.
KITA P Aydınlık
BU SAYIDA
35 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 1426
21 Aralık 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 43
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Kırmızı buğday tarlalarında, bir fotoğrafın coğrafyasında…
Milliyetçi geçmiş nasıl restore edilir?
Edebiyatta patafizik sesleri
Yüzyıllar öncesinden bugünün iktidar mücadelesi
Antonio Gramsci: Hapishane Defterleri
ı ş r a k e n i ğ i l r e s m Aklın kötü İ Ğ İ L R E S M İ Y İ İRADENİN
? ASI TARTIŞMA DOSY
Yazar ve eleştirmenlere sorduk: Edebiyat eleştirisi nereden nereye?
Aydınlık KİTAP
21 ARALIK 2012 CUMA
3
SUNU
İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: Samuel Beckett
s. 4
Ortak geçmiş nasıl restore edilir?
s. 5 “Akşamüstü telefonum çaldı, ahizenin diğer ucunda Atay vardı.
Edebiyatta patafizik sesleri
s. 6
Kitabını hemen basmak istediğimi söyledim. “Ben kaç aydır uğraşıyorum kimse basmak istemedi, emin misiniz?” diye sordu, “Evet he-
Edebiyat eleştirisi nereden nereye?
s. 7
men sözleşme yapalım” dedim. Sonra “iki cilt rahat okunur, ne dersiniz” diye sordum, kabul etti. Birkaç gün sonra Güncer Han'daki
“Yolcu, yol senin ayak izlerindir”
s. 8
odamda yayın sözleşmesini kendi elyazısıyla hazırladı. İmza ettik. Çok güzel bir elyazısı vardı.”
Babil Balığı: Umut Şiddete karşı siyaset
s. 9 s. 10
Bu sözler Hayati Asılyazıcı'ya ait. NTV Tarih dergisinin Oğuz Atay'ın 35. ölüm yıldönümü dolayısıyla hazırladığı özel sayısına verdiği röportajda böyle anlatıyor Atay'la ilk çalışmasını. Asılyazıcı Akşam gazetesinden ayrıldıktan sonra Sinan Yayınevi'ni kuruyor. “Sinan” oğlunun ismi aynı zamanda. “Tutunamayanlar” eline geçtiğinde birçok
Sorgulanan tıp
s. 11
başka yayıncının aksine kesinlikle basılması gereken bir eser olduğunu düşünüyor. Asılyazıcı'nın sanat hayatımıza sayısız katkılarından sa-
Kapak: Aklın kötümserliğine karşı iradenin iyimserliği
s. 12
Kral çıplak!
s. 14
Yüzyıllar öncesinden bugünün iktidar mücadelesi
s. 15
Kemalizm’den Neoliberalizmin Sosyal Demokrasisine
s. 16
Çin’i tanımaya nereden başlamalıyız?
s. 17
dece biridir. *** Türkiye Gazeteciler Cemiyeti'nin kurucu başkanı Sedat Simavi adına 36 yıldan bu yana sürdürülen ödüllerin bu yılki sahipleri açıklandı. 2012 Sedat Simavi Edebiyat Ödülü’nün sahibi, geçtiğimiz Eylül ayında okurla buluşan “Lanetlenmiş Ağustosböcekleri”nin yazarı Ahmet Cemal oldu. Yazarın yeni denemelerini topladığı kitap, edebiyattan sinemaya, tiyatrodan resme, çeviri uğraşından politikanın sanata etkisine dek uzanan yazılardan oluşuyor...
Yeni Çıkanlar
s. 18-19 ***
Çocuk-Genç: Mona Lisa konuşuyor
s. 20 Geçtiğimiz hafta kapak dosyamızın fotoğraflarına fotomuhabir ar-
Sahaf: İsmet Paşa’nın genç subaylık yılları s. 21
kadaşımızın ismini eklemeyi unutmuşuz. Irmak Mete'ye emeklerinden dolayı teşekkür ederiz.
Alıntı Test-Bulmaca
. KITA P Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı
s. 22
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk
www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com
Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ Genel Müdür Yardımcısı (Reklam): Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22
Saynur Okuroğlu
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
21 ARALIK 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
HAFTANIN PORTRES
Samuel Beckett (13 NİSAN 1906 - 22 ARALIK 1989) Beckett, eserlerinde sadece burjuva hayat ndan beslenerek Kafka’da sonra yabanc la ma, ileti imsizlik, anlam n yoklu u, insan n hiçle me ve nesneye dönü me sürecini, burjuva hayat n n çürümü lü ünü en iyi anlatan yazarlardan olmu tur. Zaman geçtikçe k sa ve özlü eserler vermeye ba layan Beckett, bu kötümser hali kara mizah yoluyla ifade eder 20. yüzyılın deneysel edebiyatının önde gelen yazarlarından Samuel Barclay Beckett; şiirleriyle, oyunlarıyla ve eleştirileriyle edebiyat dünyasına damgasını vurmuştur. James Joyce’un takipçilerinden olan yazar bu sebeple son modernistlerden, daha sonraki pek çok yazarı etkilemiş olduğu için de ilk postmodernistlerden sayılmaktadır. Ayrıca “absürd tiyatro” akımının da yaratıcısı olan yazar, varoluşçu çizgiyi eserlerinde hissettirmiştir. En meşhur oyunu “Godot’yu Beklerken”dir. İrlandalı yazarın eserleri sade ve temelde minimalisttir. Kimi yorumculara göre çağdaş insanın durumu hakkında hiççi ve kötümser eserler vermiştir. Ancak Beckett, eserlerinde sadece burjuva hayatından beslenerek Kafka’da sonra yabancılaşma, iletişimsizlik, anlamın yokluğu, insanın hiçleşme ve nesneye dönüşme sürecini, burjuva hayatının çürümüşlüğünü en iyi anlatan yazarlardan olmuştur. Zaman geçtikçe kısa ve özlü eserler vermeye başlayan Beckett, bu kötümser hali kara mizah yoluyla ifade eder. 1969 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülür. Yazın yaşamını esasen üç aşamada incelemek mümkündür. İlk dönemde Joyce ile tanışması neticesinde Joyce’un eserlerindeki etkisi büyüktür. Bu dönem yazdığı öykü kitabı “Aşksız İlişkiler” ve ilk romanı “Murphy” Joyce esintileri taşımaktadır. Sonraki eserlerinde sürekli tekrarlanan “delilik” ve “satranç” temaları, bir ölçüde “Murphy”de de mevcuttur. Romanın açılış cümlesi, Beckett’ın tüm eserlerine hayat veren kö-
Kırmızı buğday tarlalarında, bir fotoğrafın coğrafyasında… Zaman tünelinde yolculuklarla dolu geçiyor roman; yaralar, eski a klardan kalanlar… ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com “Kunduru” da denen kırmızı buğday tarlaları arasında, Halys’in (Antikçağda Kızılırmak’ın adı) kenarında, köylerde; ayrı ayrı yitirilenlerin acısıyla, bir arayışın peşinde, hikâyesizleşmenin en çok da insanın hikâyesizleşmesinin derin sızısıyla dolu Sema’nın hikâyesini anlatıyor “Babamın En Güzel Fotoğrafı”. İlk kez okuma fırsatını yakaladığım Gönül Kıvılcım’ın on yıllık aradan sonra yazdığı ikinci romanı. 38 yaşında, bekâr, mutsuz bir kadın olan Sema’nın annesiyle birlikte çıktığı bir gezide bambaşka bir yolculuğun içinde kendini bulmasıyla başlıyor. Anne ve babasının şahit olduğu acı olaylara ve aile sırlarına tanıklık eden roman karakteri, köklerini arayan hüzünlü bir hayatı gözler önüne seriyor. Fotoğraflar üzerinden, kaybolmayan kareler üzerinden sorgulamalarda bulunuyor: Sahi babasının geçmişte unutamadığı o anı neydi?
tümser alt anlamların ve kara mizahın ipucunu verir: “Hep aynı dünyanın üzerinde ışıldıyordu güneş, başka seçeneği yoktu çünkü.” II. Dünya Savaşı sırasında Roussillon’da saklanırken yazdığı “Watt” ise aynı temaları içermekle birlikte, daha az coşkulu bir üslûba sahiptir. Bu romanın bazı bölümlerinde insan hareketleri “Permütasyon” matematiksel permütasyon gibi kurgulanmıştır. Bu durum, Beckett’ın daha sonraki oyun ve romanlarında ortaya çıkacak olan, hareketlerin kesin şekilde tanımlanması kaygısının habercisidir. İkici Dünya Savaşı sonrasındaki ikinci dönemde, sanatının öznel olması ve tamamıyla kendi iç dünyasından kaynaklanması gerektiğini düşünmeye başlayan Beckett, en bilinen eserlerini üretmeye başlayacaktır: “Godot’yu Beklerken” “Oyun Sonu”, “Krapp’ın Son Bandı”, “Mutlu Günler”. Absürd tiyatronun temel eserleri olduğu düşünülen bu dört oyunda, her ne kadar Beckett’ın kendisi “varoluşçu” olmasa da, dönemin varoluşçu düşünürlerinin eserlerindeki temalar “kara mizah” tarzıyla ele alınmıştır. Temel olarak bu oyunlar, anlaşılamaz ve akıl erdirilemez bir dünya karşısında hissedilen umutsuzluk ile bu umutsuzluğa rağmen yaşamda kalma isteğini anlatır. Son dönemde ise Beckett, 1950’lerdeki eserlerinde de belirgin olan yoğunluğa daha da fazla yöneldi ve bu durum minimalist olarak anılmasına sebep oldu. Önceki oyunlarda zaten az sayıda olan karakterler, son dönem dramatik eserlerinde artık sadece en gerekli öğeleri içerecek şekilde daraltılmıştır.
GERÇEKLER NEREDE SAKLIDIR Fotoğraflar kaybolmuyor, bir süre karanlığa gömülüyor. Bazen beş on yıl, bazen yetmiş seksen yıl. Yalnız insan, arayan insan, arayış ve umuda özlem… Aşık Veysel’in “Bahar gelir gudurursun” dediği Kızılırmak’ın konuğu, geçmişin izini süren; fotoğraflarda gizlenenleri ortaya çıkarmaya çalışan Sema’nın öyküsünü anlatıyor ya da daha doğru bir ifadeyle O’nun üzerinden bir coğrafyanın öyküsünü anlatma yoluna gidiyor “Babamın En Güzel Fotoğrafı”. Başkalarının göremediği bir gerçeğin fotoğraflarda saklı olduğu hissinden kurtulamadığını görüyoruz, romanın kahramanının. Fotoğrafların sürüklediği yerlere gidiyor, babasının fotoğrafları doğrultusunda yola çıkıyor. Genç yaşta Kızılırmak’ta boğularak ölen amcasının hikâyesini anlatıyor. Ve hep erken gelen ölüm; babasının gidişi annesi ve Sema için baş edilmesi zor bir kayıp. Sahi bozkırın nesini seviyordu Sema? Zaman tünelinde yolculuklarla dolu geçiyor roman; yaralar, eski aşklardan kalanlar… Aşık olunacak kadar güzel bir şehrin incir kokulu gecesi kuşatmıştı Sema ve sevdiği adam “Söğüt”ü. Babasının fotoğraflarında kendi çocukluğunu ve biraz da Anadolu’nun tarihini arıyordu. “Dinlediği her rivayet, duyduğu her masal bir asa gibi eline yapışıp mucizevi yollar açtıkça umutlanıyordu Sema.” Geri dönmeyen bir âşık, geri dönmeyen
Gönül K v lc m
ölüler, geri dönmeyen babalar… Kahramanımız birçok karakterle tanıştırıyor bizi; bazen bir köylü kadın, bazen bir şoför, bazen bir çiftçi, bir öğretmen…
SUÇLUYU DO RU YERDE ARAMAK Anadolu coğrafyasında gezerken yan yana duran güneş ve karanlık, düşmanlık ve dostluktan bahsediyor ve ekliyor yazar: “Bir yanda çok güzel, yıllarca, yüzyıllarca geriye giden tarihi bir miras, diğer yanda onun üzerine dökülmüş kalın bir beton”. Anlatımları sürerken zaman zaman yüksek sesle sorular da soruyor Gönül Kıvılcım. “Hacı Bektaş-ı Veli, Ahi Evran geleneğine sahip, bir yandan Mevlana’sıyla Yunus’uyla, bereketli zamanlarıyla, Tanrı misafirlerine kapılarını açan kervansarayları ile pırıl pırıl bir coğrafya diğer yandan nasıl bu kadar karanlık olabilir”. Buraya kadar kitabın kurgusu ve anlatımına değinmeye çalıştık. Elbette eleştirilerimizi dostane bir şekilde sıralamakta da fayda var. Söylediklerinin kimi yerinde haklılık payları bulunan yazar, özellikle de 1980 öncesi yaşananları, Maraş olayları üzerinden anlatırken AleviSünni çatışmasına da değiniyor. Bunları yaparken zaman zaman sözü “Ermeni tehciri”ne getiren Kıvılcım, aynı coğrafyada kaç binyıldır bir arada yaşayan halkların, kültürlerin emperyalizmin kışkırtmasıyla birbirine düşürülüşlerinden ziyade kabahati geri bırakılan insanlara ve dolaylı yoldan da cumhuriyete yıkmak yoluna gidiyor. Gerici bir katliam üzerinden “azınlıklar, mübadele, tehcir, ölüm korkusuyla yavaş yavaş kaybolma” diyerek Ermenilere yönelik bir soykırım uygulandığı fikrini inceden inceye hafızalara kazımaya çalışıyor. Bir kurgulama olmasının yanında birilerinin gerçek hikâyesinin anlatıldığı romanın satır aralarında verilen mesajı okurken bazı hususları söylemeden edemeyiz. Nasıl ki emperyalizmin bağrında büyüyen gericiliğin ve şovenizmin ektiği kin tohumlarının, acıların, katliamların karşısında durmak bir insanı görevse aynı zamanda da karışık, numaralanmış cumhuriyetçi tezlerden etkilenen zihinlerden dökülen tohumların da bu coğrafyada filizlenemeyeceğini belirtmek de o denli faydalıdır diye düşünüyorum. (Babamın En Güzel Fotoğrafı, Gönül Kıvılcım, Ayrıntı Yayınları, 153 s.)
Aydınlık KİTAP
5
Ortak geçmiş nasıl restore edilir? Sinema yaz n m z n bellek ve zaman üzerine daha çok üretmesi gerekiyor. Bir yol haritas olarak görülebilecek bu çal ma, umar m bu alanda yap lacak birçok çal man n da yolunu açar
ERCAN DALKILIÇ ercandalkilic111@gmail.com
Gül Yaşartük’ü özellikle içinden geldiği feminist politikanın süzgecinden süzüp ortaya koyduğu film analizleri ile hayli dikkat çeken bir sinema yazarı olarak tanıyoruz. Yazar, Agora Kitaplığı’ndan çıkan “Eleni, Maria ve Yorgo: Türk Sinemasında Rumlar” adlı bu çalışmasında, 19. yüzyılla birlikte gemi azıya alan milliyetçi güdü ile biçimlendirilmiş, aslında kökü ta Osmanlı ortaoyunlarına kadar dayanan, 90’lar sinemasındaki Rum temsillerinin deşifresine soyunmuş. “Yüreğine Sor”, “Sen Ne Dilersen”, “Sis ve Gece”, “Güz Sancısı” ve “Sıcak” filmlerinin bellek ve zaman kontekstinde “milliyetçi bir tarihin geçmişinin restorasyonu”na kültürel katkı sağladığı tespiti, bu minvalde sürülen izlerin etraflıca irdelemesi, tartışmaya açılması, “Eleni, Maria ve Yorgo: Türk Sinemasında Rumlar”ın omurgasını oluşturuyor. Tabii, bu geniş çözümlemeye girişmeden önce, “Türkiye’de Rumlar” ve “Türkiye’de Rum Olmak” başlığı altında bu topraklarda yaşayan Rumların tarihini, gündelik popüler kültüre/kitle kültürüne referanslar da vermek suretiyle mercek altına almayı ihmal etmemiş Yaşartürk. Sonrasında da bu temeli güçlendirmek adına, bugüne değin sinemamızda görülen gayrimüslim karakterlerinin kısa kısa sunumlarını gerçekleştirmiş. “Arşak, Yvete, Melayin, Agavni, Artin ve Nora: Türk Sinemasında Gayrimüslim Karakterler” adlı 3. Bölümde Rum/Gayrimüslim karakterlerin; isimleri, kırık şiveleri, boyunlarında taşıdıkları haç vb. gibi belirteçlerle tek boyutlu çizilmiş ve karşıtlığın diğer ucuna yerleştirilmiş olarak karşımıza çıktığı, genellikle de olumsuzlandığı belirtilmiş. Bu olumsuzlanan karakterizasyonlar üzerinden de paylaştırılmış geçmişin pekiştirildiği, geleceğin bu tanımla devamının güven altına alındığı tezini ortaya sürmüş Yaşartürk.
Gül Ya artürk
1964’TE NE OLDU? Kıbrıs’taki “Kanlı Noel” adıyla anılan çatışmaların ertesinde İstanbul Rumlarının zorunlu göçü, arkasında birçok yarım kalan hikâye bırakır. Bu hikâyelerin sahiplerinden biri de, “Politiki Kouzina (Bir Tutam Baharat)” adlı filmin yönetmeni Tassos Boulmetis’tir. 1964’te İstanbul’dan göç ettirilenlerin arasında bulunan Boulmetis’in, kendi hayatından yola çıkarak yaptığı “Politiki Kouzina” da Yaşartürk’ün çalışmasında kendine yer bulmuş. “Barış için geçmişi hatırlatmak yerine unutmanın sağladığı kolaylıkla tesis edilecek barış için masalsı bir geçmiş” sunduğu ifade edilen filmin, tıpkı “Yüreğine Sor” ve “Güz Sancısı” gibi “maddi temellerden soyutlanmış” ve romantize olduğu vurgulanmış. “Eleni, Maria ve Yorgo: Türk Sinemasında Rumlar”, Türkiye’de yaşayan Rumlara dair belleğin sinemadaki yansımalarını dizinleyen çok önemli bir kaynak. Bu kaynağa göre; ele alınan bir dizi filmin arasında sadece “Bulutları Beklerken”, “temiz” çıkmış. Yani 90’lar sinemasında onca filmin içine yalnızca “Bulutları Beklerken”, milliyetçi geçmişin zihniyetini korumaya devam etmemiş. Mithat Sancar’ın deyişiyle “geçmişin egemenliğinden” kurtulmuş. Agora Kitaplığı'nı ve aynı zamanda Akdeniz Üniversitesi İletişim Fakültesinde Yardımcı Doçentlik görevini sürdüren Gül Yaşartürk’ü sinemamıza yaptığı bu katkıdan olayı tebrik etmek gerek gerçekten. “Eleni, Maria ve Yorgo: Türk Sineması’nda Rumlar”, her yönüyle tastamam bir çalışma değil. Ki, tastamam olması için bir sebep de yok ortada. Sinema yazınımızın bellek ve zaman üzerine daha çok üretmesi gerekiyor. Bir yol haritası olarak görülebilecek bu çalışma, umarım bu alanda yapılacak birçok çalışmanın da yolunu açar. (Eleni, Maria ve Yorgo: Türk Sinemasında Rumlar, Gül Yaşartürk, Agora Kitaplığı, 176 s.)
6
21 ARALIK 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Edebiyatta patafizik sesleri “Okumaya de er ve zevk ald m eyleri yazmaya çal yorum. Özgün eyler anlatmak ya da s radan eyleri özgün biçimlerde anlatmak istiyorum” DENİZ ANTEPOĞLU denizantepoglu@hotmail.com “Bay How Ne Yapmalı?” isimli öykü kitabıyla tanıdığımız yazar Özcan Doğan’ın, “Ayakları Pürdikkat Refakatçi Haydutlar” adlı ilk romanı Alakarga Sanat Yayınları’ndan çıktı. Özgün tarzıyla dikkat çeken yazar, Türkiye’de patafizik akımının ilk temsilcilerinden. Özcan Doğan, 1981 doğumlu ve Hacettepe Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatı mezunu. Aynı zamanda çevirmenlik de yapan yazarın, öykü, şiir ve çevirileri Sarnıç Öykü, Notos, Özgür Edebiyat gibi çeşitli dergilerde yayımlandı. İlk kitabı öykülerden oluşuyor ve patafizik akımının da izlerini ilk bu öykülerde rastlamak mümkün. Yeni çıkan romanında da aynı akımı sürdüren yazar, yer yer Türk edebiyatının unutulmaz romanları ve karakterlerinden izleri de öykülerinde ve romanında hissettiriyor. Yazarın en büyük özelliği özgünlüğü. Sıradışı şeyler denediği ve ilgi gördüğü kesin. Getirdiği en büyük yenilik ise kuşkusuz ülkemizde bilinmeyen ve yazar sayesinde edebiyat dünyamıza giren patafizik akımı. Patafizik, 19. yüzyıl sonlarında 20. yüzyıl başlarında gerçeküstü ve absürd akımlara öncülük eden edebiyattan müzik ve sinemaya kadar etki eden, Jacques Prévert, Dario Fo, Man Ray ve Max Ernst gibi pek çok edebiyatçıyı etkileyen bir akımdır. Patafiziği basit olarak istisnalar bilimi olarak tanımlayabiliriz, yerleşik algıyı aşarak istisnalar üzerinden dünyayı yorumlama çabasıdır. Patafizik akımının edebiyata etkisi, edebiyata farklı bir bakış algısı getirme çabası şeklinde ortaya çıkmıştır. Eserlerde metinler gerçeklikle doğrudan ilişki kurmamaya çalışır. Bu sayede okuyucunun yorum alanı genişletilmeye çalışılır ve tek anlam yerine çokanlamlılık kazandırılmaya çalışılır. Yokluk durumu ön plana çıkar, karakterlerin yaşamı eylemlerin yokluğu üzerine şekillenir. Patafizik akımı savunanlara göre patafizik hayatın her alanındadır ve kaçınılmazdır. Bu sebeple her yazarın ve şairin tesadüfen de olsa edebiyatında kullanmaları mümkündür.
