmek anlamına gelecektir.” (s.100)
FELSEFEC LER VE F LOZOFLAR
B L SEL TERAP VE SP NOZA
Eserin belki de en önemli yanı felsefeci ve filozof arasında yaptığı ayrımdır. Bu ayrımda ikinci konuma düşmeyi yeğleyen yazar, yaptığı ayrımı şöyle özetlemektedir: “1. Felsefeciler: Bunlar, felsefe mesleğinin profesyonel – bazen de amatör – erbabıdır. Zahmete katlanıp, her türlü felsefi akımı öğrenirler, öğretirler. Bu öğretilerin kendi yaşamlarının bir parçası olması gerekmez ve genelde, öğrettikleri başka, kendi yaşadıkları başkadır. 2. Filozoflar: Bunların ilgi odağı ise felsefe değil yaşam’dır. Sürekli olarak, hem bireysel hem de toplum içindeki yaşamı daha iyi yaşamanın yolunu bulmaya ve sırası gelince de, başkalarına göstermeye çalışırlar. Öğrettikleri gibi yaşamaları – en azından bunu istemeleri – beklenir.” (s. 113)
MUTLULUK ARAYI I OLARAK FELSEFE Yazar bu ayrıma göre Spinoza’yı ve kendisini ikinci gruba dahil etmektedir. Bir bakıma haklıdır da. Felsefe, özellikle Sokrates döneminde, mutlu yaşamanın, hayatın anlamının ve bilgece yaşamın izlerini sürmüştür. Bu izi sürmeye sadık kalmaya çalışan yazar, bir filozof olarak Spinoza’nın amacını şu sözlerle dile getiriyor: “... Genelde filozofları “felsefe yapmaya” iten güdü Bilgi arayışı iken, Spinoza’yı güdenin Mutluluk arayışı olduğu söylenebilir.” (s. 79) Alıntıda görülen mutluluk ile bilgi arayışları arasındaki ayrım, ikisinin arasındaki ilişkinin ne türden bir ilişki olduğu sorusunu gündeme getirebilir. Mutluluk, Spinoza’nın söyleminde belirgin bir biçimde ortaya çıkar. J. S. Mill’in ortaya koyduğu bir “haz” ilkesi değildir söz konusu olan. Mutluluktan kasıt insanın sebat etme ilkesine (conatus) uygun bir yaşama erişmesidir. Bu açıdan mutluluğu aramak ve mutluluk için gerekli koşulları bilmeye çalışmak bir ve aynı sürecin farklı görünümleridir. Benzer bir şekilde, Fransez, “anlamak” başlığı altında şunları söylüyor: “Aslında doğamı tanımak, bir yerde, onu değiştirmek anlamına da gelir. Çünkü doğam hakkında elde edeceğim bilgi, benim dışımda, ölü bir fikir olmayacak, beni de-
DO RU VE YANLI Bilgilenme sürecinde yanlış fikrin yeri ve bu fikrin nasıl ele alınacağı doğru fikre, bilgiye ulaşmak açısından çok önemlidir. Yazar, bu konuda ilginç bir yorumda bulunuyor:
“Spinozacılık, yanlışın ne eksik, ne de günah olarak görülmediği ve bir kuramının kaleme alındığı tek felsefedir. Spinozacı düşüncede, doğru bilgi ile sonuçlanan süreçten değişik bir süreçle üretildiği için, yanlış, doğrunun tersi değildir.” (s. 183).
SP NOZA’NIN NEDENLER VE ETK S Dolayısıyla, Spinoza felsefesinde yanlışın kendisi de bilginin konusudur. Bu tutum, yanlıştan doğruya ilerleyişi diyalektik bir biçimde serimleyen “Tinin Görüngübilim”inin yazarı Hegel’de de kolaylıkla görülebilir. Zaten, Fransez de, Spinoza’nın etkilerini ele aldığı son bölümde, filozofun Freud, Marx, Einstein ve Hegel gibi diğer düşünürlerle arasındaki ilişkiye yer vermektedir. Bunca ünlü kişinin arasında, Türkiye’de benzer bir şöhrete kavuşamamış Spinoza’nın etkisini görmek Türk okur için şaşırtıcı olacaktır. Tarihe ve gerçekliğe katı bir nedensellikle bakan Spinoza’nın kendisi de bu nedenselliğe tabidir. Fransez bu olgudan hareketle Spinoza’yı hazırlayan koşulları, ilginç anekdotlarla birlikte, ele almış. Kitabın ilk bölümünü oluşturan bu tarihsel arkaplanı, Spinoza’nın temel eseri olarak görülen “Etik”in Spinoza’nın diğer eserlerinden de faydalanarak yorumlanması izlemektedir. Son bölümde de, Spinoza’nın etkileri özlü bir biçimde ele alınmaktadır.
K TAP ÜZER NE SON NOT Felsefe bilgisini geliştirmek, özellikle de Spinoza gibi çetin ceviz bir filozofu anlamak ve yaşamını bilgelikle donatıp değiştirmek isteyen okuyucunun muhakkak okuması gereken bu kitaba ilişkin eleştirimizi sunmayı yazarına bir borç biliyoruz. Bu kısa yazıda eserinin birçok bölümüne değinemediğimizden bizi affetsin. Ancak, eserinde, özellikle son bölümde dindarlıkla (ya da yazarın deyişiyle “ilahi takdir”le) Marx, Freud ya da Einstein gibi adların birlikte anılması biraz talihsiz olmuş. Esasında, yazar, bu hamlesini temelsiz bırakmıyor. Ama, bunun yerine, kendisinin de kullandığı “içkin yasa”, “yasalılık”, “ussallık” gibi terimleri kullanmakla yetinmiş olsa yazarın başvurduğu alıntılara getirdiği yoruma itiraz edilmesi çok daha zorlaşırdı. Bu eseri okuyucuyla buluşturduğu için Kabalcı Yayınevi’ne teşekkür ederiz. (Spinoza’nın Tao’su, Moris Fransez, Kabalcı Yayınevi, 368 s.)
Aydınlık KİTAP
11
“Üç Kulak Osman”ın serüveni Ercüment Cengiz, bu ilk roman nda bamba ka bir temay i lemi . Kitab n en çok dikkat çeken yan kurgusu. lginç mekânlar , beklenmedik sonu, k vrak anlat m yla “G rnatac ” insan bir yandan 19. yüzy l sonlar stanbul’una, bir yandan da 1950’lerin caz kulüplerine götürüyor ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com “Defin töreninden sonra komşuların getirdiği, yoğurt çorbasının, patlıcanlı pilavın, üzüm hoşafının buruk lezzetiyle bir köşede olanları anlamaya çalışırken, babasının kadim dostlarından biri, şivesi bozuk bir amca, onu bir kenara çekip bir süre teselli etmişti. Sonra da, uzun tahta bir kutudan şimdiye kadar gördüklerine hiç benzemeyen, siyah kaplamalı, kocaman bir klarnet çıkarıp uzatmıştı: ‘Al bakalım, bu senin bundan böyle…” Sadece kulağı için değil, duyduğu sesleri hafızasında iyi sakladığı için adına “Üç Kulak Osman” da denen gırnatacı Osman’ın 1890’larda başlayan ve 1950’lilerin ortalarına dek süren, İstanbul’dan Chicago’ya uzanan serüvenini anlatıyor “Gırnatacı”. Everest Yayınları’nın bu yıl yedincisini düzenlediği “İlk Roman Ödülü”nü kazanan Ercüment Cengiz’in romanı. Kitapta yer alan kısa biyografisine baktığımızda Cengiz’in bir tıp doktoru olduğunu okuyoruz. Bütününe bakıldığında ise kendi biyografisinin de romana dâhil olduğunu gördüğümüz yazarın, doktorluğunun yanı sıra müziğe, özellikle de caza ilgisi dikkatlerden kaçmıyor.
KÜPLÜ MEYHANE’DEN AMER KA’YA “Gırnatacı” alışılmışın ötesinde bir temaya sahip. Bugünden Osmanlı’ya yolculuk yaptırıyor. Galata’da Küplü Meyhane’de gırnata çalan “Üç Kulak Osman”ın Abdülhamit’in emriyle 1893’te Chicago Jackson Park’ta açılan bir sergiye gönderilen musiki heyeti içerisinde yer alması ve sonrasında değişen hayatı anlatılıyor. Her anına müziğin eşlik ettiği ve yirmi beş bölümden oluşan roman, ilk olarak “Blues”la başlıyor ve okuyucuyu 1950’ler New York’unda bir caz kulübüne götürüyor. Natalie adındaki genç bir kadının hayat hikâyesini dinlemeye başlıyorsunuz ilkin, dinlerken sanki sahnedeki yaşlı gırnatacının mu-
sikisi kulaklarınızda çalınıyor. Natalie, kocası Barkev’in ilgisizliğinden yakınmaktadır, Barkev ise sorunlu bir iş yaşamı olan, politikayla ilgili bir Ermeni milliyetçisidir. Barkev, günlerden bir gün eski eşyaların içerisinde 1890’lara ait bir fotoğrafa rastlar. Dedesinin de içerisinde yer aldığı bu fotoğrafta, iki kişi daha yer almaktadır. İşte bu kare bizi günümüzden Osmanlı’ya doğru yolculuğa çıkarır. Eşi benzeri bulunmaz İstanbul şehrinde, tarih içerisinde bir seyahatte 1893 yılındayızdır ve artık anlatılan Osman’ın hikâyesidir. Barkev’in dedesinin de yer aldığı fotoğraf karesindeki iki gençten birisidir “Gırnatacı Osman”. İstanbul’da oldukça ünlüdür. Ermeni bir kıza, Meline’ye aşıktır. O sıralar henüz on yedi yaşındadır.
B R MEKTUPLA DE EN HAYAT Ve günün birinde Saray’dan gelen bir mektupla hayatı değişir. 1893’te Chicago Jackson Park’ta açılan bir sergiye gönderilen musiki heyeti içerisinde yer alır. Scott Joplin’in keşfedeceği Osman, artık caz grupları arasında yer almaya başlar. Amerika’da yeni aşklara yelken açar ve aşkı Meline’yi unutur. Unuttuğu sadece aşkı değildir, memleketini de unutur. Amerika’da kalmaya karar verir. Aradan hayli bir zaman geçmiş ve Osman Lincoln’s Garden’ın devamlı müzisyenlerinden biri olmuştur. Bir gün Gırnatacı Osman ile Barkev tesadüfen rastlaşırlar. Osman sahneden inip Natalie ve kocası Berklev’in yanına gider. Bu andan Barkev Osman’la sohbete başlayacak ve zaman tünelinde bir yolculuğa çıkacaktır. Sonunda da dedesiyle ilgili bağları yakalayacaktır. Ercüment Cengiz, bu ilk romanında bambaşka bir temayı işlemiş. Kitabın en çok dikkat çeken yanı kurgusu. İlginç mekânları, beklenmedik sonu, kıvrak anlatımıyla “Gırnatacı” insanı bir yandan 19. yüzyıl sonları İstanbuluna, bir yandan da 1950’lerin caz kulüplerine götürüyor… (Gırnatacı, Ercüment Cengiz, Everest Yayınları, 335 s.)
K TAPTAN “(…) Belki de bu yüzden, sanat eserleri, hayatın bizatihi kendisinden daha gerçekçi ve samimi olabilirler, biliyor musunuz? İşte, ben de ülkeleri, şehirleri, dünyayı dolaşıp, görmediğim tabloların, heykellerin, hasılı tam da hayatın peşinden koşuyorum. Beni hayalperest bulanlar, hayatın sırrının aslında yaşadıklarımızda değil, hayallerimizde saklı olduğunu bilmiyorlar. Simyacılar, hayatın gerçeğinin laboratuvarlarında, bense dünyanın her köşesinde arıyorum bir bakıma…”
12
7 ARALIK 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
KAPAK
ÖZLEM KUMRULAR’LA SON KİTABI “İSLAM KORKUSU” ÜZERİNE...
