. KITA P Aydınlık
BU SAYIDA
29 KİTAP TANITILIYOR Toplam:1528
11 Ocak 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 46 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Enis Batur’dan “Merak Cemiyeti Tutanakları”
John Steinbeck
İçe tutulan bir ayna
Buket Şahin’le son kitabı “Yakılan Bellekler” üzerine...
Bir Latin Amerika gezisi
Tartışma Dosyası: Sansür
Fareler insanlara karşı
Aydınlık KİTAP
11 OCAK 2013 CUMA
SUNU
İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: Onat Kutlar
s. 4
Robert Walser’le tanışma
s. 5
Yoksulluğun dost yüzlerinde yağmalanan bellekler
s. 8
Spinoza’ya uyanan estetik rüyası
s. 9 s. 10-11
Kapak: “Argo, Türkçenin yan dilidir benim için”
s. 12
Yaş kütüğünü kırlangıçların tuttuğu şair…
s. 14
Tanpınar: “Türkiye bir iç harbi yaşıyor.”
s. 15
İntihar etmiş bir taşra berberinin şiir kitabı ve önsözü
s. 16
Fareler insanlara karşı
s. 17
Yeni Çıkanlar
s. 18-19
Çocuk-Genç: Gergedanın öfkesi
s. 20
Çukurova 6.Kitap Fuarı
s. 21
Alıntı Test-Bulmaca
s. 22
. KITA P Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı
Herkes Orhan Pamuk değil
s. 6-7
“Saf” beyin
“Argo Türkçenin yan dilidir benim için”
Fransa’da en büyük devlet nişanı Legion D’honneur’a layık görülen ünlü Fransız çizer Jacques Tardi, ödülü kabul etmeyeceğini açıkladı. Jacques Tardi layık görüldüğü ödülü “özgür kalmak istiyorum” sözleriyle reddetti. Ünlü çizer, “Bazı güçlerin esir aldığı bir insan olmak yerine özgür kalmak istiyorum” diye konuştu. “Biz sanatçıların ihtiyacı olan özgürlük.” Tardi'ye göre bu tür ödüllerin amacı kuklalaştırmak ve sanatçıyı manipüle etmek. Legion d’honneur (Onur Nişanı), Napoleon Bonaparte’ın 1802 tarihinde imzaladığı bir kanun ile oluşturulmuştu. Tardi, yaptığı açıklamada ödülü reddetmesinin bir diğer sebebi olarak bu nişanın ona 1871 Paris Komünü'nü engelleyip kanlı bir sona sürükleyenleri hatırlattığını da söylüyor. Tardi'nin duruşu ülkemiz kamuoyunda şaşkınlıkla karşılandı. Malum, alışkın değiliz. Orhan Pamuk gibi yazarlar ha bire yakalarına bir şeyler takılmasından gayet hoşnutlar. Nelerden ödün verdiklerini bir an olsun düşünmeden! *** Bu yıl PEN Öykü Ödülü Leylâ Erbil’'in oldu. Yapılan açıklamada “Edebiyat alanındaki olağanüstü eserleri ve laik ve demokratik bir Türkiye yönündeki mücadelesi için bir şükran ifadesi olarak 2013 PEN Öykü Ödülü’nü usta yazarımız Leylâ Erbil’e sunmaktan kıvanç duyuyoruz. Yaratıcılığını bugüne dek aydın sorumluluğu ve hiç eksilmeyen gençlik coşkusuyla beslediği için kendisine teşekkür ediyoruz.” denildi. Haftaya görüşmek dileğiyle...
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22
www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com
Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ Genel Müdür Yardımcısı (Reklam): Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
3
Saynur Okuroğlu
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
Aydınlık KİTAP
11 OCAK 2013 CUMA
25 OCAK 1936 - 11 OCAK 1995
Zamanın yargısı ağır olur
Onat Kutlar tam bir kültür adam yd . Sineman n edebiyatla, iirin güzel sanatlarla kesi ti i yerde durdu, öykülerini böyle bir imbikten geçirerek ka da döktü
Kulland dili, seçti i sözcükler, tasvir ve imgeleri hem a z ndan o an ç k yormu ças na yal n ama edebi hem de gerçe in pe indeki adam n “aktarma” nesnelli ine sahip
HAFTANIN PORTRES
Onat Kutlar
SEZA ÖZDEMİR sezaozdemir@gmail.com
25 Ocak 1936 tarihinde Alanya’da doğan yazar, 11 Ocak 1995 tarihinde İstanbul’da yılbaşı kutlamalarına karşı yapıldığı iddia edilen bir bombalamanın kurbanı oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ndeki öğrenimini son sınavlarına girmeyerek bırakıp, Fransa’ya felsefe okumaya gitti. 1959 yılında yayınlanan “İshak” ile 1960 yılında Türk Dil Kurumu ödülünü kazandı. Fethi Naci, Onat Kutlar’ın “İshak” adlı yapıtının, dünya edebiyatında “büyülü gerçekçilik” akımının ilk örneklerinden biri olarak değerlendirilmesi gerektiğini söylemiştir. Gösteri, Hisar, İlke, Küçük Dergi gibi dergilerde şiirleri yayımlandı. Duyarlı, ayrıntılara inen, açık bir söylemle yazdığı şiirlerinde toplumsal durumlar ve konumlar öne çıkmaktaydı. Duru ve yalın bir anlatıma karşın öyküleri imgelerin sağladığı şiirsellikle derinlik kazanmaktadır. “Robert’s Movie”, “Kuyucaklı Yusuf”, “Menekşe Koyu”, “Turkuaz” ve “Simurg” adlı filmlerin yapımcılığını yapmış ve “Yerçekimli Aşklar” (1995), “Hakkari’de Bir Mevsim”, “Hazal” (1979) ve “Yusuf ile Kenan” (1979) adlı filmlerin senaryosunu yazmıştır. Türk Sinematek Derneği ve İstanbul Uluslararası Film Festivali’nin kurucularındandır. Sinematek’i uzun yıllar yönetmiştir. Ayrıca İstanbul Kültür ve Sa-
nat Vakfı İcra Kurulu’nda çalışmışlığı da vardır. 1985’te Berlin Film Festivali’nde jüri üyeliği yapmıştır. Onat Kutlar tam bir kültür adamıydı. Sinemanın edebiyatla, şiirin güzel sanatlarla kesiştiği yerde durdu, öykülerini böyle bir imbikten geçirerek kağıda döktü. Ayrıca, büyük İranlı şair Füruğ ile öykücü Celal Hosrovşahi’nin yakın dostuydu. 30 Aralık 1994’te The Marmara Otel’in pastane katına yapılan bombalı saldırı sonucunda ağır yaralandı. On iki gün hastanede ölümle savaştı ama yetmedi... 11 Ocak 1995’te hayatını kaybetti. Üzücüdür ki, ölmeden önce yazdığı son yazısında, ertesi gün okurlarını Eyüp’te çay içmeye çağırmıştır. şimdi sessiz duruyoruz kıyısında bir düşüncenin, unutmamak için, çünkü unutuşun kolay ülkesindeyiz... ölü balıklar geçiyor kırışık bir denizin sofrasında, ve ellerinde fenerleriyle benim arkadaşlarım... durmadan düşünüyorum; ne kadar çok öldük, yaşamak için... Yazarın tüm yapıtları: “İshak” (1959), “Sinema Bir Şenliktir” (1984), “Yeter ki Kararmasın” (1985), “Bahar İsyancıdır” (1986), “Peralı Bir Aşk İçin Divan” (1981) ve Unutulmuş Kent” (1986).
Edebiyatımızın kendine özgü kalemlerinden Bekir Yıldız’ın ilk kez 1984’te çıkan “Yargılayan Zaman İçinde / Röportajlar” adlı kitabını Everest Yayınları Aralık 2012’de yeniden okurlara sundu. Anadolu gerçeğini kendi yaşamından süzdüğü gözlemleriyle roman ve öykülerine aktarmış olan yazar Yıldız’ın röportajları da önemli bir tanıklık sağlıyor. Yıldız, yıllarca Türklerin işçi olarak Almanya’ya göçünü ve oradaki yaşamlarını “Türkler Almanya’da”, “Alman Ekmeği” gibi romanlarında işledi. Yıldız röportajlarında ise yurda kesin dönüş yapan Türk işçilerin Almanya’da ne türden bir “yabancı düşmanlığı” gördüklerini, nasıl koşullarda çalıştıklarını birebir kendi ağızlarından aktarıyor. Yıldız’ın bir gazeteye hazırladığı “Gurbetçiler ve Göç” adlı yazı dizisi için Edirne Kapıkule’de görüştüğü işçiler, orada kazanılan parayla alınan eşyaları Türkiye’ye nakleden Alman tır şoförleri, Kapıkule yetkilileriyle yaptığı röportajlar bir dönemi anlamamıza yardımcı oluyor. Kitabın, Almanya’ya yabancı işçi olarak Türk göçünün 50. yılı olan 2012’de yeniden yayınlanması da önemli. Peki Türk ve Alman hükümetleri arasında imzalanan anlaşma üzerine, işsizliğin baş gösterdiği vatanlarından “düğün dernek” Alamanya’ya göçen bu insanlar neden döndüler ya da dönmek zorunda kaldılar? Bunların yanı sıra, ilk gidenlerin çocukları ve hatta torunları neden kaldılar? Yıldız; bu ve benzeri pek çok soruya o “eski kuşak” Türk işçilerin ağzından öngörülerle bir çerçeve çiziyor.
TOPRAK REFORMU NEDEN YAPILAMADI? Yıldız’ın kitabı sadece Almanya’ya göçün tanıklığını aktarmıyor. Yazarın diğer önemli röportajları da, “Toprağın Cellatları” ve “Güneydoğu Zindanı” başlıklarıyla kitaptaki yerini almış. Bekir Yıldız; bu kez aynı zamanda memleketi olan Urfa (Harran Ovası) pilot bölgesi üzerinden Toprak Reformu’nun başarılı olamayışının arka planını yine röportajlarla aktarıyor. Cumhuriyeti devrim yapan “kimsesizlerin kim-
sesi olma” özelliği, nedense Toprak Reformu’yla tamamlanamamıştı. Peki ama gerçekten neden? Yıldız’ın Harran ovasındaki köylüler, ağalar, hukukçular ve daha pek çok kişiyle yaptığı röportajların yanı sıra, Özal dönemindeki politikalarla şekillenen Kürt köylümüzün bugünkü halini anlamak için de ilginç gözlemleri içeriyor. Bu röportaj dizisinde gelecekteki Toprak Reformu girişimleri için “ne yapılmaması gerektiğini” ortaya koyması bakımından hayli zengin deneyimler bulunabilir.
RÖPORTAJ, SERT GERÇEKLER H SSETMEM Z SA LAYAB L R Gazeteciliğimizde ve edebiyatımızda seçkin örnekleri görülen bir tür “röportaj”. Bugünlerde soru ve yanıt biçimli söyleşilere bile röportaj dense de, röportajın hası önce Yaşar Kemal’den, Fikret Otyam’dan okunmalı bizce. İnsanlar, Roboski katliamıyla tekrar ülke gündemine giren “Kaçakçılar” meselesini bir de Yaşar Kemal’in kaleminden okumuş olsaydı, sanıyorum ki şehit verdiğimiz Mehmetçiklerin acısını yaşarken yoksul Kürt köylümüzün yapmak zorunda olduklarına bu kadar gözünü kapayamacaktı. Ya Fikret Otyam’ın “Gide Gide”leri… Otyam’ın kaleminden Anadolu’yu yeniden sevebiliriz, hep birlikte… Yıldız’ın ister Almanya’ya göçen işçilerle olsun ister de Harran’ın köylüleriyle olsun yaptığı görüşmelerde hep emek ve sınıf temelli bakış açısı önemli. Kullandığı dili, seçtiği sözcükler, tasvir ve imgeleri hem ağzından o an çıkıyormuşçasına yalın ama edebi hem de gerçeğin peşindeki adamın “aktarma” nesnelliğine sahip. Yıldız aynı zamanda önemli bir öykü anlatıcısı olduğunu röportajlarıyla da ortaya koymuş bize kalırsa. Yalın gerçeği insanın belleğine saf ve duru bir biçimde kazıyan anlatıcılık, Yıldız’ın röportajlarında da öne çıkıyor. Ancak buruk ve hüzünlü bir biçimde. Eee, yazarın da dediği gibi “yargılayan zaman içinde” (Röportajlar, Yargılayan Zaman İçinde, Bekir Yıldız, Everest Yayınları, 241 s.)