Özgün tarzı ve konularıyla dikkat çeken yazar Özcan Doğan ile bu hafta sizler için yeni kitabına ve edebiyat anlayışına dair röportaj yaptık. Keyifli okumalar. İlk kitabınız öykülerden oluşmaktaydı. Şimdiki kitabınız ise bir roman. Neden roman yazmayı tercih ettiniz? İlk kitaptan sonra, yazmak istediğim pek çok öykü fikri şekillenmişti kafamda. Küçük notlardı bunlar. Fakat bunları ayrı birer öykü olarak yazmak yerine, bir ana tema etrafında gelişen hikâyeler olarak yazmaya karar verdim. Bu benim için daha kolay olacak diye düşündüm ve öyle de oldu. Ayrıca yeni bir tür denemiş olacaktım. Bu açıdan roman fikri öne çıktı. Fakat Özcan Do an öykü yazmaya devam ediyorum bugün de. Bundan sonra da kimi fikirler roman, Patafizi i kimileri de öykü olarak şekillenecek basit olarak sanırım. Yazarda iyi olduğuistisnalar bilimi ken belli oluyor mu düşünüyoriz. bili olarak tan mlaya bu daha çok. rum. Türkibir Edebiyata etkisi, farkl Patafizik ye’de tam anbak alg s getirme edebiyat akılamıyla Patamını Türkifizik metinler çabas d r. Eserlerde ye’de kullanan yazan ilk kişi metinler gerçeklikle ilk yazar olduolabilirim gerdo rudan ili ki ğunuz düşünülüçekten de. Zaten ya kurmama yor. Katılıyor muyazan insan sayısı çal r sunuz? Bu akımın edeçok az olduğundan, biyatınızdaki yeri nedir? böyle bir sonuç çıkıyor Patafizik, düşünüş tarzımı normal olarak. önemli ölçüde etkileyen bir kavram. Romanınızda yer yer “Aylak Sanat ve edebiyat anlayışımda bu- Adam” ve “Tutunamayanlar” ronun çok açık etkileri manlarından izler hissediliyor. var. Aslında, yalnızca Okuyucularınız da aynı şekilde edebiyat açısından de- benzetmelerde bulunuyor. Bu duğil, bütün olarak va- ruma katılıyor musunuz? Etkilenroluşu bir Patafizik diğiniz ve beğendiğiniz yazarlar durum olarak algıla- kimlerdir? dığımı söyleyebilirim. Evet bu yönde yorumlar var. Türkiye’de Patafizik Yusuf Atılgan ve Oğuz Atay sevdineredeyse hiç bilin- ğim yazarlar. Bu iki yazardaki yazı meyen bir konu. 3-4 üslubunun ve karakter özelliklerinin yıl önce durum daha izleri yazdıklarımda görülebilir. Fada kötüydü. O gün- kat bu birebir etkilenmekten ziyade, lerde blog ortamında insanın varoluşunu algılama nokyazdığım yazılar ve tasında bunlara duyduğum yakınNotos dergisi için lıktan kaynaklanıyor sanırım. Fakat hazırladığım Patafi- esas olarak yakınlık hissettiğim ve zik dosyası okurlar ve yazar adayları yazdıklarımda izleri veya benzerarasında çok güzel bir ilgi gördü. Pa- likleri görülen başka yazarlar var. tafiziğin kendine özgü dili insanla- Blanchot, Calvino, Kafka, Jarry, rı kolaylıkla etkiliyor. Patafizik kav- Borges ve Poe’daki insan algısını ramıyla tanışmaktan dolayı büyük paylaştığımı rahatlıkla söyleyebiliheyecan duyan ve Patafizik metin- rim. Bunlar okumaktan büyük zevk ler yazmaya başlayanlar oldu. Şim- aldığım yazarlar ve bu ister istemez di az da olsa Patafizik düşünen ve yazdıklarımda etkili oluyor. Özellikle yazanlar var. Ben şahsen bu konu- Jarry ve Blanchot’nun etkisi bü-
yüktür. Fakat ben etkilenmeyi doğal buluyorum. Edebiyat tarihi bütünüyle bir etkilenmeler silsilesi olarak görülebilir ve başka türlüsü de pek mümkün değildi zaten. İlerlemenin de bir koşulu bu galiba. Yeni bir tarzda yazmak sizi endişelendiriyor mu? Türk okuyucuların yeniliklere açık olduğunu düşünüyor musunuz? Aslında yazarken ve yayımlama aşamasındayken böyle bir endişem olmadı. Çünkü okumaya değer ve zevk aldığım şeyleri yazmaya çalışıyorum. Özgün şeyler anlatmak ya da sıradan şeyleri özgün biçimlerde anlatmak istiyorum. Yayımlanmadan önce aldığım yorumlar romana dair herhangi bir endişe uyandırmadı. Fakat yayımlandıktan sonra aldığım bazı yorumlar bundan sonrası için endişelenmeme neden oldu. Kurgu olarak bazı noktaların çok kapalı olduğu söyleniyor. Sözgelimi “Karanlıkta” rüya gören adam ve o adamın yolda yürüyen kahramanın karşısına çıkması ya da kitabın sonunda bulunan dosyanın aslında elimizdeki kitabın ikinci cildi olması gibi ayrıntılar. İkinci soruya gelince. Evet, okuyucular yeniliklere açık. Ama bu okuyucuların sayısı çok az maalesef. Bu genel olarak edebiyatın bir sorunu zaten. Çok farklı şeylerin kitleler tarafından beğenilmesi zaten kendi içinde biraz paradoksal bir şey olurdu. (Özcan Doğan, Ayakları Pürdikkat Refaketçi Haydutlar, Alakarga Sanat Yayınları, 142 s.)
“Patafizik, düşünüş tarzımı önemli ölçüde etkileyen bir kavram. Sanat ve edebiyat anlayışımda bunun çok açık etkileri var. Aslında, yalnızca edebiyat açısından değil, bütün olarak varoluşu bir Patafizik durum olarak algıladığımı söyleyebilirim”
Aydınlık KİTAP
21 ARALIK 2012 CUMA
7
YAZAR VE ELEŞTİRMENLERE SORDUK:
Edebiyat eleştirisi nereden nereye? AYDINLIK KİTAP kitap@aydinlikgazete.com
Eleştiri, sanatın ve edebiyatın başlıca besin kaynağıdır. Sonrasında sergilenecek eserlerin önünü açar, yol gösterir. Üniversitelerin edebiyat bölümlerinde ilk öğretilenlerden biridir; eleştiri beğeniye dayalı bir yargılama değildir. Yapılan, eseri tarihsel ve sosyolojik açıdan bir bağlama oturtmak ve bu bağlam içerisindeki işlevini tespit etmektir. Bu sayede eserin anlamına anlam katmaktır aslında eleştiri. Onu açığa kavuşturmak, deyim yerindeyse yerli yerine oturtmaktır. Tabii ki estetik de değerlendirmeye alınması gereken bir kriterdir. Fakat bu da yine kişisel beğeniye dayalı değil, belli ölçütler etrafında ele alınır. Söz konusu bir edebi eserse eğer üslup, dil kullanımı, gramer, dilbilgisi, akışkanlık, süslemeler.. Bütün bunlar ve daha fazlası değerlendirmeye alınır. Aydınlanma
Leyla Erbil
düşüncesinin mirasıdır sanat eleştirisi. Alman Romantikler bunun edebiyat üzerinde ilk uygulayıcılarındandırlar. Yayın organları kurulur, buralarda eleştiri yazıları yayımlanır. Almanya'nın dört bir yanında farklı görüşten yazar ve eleştirmenler çıkardıkları dergilerde kıyasıya eleştirirler birbirlerini ve yazarlar beslenir bu eleştiri kültüründen. Sonunda kazanan edebiyat olur. Türkiye'ye baktığımızda daha geç bir tarihte de olsa benzer gelişmeleri görebiliyoruz. Cumhuriyet'in ilk yıllarından itibaren giderek gelişen bir kültür sanat hayatı ve yayıncılık söz konusu. Dergiciliğin gelişmesi derinlikli tartışmaları beraberinde getirir. İlerleyen dönemde yine Fethi Naci gibi büyük isimler yaşatır edebiyat eleştirisini. O günden bugüne uzanan büyük bir biri-
“Soru yan t n kendi içinde ta m yor mu?”
Çöküş dönemlerinde etik sorunlar bir bütün olarak karşımıza çıkar. Sadece oğlan çocuk fuhşu, çocuk gelinler, kadın ölümleriyle kısıtlı kalmaz. Ataerkil toplumun kökenlerinde saklı kalmış “ecdad”ın tüm
“Bir daha yazacak mecra bulamama riski” “Kâr amaçlı” bir çarkın içinde var olmaya çalışan bir edebiyat ve eleştiri dünyasından bahsediyoruz. Böyle bir sistemde tüketicisine, sadece ekonomik kaygılar taşıyan aracılarla ulaşan edebiyat gibi eleştiri de sık sık o aracıların zaaflarıyla yaralanmaya mahkum. Yayınevlerinden kitapları hakkında yazılacak olumsuz bir eleştiriye olgunlukla yaklaşmalarını, sermaye sahiplerinden ilanlardan gelecek hayati parayı cengaverce gözden çıkarmalarını, eleştirmenlerden de bir daha yazacak mecra bulamama riskini erdemlice göze almalarını beklemek için, dünyayı önce bir durdurmak sonra da ters tarafa doğru yeniden döndürmek gerekiyor. Bu tartışmalardan kurtulmanın tek yolu edebiya-
Mine Sö üt
tın isyanıdır. Keşke edebiyat gözünü açsa ve isyana yatkın yapısının farkına varabilse de sıkıştırıldığı kapandan çıkmak için bir hamle yapsa. O zaman edebiyatla birlikte eleştiri de bağımsızlaşır ve o soylu çatışmadan çıkacak enerjiyle birlikte yayıncıların, editörlerin, reklamcıların ve hatta bizzat edebiyatçıların ve eleştirmenlerin korktuğunun aksine alçalmaz, yükselir.
kim söz konusu aslında. Peki nerede bu birikim? Günümüz edebiyat camiasında ne kadarını görebiliyoruz? Edebiyat eleştirisi ne durumda, ya da kaldı mı? Yoksa eğer neden yok? Olması için neler yapılmalı? Bu sorular yeni değil. İçten içe tartışıldığını biliyoruz. Yayın hayatımızdaki sözümona çeşitlilik, içerik olarak ise tekdüzelik kafaları kurcalıyor elbette. Sayıca bu kadar çok derginin, kitap ekinin yan yana çıktığı bir Türkiye olmamıştır. Buna karşın içerik ne durumda? Yakın zamanda bu tartışmalar bir kez daha alevlendi. Yazar - eleştirmen Irmak Zileli'den Oya Baydar'ın son kitabı hakkında bir yazı kaleme alması isteniyor. Fakat yazı tamamlanıp söz konusu yayın organına gönderildiğinde yer verilmeyeceği bildiriliyor. Yazının tamamına internet ortamında ulaşmak
çirkinlikleri de su yüzüne çıkar. Ülke ortaçağa dönüştürülürken “neden eleştiri yok?” sorusu, yanıtını kendi içinde taşımıyor mu? Biat ahlakı geri döndü. Elimizde kalanı koruyabilsek bari!
“Ele tiri küçük dergilerde, hem de k yas ya sürüyor” "Kitap ekleri kaçınılmaz olarak edebiyat ve şiir dergilerinden daha çok ilgi gördüğü, okunduğu için, haftalık ya da aylık olarak yayımlanan bu eklerdeki yazılar da kaçınılmaz olarak tanıtma yazıları oluyor. Edebiyat ve şiir dergilerinde, özel- Haydar Ergülen likle de küçük dernıp, özellikle roman, hatgilerde, zaten büyük deta şiir bile, bundan payını necek dergi de kalmadı ya, eleştiri geleneği sürü- alınca kitap tanıtma yazıları da eleştirinin önüne yor bence. Bunu görmek geçti. Yazarlar, şairler de için öykü ve şiir dergilebuna alıştılar bana kalırrinden birkaçına ve birsa. Fakat dediğim gibi, kaç sayılarına bakmak eleştiri küçük dergilerde, yeterli olacaktır sanırım. hem de kıyasıya sürüyor." Her şey bunca hızla-
mümkün. Aydınlık Kitap konuyu irdelemek için kapsamlı bir dosya hazırlığına girişti. Amaç yayıncı, akademisyen, yazar ve eleştirmenlerden “edebiyat eleştirisinin olması için ne yapılmalı” konusunda görüş almaktı. 20'den fazla isme ulaştık. Görüş bildirmelerini istedik. Birçoğu konuya ilişkin pek bir bilgisi olmadığını söyledi. Yayıncı olup da eleştirinin kendi alanına girmediğini söyleyenler bile çıktı. Sonuçta istediğimiz kadar zengin bir dosyayla karşınızda olamasak da konuya ilişkin son derece gerçekçi ve öğretici bir tabloyu yansıtıyoruz sizlere. Bakın yazar ve eleştirmenler ne yanıt vermişler. Bu arada şunu belirtmeden geçmeyelim. Konu hakkında gelecek her türlü görüşü önümüzdeki sayılarımızda yayınlamaya hazırız. Tartışmanın edebiyat hayatımıza katkısı olacağını düşünüyoruz.
Ele tiri var ama okurla bulu muyor Kanımca, bizde, pek çok kavram gibi “edebiyat eleştirisi” de genellikle yanlış anlaşılıyor. Her şeyden önce, “eleştiri” sözcüğü, pek çoklarına “yerme”yi çağrıştırıyor. Oysa edebiyat eleştirisinin işlevi, bir Celal Üster yapıtı yerin dibine ba- farklı açılardan yadtırmak da değil, gök- sınmaz katkılarda bulere çıkarmak da. lundular. Bugün de Bana sorarsanız, eleş- Jale Parla, Semih Gütirinin işi, bir yapıtı müş, Ömer Türkeş estetik, dilsel, yapısal, gibi adlar sayabilirim. Bence, soruna, toplumsal, siyasal açılardan inceleyerek çö- gerçek anlamda, nizümlemek, giderek telikli edebiyat eleştirisinin okurla, dahası değerlendirmektir. Böyle bakıldığın- yazarla ne ölçüde buda, “Bizde neden eleş- luştuğu açısından baktiri yok?” diye sormak malı. Toplumun edepek doğru olmaz. biyat beğenisini, edeCumhuriyet döne- biyat eleştirmenlerinminden alırsak, Nu- den çok, medyadaki rullah Ataç’tan baş- popüler magazin yalayarak Ahmet Ham- zarları yönlendirebidi Tanpınar, Hüseyin liyorsa, durum hiç de Cöntürk, Memet iç açıcı değil demektir. Fuat, Asım Bezirci, Bu da, toplumun düAdnan Benk, Berna şünsel düzeyinin, özelMoran, Fethi Naci, likle 1980’lerden bu Akşit Göktürk, Fü- yana çok aşağılara çesun Akatlı gibi adlar kilmiş olmasıyla baedebiyat eleştirisine ğıntılı.
8
21 ARALIK 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
“Yolcu, yol senin ayak izlerindir” Kitab n yirmi yolcusunun da yan nda oturdum “yar m dünya”larda, “k rm z k z”larda; yolda kendi mi oluyor insan, yol kendi mi oluyor insan n? Bu kitapta kendinden, kendi yolculuklar ndan yola ç kan airler, öykücüler bizi de kendimize götürüyorlar DİLAN ÖZTÜRK dilanozturk.@gmail.com
“yol , başka bir şey sanma yolcu yol yoktur yol yürüdükçe yol olur yol olur yürüye yürüye bakışlarını geriye çevirince de dönüp bir daha basılmayacak keçi yolu görülür yolcu yol yoktur yalnızca geminin köpükleri denizde..” 1
Tüyap Kitap Fuarı bitti malum. Biz de Yazı İşleri Müdürümüz Damla Hanım ve çocuk kitaplarımızı tanıtan İrem Hanım ile hem fuarın ilk gününü hem de bir yol hikâyesi paylaştık taa Kadıköy'den Beylikdüzü'ne. Bir kez daha tanıştık yolda; gündelik yaşam, kitaplar, hayaller ve yolculukları konuştuk. Varmak istediğimiz yer kitaplarla dolu olunca konu yol kitaplarına, yolculuk kitaplarına geldi. Böylesi kitapların azlığından hayıflanmak bana kaldı. Şöyle bol resimli turistik gezi kitapları değil de yolculuk kitapları yazılmalı dedim, çünkü “en güzeli, yol yürüyüş öğretir.”2 Çalışkan müdürümüz Damla Hanım tez zamanda dermanıyla yetişti: “Cümleten İyi Yolculuklar”, derleyen ise Sis şiirini lisede Türkçe bölümünün kapısından gire çıka ezberlediğim Haydar Ergülen. Ne güzel; “Yolculuklar ve Kentler” Kırmızı Kedi Yayınevi'nin yeni başlattığı bir seri imiş, “Cümleten İyi Yolculuklar” bir otobüs, kamyon ve otomobil kitabı imiş salt; daha tren, daha vapur, daha anlatılacak çok yolculuk varmış. Uzun zamandır böyle samimi bir kitap okumamıştım. Kitabın yirmi yolcusunun da yanında oturdum “yarım dünya”larda, “kırmızıkız”larda; yolda kendi mi oluyor insan, yol kendi mi oluyor insanın? Bu kitapta kendinden, kendi yolculuklarından yola çıkan şairler, öykücüler bizi de kendimize götürüyorlar. Beni hep özlemle gelip, kaçarak gitmek zorunda kaldığım İstanbul’a namı değer kürkçü dükkânına getirip bırakıveriyorlar. Kavafis diyorlar İthaka; benim aklımda bir isyan bayrağı olarak açtığım, Anka-
ra’da öğrenci evi duvarıma asılı bir yazısı Ece Temelkuran’ın: “Bu Şehir Arkandan Gelmeyecek!” Bu kitapta anlatılan yol hikâyeleri hem yazarlarına has hem de sanki sözleşmişler gibi birbirini ve bir de okuru tamamlamaya. “Annem, sabah namazından sonra, kahvaltımı hazırlayıp beni uyandırıyor, yola hazırlıyor. ‘Annem, yollara baka baka uzatıyor ömrünü’.”3 Bu satırlarla geliyor aklıma yatılıya giderken ki yolculuklarım, annemin balkon çiçeklerinin arasından uzanan başı bana hep sevgilerin en sıcağı gibi gelmiştir. Yola çıkmama cesaret, annemin yollara bakarak hep beni bekleyeceğine olan inancımdan, o sıcacık kucaklaşmalara güvencimden gelir. “Cümleten İyi Yolculuklar” bilhassa şehirlerarası otobüs yolculuklarının, ilk yolculukların, ilk evden kaçışların, bir otobüs yolculuğu süresince yaşanan aşkların, özlemlerin, devrimlerin kitabı. Muavin Haydar Ergülen devrime otobüsle giden bir kuşağın mensubu olduğunu anlatıyor, benim aklımda; Cumhuriyet Bayramı'na otobüsle gitmeye çalışan, Ankara il sınırından döndürülmeye çalışılan otobüsün önünde yatan, bayramı devrim, devrimi bayram yapan Erdinç Amca, öz, hakiki bir insan. Sizlerin de eğer gönlünüz benim kadar yola düşmüşse, bu kitap sizi nerde olursanız olun eski yolculuklara çıkaracak yeniden. “Cümleten İyi Yolculuklar” Sıddık Akbayır, Sina Akyol, Nalan Barbarosoğlu, Habip Bektaş, Ahmet Büke, Metin Cengiz, Jaklin Çelik, Ali Çolak, Refik Durbaş, Şükrü Erbaş,
Haydar Ergülen, Cezmi Ersöz,Adil İzci, Özcan Karabulut, Gonca Özmen, Ahmet Telli, Baki Ayhan T., Kemal Varol, Murat Yalçın ve Özcan Yurdalan’ın yollarını anlatıyor, ben Nalan Barbarasoğlu ile Şükrü Erbaş’ın mümkün olsa tamaYolcular mını buraya almak istediğim hikâyelerinden alıntılar yapıyorum, ardını merak edesiniz, hiç vakit kaybetmeden sizler de yola çıkasınız diye..