Sadece Osmanlı arşivine kapanarak tarih yazamazsınız
Özlem Kumrular DAMLA YAZICI damla.yazici@msn.com Yıllardır süregelen Doğu ve Batı arasındaki bilinmeyen ve tanımlanamayan şeyler korku ve “önyargı” oluşumuna da neden oldu. İlişkilerin önyargılar ve korkular etkisinde kurulduğunun çeşitli yansımalarını günümüzde görüyoruz. “Şer ekseni” gibi kavramlar, siyasi, ekonomik ve dini olarak karşıtlıkların isimleri haline geliyor. Din ise bu karşıtlıkların en hareketli elemanlarından. İslam'ın terörle ilişkilendirildiği günümüzde bu odaklanmanın tarihsel de bir altyapısının olduğu konusu ise gerçeklik arayışında önem kazanıyor. İslam gerçekten korkulacak bir kavram mı yoksa düşmanlıkların devam ettirilmesi için bu kavrama karşı bir “önyargı” mı kurulmalıydı Batıda? Bunu geniş bir araştırma mecrasına yayarak, tarihsel önyargıların toplumsal deyişlerde, edebiyatta, ağıtlarda karşılığının mutlaka olacağından yola çıkarak güçlü bir araştırma örneği sunan Özlem Kum-
rular'la son kitabı “İslam KorkusuKökenleri ve Türklerin Rolü” üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. “İslam Korkusu” kitabınız “Türk Korkusu”adlı ilgi gören kitabınızın ardından aynı titizlikle, 8 ayrı dildeki kaynaklardan yararlanılarak, ülkemizde ve dünyada değerli tarihçilerin de katkılarından beslenerek oluşturduğunuz çalışmanız. Böyle bir konuda eser vermedeki amacınız neydi? Avrupa’da uzun süredir İslam korkusundan bahsediliyor. Aynı şekilde Türkiye’de sıkça adı geçen bir konu bu, lakin hakkında neredeyse ciddi anlamda hiç araştırma yapılmamış durumda. Yapılan çalışmalar da son yüzyılı, hatta son yirmi yılı konu alıyor. Ben hiç kimsenin yapmadığı bir şeyi yapmak ve konuyu tarihsel süreç içinde hiç kullanılmayan kaynaklarla incelemek istedim. Yıllar önce doktora için İs-
panya’ya gittiğimde Kanuni döne- romanlar, şövalye romansları, ağıtlar, şarkılar, türküler, operalar, mine ait farklı arşivlerden toplam türlü türlü nesir ve na50.000 sayfa belge getirzım eserde Müslümiştim. Bu eserde de Ben manlar olabildiişime yaradılar. hiç kimsenin ğince negatif bir 2008’de çıkan yapmad bir eyi şekilde ölüm“Türk Korkusu” yapmak ve konuyu süzleştirilmişkitabım bittiğintarihsel süreç içinde hiç tir Avrupa’da. de söyleyecek kullan lmayan kaynaklarla sözüm bitmeBunları tek incelemek istedim. tek buldum, mişti. Bu kitapO kadar çok belge ve daha ziyade la da bitmedi eser var ki bu konuda, onlar beni galiba. O kadar imdiye kadar çok belge ve eser buldu en umulkimse var ki bu konuda, madık yerlerde. görmemi şimdiye kadar kimse Bir şehre, bir ülgörmemiş. keye gidince onca teİslam korkusunu bülaş arasında uğradığım yük akımlar üzerinden değil de, in- dört yer oluyor: kitapçı, sahaf, küsanların hayatları ve ara ara ede- tüphane ve arşiv. Tarih alanında her biyat öğelerini kullanarak anlatı- dilde yeni çıkanları takip etmeye çayorsunuz. Bu tercihin sebebi nedir? lışıyorum ve az çok nerede ne araBen tarihi sıradan insanların yacağımı biliyorum. Sadece Oshayatları üzerinden çözümlemeyi manlı arşivine kapanarak tarih yaseviyorum. İslam korkusu gibi bir zamazsınız. Yazsanız da o sadece konunun siyasi tarih üzerinden in- “sizin” tarihiniz olur. Ben olaylara celenmesi çok sıradan olurdu, Av- dört farklı yönden bakmaya çalışırupa’da çok yazılıp çizildi. Bütün yorum. sürtüşme sosyal farklılıklardan çık“İslam Korkusu” nu hazırlartığı için öncelikle “isimsiz” insan- ken, “Büyük bir kısmı beni de şaşların hikâyeleriyle bu tarihi yeniden kına çeviren sürpriz bilgileri hep yazmayı tercih ettim. Romanslar, dünyanın öbür ucunda buldum.”
Memleketimizd e muhafazakâr bir tarih anlayışı söz konusu. Özellikle Osmanlı tarihçileri sadece Osmanlıca belgelerle bir Osmanlı tarihi yazılabileceğini, dışarıdan gelen her türlü belgenin “güvenilmez” olduğunu düşünüyorlar
KAPAK
Aydınlık KİTAP
diyorsunuz. Toplumlar işin içinde kendilerine dokunan yanlar varsa tarihi çarpıtabiliyorlar mı? Gerçeğe ulaşmak için dünyanın öbür uçlarına ihtiyaç duymamızın nedeni nedir? Toplumlar ve herkesten önce tarihçiler bunu yapıyor. Çarpıtmak, işine geldiği gibi yazma tarihte her dönemde, her siyasi gücün yaptığı bir şey. Türkiye’deki esas sorun bu değil bence. Memleketimizde muhafazakâr bir tarih anlayışı söz konusu. Özellikle Osmanlı tarihçileri sadece Osmanlıca belgelerle bir Osmanlı tarihi yazılabileceğini, dışarıdan gelen her türlü belgenin “güvenilmez” olduğunu düşünüyorlar. Klasik dönem tarihçilerimizden biri birkaç makalemi kullanmış ve dipnotların hepsine “İhtiyatla bakılmalıdır.” yazmış. İspanyol arşivlerinden bulduğum belgeleri sorguluyor. Koskoca kitapta bu ibareyi sadece benim için kullanmış. Kadınsanız ve pek çok dilde tarihe farklı kaynaklar getiriyorsanız Türkiye’de imkânsızın peşindesinizdir demek. Tarihimizin en güvenilir kaynaklarının büyük bir kısmı dışarıda. Bunu reddetmek saçma. Müslüman toplumlar dışarıdan nasıl görünüyorlar,incelemelerinizden edindiğiniz sonuç ne oldu? İslam modern dünyada nasıl algılanıyor? İslam Avrupa’da her türlü negatif düşüncenin karşılığı diyebiliriz. Bu Müslümanların çok sayıda olmadığı Kuzey Avrupa ülkelerinde de, parmakla sayılacak kadar az olduğu Kuzey Akdeniz ülkelerinde de, Cezayir başta olmak üzere pek çok Arap ülkesinden gelen Müslümanın ve Türkün olduğu Fransa’da, Almanya’da, Balkanlar’da da böyle. Geçmişte bunu her şeyden önce bir askeri istila ile açıklayabiliriz. Oysa bugün bu daha agresifliğin eşanlamlısı oluyor ziyade sosyal yaşamın fark slam Avrupalının zihninde. lılıklarından rahatsız olan Avrupa’da her Cezayir asıllı yazar Avrupa’nın dert yantürlü negatif Yassir Benmiloud’un ması olarak çıkıyor dü üncenin kar l “İslam insanın Tanrı karşımıza. Kadının diyebiliriz. Bu tarafından sömürültoplum içindeki yeri, mesidir, İslamcılık da Müslümanlar n çok say da kıyafet, sokağa taşan tam tersi.” sözündeki olmad Kuzey Avrupa ibadet, erkek egemen ülkelerinde de böyle, keskin söylemden yola bir toplum, sofra çıkarak, “İslam” ve Müslüman n ve Türkün adetleri ve Avrupa oldu u Fransa, “İslamcılık” konusuna halkını rahatsız eden sizin bakışınız nedir? Almanya, Balkanlar’da pek çok unsur var. Kada böyle Bu kitap bence Türkpalı duvarlar ardında ibaçeye de çevrilmesi gereken detlerini yapan Hıristiyanlar, bir kitap: “Allah Süperstar”. Müslümanların bunu alenen yapmasından rahatsız oluyor. Özellikle Hac mevsiminde kalabalık kafilelerin seferi olDamla Yaz c Özlem Kumrular dukları halde toplu olarak dış mekânlarda namaz kılmaları Avrupalıları rahatsız ediyor. Kardeşlik, hoşgörü, iyilik gibi savunuları olan İslam’ın süreç içerisinde olumsuz pek çok kavramla yan yana anılmasının nedenleri nelerdir? Bütün dinler bu kavramlar üzerine kurulmuştur zaten. Temelinde kardeşlik, hoşgörü, iyilik olmayan din yoktur. Avrupa dayak yediği zaman diğer yanağını gösteren İsa’nın karşısına, kılıçla dinini yayan Muhammed’i koyarak bundan bir söylem çıkarmış ve bunu kullanmıştır. İslam’ın başta daha ziyade cihat yoluyla yayılmış olması da bu korkunun temelini oluşturuyor tabii. Ortaçağ’dan bu yana Müslümanların ikonografik olarak hep elinde silahla gösterilmesinin esas sebebi bu. Bu da dolayısıyla toplu bellekte yüzyıllarca saklanıyor ve
Romanslar, romanlar, övalye romanslar , a tlar, ark lar, türküler, operalar, türlü türlü nesir ve naz m eserde Müslümanlar olabildi ince negatif bir ekilde ölümsüzle tirilmi tir Avrupa’da.
Cezayir asıllı bir Fransız’ın Fransa’da yaşadıklarını tatlı-sert bir getto diliyle anlatıyor. Bu söz de kendisine ait. İslam’ın ve İslamcılığın birbirinden uzak olduğu kesin. İslamcılığın iki türünü modern bir ülke için çok tehlikeli görüyorum: Siyasi olanını ve toplum tarafından sokağa taşınanını. Sadece İslam için geçerli, değil bu. En yakından tanıdığım İspanya’da Franco’nun ölümüne kadar kiliseye gitmek zorunluydu. Devletin dini bu çeşit platformlarda zorunlu hale getirmesi sonradan toplumlarda ciddi patlamalara yol açıyor. Bugün İspanyollar yıllar yılı bastırılmış olmanın acısını çıkarıp, hayatı hezeyan halinde yaşı-
ile birlikte...
7 ARALIK 2012 CUMA
13
yorlar. Din sadece iki kişi içindir, Tanrı ve kul arasında yaşanır. Üçüncü kişi işin içine girince bence o din olmaktan çıkar ve siyasi bir arenaya dönüşür bu aslında iki kişilik ritüel. Batı’da İslamiyet’in savaş ve terörler anıldığı şu günlerde insanlık bir kültürler savaşına doğru mu gidiyor? -Kesinlikle evet. Bu da Medeniyetler İttifakı’nın aslında hiçbir yere gitmeyen bir el sıkışma olduğunu gösteriyor. Kitabın önsözünde kullandığım, Salamanca Üniversitesi İslam tarih profesörü Felipe Maillo Salgado’nun aktardığı vaka gerçekten bunu gösteriyor: 2010 Nisanında bir grup Müslüman eskiden cami olan Córdoba Katedrali’nde paskalyanın göbeğinde toplu olarak dini bir ayin yapmaya kalkışmıştır. Yarım milenyum önce kiliseye çevrilen bir caminin hıncını almaya çalışmak neden? Müslümanlar İslam’la ilgili en küçük bir meselede çok çabuk provoke oluyor ve hemen karşılık verme ihtiyacı duyuyorlar. Bu da toplumlar arasında çatlak yaratıyor. Yüzyıllar sonra alınmaya çalışan bir intikama bir örnek daha: Bologna’da San Petronio Bazilikası’nın bir şapelini süsleyen Maometto all’inferno (Muhammed Cehennem’de) adlı fresk 11 Eylül’den sonra sorun oluyor ve El- Kaide tarafından bazilika bombalanma tehdidi altında kalıyor. Hatta iki terörist kilisede yakalanıyor. 15. yüzyılda yapılan bir freski 600 yüzyıl sonra yok etmeye yeltenmek neden? Bologna’da halkla yapılan röportajları izledim. Avrupa’nın ilk üniversitesinin bulunduğu bu “akademik” ve dini gelenekten kısmen uzak şehirde bile halkın kilisesi söz konusu olduğunda zaman din çevresinde toplandığı gördüm. Batı toplumlarının bir İslam fobisinden bahsetmek mümkün mü? Bu fobinin ne kadarı çeşitli siyasi ve ekonomik çıkar çevrelerinin bir manivelası olarak kurgulanmaktadır? Terörle birlikte tüm Müslümanlar saldırgan insanlar damgası yediler. Bu da yüzyıllardır yerleşmiş olan olumsuz imgeyi cilalamış oldu. Şiddet devam ediyor. Daha birkaç gün önce Afganistan’da dans ettiği için Taliban tarafından öldürülen 17 sivilin haberi yayıldı. Bu medeniyet dışı görüntüyü kullanan güçler kendilerine saldırı hakkı yaratıyorlar. Bu da kısır döngüyü besliyor.