Aydınlık KİTAP
5
Robert Walser’le tanışma Yer yer otobiyografik ögeler bar nd ran “Yard mc ”, unutulmaz Joseph Marti karakteri arac l yla 20. yüzy l modernizminin kriz y llar na götürüyor okurlar MELİS YALÇIN vmelisyalcin@gmail.com “Eğer Walser dünyayı yönetenler arasında yer alsaydı, artık savaş çıkmaz, onu yüz bin kişi okusa, dünya daha yaşanası bir yer olurdu.” Hermann Hesse 20. yüzyılın gizli dâhilerinden Robert Walser’in “Yardımcı” adlı kitabı Cemal Ener’in çevirisiyle Can Yayınları tarafından yayımlandı. Kafka ve Musil’in ekolünden olan yazar, İsviçre’nin en büyük yazarları arasında gösterilmektedir. Oysa Walser’in yaşam yolculuğuna bakıldığında, hayatı boyunca yoksulluk içinde yaşamış, uşaklık yaparak para kazanan bir adam çıkar karşımıza. 25 Aralık 1956’da, yaşamının büyük bir bölümünü geçirdiği akıl hastanesinde yaşamını yitiren Walser’ın kıymeti, ne yazık ki, birçok yazar gibi öldükten sonra anlaşılır. Romanlarında ve öykülerinde insanın küçüklüğünün bilincinde olmasını gerçek büyüklük, başarısızlığının da aslında gerçek başarı anlamına geldiğini anlatan yazar, böylelikle kendi mütevazı varlığını eserlerine de yansıtır. İtiraf etmem gerekirse bu kitabı elime aldığımda yazarı Robert Walser hakkında, yüzeysel birkaç bilgi dışında, hiçbir fikrim yoktu. Kapağında tanıdık bir isim (Cemal Ener) görünce okumaya karar verdim. Çevirmenlerin bilinçli okur için iyi bir referans olduğu düşünülebilir. Ben de “Kafka’yı, Roth’u çeviren Cemal Ener çevirdiyse bu kitabı, bir bildiği vardır,” dedim ve başladım okumaya. Bu durumdan pişman olduğum ise söylenemez. Yer yer otobiyografik ögeler barındıran “Yardımcı”, unutulmaz Joseph Marti karakteri aracılığıyla 20. yüzyıl modernizminin kriz yıllarına götürüyor okurları. Toplumda bir yer edinmeye çalışan Joseph’in çabaları, umutla ve umutsuzlukla örülmüş hayatı ister istemez ona sempati duymamıza neden oluyor. İflasa sürüklenen Herr Tobler ve ailesi sayesinde ise toplumsal ilişkileri sorguluyor okuyanlar. Joseph’in iç sesi ise, savaşlar, geçim sıkıntısı ve aşk gibi konulara felsefi (en önemlisi ise özgün) bir bakış açısı su-
nuyor. Ancak yine de, seçtiği konulara bakılarak karamsar bir yazar olduğu söylenemez, Walter Benjamin’in de belirttiği gibi, “Peri masallarının bittiği yerde, Walser başlar. O, Franz Kafka’nın en sevdiği yazarlardan biridir.” Biraz araştırma yapınca Tezer Özlü’nün Ferit Edgü’ye yazdığı mektuplardan birinde Walser’den bahsettiğini gördüm (“Her Şeyin Sonundayım” Tezer Özlü - Ferit Edgü Mektuplaşmaları kitabından). "Ardında birçok küçük öykü, sanat yazısı ve metin bırakan Walser’de, Tezer, öyle gözüküyor ki, bir ruh kardeşi bulmuştu." demiş Ferit Edgü. Şimdi de Tezer’in gözlerinden bakalım Walser’e; “Kentten kente yürümüş, çevreye uymadığı için son 23 yılını tımarhanede geçirmiş, parasını da uşaklıkla kazanmış, biraz Dostoyevskivari bir yazar... Yer yer çok güçlü, yer yer... Özellikle kadınlar konusunda yazmak istediğinde biraz naif, çünkü romanlarından birinde bir erkekle yattığını söylüyor. Bilmiyorum, zaman zaman düşünüyorum da, homoseksüelliğin bugünkü kadar açılamamış olması mı Kafka’ya, Pavese’ye, Walser’e bu denli acı çektirdi diyorum.” “Kimseye dilemezdim ben olmayı ancak ben katlanabilirim kendime. Bu kadar bilmek, bu kadar görmek ve hiçbir şey hakkında, hiçbir şey söylememek.” (Şiir: Robert Walser, Çev: Esen Tezel) Walser, 1933’te akıl hastanesine yatırıldığında “I have come here to be mad, not to write.” (Buraya delirdiğim için geldim, yazmak için değil) diyerek yazmayı bıraktığını belirtir. Ancak Walser bu sözünü unutmuş olacak ki, odasında 1 mm’lik harflerle yazılmış 500 sayfalık el yazısı bulunur. (Yazılar o kadar küçüktür ki 10 puntoyla 150 sayfa tutan bir yazı, Walser’in el yazısıyla 24 sayfadır. Tüm yazıların çözülmesi 16 yıl sürmüş ve Suhrkamp Yayınevi tarafından altı cilt halinde basılmıştır.) (Yardımcı, Robert Walser, Can Yayınları, Çev: Cemal Ener, 280 s.)
6
Aydınlık KİTAP
11 OCAK 2013 CUMA
“Yoksulluğun dost yüzleri”nde yağmalanan bellekler
DAMLA YAZICI damla.yazici@msn.com
Kaynak Yayınları, Latin Amerika üzerine bir Türk gezginci tarafından yapılmış en kapsamlı gezinin kitabını “Yakılan Bellekler” adıyla yayımladı. Kitabın gezgincisi ve yazarı Buket Şahin, Köy Enstitülü bir öykücünün kızı olarak Malatya’da dünyaya geldi. İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi öğrencilik yıllarında ilk yurtdışı gezilerini staj nedeniyle gittiği Avusturya ve İsviçre’ye yaptı. 1987 yılında Viyana’da tanıştığı Meksikalı Aztek aktivist Xoko Gomora’dan çok etkilendi ve “Azteklerin Gerçek Tarihi” kitabını Almancadan çevirdi. 1991 yılında New York’a giden ve 16 yıl boyunca orada yaşayan Şahin, Kızılderi kökenli, tarih öğretmeni Russell ile evlendi. Uzun yıllar, sanat-kültür vakfı “Moon and Stars Project”in yönetim kurulunda görev aldı, bir grup arkadaşıyla öykü atölye çalışmaları yaptı. New York, Baltimore, Las Vegas ve Los Angeles’taki turizm fuarlarında görev aldı. 2006 yılında, Guatemala’da düzenlenen “Dünya Maya Kongresi”ne davetli olarak katıldı, Orta Amerika ülkelerini gezdi. İzlenimlerini “Yaşayan Maya /Güneş Kadınları” başlıkları altında farklı sanat kurumlarında sundu, sergiledi. Travel Channel, CBS, MTV UK ve BBC kanalları için Türkiye’yi tanıtan belgesel çekimlerinde araştırmacı ve mihmandar olarak çalıştı. Cumhuriyet gazetesinde “Sömürü Düzeni” üzerine yazı dizileri ve röportajlar yayınladı. Eduardo Galeano, William Engdahl, Andre Vltchek, Eva Golinger gibi önemli şahsiyetlerle röportajlar yaptı. Geçtiğimiz sene Hürriyet gazetesinde yayınlanan ve tutuklu gazetecilere dikkat çekilen Paul Auster röportajını hatırlarsınız. Ülkemiz ve uluslararası siyasi ve edebiyat çevrelerde büyük yankılar uyandırmıştı. Paul Auster ile o röportajı yapan Buket Şahin’di. 2008 yılında Peru ve Bolivya’da İz TV için “Kayıp İnka Kentlerinin İzinde” adlı bir belgesel çekti. “İstanbul’un Kaybolan Çingene Mahalleleri, Kaybolan Bellek, Kentsel Bölüşüm” adlı foto belgeselini 2009 yılında Helsinki, 2010 yılında Lizbon’da düzenlenen “Gypsy Lore Society: Dünya Çingene Sempozyumu”nda ve Romanya’daki “İRAF” festivali’nde sunan Şahin, 50`den fazla ülke gezdi ve fotoğraflarla bu gezilerini belgeledi. Yazarın Latin Amerika gezisi üzerine çıkardığı kitabı “Yakılan Bellekler” üzerine kendisiyle bir söyleşi gerçekleştirdik. Sunay Akın kitabınızın önsözünde “Kibele’nin kızı Latin Amerika’nın ezilen halklarına süt taşıyor. Buket Şahin, bir gezgin ya da gazeteci değil, çağımızın yaşayan gerçek bir Coğrafyacısıdır. İlk kez ülkemizden bir yazar, Orta ve Güney
“Bir ülkeye yap lan gezinin önce o ülkenin edebiyat n okumakla ba lad na inand m hep. 20 y ld r Latin Amerika’ya yapt m gezilerin notlar ve Latin yazarlar n efsane yaz tlar yla harmanlad m bu kitab yazmak, gezgin belle imle tarihsel bir sohbet oldu benim için” Buket ahin Amerika ülkelerini bu denli derinliğine keşfederek yazıyor...” diyor. Nasıl başladı Latin Amerika’ya olan ilginiz? 1987 yılında staj için gittiğim Viyana’da Aztek aktivist Xokonosctletl Gomora’yla tanışmış, bana hediye ettiği “Azteklilerin Gerçek Tarihi” kitabını Almancadan çevirmiş, çok etkilenmiştim. Daha ilkokul yaşlarımda, babam elime Samed Behrengi, Saint Exupery, Aziz Nesin, Orhan Kemal gibi yazarların kitaplarını verdi. Edebiyat ve sinema konuşulan, çok değerli insanların evimizi ziyaret ettiği bir dönemde geçti çocukluk yıllarım. İkinci kuşak bir Türkmen yörük kızı olarak bir doğa bilgini ve Torosların son yörüklerinden şaman babaannemin gözüyle görmeye çalıştım o uzak coğrafyalardaki kadınların yaşamlarını. Anadolumuzu karış karış gezmeye çalıştım. Çocukluk yıllarımda her yaz gittiğimiz Mersin’in 1600 m. yükseklikteki köyümüz Arslanköy’de yörük kadınların çalışkan, üretken hallerine ama bir o kadar ezildiklerine tanık oldum. Asya tipi üretim tarzı vardı o zamanlar. Okuma yazması olmayan, hep ineğin yanında veya elinde eğirteciyle gördüğüm babaannem bir bilge kadındı: “İnsan verdikçe zenginleşir,” derdi hep. Saati sorduğumda dağın gözü dediği, torosların eteğindeki şaymana mağarasına bakar Oğuz Türkçesi bir şeyler söylerdi. Bir anlam veremezdim çocuk aklımla. Toros yörüklerinin yurtsuz yörük ölülerine imgelediği makam, sıra ve utku taşlarına Machu Picchu’daki İnka izleği yolunda rastladım. MezoAsya’dan Mezopotamya ve Mezoamerika’ya ortak şaman (s)imgelerin izini sürdüm. İllimanı dağı olsun, And Dağları olsun, Atlas Dağları olsun veya Guatemala’nın yüksek
yaylalarındaki yaşayan Maya köyleri, MezoAsya’daki kaya mezarları, Van bölgesindeki ahlat yazıttaşları olsun ortak şaman (s)imgeler beni çok etkiledi. Ortak paydalar taşıyan töre bulguları ve tapım görmüş kültürel şifreler aynı. Yoksulluğun yüzleri dosttur.