NALAN BARBARASO LU: YOL ARKADA IM HAR TA “Yoncalara bakarken dünyanın her yerinde iletişim kurabilirmişim gibi bir duyguya kapılıyorum. Gülümsüyorum. Duygu işte… İnanılan, yaşanan gerçeklere aykırı, çoğu kez yaşama kurallarıyla örtüşmeyen başka boyutta bir gerçeklik. Hep kendi biricikliğiyle gelen, hep kendi biricikliğiyle yaşanan, ölçüye, tartıya gelmeyen, karşılaştırma, doğrulama olanağı bulunmayan bir gerçeklik.” … “Sokrates, Mısır’a giden bir öğrencisine ‘Kendini götürdüğün sürece gitmen mümkün değil,’ demiş. Bu anlamda haklı olabilir. Ne kadar gidersek gidelim, ne kadar hareket edersek edelim kendimizle duruyoruz. Elealı Zenon’un örnek verdiği ok gibi. Ok hedefine doğru ilerken her anda belli bir noktada bulunarak gitmektedir; belli bir noktada bulunuyorsa duruyor demektir. Öyleyse hedefe giden yolun bütününde de durmaktadır. Hareket belki de Zenon’un dediği gibi duraklar zinciridir. Dururken hareket ettiğimizi sanıyoruzdur.”
Bu kitapta kendinden, kendi yolculuklar ndan yola ç kan airler, öykücüler bizi de kendimize götürüyorlar
ÜKRÜ ERBA : KEND N YÜRÜYEN YOL “Ne zaman geceye çıksa ayın gümüş hançeri kapanmaz gedikler açardı gerçeğinde. Başka insanların baktığı pençeler güleç, başka güneşlerin vurduğu sular derin ve maviydi. Sabahın ılık soluğuyla ışıyan yataklar, dışarı saldığı herkesi akşamlara kadar kucaklardı ardından. Evlere dönüş hakkedilmiş bir şenlikti başka dünyalarda. Bir ip gibi boğazına oturan sokaklar, ufukların ardında insan içine karışmış bir gökyüzüydü. Burada mutluluk kişiliksiz bir duyguyken, uzaklarda acı bile yaşama bağlıyordu insanı. Durduğu yerde değersiz bir bütün olarak kalmaktansa, parçalana parçalana gitmenin büyük doğruluğuna inandırmıştı kendini. Herkesin köşeli ve meşru dayanaklar içinde güvenlik ve haz bulduğu yerde, eşiklerde yaşamanın ayrıcalığı ile güçlü ve güzel kalabilmişti. Yalanın, zorun, paranın ve sığlığın kuşattığı sesine, aşınmanın küf kokan lekeleri düşmeye başlamıştı yine de. Gözlerini olanca büyüklüğüyle açmasına karşın, gördüğü şeylerin artık değişmediğini görüyordu. Her şey öyle bir hazla yineliyordu ki kendini, giderek bir devinimsizliğe dönüşüyordu yaşadığı gerçek. Alnındaki çizgiler çeşitlenerek çoğalacağı yerde, silinerek azalmaya başlamıştı. Hiçbir omuzdan hiçbir kuş havalanmıyordu, kanat sesleriyle düş kurabilsin insan. Anılarından başka gerçeği kalmamıştı. Gitmek diye oturduğu her yerden gitmek diye kalkıyordu.” (Cümleten İyi Yolculuklar Yolculuklar ve Kentler 1, Kolektif, Derleyen: Haydar Ergülen, Kırmızı Kedi Yayınevi, 280 s.) 1 Antonio Machado 2 Gülten Akın 3 Sıddık Akbayır/Şükrü Erbaş
“Cümleten İyi Yolculuklar” bilhassa şehirlerarası otobüs yolculuklarının, ilk yolculukların, ilk evden kaçışların, bir otobüs yolculuğu süresince yaşanan aşkların, özlemlerin, devrimlerin kitabı
BABİL BALIĞI
Aydınlık KİTAP
21 ARALIK 2012 CUMA
9
Umut M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com
“…yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için…” Nazım Hikmet, Yaşamaya Dair
Bu hafta okuduğum pek çok kitabın içerisinde, beni daha fazla gevezeliğe iten, hatta bilinen istatistiğin biraz tersine, kitabın sahip olduğu kelime sayısından daha fazla kelime söylemeye mecbur bırakan (zevkle!) bir resimli kitabı konu edineceğiz: Shaun Tan’in İthaki Yayınları tarafından dilimize, Seda Ersavcı’nın tercümesiyle kazandırdığı “Kızıl Ağaç” (The Red Tree, 2001) kitabını. 1974 Avustralya doğumlu yazar ve çizer Shaun Tan’in çalışmalarıyla daha önce neden karşılaşmadığımı bilemiyorum ve bunun için hayıflanıyorum. 2011 yılında kısa animasyon uyarlaması Oscar ödülünü de kazanan “The Lost Thing”i (Kayıp Şey, İthaki Yayınları, 2012) izlemesine izlemiştim de ödüle aday olan bir başka kısa animasyon The Gruffalo’nun -ki gerek animasyon tekniği, gerek öykü (Julia Donaldson’ın aynı isimli resimli kitabından uyarlamadır) açısından hâlâ, daha üst-düzey bir çalışma olduğunu düşünüyorum- ödülü kazanamaması sebebiyle ya tuttuğum kinden ya da vakit bulamamamdan, “Kayıp Şey”in arka plandaki yaratıcıları hakkında bir araştırmaya girişmemiştim. Bu açıdan Shaun Tan’in resimli kitaplarıyla karşılaşmak benim için de büyük bir sürpriz oldu ama çalışmalarının büyüleyici yanı sebebiyle kısa sürede diğer çalışmalarını da inceleme ve araştırma fırsatını bulabildim. Çoğunlukla çocuk kitaplarının (bu hatalı genellemeye birazdan değineceğiz) yazarı ve çizeri olarak bilinen, modern resimli kitapların önde gelen sanatçılarından sayılan Shaun Tan’ın hem yazıp hem çizdiği “The Playground” (1997), “Kayıp Şey”(İthaki Yayınları, 2012), “The Red Tree”, “Kızıl Ağaç”(2012, İthaki Yayınları), “The Arrival” (2006), “Tales From Outer Suburbia” (2008) ve “The Oopsatoreum” (2012) bulunuyor. Bunların dışında sadece çizimlerini üstlendiği pek çok kitap da mevcut.
duyduğu, metaforlarla örülü şekilde resmedilen bir dünyadaki “umutsuzluk,” “çaresizlik,” “kaybolma” ve “yalnızlık” hisleri içinde yaptığı yolculuğu ve bu yolculuğun sonucunda ulaştığı “umut”u anlatıyor ve resmediyor. Shaun Tan kitabı için, okuyucularının sıkça, neden bu kadar “karanlık” çevresinde tablolarını oluşturduğuna ise “The Rabbits”te işlediği sosyal ve çevresel adaletsizlik (Avustralya’nın sömürgeleşmesine yönelik bir alegoridir ve yazarı John Marsden’dir), “Kayıp Şey”deki sosyal kayıtsızlık, “The Viewer”daki özyıkım düşüncelerinde olduğu gibi, doğru görünmeyen şeylere daha çok ilgili olduğunu söylüyor. Kitaplarının sadece çocuklara yönelik olduğunun düşünüldüğünden bahsetmiştik. Bu yanılgının temelini Tan’in resimli kitaplarında doğal olarak görsel anlatımın genişçe yer kaplamasının ve anlatının büyük çoğunluğunu oluşturmasının etkisi büyük. Bununla beraber yazın kısmının yalın, kısa, net anlaşılır cümlelerle devam ettiğini göz önüne alınca ve bilhassa geçmişten gelen, resimli kitapların ekseriyetle çocukları okumaya alıştırma ve özendirme yolu olarak görülmesi sebebi ile bu yakıştırmalar yapılıyor. Ancak durum bunun biraz tersi. Shaun Tan’ın da bir makalesinde tekrar hatırlattığı Einstein’ın “sanat, en derin düşüncelerin en kolay şekilde ifade edilmesidir,” sözlerini tekrarlayalım. Kitaplarının olağanüstü şekilde çocukları da cezbedecek, onların öykü ve görsel dağarcıklarına da hitap edecek doneleri barındırdığı doğru ama bunun yanında yetişkinlerin özümseyeceği, özellikle duygu-düşizlem metotlarını gözden geçirecekleri, fikirleri ve soruları da barındırmaktadır. Çi-
ÇOCUK K TABI OLMANIN ÖTES NDE “Kızıl Ağaç”, temel olarak isimsiz küçük bir kızın, “uzaklık” ve “yabancılaşma”
Shaun Tan’in “The Arrival” kitab ndan
zimleri her incelendiğinde bir önceki gözlemden farklı detaylar su yüzüne çıkacaktır. “The Oopsatoreum”daki gibi çılgınca buluşlar (bu buluşların bir yandan alakasız şekilde İrfan Sayar’ın Prof. Zihni Sinir tiplemesini ve buluşlarını çağrıştırması beni gülümsetti) aynı zamanda yaratıcılığın ne olduğu, neyin orijinal olduğu yolundaki soruları sordurmaya da muktedirdir. Aynı şekilde “Kızıl Ağaç”ı da olduğu gibi kabul etmenin ötesinde, metaforlarını deşmek, sonunda açan “Kızıl Ağaç”ın da bir gün öleceğini, hiçbir şeyin kesin ve kalıcı olmadığını çıkarsamak ve kitabın başına tekrar dikkatle dönerek tamamının bir daireden oluştuğunu kavramak da mümkündür. Aynı şekilde dikkat- Shaun Tan li ikinci okumada, büyülü şekilde aniden ortaya çıkan “Kızıl Ağaç”ın her sayfada bir yaprağına rastlanabilir. Genel anlamda Tan’in çalışmalarındaki, yabancılaşmaya ve yalnızlığa yol açan imgesel dünyalarında, tıpkı hayatta var olduğu gibi gizli, daha önce göz ardı edilen bir güzelliğin ortaya çıkışı söz konusudur. “Kayıp Şey” bu anlamda sanatçının manifestosu gibi görülebilir.
ÖYKÜ DÜRTÜLER VE METAFOTLARI KA IMAK Bu konu ile ilintili Shaun Tan’ın, resimli kitapların hedef kitlesini kimlerin oluşturduğuna yönelik makalesi oldukça değerli, baştan sona anlam bütünlüğü taşıyan ve birkaç kesme alıntıyla geçiştirilemeyecek bir yazı olduğundan, makalenin tamamını merak eden okuyucunun “http://www.shauntan.net/essay1.html” adresini ziyaret etmesini tavsiye ederim. Gözlem dağarcığımdan hareketle en beğendiğim çalışması “Kızıl Ağaç” olmasına karşın, başyapıtı olarak “The Arrival”ı gördüğümü belirtmeliyim; sadece monokrom, yazısız bir öyküyü olağanüstü çizimleriyle yansıttığı için değil ancak aynı zamanda öykü dürtülerini ve metaforları kaşımada “en az” modern edebiyatın kelimeleri kadar başarılı olduğu için. Shaun Tan’in görsel öğeleri öykü anlatımının yan değil ana öğelerinden biri haline taşıdığı bu görsel dürtüleme aşama-
sı için Bookslut’daki röportajında bir soruya verdiği cevabı gözlemleyelim: “Soyut konuları işlemek, hikâyenin konusunu özetlemek ve öykünün ana hatlarını belirtmek için kelimeler kullanışlılar. Görsel betimler ise yazılı bir fikri oldukça geliştiren bir çeşit gizem ve atmosfer kazandırıyor.” İthaki Yayınları'na bu keşifleri, sundukları baskı kalitesi ve daha önemlisi ticari kaygılar yüzünden kimsenin kolay kolay basmaya yanaşmayacağı oldukça değerli bir eseri bizlere kazandırdıkları için, ülkemizdeki yayıncılığa olan inancımızı bir kez daha canlandırdıkları ve pekiştirdikleri için teşekkür edelim.
SARILMAK STEYECE N Z B R K TAP “Kızıl Ağaç”, bir kez okuduktan sonra kitaplığa kaldıracağınız kitaplardan biri kesinlikle değil. Çizimleri tekrar tekrar incelemek istemenizin ötesinde, masanızın üzerinde uzun süre duracak, her “yabancılaşma” ve “kaybolma” hislerinin pençesine kapıldığınızda yeniden okuyup içinizde tekrar tekrar umudu yeşertecek bir kitap. Kendisini çaresiz, üzgün, kayıp, uzak hisseden her yakınınıza armağan etmek isteyeceğiniz bir kitap. Her çocuğun da yetişkinler gibi -hatta tahmin edilenden de sıkumutsuzluk, mutsuzluk ve yalnızlık hislerine kapılabileceği ve onlara da umudu ve saklı güzellikleri öğütleyecek bir kitap. Size hissettirdikleri yüzünden sarılmak isteyeceğiniz bir kitap, çünkü okuyabileceğiniz çok kitap var ama içinizde bir umut büyütmeyi sağlayacak fazla kitap yok. Haftaya görüşmek dileğiyle… (Kızıl Ağaç, Shaun Tan, İthaki Yayınları, Çev: Seda Ersavcı, 32 s.)
10
21 ARALIK 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
Şiddete karşı siyaset Egemenin mekan olan devlet erkini ele geçirmeye çal mayan hiçbir hareket sistemin iddet uygulamas n n önüne geçemeyecektir CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@gmail.com
iddetin Ele tirisi Üzerine
YOKLU UN “VAR!” DED Gerçek kimi zaman yalanlarla kimi zaman suskunlukla, kimi zaman gevezelikle, kimi zamansa doğrudan fiziksel zorla örtülmeye çalışılır. Fiziksel zor diğer tüm durumlarda örtük olarak vardır. Zaten gizlenmeye çalışılan gerçek tam da budur. Fiziksel zor uygulanmayışıyla bile uygulanabilmektedir. Namluların bir hedefe doğrultulmuş olması, her an bir kovboy misali hızla hedefe doğrultulabileceğinin bilinmesi, hedef vurulduğunda yere düşenin ölümünün ve kimliğinin gizli kalacağına ve bu olay sanki hiç yaşanmamış gibi hayatın akıp gideceğine olan inanç gerçeğin örtülmesini sağlayan düşünsel iklimin öğeleridir. Bu düşünce ve inançların zihinlerde yer edebilmesinin önkoşulu bir yerlerde, öyle yer altında falan değil ne de “küçük bir evde”, hazır ve nazır bulunan silahların gücünün bilinmesi ve bu gücün yapabileceklerinden duyulan korkudur. O halde gerçeğin örtülmesi maddi temeli ve manevi sonuçlarıyla tam anlamıyla bir terördür, tedhiştir, korkutma, korku salmadır. Bu terörü farklı kılansa “yasal bir tanımı” olmaması, bu teröre karşı bir yaptırımın bulunmaması ve tüm bunlar olsa bile bu yaptırımı uygulayabilecek, tanımlanan suçun failleri hakkında hüküm verecek mahkemelerin olmamasıdır.
MÜZAKERELER N ARDINDAK DDET Yukarıda sayılan öğelerin yokluğu esasında bir varlığa işaret etmektedir. Tüm bunların yokluğundan anlaşılması gereken gerçeği örtmeye yaran başka mahkemelerin, başka silahların, başka hakimlerin, başka “suç ve cezaların” maskeli varlığıdır. “Varlığı” diyoruz çünkü bunların varlığı örtülü falan değildir. Ancak aynı zamanda “maskeli” diyoruz çünkü varlıklarının tezahür eden hali gerçekte olduğundan bütünüyle farklıdır. “Özgürlük”, “demokrasi”, “barış”, “milli irade” gibi kavramlar bu maskeli varlıklarca tam zıt bir yönde kullanılır. Deyim yerindeyse bu kavramlar el değiştirmiş ve gerçek bağlamlarını değiştirmek için kullanılmaktadırlar. Bu kavramların “kavramsal konumları” ihlal edilmiş ve bunları ellerine geçirenlerin elinde sözü edilen kavramlar ve benzerleri bi-
rer şiddet aygıtına dönüşmüşler. Bütün bu konuşmalar anayasa tartışmalarıyla yakından ilgili. Anayasayı topluma hazırlayanlar “ideolojisiz” bir anayasayı “kansız bir biçimde”, “şiddet” kullanmadan getirdiklerini iddia ediyorlar. Yangına körükle giden sözde muhalefet de bu iddiaları, küçük şerhler koyarak olsa da, destekleyen açıklamalarda bulunuyorlar. Onlara göre ideolojiler bitmiş, devrimlerin önü kapanmıştır. Anayasa tartışmalarının bir yanda meclisteki bir araştırma komisyonunda diğer yandan uluslararası merkezlerde ve bunları büsbütün karşıt bir mecrada “Milli Anayasa Forumları”nda yürütülüyor olması şiddetin varlığına işaret etmektedir. Meclisteki tartışmayı kahvehanedeki bir tartışmadan farklılaştıran meclisin sınırları ve bu sınırlar altındaki faillerin siyasi ve ideolojik kimlikleridir. Bu sınırın ve kimliklerin dayanağı ise dokunulmazlıklarla, meclis komutanlığıyla, yasal düzenlemelerle ve en çok da hukuku koruyan kolluk kuvvetleriyle ayan beyan ortada bulunan şiddettir. Dahası anayasa tartışmalarındaki amaç hali hazırda hükümetçe kabul edilmiş olan anayasa taslağının küçük değişikliklerle “uzlaşma” adı altında yürürlüğe konmasıdır. Dolayısıyla, ortada bir hukuk kurma eylemi vardır. Benjamin’in de belirttiği gibi “hukuk kurma, şiddetten arınmış, şiddetten bağımsız
değildir... Hukuk kurmak iktidar kurmaktır, bu anlamda şiddetin dolaysız tezahür ediş eylemidir.” (s. 36). O halde ortaya bir paradoks çıkmaktadır. Hakim anlayıştan hareket edersek, iktidarın kendini yıkıp yeni bir iktidar kurması anlamsız görünmektedir. Oysa mevcut iktidar başka bir iktidarın (ABD hegemonyasının) kolluk kuvveti durumundadır. Bu gerçek görüldüğünde paradoks ortada kalkar: “Kolluk gücünün amaçlarının, hukukun amaçlarıyla daima örtüştüğü ya da en azından bunlarla ilişkili olduğu iddiası tamamıyla yanlıştır.” (s. 29).
HAK VE ÖZGÜRLÜKLER “ZOR”LA GEL R! Böylesi bir kolluk gücüne ve iktidara karşı “uzlaşıyla”, “parlamenter demokrasinin gerekleri” çerçevesinde karşı çıkmak cellada aman dilemektir. Müzakere ve tartışmanın ardında her daim şu veya bu biçimde şiddet vardır: “Ne kadar hür iradeyle kabul edilmiş olursa olsun, hiçbir uzlaşma zorlayıcı niteliğinden ayrı düşünülemez.” (s. 30). Müzakerelerin nasıl yapıldığı Türkiye'nin siyasi iklimini izleyen tüm yurttaşların malumudur. Ancak yine de kavranmamış önemli bir olgu daha vardır: “Hukuk, hukuku koruyan şiddete yönelik daha ağır saldırıları önleme saikiyle, amaçlar belirlemeye başlar. Yani sahtekarlığa ahlaki nedenlerle değil, sahtekarlığın kurbanlarının başvurabileceği şiddetten korktuğu için karşı çıkar.” (s. 31). Hakların ve özgürlüklerin şiddetsiz, steril bir tartışma ortamında geldiği ya da egemenler tarafından bahşedildiği düşüncesi bu olgunun üstünü örtmektedir.
Metis Yayınları bu tartışmaların başladığı dönemlerde, 2010'un Ekim ayında “Şiddetin Eleştirisi Üzerine” adlı bir eseri yayımladı. Eseri hazırlayan Aykut Çelebi, Walter Benjamin, Jacques Derrida, Werner Hamacher, Giorgio Agamben, Robert Cover ve Zeynep Direk'in yazdığı makaleleri derlemiş, kendisi de bir makalesiyle bu seçkiye dahil olmuş. Kitabın merkezinde Walter Benjamin'in yazdığı “Şiddetin Eleştirisi Üzerine” adlı makale yer alıyor. Seçkiye katkı sunan Zeynep Direk de özellikle Türkiye'de tartışılmakta olan Anayasa sorununu konu ediniyor. Anayasa tartışmalarıyla kitapta yer alan makalelerde ifade edilen görüşleri ilişkilendiren Zeynep Direk rejimin kuruluşuyla şiddet arasındaki ilişkiyi, kimlik sorununu şiddet kavramına yedirerek işliyor. Kitapta, hukuku kuran ve hukuku koruyan şiddet, olağanüstü hal ve yasallık, doğal hukuk ve pozitif hukuk, adalet ve yasa, hukuk ve siyaset, yasanın gücü ve iktidar, şiddet ve şiddet karşıtlığı gibi kavramsal çiftler incelikli bir biçimde ele alınıyor. Belki de en önemlisi Aykut Çelebi'nin fiziksel zora indirgenen şiddet kavramını daha geniş bir biçimde bir hakkın ihlali olarak ele alması. Bu ayrım yazımızda da işlenen biçime daha uygun düşmektedir. Kapitalist sistem karşıtı gibi görünen düşüncelerin içerisinde devrimci şiddeti de üstü örtülü olarak kınayan savların yer aldığı kitapta sivil toplumcu bakış açısının çeşitli örneklerini görmek mümkün. Buna karşın yine de şiddetin kapsamlı bir biçimde ele alınması bu dar bakış açısını aşmak isteyenler için kitabı okumayı gerekli kılıyor. Tüm bu olumlu yönlerle birlikte, Aykut Çelebi'nin yazısında yer alan ve çok naif bir sav olan şiddete karşı siyaset talebinin Hrant Dink için adalet talebi ile ilişkilendirilmesi birçok soyut ifadeyi netleştiriyor. Şiddete karşı siyaset talebinin öncelikle sistemin söyleminin dışına çıkabilmesi gereklidir. Şu sav bile sistemin söyleminin ne denli içinde gezinildiğine işaret etmeye yetecektir: “Katillerin bulunmuş, yargılanıp cezalandırılmış olması durumunda bile Hrant Dink için adalet talebi asla sona ermeyecektir.” (s. 310). Hrant Dink davasında fail olarak öne sürülen kişilerin burjuva hukuku çerçevesinde cezalandırılmasıyla yetinmemek gerektiği konusunda yazar elbette ki haklıdır. Ancak daha öte bir hesaplaşma için Zeynep Direk'in yazısında da yer alan 301. maddeye atıfta bulunan ve cinayetin sorumlusu olarak bu maddeyi ve maddenin ardındaki anlayışı görmekle kalan bakış açısı sistem içidir. Sistem içi olmanın zorunlu bir sonucu olarak sistemin dayandığı şiddet düzeneğini gözardı etmektedir. Oysa bu davanın kendisi sistem için bir sınırdır. Hrant Dink'in biricikliğini yok etmektense o biricikliği kendi siyasal projesi için kullanan sistemin esas eylemi milliyetçilikle hesaplaşma adı altında hasır altı edilmektedir. Hrant Dink cinayetiyle sistemi işleten gerçek faillerin ilişkilendirilmemesi şiddetin olanca haşmetiyle işlediğinin ve bu işlerliğin birçoklarınca fark edilmediğinin açık bir kanıtıdır. (Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Aykut Çelebi, Metis Yayınları, 328 s.)