14
Aydınlık KİTAP
Ölüme götüren yazılar antolojisi Sabahattin Ali, Abdi pekçi, lhan Darendelio lu, Sami Ba aran, Kamil Ba aran, Çetin Emeç, Turan Dursun, Musa Anter, U ur Mumcu, Ahmet Taner K lal , Hrant Dink cinayetlerine büyütecini tutan Nuri Kay , ad geçen gazeteci-yazarlar n hangi yaz lar ve kitaplar nedeniyle hedef seçildi ini belirlemeye çal yor, deyim yerindeyse yaz lar ve kitaplar üzerinde otopsi yap yor EMEL TELCİ
Günlük yaşıyor, siyasi aktörlerin ortaya attığı eften püften konuları ciddi ülke sorunlarıymış gibi günlerce tartışıyoruz. Toplumsal hafızamız adeta alzheimera yakalanmış gibi. Yakın geçmişte yaşananlar bile çok çabuk unutuluyor. İşte böyle bir ortamda eski RTÜK Başkanı Nuri Kayış’ın Tanyeri Yayınları arasında çıkan “Ölüme Götüren Yazılar” kitabı büyük önem taşıyor, bizi hiç unutmamamız gereken olaylarla, suikastlerle yüzleştiriyor. Sabahattin Ali, Abdi İpekçi, İlhan Darendelioğlu, Sami Başaran, Kamil Başaran, Çetin Emeç, Turan Dursun, Musa Anter, Uğur Mumcu, Ahmet Taner Kışlalı, Hrant Dink cinayetlerine büyütecini tutan Nuri Kayış, adı geçen gazeteci-yazarların hangi yazıları ve kitapları nedeniyle hedef seçildiğini belirlemeye çalışıyor, deyim yerindeyse yazılar ve kitaplar üzerinde otopsi yapıyor. Kitabı “Ölüme Götüren Yazılar Antolojisi” diye nitelendirmek de mümkün. ÖLÜM GEL RKEN Kitapta yeralan bilgilere göre, Sabahattin Ali, Markopaşa ve Malumpaşa gibi mizah gazetelerine yazdığı yazıların iktidarı rahatsız etmesi yüzünden hedef seçildi. Cinayetin ardında “derin” güçler vardı. Abdi İpekçi, Milliyet gazetesinin Genel Yayın Müdürü ve başyazarıydı. Ülke sorunlarına sağduyuyla yaklaşıyor, siyasi liderlerin anarşi ve ekonomik sorunlar karşısında uzlaşmasını öneriyordu. İlhan Darendelioğlu, kitapları ve gazete yazılarıyla ülkücü diye tanımlanan sağ görüşlü gençleri derinden etkilemişti. Komünizmin Türkiye için büyük tehlike olduğunu savunuyordu. 12 Eylül askeri darbesi öncesinde faili meçhul bir cinayete kurban gitti. “Gazete” isimli gazetenin muhabiri Sami Başaran, hakkında yayımlanan magazin haberlerine kızan bir aşiret reisinin hedefi oldu. Yine aynı gazetenin yazarı Kamil Ba-
şaran, zabıta denetimiyle ilgili bir haberde adı geçen bir restoran sahibinin tabancasından çıkan kurşunlarla yaşama veda etti. Çetin Emeç, Atatürkçü ve laik çizgide sert yazılar kaleme alıyordu. Öldürülmesinde bu kimliğinin yanı sıra ülkeyi karıştırmak isteyen “derin” güçlerin arzuları rol oynadı. Turan Dursun, dini eğitim aldı, yıllarca müftü ve müftü yardımcısı olarak çalıştı. Daha sonra ateist bir anlayışa yöneldi, dini inançları sorgulayan yazılar kaleme aldı. Cinayete kurban gitmesi Tahran Radyosu’nca “Türkiye’nin Salman Rüşdi’si öldürüldü” diye duyuruldu. Musa Anter, Kürt kökenli bir gazeteci-yazardı. Kürt milliyetçiliğinin fikir babalarından biri olarak kabul ediliyordu. Yazılarında Kürt sorununu çeşitli boyutlarıyla inceliyor, devletin Kürt politikasını sert bir üslupla eleştiriyordu. Uğur Mumcu, yolsuzlukların üstüne korkusuzca gidiyor, bu arada, silah ve uyuşturucu kaçakçılığının terörle bağlantısı, radikal dinci örgütlerin faaliyetleri gibi konulara eğiliyordu. Son yazılarından birinde, Kürt milliyetçileriyle istihbarat ajanları arasındaki bağa ışık tutacak belgeler açıklayacağını belirtmişti. Ahmet Taner Kışlalı da Atatürkçü ve laik kimliğiyle tanınıyor, yazıları ve kitaplarının yanı sıra verdiği dersler ve konferanslarla da geniş kitlelere ulaşıyordu. Türbanla ilgili bir yazısının ardından radikal dinci bir gazetede eleştirilmiş, fotoğrafının üstüne çarpı işareti atılmıştı. Hrant Dink, Ermeni kökenliydi. Ermeni cemaatine hitap eden Agos gazetesinin yönetici ve yazarlarından biriydi. Agos’ta yer alan “Sabiha Hatun’un Sırrı” haberi ile, yine aynı gazetede yayımlanan yazı dizisinde geçen bir cümlenin yanlış anlaşılması yüzünden bazı çevrelerce hedef seçildi ve gazetesinin önünde vuruldu. (Nuri Kayış, Ölüme Götüren Yazılar, Tanyeri Yayınları, 272 s.)
Aydınlık KİTAP
7 ARALIK 2012 CUMA
15
“Yazın hayatım Atatürk devrimlerini budayanlara karşı mücadeleyle geçti” “Elli y l içinde yay mlanan yaz lar m , Atatürk’ün ba latt “Ayd nlanma Devrimi”ni budayan ve Türkiye’yi yeniden emperyalist güçlere teslim etmeye yeltenen yerli i birlikçilere kar ele tirilerime ay rd m.” DENİZ TOPRAK deniztoprak20@gmail.com
Malatya’da çıkardığı Sebat adlı gazeteyle yazarlık hayatına “merhaba” diyen ve yazarlıkta ellinci yılı geride bırakan Lütfi Kaleli’nin bugüne dek Aydınlık ve Cumhuriyet başta olmak üzere birçok yerde yayınlanmış makaleleri “Yazarlıkta 50. Yıl” adıyla ve Berfin Yayınları etiketiyle kitaplaştırıldı. 2 Temmuz 1993’de Madımak Oteli’nin yakılması sırasında Aziz Nesin’i itfaiye merdiveninden indirerek kurtaran yazar olarak da bilinen Lütfi Kaleli’yle başta yazın hayatı olmak üzere, geçmişe ve günümüze dair olayları konuştuk. Yazarlık hayatınızda ellinci yılınız ve bu aynı zamanda yeni kitabınızın da adı. Alışılagelmiş bir soruyla sohbetimize başlayacak olursak bu elli yıllık süreci bize biraz anlatabilir misiniz? 1961 yılında Malatya’da Sebat adlı küçük bir matbaa açtım ve 9 Nisan 1962 tarihinde Sebat adlı günlük gazete çıkararak yazmaya başladım. Bu süreçte Köy Enstitüsü çıkışlı öğretmenlerle tanıştım ve onlardan çok şey öğrendim. Hatta hiç unutmam Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) 4 günlük iş bırakma eylemi düzenlemiş ben de onlara yazılarımla destek olmuştum. Bu duruşumdan sonra benim hayat okulu öğretmenlerim: “Kalemin hiç eğilip bükülmesin, her zaman dik dursun!” diyerek bana bir kalemi ödül olarak verdiler. Aldığım bu ilk ödülle büyük onur ve gurur duydum. Tabi bu duruşun bir bedeli oldu ve yazılarımdan dolayı birçok sorgulama, soruşturma yaşadım, gözaltına alındım ama asla geri adım atmadım. Mayıs 1971 sabahı gözaltına alınıp Diyarbakır Sıkıyönetim emrine gönderildim. Suçsuzduk, çünkü devrimci gençler İstanbul’da İsrail Başkonsolosu Elmor’u kaçırıp öldürmüşler, bizleri de onların suç ortağı yapmışlardı. Sonrasında suçsuz olduğum anlaşılınca serbest bırakıldım. Sonra İstanbul’a geldim. Diyarbakır sıkıyönetim tarafından serbest bırakıldım ama hakkımda soruşturmalar devam ediyordu. Tekrar tutuklanmamak için İstanbul’daki yeğenimin yanına geldim. Sonra ortamın geriliminin soğumuş olduğunu düşünerek “ev hapsinden” çıktım. Cağaloğlu’nda tanıdığım bir matbaa yedek parçası satıcısı vardı. Bana, “Kaleli burada iki Ermeni ortak sahip olduğu matbaayı satılığa çıkarttı, gel bir görüş” dedi ve ben de hemen yanına gittim. Paranın bir kısmını peşin bir kısmını taksite bağlayıp aldım ve böylece matbaacılık işlerim başlamış oldu. İstanbul bilmediğim bir şehir, yaşam koşulları ev kirası geçim derdi… Satın aldığım matbaa kuş uçmaz kervan
geçmez bir yerdi. Cağaloğlu’nda işin ehli bir tanıdık bana “İhaleleri takip edeceksin anca böyle ayakta kalırsın” dedi. Ben de çok düşük kârla girdiğim ihaleleri kazanıp ayakta kalabildim. Hakkımda devam eden soruşturmalar İstanbul’a kadar dayanmış, 8 yıldır sahibi olduğum sarı basın kartımı Malatya’da değilim diye elimden almıştılar. Bir nevi cezalandırmaydı yani.
“ZAL ME BOYUN E ENLERDEN OLMADIK” Yazdığınız siyasi yazılardan dolayı baskı gördünüz, tehditler aldınız. Kitabınızdaki yazılarda da bunların birçok örneğine rastlıyoruz. Şu an Alevilerce kutsal sayılan Muharrem ayını geride bıraktık. 1960’lı yıllarda Muharrem ayına ilişkin bir yazı yazmıştım. Yazıda Hz. Muhammed’in sevgili torunu Hz. Hüseyin’i Kerbela’da şehit eden Yezid’e lanet okumuştum. Hemen akabinde “Allahsız Lüto” diye bir bildiri yayınlandı. Ölüm tehditleri aldım. Neyse ki o dönemin valisi beni korumaya aldı ve istenmeyen bir durum yaşanmadı. Tabi mesele can ve mal korkusu değil. Biz Hz. Hüseyin gibi,
Tacirleri” adlı romanımda da Fethullah Gülen’i eleştirdim diye yargılanmıştım. Romanda Gülen’in bir sözünü aynen yazdım. Sözü söyleyene bir şey yok ama kullanınca bölücü oluyorsun. Bunlar sadece birkaç örnek. Kitaptaki yazılarımda daha ne durumlar yaşadığımı göreceksiniz.
“AYDINLIK BEN M Ç N HAYAT OKULU G B YD ” Öte yandan toplumun belleğine Sivas katliamında Aziz Nesin’i kurtaran yazar olarak geçtiniz. Biraz da buna değinir misiniz? Evet, bana ders olan bir olay var. Ben Sivas katliamında Aziz Nesin’i kurtaran yazar olarak tarihteki yere geçtim. O zamanlar Aziz Nesin Aydınlık’ta başyazardı ve bana da “Aydınlık’ta yazar mısın?” dedi. Bu vesileyle Aydınlık’ta yazdım ve yazılarım her hafta yayımlandı. Birkaç kez de gazete binasına gittim. Normalde yazıları yazar faksla gönderirdim. Gazete binasında Doğu Perinçek ile tanıştım. Hatta bir gün unutmam öğle yemeğinde Doğu Perinçek, Aziz Nesin gibi tepsisini aldı sıraya girdi. Önde onca genç muhabir varken Perinçek’e öncelik tanınmadı. Bu durum çok hoşuma gitti. Bu nefsini köreltmektir; “Ben de sizde biriyim, ben de emekçiyim, farkımız yok” demektir. Ben de bundan çok etkilendim. Bu basit görünen ama çok büyük olan davranışı gittiğim her yerde uyguluyorum. Aydınlık gazetesi benim için hayat okulu gibiydi.
“SADECE YAZARLIK HAYATIMI SUNMADIM, ÜLKEN N ÖZET N ÇIKARDIM”
Pir Sultan Abdal gibi zalime boyun eğenlerden olmadık. Her zaman “dönen dönsün ben dönmezem yolumdan” dedik ve boyun eğip sinmedik. 28 Şubat 2002 günü Avukat Cemal Yücel’in yönettiği Anadolu’nun Sesi Radyosu’ndaki “Hukuka Bakış” programında yaptığım konuşmamda, Aleviliğin resmen tanınmasını istememden dolayı RTÜK “Bölücülük yaptığım gerekçesiyle hakkımda dava açtı ve radyoya 180 gün kapatma cezası verdi. İtiraz ettik ve Ankara 4. İdari Mahkemesi’nin oy birliğiyle vermiş olduğu kararla aklandık ve radyo yayınını sürdürdü. Son bir örnek verecek olursam; “Din
Beş bin dolayında makaleniz yayımladı, fakat kitapta hepsine yer vermediniz. Kitap için derlediğiniz makaleleri neye göre eleyip bu kitabı oluşturdunuz? Malatya’dayken siyasi yazılar yazıyordum. İstanbul’a gelince öykü, roman ve araştırma kitapları yazmaya başladım. 5 bin dolayında makalem ve 35 kitabım yayınlandı. Elli yıl içinde yayınlanan yazılarımı gözden geçirince gördüm ki, bunların büyük bölümünü Atatürk’ün başlattığı “Aydınlanma Devrimi”ni budayan ve Türkiye’yi yeniden emperyalist güçlere teslim etmeye yeltenen yerli işbirlikçilere karşı eleştirilerime ayırmışım. Kitaba dönecek olursak, kitabı geçmiş makalelerimden derleyerek oluştururken bir ölçütüm vardı; her dönemden birkaç makaleyi alıp dün ile bugünü iyi mukayese etmek. “Geçmişte bunlar olmuştu ama şimdi benzerleri de oluyor” diyebilmek için. Bu kitapla sadece 50 yıllık ya-
Lütfi Kaleli
zarlık hayatımı sunmadım, ülkenin özetini çıkardım.