EDEB YAT VE CO RAFYA Kitabın bütününü okuduğumuzda, Latin Edebiyatı ve bazen Latin sineması öne çıkıyor ve kitaba zenginlik katıyor. Bir ülkeye yapılan gezinin önce o ülkenin edebiyatını okumakla başladığına inandım hep. 20 yıldır Latin Amerika’ya yaptığım gezilerin notları ve Latin yazarların efsane yazıtlarıyla harmanladığım bu kitabı yazmak, gezgin belleğimle tarihsel bir sohbet oldu benim için. Edebiyat ve sinema konuşulan, 14 bin kitaplık bir evde büyüdüm. Ziyaret ettiğim Latin ülkelerde, yazarın dili, mekanı, coğrafyasını ihanet etmeden aktaran yazarlara yer verdim. “Uygarlık”, “özgürlük” sözcüğünü ağızlarından hiç düşürmeyen, “eşitlik”ten asla söz etmeyen, yok edici batılı emperyalistlere karşı, ezilmiş, hor görülmüş, belleği yakılmış yerel halkların safında yer alan edebiyatçılar bunlar. Yoksulların unutulan, unutturulan tarihini, yakılan belleklerini beyaz perdeye ve beyaz sayfalara aktaran yazarlar ve sinemacılar. “Sömürge soygununda kılıç ve haç yan yana, omuz omuza yürümüştür hep” diyen Galeano’yu okumadan Latin Amerika’nın tarihini anlayamazsınız. Jorge Amado’yu okumadan Brezilya’yı, Maya kökenli Asturias’ı okumadan Guatemala’yı, Borges veya Cortazar’ı okumadan Arjantin’i, Marquez’i okumadan Kolombiya efsanelerini, B. Traven ve Oc-
tavio Paz’ı okumadan Meksika’yı, Guillen’i okumadan Küba’yı, Romain’i okumadan Haiti’yi gördüm diyemezsiniz. Yaşar Kemal’i okumadan Çukurova’yı gördüm diyebilir misiniz? Ülkemizin gerçek tarihini, mertlik ve mücadele destanlarını epik bir dille aktaran Nazım Hikmet, Ahmed Arif şiirlerini okumamız gibi... Çarlık döneminin Rus burjuvazisini Tolstoy ve Turgenyev’den, sıradan Rus köylülerini Dostoyevski ve Gorki’den okumamız gibi.
GALEANO LE SOHBET Kitabınızda, son 20 yıldır ziyaret ettiğiniz 17 Latin ülkesini anlatıyorsunuz. Emperyalizmin en tüyler ürpertici tarihi Haiti ve Bolivya bölümlerinde anlatılıyor. Latin Amerika’nın her ülkesinde, vahşi kapitalizme ve neoliberalizme karşı direnen popüler kitle mücadeleleriyle ulusalcı sola dönüşüme tanık oldum sevinçle. “Özgürlüğümüz direnişimizdir” diyen toprak yüzlü güneş kadınlarıyla yürüdüm kolkola. Efsane yazar Eduardo Galeano ile Uruguay’da yaptığım söyleşide, kendisine ülkemin kesik damarlarını anlattım. ABD, yüzyıldır emperyalist müdahaleleri, kültür, din ve medya sömürüsüyle arka bahçesi gördüğü Latin Amerika’nın belleğini yok etmiş. Kurtarmak, özgürleştirmek, demokratikleştirmek adına açılan savaşlar! Savaşlar yalan söyleyerek yapılır! Latin Amerika’da toprak ana uyanırken, yorgun Mezopotamya çok kültürlülük adlı uygarlık düşünü toprağa veriyor. Muska kültürüne teslim edilen Atatürk Cumhuriyeti “akıl ve bilim” yolunu hızla terk ederken, Latin Amerika ulusları yok edici kültür, din ve medya emperyalizmine karşı Bolivarcı çatı altında birleşiyor. Atatürk’ün akılcı
Aydınlık KİTAP devrimlerinde birleşmek için çıkarılacak çok ders var… Zira, Latin Amerika ve Türkiye’nin açık ve kesik damarları örtüşüyor… Haklısınız, emperyalizmin en vahşi örneklerinden biri Haiti’dir. Şeker adasından kolera adasına dönüşen Haiti’de beyaz lanet devam ediyor. Galeano ile Montevideo buluşmamızda, Haiti’deki depremi konuşurken depremden beter sömürüyü şöyle özetlemişti: “Ne yediğine değil ne yemesi gerektiğine karar verilen bu ülkelerden en trajik ve yoksullaştırılmış ülke Haiti’dir. Fransız krallığının incisi ve zengin kolonisiydi Haiti. Her şey şeker üzerine odaklanmıştı. Şeker ekonomisi zenginlik demekti. Toprak ağaları, köle gücünü çalıştıran yabancılar, Fransızlar şekerin kutsal sunağına insanları kurban ediyorlardı. Şeker toprağı mahvediyor, yok ediyordu. Sonsuz şeker tarlaları ve çiftliklerin mono kültürlülüğü ülkeyi gölgesizliğe ve sınırsızlığa terk ediyordu. Çünkü sadece şekere odaklanan ekonomi, ormanları ve su kaynaklarını öldürdü. Amerika kıtasının özgürlüğe kavuşmuş, köleliğe son vermiş, ilk kez kolonyal özgürlüğünü ilan etmiş tek ülkesiydi Haiti. ABD değildir. ABD ingiliz kolonyal gücünden çok sonra kurtulmuştur. Köle sahibi Thomas Jefferson, özgürlüğüyle kötü örnek olan bu adaya vebanın mübah olduğunu söylemiştir. Fakat bu şeker üretiminin mahvettiği sömürü devrime ağır bir miras bırakmıştır. Yıllar sefaletten sefalete, diktatörlükten diktatörlüğe geçtikten sonra sömürü yerini pirince bıraktı. Yerli halkı doyurmak için resmi önlemler alındı. Bu kez de IMF ve Dünya Bankası eksperleri gereken önlemleri kaldırdı. Sonuçta Haiti’nin pirinç tarlalarında çalışan köylüler dilenci oldular. Çıplak bırakılan ülkeden kaçarken Karayip denizinde köpek balıklarına yem oldular. Son deprem Haiti’nin ilk mahvoluşu değildir, ilk mahvoluşu Fransa’nın sömürgeciliği sırasında olmuştur ve özgürlüğünü ilan etme küstahlığını gösterdiği için Fransa’ya 150 yıl boyunca haraç ödemek zorunda kalmıştır.” Heyecanla Galeano’nun sözünü keserek araya girmiş: “Bugün aynı Fransa, Haiti’den özgürlük vergisi almaya devam eden Fransa, üçüncü dünya ülkelerine, ülkem Türkiye de dahil, özgürlük dersleri vermeye kalkıyor” demiştim. Galeano gülümseyerek, kaldığı yerden şöyle devam etmişti: “Bağımsızlık günahı, gurur günahıdır 150 yıl ödetilen. Beyaz lanettir bu yerlilerin ağzında. Haiti’nin kendi topraklarına istediği tahılı ekmesi yasaklanır. Borçları ile topraklarının, yani ülkenin yeni sahibi IMF ve Dünya Bankası pirinç ekimini de yasaklar ve Haiti pirinci, ABD’den ithal etmek zorunda kalır. Bugün Haiti’nin kendi üretimini koruma hakkı yoktur, ABD istediğini üretme hakkına sahiptir. Çünkü herşeyin sahibidir, IMF eksperlerinin de sahibidir ve Dünya Bankası zaten ABD’nin özel mülküdür. Kim yemeğini yediği tabağa karşı konuşmak ister ki?!” Öte yandan, Bolivya’nın güneyindeki Potosi kentinde “insan yiyen dağ” Cerro Rico’daki din sömürüsünü anlatıyorum. Yüzyıllar boyunca sadece Bolivya’nın de-
ğil, tüm Latin Amerika’nın altını, gümüşü, nitratı, kauçuğu, bakırı, petrolü yağmalandı: belleğine de el konuldu. Bir belleği olmasını engelleyenler onu daha baştan belleğini yitirmeye mahkum ettiler. Yağmalanan belleğin en belirgin ve acı özetidir Potosi’den günümüze kalan! İspanyol kralının din soytarıları, görkemlerinin bulanık anısıyla saray ve tapınakların yıkıntılarını bıraktı arkasında. Bir de... milyonlarca İnka yerli ölüsü! Latin Amerika’nın ilk yerli başbakanı Evo Morales, içinden geldiği İnka halkına şöyle konuşmuştu: “Özgürlüğümüz direnişimizdir. 1825 de Bolivya’nın kuruluşuna hiçbir yerli kabul edilmemisti. ABD de dahil Kuzey, Orta ve Güney Amerika kıtasında da durum böyleydi. Bu yüzden bizim ülkelerimiz baştan yanlış doğmuştu! Amerika kıtasının gerçek sahibi olmayan ‘azınlık beyazları’, ilk anayasalarında biz kızılderilileri, yerli halkları, kadınları, zencileri ve yoksulları asla insandan saymadılar.”Morales, sık sık esas olarak doğa ile dengeli ve birlikte yaşamayı ifade eden yeryüzü ve bereket tanrıçası Pachamama’dan yani Toprak Ana’dan söz ediyor ve şöyle diyordu: “…pachamama’yı savunmak için mutlaka herşeyi ‘naturalize’ etmek gerekir. Naturalizasyon demek toprak ananın yaşamını sürdürmesi demektir. Batının kültürüne karşı, ölümün kültürüne karşı yerli kültürünü, yaşam kültürünü biz inşa edeceğiz. Yerli hareketi kapitalizmle birleşmek istemiyor. Yaşamak istiyor. Sorumlulukla dayanışma ilişkileri içerisinde yaşamak istiyor. Eşitlik istiyor ki bu insanlığın temelidir bizce.” Yoksul bıraktırılmışlığına ve eğitimsizliğine karşın ‘Özgürlüğümüz Direnişimizdir!’ diyerek Morales’in izinde yürüyen, çağdaş pachamamalara, direnen cesur İnka kadınlarına ve günümüz İnka ruhunun uyanışına bütün dünya gibi ben de tanıklık ettim ve hüzünlü ama umutlu ayrıldım Bolivya ülkesinden. Toroslu göçer beyanalarımın ve gök-çadırlıların selamı-
nı yüreğimde götürmenin o ifade edilemez sevinciyle… Sözlerimi yine Galeano’nun sözleriyle tamamlamak isterim:”Dünya da milyonlarca dönüm boş topraklar ve milyonlarca aç ve işsiz insanlar; nedeni, birkaç tapu ve birkaç kurşun…” Brezilya’da gelişen Topraksızlar hareketi MST’yi sizden dinleyelim. MST, Neoliberalizme Direnen “Topraksız Kır İşçileri Hareketi”dir. 1970’li yılların sonuna gelindiğinde Brezilya’nın bereketli toprakları bir avuç toprak ağasının elindedir. ABD’nin desteklediği diktatörler ve toprakları işgal eden ABD’nin uluslararası şirketleri kanserli hücre gibi her yere bulaşırlar. Latin Amerika’nın bu en büyük ülkesinin toprakları kızgınlaşır, topraksız köylüleri öfkelenir. Günde ortalama 1000 çocuğun açlıktan öldüğü Brezilya topraklarındaki sömürüye ABD sermayeli şirketler; utanmadan “Brezilya mucizesi” adını koyarlar. “Toprak reformu olmadan demokrasi olmaz”, “Mucize değil, Brezilya Vebası” sloganlarıyla, dünyanın en önemli devrimci halk hareketlerinden biri gerçekleşir ve geniş kenarlı toprak ağalarının toprakları işgal edilir, “MST: Topraksız Kır İşçileri Hareketi”, ilk olarak 7 Ekim 1979 yılında Macali’yi işgal eder. Güney’de Mato Grosso ve São Paulo’da da eşzamanlı toprak işgali başlar. 1979’dan bu yana tam 33 yıldır devam eden “MST Hareketi” süresince, Belçika ve hatta, Danimarka’dan büyük ölçekte toprak işgal etmiş, 3 milyon insan bu topraksız işçi hareketi sayesinde toprağa kavuşmuştur. Topraksız İnsanların Toplumsal Hareketi olan MST’yi anlatırken, Brezilya’da 1979 yılında patlak veren ilk toprak işgalinden 4 sene önce 1975 yılında Andırın ağalarının topraklarını işgal eden Çukurova Sarıbahçe köylülerine de gönderme yaptım. Yine kitapta, Latin Amerika’da emperyalizme direnen “patronsuzlar” ve Arjantin’deki “barikatçılar” ve