Aydınlık KİTAP
21 ARALIK 2012 CUMA
11
Sorgulanan tıp Hatıratlarla bir devir
Asl nda bizi hasta yapan, çok ciddi bir sa l k sorunumuz yoksa, kendimizden ba kas de il. laç irketlerinin olu turdu u o dev sektör bizi hasta oldu umuza ikna etmek için büyük paralar harc yor ve biz de kan p sürekli hastal klar m za çare bulmak için bu sektöre büyük paralar yat r yoruz
Kitap, Cumhuriyet tarihimizi ayd nlatan önemli hat ratlardan biri olarak yaln zca tarihçiler ile de il kendi tarihini bilme sorumlulu u ta yan di er bütün okurlar yla da bulu may bekliyor HADİYE YILMAZ
OSMAN BUDAK “Tıp Bu Değil”, sağlık sistemini sorguladığı kadar kendilerini de sorgulayan bir grup vicdan sahibi doktor tarafından hazırlanmış önemli bir eser. Aslında ucu açık bir kitap. Pek çok doktorun da katkısını bekleyen belki de bir külliyatın başlangıcı. Ama şimdiden bir harekete dönüştüklerine kuşku yok. Pek çok sorunu olan sağlık sistemimiz bu eserde farklı bir bakış açısıyla inceleniyor ve hatta sorunun temeline iniliyor. Sağlıkta dönüşüm, hastane koşullarının yetersizliği, muayenenin bile ücretlendirilmesi, uzun hasta kuyrukları, doktor sayısındaki yetersizlikler vs. bilinen kronikleşmiş sağlık sorunlarımız. Sağlık sistemi bozuk ve gittikçe de bozuluyor. Peki, bizler acaba bu sorunların neresindeyiz? Biz, kendi sağlığımızı nasıl etkiliyoruz? Aslında bizi hasta yapan, çok ciddi bir sağlık sorunumuz yoksa, kendimizden başkası değil. İlaç şirketlerinin oluşturduğu o dev sektör bizi hasta olduğumuza ikna etmek için büyük paralar harcıyor ve biz de kanıp sürekli hastalıklarımıza çare bulmak için bu sektöre büyük paralar yatırıyoruz. Kolesterolümüz biraz sınıra dayanınca, şekerimiz biraz artınca, tansiyonumuzda ufak değişiklikler olunca hemen ilaçlara sarılıyoruz. Hatta basit bir gribe yakalandığımızda bile ilaç kullanıp bir haftada geçecek rahatsızlığımızı 7 günde tedavi ediyoruz(!)
TIBB TABULARLA MÜCADELE Beslenme alışkanlıklarımızı doğallaştırarak pek çok hastalığımızı bertaraf etmek mümkün. Bu anlamda kitaba katkı sunan önemli isimlerden birisi Prof. Ahmet Aydın. “Taş Devri Diyeti” diye isimlendirdiği beslenme alışkanlığı aslında adından da net bir şekilde anlaşılabiliyor. Aydın, Taş Devri’ndeki atalarımızın beslenme yöntemleriyle sağlıklı bir hayat yaşamamızın mümkün olduğunu belirtiyor. Bunu sadece klasik hormonsuz-organik besinlerle sınırlamıyor. Şimdiye kadar doktorların da yanlış ifade ettikleri hayvansal yağların ve kırmızı et tüketiminin kolesterolü arttırdığı ve bunun sağlıksız olduğu anlayışına da savaş açıyor. Görüldüğü gibi tıp bu değil, aslında tıbbi tabularla mücadele ediyor.
Anadolu’nun köylerinde Aydın’ın tarif ettiği şekilde beslenen insanların yüz yıldan fazla yaşadıklarına hâlâ şahit olabiliyoruz. Tıbbi tabulara göre bu insanların yaşaması imkânsız oysaki! Hayat tabu tanımıyor. İlaç kullanmadan, sadece doğal yollarla beslenerek sağlıklı bir yaşam süren insanların varlığı, ilaç tekellerinin muhtemelen canını sıkıyor. Peki, ilaç kullanan insanlar neden daha kısa yaşıyor? İlaçların önemli bir özelliği de yan etkilerinin varlığı. Antibiyotik kullanımında bile bu böyle. En basitinden siz ne kadar çok antibiyotik kullanırsanız bakterilerin o derece o ilaca karşı direncini arttırırsınız ve artık kullandığınız antibiyotiklerin dozunu arttırmanız gerekir ve bu da vücudunuzdaki yararlı bakterilerin de bir o kadar yok olmasına sebep olur.
ÖLÜMCÜL LAÇ SANAY S Tabi burada hemen akla eski insanların ortalama 35-40 yıl yaşadıkları efsanesi geliyor. Savaşları, yaygın hastalıkları, bebek ölümlerini de hesaba katarsak 35-40 yaşın aslında gayet iyimser olduğunu düşünebiliriz. Ortalamayı oldukça düşüren bu durumlara karşı elbet çareler bulundu. Ancak yaşayan insanlar açısından bakarsak meseleye, insanlık eskisine göre daha sağlıksızdır ve erken ölmektedir. Peki, besin sıkıntısının olmadığı, yaygın hastalıklardan kitlesel ölümlerin bittiği, bebek ölümlerinin oldukça düştüğü bir toplumda neden ortalama yaş 60 küsürde kalmaktadır? Belki ironik olacak ama ilaçlar insanları öldürmektedir de ondan. Hiçbir kapitalist tekel insan sağlığını düşünmez. İlaç sanayisi de öyle. Aynı silah tekellerinin savaş halindeki iki ülkeye birden silah satması gibi ilaç tekellerinin de size karşı samimi olmasını bekleyemezsiniz. Zaten ilaç tekelleri sizin sağlıksızlığınızdan para kazanırlar ve sizi sağlıksız olduğunuza inandırmak için yapmayacakları şey yoktur. Peki, bu ilaçları yazan doktorlar masum mu? Tıp bu değil, hekimlik mesleğine de eleştiriler yöneltiyor. Yazarlar önce doktor değil, insanız diyorlar! (Tıp Bu Değil, İlknur Arslanoğlu, İthaki Yayınları, 288 s.)
Hatıratlar, belge değeri taşımamalarına rağmen tarih yazınında özel bir değere ve işleve sahip bir tür olarak varlığını sürdürmeye devam ediyor. Kapsadığı döneme dair ayrıntılı bilgilere ulaşma imkânı sağlayan hatıratlar, belgelerle de paralellik gösterdiği ölçüde, hele de karanlıkta kalmış tarihi kesitleri ve olayları gün yüzüne çıkarmada önemli bir işlev görmekteler. Öte yandan, hatıratlarda bir belgeden fazlasını, kapsadığı dönemin siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal yaşamına dair bilgi, gözlem ve değerlendirmeleri bulmak da mümkün. Geçtiğimiz hafta bu öneme haiz yeni bir hatırat yazın dünyamıza kazandırıldı. Lale Uzay Akalın tarafından derlenen, Yahya Sezai Uzay’ın hatıralarının yer aldığı, Tarihçi Kitabevi’nden çıkan “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Sancılı Yıllar (1879-1970)” adlı kitap, 19. yüzyılın sonlarında Balkanlar’dan Anadolu’ya göç etmiş bir Müslüman-Türk ailenin tek erkek çocuğunun, II. Abdülhamit döneminde geçen okul yıllarını, Osmanlı İdari Teşkilatı’nda yaşadığı deneyimleri, 1908 Devrimini, 31 Mart Olayı'nı, Yunan İşgali'ni, Milli Mücadele ve Kurtuluş Savaşı gibi geniş bir dönemi birinci el tanıklıkla belgeliyor. CUMHUR YET’E DÖRT ELLE SARILMI B R KU AK Bürokrat ve siyaset adamı Yahya Sezai Uzay, Sındırgı, Aksaray, Hayrabolu, Malkara, Adapazarı kazaları kaymakamlıkları ile Gümüşhane mutasarrıflığı hizmetlerinde bulunuyor. Kurtuluş Savaşı yıllarında, Redd-i İlhak, Redd-i İşgal ve Bandırma Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin başkanlığını yapıyor. Yahya Sezai Bey, Balıkesir’de Kâzım Özalp’ın teşebbüsüyle toplanan Müdafaa-i Hukuk Kongresi’ne de delege olarak katılıyor. 1923 yılında toplanan İzmit İktisat Kongresi’nde Balıkesir delegesi olarak bulunan Uzay, TBMM’de de Balıkesir milletvekili olarak görev alıyor. Soyadı Kanunu’nun çıkmasından sonra, Yahya Sezai Bey’e “Uzay” soyadı bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından veriliyor. Lale Uzay Akalın, dedesinin hatıralarını derlediği eserin önsözünde Yahya Sezai Bey’i şu sözlerle okura tanıyor: “Yahya Sezai Bey, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasına tanık olmuş, düşman işgalini yaşamış ve Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’e dört elle sarılmıştı. O’ndan söz ederken hiçbir zaman Mustafa
Kemal, Gazi gibi sözcükleri kullanmaz, her zaman Atatürk derdi. Devrimlere son derece bağlı idi. Fötr şapkası hep yerinde asılı durur, dışarı çıkarken mutlaka giyilirdi. Eski yazı diye bilinen Arap harflerini zorunlu olmadıkça kullanmaz, çok sonraları öğrendiği Latin harfleriyle yazdığı eğri büğrü el yazısını ısrarla kullanmaya çalışırdı. İnançlıydı; ama ibadetini kimseye göstermezdi. Laikliği bir söz olarak görmezdi; yürekten uyguladığı bir yaşam biçimiydi.”
UZAY, ATATÜRK’ÜN VAS YET N N TANIKLARINDAN Yahya Sezai Bey’in hatıralarının, o günleri bugünden bakıp anlamaya çalışanlara önemli tanıklar sunduğunu belirten Lale Uzay Akalın, hatıraların kapsamını şöyle özetliyor: “İlk olarak, Osmanlı’nın son günlerinde ülke yönetiminin ayrıntılarına, iane olgusuna, Anadolu’nun çeşitli kazalarındaki maddi koşullara tanık oluyoruz. İkinci olarak, bugün çok tartışma yaratan farklı din ve etnik kökenlere sahip vatandaşların arasındaki ilişkiler, I. Dünya Savaşı ve Milli Mücadele sırasında ülkede bu bağlamdaki manzara, bugünkü tartışmaların henüz yaşanmadığı o dönemde, o günlerin bizzat yaşayan birinin gözlerinden anlatılıyor. Üçüncü olarak da, Atatürk, ölümünden bir yıl önce, Yahya Sezai Bey Trabzon Valisi iken Trabzon’u ziyaret ediyor ve bilindiği gibi, bu ziyarette mülkünü halkına bağışlayan vasiyetini yazıyor. Sezai Bey, yine tartışmalara konu olan bu olayın da birinci elden tanığı oluyor.” Yıkılan bir imparatorluğun öyküsü ile onun küllerinden yaratılan genç Cumhuriyet’in kuruluş öyküsünü birleştiren eser, 1922 Eylül ayı ortasında Anadolu’yu terk etmek zorunda kalmış olan Yunan askerlerinin, Bandırma’da Haydar Çavuş Camii’ne 2500 kişiyi hapsederek yakma girişimleri üzerine, Yahya Sezai Bey’in uyanıklığı sayesinde 2500 Bandırmalının yanmaktan kurtarılması gibi son derece ilgi çekici olayları da içeriyor. Bu yönüyle, Lale Uzay Akalın tarafından yazın dünyamıza kazandırılmış olan “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Sancılı Yıllar (1879-1970)” adlı kitap, Cumhuriyet tarihimizi aydınlatan önemli hatıratlardan biri olarak yalnızca tarihçiler ile değil kendi tarihini bilme sorumluluğu taşıyan diğer bütün okurlarıyla da buluşmayı bekliyor... (Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Sancılı Yıllar (1879-1970), Lale Uzay Akalın, Tarihçi Kitabevi, 239 s.)
12
KAPAK
21 ARALIK 2012 CUMA
Aydınlık
ANTONİO GRAMSCİ: HAPİSHANE DEFTERLERİ
Aklın kötümserliğine karşı iradenin iyimserliğ Gramsci 20. yüzy l sosyalist hareketinin yeti tirdi i ve o dönemde en özgün fikirlere sahip seçkin liderlerden biridir. Onun s n f mücadelesinin yöntemleri ve parti örgütlenmesinin sorunlar na ili kin ortaya att görü leri, bir bak ma Marx’ n ve Lenin’’in sundu u teorik analizlerin daha mikro düzeyde ifade edilmesidir SADIK USTA sadikusta@yahoo.de Batı’da, II. Dünya Savaşı’ndan sonra hiçbir Marksist teorisyen, Gramsci gibi geniş bir çevre tarafından bu kadar yoğun bir ilgiyle tartışılmadı. Onun bin bir zorlukla kaleme aldığı “Hapishane Defterleri”, sadece ABD’de ve Batı’da yoğun bir değerlendirmeye tabi tutulmadı, aynı zamanda bu yazılar Asya ve Latin Amerika’da da keşfedildi, yabancı dillere çevrildi ve incelendi.
S YASET TEOR S N N YEN KAVRAMLARI Gramsci’nin ortaya attığı Sivil Toplum, Hegemonya, Eklemlenme, Tarihsel Blok, İdeoloji ve Kültür kavramları, sadece Marksist saflarda değil, aynı zamanda akademik çevrelerde de geniş bir yankı yarattı. Onun siyaset teorisi ve özellikle de kavramları, birçok üniversitenin farklı fakültelerinde ders ve seminerlerde işlenmiş, tartışılmış ve bunlar üzerinden yeni teoriler inşa edilmiştir. Bu kavramlar bir yandan siyaset teorisine yeni bir soluk kazandırırken aynı zamanda sosyalist saflarda yoğun bir zihinsel bulanıklığın da zeminini oluşturdular. Gramsci dünya çapında, Marx ve Lenin’den sonra en çok itibar gören Marksist teorisyenlerden biri sayılmaktadır. Dünya çapındaki ününe rağmen ülkemizde ne yazık ki yeterince bilinmemekte ve teorik saptamaları etraflıca tartışılamamaktadır. Bunu en önemli nedenlerinde biri kuşkusuz Gramsci’nin yazılarının Türkiye’de geniş çevrelerce okunmamış olmasıdır. Bugüne kadar ülkemizde Gramsci’nin
yazılarının yanı sıra bu yazılar üzerine yayımlanan eserlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Ayrıca onun eserleri ülkemizde birkaç ufak girişimin dışında önem verilerek tartışılmamıştır da. Gramsci’nin kavramları 1980’lerden sonra ve özellikle de Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra yeniden keşfedilmiş ve Avrupa solunun siyasi açılımlarının bir aracı haline dönüştürülmüştür. Hatta bu kavramlar sadece siyaset teorisinin değil, aynı zamanda felsefe, eğitim, toplumbilim, sosyal psikoloji, edebiyat teorisi ve hatta dilbiliminin sorunsalı olarak da incelenmişlerdir. 1980’lerden itibaren, Neo-liberalizmin başta ABD’de olmak üzere Batı’daki yükselişinden sonra toplumsal-siyaset alanlarında görülen daralma, özellikle Sivil Toplum ve Hegemonya kavramlarının yeniden yorumlanmasına neden olmuş ve bu kavramlar, Neo-liberal solun iktidarsızlık teorisinin dayanağı haline getirilmişti.
HEGEMONYA KAVRAMININ S H RL GÜCÜ Halbuki Gramsci’nin bütün amacı, Marx’ın “felsefe, kitleleri sardığı anda devrimci bir güce dönüşür” mealindeki teorisinin izinden giderek, devrimin Avrupa’da 1920’lerde boğulmasından sonra yeni bir devrimci yükselişin olanaklarını aramış ve bu arayışıyla devrimci mücadelenin araçlarını yaratmaya çalışmıştır. Bu kapsamda Gramsci, Rus devrimcilerinin 19. yüzyılın sonlarından itibaren geliştirdikleri “hegemonya” kavramını derinlemesine incelemiştir. Gramsci yazılarında özellikle ideo-
lojinin, kitleleri nasıl etkilediğini me- onu siyasi mücadelenin önemli bir rak eder ve ideolojinin kitlelerin genel yöntemi olarak da değerlendirmektebir inancına nasıl dönüştüğünü tarih- dir. Buna göre hegemonya, birçok şesel örneklerle analiz eder. yin yanı sıra devrimci kimliğin oluşuOna göre kitlelerin bilinci, çerçe- munda da önemli bir rol oynamaktavesi iktidar odaklarınca belirlenen dır. Gramsci’ye göre tarihte kendinden kültürel bir iklim içinde belirlenir. menkul hiçbir devrimci kuvvetler olaBüyük Fransız Devrimi’nin maz. Devrimcilik somuttur başat ideallerinden biri ve her devrimci kuvvet Gramsci olan “özgürlük” ancak toplumda yahegemonya kavramının gelişrattığı ideolojik-külkavram n sadece siyasi me seyrini incetürel hegemonya etkinin bir arac olarak leyen Gramsci, sayesinde devrimkavramamakta, ayn zamanda burjuvazinin ci bir kimlik kaonu siyasi mücadelenin önemli yığınları, kendi zanmaktadır. bir yöntemi olarak da özgürlük taleAynı şekilde de erlendirmektedir. bini ve ideolohegemonya kavHegemonya kavram , siyasi jisini, kitlelerin ramı, siyasi çalışçal ma süresince genel bir talebi ma süresince kulkullan lan devrimci haline getirerek lanılan devrimci yönyöntemleri de örgütlediğini ve temleri de belirler. Hiçbelirler bunu yaparken de kenbir siyasi kuvvet toplumdi ideolojisini onların siyada tek başına var olamaz. si ideolojisi haline getirdiğini beHer siyasi kuvvet, bir başka toplumsal lirtmektedir. Burjuvazi “özgürlük” kuvvet üzerindeki kültürel ve ideolokavramı aracılığıyla sadece kitleler jik etkisiyle güçlenir veya zayıflar. Doüzerinde etkin bir hegemonya kur- layısıyla ideolojik hegemonyaya samakla kalmıyor, aynı zamanda kendi hip olmak, siyasi mücadelenin de esasiyasi talebini kitlelerin genel siyasi ta- sını belirler. Bu kavram, ittifak politilebi haline getirerek onu toplumsal mü- kalarının örülmesinde de tayin edici bir cadelenin pratik bir aracına da dön- rol oynar. İttifakları oluşturmak ve üştürüyordu. oluşturulan cepheleri istikrarlı hale geBuna göre her siyasi kavram, ikti- tirmek ve bu güçleri iktidara taşımak dar mücadelesinin siyasi bir aracına dö- da devrimci kuvvetlerin kültürel henüşmeden önce kültürel bir iklimden gemonyaları sayesinde olmaktadır. İtyararlanmaktadır. Bu kültürel iklim tifak oluşumunun zeminini güçlendiesas olarak toplumda önemli bir işlev ren her politika, doğruluğunu ve yangöre aydınların etkin çabasıyla ger- lışlığını oluşturduğu kültürel hegeçekleşmekteydi. Onlar kültürel etkin- monyayla ortaya koyar. likleriyle kitleler üzerinde kültürel bir Gramsci, toplum üzerinde henüz hegemonya kurmakta ve buradan ha- etkin olamayan küçük kuvvetlerin, reketle de siyasi iktidarın kitleleri yön- yani geneli belirleyemeyen parça ve lendirmesini olanaklı hale getirmek- fragmanların, kendi hedef ve amaçlatedirler. rını ancak genelin hedef ve amaçları haline getirmeleriyle iktidar olabileKÜLTÜREL KL M N ceklerini belirtmektedir. Gramsci’ye DEVR MC ROLÜ göre tikel olan özgünlüktür. Kendine Ancak Gramsci hegemonya kav- özgü olan devrimcidir. Devrimse, kenramını sadece siyasi etkinin, yani kül- dine özgü olanın farklılıklar yaratarak, türel iklimi oluşturmanın bir aracı geneli ele geçirmesidir. Burjuvazi bunu olarak kavramamakta, aynı zamanda geçmişte başarıyla gerçekleştirmiş,
Antonio Gramsci
kendi dar amaç ve hedeflerini k gemonya yoluyla kitlelerin gen ri haline getirmişti. İdeoloji, k gemonyayı, iktidar mücadel yöntemi haline getirirken, aslın sini, yani ideolojiyi hegemon aracına dönüştürmektedir. Kültürel hegemonya üzerin kavramına de değinen Gramsc rın toplumsal mücadelede vaz yecek kesimleri oluşturduklar çeker. Gramsci sosyalist ha enerjilerinin büyük bir çoğunlu tik mücadeleyi örgütlemeye h ancak kültürel örgütlenmeyi ih lerini ve bu alanı gerici sınıf v bıraktıklarını belirtir. Gerici ve tilerin kolayca iktidara gelm önemli nedenlerin başındaysa dukları ideolojik-kültürel iklim olduğunu ileri sürer. Lorian olarak bahsettiği sol akımlarıns
ık KİTAP
KAPAK
21 ARALIK 2012 CUMA
ği
ini kültürel hegenel talepleji, kültürel headelesinin bir aslında kendimonyanın bir . zerinden aydın amsci, aydınlavazgeçilemeklarına dikkat hareketlerin unluğunu praye harcadığını, yi ihmal ettiknıf ve partilere ci ve faşist pargelmesinin en aysa hazır bulklim sayesinde rianizm akımı arınsa siyasi tu-
13
Gramsci Viyana’da
tum ve davranışlarıyla bu ideolojik-kültürel iklime her yönüyle destek olduklarını söyler.