“ATATÜRK’ÜN PART S ATATÜRK LKELER NE SAH P ÇIKMALI!” Yazın hayatınızda birçok siyasi olaylara tanıklık ettiniz. Peki, günümüzün siyasi ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz? Günümüz siyasi koşulları; basını susturmak, orduyu susturmak, devlet içindeki kadroların elvermesiyle üniversiteleri ele geçirmek… Çok ilginçtir ki CHP en son İzmir’de çarşaflı bir kadına rozet takıp “toplumu kucaklıyoruz” diye gövde gösterisi yaptı. Aynısını İstanbul’da da yapmışlardı. Sonrasında çarşaflı kadın rozeti kaldırdı attı. Siz Atatürk’ün kurduğu bir partide Atatürk ilkeleriyle alakası olmayan kişileri oy için partiye çekmeye çalışırsanız her şeyden önce ilkenizi kaybedersiniz. Aynı durum Dersim olayında da Şeyh Sait isyanında da geçerli… Atatürk’ün kurduğu parti Atatürk’e karşı saldırıları bertaraf edemiyor çünkü ilkeli davranmıyor. Ana muhalefetin durumu bu, ya iktidarın durumu? O da “Muaviye siyaseti” yapıyor. Son olarak neler söylemek istersiniz? Kitabı oluşturup geriye yaslanmak yok tabi. Gelecek sene için de yeni bir kitap projem var. Adı “Cennette Yaşamak” olacak. Roman türünde ve ağalık-şeyhliğin yanı sıra onlara oy almak için yanaşan siyasetçilerin kişiliklerini de yansıtan bir kitap olacak. Aç kalan, cahil bırakılan insanların dini duygularının nasıl sömürüldüğünü anlatacak. Son olarak Türkiye’nin aydın genç beyinlere, yüreklere ihtiyacı var. Ben tüm gençlerden özür diliyorum. Ülkenin bu hale gelmesini önleyemedim, fakat bir yazar olarak hep yazdım, üstüme düşen görevleri yaptım. Günümüz gençliği bizim beceremediğimizi becerip ülkeyi aydınlık yarınlara taşıyacaklar ve bizi utandıracaklardır. Buna tüm yüreğimle inanıyorum. (Lütfi Kaleli, Yazarlıkta 50. Yıl, Berfin Yayınları, 293 s.)
16
7 ARALIK 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Yolun yarısındaki veda:
Ali Rıza Ertan
“Gülle Büyüyordu Ad ” kitab nda airimiz bütün ruhu ve bedeniyle, birikimi ve içtenli iyle art k “halk denizi”ndedir. Halk denizinde olmak her air gibi onu da kendine getirmi tir. Art k i leyen bir vicdan ve bu vicdan n olmazsa olmaz sorumluluklar vard r CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com
Kendi şiirini çözümleme cesaretini göstermiş şairlerdendir o. Herkesin kendisini Nazım, Neruda, Eluard zannettiği bir dönem için demiyorum, bütün dönemler için de onun kendi şiirine yaklaşımı ve çözümlemeleri estetik bir uyarı niteliğine sahiptir. “Şiirimizin bir gün varacağı durakta bulurum kendimi; imgecitoplumcu durakta. İmgeci ama kapalı-çağrışımcı değil; toplumcu ama şematik-slogancı değil. Az yazmanın getirdiği az yayımlama, yayımlama yolunun kısıtlı olmasıyla da kitleyle bağ kurma güçlüklerini taşır şiirim.” 1976 yılında söyledikleriyle şiirimizin imge yoğunluklu bugünkü yapısını öngörebildiğini söyleyebiliriz Ali Rıza Ertan’ın. Ayrıca “yayımlama yolunun kısıtlılığına” işaret etmesi bugünün bütün şairlerimizin yegâne meselesi değil midir ? MARJ NALL KTEN TOPLUMSALCILI A Yüksek sesli şiirlerin söylendiği 1970’li yılların uğultulu atmosferinde, bir kıyıda, bir başka şiirin peşine düştüğünü, genel eğilimin dışında kendi kozasını örme çabası içinde olduğunu anlıyoruz sözlerinden. Hedefini belirlemiş bir şairdir o ve ulaşmak istediği şiir durağı da bellidir. Kitleyle bağ kurma güçlükleri çeken bir şiirden yana olmasını sanat derecesi yüksek bir şiir kurma isteği olarak anlıyorum. Bu nedenle olmalı az yazmıştır ve 1979 yılında otuz beş yaşında öldüğünde basılmış dört kitabı bulunmaktadır. Sonuç olarak az yazmanın, titizlikle yazmanın damıtılmışlıklarıdır ondan bize kalanlar. Sözcükleri iyice içine sindirdikten, onlarla güçlü bir sevgi ilişkisi yaşadıktan sonra şiirine dâhil ettiğini ilk şiirinden son şiirine dek kesintisiz süren özenli ve ölçülü anlatımından çıkarabiliyoruz. Bu özenli anlatım, minik ironilerle, mizahi kıpırdanışlarla nefeslendirilip renklendiriliyor. Tam da burada bir ayraç açmak isterim: Şairimiz büyük bir içtenlikle ilk şiirlerini değerlendirme lütfunda bulunmuştur: “ ‘Tadı’ adlı ilk betiğimde deformasyon, ironi ve
kara mizaha yaslanık yarı toplumcu yarı bireyci şiirler verdiğimi sanıyorum.” Tam da burada şunu söylemek isterim: Ben Ali Rıza’da kara mizaha hiç rastlamadım. Şairimiz bu belirlemeyi ya kendisini yüceltmek için yapıyor ya da gelebilecek olası eleştirileri baştan göğüslemek istiyor ve tabii ki bunlar değilse şiirinin öyle olmasını istediği için şiirine böylesi bir vasıf yüklüyor. Ali Rıza Ertan’ın 1971’de yayımlanan “Tadı”nın bir arayış ürünü olduğunu biliyoruz, bunun kendisi de farkındadır. Genel anlamda toplumsal bir yönelişle çerçevelenmiş olsa da “Tadı”, aykırı söyleyişlerin yoğunluğu, mantıksal çelişkilerin hoyratça sunulması, imge adına üretilmiş marjinalliklere yaslanması bakımından toplumcu şiir felsefesinden hayli uzaktır. Bir örnek: “bay mandan hoş geldiniz viskiyle mi yıkadınız ellerinizi şimdi bir şapka giyin varsın ılısın telefon bu ne şam ne paspas ne filistin oturun oturduğuz yerde tütünleri eskitin tanrı zeus’u kızdırmayın taş olursunuz biraz kireç sıktı beni bu noktalar virgüller hepsi everest tepesinde siyatikten hiç anlamam parde süyse akşam gazetesine” (Çarliston) İkinci Yeni’nin oldukça basmakalıp ve o oranda uç örneklerini anımsatan bu tarz şiirlerin çokça bulunduğu “Tadı”dan sonra “EskiYeni (1972)”de Ali Rıza Ertan’ın dilinin gündelik dile daha bir yaklaştığını görüyoruz. Konuştuğumuz Türkçeyi onda bulmaya başlıyoruz. Mantık silsilesi de yerli yerine oturuyor. Şairimiz, sözcüklerin dizim sırasını bozarak, aykırı bağdaştırmalara başvurarak şiir yazma anlayışını geride bırakmış görünüyor. Belirlemelerimize “Ayrılık Zamanı” adlı şiiri güzel bir örnek teşkil etmektedir: “Birkaç gün önceden Çöker içimize acısı, Bavullar geceden hazırlanır, Yollukları hiç sevmem
Yola gitmeyi ansıtırlar diye Oysa daha hora geçer Hareketten birkaç dakika önce verilen Bir hediye. Kimi gözyaşı döker, Kimi buruk bir tebessüm asar iki dudağına Albümlere de sığmayan bir anı dır Ayrılık Zamanı.” “Eski Yeni”de görüldüğü gibi Ali Rıza Ertan’ın dilinin gündelik dile daha bir yaklaştığı aşikârdır. Anlam alanındaki belirginleşmenin de altını çizebiliriz. En önemli gelişme ise mantık düzlemindeki asl’a dönüştür. İmgelerin okur tarafından da karşılığı kavranabilir bir algı üzerinden üretilmiş olması Ali Rıza Ertan’ın toplumcu gerçekçi şiirin değişmez değerlerine yaklaşması bakımından çok önemli ve kat edilmiş bir mesafedir.
“HALK DEN Z ”NE VARAN A R Bütün bu atılımların, ileri gidişlerin, yönelişlerin ve çabanın ve samimiyetin sonuçlarını ise 1976 yılında alıyoruz. 1976 yılında yayımlanan ve adı “Gülle Büyüyordu Adı” olan kitabında şairimiz bütün ruhu ve bedeniyle, birikimi ve içtenliğiyle artık “halk denizi”ndedir. Halk denizinde olmak her şair gibi onu da kendine getirmiştir. Artık işleyen bir vicdanı ve bu vicdanın olmazsa olmaz sorumlulukları vardır. Sesini, oradan doğru yükseltir. Sesi gerçekten yükseltilmesi gereken yerden yükselen bir sestir ve aynı zamanda tam yerindedir. Olabildiğince de güzeldir: “Acıyı karşıla, göğü konuş Parklarda dolaşma, sabırlı ol Sakalların uzasın varsın Kavgada yerin var senin, hoşnut ol Gülü hazırla, dikeni kov Ve direncin kardeşi ol Konuş dikili ağaç üstüne Kavgada yerin var senin, hoşnut ol Üzüntün boşuna dememiş miydiler sana Gezginci dostların, kır çiçekleri Unutma sözünü, ününü topla Sesin var senin kavgada.”
Ali Rıza Ertan’ın bu yapıtının hem içerik kurgusu hem biçimsel düzenleme açısından toplumcu gerçekçi şiir birikimine çok önemli bir katkı olduğuna ben daima inanmışımdır. Ayrıca onun otuz beşini aşan bir şair olabilseydi eğer bize yepyeni zenginlikler sunacağına, en azından sunma çabasını sürdüreceğine de aynı içtenlikle inanıyorum. Hayatın adil olmadığını biliyoruz. Fakat talihsizlik de mi buna dâhildir?
“KU KU G RD ARAMIZA” “Halsizlik, baş dönmesi, ağız kuruluğu, yutma güçlüğü” şikâyetiyle hastaneye yatıyor Ali Rıza Ertan. Bütün tetkikleri iyiyken iki günün sonunda grafikler hayattan yana sonuçlar iletmekte çekinir hâle geliyor. Hastamız fenalaşıyor ve solunum güçlüğü sonucu ölüm gerçekleşiyor. Sadece iki gün içinde, Ali Rıza Ertan, ev yapımı bir konservenin kurbanı oluyor. Doktorlar “botilismus” teşhisi koyuyor. Bizim anladığımız dilde bu “gıda zehirlenmesi “ anlamına geliyor. Ölümüyle ilgili bir kuşkumuz yok. Belki de ender kuşkusuz hâllerimizdendir bu. Oysa o, 1978 yılında yayımlanmış yapıtında “Kuşku Girdi Aramıza” diyor. Bu yapıttaki şiirlerinin yorumunu tabii ki okurlarına bırakıyorum. Ama eserin adı benim için güncel bir metafora denk düşüyor. Bu metafor işçi sınıfı ile burjuvaziyi, ulusal güçlerle karşı güçler, devrimcilerle karşıdevrimcileri ifade ediyor. Türkiye’nin gerçek siyasal manzarasını gözlerimiz önüne seriyor. Böylesi bir anımsanmanın tabii ki her şaire nasip olmasını isterim.