11 OCAK 2013 CUMA
7
“kartoncular” hareketleri de yer alıyor. Geçen kış ziyaret ettiğiniz Venezuela’yı her yönden inceliyor ve Başbakan Chavez’in mücadelesini tarihsel olarak aktarıyorsunuz. Chavez’in danışmanlarından Eva Golinger ile yaptığınız röportaj da yer alıyor. Neler oluyor Bolivar’ın ülkesinde? And Dağları’nın yamacındaki küçük bir çiftçi köyü Sabaneta’da, palmiyeden bozma kerpiç bir kulübede doğar Hugo Chavez. 1922 yılında öldürülen isyancıların lideri Pedro Perez Delgado’nun torunudur. Dedesi, 19. yüzyıl ortasında, toprak ve özgürlük için isyan bayrağı çektiren efsane kahraman Ezequiel Zamora’nın köylü ordusunda yer alır. Zamora, Bolivar’a ihanet eden ve ideallerini ayaklar altına alan oligarşiye karşı 1848-50 arasında büyük bir köylü ve yerli isyanına komuta eder. Yoksul bir ögretmen anne babanın altı çocuğundan biri olan 1954 doğumlu melez Chavez : “Babamın kökleri yerli, kanında Afrika ve mücadele var. Bundan gurur duyuyorum. Yerli olmak halkımın en derin ve gerçek köklerinin bir parçası olmaktır benim için,”der. Askeri Akademi’deki öğrencilik yıllarında Chavez sürekli Simon Bolivar’ın öğretilerini ve toplumsal gerçekçi edebiyatçıları okur, bilinçlenir. Chavez ve birkaç sınıf arkadaşı Bolivar’ın öğretilerinden esinlenerek “Bolivarizm” kaynaklı ulusalcı-sol bir doktrin geliştirirler ve ilkelerinin ana öğretisi olan antiemperyalizmden yola çıkarak devrimci mirasına hayatını adar. Bağımsızlık, eşitlik ve Latin Amerika’nın birliği için savaşan devrimci Bolivar’ın ilkelerini savunmaya ve yeniden hayata geçirmeye and içer genç teğmen Chavez! Emperyalizmin dayattığı neo-liberal politikaların karşısına “sosyal devlet” anlayışıyla çıkan Chávez, 2011 yılında “Bolivar’ın Birleşik Latin Amerika Projesi” CELAC’ı hayata geçirir ve 33 Latin ülkesi Bolivar’ın birleştirici ütopyasının altında birleşir.. Günümüz Mezopotamya topraklarına baktığımızda aynı ütopyayı Suriye, Türkiye ve İran için düşünmek ne kadar bir ütopya olur? (Yakılan Bellekler, Buket Şahin, Kaynak Yayınları, 370 s.)
8
11 OCAK 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
“Saf” beyin “ nand n z ey, gördü ünüz eydir. Etiket davran t r. Teori, verileri kal ba döker. Kavramlar, alg lar belirler. nanca ba l gerçekçilik budur” CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@gmail.com Yılmaz Erdoğan’ın yazıp yönettiği “Sen Hiç Ateşböceği Gördün mü?” adlı oyunda Gülseren adlı karakteri canlandıran Demet Akbağ, İslamcı eniştesiyle komünist dayısının tartışmasını insanların düşünceleri seçtikten sonra anlamaya koyulduklarını söyleyerek eleştirir. Yılmaz Erdoğan, siyasi düşüncelerin anlaşılmaları ile seçilmeleri arasındaki ilişkinin tersliğine alaylı bir yolla değinir. Gülseren, ideolojiler üstü bir akılla bu durumu gülünç bir yolla dile getirir. Kişilerin siyasi, dini ve ideolojik seçimlerinin esasında bir seçim olmaktan ziyade koşullanmalarının sonucu olduğu vurgulanır. Benzer eleştiriler semavi olduğu iddia edilen dinlerin cennet vaadlerine yöneltilmiştir. Kişiyi dünyaya getiren ailenin inançlarının ve çevrenin belirleyiciliği birçok defa “‘hak dini”‘ olduğu iddia edilen dinin öğrenilmesinin önünde bir engel olarak görülür. Bu eleştiriler gerçekliğin bir yönüne işaret etmeleri bakımından işlevseldir. Öğrenme psikolojisi alanında küçük çaplı bir okuma tüm bilgilerin birer koşullanma sonucu olduğu kanısını uyandırır insanda. Kişi doğduğu ortamda, ailesinden ve çevresinden duyduklarıyla koşullanır ve kendi anlayışı olarak içselleştirdiği bir kanaatlar toplamını çoktan benimsemiş olur. İşin ilginç yanı, aynı kişinin öğrenme psikolojisi, eleştirel felsefe ve bilişsel bilimler gibi çeşitli alanlar aracılığıyla bu koşullamanın etkilerini, mekanizmasını ve dayandığı nörolojik ve evrimsel temelleri kavramaya yetenekli olmasıdır. Böylesi bir bilgiler kümesi kişinin inançlarını sorgulamasına ve yeniden temellendirmesine olanak sağlayabilir.
NANÇ B L MDE DE MEVCUTTUR Michael Shermer kuşkucu bir biliminsanı kimliğiyle kaleme aldığı “İnanan Beyin” adlı eserinde işte tam da bu olguyu masaya yatırıyor. Bilimi savunanların çoğunun nazarında “boş inanç”, “ahmaklık” olarak beliren türlü inançların bilimle uğraşan insanların da sahip olduğu türden inançlarla bir ortaklık taşıdığını iddia eden Michael Shermer “Bilimcilerin, sözgelimi ışığın bir parçacık mı, yoksa bir dalga mı olduğunu açıklamak için kullandıkları farklı fizik ve kozmolojik modelleri de birer inançtır,” (s.18) diyor. Türkçe’de inanç ve iman sözcükleri sıklıkla birbirinin yerine kullanılmaktadır. Oysa İngilizcede, özellikle de felsefe yazınında, inanç sözcüğü Türkçe “iman” söz-
cüğündeki denli ruhani çağrışımlarla sınırlı değildir. Benzer bir kavramsallaştırma Antik Yunan felsefesine dek götürülebilir. Platon’un felsefesinde bilginin karşısına konutlanan “doxa” (doksa diye okunur yani görüş, inanç) ruhani, dinsel çağrışımları da içine alacak şekilde kullanılır. Tartışmanın can alıcı yanı bilgi ile inancın (doksa’nın) arasındaki farka odaklanmaktır. Bilgi kuramı alanında, özellikle Gettier’in işaret ettiği sorunu bünyesinde barındıran, bilgi tanımı tartışılmaktadır. Gettier, bilginin Platon’daki tanımını sorguluyor. Bu tanıma göre bilgi, temellendirilmiş ve doğru olan inançtır. Dolayısıyla, inanç ile bilgi arasında görünen ayrımın dayandığı ölçütler temellendirme ve doğruluktur. Nesnelliğin dolaysız bir biçimde algılanmasına ilişkin eleştirilere uyarsak “doğruluk”un bir hayli tartışma yaratan bir kavram olduğunu görebiliriz. Öte yandan, temellendirme kavramı genellikle eleştirilerin ve dikkatlerin arasından kolaylıkla gözden kaçmaktadır.
TEMELLEND RME M ? YOKSA, KURGULAMA MI? Shermer’in inancı çözümlemesinde kavramsallaştırdığı haliyle bizim genellikle “temellendirme” dediğimiz şey, inancımızı benimsedikten sonra rasyonalleşme süreciyle geriye bakarak yapılan bir kurgulamadır. Dolayısıyla, gerçeklik diye andıklarımız, Shermer’e göre belirli inançlara dayanan kuramsal bir yaklaşımda beliren deneyimlerdir. Bu tam da Shermer’in “inanca bağlı gerçekçilik” dediği düşüncedir: “İnandığınız şey, gördüğünüz şeydir. Etiket davranıştır. Teori, verileri kalıba döker. Kavramlar, algıları belirler. İnanca bağlı gerçekçilik budur.” (s. 16). Yazar, eserine üç öyküyle başlıyor. Bunlardan ilki bir sanrıya kapılıp delicesine bağlandığı bir inanca kendini kaptıran bir duvarcıya dair; ikincisi, saygın bir biliminsanının benzer bir deneyim sonrasında ateistlikten hıristiyanlığa geçişine dair; üçüncüsüyse, yazarın bu iki öykü sonrasında kendi tutumunu özetleyen bir kuşkuculuk öyküsü. Söz konusu öykülerde, yazar, deliliğin sınırlarını, deneyimin kendini doğrulayan niteliğini ve tüm bunlara karşı bizleri koruyabilecek bir kuşkucu tipini ele alıyor. Genel kanının aksine, akıllı insanların
şaşmalarının ya da bize şaşmaz görünmelerine karşı ne ölçüde iyi kurgucular olabildiklerini anlatıyor: “Akıllı insanlar saçma şeylere inanırlar; çünkü akıl dışı sebeplerle vardıkları inançları savunmada hünerli olurlar.” (s. 33). Üçüncü öyküde (Bir Kuşkucunun Yolculuğu), sözü geçen deneyimlerin, sanrıların veya bunlardan büsbütün daha seküler görünen inançların özsel doğası ve bilimsel temeli ele alınıyor. Yazarın yaklaşımını özetleyebilmek için önce kısa bir açıklama: Batıl inanç vakalarını dikkatle incelersek, her seferinde olayların tersten kurgulandığını görebiliriz. Gündelik konuşmadan bir örneği ele alalım. Telefonu açan kişi arayana şunu demiş olsun: “Senin aradığını hissetmiştim”. Bu durumlara ilişkin istatistiksel bir bilgimiz olmadığından ya da böylesi bir bilgi dikkate alınmadığından, dahası arayanların arama sıklıklarına ve sayısına ilişkin bir bilgimiz olmadığından bu sezgisel cümle açıklanamaz görünür. Oysa, bu tür cümleler telefon açılmadan önce bir kağıda yazılmış olsa sezgisel anın büyüsü birçok defa bozulma şansına erişmiş olabilirdi. Yazar bu gibi durumlara yalın bir açıklama getiriyor: “Beynimizin korteksinde nörologların ‘sol yarı küre yorumcusu’ adını verdiği bir sinir şebekesi vardır. Bu şebeke, bir anlamda beynin öykü anlatma aygıtıdır; olayları yeniden kurgulayarak bir mantık sırasına koyar ve birbirine örerek akla uygun gelecek anlamlı bir öyküye dönüştürür.” (s. 35). Burada geçen “akla uygunluk”a dikkat edelim. Söz konusu durumlarda yaygın kanaatlere uyan her türden kabul akla gelebilir. Kitapta da geniş bir biçimde yer verilen istatistiklere bakarsak dünyanın dört bir yanında kabul gören UFO’lar, şeytan girme, ruh göçü gibi fenomenler (görüngüler) sözü edilen “akla” dahildir. Nedensellik bağının kurgulandığı biçimler kişinin çevresinden duyduğu her türden zırvaya açıktır. Öte yandan, yazar, bilimsellikle yukarıda örneklenen zırvalara inanç arasında net bir ayrım koyuyor. Benimsediği gerçeklik anlayışına, gündelik gerçeklik algımıza ve ihtiyaçlarımıza, uymakta başarı gösteren bilimsel bulgularla kurgulanan gerçekliğin diğerlerinden üstün olduğu konusunda yazar açısından kuşkuya yer yok. Elbette bu gerçeklik betimlemesinin de yanlışlanabilmesi ya da geliştirilebilmesi mümkündür.