GRAMSC K MD R? 1891 yılında Arnavut kökenli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Gramsci zayıf ve hastalıklı bir bedene sahipti. O, küçük yaştan itibaren devrimci mücadele içinde yer almış ve 20’li yaşlardan itibaren de sosyalist hareket içinde öne çıkmıştı. Sosyalist hareketin bölünerek içinden faşist bir parti çıkarmasından sonra Gramsci, Komünist Parti’nin kuruluş çalışmalarına hız vermiş ve kuruluşundan sonra da onun ilk genel sekreteri olmuştu. Fabrikalarda örgütlenmeye ve özellikle de işçi sınıfının eğitilmesi ve örgütlenmesi üzerine kafa yoran Gramsci, işçi derneklerinin kuruluşunun yanı sıra, emekçilerin aydınlanmasını sağlayacak dersle-
re ve eğitimlere de önem veriyordu. Bir dönem parlamentoya milletvekili de seçilen Gramsci, siyasi baskıların ve kovuşturmaların artması üzerine önce tutuklanmış ve sonra da hapishane hapishane dolaştırılarak, hayatının geri kalanını zindanlarda geçirmişti. Hapishaneden yazdığı mektuplarının yanı sıra onun, siyasi ve edebiyat notlarından oluşan 33 defteri de bulunmaktadır. Bu defterlerin 29’u, Gramsci’nin siyasi, kültürel, felsefi, tarihsel ve edebi araştırmalarını içerir. Kalan 4 defterse onun Almancadan yaptığı çevirileridir.
DEFTERLER N ÇERD TEOR K HAZ NE Defterler kronolojik bir sistemle yazılmadığı gibi düzenli bir konu başlıkları da içermezler. Bunlar çoğunlukla yazarının yüzeysel ve sonradan derinleştirmeyi umduğu görüş ve düşüncelerini içerirler.
Fakat buna rağmen bu defterler büyük bir teorik hazineyi oluştururlar. Gramsci 20. yüzyıl sosyalist hareketinin yetiştirdiği ve o dönemde en özgün fikirlere sahip seçkin liderlerden biridir. Onun sınıf mücadelesinin yöntemleri ve parti örgütlenmesinin sorunlarına ilişkin ortaya attığı görüşleri, bir bakıma Marx’ın ve Lenin’in sunduğu teorik analizlerin daha mikro düzeyde ifade edilmesidir. Lenin’in “Ne Yapmalı?” başlıklı eserinde ortaya koyduğu parti teorisi, Gramsci’nin “Modern Prens” başlıklı makalesiyle daha ince detaylarla devam ettirilmektedir. O, kitlelerin bilincinin nasıl oluştuğuna kafayı yorar. Bilinç, sınıf mücadelesi süreçlerinde hangi araç ve yöntemlerle oluşur ve devrimci sınıflar bu bilincin oluşmasını nasıl belirler? Gramsci bir bakıma insan bilincinin oluşma sürecini mikro düzeyde incelemiş, kültürün, ideolojinin ve siyasi iklimin sınıf mücadelesindeki rolüne ilişkin teorik önermelerde bulunmuş ve zihinlerimizi ateşlemiştir. Bu kapsamda o, aydınların toplumsal devrimlerdeki rolünü de inceler. Ona göre aydın, sınıf bilincinin oluşumunu sağlayan ya da bu bilincin oluşmasının kültürel iklimini yaratan kesimlerdir. Aydın toplumun sinir uçlarıdır bu nedenle de sınıfların en diri kesimidir. O hem çürürken böyledir hem de canlanırken böyle. Devrim Gramsci’ye göre yapıldıktan sonra duvara asılan eski bir tüfek değildir. Devrim insanlık tarihinin ebediyete kadar sürecek toplumsal atılımlarının toplamıdır. Bu yönüyle Gramsci, Mao’nun “sosyalizm döneminde sınıf mücadelesinin devam ettiği” teorisini çok erken bir zamanda felsefi açıdan ortaya koymuş derin bir filozoftur. Gramsci’nin teorik saptamaları sosyalistler tarafından döne döne derinlemesine incelenmesi gereken büyük bir hazinedir. Gramsci’nin “Hapishane Defterleri”ni yazmasında, bunların korunmasında ve yeniden yayınlanmasında en önemli rolü Gramsci’nin Roma’daki mezar
kuşkusuz baldızı Tatiana Schucht oynadı. Bu 33 defterin değerini en iyi o anlamıştı. Defterleri, yazıldıkları 1926 yılından sonra teker teker hapishaneden kurtaran Tatiana, onları Gramsci’nin 27 Nisan 1937 yılında ölümünün ardından, önce Moskova’ya götürmüş ve Komintern arşivine teslim etmiş, sonra da bunları yeniden İtalya’da Mussoli’nin yıkılmasından sonra yayımlanmak üzere geri getirmişti. Bu defterler Gramsci’nin entelektüel derinliğini, bilimsel çalışmalardaki titizliğini, disiplinini ve çalışkanlığını gösterirler. O doymak bilmez bir entelektüel meraka, tükenmez bir eleştirel enerjiye ve sınırsız bir inceleme tutkusuna sahipti. Bu özellikler onu 10 yıl boyunca kaldığı faşist zindanlarda umutsuzluğa kapılmasını engelledi. Gramsci bu defterlere kaydettiği notlarla “für ewig”, yani sonsuza kadar sürecek ve yaşayacak bir çalışmaya girişmek istiyordu. Dinsel düşünüşün, kültürün, dilin, ideolojinin ve tarihsel bilincin nasıl oluştuğu, onun belli başlı araştırmalarının başında geliyordu. Gramsci’nin “Hapishane Defterleri” nihayet bütünlüklü bir şekilde Türkçeye kazandırılmaktadır. Ne yazık ki bu çeviri özgün dilinden değil, İngilizcesinden yapılmaktadır. Bu zorlu işi ise Ekrem Ekici üstlenmiş. Gramsci hapishane koşullarında bir bakıma kodların içine gizlediği düşüncelerini alışık olmadığımız kavramlarla ifade etmektedir. Bu kavramları bırakalım bir başka dile çevirmeyi, kendi özgün dilinde bile anlamak kolay değildir ve yoruma açıktır. Editör Joseph A. Buttiegieg bu defterlerin İngilizce edisyonlarından birine girişmiştir. Ancak o bile eserin tamamını henüz çevirmemiştir. Türkçeye kazandıran yayınevi de önce Buttiegieg’in bu eseri tamamlamasını beklemek zorundadır. Halbuki Gramsci’nin defterlerinin tamamı başka dillere, örneğin Almancaya kazandırılmıştır. Keşke çeviri İtalyancadan ya da en azından tamamlanmış olan bir başka dilden yapılsaydı. Bu arada İngilizce edisyonunu yayımlayan Buttiegieg’in Gramsci üzerine kaleme aldığı uzun sunuşunun bir yerinde, hiç de gerekli olmadığı halde “defterler Stalin’in güvenlik güçlerinin sansürcü gözlerinden kaçırıldı” gibi alçakça bir yorumda bulunması bu edisyonu lekelemektedir. Bu defterler uzun bir süre boyunca Sovyetler Birliği’nde, hem de Komintern arşivinde tutulmaktaydı. Bunları yayımlama ihtiyacı doğduğunda ise Tatiana onları İtalya’ya götürmüş ve orada yayımlamıştır. Gözü Stalin düşmanlığıyla kararan editör, bir çırpıda Stalin’le Mussolini’yi özdeşleştirmektedir. Bu yorumların sunuşta yer alması ne yazık ki eserin bilimselliğine de gölge düşürmektedir.
14
21 ARALIK 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
KARANLIĞA MEKTUPLAR. 2
Kral çıplak! Güllüo lu’nun zaman zaman okuru kovalarcas na iirinden uzakla t ran, anlam eksilerin alt na dü üren bir metin kurgusu var. Elbette ki, ak lda kal c , sorgulay c , manan n ç plak bile ini gösterip; okuru pe inden ko turacak nitelikte dizeler yok de il DAĞHAN DÖNMEZ daghan_donmez@mynet.com Kaybedeceğini bile bile neden mücadele ediyorsun dedi, öleceğini bile bile yaşadığını unutmuştu o an... Bozmadım. Özdemir Asaf “‘Bütün bir yaşam yaranın sağaltılmasıyla ve o yara sağalmayacaksa, bütün bir hayat bir Sysphos çabasıysa, intihara nasıl bakmalı?’ diye soruyorum. Doğrudur diyor şair; ‘Yaşam bir Sysphos çabasıdır; yaranın sağalmayacağını bile bile şiirlere, aşklara, maziye, yaz günlerine sığınmamızın saçmalığı! İntiharlar bile, kayboluş şiirlerinde söylediğim gibi, intihar süsü verilmiş intiharlardır ve onlar bile özlenir oldu artık!…’ Bir kitap ekinde, kendisine yöneltilen soruya bu yanıtı veren şair, Hilmi Yavuz’dan başkası değildi. Yavuz’un, hayatın hatta bizatihi şiir yazma ediminin manasızlığından dem vurup; Sisifos’a atıfta bulunduğu söylemi, akla derhal Albert Camus tarafından kaleme alınan Sisifos Söyleni (Can Yayınları) kitabını getiriyor. Kitabın arka kapak yazısı, Camus’un zihin dünyasının kapısını aralıyor: “…(Mitolojide) Tanrıların, hep yeniden aşağıya yuvarlanacak olan taşı tepeye çıkarmakla cezalandırdıkları Sisifos, cezasını bilinçli olarak kabullenmiştir, tekrar yuvarlanacağını bildiği halde taşı bütün gücüyle yukarı taşır. Camus saçma kavramını işte bu noktada tanımlar. Boşuna olduğunu bildiği halde direnen insan.” Sanatçı, yaşama ve yaratma sürecinde “anlam/anlamsızlık” ile bağını bu denli bir bakış açısıyla kurarsa; mevcut etki eserlerine de yansıyor. Bahis konusu sanatçının şair olduğu düşünülürse, dizeden evvela “anlam” kapı dışarı ediliyor veyahut anlam, yalnızca şairin kendisinin ulaşabileceği bir Kaf Dağı nahiyesinde kalıyor. Felsefesini hayatın saçmalığı üzerine bina eden “varoluşçu” düşünce biçimi, varoluş özden önce gelir deyişini şiar edinerek, kendisinin de yaratımına katkı sağlayan, kendinden önceki sistematiği reddedip; insan benliğini, bireyselliğini kutsuyor. 160. Kilometre Yayınları tarafından çıkarılan Fahri Güllüoğlu’na ait
“AORT” isimli şiir kitabı, bana bu genel muhasebeyi yaptıran. Varoluş özden önce gelir deyişinin esintileriyle tüylerimi ürperten ise, Güllüoğlu’nun “gövde sözden öncü dildir” mısrası…
EKS LER N ALTINDAK ANLAM Güllüoğlu’nun zaman zaman okuru kovalarcasına şiirinden uzaklaştıran, anlamı eksilerin altına düşüren bir metin kurgusu var. Elbette ki, akılda kalıcı, sorgulayıcı, mananın çıplak bileğini gösterip; okuru peşinden koşturacak nitelikte dizeler yok değil. “Bu karanlık kaç vuruş sus?” (s.12) Ancak Güllüoğlu şiiri, bütünüyle ele alındığında; çağrışım gücü düşük imgelerle, dışardan cam filmiyle örülü, görülemeyen ve girilemeyen; içerden ise kendi sarmalında dönüp duralayan bir yapıya sahip… ( Bu kanıya birçok şiirde varmak mümkün ancak “Jö.Fybc’gk Dmjiceğ” isimli şiirde, deyim yerindeyse sayıklama hat safhaya ulaşıyor; s. 40) Şiirimizde, varoluşçu edebiyatın izlerini süren; bol imgeli, anlamı olabildiğince iteleyen ve kelimeye yaslanan bilhassa İkinci Yeni ile temeli atılan akım, halihazırda çağında etkilerini kuşanıp, geçerliliğini sürdürmektedir. Bugün dahi edebiyat dergilerinde, söz konusu şiirler ana akımı oluşturur. Her bir şair değil, neredeyse her bir şiir kendi politikasıyla gelmekte ve okurla köprüleri atmaktadır. Okur, sınıfın en arka sırasında, cam kenarında oturan öğrenci konumundan bile çıkmış; yoklamada dahi esamisi okunmayan müptezel seviyesine inmiştir.
KEL ME KAZICILI INA ND RGEMEK Şairin, şiirinde kendi dil evrenini yaratması ve hatta dile yeni mecralar açma akıncılığını vazife edinmesi gerektiği konusunda fikrim sabit. Şiirde anlamın, aslan midesinde olmasını düşünenlerdenim ayrıca. Yukarıda kastettiklerimin, bu fikirlerimle çelişir bir yanı yok… Zira eleştirdiğim nokta, şiiri tamamen şairiyle sınırlı, kelime
kazıcılığı boyutuna indirgemek… Şayet bahsettiğim şairler, varoluşçuysa; kendi bireylerinden başka hangi sistematiği önemseyerek rekabete giriyor, farklı olmaya çalışıyor. Yok değillerse, niçin şiirlerinden bile önce yazma eylemlerinin temeline kendi varoluşunu koyuyor? Kanaatimce, en büyük çelişki bu noktada başlıyor. “AORT” kitabının arka kapağında şu metne yer verilmiş: “Şairin, zihin işleyişini her zaman estetik kuramları belirlemez. Fahri Güllüoğlu, çocukken konjenital (doğumsal) kalp hastalığını öğrenip oyunu yarıda bırakarak şiirle tanışmış bir şair. Yeni kitabında aort sözcüğünün yukarı çıkan/yukarı çıkarmak sözlük anlamını odağa alarak Dünya’yı anlamaya çalışıyor. AORT şairin içebakışı ile dünya görüşünün kesişimi/çarpışması, yaşamsallık-ölüm çizgisinin şiirle kat edilmesi uğraşı” K. İskender’in o sözü her zaman kulağımdadır: “Şair olmasam, katil olurdum.” Bir şairin, şiire atfettiği yaşamsallık, şiire mecbur olma, onu önceleme hali sanırım bundan güzel anlatılamaz. Fahri Güllüoğlu’nun da şiirle olan ilişkisinde buna benzer bir doku görülüyor. Fakat günümüz şiirini eleştirdiğim ve kelime kazıcılığı olarak adlandırdığım ahvalde, bundan öte bir durum var. Yaşamla kendisi arasına şiiri koyma, yaşamla şiir sayesinde temas etme hali değil; yaşamla şiir arasına kendisini koyma hali. Kendisini önceleme, kendi bireyselliğine kapanma, yüceltme hali… Yinelersek; gövdeyi sözden (şiirden) öncü kılma hali… Bu noktada Özdemir İnce’ye kulak vermek iyi olacak: “Şiirin anlam alanı ve anlamsal yapısına yönelmeden önce, özellikle ‘kapalı’ şairlerin kendilerini savunmak için sık sık başvurdukları bir cümle ile kozumuzu paylaşmamız gerekiyor. ‘Şiir düşüncelerle değil, sözcüklerle yazılır.’ Stephane Mallarme’nin, yozlaşmış klasik şiir anlayışı karşısında bir eleştiri olarak ileri sürdüğü savı içeren ve zamanla kemikleşerek bir aforizmaya, bir slogana dönüşen bu cümle tam olarak böyle değil. Mallarme, ‘Ce n’est pas des idees que I’on fait des vers, c’est avec des mots’ der; yani, dizelerin düşüncelerle değil sözcüklerle kurulduğunu söyler. Dize sözcüğü her ne kadar şiir kavramını içerse de bu cümlede dize ile şiir kavramları eşanlamlı kullanılmamıştır. Ama nedense, anlamı bunca açık
Fahri Güllüo lu
cümle, yalnızca Türkiye’de değil birçok ülkede, şiir düşüncelerle değil, sözcüklerle yazılara dönüşmüştür. Saptırma bu düzeyde kalsa ne iyi, ama sözcükler düşünceyi içermezler, dolayısıyla şiirin düşünceyle ilgisi yoktur gibi bir saçmalığa ulaşıldığı da görülür. Şiirin ne olduğunu, böyle yorumlanmış bir cümleye göre kavramaya kalkarsak, ‘saçma’ya bile varabiliriz; tıpkı dadacılar, letristler ve bazı İkinci Yeniciler gibi.” (Tabula Rasa, İmge Kitabevi, s. 64)
T RAZ Yine “saçma” kavramı gelip, bizi buldu. Saçmadan doğan bunaltı ve umutsuzluk konusunda, Sartre’ın bile itirazı var halbuki… “…Oysa, varoluşçuluk tam da bu yolda (bunalım edebiyatı olarak) yorumlanmasına bir tepki olarak yazılan ‘Varoluşçuluk Bir Hümanızmadır’ın henüz başlangıç kısmında Sartre, varoluşçuluğun insanın umutsuzluğunu, miskin bir eylemsizlik halini, insanın kirli bulanık, karanlık ve başıboş hallerini betimleyen bir görüş olmadığını dile getirir.” (Yücel Kayıran, Felsefi Şiir, Yapı Kredi Yayınları, s. 157) Kendilerine ister varoluşçu desinler, isterlerse varoluşçuluktan bihaber olsunlar; ister başka akımların suyundan beslensinler, isterlerse canları istediği için böyle yazsınlar veya postmodernizmin rüzgârında kalmış olsunlar… Benim bir itirazım var; saygıdeğer okur. Genzimi fazlasıyla dolduran bir itiraz! Fahri Güllüoğlu, 1975 İzmir doğumlu… Adam Sanat, Heves, Kaşgar, Kitap-lık, Mahfil, Sözcükler dergilerinde şiirleri, sanat dünyamız, Cogito ve Kitap-lık’ta edebiyat ve sinema yazıları, “Magmanın Gözleri” adlı şiir kitabı yayımlandı. “AORT” ikinci kitabı, kitap editörlüğü yapıyor. Ben “Kral çıplak,” diyorum; gerisi size kalmış! Çünkü kitap, karanlığa gönderilmiş bir mektuptur… (AORT, Fahri Güllüoğlu, 160. Kilometre Yayınları, 80 s.)
Günümüz şiirini eleştirdiğim ve kelime kazıcılığı olarak adlandırdığım ahvalde, bundan öte bir durum var. Yaşamla kendisi arasına şiiri koyma, yaşamla şiir sayesinde temas etme hali değil; yaşamla şiir arasına kendisini koyma hali
Aydınlık KİTAP
21 ARALIK 2012 CUMA
15
Yüzyıllar öncesinden bugünün iktidar mücadelesi “Yargu” tarihsel önermeleriyle, Osmanl ’ya yatak olan ko ullar iktidar ile kitleler aras ndaki do rudan ili kiyi, mülkiyet ile iktidar aras ndaki etnisiteden ve inançtan azade bölgeyi yeniden kurgularken, tarihsel materyalizmin esteti inin Türkçede ender ba ar l örneklerinden birisi olarak sunuyor ALİ RIZA ÖZKAN Daha geniş okur çevreleri tarafından bilinmese de, edebiyat dünyasının sıkı takipçilerinin övgü ile söz ettikleri bir roman var: “Yargu”. “Yargu” sadece Türkiye’de değil, dünyada da alışık olmadığımız yöntemle yazılmış bir roman. “Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü”, “Neredesin Firuze?” gibi filmlerinden tanıdığımız yönetmen Ezel Akay ile, daha önce gene tarihsel düzleme dayanan bir hikayeden yola çıktığı “Yıldızsayan” romanı ile dikkatleri çekmiş olan yazar Haldun Çubukçu ilginç bir yazım deneyimi de yaşayarak, sadece benim kanaatim olmadığını belirterek söyleyeyim, Türkçenin en büyük edebiyat eserlerinden birisini yaratmışlar. “Yargu”, Karacakızlılar adında, aslında olmayan bir Türkmen obasının üyelerinin bir Moğol mahkemesinde yargılanması sürecini anlatıyor. Obalarının yakınından geçen bir Hıristiyan kervana baskın yaptıkları, Karacakızlıların elde ettikleri ganimetin bir kısmını Moğollara vergi olarak verince ortaya çıkması üzerine mahkeme kuruluşu ve yedi gün süren muhakemede gelişen olaylar romanın temel hikâyesini oluşturuyor.