“Kuşku Girdi Aramıza” eserinin adı benim için güncel bir metafora denk düşüyor. Bu metafor işçi sınıfı ile burjuvaziyi, ulusal güçlerle karşı güçler, devrimcilerle karşıdevrimcileri ifade ediyor. Türkiye’nin gerçek siyasal manzarasını gözlerimiz önüne seriyor
Aydınlık KİTAP
ARAKABLO
SEYY T NEZ R
7 ARALIK 2012 CUMA
17
Tanpınar: “Hakiki realizm, teferruat saymak değildir” Ülkemizde Bat ’n n yüzy llard r süregelen yok edici bask s n köklü biçimde duyan sol, varolu kavgas n hep ivedi yöneli lerle sürdürmek zorunda kal yor, derinlikli ve ku at c birikim olu turmaya giri emeden siyasal giri imlere s k yor seyyitnezir@yahoo.com
Ahmet Oktay
Yahya Kemal
Ahmet Oktay, –daha sonra hangi kitabında yer aldığını şu an bilemediğim– “Cumhuriyet Dönemi Üzerine Bir Deneme” yazısını (Yeni Dergi, S: 78, Mart 1971), Marx’ın “Dante’den andığı” şu sözlerle bitiriyordu: “Segui il tuo corso, e lascia dir le genti / Yolundan şaşma, onlar ne derlerse desinler.” O sıralar, Doğu - Batı çatışması temelinde Osmanlı’yı ve Cumhuriyet’i köklü biçimde yeniden tartışan Kemal Tahir, “ulusal devrimci kültür” tartışmalarına da ivme katmıştı. Nitekim Oktay, bugün de önemini koruyan ve 3-4 formalık kitap oylumundaki bu incelemesinde bir yandan Osmanlı’dan günümüze “edebiyatı biçimlendiren temel”i sergiliyor, bir yandan da bu temel üzerinde yükselen edebiyatın ve “geçmişin değerleri”nin –deyim yerindeyse– alüvyonlarında ulusal devrimci kültürün ortaya çıkma koşullarını Marx, Lenin ve Mao’ya göndermelerle belirlemeye çalışıyordu: “Bir edebiyat geçmişin değerlerine dönmek, onları diriltmekle ulusal olmaz. ... geçmişin değerlerini ulusallık adına benimsemek, bize doğru bir tutum gibi gelmiyor. ... [bu] değerler de, ulusallık da ancak sınıfsal açıdan ortaya konabilir. ... Ulusal devrimci kültür, sömürünün iktisadi içeriğine olduğu kadar felsefi ve artistik içeriğine de kesinlikle karşıdır.” Sonra sözü, MDD (Millî – ulusal– Demokratik Devrim) çizgisinin kurucu önderi Mihri Belli’ye bırakıyordu: “Ulusal devrimci kültür, Türkiye toplumunun geçmişinde sağlam ne varsa, ulusal ve devrimci ne varsa onun mirasçısıdır. Bu kültür, aynı zamanda yabancı kültürlerde sağlam ve devrimci olandan yararlanır. Ve yabancı kültürlerden aldığını kendi ulusal özünde eritir. ... aynı zamanda... Bu kültür, çağımızın gerçeğini en başarılı biçimde ifade eden artistik biçimi aramak ve bulmakla yükümlüdür.” ( Ayrıca, bkz: Mihri Belli, Yazılar, s. 340, Sol Y., Haziran 1970) Fatih Eğitim Entitüsü’nde (Trabzon) siyasal eylemlerden fırsat buldukça bu konuları birçok arkadaşımızla ama en çok da –öykü ve eleştiri kitaplarıyla tanınan– Fahrettin Demir’le tartışırken, De Y. ve Payel’in estetik üstüne kitaplarının yanı sıra Nâzım’ın “Kemal Tahir’e Mahpusaneden Mektuplar”ını (Bilgi Y. 1968)
ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Edebiyat Üzerine Makaleler” (MEB Y., Mayıs 1968) kitabını pirinç ayıklamacasına didikliyorduk. Tanpınar’ın özellikle, “Şark ile Garp Arasında Görülen Esaslı Farklar” (s. 132 - 135 / Cumhuriyet, 6 Eylül 1960) yazısı, o günlerdeki felsefi ve politik yönelimleri çözümlemeye de ışık tutan, son derece özlü bir denemeydi –bildiri dense yeri!
BÜTÜNSEL B R OLU UMUN E NDE 50’li yıllarda ve yaşlarda (d. 1901), arkadaşlarının çaba ve desteğiyle Fransa’ya gitme olanağı bulan Tanpınar’ın ikinci gidişi, onun kişiliğinde, ideolojik ve sanatsal ölçütlerinde yeni bir evre başlatır. Bu son derece sağlam ve cesur değerlendirmelerle yüklü yazısında yazar, handiyse Yahya Kemal’le birlikte ördüğü kendi geçmişini de tartışmaya açmış, ülkeye ve kendisine yeni bir tarihsel görüngeden yaklaşmanın ilkelerini sağlamıştır. Tanpınar, yere göğe koyamadığı Osmanlı düşünüş ve sanatından, Süleymaniye ve Itri ile Dede Efendi dışında, Batı’nın karşısına çıkarılacak güçte sanatsal ve düşünsel yapıt yaratılamadığı gerçeğini keyifli bir acıyla günlüklerinde öne sürüşüne bu yazıda zemin hazırlamıştır. Dahası, ağırlıklarından kurtulurken, 40 yıldır her şeyiyle yüklendiği Yahya Kemal’i de sırtından indirivermiştir: “Hakiki realizm, teferruat saymak değil, hayatın bütününü görmek ve üzerinde düşünmektir.” (s. 382 / Varlık, 15 Temmuz 1961) Hegel ve Marx’ı belki de hiç okumamış olmakla birlikte, Tanpınar’ın başka düşünürler ve eğilimlerle girdiği ilişkilerin genel bağlamında bile olsa, Batı düşüncesinin evrensel yapısına dalgalarını ve ses tonlarını belirgin biçimde akıtmış olan bu iki düşünürün dünyayı algılama biçimine bulaştığını burada apaçık görüyoruz. Nitekim dönüş sonrası tüm günlük ve yazılarında onu düşüncesindeki aydınlanmacı ve yurtsever çizgilerin daha da koyulaştığı bir yazar kimliğiyle buluyoruz. Çevresinde kimi arkadaşları karşı ve mutazarrır olduğu halde, onun çok açık biçimde 27 Mayıs Devrimi’ne yandaş bir tavır izlemesi, politik olduğu kadar, tarihsel ve toplumsal yönden son derece derin saptamalar getirmesi, Cumhuriyet saflarındaki konumunu kuşkuya yer bırakmayacak bir kesinlikle pekiştirmiştir. Tanpınar’ı, sanatsal ve düşünsel genişleme atılımını politik belirginlikle ta-
mamlayarak ideolojik sıçramanın eşiğine geldiği bir aşamada yitirdik. Ömrünün bu son yıllarında üstünde çok çalıştığı “Eşik” şiiri de sanki kendindeki bütünsel yeniden oluşmayı ima eder: “Hakikat çok uzak, karanlık, derin / Bir dille konuşur, büyük köklerin / Toprakla ezelden karışmış dili!” Ne ki Tanpınar’ı yadsımasa da benimsemesi, Selahattin Hilav’ın çabalarına karşın, sol için hep müşküllerle dolu bir edim olarak kaldı. Bir kere zor bir yazardı Tanpınar; gerek şiirleri ve romanları, gerekse deneme ve edebiyat tarihi yazıları Doğu ve Batı kültürü üstüne birikimli okur istiyordu. Üstelik eşyanın tabiatına ve tarihe dair, mistisizmle materyalizmin arakesitindeki bıçak sırtı konuları işliyordu. Kaldı ki ülkemizde Batı’nın yüzyıllardır süregelen yok edici baskısını köklü biçimde duyan sol, varoluş kavgasını hep ivedi yönelişlerle sürdürmek zorunda kalıyor, derinlikli ve kuşatıcı birikim oluşturmaya girişemeden pratik çözümler deniyor, siyasal girişimlere sıkışıyor, Tanpınar’la ilişkisini içselleştirecek güç ve zamanı enine boyuna yaratamıyordu.
NSAN: DÜ ÜNEN SAZ Sovyetlerin çöktüğü günlerde, muhalif Kagarlitski, “Düşünen Sazlık” (Metis Y., Mart 1991) kitabının tanıtımı için İstanbul’a gelmiş, Kuruçeşme’de verdiği konferans sonrasında okurlarının sorularını yanıtlamış, ayrıca “1917’den günümüze Sovyet devleti ve entelektüeller” konulu bu yapıtı imzalamıştı. Yazar, kitabının adını, Pascal’ın “Düşünceler” (1670) adlı yapıtındaki şu düşünceden esinlenerek koymuştu: “Düşünen saz. Ben değerimi mekânda değil, düşüncelerimin düzeninde aramalıyım. ... İnsan bir saz gibidir, doğadaki en güçsüz şey; ama düşünen bir saz.” Nurullah Ataç, bir denemesinde, insanın evrendeki konumu üstüne Pascal’ın buradaki düşüncesini tartışırken bu “saz” benzetmesini atlar. Oysa yıllarca önce Tanpınar, “İnsan ve Cemiyet” başlıklı yazısında (Ülkü, 16 Mart 1944), söze, “Diyalektik, insanı tarife çalıştı” diye girdikten sonra, “insan bir tezatlar mecmuasıdır” cümlesinin ardından, bizi bu benzetmeye gönderir: “Pascal’ın insan hakkında verdiği ‘düşünen saz’ tarifi, şiirin diliyle söylendiği için bu cinsten tecritlerin en güzeli, belki en mânalısıdır. İnsanoğlunun en kudretli ve gerçekten yaratıcı olduğu tarafıyla en zayıf noktası-
nı, kader karşısındaki aczini birleştirir.” Buradaki “kader”i tarihsel zorunluluk olarak da okuyabilirsiniz. Ama asıl üstünde durulmak gereken nokta, Tanpınar’ın 50 yıl önce bu benzetmenin çağdaş diyalektik derinliğini kavramış olduğunu fark etmek için bizim Kagarlitski’yi beklemek zorunda kalışımızdır. Gerçekten de, görmek istediğimiz dışındaki şey elimizin altında bile olsa göremiyoruz (mu ne?). TÜYAP’ta yazar arkadaşlar arasında konu açıldığında, Tekin Sönmez’in 5 yıldır süren küskünlüğümüze aldırmayarak, “Tanpınar için büyük bir kurtarma savaşı başlattın. Israrla sürdür, acele etmeden, yığınakta yanlış yapmadan, verileri toparla, yanındayız” demesi elbette cesaret verici... Yıllardır masamın üstünden kaldırmayıp sık sık başvurduğum “1908 Devriminin Halk Dinamiği” (Kaynak Y.) kitabının yazarı H. Zafer Kars’ın mektubu da öyle: “Aydınlık Kitap’taki yazılarınızı zevkle okuyorum. Son yazılarınızda Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında verdiğiniz bilgiler, ondan yaptığınız alıntılar kendisi hakkında ne büyük bir yanılgı yaşandığını / yaşadığımı göstermesi nedeniyle özellikle övgüye değer. Yazılarınızın Tanpınar’ı tartışmaya yer bırakmayacak biçimde gerçek yerine, Cumhuriyet’in ve Atatürk’ün safına oturtan bir kitapla sonuçlanmasını dilerim.” Ama daha anlamlı olanı, uyarıp düzeltmesi (Övgülerdense düzeltmeler elbette çok daha yapıcı): “Bu vesileyle 30 Kasım tarihli yazınızdaki bir anlam kaymasına dikkatinizi çekmek istiyorum. ‘Tabiye ıstılahı’, köşeli parantez içinde “doğallık terimi” olarak açıklanmış. ‘Osmanlıca-Türkçe Sözlük’te (http://www.osmanlicaturkce.com) ‘tabiye’ sözcüğünün karşılıkları ise şöyle: 1. Askerleri bir arazide düşmana karşı tam tedbir ve nizam üzere yerleştirme, 2. Muharebe toplarının yeri, istihkâm parçası, 3. Muvaffakiyet için kullanılan vâsıtalar. Tümcenin başındaki ‘ricat’ (gerileme) sözcüğüne bakıldığında bu karşılıklardan birincisinin daha uygun olduğu sonucuna varılabilir.” Ferit Devellioğlu’nun sözlüğüne yeniden baktığımda, uyarısının yerinde olduğunu gördüm; Kars’a teşekkürü borç biliyorum. Bu arada Tanpınar’ın Dergâh’taki kitaplarına alınmayan ve Cumhuriyet’te çıkan bir yazısını 68’liler Birliği Başkanı Sönmez Targan’ın, Ulus’taki bir başka yazısını ise Osman Erbil’in Ankara’dan göndereceği haberini paylaşırım.
18
7 ARALIK 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
YENİ ÇIKANLAR
Deniz Kokusu
Son Bak ta Sanat
Gökyüzü Sinemas
Demokrasinin Ötesinde
Can Göknil, Can Yay nlar , 88 s. Can Göknil, son derece yalın bir dille, akıllardan hiç çıkmayacak bir ses tonuyla sevginin, barışın, dostluğun değerini fısıldıyor. Yaşamımız, asla görmezden gelinmeyecek güzelliklerle dolu; kavganın, kişisel çıkarların, gürültünün yerini, doğanın dinginliği alabilir. Yeter ki nereye bakacağımızı, nasıl bakacağımızı bilelim. “Deniz Kokusu”, adıyla bile bu yalın erdemin adresini açıklayan bir öykü kitabı. Kuşkusuz yalnızca okunacak değil, görülecek, duyulacak ve içine çekilecek öyküler bunlar... “O gün denizin ruhuyla buluştuk gibi gelmişti bana. Biliyordum zaten eninde sonunda yolumuza çıkacağını, düşündüğüm gibi de oldu. Onu karşımda görünce içimdeki sevgi öylesine büyüdü ki, taşıyamadım, denize aktı. Hani bazen yüreğinize çok sevgi dolarsa içinize sığmayıp taşar ya, işte öyle.”
Taylan Altu , Yap Kredi Yay nlar , 320 s.
Onur Caymaz, leti im Yay nevi, 243 s.
Gilles Dauve, Sel Yay nc l k, Çev: hya Kahraman, 168 s.
Doğadan kopan insana akıl şekil vermeye başladıkça duyular köreliyor. Akıl her şeyi belirler olduğunda bilgi, bilim de uzmanlaşarak bütünselliğini yitiriyor. Uzmanlaşan insan da bütünsel bakış geliştirmekten uzaklaşıyor. Dolayısıyla çoğumuz için biçim içerikten daha önemli bir hale geliyor. Taylan Altuğ, kitabın adına “Son Bakışta Sanat” demiş. Buradaki “Son Bakış”, kendi ifadesiyle ilk elde, felsefi estetiğin sanata ve sanat eserlerine bakışını ima ediyor. Yazar, felsefi estetiğin sonda gelen, sonradan gelen bir son-görü olarak, sanatla olan zorunlu bağına, etkileşimine ve karşılıklı bağımlılığına bir telmihte bulunuyor; bir umut arayışının, felsefi estetik çerçevesinde, sanatın bir şeyi ifade ederken aynı zamanda onu gizleyen özelliğinin peşine düşüyor.