KALIPSAL-YAKLA IM VE EVR M Yazar, insanların sözü edilen türden akıl yürütmelerinin evrimsel dayanağını serimleyerek tartışmayı derinleştiriyor. İnsanın kalıpsal yaklaşımına işaret ederek bu evrimsel gelişimi belirli bir kuram kapsamında açıklamaya girişiyor: “Kalıpsal-yaklaşım kalıplar arayıp bulma, noktaları birbirine bağlama, A ve B arasında bağlantı kurma sürecidir... Bu düpedüz çağrışımla öğrenmedir ve bütün hayvanlar aynı şeyi yapar. Evrim çok yavaş bir seyir izlediğinde, canlıların sürekli değişen ortamlara uyum sağlama yolu budur.” (s. 61). Kalıpsal-yaklaşım sayesinde gizil bir tehlike durumunda (ormanda karşılaştığımız çalılardan ses gelmesinden irktiğimizdeki gibi) bu tehlikenin varlığına inanabiliriz ya da aldırmadan yolumuza devam edebiliriz. Bu türden bir tehlikenin gerçekleşmesi durumunda canlının ölmesi söz konusu olabildiğinden evrimsel doğal seçilimin sonucunda zamanla bu tür durumları önceden tehlikenin varlığının kanıtı olarak gören kalıpsal-yaklaşımı benimseyen canlı varlığını sürdürürken, bu duruma aldırış etmeyenin yaşamda kalma olasılığı azalmaktadır. Dolayısıyla sağ kalma ve üreme dürtülerimiz bizi böylesi inançlara yöneltir. “Sağ kalmak ve üremek açısından bağlantılar kurmak zorunda olmamız nedeniyle, doğal seçilim bütün bağlantı kurma stratejilerini, hatta yanlış pozitiflerle [gerçekte var olmayan durumlara inanmamızla] sonuçlananları da yeğ tutmuştur [hatalı inanç böylesi durumlarda bir zarar getirmezken, hatalı bir inançsızlık ölüme yol açabilecektir]. Bu evrim perspektifiyle, ‘insanların saçma olmayan şeylere inama gereğinden dolayı, saçma şeylere inandığını’ artık anlayabiliriz.” (s. 63). Yazar, eserde, kalıpsal-yaklaşımın evrimini ve mekanizmalarını popüler bir bilim kitabı çerçevesinde olabildiğince ayrıntılı bir biçimde anlatıyor. Bununla da kalmıyor, farklı inanç türlerini çeşitli vakalar üzerinden ele alıyor. İnançların sıklıkla doğrulanmalarının (ya da sürekli doğrulanıyormuş gibi görünmelerinin) dayanakları insanların çeşitli eğilimleri üzerinden açıklanıyor. Yazarın benimsediği felsefi düzlem ve kuramsal yaklaşım buraya kadar anlatılanlardan, sanırım, açığa çıkmıştır. Yazarın serimlediği olgular ve ortaya koyduğu açıklamalar felsefe açısından oldukça kışkırtıcı. (İnanan Beyin, Michael Shermer, Alfa Yayıncılık, Çev: Nurettin Elhüseyni, 436 s.)
BABİL BALIĞI
Aydınlık KİTAP
11 OCAK 2013 CUMA
9
Spinoza’ya uyanan estetik rüyası John Berger
M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com
“Yalnızca güzelliği keşfetmek için yaşarız. Geride kalan her şey bir bekleyiş halidir.” Halil Cibran, Kum ve Köpük Esasında bu John Berger’e köşede ikinci kez yer verişimiz olacak. Ancak daha önce üstünde durduğumuz konu gereği, Berger’in “Kral” romanıyla, Paul Auster’ın “Timbuktu” romanını ve Andrew O’Hagan’ın “Maf” romanını karşılaştırmış, Berger’in eserinin neden pek çok benzerinin üzerinde ve çağının ötesinde bir roman olduğuna kısaca değinebilmiştik (bkz. 28 Eylül 2012 tarihli “Köpekler ve Efendileri” başlıklı yazı). Metis Yayınları’nın dilimize kazandırdığı “Bento’nun Eskiz Defteri” kitabıyla çağımızın sayılı aydınından biri olan Berger’i daha geniş çerçevede tekrar işleme şansına sahibiz.
BERGER’DE EYLEM, FORM VE ESTET K Kariyerine ressam olarak başlayan, 1926 doğumlu İngiliz yazar John Berger’in sanat eleştirmeni, romancı, şair ve ressam olarak devam eden, birden fazla alana yayılan aydınlığı, yeni keşifler yapmaya ne yazık ki biraz sırtı dönük olan ülkemiz okurunu da cezbetmiş ve yıllar boyunca ülkemizde de kendisine has bir okur kitlesini oluşturmuştur. Elbette birazdan bahsedeceğim “ciddiyet” taşıyan ve nitelikli okuru da ilgilendiren bilgilerin dışında, Berger’in yaşam tarzına, siyasi duruşuna ve Türkiye ile ilişkilerine dair belirli doneler de Berger’in ülkemizde de bu kadar tanınmasına ve sevilmesine yardımcı olmuştur. İngiliz hayat tarzından tiksindiğini belirterek Fransız Alpleri’ndeki bir köye yerleşerek hayatını devam ettirmesi, Irak savaşına ve Filistin sorununa karşı duruşu ve söylevleri, Avrupa’daki Türk işçilerini de konu edinen “Yedinci Adam” (Agora Kitaplığı, 2011, Jean Mohr ile birlikte) kitabı, Türk entelektüellerle arasındaki dostluk (ayrıca bkz. Selçuk Demirel ile hazırladığı “Katarakt” - Yapı Kredi Yayınları, 2011), aralarında Nazım Hikmet’in de bulunduğu pek çok yazar ve sanatçımız hakkında kaleme aldığı yazılar, hepsi ama hepsi, Berger’i değerli bir aydın yapan şeyler değil, aksine zaten değerli olan bir yazara daha fazla değer katan şeylerdir. Yıllar önce “Zamanımızın Bir Ressamı” (Adam Yayınları, 2000) kitabıyla (sürgündeki Macar bir ressam olan Lavin’i ve
onun günlüğünü keşfeden sanat eleştirmenini konu edinir, barındırdığı gerçekçi ve politik detaylar nedeniyle yayınlandığı dönemde okurların çoğu öyküyü gerçek sanmıştır, oysaki Lavin kurgu karakterdir) tanıdığım, diğer kitaplarını daha fazla vakit kaybetmeden okuduğum ve Kral: Bir Sokak Hikâyesi (Metis Yayınları, 2001) romanıyla birlikte kendi adıma çağımızın en önemli yazarlarından biri olarak gördüğüm Berger’in eserlerinin öneminin birkaç açıdan değerlendirilmesi gerekmektedir: eylem, form ve estetik. Berger’in gerek kurgu gerek kurgu dışı kitaplarında (unutmadan dilimize pek çok kitabının tercüme edilmiş olduğunu ve yine bunların arasında bir hayli fazla sayıda kitabının da baskısının tükenmiş olduğunu, yeni baskılarının raflara dönmesi dileğiyle hatırlatalım) göze çarpan şeylerden ilki harekettir. Kitapları gerek kurgusunun gerek iletişiminin içinde sürekli hareket ve “ulaşmak” gayretindedir. Geriye dönük hareketler çok az bulunur. Güdülenen ve/veya güdülendirilen amaçta, kurgu veya iletişim içinde bir sallantı yaratmaktan çok okurun elini ve zihnini kavrama gayreti hâkimdir. Yazını, izleği takip eden okurun “imge”lemek ve gözlemlemek üzere durduğu “düş” planının yakınında ve farkında hareket eder. Bunun sonucunda da okura bir şeyi göstermeye çabalamak yerine okurun baktığı yerde olmayı tercih eden bir duruş söz konusudur. Bu anlamda yazı planındaki değişim iki yönlüdür: Kitabında okura doğrulttuğu “sahne/gözlem/plan/olay/olgu”yu içeren bir başka gözlemleyen göz ile okurun bu doğrultuya itkisine neden olan yalın göz. Bu nedenledir ki Berger’in yazını okurla yolculuk edebilme şansına da sahiptir. Gerek paragraflar, gerek sayfalar arasındaki sessizliklerin bilinçli şekilde okura bırakıldığı (buradaki önermenin somut hale dönüştüğü kitapları da mevcuttur), bu sayede hareketi sağlamanın aynı zamanda teşvik edildiği de gözlemlenir. Kitaplarının eylem oluşturmaya yönelik amaçlar taşıdığına dair çıkarımlar yazarın kendisi bu yönde beyan vermedikçe ancak spekülatif olabilir. Fakat değişmeyen şey, yazınının eyleme yol açabildiği gerçeğidir. Özellikle çok bilinen eserlerinden biri olan “Görme Biçimleri” (1972), sanat eleştirisine kattı-
ğı yeni bakış açılarının yanında “görsel”e yönelik fikirleriyle de önemli bir örnektir. Reklâmcılık, grafik tasarım ve görsel iletişim alanlarında uğraşanların neredeyse ezbere bildiği kitabı, aynı zamanda üniversitelerin (ülkemiz dâhil) ilgili bölümlerinde okutulmaktadır. Kitabın akademik amaçlı bu yönü dışında aynı zamanda popüler kültür içerisinde feminizme yakınsanan pasajları sebebiyle de yazın-okur-eylem üçgeninde geniş bir yayılım alanı bulmuştur.