D L LE YEN L KLER YARATAN ESER Ezel Akay’ın önerisi ile ve Haldun Çubukçu’nun katılımı ile ortaya çıkan romanın en dikkat çeken özelliklerinden birisi dili. Romanda kullanılan dil, Çağatay ve Türkmen lehçelerinin kısmen Farisi ile bezenmiş bir hali. Bu haliyle, elbette bugünkü Türkçeye oldukça yakın bir üslup yakalanmış. Yazarların ağız ve sözcük seçiminde oldukça başarılı oldukları söylemek gerekiyor. Bugüne kalmış pek çok ifadenin ve tamlamanın köklerine yapılan metin yolculukları, yazarların dil ile oynaşlarının farkına varan okur için Türkçenin hazzına varılan bir muhabbet kapısına dönüşebilir. Dil ile oynaşmaktan kendilerinin de zevk aldığı-
nı hissettiren yazarlar, “Yargu” ile, yazılanın bir sanat olabilmesinin temelinin dil olduğunu da okura tekrar hatırlatmış oluyorlar. Elbette dil konusu, sadece Türkçenin tarihsel kökleri ile oynaşmak ile sınırlı bir konu değil. “Yargu”nun dili, bir roman estetiği çerçevesinde ele alacak olursak, aynı zamanda modern edebiyat için de yenilikler içeriyor. Yazarlar, kendi anlatım alanları da dahil olmak üzere, “Yargu”nun tüm karakterlerinin betimlenmesinde ve “hikâye”nin anlatılmasında özgün ve farklı dil seçimleri yapmışlar. Araplarla Moğollar arasında sıkışıp kalmış Pervane ile ilkel komünal bir gelenekten getirdiği özgürlüğünü Anadolu bozkırında hüküm süren zorbalara teslim etmemeye kararlı Tavus aynı dil ile anlatılmıyor. Yazarların seçimlerinin doğru olduğunu, romanın sonuna kadar hakim olan tempolu ve akıcı üslubun okuru teslim almasından anlıyoruz. “Yargu”nun dili üzerine son bir noktayı değinmeden geçemeyeceğim. En geç romanın ikinci sayfasından itibaren farkına varacağı resimsel bir dilin baskınlığını okurun eserin sonuna kadar hissedecek, hatta okurken izleyecektir de! Sadece anlatımlarda değil, aynı zamanda romanın karakterlerinin konuşmalarında da belirgin olarak gördüğümüz bu resimsel betimleme, elbette yazarların sahne sanatları ile yoğun mesaisi ile de açıklanabilir. Ezel Akay’ın görselliği oldukça başarılı bir yönetmen oluşu, Haldun Çubukçu’nun hem şair ve aynı zamanda tiyatro ve film yazarı oluşu, sanırım romanın görselliğinin mükemmelliyetine tartışmasız katkıları olduğunu düşünüyorum. Yazarların romanı yazmadan önce aslında senaryosunu yazmak üzere bir araya geldiklerini, fakat sonra senaryoyu bir yana bırakıp roman yazmakta karar kıldıklarını öğrendiğimde, “Yargu”nun tarihsel roman olarak öneminin yanında, “görsel şaheser” olarak ortaya çıkmasının koşullarını da
anlamış oldum.
D KKAT ÇEKEN TAR HSEL ÖNERMELER Bence, şimdiden edebiyat bilimi tarafından incelenmesi zorunlu olan “Yargu”nun asıl önemi tarihsel kurgusunda yatıyor. “Yargu” tarihsel önermeleriyle, Osmanlı’ya yatak olan koşulları, Bizans, Arap, Acem ve Moğol çatışmaları arasında kendilerine yaşama alanı yaratmak durumunda kalan Türkmen obalarını, iktidar ile kitleler arasındaki doğrudan ilişkiyi, mülkiyet ile iktidar arasındaki etnisiteden ve inançtan azade bölgeyi yeniden kurgularken, tarihsel materyalizmin estetiğinin Türkçede ender başarılı örneklerinden birisi olarak sunuyor. Öte yandan, 13. yüzyıl Anadolusunda iktidar saflaşmaları arasında sıkışıp kalmış bir Türkmen obası üzerinden bize anlatılan aslında bugünümüzdür. Bugünün saflaşmaları içerisinde tarafların konumlarının yüzlerce yıl öncesinden belirlendiğini görüyoruz. Moğol ile sonradan soyluları Osmanlı’ya yataklık yapacak olan Selçuklu arasında hırpalanan Türkmen obaları bugünün Alevileri olarak gene iktidar ilişkilerinden uzak tutularak varlıklarını sürdürüyorlar. Anadolu’yu haraca kesen Moğolları ise bugün emperyalizm temsil ediyor. Pervane gibi, aristokratlar ise işbirlikçi siyaset sınıfı olarak günümüzde rollerini oynamaya devam ediyorlar. Arapların zaman içerisinde konumları daha da zayıflasa da, bölgesel iktidar savaşlarında dikkate alınması gereken bir kuvvet olarak Acemlerin varlığı bugün de sürüyor.
Haldun Çubukçu
Ezel Akay
TAR HSEL ÇATI MALARIN ORTASINDAK OKUR Tarih kendi koşulları içerisinde sunulurken, aynı zamanda bugüne aktarılacak deneyim olarak da bir değer taşıyacaktır. Aksi halde, tarihin toplumlar için bir önemi kalmaz. “Yargu”, bugünün okuruna kendi konumu hakkında da bir cevap veriyor. Tarihsel çatışmaların ortasında kalmış birey olarak, okur nereye ait olduğunu seçiyor. Bir yanda ilkel eşitlikçi geleneklerini Anadolu bozkırında yaşamaya inat ile direnen Türkmen obası, diğer yanda ise tefeci zalimlerin kurduğu iktidarın “hassas dengesi” arasında kalmış olan Selçuklu hükümdarı Kılıçarslan kimlik sorgulamasına başladığında, bu girişimini hayatı ile ödeyecektir. Okur ise, tarihsel çatışmaların gölgesinde bulunduğu yeri belirlediğinde aynen 13. yüzyıldaki Kılıçarslan gibi, kendisini çoktan bugünün iktidar mücadelelerinin içerisinde bulacaktır. “Yargu”, az bulunur roman estetiği ile ve tarih tezi ile ülkemizde son zamanlarda çok okur bulan bir edebiyat türünün en başarılı örneklerinden. Üstelik, pek çok tarih romanının ya intihal veya yanlış bilgiler nedeniyle tartışma odağına çekildiğini düşündüğümüzde, “Yargu”nun özenli ve özgün yapısına ayrıca övgüyle yaklaşmak gerekiyor. Romanın bugüne kadar neden ödül almadığı sorusunu da, sanırım okur romana hak ettiği ilgiyi fazlasıyla göstererek cevaplayacaktır. Hatta, edebiyat ödüllerinin Türkiye tarihinin en tartışmalı ve en itibarsız dönemini yaşadığı günümüzde, “Yargu”nun ödüllendirilmemiş olması, romanın hanesine bir başarı olarak dahi kaydedilebilir. (Yargu, Ezel Akay, Haldun Çubukçu, Kırmızı Kedi Yayınevi, 316 s.)
13. yüzyıl Anadolusunda iktidar saflaşmaları arasında kalmış bir Türkmen obası üzerinden bize anlatılan aslında bugünümüzdür. Bugünün saflaşmaları içerisinde tarafların konumlarının yüzlerce yıl öncesinden belirlendiğini görüyoruz
16
Aydınlık KİTAP
21 ARALIK 2012 CUMA
OLMAK YA DA OLMAMAK
Kemalizm’den Neoliberalizmin Sosyal Demokrasisine Atakan Hatipo lu CHP’nin tarihini, “CHP’den Sosyal Demokrasi’ye” ideolojik dönü ümün tarihi olarak incelemektedir. CHP’nin ideolojik serüveni, ba lang çtaki halkç -devrimci ideolojinin in as , 1938 sonras nda ise ad m ad m ya anan de i im ve z dd na dönü neredeyse y l y l somut kan tlar yla gözler önüne serilmektedir MEHMET BEDRİ GÜLTEKİN Sosyalist soldaki yaygın kanaat, Sosyal Demokrasi ve Marksizm’in 19. yüzyılda aynı ideolojik ve siyasi akımı ifade ettikleridir. 1917’de Rusya’da Devrim yapan Parti’nin adının Rus Sosyal Demokrat İşçi partisi olması ve 19. yüzyılın en etkili sol partisi olan Alman “Sosyal Demokrat Parti”nin Marks ve Engels ile olan yakın işbirliği bu kanaatin doğmasında rol oynamıştır. Oysa Dr. Atakan Hatipoğlu’nun Kaynak Yayınları'ndan çıkan “CHP’nin ideolojik dönüşümü” adlı kitabından öğreniyoruz ki, Marksizm ve Sosyal Demokrasi daha en başından iki ayrı ideolojik ve siyasal akım olarak var oldular. 19. yüzyılın sonlarına doğru Marksizm’in artan etkisi sonucu Sosyal Demokrasi devrimcileşti ama hiçbir zaman Marksizm’le özdeşleşmedi. Birinci Dünya Savaşına öngelen yıllarda ise savaşa karşı tutum noktasından başlayarak bu iki akım birbirinden uzaklaştı. Savaş sırasında bir yanda emperyalizme karşı savaşan Marksist partiler, diğer tarafta ise kendi emperyalist burjuvazileri ile aynı safa girmiş Sosyal Demokrat partiler vardı.
KEMAL ZM VE SOSYAL DEMOKRAS Atakan Hatipoğlu CHP’nin tarihini, “CHP’den Sosyal Demokrasi’ye” ideolojik dönüşümün tarihi olarak incelemektedir. CHP’nin ideolojik serüveni, başlangıçtaki halkçıdevrimci ideolojinin inşası, 1938 sonrasında ise adım adım yaşanan değişim ve zıddına dönüş neredeyse yıl yıl somut kanıtlarıyla gözler önüne serilmektedir. CHP’nin kuruluş yıllarında Sosyal demokrasi Türkiye’de bilinmeyen bir ideolojik ve siyasal akım değildir. Avrupa’da Sosyal Demokrat partiler son derece etkindir. Türkiye’de de kendisine sosyal demo-
krat diyen partiler vardır. Buna rağmen Mustafa Kemal ve arkadaşları kendileri için hiçbir zaman “Sosyal Demokrat” tanımını kullanmadılar, Çünkü; her şeyden önce Mustafa Kemal ve arkadaşları antiemperyalist idi. Sosyal Demokrasi ise safını net olarak emperyalizmden yana olarak belirlemişti İkinci olarak her ne kadar uygulama 1930’lu yıllarda olduysa da CHP, daha Kurtuluş Savaşı yıllarından başlayarak ekonomide devletçiliği savunduğunu ilan etmişti. Sosyal Demokrasi ise devletçiliğe karşıydı. Kemalizm devrimciydi. Sosyal Demokrasi ise reformcuydu. Kemalizm Sovyetler Birliği ile dostluğu dış politikasının önemli bir ilkesi olarak benimsemişti. Sosyal Demokrasinin en önemli özelliklerinden biri ise SB karşıtlığı idi. Kısacası CHP’nin Altı Ok’unda ifadesini bulan bütün ilkelerde Sosyal Demokrasi ile esasta farklılıklar söz konusuydu.
“REDD M RAS” LE NE TERK ED LD ? Atatürk’ten sonraki CHP’yi tanımlayacak olursak söylenecek ilk söz durma ve donmadır. Hiçbir Devrim herhangi bir aşamada “duramaz.” Durduğu zaman düşmesi kaçınılmazdır. Mustafa Kemal bu gerçeğin bilincinde olarak “Arasız Devrimler”den bahsetmiştir. CHP ise Atatürk sonrasında 1940’lı yıllardaki Köy Enstitüleri atağı dışında, devrimci olarak nitelendirilebilecek hiçbir adım atmamıştır. Tam tersine savaş sonrasında Batı ittifakından yana tavır alarak anti-emperyalizmden vazgeçmiş, SB ile dostluk politikasını bir yana bırakmış, Batı ile ekonomik ilişkileri geliştirmek amacıyla halkçıdevletçi ekonomi politikası esnetmiş
Atakan Hatipo lu
ve laiklikten ilk tavizleri vermiştir. Gene de CHP’de en önemli ideolojik kırılma 1960’larda Bülent Ecevitler aracılığıyla gündeme getirilen “Reddi Miras”tır. “Reddi Miras”, CHP’nin altı Ok’ta ifadesini bulan devrimci programından vazgeçmesidir. 1992 Ağustos’unda Bülent Ecevit, konuyla ilgili olarak kendisine sorulan bir soruya; “Demokratik Sol hareketle birlikte CHP, tek partili dönemdeki bazı özelliklerini büyük ölçüde bir yana bıraktı. Onların reddi mirasıydı.” diyerek ne olduğunu açıklamaktadır. Ecevit’in 1973 yılında Kemalizm’in dinci örgütlenmelere bakışının “tarihi yanılgı” olduğunu söylemesi, “reddi miras” yaklaşımının tabii sonucuydu. Ama CHP’nin Altı Ok’tan vazgeçmesi birden bire olmamıştır. 1976’da Altı Ok’un yanına Altı ilke daha eklenerek Sosyal Demokratlaşma yolunda ilerleme, program düzeyinde ifade edilmiş. Aynı anlayış 1980 sonrasında ise, SHP’nin amblemindeki yedi zeytin yaprağı olarak ifadesini bulmuştur.
“YEN SOL” VE NEOL BERAL A AMA Sosyal demokratlaşma yolunda 3. adım 1980 ve 90’larda Deniz Baykal’ın arkadaşlarıyla birlikte öncülük ettiği “Yeni Sol” akımı ile atılmıştır. “Yeni Sol” açıkça Kemalist dönem ile hesaplaşmaktan bahsetmektedir. “Yeni Sol”a göre Kemalizm bir Üçüncü Dünya solculuğudur. Devletçilik çağdaş bir sosyal Demokrat partide olamazdı. (s.344-345) Kemal Kılıçdaroğlu’nun temsil etiği sosyal demokrasinin neoliberal yorumu ise içine girilen sürecin doğal sonucudur ve son aşamasıdır. Sonuç olarak CHP, Atatürk’ün anti-emperyalist, halkçı, devletçi, laik ve devrimci çizgisinden; Batı emperyalizminin dümen suyunda, liberalizmle ve ortaçağla flört eden, Cumhuriyet Devrimine karşı kullanılan bir konuma gelmiştir. Bu Parti’nin yaşadığı büyük çelişme ise yönetimine hakim olan bu anlayış ile Atatürk Devrimi’ne bağlı olan tabanı arasındadır. (CHP’nin İdeolojik Dönüşümü, Atakan Hatipoğlu, Kaynak Yayınları, 408 s.)
Sosyal demokratlaşma yolunda üçüncü adım 1980 ve 90’larda Deniz Baykal’ın arkadaşlarıyla birlikte öncülük ettiği “Yeni Sol” akımı ile atılmıştır. “Yeni Sol” açıkça Kemalist dönem ile hesaplaşmaktan bahsetmektedir
Aydınlık KİTAP
21 ARALIK 2012 CUMA
17
Çin’i tanımaya nereden başlamalıyız? Yazar “Çin halk n ve onun dü ünme tarz n gerçekten anlayan ne yaz k ki çok az say da uzman n oldu u”na dikkat çekiyor. Çin kim, neyi temsil ediyor? Emelleri ne, nas l bir dünyan n pe inde? Mevcut dünya düzeni içinde kendine nas l bir yer açmak ve onda neyi de i tirmek istiyor? M. ŞADİ ERKILIÇ
Rand Corporation danışmanlarından Francis Fukuyama isimli Japon asıllı Amerikalı akademisyen National Interest dergisinin 1989 yaz sayısında “The End of History?” başlıklı bir makale yayımladı. Makale 1992’de “The End of History and The Last Man” başlığıyla kitaba dönüştü. Kitap çok geçmeden birçok dünya diline olduğu gibi Türkçeye de çevrildi ve birdenbire hararetli tartışmaların konusu oldu. Kitabın ne söyledikleri bilinmeyen şeylerdi ne de bunları söyleyiş tarzında bir yenilik veya özgünlük vardı. Kitabı böylesine hararetli tartışmaların konusu haline getiren neydi? Hatırlanacağı üzere Fukuyama kitapta kabaca Hegel’in tarih felsefesi çerçevesi içinde söylediklerini (tarihin itici gücü olarak “tanınma arzusu”), Alexandre Kojève’in bunlara getirdiği yorumları, Nietzsche’nin dertsiz tasasız burjuva insanına (“kırmızı yanaklı hayvan”) dair öngörüleriyle telif edip bunlara uluslararası ilişkiler ve iktisadi düzenle ilgili bir iki şey daha ilave ettikten sonra sömürgeci kapitalist Batı sisteminin dünyaya galebe çaldığı sonucuna varıyor ve böylece “liberal demokrasinin zaferi”ni ilan ediyordu. Gerek ferdî gerek içtimai planda liberal demokrasi akla gelebilecek her türlü çatışma temelini ortadan kaldırdığı için bu aynı zamanda tarihin de sonu anlamına geliyordu. Bu durumda ulusal devletler varlık sebebini, siyasi sınırlar da harita üzerindeki anlamını kaybetmiş oluyordu. ULUS-DEVLETLERE DA R YEN MAKALE Eskiden istihbarat örgütlerinin güdümündeki oryantalistler veya journalistlerce gizli saklı yazılan raporlar ve yürütülen faaliyetler alenen yazılır ve yürütülür hale geldi. Ve en önemlisi: O günden itibaren “medya dünyası”nda tek işi, kamuoyunu aydınlatmak maksadıyla düzenlendiği söylenen tartışmalara katılıp çene çalmaktan ibaret olan birtakım vasıfsız tipler türedi. Sonradan anlaşıldı ki ülkenin bunca yıkıcı bozucu faaliyete karşı hala sağlam kalmış olan nesi varsa böyle çürüğe çıkarılıyor ve neticede insanlar kendilerini “her şeyin çivisi”nin çıktığı bir düzen daha doğrusu düzensizlik içinde buluyorlardı. Aradan iki üç yıl geçti geçmedi, bu defa Samuel. P. Huntington belli ki yine sipariş üzerine, “The clash of civilizations?” başlıklı bir makale kaleme aldı ve 1993 yazında Foreign Affairs dergisinin 72/3. sayısında yayımladı. Makale dünyada ve buna paralel olarak uluslararası ilişkiler düzeninde
“O şafağın ne zaman ve neyin üzerine doğacağını, dahası yaşlı dünyanın başına daha ne gaileler açacağını bugünden sezinleyebilmek için de Çin bilgelerine kulak vermemiz gerekecek.”
meydana gelen değişikliklerin yerküre üzerindeki siyasi çekişme ve çatışmaların temelinde esaslı bir kaymaya neden olup olmayacağı ve bunun da ulus devletlerin sonu anlamına gelip gelmeyeceği ikircimini irdeliyor ve hatırlanacağı üzere birinci soruya olumlu ikincisine olumsuz cevap veriyordu. Ve en önemlisi makale bilhassa yirminci yüzyıl tarih felsefelerinin mirasını fevkalade kötü değerlendirerek ortaya koyduğu tariflerle “medeniyetler çatışması”nı uluslararası ilişkiler alanında yeni çatışma tipi olarak öngörüyordu.
Ç N’ DER NLEMES NE TANIMAK Bütün bunlar ne anlama geliyordu? Söylenemeyen zincirleme gelişen hadiselerle söylendi. Olanlar herhalde herkesin hafızasındaki sıcaklığını koruyordur: Önce 11 Eylül saldırıları, ardından Irak ve Afganistan işgalleri ve halen devam etmekte olan Arap Baharı. Dünyanın bildik çehresini değiştiren bu olayların hepsinde ortak bir özellik dikkatlerden kaçmıyordu: Ön planda “Neden?” sorusuna verilen göstermelik bir cevap daha doğrusu bahane ve onun arkasında kestirilmesi hiç de zor olmayan hakiki sebep veya saik. Göstermelik cevaplar için göstermelik figürler gazete köşelerinde, televizyon ekranlarında arzı endam etti, perde gerisindekileri kestirmekse “komplo teorisyenleri” denilen taifeye kaldı.
O zamandan bu yana herkesin ağzında bir “Çin” ve “Çinliler” lafıdır dolaşıyor. Dünya ölçeğinde bir hadise gerçekleşmeye görsün herkes hemen birbirine fısıldıyor: “Bunlar hep Çin’in önünü kesmek, etrafındaki tecridi yarmak için yaptığı hamleleri akim kılmak maksadıyla yapılıyor”. Eğer böyleyse niye sormuyoruz: Çin kim, neyi temsil ediyor? Emelleri ne, nasıl bir dünyanın peşinde? Mevcut dünya düzeni içinde kendine nasıl bir yer açmak ve onda neyi değiştirmek istiyor? Eğer hadiselerin görünen yüzünü değil de derin özünü öğrenmenin peşindeysek bilimlerin bilgisiyle yetinemeyiz, zira dün söylediklerini yarın kolayca yalanlayıveriyor ve bunu da deney ve gözlem tekniklerindeki gelişmelerle geçiştiriveriyorlar. Kadri bilinmez kıymeti takdir edilmez olmuş felsefenin bilgeliğine muhtacız. Eğer bir milleti tanımak ve onun hareket tarzını, neye nasıl karşılık verdiğini öğrenmek istiyorsak onun geçmişine müracaat edebilir ve geçmişte yaptıklarından karakteristik özelliklerine dair malumat elde edebiliriz. Ama eğer tarih dediğimiz şey hadiselerin kaydından ibaretse ve her hadisenin bir aktörü, her aktörün de bir motivationu varsa, tarihe takaddüm eden bir şeyin olduğu açıktır. İşte Say Yayınları bu ihtiyacı iyi görmüş ve bu yayın döneminde başladığı Doğu Bilgeliği Dizisi’yle bu boşluğu doldurmaya çalışmaktadır. Dizinin ikinci kitabı Daisetz Taitero Suzuki’nin “Çin Felsefesi Tarihi”.