“Çarşıdan geçerken her yerde yalnız olduğunu düşündün. Her yerde. Işıkların gözlerini artık ne kadar ağrıttığını, o kırık gözlüğü yaptırman gerektiğini; nefes alıp verişlerini kontrol etmen, konuşurken boğuluyormuş gibi davranmaman, heyecandan tıkanmaman, soğuk havada ağzından çıkan dumanların arasında kaybolmaman, birine inanman, bir başkası tarafından okşanmış saçın, aynı bedendeki eller tarafından taranmışı hakir göreceğine... Eşyanın fikrine inanman gerekir. Aşk inanmaktır. Söylemiştim.” Onur Caymaz, “Gökyüzü Sineması”ndaki iki uzun öyküsünde birbirine değen, çarpışan hayatları ve hayattan vazgeçmemek için direnen insanları anlatıyor. Caymaz’dan tek biletle iki novella...
“Demokratikleşme” ya da “totaliterleşme” tek siyasal gündem olunca, muhalefet kadar iktidarlar da eylemlerini kendinden menkul bir “demokrasi ilkesi” ile açıklıyorlar. Gilles Dauvé ve Karl Nesic ise, demokrasinin yöneten-yönetilen ayrımına ya da tahakküm ilişkilerine karşı çıkmakla, özgürleşmeyle aynı şey olmadığını, dahası siyasal özgürlüğün bu şekilde kutsanmasının, hayrı ve şerri bütünüyle siyasetten bilmenin, aslında insanı yurttaş ve birey olarak ikiye bölen kapitalizmle uzlaşmak ve siyasal iktidarı mutlaklaştırmak olduğunu sergiliyorlar. Böylece, toplumu mevcut haliyle kabullenen solun demokrasi kavramına dört elle sarılmasının ve “demokrat” kimliğinin açmazlarını ortaya koyuyorlar.
Portobello Soka
Suriye Tarihi
Yar m Dünya
Kürtler Arkada md
Ruth Rendell, Do an Kitap, Çev: Lale Akal n, 260 s.
Ömer shako lu, Kabalc Yay nevi, 422 s.
Hiromi Goto, thaki Yay nlar , Çev: Bülent O. Do an, 216 s.
Edip Kamran Kuranel Gökkaya, Logos Yay nlar , 112 s.
Polisiye-gerilim edebiyatının usta ismi Ruth Rendell’dan, insan ruhunun karanlık köşelerine dair bir başyapıt. Batı Londra’nın antika dükkânları, sahaflar ve bitpazarlarıyla ünlü sokağı Portobello’yu mekân tutan roman, bir sanat galerisi sahibi, bir şizofren ve bir hırsızın öyküleri etrafında şekilleniyor. Ruth Rendell, çok iyi bildiği ve mükemmel tasvir ettiği bir atmosferde, karakterlerini her türlü sınıfsal ilişki ve çelişki içinde resmederken, okuru da çok hareketli, eksantrik bir “çarşı”nın içine çekiyor. “Portobello Sokağı”, küçük bir sürprizin ve günlük yaşamdaki sıradışı bir davranışın nasıl gerilimli bir hâl alabileceğini gösteren; tuhaf bir “bağımlılık” şekli ve aşk üzerine de dikkat çekici vurgularda bulunan, birinci sınıf bir Ruth Rendell romanı.
Osmanlı hâkimiyeti altında dört asır (1516-1918) kalan Suriye’nin, hareketliliğin en hızlı olduğu 19. yüzyıldaki edebi ve kültürel hayatını inceleyen bu çalışmada; Batılılaşma sancısının bu coğrafyada nasıl yaşandığı, edebi ve kültürel hayata tesir eden amiller, eğitim kurumları, edebi ve kültürel yayınlar ile bu yayınlarda Osmanlılara ve Türklere bakış, ayrıca İstanbul’daki edebi ve kültürel hayatın Suriye’ye yansımaları ele alınmış ve o dönemin karanlıkta kalan bazı yanlış anlamalarına ışık tutulması amaçlanmıştır. Batılı oryantalistlerin etkisiyle kimi Arap ülkelerinde dillendirilen, Osmanlı döneminde Arap dil, kültür ve edebiyatının durakladığı ve hiçbir aşama kaydetmediği fikrinin arka planı araştırılarak objektif bir şekilde tahlil edilmiştir.
“Goto’nun çılgın ve karanlık dünyasında bir yolculuğa çıkmaya hazır olun... Sevgi dolu ama ihmalkâr bir annenin tek kızı olan Melanie Tamaki çevrede pek rağbet görmeyen bir çocuktur. Fakat bir gün okuldan eve dönüp annesinin ortadan kaybolduğunu fark etmesiyle tüm hayatı değişir: Bay Tutkal adlı pespaye bir yaratık onu Yarım Dünya’ya götürmüştür. Böylece Melanie annesini kurtarmak üzere Yarım Dünya’ya doğru zorlu ve karanlık bir yolculuğa çıkar. Ödüllü yazar Hiromi Goto’dan macera dolu, çarpıcı bir roman... Hayao Miyazaki’nin Neil Gaiman’ın Coraline’nini filme çektiğini hayal edin... Goto’nun çılgın ve karanlık dünyasında bir yolculuğa çıkmaya hazır olun... Sıradışı ve unutulmaz bir eser.” -Neil Gaiman-
“Babam, ben daha yedi yaşındayken şark hizmetini yapmak üzere Ağrı Diyadine gönderilmişti. Orada kaldığımız süre içerisinde Kürtlerle olan arkadaşlığım bende unutulmaz anılar bıraktı. Küçük bir çocuk gözüyle dahi olsa onları yakından tanımak ve yaşantılarını görme fırsatım olmuştu. Ta ki 1947’de bir tatbikat sonrası babamın vefatına kadar... Bir asker kızı olarak uzun yıllardır devam eden Türkiyedeki terör olayları, bunun yanı sıra ülkemizde ve dünyada son on yıldır daha da hızlanarak artan siyaset ve sosyal hayattaki kirlenme, beni bir süredir içten içe çok rahatsız ediyordu. Çocukluk ve genç kızlık dönemime ait anılarımla harmanladığım 1962’ye kadar geçen süreç içerisinde kâh iyi, kâh sancılı kısa hikâyemi bulacaksınız bu kitapta.”
YENİ ÇIKANLAR
Aydınlık KİTAP
7 ARALIK 2012 CUMA
Yakamoz Av na Ç kmak
Gerçekçilik, Yeniden!
Devrimin K zlar
Devrimci Hukuk
Necati Tosuner, Bankas Kültür Yay nlar , 96 s.
Y lmaz Onay, Yordam Kitap, 304 s.
Carolyn Cooke, Ayr nt Yay nlar , Çev: Gizem akar, 192 s.
Vural Sava , Bilgi Yay nevi, 480 s.
“Yakamoz Avına Çıkmak”, Necati Tosuner’in yaşamın sanki düşleri andıran ve üstünden zaman geçtikten sonra düş gibi hatırlanan anlarını anlattığı öykülerden oluşuyor. Yazar umudu ve umutsuzluğu anılarla düşler arasındaki gelgite yerleştirirken, öykü türünün sınırlarını genişleten başarılı bir biçim çalışmasını da gerçekleştiriyor. “Ve bunca yıl sonra... Hep aradığı o umudu hiç de bulamayacağını bilen, bunu çoktan öğrenmek zorunda kalmış olan bir adam gelecekti bu kıyıya. Umutlanmanın boşa umutlanmakla sonuçlanacağını bilen, yine de umutlanmayı, yeniden.. yeniden umutlanmayı kendine hiç yasaklamamış olan; oysa, umutlara kolayca kapılma yaşını da iyice geride bırakmış olan, bir adam...”
“Gerçekçilik” tartışmalarına yeni bir boyut ve canlılık kazandıracak olan bu kitap, “Brechtyen estetik”in ülkemizdeki ilk ve en önemli temsilcilerinden Yılmaz Onay’ın kapsamlı bir incelemesi ve manifestosu. “Gerçekçilik”in, bir sanatsal “akım” ya da 19. yüzyıla ait sanatsal bir “biçim” olarak görülmesine itiraz eden Onay, bu dar kavrama zengin bir içerik kazandırıyor. Yalnızca kendine özgürlükçü bir azınlığın demagoji ve yalanlarla yönettiği günümüz dünyasında “gerçekçilik”, sanatla yaşamı birleştiren bir üst-kavram, ezilen kitlelerin elinde güçlü bir silah olarak beliriyor. Kitabın güçlü tezleri, H. Pinter, J. Baudrillard, B. Brecht, A. Seghers, G.N. Pospelov, Özdemir İnce ve Nâzım Hikmet gibi yazar ve kuramcılardan geniş alıntılarla destekleniyor
1968 senesi. Cape Wilde kasabasındaki bir erkekler okuluna, müdürünün bütün itirazlarına rağmen bir kayıt hatası nedeniyle ilk kez bir kız öğrenci kabul edilir: Carol Faust on beş yaşında, siyah, parlak, dik başlı bir kızdır. Peki erkekler okulunda ilk kız olmak nasıl bir şeydir? Carolyn Cooke, genç kızların ve kadınların yaşamları, babası olmayan kızların yaşadığı dipsiz çaresizlik, radikal bir toplumsal değişimin zirvesindeki seçkin bir New England kasabasındaki paternalist iktidarın yarattığı erozyon hakkında son derece zeki ve duygulara hitap eden bir roman yazmış. “Devrimin Kızları”, tarihin önemli anlarını simgeleyen karakterlerle kurulmuş başarılı olay örgüsüyle dramatik bir toplumsal roman.
Foto raf n Temel Prensipleri
Her eye ve Herkese Kar Lacan
Edebiyat m zda Terimler
Özer Kanburo lu, Say Yay nlar , 360 s.
Elisabeth Roudinesco, Metis Yay nlar , Çeviri : Nami Ba er, 128 s.
Arslan Tekin, Bo aziçi Yay nlar , 391 s.
Bu kitapta; fotoğrafa başlarken en önemli konu olan doğru fotoğraf malzemesi seçiminden, fotoğraf çekerken dikkat edilmesi gereken temel prensiplere kadar birçok konu irdelenmiştir. Bu konular arasında; fotoğraf makinesinin temel ayarlarını doğru yapma, yatay ya da dikey kadrajın kararını verme, alan derinliğini kontrol etme, netliği doğru yere yapma, konuya göre doğru örtücü hızı seçme, objektiflerin perspektife olan etkisini kullanma, flaşı etkili kullanma, mimaride düşeyleri kontrol etme, konu fon ilişkisi oluşturma, altın oranı kontrol etme, ufuk çizgisinin yerini iyi seçme, makro çekimler yapma, kontrastı vurgulama, ritmi yakalama, ters ışık ile etki yaratma ve renk armonisini düzenleme bulunmaktadır.
Yirminci yüzyılın en etkili düşünürlerinden olan psikanalist Jacques Lacan, güncelliğini korumaya ve tartışılmaya devam ediyor. Düşüncelerinin özgürlükçülerden ziyade baskıcıların amaçlarına hizmet ettiğini iddia edenler olduğu gibi, şahsı hakkında da olumlu ve olumsuz birçok mit ortaya atılıyor. Psikanalist ve tarihçi Elisabeth Roudinesco temelsiz iddiaları çürütmek ve bu önemli şahsiyeti gerek insan olarak gerek düşünceleriyle daha iyi tanımamızı sağlamak için söz alıyor. Lacan’ın psikanalizi ve felsefesi hakkında yayımlanacak bir dizi kitabın ilki olan Her Şeye ve Herkese Karşı Lacan, tanımak isteyenler için olduğu kadar tanıdığını düşünenler için de iyi bir kaynak: Canlı bir portre ve buna paralel bir analiz.
“Edebiyatımızda Terimler”in beşinci baskısında; İslâmiyet Öncesi Türk Edebiyatı, İslâmî Türk Edebiyatı, Divan Edebiyatı, Tekke Edebiyatı, Tanzimat Dönemi Edebiyatı, Servet-i Fünûn Edebiyatı, Millî Edebiyat, Millî Mücadele Dönemi Edebiyatı, Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı ve bu edebiyatlar içinde yer alan akımlar, terimler, kavramlar tek tek anlatılmıştır. Yine dönemleri ve edebiyatın temeli olmuş eserleri de “terimler” içinde değerlendirilmiştir. Dr. Tekin, “terimler”in burada genel bir ifade olduğunu, dönemlerden ve eserlerden bahsetmenin, edebiyat tarihinin akışından bahsetmek olduğunu belirtmektedir. Yazarın, “Edebiyatımızda İsimler” adlı kitabı da bu eserin tamamlayıcısı niteliğindedir.