DENEY M VE KE FETME Berger’in bir diğer yanı yazınının formudur. Adeta kendini tekrar etmek istemeyen bir biçem kaçkınıdır. Her kitabında yeni bir şeyleri söylemeyi kendisine görev edinmiş görünmenin dışında kullandığı yapılar da olumlu anlamda yeni olma “zorunluluğu” ile karşı karşıyadır. Yeni şeyler söyleme gayretinin haricinde, tam da bir ressam ve görsel sanatçıya yakışacak şekilde, yeni ifade ve gözlemleme yöntemleri geliştirme gayretindedir. Deneyselliği, kontrolünü kurgu dışına kaçırmadan elinde bulundurmayı sever. Kendisine 1972 yılında Booker ödülünü de kazandıran “G.” romanı (Metis Yayınları) deneyselliğini, “deneyim” kavramının izleğine yerleştirerek doruğa çıkarır. “Deneyim” ve “keşfetme” kavramı, bütün yazınının en genel meselesidir. Yeni tercüme edilen “Bento’nun Eskiz Defteri” de (Metis Yayınları, Kasım, 2011) bu “keşfetme” kavramı üzerine güzel bir izlek örneği teşkil eder. Hollandalı filozof Baruch (Bento) Spinoza’nın (1632–1677) yaşarken hep yanında taşıdığı ve hiç bulunamamış eskiz defterini, filozofun gözlemlediği şeylere onun gözüyle bakabilme arzusuyla bulmayı hayal eden John Berger’in, Spinoza’dan önermeleri sunarak öykülerin içine ördüğü ve “Spinoza nasıl çizerdi?” sorusuyla çizimlerini aktardığı bir yapıya büründürür. Öykü anlatımı, çizim edimi, etik ve tarih üzerine fikir ve imgelerin arasında, “yaratıcılık nereden kaynaklanıyor?” ve “neden yaratıyoruz?” sorularına yönelik dağınık, sıralı olmayan argümanlar bulunur. Soruları “kesinleyici” sınırlarla cevaplamaz ve soruları daha çok “keşfetmek” eylemine yöneltici olarak sindirir. Yaratım sürecinin gizli argüman olarak bir “keşfetme” süreci olması, total kurgu ve yapı ile örtüşür. Marksist hümanizmden etkilendiği bilinen yazarın,
hümanist bir tutkuyla felsefeyi gerçeklemesi farklı bir katmanda eşsiz bir “keşfetme” serüveni sunar. Estetik arayışı olarak da yorumlanabilecek bu ayrıştırma, yazarın genel anlamda estetiğe yönelik tutumuna karşı da ipuçları taşır. Susan Sontag, John Berger için şöyle der: “D. H. Lawrence’dan bu yana duysal dünyaya bu kadar dikkat eden bir yazar daha çıkmamıştır” (yakında, zaman bulabilirsem, Sontag’i de tekrar hatırlatmaya yönelik bir yazı yazmak mecburiyet oldu, köşedeki kitap tavsiyelerini dikkate alan okur için özellikle Agora Kitaplığı’nın dilimize kazandırdığı “Metafor Olarak Hastalık” kitabı tavsiye olunur). John Berger’in de Sontag hakkındaki övgü dolu sözleri, bir yandan birbirini ağırlayan misafirleri çağrıştırsa da Berger’in duysal dünyaya yönelik kavramlar üzerine taşıyıcılığını daha az kılmaz. İhtilafı, eşi pek az bulunur estetik anlayışında saklıdır. Haftaya görüşmek dileğiyle, “Bento’nun Eskiz Defteri”nden bir alıntıyla vedalaşalım: “Geçmiş değersizleşti. Kişiliklerini, kimlik algılarını yitiren insanlar sonuçta kendilerini tanımlamak adına düşman arayıp buluyorlar.” (Bento’nun Eskiz Defteri, John Berger, Metis Yayınları, Çev: Beril Eyüboğlu, 176 s.)
10
11 OCAK 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
SÖYLEŞİ
“AĞIR ROMAN”IN YAZARI METİN KAÇAN:
“Argo, Türkçenin yan dilidir benim için”
Metin Kaçan
“Bence Türk halk argo dili seviyor. Sürekli geli en ya ayan bir dil çünkü. Zaman n jargonlar na ayak uyduruyor, kendini yeniliyor. Mesela yaz lm olan argo sözlüklerinden de anlayabiliriz bunu rahatl kla; jenerasyonlar n argolar farkl la yor. Bu neslin argo tabirleri, bir önceki nesle hitap etmeyebiliyor. nsanlar argonun geli imini takip etmekten keyif al yor” ELİF ŞAHİN HAMİDİ elif.sahin@gmail.com Metin Kaçan’ın oldukça büyük ilgi gören, çağdaş klasikler arasına dahil edilen, herhangi bir yazın kalıbına sığmayan kitabı “Ağır Roman” şimdilerde yine gündemde. Kaçan’ın 1990 yılında yayımlanan bu eseri hem sinemaya uyarlandı hem müzikali yapıldı. Hem de kısa bir süre için de olsa televizyon dizisi olarak seyirciyle buluştu. Bir de Kaçan’dan öğrendiğimize göre, uluslararası Ağır Roman müzikali gündemdeymiş. Ayrıca “Ağır Roman” ve yazarın diğer kitapları “Harman Kaplan”, “Adalara Vapur”, “Fındık Sekiz” Everest Yayınları tarafından tekrar okura sunuldu. Tüm bu sebeplerle de Metin Kaçan’la söyleşmek kaçınılmaz oldu. Kaçan ile “Ağır Roman”ı ve elbette argoyu, Dolapdere’yi, İstanbul’u ve burada geçen çocukluğunu, beslendiği kaynakları ve diğer kitaplarını konuştuk. Argonun bir küfür dili olmadı-
ğını vurgulayan Kaçan; “Ağır Roman’da oturtan, eseri çarpıcı kılan, şüphesiz argo bir dil kullandım çünkü o sokakları, “dili”. Otantik bir dil kullanılıyor roorada yaşananları sadece onların dilinmanda; argoyu fantastik öğelerle harden anlatabilirdim. Her ne kadar öyle manlayarak gerçek üstücü imgeler uyandeğilmiş izlenimi olsa da bence Türk hal- dıran bir dil ortaya koyuyorsunuz. Eserkı argoyu seviyor. Aksi halde de yazarın dili olan bu dil üzerine konu‘Ağır Roman’ın böyle şabilir miyiz biraz? Sadece sokakta bir ilgi görmesini, ve dilde yaşayan argonun yazılı okur tarafından kültürde de var olmasına nasevilmesini nasıl sıl bir katkı sağladı bu kiaçıklayabiliriz tap; Türk edebiyatında a n”d ma Ro “A r ki?” diyor… argonun yerinden bahargo bir dil kulland m Bilindik seder misiniz? yazın kalıpÖncelikle ben birçünkü o sokaklar , larının içine çok insanın aksine arorada ya ananlar sığmayan bir gonun bir küfür dili olsadece onlar n kitap “Ağır duğunu düşünmüyodilinden Roman”. Bu rum. Argo sokaktaki romanı Türk durumun, o sokakta yaanlatabilirdim edebiyatında şayanların duruşunun dilifarklı bir yere dir. Her zaman söylemişim-
dir; argo Türkçenin yan dilidir benim için… Bu yüzden “yandan”dır. “Ağır Roman”da argo bir dil kullandım çünkü o sokakları, orada yaşananları sadece onların dilinden anlatabilirdim. Her ne kadar öyle değilmiş izlenimi olsa da bence Türk halkı argoyu seviyor. Aksi halde Ağır Roman’ın böyle bir ilgi görmesini, okur tarafından sevilmesini nasıl açıklayabiliriz ki? Alışagelmiş bir İstanbul romanı değil bu kitap. İstanbul’un karanlık yüzü ayrıntılı bir şekilde resmediliyor. Ermenilerin, Rumların, Çingenelerin, Anadolu’nun farklı yerlerinden göç etmişlerin bir arada yaşadığı, ezan seslerinin çan seslerine karıştığı; esrarkeşlerin, fahişelerin, eşcinsellerin, yobazların, katillerin dip dibe var olduğu Dolapdere’de geçiyor hikâye. Bir zamanların Kasımpaşa’sına tanık oluyoruz. Siz de Anado-
SÖYLEŞİ
Aydınlık KİTAP
farklılaşıyor. Bu neslin argo tabirlelu’dan göç eden bir ailenin çocuğu ri, bir önceki nesle hitap etmeyebiliolarak Dolapdere’de büyüdünüz. Eserlerinizin beslendiği bu ana kay- yor. İnsanlar argonun gelişimini takip etmekten keyif alıyor. Argo innak/bu alt kültür üzerine neler söysanların gündelik yaşamın baskısını lemek istersiniz? bir nebze olsun omuzlarından atmaAslında ben alt kültür tanımını sını sağlıyor. “Ağır Roman”ı yazdıkpek benimsemiyorum. Onlar da betan sonra okurdan gelebilecek olan nimsemez; kendilerine “Çingene” çeşitli tepkileri düşündüm. Sevilmededirtmezler mesela, “Roman” dedirtirler. Dolapdere’de büyümüş biri si, eleştirilmesi, başarılı ya da başarısız olması her şey olası durumlardı. olarak ne eşcinselleri ne katilleri ne Ben sadece bir hikâye anlattım, beyobazları ne fahişeleri asla yargılanim için önemli olan kitabın içime madım, asla aşağılamadım. Bana sinmesiydi. Kafamdaki dünyayı, yagöre hepsinin bir hikâyesi vardı. şadığım dünyayı sayfalarda da yaşaBaşlangıçta hepsi güzel hikâyelerle yola çıkmış insanlardı. Onları olduk- tabilmek; önemli olan buydu. Eserları gibi kabul etmek, yargılamamak lerin, eserlerimin farklı sanat dallarına uyarlanması, atmosferi başarılı Dolapdere’de yaşamanın bana öğrettiklerindendi. Bu insanların çoğu, bir şekilde yansıttığı sürece bence bir sorun teşkil etmiyor. Hatta birzaman içinde benim arkadaşım oldu. İnsanın özellikle böyle bir çev- birlerini desteklediklerini düşünüyorum. Örneğin, kitap okumayı sevrede yalnız olması, kendini izole etmeyen biri, kitaptan uyarlanmış mesi mümkün olamıyor. olan filmi izledikten sonra okumaya Henüz 16 yaşındayken “Beyaz Eldiven” isimli bir çete kurduğunu- karar verebiliyor. Sözlü kültürden, mitolojiden, zu ve arkadaşlarınızın hepsi öldümistisizmden, fantastik bir dünyarülünce yazmaya başladığınızı bilidan, sinemadan ve şiirden çokça yoruz. Hani “Farklı bir zamanın, beslendiğinizi düşünüyorum. Okubaşka bir boyutun çocuğu” idi ya “Ağır Roman”ın başkahramanı Gılı ma ve yazma yolculuğunuzun başGılı Salih; Metin Kaçan’ın çocuklu- langıcından; rehber edindiğiniz, kaleminize yön veren isimlerden, besğu için de geçerli mi bu cümle? Beyaz Eldiven çetesi benim o za- lendiğiniz kaynaklardan bahseder misiniz? manki çocukluk dünyamla, okuduJorge Amado, Julio Cortázar, ğum Robin Hood tarzı bir tür zenPablo Neruda, Charles Baudelaire, ginden alıp verme düşüncesiyle ortaya çıkmıştı. Başlarda güzeldi, fakat Octavio Paz, Tuğrul Tanyol, Yunus diğer arkadaşlar işi ilerletti ve küçük Emre, Kemal Tahir, Tomris Uyar, Sevim Burak, İsmet Özel ve Adnan iyilik çetemiz sessizce dağıldı. ÇoÖzer sevdiğim, etkilendiğim yazar cukken bambaşka algılıyorsunuz ve şairlerdir. dünyayı; sadece siz varmışsınız, tüm Gerçeği ve gerçeküstüyü bir aradünyayı, tüm düzenleri değiştirebida sunan, destansı ve şiirsel öykülelirmişsiniz gibi… Başka bir boyutta rin yer aldığı “Adalara Vakahraman olduğunuz rüyalarpur”da da yine İstanda yaşıyorsunuz... bul var; yeniden yoAlmanca ve Fran stanbul rumlanıp, yenisızcaya da çevrilen birçok duyguyu, den anlamlaneser; sinema filü tür dırılan İstanmi, müzikal ve kül kl far birçok bul. Aşk, yalson olarak da yan yana, iç içe nızlık, hüdizi olarak bar nd r yor. zün, acı, hakarşımıza çıkyal kırıklıktı. Bu kitabın Anlatt m, anlatmak ları var; Erbu kadar ilgi istedi im insanlar, meniler, görmesini neye ar, olaylar, sokakl Rumlar, Sürbağlıyorsunuz? hepsinin ba rolünde yaniler var. Ve ilk kitabınız stanbul var “Fındık Se“Ağır Roman”; kiz”de de alt tababöyle bir başarı elde asl nda ka ile entel takımının edebileceğini hayal edeyan yana yaşadığı Beyoğlu biliyor muydunuz? Bir de söz konusu. İstanbul ne ifade ediyor edebiyat eserlerinin başka sanat sizin için; yazınınızı nasıl besliyor? dallarına uyarlanması üzerine ne Söylediğiniz gibi İstanbul birçok düşünüyorsunuz; edebiyata fayda duyguyu, birçok farklı kültürü yan mı sağlıyor, zarar mı veriyor sizce? yana, iç içe barındırıyor. Benim için Söylediğim gibi bence Türk halhayranlık vericiydi bu yönüyle İstankı argo dili seviyor. Sürekli gelişen bul. Anlattığım, anlatmak istediğim yaşayan bir dil çünkü. Zamanın jarinsanlar, olaylar, sokaklar, hepsinin gonlarına ayak uyduruyor, kendini başrolünde İstanbul var aslında. İsyeniliyor. Mesela yazılmış olan argo sözlüklerinden de anlayabiliriz bunu tanbul benim karakterlerimin hünerlerini sergilediği bir sahne. Serahatlıkla; jenerasyonların argoları