Yazar da kitabını Batı kamuoyuna takdim ederken benzer bir perspektiften hareket ediyor, “Çin halkını ve onun düşünme tarzını gerçekten anlayan ne yazık ki çok az sayıda uzmanın olduğu”na dikkat çekiyor. Ve devamla, “eğer onların Ch’in öncesi dönem zarfında etkili olmuş düşünüş tarzının temel özelliklerinden bazılarını az veya çok sistematik bütünlük içinde açıklamaya dönük bu ilk mütevazı çaba uzun zamandır yanlış anlaşılmış bu milletin yorumlanmasına bir ölçüde katkıda bulunursa kitabın maksadına ulaşmış sayılabileceğini” söylüyor. Ve böylece akla gelen başa gelmiş oluyor, zira aslında bu yazının hiç konusu olmayan “neden tanımalıyız?” sorusunu ikna edici bir temel üzerine oturtma ihtiyacı asıl sorunun yani “tanımaya nereden başlamalıyız?” sorusunun yerini almış oluyor. Oysa bir milletin felsefesinin o milletin karakteristik özelliklerinin tanımasına katkısı etraflıca ele alınmalı, gerekiyorsa diğer tanıma yollarıyla mukayesesi yapılmalı, ardından dilimizdeki malzemelerin bu bakımdan ne durumda olduğu değerlendirilmeli, eğer yeterli değilse hangi dillerden yararlanılabileceği araştırılmalıydı. En sonunda da tanıtılacak kitabın emsalleri içerisinde nerede durduğu, üstünlüklerinin veya eksiklerinin neler olduğu ifade edilmeliydi. Ama olmadı.
UYANAN DEV Olsun, hiç olmazsa “neden tanımalıyız?” sorusundaki zorunluluk sağlam bir temele oturtulmuş oldu. Geri kalan ileride belki bir başka vesileyle yeniden ele alınır. Hala ikna olmamış olan varsa onlara da kitabın kendisi arka kapak yazısıyla seslensin: “Kitabın yazarı D. T. Suzuki önsözde ‘Son siyasi devrimden bu yana Çin’in bütün dünyanın dikkatini çeken bir muamma haline geldiği’ni söylüyor ve ‘Doğunun devi tam olarak uyanıp da Batı bilim yöntemlerinden özgürce ve akıllıca yararlanmaya başladığında’ olayların akışının ne yöne doğru seyredeceğini şimdiden kimsenin kestiremeyeceğine dikkat çekiyor. “O gün kestirilemeyeceği söylenen şeyin bugün artık yavaş yavaş şafağı sökmeye başlıyor. O şafağın ne zaman ve neyin üzerine doğacağını, dahası yaşlı dünyanın başına daha ne gaileler açacağını bugünden sezinleyebilmek için de Çin bilgelerine kulak vermemiz gerekecek.” (Çin Felsefesi Tarihi, Daisetz Taitero Suzuki, Say Yayınları, Çev: A. Aydoğan, 234 s.)
18
21 ARALIK 2012 CUMA
Aydınlık KİTAP
YENİ ÇIKANLAR
lk Gün
Sisyphos’un Kaderi
Yok Olu
Ayd nlara Dü en Vazife
Marc Levy, Can Yay nlar , Çev: Ayça Sezen, 424 s.
Hüseyin engül, Hemen Kitap, 400 s.
Lisa McMann, Alt n Kitaplar, Çev: Süleyman Genç, 240 s.
Yusuf Akçura, Kaynak Yay nlar , 112 s.
“Adım Adrianos, annemin doğduğu kasaba hariç, uzun zamandır ‘Adrian’ diyorlar bana. Astrofizikçiyim, uzmanlık alanım, Güneş sisteminin dışındaki yıldızlar. Dünya yuvarlaktır, uzay bükülüdür ve evrenin sırlarını kavramak için yolculuk etmeyi, en iyi gözlem noktasının, büyük kentlerin uzağındaki zifirî karanlığın peşine düşüp gezegeni en ücra köşelerine kadar, hiç durmadan, bir baştan bir başa dolaşmayı sevmek gerekir. Sanırım, beni bunca yıldır, insanların çoğunun yaptığının tersine bir ev, bir eş ve çocuklara sahip olmaktan alıkoyan, rüyalarımdan hiç çıkmayan o soruya günün birinde bir yanıt bulmak umudu oldu: Gündoğumu nerede başlar?”
Aykırıların, sorgulayanların, şüphe edenlerin, arayanların, kısacası hayatla derdi olanların varoluş nedeniyle Sisyphos’un kaderi benzerdir. Hayatla derdi olanlar; işte sözün, yazının ve sanatın kaynağı! Onlar yenilebilirler. Ancak o yenilgi görüngüsünün arkasında, dünyayı anlama ve değiştirme eylemi yatar. Yani sürüye uymayanların düşün ve eylem dünyası. Bu, bilinçli bir eylemdir ve bir rasyonalitesi vardır. Ancak rasyonaliteye dayanan bu eylemin bir iç sesi, bir iç dünyası, bir iç “tanrısı” vardır ki, bu da vicdandır. Vicdan terazisinde tartılmayan, vicdanın süzgecinden geçmeyen bir akıl ile hakikate ulaşılmaz. Sisyphos, aklın kaynağını duygular yoluyla taçlandırır. Tepelere doğru tek başına didinmek bile insanın yüreğini doldurmaya yeter!
“Uyanış” üçlemesinin son kitabı... Janie, geleceğin kendisine neler getireceğini ve bununla başa çıkabileceğini düşünüyordu. Ama sevdiği adamı bu bilinmezlerin içine sürükleyemezdi. Cabel’ın rüyalarında gördüklerinin aksine kendisini asla terk etmeyeceğini bilse de bu arkadaşlığın Cabel’a zarar vereceğinin, hatta ortadan kaybolmazsa ikisini de ölüme götüreceğinin farkındadır. Ne var ki bir süre sonra hayatına bir yabancının girmesiyle her şey altüst olur. Janie’yi bekleyen gelecek kendisinin dahi mümkün olabileceğine inanmadığı kadar üzücüdür. Janie şimdi bir seçim yapmak zorundadır. Ve zaman gittikçe tükenmektedir.
Yusuf Akçura, Türk milliyetçiliğinin öncülerinden ve Kemalist Devrim’in ideologlarındandır. Yaşamını Türk toplumlarının ilerlemesi, yükselmesi, çağdaşlaşması davasına adayan Akçura, bunun için, Türk milliyetçiliğinin halkçı, antifeodal, antiemperyalist ve birleştirici olmak zorunda olduğunu belirtmiştir. Bütün millet ve kavimlerle eşitlik ve barış içinde yaşamak, onun savunduğu Türk milliyetçiliğinin temel özelliklerindendir. Bu kitapta Akçura’nın, Türk toplumu için; halkçı, bağımsız ve çağdaş bir Türk devletinin zorunluluğunu ve bu konuda Türk aydınına düşen görevleri işlediği makaleleri bir araya getirilmiştir. Makaleler, 19211925 yılları arasında yayımlanmış yazı ve konferanslarından seçilmiştir.
Ölmez A ac n Evi
50 Soruda Dil Felsefesi
Yürek Kuyusu
I k Su ve Gökyüzü
Fatma Gürel, Remzi Kitabevi, 256 s.
Atakan Alt nörs, Bilim ve Gelecek Kitapl , 208 s.
Gülten Do ruyol ncesu, Potkal Kitap Yay nlar , 83 s.
Gianni Caffiero, Ivan Samarine, nk lap Kitabevi, Çev: Mehmet Üstünipek, 336 s.
Bir dönem, Ege’de bir kasaba, zeytinciler ve anılar... Ege’nin zeytinci aileleri bitmek bilmeyen dertlerine, sıkıntılarına karşın şirin kasabalarında kendilerine mutlu bir dünya kurmuşlardır. Buradaki ölmez ağacı, binlerce yıldır süregelen yazgısına yörenin büyümekte olan genç kızını da eklemiştir. Genç kızı acaba nasıl bir gelecek beklemektedir? “36 Baharı”, “İki Demli Çay”, “Bir Yaz Gecesi” ve “Karşı Kıyının Işıkları” adlı yapıtlarıyla tanınan Fatma Gürel, 1950’li ve 1960’lı yıllara tanıklık eden bu romanda, Ege’nin küçük mutluluklarla örülü sıcak rüzgârını estiriyor.
Dilin mahiyetini/neliğini düşünce, kültür, varlık ile ilişkilerinde soruşturan yanıyla felsefeyi konu alan “50 Soruda Dil Felsefesi”, “50 Soruda” dizisinin 14. kitabı. Yazarı Atakan Altınörs’ün Antik Çağ’dan günümüze felsefe tarihinde dil hakkında ortaya konmuş başlıca görüşleri anlaşılır ve rahat okunan bir üslupla sunduğu kitapta yer alan bazı sorular şunlar: Dil felsefesinin dilbilimden ayrılan yönü nedir? Dilin kökeni neden bir felsefî sorundur? Antikçağ felsefesinde dile nasıl yaklaşılmıştır? Ortaçağ’da dil felsefesinde tartışılan başlıca konular nelerdir? Descartes’ın dil felsefesi alanındaki önemi nedir? Marksizm dile nasıl yaklaşır? Chomsky’nin dil görüşü nasıl özetlenebilir?
Aşka, sevdaya, özlenen her şeye dair şiirler “Yürek Kuyusu”nda... Daha önce yayımlanan “Ilgıt” adlı bir şiir kitabına da sahip olan Gülten Doğruyol İncesu yıllarını şiire, edebiyata ve eğitime adamış bir isim. Şiirlerinde hayatı, umudu, sevgiyi ve mücadeleyi anlatıyor şair. O, insanları, çocukları, şiiri ve hayatı çok seviyor. Onun şiirsel dünyası emekten, eşitlikten, insan ve yurt sevgisinden oluşmakta. İncesu, “Yürek Kuyusu” adlı şiir kitabında halk şiirinin tınıları, türkülerin, ağıtların ve doğanın gücüyle, dünyada hâlâ bir yerlerde saklanan umudun şarkısıyla geniş kesimlere sesleniyor. “Yürek Kuyusu” hüzünlü olduğu kadar içinizi de aydınlatacak bir eser. Şiirin geniş coğrafyasında gezinmek isteyenlere...
Neredeyse 19. yüzyılın bütününe yayılan yaşam öyküsü, şöhretini hızlı bir şekilde ve erken kazanması, çok geniş bir coğrafyayı gezmiş ve çok üretmiş olması ve benzersiz başarısıyla Aivazovsky yaşadığı çağın dinamizmini yansıtmaktadır. Önde gelen Aivazovsky uzmanları tarafından hazırlanan Işık, Su ve Gökyüzü kitabında Aivazovsky’nin yaşam öyküsünün yanı sıra çok sayıda renkli resim bulunmaktadır. Dünyanın dört bir yanındaki kamu ve özel koleksiyonlardan eserlerin bir araya getirildiği kitap üç bölümden oluşmaktadır. Kronolojik olarak düzenlenen resimler Aivazovsky’nin tüm eserlerinin yayımlanmış külliyatına önemli bir katkı sağlamaktadır.
Aydınlık KİTAP
YENİ ÇIKANLAR
21 ARALIK 2012 CUMA
19
F rt nadaki Kirpi
Paramparça
syan Pazarlan yor
Delili in Da lar nda
Stephen Jay Gould, Versus Kitap Yay nlar , Çev: Ebru K l ç, 324 s.
Karin Slaughter, K rm z Kedi Yay nevi, Çev: Ali Cevat Akkoyunlu, 380 s.
Andrew Potter, Joseph Heath, Ayr nt Yay nlar , Çev: Nuray Öno lu, 352 s.
Howard Phillips Lovecraft, thaki Yay nlar , Çev: Bar Emre Alk m, 136 s.
“Fırtınada Bir Kirpi”de, Stephen Jay Gould evrim kuramı, jeoloji, biyolojik belirlenimcilik, sosyobiyoloji vb. konularda yazılmış kitapları değerlendiriyor, bu alanlarla ilgili genel çerçeveyi çizip, kendisinin de dahil olduğu bilimsel tartışmaları, kendi tarafından göründüğü biçimiyle ilgimize sunuyor. “Hiç kimse Darwin ve evrim hakkında Stephen Jay Gould’un bildiğinden daha fazlasını bilemez. Hiç kimse bu konular hakkında Stephen Jay Gould’un yazdığından daha anlaşılır yazamaz. Hiç kimse bu alanın kaba saba ya da o kadar belirgin olmayan safsatalarıyla başetmek için Stephen Gould’dan daha donanımlı olamaz. Bu derleme bunun kanıtıdır.” (Isaac Asimov)
Atlanta’nın varlıklı bir semtinde, güzel bir evde genç bir kız hunharca katledilmiş ve başka bir kız da kaçırılmıştır. Genç kızın annesi, cesedin başında bulduğu yabancıyı kendi elleriyle öldürür, ancak öldürdüğü kişi gerçekten kızının katili midir? Ya da öldürülen, kendi kızı mıdır? Olayı inceleyen iki dedektif Will Trent ve Faith Mitchell’ın zamana karşı yarışı başlar. Hem cinayeti aydınlatmak hem de kaçırılan genç kıza, henüz hayattayken ulaşmak zorundadırlar. “Paramparça”da Karin Slaughter, iz peşinde geçen üç günün soluk kesen hikâyesini anlatıyor. Genç kuşağın en sevilen polisiye yazarlarından olan Karin Slaughter’ın kitapları dünya çapında 32 dile çevrildi, 30 milyon okura ulaştı.
Şimdiye kadar girdiği her çağa, her toprağa ve yaşam tarzına uyum sağlamada olağanüstü bir yetenek sergileyen kapitalizm bu meydan okumayı da kendi lehine çevirmeyi başardı, başarıyor. Bir isyan piyasasının oluştuğunu bile söyleyebiliriz. Artık isyankârlar için her tür tüketim malı, ayakkabılar, giysiler, takılar, müzikler, bakir topraklara alternatif turlar bulmak kolay. Bohem muhitler “in” oldu... Sonunda gelip şu sorulara takılıyoruz: Hakiki isyan, mücadele, direniş ve devrim imkânı kalmadı mı artık? Kapitalizm her karşı çıkışı piyasanın yeni bir metası haline dönüştürüp yine bize mi satacak? Bu kısır döngüden kurtulmanın bir yolu yok mu? Buraya kadar mıydı yani?
Howard Phillips Lovecraft, küçük yaşta babasını kaybeden, gençliğinde de annesini akıl hastanesine uğurlayan yalnız bir adamdı. Hep içine kapanık biri oldu. Tek çaresi yazmaktı. 1920’li ve 30’lu yıllarda yazdığı öykülerle korku edebiyatına damgasını vurdu. Onun eserlerinin çoğu modern insanın adlandıramadığı dehşetler hakkındaydı. “Deliliğin Dağlarında”, adlandıramamanın yarattığı dehşeti bir bilim adamının gözünden yansıtıyor okura. Tam da bu yüzden korku edebiyatının meselesi olan metinlerinden biri bu. Bilinmeyeni aydınlatma çabasının ve modern insanın umutlarının karşısında, derinden yükselen bir karanlığın ve sözcüklere dökülemeyen bir deliliğin öyküsü.
Ferit Edgü, Varolu ve Bireyle me
Bir Veledi Ehlile tirmenin 50 Yolu
Beste ve Güfteleriyle Ku aktan Ku a a Halk Türküleri
yimserin El Kitab Karamsar n El Kitab
Mutlu Deveci, Sel Yay nlar , 467 s.
Hamlyn, Optimist Yay n Da t m, Çev: Ba ak Gündüz, 96 s.
Türk edebiyatında varoluşçu çizginin en önemli temsilcilerinden Ferit Edgü, yapıtlarında olması gereken’in çağrısıyla değişmeyende değişeni, dilde, yeniden, yeni bir ses olarak yaratır. Gündelik gerçeklik ile modern yazın dünyasını sentezleyerek dilde yenileme gayreti içerisindedir. Onun yapıtları, yaşantıların etik ve estetik değerlerle özümlenerek, bilinçte varlık buluşunun örnekleridir. Anlatım tekniği ve kurgu bakımından modern edebiyatın yeni ve özgün bir atılımı olan Ferit Edgü yazını, bireyin, varoluş ve bireyleşme yolculuğunun kurgusal dünyaya taşınmasıdır. “Ferit Edgü, Varoluş ve Bireyleşme”, yazarı bir kez daha “keşfetme” olanağı sunuyor.
“Veletler, rüzgâr kadar değişkendir ve akıl almaz haylazlıklar yapabilirler. Bir dakikalığına büyüleyici birer melekken, saniyeler içinde çılgın kötülük perilerine dönüşebilir ve beş dakika sonra şüphe uyandıran bir sessizliğe bürünürler. Yani sürekli tetikte olmanız, kimle ve neyle uğraştığınızı bilmeniz gerekir... İyi şanslar!” Veletler birer melek gibi görünebilirler fakat aynı zamanda da sabrınızı zorlayabilirler. Günlük hayatınız bir irade savaşına dönüştüyse ve küçük sevgilinizin en sevdiği kelime “Hayır!” ise, kararlılığınızı güçlendirecek, küçük asiyi kontrol altına alacak ve kaosu sükûnete çevirecek, denenip onaylanmış taktiklerden yardım alabilirsiniz.
Kolektif, Say Yay nlar , 1608 s. Taşı toprağı burcu burcu uygarlık kokan yurdumuzun bağrı yanık, sevgi dolu insanlarının dilidir türküler. Yüzyıllardan beri ağızdan ağıza söylenerek geldiler günümüze... Hamdi Tanses de türkülerimize gönül vermiş ozanlarımızdan biri. Bunları yalnız söylemekle kalmıyor, çağdaş usullerle yeni türküler derliyor ya da önceden derlenmiş olanların notalarını büyük bir özenle yeniden yazarak folklorumuza kazandırıyor. Hamdi Tanses’in türkü alanında ilgi çekici çalışmaları, bu uğurda emek harcayan herkese yardımcı olacak, onlara yol gösterecek nitelikte.
Niall Edworthy, Petra Cramsie, leti im Yay nevi, Çev: Osman Yener, 334 s. Her satırı edebiyatla, hayatla ve tecrübeyle dolu bir yaşam rehberi bu. Bir taraf iyimser, bir taraf karamsar. Bir taraf “Hayattan başka servet yoktur,” diyen John Ruskin; diğer taraf “Evrenin yapıtaşı aptallıktır,” diyen Frank Zappa. Shakespeare’den Balzac’a, Marx’tan Nietzsche’ye kadar ünlü isimlerden iyimserlik ve karamsarlık anlatıları bu kitapta sırt sırta veriyor. Aynı temalarda farklı renkler, farklı sesler bir araya geliyor. Yaşamı layık olduğu şekilde, yaşama sanatını kutsayan, size ilham verecek, büyüleyecek, eğlendirecek “İyimserin El Kitabı” ile acılarla dolu dünyada size duyarlı ve müşfik bir refakatçi olacak “Karamsarın El Kitabı” bir arada...