19
Azgelişmiş ve yarı sömürge durumuna getirilmiş bir İslam ülkesinde; dünya tarihinde eşine bir daha rastlanamayacak şekilde çağdaşlaşma ve demokratikleşmenin önünü Türk Hukuk Devrimi açmıştır. Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin çökmesi ve paramparça olmasıyla sonuçlanacağı, aklı başında olan vatandaşlarımızca giderek daha iyi anlaşılan emperyalizm güdümlü “Karşı Devrim”e dur diyebilmek; Kemalizm’in ve Türk Hukuk Devrimi’nin geniş kitlelere daha iyi anlatılabilmesi ve benimsetilmesiyle mümkündür. Bu kitap, bu amaca katkıda bulunmak için yazılmıştır. Hukuk konusundaki tartışılmaz bilgi ve bilgeliği, araştırma konusunda sınır tanımaz sabrı ile tanınan Onursal C. Başsavcısı Savaş’ın son kitabı.
nanc n Mucizesi
Ay e Siret Akduman, kinci Adam Yay nlar , 140 s. Yazar Ayşe Siret Akduman “İnancın Mucizesi” adlı kitabını böbreğini bağışlayarak onu hayata bağlayan kardeşine hitaben yazmış. “Angina Pectoris bu hasta kalbime konan teşhisti. ‘Hah, bir bu eksikti’ dedim kendi kendime. Bu bir isyan değil, daha çok ‘neden hep ben?’ sorusunun cevabını aramaktı. Bir kez daha yeni bir hastalıkla uğraşmak zorunda kalacağım gerçeğiyle karşılaşmıştım. Kendimi yorgun hissediyordum. Zaten hayatım boyunca hep sınanmıştım.” Böbrek yetmezliği nedeniyle yorgun düşen yazara kardeşi yeniden can veriyor. Bir mucize sonucu bir böbreği diğerinden küçük olduğu tespit edilen kardeş, uygun olan böbreğini ablasına armağan ediyor. Kitabın geliri Çocuk Böbrek Vakfı’na bağışlanacaktır.
20
Aydınlık KİTAP
7 ARALIK 2012 CUMA
Mektup “mail” oldu, çocuk aynı çocuk “ imdiki Çocuklar Hala Harika’n n çocuklar gözlemleyici ve sorgulay c gizilgüçleriyle Aziz Nesin’in çocuklar . Bu da karanl k bir dönemde tek umut, tek k belki de. T pk Nesin Vakf ’nda yeti en onca çocu un saçt k gibi.” İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com
Bu hafta elime Zehra İprişoğlu’nun, Aziz Nesin’in unutulmaz romanı “Şimdiki Çocuklar Harika”dan esinlenerek yazdığı “Şimdiki Çocuklar Hâlâ Harika” adlı kitabı geçti. Bu bahaneyle önce Aziz Nesin’in kitabını aldım ve bilmem kaçıncı kez yeniden okudum. Elbette her okuduğumda aynı coşkuyu yaşamıyorum, ilkokulda okuduğumda katıla katıla güldüğümü hatırlıyorum. Artık o kadar güldürmese de -ki bu kitabın değil, okuyucunun kabahati- aynı sıcaklığı, samimiyeti hissetmek, çocukluğumu, ilkokul arkadaşlarımı, öğretmenlerimi anımsamak ve her okuduğumda yeni bir ayrıntıyı fark etmek hoşuma gidiyor. Adam Yayınları'ndan çıkan kitabın kapak resmine hala bakar dururum. Zehra İprişoğlu’nun kitabı ise aslında 2006 yılında Toroslu Yayınları tarafından basılmış ilk olarak. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin, öğrencilere okumayı sevdirmek, onları edebiyatın değişik türleriyle tanıştırmak, edebiyatla resim sanatını birleştirmek, kitapla çocuk arasında farklı bağlar kurmak ve kurulan bağları kitap okuma eyleminden sonrasına taşımak amacıyla oluşturduğu “Yaratıcı Okuma” dizisinin kitaplarından biriymiş. Dizideki diğer kitaplar Sevim Ak’ın “Gökte Biri Var”, Seza Kutlar Aksoy’un “Şişko Patates”, Mavisel Yener’in “Şiir Saldım Gökyüzüne” ve Nazan İprişoğlu’nun “Resimlerle Konuşalım” isimli kitapları. FARKLI ÇOCUKLAR AYNI SORUNLAR Can Yayınları tarafından yeniden çocuk ve gençlerle buluşturulan bu kitabın çocuk kahramanları Deniz ve Doğan, iki samimi arkadaşlar. Tıpkı Aziz Nesin’in Zeynep ile Ahmet’i gibi. Doğan başka şehre taşınınca birbirlerinden kopmamak için düzenli olarak elektronik posta yoluyla haberleşme kararı alıyorlar. Elbette e-postadaki düzen, Ahmet’le Zeynep’in haftalık mektuplarından farklı olarak günübirlik. Deniz ve Doğan’ın yazışmaları aslında İstanbul ve Fethiye sakinlerinin topluca yazışmaları. Akdeniz’in sevimli kenti Fethiye’de yaşayan Doğan’ın ailesi kasaba insanının tipik özelliklerini taşıyor. İstanbul’un batı yakasında yaşayan Deniz ise kalabalığın ve gürültünün tam ortasında. Dola-
n esi zN i z A
yısıyla bu yazışmalar aslında mekanların, yaşam biçimlerinin, farklılıkların ve farklı sorunların ipuçlarını veriyor. Çocuklar zaman zaman geleneksel aile yapısıyla modern aile yapısının çekişmelerinin içinde buluyorlar kendilerini. Sonuçta çocuklar da sözü edilen ailelerin bir parçası, yaşadıkları ortama kuşbakışı bakmıyorlar, olayların tam içindeler. Aziz Nesin’in 1967 yılında yazdığı “Şimdiki Çocuklar Harika”, basıldığı dönemde tüm dikkatleri üzerine çekmiş. Çocukları yetişkinlerden üstün tutup, çocukların gözünden ebeveynlerin ve öğretmenlerin hatalarına parmak bastığı için süregelen kurguların dışına çıkmış, üstelik kimi roman yarışmalarında öğretmenleri küçük düşüren ifadeler barındırdığı gerekçesiyle çok önemli yazarlardan oluşan jüriler tarafından elenmiş ya da yasaklanmış. Kitap, dönemin aksayan eğitim sisteminin adeta kaynakçası olduğu için sakıncalı bulunmuş. Zehra İprişoğlu kendi resmi sitesinde kitabı üzerine yazdığı yazıda şöyle diyor: “Aziz Nesin’in altmışlı yıllarda yazdığı ‘Şimdiki Çocuklar Harika’dan bu yana ne değişti, ne değişmedi? Bu soru beni ‘Şimdiki Çocuklar Hâlâ Harika’ adlı mail romanı yazmaya yönlendirdi. Aradan geçen neredeyse yarım yüzyıllık süre içinde bazı şeyler sürekliğini koruyor, çocuğa pek söz hakkı tanımayan baskıcı okul sistemi ya da ataerkil aile yapılanması ya da kız erkek ayrımcılığı gibi. Teknolojik alanda çok şey değişti ama beyinler değişmedi. Tersine otoriter sistem giderek çığırından çıktı. Bugün şiddet kültürünün içinde yaşıyoruz. Çocuklarımız da bundan paylarını alıyor. Nesin Vakfı’nı karalama olayı bunun en son örneği. Ama şu da var ki, ‘Şimdiki Çocuklar Hâlâ Harika’nın çocukları gözlemleyici ve sorgulayıcı gizilgüçleriyle Aziz Nesin’in çocukları. Bu da karanlık bir dönemde tek umut, tek ışık belki de. Tıpkı Nesin Vakfı’nda yetişen onca çocuğun saçtığı ışık gibi.” İyi okumalar diliyoruz. (Şimdiki Çocuklar Hâlâ Harika, Zehra İprişoğlu, Can Yayınları, 152 s.)
ÇOCUK - GENÇ
Hödük, Güdük, Bir De B d k, Rap Rap Rap! Sokak hayvanlarının hayatta kalma mücadelesi, unutulmaz bir dayanışma örneği! “Hızlı Tosbi”, “Muhteşem İkili” ve “Şaşkın Cengâver” gibi sevilen çocuk kitaplarının yanı sıra eski Anadolu uygarlıklarını canlandırdığı benzersiz romanlarıyla da tanınan İsmet Bertan, yeni romanında çocukların dikkatini hayvan haklarına çekiyor. Bertan, belgeselci gözlem gücü ve sinematografik diliyle insanları, sokaktaki hayvanların gerçek dünyasına götürüyor. Anlık heveslerle eve alınıp, eskimiş bir süs eşyası gibi sokağa atılan hayvanların yaşam mücadelesini onların gözünden aktaran roman, okurunu sokak hay smet Bertan, Gün vanlarının zor koşullarına tanık ediyor. GöKitapl , 120 s. rünüşleri gibi karakterleri de, sorunları da farklı olan üç hayvanın arkadaşlığını işleyen kitap, ülkemizde endişe uyandıran yasa tasarısının gündeme taşıdığı hayvan haklarının görmezden gelinmesi konusunu ustaca ele alırken, sevgi ve dayanışma üzerine etkileyici bir öykü anlatıyor. Yavru bir köpekken bir ailenin yanına taşınan Hödük'ün ev hayatı uzun sürmez. Sahiplerinin hevesinin kaçmasıyla kendini sokakta bulur. Birçok tehlikeyle dolu sokaklarda başıboş dolaşırken, fino cinsi bir köpek olan Güdük ve yavru kedi Bıdık ile tanışır. Evden atıldığını bir türlü kabul edemeyen Güdük'le, ezildiğini bilmediği annesini arayıp duran Bıdık, Hödük'ün dostluğuna sığınırlar. Ancak, sokağın çetin koşullarında pati patiye veren üçlünün peşine Kara Köpek Çetesi düşmüştür...
Bir Anne Dile! Her gün şikâyet ettiğiniz anneniz, bir gün aniden her istediğinizi tam istediğiniz gibi yapan birisine dönüşebilir mi? Bruno boks yapmak istiyor. Ama annesi onun dünyanın en büyük piyanisti olacağına inanmış. Sofia biraz dikkat çekmek istiyor. Ama annesinin işi başından aşkın ve gözü de kardeşi Niklas’tan başkasını görmüyor. Emily ise annesinin bitmez tükenmez sakarlıklarından yorulmuş; onun arkasını toplamak yerine biraz kendi çocukluğunu yaşamak istiyor. Bir Sabine Ludwig, gün, bu üç çocuk okudukları dergide dünyanın leti im Yay nevi, en korkunç annesi yarışmasını görünce, bu yaÇev: Tuvana Gülcan, rışmaya başvuruyorlar. Sonra ne mi oluyor? Bir259 s. kaç gün sonra kapı çalıyor ve her birinin kapısında, Anna Teyze diye biri beliriveriyor. Ve aynı gün, kendi anneleri ortadan kayboluyor. Annelerin yerine geçen Anna Teyzelerin her ne kadar tuhaf davranışları olsa da, çocuklar ne istiyorsa, onu en mükemmel şekilde yapıyorlar. Adeta programlanmış birer robot gibi! Peki annelere ne oluyor? Onlar bir adada. Yarışmaya katılan başka çocukların anneleriyle birlikte, gözden uzak bir yerde, özel bir okulda buluyorlar kendilerini. Ve macera başlıyor!..
La Fontaine’den Masallar 17. yüzyılın en tanınmış Fransız şairi La Fontaine’in bazı insan karakterlerini hicvetmek amacıyla, kahramanları hayvanlar aracılığıyla kurgulayıp manzum olarak kaleme aldığı mesel fabl’lar Hindistan'dan İran, Anadolu ve Avrupa’ya yayılmış, bütün dünyaca ünlenmiştir. “La Fontaine’den Masallar”, edebiyatı masalla başlatan dünya şairi Nazım Hikmet’in cezaevinNaz m Hikmet Ran, deyken Ahmet Oğuz Saruhan takma adıyla ve kenYap Kredi Yay nlar , di ifadesiyle “Okunduğunda hece vezniyle yazıl200 s. dığı intibaı uyandıracak (...) hece veznine stilize edilmiş serbest vezinle” yaptığı çevirinin söyleyiş biçimindeki yalınlık ve Türkçe lezzetiyle okundukça renklenen, hiç eskimeyecek, evrensel bir kitap.
SAHAF
Aydınlık KİTAP
7 ARALIK 2012 CUMA
21
Basiretsiz bir komutanın düştüğü hal! ERCAN DOLAPÇI
Yazarımız Özdemir İnce’nin Taksim projesi vesilesiyle gündeme getirdiği “31 Mart İsyanı” konusuna katkısı olması amacıyla bir kitabı gündeme getirmek istiyorum. İsyan sırasında Üsküdar bölgesi komutanı olan ve Selimiye Kışlası’ndaki isyanı da yöneten Süleyman Şefik Paşa’nın hatıraları derslerle dolu. En önemli ders ise; devrimci olmayan ve gelişmeleri anlayamayan bir komutanın düştüğü acı durum! Bunu da en hafifiyle “basiretsizlik” olarak değerlendirmek gerekir. TAR H N DI INDA KALINCA “Hatıratım, Başıma Gelenler ve Gördüklerim, 31 Mart Vak’ası” ismini taşıyan kitap, 2004 yılında Arma Yayınları tarafından yayımlandı. Yeni yazıya ise Hümeyra Zerdeci aktarmış. 235 sayfalık kitap ilk kez yayımlanmış. Mütareke döneminde Harbiye Nazırı olan Süleyman Şefik Paşa, Cumhuriyet döneminde yü-
zellilikler listesinde yer aldı ve uzun yıllar yurt dışında sürgün hayatı yaşadı. Babası, dönemin ünlü valilerinden Ali Kemâli Paşa’dır. Babasının ölümünden sonra Paris’e kaçmış ve burada Jöntürklerle birlikte olmuştur. Ancak bir süre sonra onlardan ayrılır ve yurda döner. Abdülhamit’e yapılan suikast sırasında, olay yerinde olması nedeniyle tutuklanır. Suçsuzluğu anlaşılmasına rağmen Halep’e sürgün edilir. Üç yıl kalır. Meşruti Devrimle yurda döner, ancak daha sonra amansız da İttihatçı karşıtı olur...