ven, nefret eden, onlara kucak açan ve aynı zamanda dışlayan büyük bir sahne… Çocukluğumun geçtiği Dolapdere, bir nevi İstanbul’un minyatürü gibiydi benim için. Katiller, hırsızlar, göç etmiş aileler, Ermeniler, Rumlar hepsi inkâr edilemez bir şekilde tüm varlıklarıyla oradalardı; kabul edilmişlerdi ve aynı zamanda dışlanmışlardı, ötekileştirilmişlerdi… 40 kısa öyküden oluşan “Harman Kaplan”da, tüm kitaplarınızda olduğu gibi yine aykırı tipler, topluma ters düşen karakterlerle karşı karşıyayız. Bu fantastik gibi görünen eserde kapitalizmin biçare kıldığı günümüz insanını resmediyorsunuz aslında… Ben artık insanların bilinçli olarak çaresiz olmayı seçtiklerini düşünüyorum. İnsanlar şimdilerde kapitalizmin bilinçli köleleri haline geldiler. Alışveriş merkezleri, her köşe başında kentsel dönüşüm rantları, susmak bilmeyen cep telefonları, sosyal paylaşım siteleri, giderek birbirlerinden uzaklaşan insanlar… Yakın gelecekteki yeni planlarınız neler; yeni bir kitap, yeni bir senaryo söz konusu mu? Yeni proje olarak şu an, Yelda Kelly ile birlikte üzerinde çalıştığımız uluslararası Ağır Roman müzikali gündemde. Açılışında yüksek ihtimal Emma Shapplin olacak. Ve diğer yabancı ve yerli birçok sahne sanatçısı yer alacak. Diğer taraftan Burak Sesürgen, Dilek Dilber, Fahrettin Dal ile birlikte senaryo çalışmalarını yaptığımız “Fındık Sekiz” adlı kitabımın film olarak uyarlanması için çalışmalarım sürmekte…
11 OCAK 2013 CUMA
11
12
11 OCAK 2013 CUMA
KAPAK
Aydınlık
ENİS BATUR’UN SON KİTABI “MERAK CEMİYETİ TUTANAKLARI”, İÇE TUTULAN BİR AYNA
“Bu dizinin kitaplarında özeleştiri, öztartım ve özgörü v “Merak c va gibi kavram. Kap dinlemek örne in, olumlu bir merak türü olarak görülemez. Buna kar l k, sözgelimi bilimin tetikleyici unsuru olan mera da teologlar ho kar lam yor: Fazlas n bilmeyi, ö renmeyi tanr n n i ine kar mak olarak alg l yorlar. Do ada da var merak” NESLİHAN ÖNDEROĞLU
Bugüne kadar verdiği eserlerle Türkiye’nin en üretken yazarları arasında sayılan Enis Batur yeni bir kitapla okurlarıyla buluştu. Romanlarıyla özgün bir okur kitlesine sahip yazar zon dönemde düşün hayatına katkı sunduğu denemeleriyle gündemde. “Merak Cemiyeti Tutanakları” günlük tadında bir deneme kitabı. Okurken birçok kez atıf yapılanları ansiklopedilerde araştırmaya yeltenecek, bilmediğiniz ama bilmeniz gerektiğini düşündüğünüz şeyleri araştıracaksınız. Yaşanmışlıkların arasından insani değerler ve sanata duyulan sevgi sıyrılırken “nasıl yaşamalı” sorusunun yanıtı aranacak. Enis Batur'la son kitabı, yayın hayatı ve ülke gündemi üzerine konuştuk... Bersay İletişim Enstitüsü’ndeki bir söyleşinizde Merak Cemiyeti’ni, “en önemli mesajların peşine takılmış olanların doğal üyesi olduğu, ölülerle canlıların biraraya gelebildiği bir yüksek irtifa topluluğu” olarak tanımlamışsınız. Biraz açar mısınız? Merak cıva gibi kavram. Kapı dinlemek örneğin, olumlu bir merak türü olarak görülemez. Buna karşılık, sözgelimi bilimin tetikleyici unsuru olan merağı da teologlar hoş karşılamıyor: Fazlasını bilmeyi, öğrenmeyi tanrının işine karışmak olarak algılıyorlar. Doğada da var merak: Kediyi öldürür diyorlar! Bütün bunları tarttıktan sonra “Merak Cemiyeti”ne bakılmalı. Yetinmeyen, dibe inen, arşa tırmanan insan türünün örnekleri toplanıyor burada. Kimliklerini ırk, ulus, dil, inanç üstünden inşa etmemiş, yerkürenin her köşesinde numunelerine rastlanan bireyler. Biribirilerini sektirmeden takip eder, eriştiklerini paylaşmayı en üstün erdem sayarlar. Tarkovski’nin bir saptamasına gönderme yapıyorsunuz. “Haberlere boğuluyoruz, oysa hayatımızı değiştirebilecek en önemli mesajlar ulaşmıyor bize.” Bu önemli mesajları bize gelişkin teknolojilerin taşıyacağı konusunda endişeniz var. Son iki yılda global ortama şırıngalanan bilgi birimi miktarı, öncesinde iki milyon yıl boyunca dolaşıma
çıkanlarla eşit miktardaymış, yeni açıklandı şu sonuç. Ne kadarı “yaşamsal” önemde bize sunulanların? En can alıcı veriler gizlenmiyor mu? Bir haber sağanağı altında yaşamaya mahkûm ediliyoruz gitgide ve şemsiye kullanmayı öğrenmek kolay değil. Nicelik, günümüzde niteliği örseliyor. Çünkü “özlü” dediğimiz sorunlar vakit, emek, sabır istiyor. Onun yerine uçarı haberlerle yapay bir şimdiki zaman ördürülüyor bize. Yapılması gerekenin bir tür mesafe koymak olduğuna inanıyorum. Kitabın bir yerinde Jim Morrison’dan alıntılayarak, “Hayat kısa ama geniş” diyorsunuz. Geniş bir hayat ne demek ya da hayat nasıl genişletilebilir? Geniş bir hayat yoğunlaşmalarla sağlanabilir ancak. Oysa düzen, savruluşlar içine atıyor hepimizi. Zaman aşımına uğratıyor çarçabuk. Bir bakıyoruz, on yılımız, otuz yılımız kontrolsüz uçup gitmiş. Parayla, yarışla, hırsla aldatılıyoruz. Çözüm yolu ne? Ben, biraz kenara çekilmekle hayatımıza genişlik sağlayabileceğimizi düşünüyorum. Sık sık, gidip ağaçlara, hayvanlara, sulara, dağlara bakılmalı. “Kravat”, “Mumya Köpek”, “Pasaport Damgaları”, “Ada Defterleri”, “Yılkı” gibi geçmiş kitaplarınızdan da sıkça sözediyorsunuz bu kitapta. Bir tür özeleştiri mi? “İçbükey”, adı üstünde, geniş ölçüde içe tutulan bir ayna. Hem işimi yapıyorum, hem işim üstünde düşünüyorum bu dizinin kitaplarında. Özeleştiri evet, öztartım, özgörü de. Yazdıklarımı eskiden beri bir inşaat çalışması olarak gördüm. Arada, bir tür seyir defteri açarak inşaata üst bakışlar fırlatma gereksinmesi duyuyorum. “Merak Cemiyeti Tutanakları”nda özellikle kültür sanat ve edebiyata dair birçok değerlendirme var. Siyaset ve tarih adına da birçok şey buluyoruz. Diğer taraftan kimi şahsiyetlerle yaşadıklarınızdan kesitler var. Bu anlamda kitabınızdan günlükler diye bahsedebilir miyiz? Elias Canetti’nin farklı günlük tutma biçimlerine ilişkin önemli bir denemesi var. Ben, 28 yıldır günlük tu-
tuyorum, gündelik yaşama ilişkin gözlem ve notlar akıyor o sayfalardan, şimdilik yayımlamayı düşünmüyorum güncemi. İçbükey defterleri de bir tür günlük olarak görülebilir, bir farkla: Gündelik yaşam enstantanelerinin yerini yapıtlar, sorunlar ve insanlar alıyor burada. Değerlendirme yaparken çok sayıda sanat eseri ya da sanatçı ismi geçiriyorsunuz. Atıf yaptıklarınızı alt alta yazsak uzun bir liste çıkar. Amaç okuru bunları araştırmaya sevk etmek mi? Kırk yıldır, çok sayıda özel isim zikrettiğim için eleştiriliyorum, alıştım. Bizim insanımız Real Madrid’in bütün oyuncularını, Holywood’un bütün yıldızlarını, beş kıtanın ses sanatçılarını ezberinde tutar da, iş kültür dünyasına gelince kirpileşiverir. Yaşım ilerlerken yeni yapıtlarla tanışma merakım azalmadı, yaratıcılarına ilişkin düşünce ve yorumlarımı iletirken paylaşım köprüleri açtığıma inanıyorum ve bugüne dek okurlarımdan bu konuda şikayet almadım. Yine çeviri alanına dair çok fazla yorum görüyoruz kitapta. “Bir eseri zamanında okumak” başlı başına bir mesele. Bugün hala kitaplar gecikmeli olarak mı kazandırılıyor ülkemize? 2012’nin haklı olarak en önemli kitabı seçilen Herman Broch’un “Vergilius’un Ölümü” romanını 67
lık KİTAP
11 OCAK 2013 CUMA
KAPAK
var”
Son iki y lda global ortama r ngalanan bilgi birimi miktar , öncesinde iki milyon y l boyunca dola ma ç kanlarla e it miktardaym . Ne kadar “ya amsal” önemde bize sunulanlar n? En can al c veriler gizlenmiyor mu?
yıllık bir gecikmeyle ağırlayabildik. Bazı insafsız gecikmeler insanda boşu boşuna, yetişemeyeceğimiz bir trenin arkasından koşuyoruz duygusu yaratıyor. Bunu kendimi, benim gibi tuzu kuruları hesaba katarak söylemiyorum, sonuç olarak yabancı dilden dilediğimiz kitabı okuma şansına sahibiz bizler; ben, genelde Türk okuru için hayıflanıyorum. Aydınlar, gazeteciler, çok önemli düşün insanları bugün Türkiye'de tutsak. Düşün hayatımızı nasıl etkiliyor bu durum? Türkiye’de düşünce ve ifade özgürlüğü çıtası çok düşük. Demokratik bir ülke değil bizimkisi, giderek daha da Putin’in Rusyasına benziyoruz. Tutuklularla bitmiyor ki sorunumuz, susturulanlar tutuksuz mu?! Hepimiz daralmakta olan bir kafesin içindeyiz ve geleceğimiz konusunda çok karamsarım. Yayın hayatına dair değerlendir-
melerde bulunuyorsunuz sık sık. Size göre yayıncılık Türkiye'de ne durumda ve editör Enis Batur 2012 yılını yayıncılık açısından nasıl görüyor? Türkiye’de yayın yaşamı çok canlı. Buna karşılık sektör bu canlılığı değerlendiremeyecek ölçüde zayıf, kuralsız, profesyonellikten uzak. Siz bana bakmayın, beyhude yere söylendiğimin farkındayım! Sadık bir okur kitleniz olduğu biliniyor. Üzerinde çalıştığınız bazı projelerden de bahsediyorsunuz kitapta. Yakın dönemde hayata geçecek olanları paylaşmak ister misiniz? Her zaman masamda çok sayıda kitabı yan yana yazarak ilerledim. Şimdi de, işte, iki şiir kitabı, iki anlatı, dört deneme toplamı, iki yol kitabı hemen hemen yayına hazır sayılır. Siz asıl gerisinden korkun! Bu güzel söyleşi ve samimi yanıtlarınız için çok teşekkür ederiz.