20
Aydınlık KİTAP
21 ARALIK 2012 CUMA
Mona Lisa konuşuyor Görsel sanatlara ilgi duyan çocuklar ünlü ressamlar n kendilerinden daha ünlü ba yap tlar na keyifli bir yolculu a ç karacak bir kitap: “Gizemli Mona Lisa” İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com
Görsel sanatlara ilgi duyan çocukları, Azteklerin Sanat Tanrısı olduğunu iddia eden Hoşipilli eşliğinde ünlü ressamların kendilerinden daha ünlü başyapıtlarına keyifli bir yolculuğa çıkaracak bir kitap var elimde. Kitabın yazarı Tevfik Taş, Evrensel Kültür dergisinin kurucularından, Atlas dergisinin yazarlarından gazeteci, yazar ve şair. Şiirleri Behçet Aysan ve Homeros Şiir Ödülleri gibi önemli ödüllere sahip olan yazar edebiyat dünyasında daha çok resim, fotoğraf, afiş, heykel gibi görsel sanatlarla politika arasındaki bağlantılar üzerine yazdığı “Görünüş ve Gerçek” isimli kitabıyla biliniyor. Görsel sanatlar üzerine derin bilgi sahibi yazar, bildiklerini çocuklarla da paylaşmak istemiş olacak ki, “Resmin Baş Yapıtlarına Yolculuk” ismiyle tasarlanan serinin ilk kitabı olan “Gizemli Mona Lisa” Evrensel Çocuk Kitaplığı'nda yerini almış. Tevfik Taş kitaplarında, görsel sanatları hem estetiksel,hem tarihsel yönüyle inceliyor ve göz ucuyla baktığımız, üzerinde düşünmeden alıntıladığımız resimlerin altında yatan anlamlarına değiniyor. Yani, bir görsel materyale bakarken, bu materyallerin yaratıcılarının bir mesajı olabileceğini ve bazen bu mesajın bize istemediğimiz yollardan verilebileceğini hatırlatarak, görünüşle gerçek arasındaki bağı nasıl kuracağımızı öğretiyor. Evrensel gazetesine verdiği röportajda, kitabında anlattıklarının temelini şöyle ifade ediyor: “Esasında yaygın olarak söylenen şey: Görünüş ve gerçeklik farklı şeyler. Bu kitabın
ana özelliklerinden biri. Görünüş dediğimiz şey gerçekliğe dahildir. Çok süslü bir çikolatanın o kadar süslü olmasının birkaç nedeni vardır; ya çok lüks bir şey yapıp süslü satacaklardır ya da altında çürük bir şey vardır ambalajlayıp satacaklardır. Her halukarda görünüş gerçeğin bir parçasıdır. Birbirinden kopuk büsbütün ayrı şeyler değildir. Ancak az önceki örnekte olduğu gibi zaman zaman özüne varmak için üstüne giydirilmiş olan kılıfları aşmak gerekebilir. Bunun için özü saklamak üzere konulmuş meseleleri çözmek lazım.” Çizimleri İranlı çizer Sahar Bardaie'ye ait olan bu ilginç kitabın konusuna gelince; sekiz yaşındaki Dora, Paris'te yaşayan arkadaşı İpek'ten gelen doğumgünü hediyesinin üzerindeki kadın resmine hayran kalır. Ardından kutuyu açmasıyla dünyanın en küçük treniyle karşılaşır. Trenin içinden Azteklerin Sanat Tanrısı Hoşipilli iner. Hoşipilli, Dora’yı az önce hayran kaldığı kadına götürecektir. Leonardo da Vinci'nin, hakkında efsaneler yazılmış ünlü tablosu Mona Lisa’ya. Mona Lisa kanlı canlı bir halde Louvre Müzesi'nde Dora’yı beklemektedir. Serinin diğer kitapları: “Tablodaki Prenses”, “Konuşan Ayçiçekleri”, “Dünyanın İlginç Yüzleri”, “İlginç Ailenin Bilgiç Köpeği”, “Kandırıkçı Resimler”, “Komik ve Muhteşem Tablolar”, “Düğününde Saklanan Damat”, “Allı Turnam Ne Güzelsin Burada”, “Renklerin Müziği”, “Esrarengiz Resim” ve “Balerinlerin Büyüsü”. Eğlenceli okumalar diliyoruz. (Gizemli Mona Lisa, Tevfik Taş, Evrensel Çocuk Kitaplığı, 21 s.)
Tom Gates’in Harika Dünyas Tom Gates’in “harika” dünyasına hoş geldiniz! Tom Gates için sıradan bir gün yoktur. Her günü bir harikadır! Tom Gates’in günlük yaşantısı bir hayli yoğun: Tüm enerjisini; Bay Bilgili’nin verdiği kompozisyon ödevini teslim etmemek için türlü bahaneler uydurarak, ders boyunca defter ve kitaplarında boş bulduğu sayfalara resim çizerek, arkadaşı Derek ile kurdukları müzik gruLiz Pichon, Tudem buna isim arayarak, dilencilik numarasıyla harçYay nlar , lığını çıkarma oyunu oynayarak ve sınıf arkadaÇev: Nilay Kaya, 248 s. şı Amy Porter’ı etkileyebilmek için çeşit çeşit numaralar geliştirerek harcıyor. Tabii, arada çok sevdiği karamelli gofretlerden yiyerek, bitmiş pilini hızlıca şarj etmeyi de ihmal etmiyor. Başta Roald Dahl En Komik Kitap Ödülü olmak üzere, Red House ve Waterstones Çocuk Kitapları ödüllü bu matrak kitap, okurlarına eğlenceli bir okuma vadediyor. Çocukların ellerinden bırakmak istemeyecekleri “Tom Gates’in Harika Dünyası”, yılın en renkli kitaplarından biri olmaya aday.
ÇOCUK - GENÇ
Origami Yoda’n n Gizli Dosyas Okulda başarılı olabilmek için Origami Yoda gibi bir bilgeyle arkadaş olmak mı gerekir? Gelin, sizi altıncı sınıf öğrencisi ve gariplikler ustası Dwight ile tanıştırayım. Dwight’ın bir ay boyunca aynı tişörtü giymek, kendisine “Kaptan Dwight” diye hitap edilmesini istemek gibi gariplikleri var. Bu utanç verici duruma katlanan ve özellikle her gün yemekhanede onunla yan yana oturmak zorunda kalan biri var: Kim mi? Ben, yani Tommy. Burada bir şeyden bahsetmeden geçemeyeceğim. Dwight bir kâğıt katlama, yani origami ustasıdır. Zaten her şey Yoda’nın kâğıttan parmak kuklasını yapmasıyla başladı. Origami Tom Angleberger, Yoda gelecekte olacakları tahmin ederek Alt n Kitaplar, esrarengiz bir olaylar zincirinin başlamaÇev: Burcu Bingül, 160 sına sebep oldu. Çünkü her tahmini doğru çıktı ve tüm okul sıraya girerek ondan sorunlarla nasıl başa çıkabileceklerini öğrenmeye çalıştı. Dwight gibi garip birinin nasıl olup da böylesine bilgece fikirleri olan bir parmak kuklası olabileceği aklınızı kurcalamıyor mu? Acaba Yoda gerçekten gizli bir güce mi sahip yoksa işin içinde başka bir numara mı var? Evet, kararlıyım. Tüm bu olanlara “Origami Yoda’nın Gizli Dosyası” adını verdiğim araştırma dosyamda açıklık getireceğim. Merak ediyorsanız, her şey kitabın içinde saklı!
Madiba Büyüsü Afrikalı sanatçıların olağanüstü çizimleriyle... Nelson Mandela’nın dünya çocukları için hazırladığı bu kitapta, Afrika’nın en eski masallarından bazıları, yüzyıllar boyunca çok uzak yerlere yolculuk ettikten sonra, yeni seslerle dünya çocuklarına geri dönüyor. Yetişkinler ve çocuklar Afrika masallarında en sevdikleri temaları bir kez daha keşfedecekler ya da belki de onlarla ilk kez karşılaşacaklar. “Madiba Büyüsü”nde neler mi var? Sinsi ve hin tavşan var; genellikle dalavereci rolünde kurnaz çakal var; bazen kurtla birlikNelson Mandela, te mazlum rolünde karşımıza çıkan sırtlan var; orAylak Kitap, manın hakimi ve hayvanların armağan dağıtıcısı Çev: Avi Pardo, 164 s. olarak aslan var; korku salmakla birlikte şifa gücünün simgesi olan ve genellikle suyun gücüyle birlikte karşımıza çıkan yılan var; felaket ya da özgürlük getiren büyüler var; dönüşüme uğrayan insanlar ve hayvanlar var; büyük, küçük herkesi dehşete sürükleyen korkunç canavarlar var... “Size kendi masalımı anlattım, güzel ya da değil, onu başka yerlere götürün ve başka masalların bana gelmesini sağlayın.”
Bast bacak: Çoook Çal mam Laz m “Selam, ben Güs. Aslında adım Güstav. Ben doğduğumda eski, tuhaf isimler modaymış. Bu yüzden adımı Güstav koymuşlar. Adımın Bired, Bob ya da Briyan olmasını ne kadar isterdim! Ama ne yazık ki Güstav adını kullanmak zorundayım. Bence ad konusu çok önemli. İnsanın kendi adını seçme hakkının olmaması ne Claudine Desmarteau, fena!” Güs, ya da diğer adıyla Bastıbacak, 10 yaEpsilon Yay nc l k, şında. Günlük tutmaya yeni başladı. Çok konuşuyor, çok da meraklı. Nirvana’dan başka bir şey Çev: Ya mur Yava , dinlemeyen bir ablası, kız arkadaşı tarafından te149 s. lefon mesajıyla terk edilen bir ağabeyi var. Bir de yavrularına aile bulması gereken bir kedisi! Kimse Güs ile ilgilenmiyor, hatta bazen kimsenin onu sevmediğini düşünüyor. Kısacası bizim Bastıbacak pek dertli! Belki içinizden biri ona yardımcı olabilir, ne dersiniz? Sempé ve Goscinny’nin “Pıtırcık”ına büyük bir saygıyla…
Aydınlık KİTAP
SAHAF
21 ARALIK 2012 CUMA
21
İsmet Paşa’nın genç subaylık yılları ERCAN DOLAPÇI
İkinci Cumhurbaşkanımız İsmet İnönü’yü 25 Aralık 1973 günü 89 yaşında kaybettik. 8 yaşındaydım. Evimizin duvarına otla ölüm gününü yazdığımı hiç unutmam. Tarihe merakımı da oradan başlatırım. Evimizde matem vardı. Tabi okulumuzda da... Türkiye Cumhuriyeti’nin bir devi aramızdan sessizce ayrılmıştı. Zamanla onun ve onların değeri daha bilinir oldu. İsmet Paşa için “zorlu yılların lideri” demek en doğru olsa gerek. 89 yıla o kadar olay sığmış ki; kimseye nasip olmayacak alt üstlerle dolu! Hayatı da başlı başına bir tarih. Aramızdan ayrılışının 40’ncı yılında saygıyla anıyoruz. Bu haftaki kitabımız da haliyle ona ait.
ÇALKANTILI YILLAR Kitabımız “İnönü’nün Hatıraları, Genç Subaylık Yıllarım 1884-1918” ismini taşıyor. Gazeteci yazar Sabahattin Selek ha-
zırlamış. Uzun bir mülakatta anlatılanlara dayanıyor. Birinci baskısı 1969 yılında, Burçak Yayınları tarafından yapılmış. Başucu kitaplarından birisi. Çocukluğuyla başlıyor, 1918 mütareke anlaşmasıyla bitiyor kitabın kapsamı. Ondan sonrası ise ayrı bir kitap konusu. İmparatorluğun yıkılış yıllarında cephelerde geçen hayatta mola dönemi yok. Evlenmesi bile bu hengâme içinde olmuş. Örnek bir evliliği ve aile reisi de olduğu hep söylenir.
Tarih meraklılarının ve dostlarının bu konudaki arzuları benim üzerimden eksik olmamıştır. Kendi emek ve teşebbüsleriyle, benim de içinde bulunduğum olayları yazmış, değerlendirmiş olan önemli yazarlar daima bulunmuştur. Bunlar içinde benimle az veya çok temas sağlamış olanlar vardır. Ancak, nihayet eser haline gelen yazılarda hüküm ve değerlendirme sorumluluğu tabiatıyla yazarlarındır. Bu hatıralar, ilk defa olaraka başka bir karakter taşımaktadır. Şüphesiz, klasik manasıyla bir hatıra değildir. Özellikle, Sayın Sabahattin Selek’in bir intizam içinde bir sıra dahilinde, yani kendi sırası içinde, hepsini ses bandına alarak bunları mümkün olduğu kadar tam yazmaya çalışmasındandır.”
“KLAS K HATIRA DE L” İsmet Paşa kitaba bir de önsöz yazmış: “Uzun yıllar siyasi hayatımın hatıralarını yazmak için serbest bir çalışma zamanını bekledim. Bunu şimdiye kadar bulamadım.
MÜZAKEREC SMET PA A İsmet Paşa, Anadolu’ya geldiğinde 36 yaşındadır. Gelişi de Ankara’nın talimatıyladır. Tıpkı İstanbul’da Harbiye Nezareti’nde kalması gibi... Osmanlı’nın Jöntürk devrimci geleneğinden geliyor. Örgütçü ve geleceği iyi görenlerden. Çok iyi kurmay. Müzakereci. Lozan’a gönderilmesi tesadüf değildir. Müzakereciliği 1910-13 arasında Yemen’deki görevi sırasında asileri yola getirmesiyle başlıyor, sonra Balkan Harbi bitimi Bulgarlarla sınır müzakerelerinde bulunmanın tecrübeleri ekleniyor, daha sonra muzaffer komutan olarak 11 Ekim 1922 günü Mudanya görüşmelerinde görüyoruz. Final ise Lozan! Ama bununla bitmiyor ki... Hele İkinci Dünya Savaşı yıllarının inatçı dik duruşu; müzakereciliği var ki başlı başına bir derstir. Onun öyle büyük heykelini yapmalı ki; Türkiye’nin her tarafından görülmeli...
SES - SÖZ
Şarap tanrısından doğan Kertenkele Kral: Jim Morrison DAMLA YAZICI
Nietzsche
rı istediği ilgiyi görmüyordu. Morrison'un şiirlerini, aforizmalarını, denemelerini barındıran kitabı Chiviyazıları Yayınevi tarafından 1992'de “Tanrılar Yeni Yaratıklar” adıyla Türkçeye kazandırıldı. Morrison öldükten sonra Wilderness (1988) ve The American Night (1990) adlarındaki iki şiir kitabı sevenleriyle buluşturuldu. Morrison Nietzsche'yi yalayıp yutmuştu ve Beat yazınına, özellikle de Jack Keuroac'ın “Yolda”sına hayrandı. Beatniklerin ünlü kitabevi City Lights'a çok sık gidiyordu. “The Doors” grubunun adı bile bir kitaba dayanıyordu: Aldous Huxley'in “Algı Kapıları – Cennet ve Cehennem” (2012, İmge Kitabevi Yayınları) Albert Camus, Dylan Thomas, James Joyce, Brecht, Weill, Rimbaud hayranlığıyla kendini besleyen, müthiş sözlerle rock ile şiiri birleştiren Jim Morrison müziğin tanrılarından kabul edildi. Lanetli 27 yaşında bu hayatı terkettiğinde, ölmediğine inanan büyük bir çoğunluk bıraktı arkasında. Bu hafta köşemizde “Kapılar” dan gelen ses ve sözle Morrison'a dokunduk, onunla veda edelim: "Diyelim ki gerçekliğin sınırlarını deniyordum. Neler olacağını merak ettim, hepsi bu."
J. Joyce
Dionysos
Denizli'nin Çal ilçesi mitolojinin şarap tanrısını doğurdu: Dionysos. Yunan mitolojisinde Bacchus olarak da bilinir. Şarabın sadece sarhoş ediciliğini değil, sosyal ve faydalı etkilerini de temsil eder. Dine özgün tüm tanrıların birliği olan pantheonuna aykırı düşen bir tanrıdır Dionysos. Efsaneleri tepki ve direnç motifi üstüne kuruludur. Sembolü asma ağacıdır, bu nedenle ölüm ve doğum, haz ve acı arasındadır hep. Medeniyetin destekçisi ve barış aşığıdır. 8 Aralık 1943'te ise bu barış aşığına aşık bir müzisyen dünyaya geldi : The Doors grubunun efsanevi söz yazarı ve vokali Jim Morrison. Onun Dionysus'un reenkarnesi olduğunu düşünenler bile var. Friedrich Nietzsche'nin Dionysos ilgisinden doğmuş olan kitabı “The Birth of Tragedy”nin Morrison'un favori kitaplarından olduğu biliniyor. James Frazer'ın “The Golden Bough”, Ellen Harrison'un “Prolegomena to the Study of Greek Religion” kitapları ise Morrison'un Dionysus üzerine okuduğu diğer kitaplardan. Hatta Ellen Harrison'ın kitabı öldüğü sıralarda okumakta olduğu kitapmış. Kitaplarla bağı her zaman çok güçlü olan Morrison, çok okuyor ve aynı zamanda da yazıyordu. Şair olarak da ilgi görmek istiyordu fakat kitapla-
J. Morrison
22
Aydınlık KİTAP
21 ARALIK 2012 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r? Beni koparmışlar kendimden bir kere. Beni kendime düşman etmişler. Bu yüzden artık kendim için değil, beni sevmeyenler, yok olup gitmemi isteyenler için kazanmak istiyorum onca başarıyı. Benden nefret edenler için yazılsın istiyorum adım her yere. Beni sevenler için değil, sevmeyenler için hayatımdan çalıyorum. Sevgimden, ömrümden çalıyorum.
a) Halil Cibran – Aşk Mektupları b) Peride Celal- Mektup c) Leyla Erbil – Mektup Aşkları d) Menekşe Toprak- Valizdeki Mektup e) Cezmi Ersöz, Şizofren Aşka Mektup
2
Ingemar Amca aynı tekdüze ses tonuyla “İyi, bir hayaldir” dedi. “İnsana mevcut olmayan fedakarlık, alçakgönüllülük ve merhamet niteliklerini yakıştırır. İyi’nin hayal olduğunu nasıl anlarız? Çünkü kainatta sadece insan ve Karanlık Varlık vardır ve Karanlık Varlık’a tapmak kendini ifadenin son şeklidir. Böylece, İyi’nin bir hayal olduğunu kanıtladığımızdan onun niteliklerinin mevcut olmadığını da ister istemez kabul ederiz.”
a) Ray Bradbury - Fahrenheit 451 b) Arthur C. Clarke - Rama'yla Buluşma c) Richard Matheson - Ben, Efsane! d) Robert Sheckley - Mevki Uygarlığı e) Isaac Asimov -Dün, Bugün, Yarın
3
Yüzünüzde hüzünlü anlamlar dolaşıyor. Yana kaçırdığınız gözlerinizde, küsmüş, bir yolcuyu uğurluyormuşça acı dolu, dönmeyecek olana, sevilene adanmış bakışlar var. Evet, eskiden bir dramınız varmış sizin. Oysa burjuvaların dramı yoktur.
a) Ayla Kutlu- Zaman da Eskir b) Tomris Uyar – Dizboyu Papatyalar c) Necati Tosuner – Güneş Giderken d) Bilge Karasu - Altı Ay Bir Güz e) Füruzan - Gül Mevsimidir
Bu haftan n do ru yan tlar :
1-(e) 2-(d) 3-(e)
1
BULMACA SOLDAN SA A 1. Resimdeki yazar - Tamam olmayan, noksan 2. Bir peygamber ad - lave - Ha in, kaba Çocu u olan kad n 3. Medeni Kanun (k sa) - H rvatistan’da bir liman kenti Bir ki i taraf ndan söylenen veya çal nan müzik parças Yabanc 4. Sahip, malik - talya’da bir yanarda Dört tekerlekli bir kara ta t 5. pekten, sar mt rak nak l ve beyaz renkli bir kuma türü Bir haber ajans - Ters, huysuz 6. S n r, uç - Dört tekerlekli ve genellikle çift atl bir binek arabas türü - Sakat, hastal kl
7. Bir ac ünlemi - Bir ya biçimi - Kilometre (k sa) Tav r, davran 8. K l dokuma - skambilde “papaz” - Bir yüzölçümü birimi 9. Kaliforniya’da yeti en, yüksek boylu ve çok uzun ömürlü kozalakl a aç - K s mlar 10. Mezopotamya panteonunda tüm tanr lar n babas ve kral olan gök tanr s - Bir haber ajans 11. Afrika’da ya ayan bir antilop türü - Kad n giysilerinin etek ucu, kol gibi yerlerine verev kesilmi kuma tan yap lan süs - Pastac l k ve ekercilikte kullan lan çok ince ö ütülmü eker 12. Duman lekesi - Satrançta taraflardan birinin yenilgisi Konusunda, hakk nda - Ruh
13. Laka ile cilalanm - A abey (k sa) - Dilenci 14. Kiloamper (k sa) - “... Ayhan” ( air) - Türk liras (k sa) Dayan lacak ey, ilke 15. ( yolculuk) Resimdeki yazr n bir eeri - ridyum’un simgesi YUKARIDAN A A IYA 1. Silahl kuvvetlerde, belirli bir i veya hizmeti ba arabilecek güçteki en küçük birli e verilen ad - Kabaca i te orada Bekta ilerin boyunlar na takt klar bir ta 2. Resimdeki yazr n bir eeri - Japonya’da bir ehir 3. Fas’ta bir rmak - Anma, hat rlama - Kartal tak my ld z n n eski dildeki ad - Antalya’n n bir ilçesi 4. Evcil bir geyik türü - Genetik olarak birbirinin ayn olan canl lar - Kuzu sesi 5. Satürn gezegeninin be inci uydusu - Bir i i, bir görevi yerine getirme - 2.5-4 ya aras çocuklara bak lan, okul öncesi e itim kurumu - laç, merhem 6. Ço unlukla ku tutmak için kullan lan yap kan ve c v k bir madde - Metal üzerine kaz da ya da ah ap tornas nda kullan lan çelik kalem - Doktor, hekim 7. “O uz ...” (yazar) - Tende bulunan koyu renkli küçük leke 8. Lantan’ n simgesi - “... King Cole” (Amerikal caz piyanocusu ve ark c ) - Baya , s radan 9. Di i - Sodyum’un simgesi - Türkiye Cumhuriyeti 10. Jüpiter’in bir uydusu - Bir yap sal ö eyi metal kenetlerle tutturma i lemi - Eskimolar’ n buzdan yapt klar kulübe 11. Gökler - Kar nca - Çok s k dokulu ve sert bir seramik hamuru türü 12. Geminin rüzgar alan yan - Esasi - Allah’tan hay r dileme 13. Bir dilek art eki - En küçük sosyolojik birim; familya Afrika yerlilerinin çal ç rp dan yapt klar çardak gibi bar nak 14. Üzüm - Ölüm cezas - Bir nota - Bir geçmi zaman eki 15. Resimdeki yazr n bir eeri - Lokomotifin arkas na ba lanan, gerekli yak t , suyu ta yan vagon
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