SYANCILARIN EL NDE OYUNCAK OLMAK
mi anlayamayınca, olaylara karşı tutumu da yanlış olur. İsyan sırasında kararlı ve basiretli olsa Selimiye Kışlası’nda belki de isyan anında bastırılacak. Kararlılık yerini basiretsizlik alınca, emrindeki erlere “aman yavuralarım yapmayın” tarzı davranarak onların peşinden sürüklenir. Öyle ki sözde onları sakinleştirme adına makamında çay kahve ikram etmek zorunda kalır! Bu basiretsizliğinin de bedelini görevden alınmayla öder. Bunu da şöyle açıklar: “Beni azletmek değil, tatiften daha büyük vazifeye tayin etmesi lazımdı.” (s.202)
MUSTAFA KEMAL B R EY YAPAMAZ
“31 Mart” 13 Nisan 1909 İsyanı sırasında Üsküdar Ciheti Komutanı iken yaşadıkları ayrı bir değerde. Tarihi gelişi-
Süleyman Şefik Paşa’ya göre, isyancıların “şeriat istiyoruz” naraları; “adelet
istiyoruz” manasındaymış. İddiasına göre askeri sakinleştirmiş. Onlara eğlence bile düzenlemiş. 14 gün süren isyan sırasında Hareket Ordusu ile kendi kışlasında bulunan altı bin askerler arasında çatışma çıkmasını önlemiş. İsyanı ise Ankaralı Hamdi Çavuş başlatmış! Hareket Ordusu şehre girince onu yakalamış ve asmış. Ve şu saptamayı yapıyor: “O tarihte İstanbul’da benim ile Nazım Paşa elinde idi. İstanbul’da ise çeşitli sınıflardan otuz bine yakın muallim asker vardı. Eğer bizim kötü niyetimiz olsa idi Hareket Ordusu’nu perişan eder, İttihat hükümetini lağveder, memlekete hakim olurduk. 31 Mart bir irtica ayaklanması değildi. (...) İstanbul’a giren Hareket Ordusu’na birşey yapılamaz idi. (...) Mustafa Kemal’in birşey yapamayacağına kani idim. Mustafa Kemal şansı yahut benden daha iyi istikbali görüşü muvaffakiyeti temin etti.”
SES - SÖZ
“Kaptan”ın şarkılardaki esintisi DAMLA YAZICI le tekrarladım. Vapurdan indikten sonra da rıhtım boyunca bu ilk mısraları tekrarlayarak yürüdüm.” Bunun üzerine Ahmet Kaya ve eşi Gülten Kaya’nın gözleri yaşarır. “Müjganla ben ağlaşırız” dizesindeki “müjgan”ın hep bir kadın olduğu düşünülür, oysa eski dilde “kirpik” anlamına gelen bu sözcük Deniz Gezmiş’lerin idamına ithaf edilerek yazılan bu şiirde anlamına kavuşmuştur.
“… görünmez bir mezarlıktır zaman şairler dolaşır saf saf tenhalarında şiir söyleyerek kim duysa / korkudan ölür -tahrip gücü yükseksaatli bir bombadır patlar an gelir Attilâ İlhan ölür …” Ve an gelir, Attilâ İlhan yoktur artık. Şiirleri, eserleri, fikirleri ile zenginliğimiz olan Attilâ İlhan’ın büyük edebiyatçı kimliğidir geriye kalan. Yazar 60 yıllık yazı hayatında, edebiyatın her türünde eser verdi. 1948’de “Duvar” adlı şiir kitabıyla edebiyat serüvenine ilk adımını atan, ardından “Sisler Bulvarı”, “Yağmur Kaçağı”, “Ben Sana Mecburum”, “Belâ Çiçeği”, “Yasak Sevişmek”, “Tutuklunun Günlüğü”, “Böyle Bir Sevmek”, “Elde Var Hüzün”, “Korkunun Krallığı”, “Ayrılık Sevdaya Dahil” gibi bir çok kitaba imza atan, hatta pek çoğumuzun ezberinde mutlaka bir şiirinin bulunduğu bir ustadır Attila İlhan… Attilâ İlhan “Askıda Yaşamak” diyor kendisi gibi yaşayanlara ve bunu bir röportajında “Benim kitaplarımdan bir bölümünün adı ‘Askıda Yaşamak’tır. Askıda yaşamak işte budur, bir dakika sonranın ne olacağı belli değildir” diye açıklıyor. “Kaptan” olarak hafızalarımızda yerini koruyan Attilâ İlhan şarkılarda da bizlerle birlikte. Etkileyici sözleri ve bir beste gibi akan şiirleri müzisyenlerin bu güç üzerinden şarkılar yazmasına da sebep oldu. Ahmet Kaya herhalde şairin şiirlerini en çok besteleyen sanatçıdır. “Böyle Bir Sevmek”, “Yangın Gecesi”, “Cinayet Saati”, “Jilet Yiyen Kız”
şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız o mahur beste çalar müjgan’la ben ağlaşırız gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız o mahur beste çalar müjgan’la ben ağlaşırız Attilâ lhan
gibi pek çok eseri Attilâ İlhan şiirinden bestelemiştir. Ahmet Kaya’nın 1986 tarihinde piyasaya çıkardığı “An Gelir” albümü hem adını bir Attilâ İlhan şiirinden alır, hem de içerisinde üç tane Attila İlhan şiirinden bestelediği şarkıyı barındırır: “An Gelir”, “Lili Marlen Türküsü”, “Sen İnsansın”. Ahmet Kaya’nın gene bir Attilâ İlhan şiirini bestelemesi sonucu ortaya çıkan “Mahur Beste”nin hikayesi ise Can Dündar’ın yazısında bizlere ulaşıyor. Ahmet Kaya besteyi “Kaptan”a dinletmeye gider ve “Kaptan”dan şiirin yazılış hikayesini dinler: “12 Mart sonrasının kahır günleriydi. Bir sabah radyoda duyduk ağır haberi: Deniz’lere kıymışlardı. Karşıyaka’dan İzmir’e geçmek için vapura bindim. Deniz bulanıktı; simsiyah, alçalmış bir gökyüzünün altında hırçın, çalkantılı... Acı bir yel esintisinin ortasında aklıma düştü ilk mısra... Vapurda sessiz bir köşe bulup yüksek ses-
bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı gittiler akşam olmadan ortalık karardı bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara simsiyah bir teselli olur belki kalanlara geceler uzar hazırlık sonbahara
Bununların dışında Attillâ İlhan’ın muhteşem şiiri “Ayrılık da Sevdaya Dair”, Vedat Sakman tarafından bestelenip Zuhal Olcay’ın “İhanet” albümünde yer almıştır. Yaşar’ın 12 Mayıs 2005 tarihinde çıkan beşinci albümü “Hatırla”da, bir Attilâ İlhan şiiri olan “Ağustos Çıkmazı”, “Beni Koyup Gitme” adıyla şarkı olarak yer almaktadır. Yaşar, bu şarkıya çektiği klibin sonunda “Dünya biraz daha yalnız Attilâ İlhan’sız...” sözüyle Kaptan’a olan vefasını da göstermiştir.
Ahmet Kaya
22
Aydınlık KİTAP
7 ARALIK 2012 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r? Bulunduğumuz oda sanki altüst olmuş ve duvarları, tavanı, zemini bir anda sayısız tünelin ağzına dönüşmüştü; zamanın içinde her yöne uzanan tüneller. İşte o anda geçmişten bugüne zamanın her saniyesinde, tüm gezgin ademoğullarının, tün gezgin havvakızlarının ve onların tüm gezgin çocuklarının birliğini gösteren Bokononcu vizyon belirdi gözümün önünde.
a) Kurt Vonnegut – Kedi Beşiği b) Oya Baydar – Kedi Mektupları c) Edgar Allan Poe – Kara Kedi d) Deniz Kavukçuoğlu – Kedi Gülüşü e) Jeffrey Archer – Dokuz Kuyruklu Kedi
2
“Satranç hayat gibidir David,” demişti babası. Her parçanın kendi işlevi vardır. Bazıları zayıftır, bazıları ise güçlü. Bazıları oyunun başında işe yarar, bazılarıysa sonunda. Ama kazanmak için hepsini kullanmak zorundasın. Aynen hayatta olduğu gibi, satrançta da skor tutulmaz. On parçanı kaybedip, yine de kazanabilirsin oyunu.
a) Luke Rhinehart – Zar Adam b) John Verdon – Gözlerini Sımsıkı Kapat c) Heather McElhatton – Şahane Hatalar d) Adam Fawer – Olasılıksız e) Debbie Macomber – Küçük Mucizeler Dükkanı
3
Bihruz Bey bu dakikada pek mutsuzdu. Keşfi Bey'in öyle haykırması, hanımların öyle gülüşmesi, sorusunun cevapsız kalması, arabacının, o teresin de landonun açmakta, hanımları alıp gitmekteki aceleciliği, nihayet sarışın hanımın arabadan bakıp da bir adiyö'cük bile demeksizin çıkıp gitmesi zavallı beyi pek etkilemişti.
a) Namık Kemal – İntibah b) Nabizade Nazım – Zehra c) Samipaşazade Sezai – Sergüzeşt d) Recaizade Mahmut Ekrem – Araba Sevdası e) Ahmet Mithat Efendi – Felatun Bey ve Rakım Efendi
Bu haftan n do ru yan tlar :
1-(a) 2-(d) 3-(d)
1
BULMACA SOLDAN SA A 1. Resimdeki yazar - Bir filme, bir gösteriye eklenen beklenmedik güldürücü ayr nt , gülüt 2. Beyaz - Galyum’un simgesi - Bir soru sözü - Kuyruk sokumu kemi i - Milattan önce (k sa) 3. ç organlar n iç yüzeyini örten ince tabaka - “... Güler” (foto rafç ) - Daha çok radyo için haz rlanm , genellikle güldürü niteli inde k sa oyun 4. Bir tür yumu ak peynir - Bir nota - Arapça’da “ben” - Bir ngiliz biras 5. Bir resim desen ya da alçak kabartmada, baz nesne ve figür boyutlar n n, perspektifin etkisiyle k salmas - S k
gözlü bir bal k a türü 6. Motor güç birimi - Sahip - San Marino’nun plakas - Ba ka yere dikmek için haz rlanm olan sebze veya körpe çiçek 7. laç, merhem - Çok s k dokulu ve sert bir seramik hamuru türü - Baya , s radan 8. Ya l ve verimsiz kimse - H rvatistan'da bir liman kenti 9. Gerçekle tirilmesi zamana ba l istek - Bir yüzölçümü birimi - Eski Çin felsefesinde, evrenin birli ini sa layan düzen ilkesi 10. Ba lang çta yer alan - Bir nota - Parlak, saydam k rm z renkte de erli bir ta - ridyum’un simgesi 11. Nikel'in simgesi - Lantan’ n simgesi - Su yolu, kanal - Bir
seslenme sözü 12. Bir nesnenin özelliklerinden veya özellikleri aras ndaki ili kilerden herhangi birini tek ba na ele alan zihni i lem “Yücel” ( air) 13. Sinir - Fas’ta bir rmak - Berilyum’un simgesi - Bir renk 14. Ate - Plutonyum’un simgesi - K l, tüy - Jüpiter’in bir uydusu - Ak l 15. Gezegenimizin uydusu - Resimdeki yazar n bir eseri YUKARIDAN A A IYA 1. S rça - Resimdeki yazar n bir eseri 2. Obur - Japonya’da buda rahibesi - Lityum’un simgesi - Bir atadan gelen kimselerin olu turdu u topluluk, sülale 3. Tenis oynanan alan - Biricik, e i olmayan - U ur 4. Klasik Yunan’da bir sitenin halk meydan - Yönetmek için at n a z na tak lan demir alet - Beynin parçalar , bölümleri 5. Güney Kafkasyal bir halk - Yerle im alanlar d nda kalan yerler - Bir tür cila - Peru’nun plakas 6. Ye il ya da hareli sedefle bezeli her tür ah ap kakma e ya - Organ, üye 7. öhret - Rütbesiz asker - Cet 8. Satürn gezegeninin be inci uydusu - Stronsiyum’un simgesi - Lübnan’ n plakas - Fas’ n plakas 9. Küçük tekne kaptan - Karabasan 10. Çin’in para birimi - Di i geyik - Kuzu sesi 11. Aktinyum’un simgesi - M s r’ n plakas - Köy evlerinin odalar ndaki duvara biti ik peyke, sedir - Alamet, ni an 12. Favori - yeri, büro - Lavrensiyum’un simgesi - Geni 13. Okur - Bir binek hayvan - “... Ayhan” ( air) 14. Bilerek yap lan i ve fiil - Bir nota - E ek sesi - Ah ap, mermer ya da ta levhalar kafes biçiminde oyarak bezeme 15. Resimdeki yazar n bir eseri - Buzulta - Bir nota
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