13
14
11 OCAK 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
Yaş kütüğünü kırlangıçların tuttuğu şair… ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com 9 Ocak 1990’da yaşama veda etti Cemalettin Seber ya da hepimizin bildiği adıyla Cemal Süreya. Bu yıl ilk defa 7-13 Ocak haftası “Cemal Süreya Haftası” olarak kutlanıyor. “Üstü kalsın” deyip de gideli tam 23 yıl olmuş… “Lokman şair senin hayatın Yedi kırlangıcın hayatı kadar Altısını ardı ardına yaşadın Bir kırlangıcın daha var...” diyordu; “Kehanet 1985” şiirinde. Sanki yaşadığı yılın çetelesini kırlangıçlara tutturuyordu Süreya. Bir kırlangıcın hayatı 9 yıl ediyordu; altı kırlangıcınki ise 54 yıldı. Yukarıda alıntıladığımız şiirini 1985 yılında yazdığında tam altı kırlangıç ömrü yaşamıştı. Yedinci kırlangıcı dolduramadan 1990’da vefat etti Cemal Süreya. O çok bilinen “Üstü Kalsın” şiirinde de işte bu alacağı olan 4 yıldan bahsediyordu: “Ölüyorum tanrım Bu da oldu işte. Her ölüm erken ölümdür Biliyorum tanrım. Ama, ayrıca, aldığın şu hayat Fena değildir… Üstü kalsın...”
“ NSAN HER DURUMDA BA KA B R D R” Erzincan’da bir yük vagonunda doğdu, “1931 yılında doğdum, bir doğum günüm yoktur benim” diyordu Cemal Süreya. Anası da hiç olmamış, babası bin yıl önce ölmüştü. Hem de iki kere. Birincisinde kör oldu Süreya: “Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü kör oldum Yıkadılar aldılar götürdüler Babamdan ummazdım bunu kör oldum...” İkincisinde, babasının parçalanmış başını gazete kâğıdına sarıp toprağa gömdüklerinde, tek damla yaş akmadı gözlerinden. Gazete ve dergilerde hakkında sayısız yazı yayımlandı. Birçok kentte anma toplantıları yapıldı. Ve 1991 yılından bu yana anısına şiir yarışması düzenleniyor. Bambaşka bir boyuttur Ce-
mal Süreya ve “Sevda Sözleri”, bir başucu kitabıdır adeta. Elden ele dolaşır. Hem şair, hem denemeci, hem dergici, hem de maliyecidir. 1937’de Dersim İsyanı sürgünleri arasına ailesiyle birlikte bir yük vagonunda katıldı. İlk durak Bilecik’ti, ardından lise eğitimi için geldiği İstanbul. Haydarpaşa Lisesi’nde parasız yatılı okudu. Üniversiteyi Ankara Siyasal’da Maliye ve İktisat Bölümü’nde okudu. İstanbul Darphane ve Damga Matbaası Müdürlüğü görevinde bulundu.
D L VE MGE USTASI… Cemal Süreya şiiri denilince akla ilk gelenler dil ve imgedir. Mülkiye dergisindeki “Şarkısı Beyaz” yayımlanan ilk şiiridir: “Ayıcılar geçti, affedilmemiş insanlar geçti Şehirler taş yürekliydi şarkısıbeyaz…” İlk şiiri yayımlanınca günlerce uyumadığını söyleyen Süreya, “İlk şiirden sonra bir hız geldi bana. Mülkiye’de bir öykü, ardından da art arda şiirler yayımladım” diyor. Daha sonra çeşitli edebiyat dergilerinde yazı ve şiirleri yayımlandı. 1950’lerde başını Edip Cansever ve Turgut Uyar’ın çektiği “İkinci Yeni” akımının önce şairlerinden biriydi. Hikayeyi şiirin dışına atan, şiirin temel ögesi olarak imgeyi alan, eski şiirdeki anlam bütünlüğü yerine dizeye önem veren bir akımdı İkinci Yeni. Enver Ercan’la röportajında bu yeni akım için şunları söylüyordu: “İkinci Yeni bir güvercin curnatasıdır. Ben en alçaktan uçuyorum. Avcılardan değil, arkadaşlarımdan korktuğum için.” İlk kitabı “Üvercinka”, 1958’de çıkar. Peki, neydi bu Üvercinka? Cemal Süreya bir röportajında şöyle anlatıyordu: “Üvercinka, güvercin kanadından kısaltılarak elde edilmiş bir sözcük. Barışa, aşka, dayatmaya dönük bir kavram…”
Ölüm yoktur bir air için… “Ya ar, iyi ve güzel olan.”
Çok büyük bir ilgi görür Üvercinka. Bunu daha sonra “Göçebe” izler. O da çok ilgi görür, çokça tartışılır. 1 9 6 6 Haziran’ından 1970 Mayıs’ına kadar düzenli olarak Papirüs dergisini çıkarır. Papirüs’ü 27 Mayıs’ın getirdiği özgürlük havasında ve canlı bir fikir ortamında yayına başlar. “Yanılma Payı” başlıklı yazılarından birinde, şairin hayatının şiire dahil olduğunu; şiir okurunun, şairin yapıtına yansımamış hayat bölümünü de o yapıtın bir parçası saydığını söyler. Ve bir İstanbul aşığıdır Süreya. Her zaman İstanbul’u çok sevmiş, öğrenciyken ya da devlet memuru olarak çalışmak zorunda olduğu Ankara’dayken bile, “Şair dediğin İstanbul’da yaşar” diyerek İstanbul’a olan sevgisini dile getirir, Ankara O’nun için “İyi kalpli üvey ana”dır. Şiirlerinde erotizme sıkça rastlanır. Erotizmin vazgeçilmezliğini açıklarken “Edebiyatımızdan 10 güzel şiir seçsek bunun altısı, yedisi kesinkes aşk şiiri olacaktır” der, Behzat Ay’ın sorularını yanıtlarken. Bunun yanı sıra toplumcu bir
Kanto
şair olduğunu da vurgulamalıyız. Ama onun şiiri Enver Gökçe, Hasan Hüseyin Korkmazgil gibi gümbür gümbür değildir.
“ R M Z N EVL YA ÇELEB S ” Bu yazıyı hazırlarken Feyza Perinçek ve Nursel Duruel’in “Şairin Hayatı Şiire Dahil-Cemal Süreya” kitabını bir kez daha okuma fırsatım oldu. 2000’e Doğru Dergisi’nde birlikte çalışmışlardı Süreya’yla. “Yazarken kendimi en özgür hissettiğim yayın organı” dediği 2000’e Doğru Dergisi’nin o zamanki genel yayın yönetmeni Doğu Perinçek; “Şiirin Evliya Çelebisi’dir” der, Süreya için. Süreya’nın ardından kendileri de bu dünyadan göçen şairlerimiz O’nu anlatırlar, o en kısa ama en anlamlı ve en uzun cümleleriyle… Can Yücel “Aşk yok gayri memlekette, Cemal Süreya beri gideli” diye anlatır Süreya’yı; Ahmed Arif ise “Eros’tu kendi okuyla kendini vuran” der O’nun için. Ama ölüm yoktur bir şair için… Dizeleriyle her gün yüzlerce yürekle birlikte atar. Necati Cumalı’nın dediği gibi “Yaşar, iyi ve güzel olan.” (Cemal Süreya, Şairin Hayatı şiire dahil, Feyza Perinçek-Nursel Duruel, Kaynak Yayınları)
Ben nerde bir çift göz gördümse Tuttum onu güzelce sana tamamladım Sen binlerce yaşayasın diye yaptım bunu Bir bunun için yaptım -Garson bira getir Garsonun adı Barba Ben nereye gittimse bütün zulumlardı Bütün açlıklardı kavgalardı gördüğüm Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu Namussuz bir çağ bu biliyorsun -Garson rakı getir Garsonun adı Hakkı Sen belki de bir resimsin ne haber Kırmızı bir Beykoz’un yanında duruyorsun Yapın bir de ağaç yapmış yanına Dallarına konsun diye kelimelerin -Garson şarap getir Garsonun hali harap
Yalnızız Cemal Abi Bu rakıyı diyorum Cemal abi bu rakıyı içmek seninle Kars’a gitmek gibiydi Senin şiirinle diyorum Cemal abi rakı uzun içilirdi Kars’a uzun gidilirdi Senden sonra diyorum Cemal abi Kars’a şiir gitmiyor Kars kısa, rakı tatsız senden sonra şiirde her şey dibe çöküyor anla, öyle yalnızız (Haydar Ergülen, Güngör Demiray’a Mektup, Cemal Süreya Arşivi)
Aydınlık KİTAP
ARAKABLO
SEYY T NEZ R
11 OCAK 2013 CUMA
15
Tanpınar: “Türkiye bir iç harbi yaşıyor.” “Her vesile ile tezahürat yap yorlar. Üniversite; üniversite oluyor. Yeniden do uyor” seyyitnezir@yahoo.com Beşir Ayvazoğlu, Türk Edebiyatı’nda (Şubat 2008) İnci Enginün ve Zeynep Kerman’la söyleşisinde, günlükleri okuduğunda dehşete düştüğünü söylüyor. “Bunları ortaya çıkarmamak gerekir” diyor. Aslında bu gizleme tutumu, Mehmet Kaplan’dan beri sürüyor. Bir noktayı yeniden vurgulayalım: Bu ülkede yurtseverler, emperyalizme karşı 150 yıldır aydınlanma ve çağdaşlaşma savaşı verirken, görünürde Batı’ya karşı olan İslâmcılar (ve genel olarak sağ), gerçekte, tıpkı bugün olduğu gibi, ülkeyi talan etme doğrultusunda her türlü yobazlığa başvurarak sırtlarını Batı’nın sömürücü güçlerine dayadı. İlericileri tepeleme fırsatı yakalamak için her türlü işbirliği denendi: Batı’nın maşası oldular, Batı düşüncesinin en geri unsurlarını yere göğe koyamayarak İslâm’a bulaştırmaya çalıştılar; nice tarihsel olguyu ve gerçeği gizlediler, Batı’nın pompaladığı her türlü hurafeyle barışık yaşadılar. Ayvazoğlu’nun tutumunda yadırgatıcı bir yan yok. Nitekim onu “dehşete düşüren” de, DP’nin yargılanması sırasında, Tanpınar’ın, “o kadar adamın idam edilmesini istemesi”dir. Oysa Tanpınar’da böyle bir söylem yok. Tam tersine, DP yönetiminin ülkeye kaybettirdiği 10 yılı, getirdiği onca yıkımı, topuna birden verilecek en ağır cezaların bile gideremeyeceği savındadır. Ayvazoğlu asıl hıncını şu sözcüklerde dışa vuruyor: “...onun gibi bir aydına yakışmıyor.” Çünkü sağcılar, Tevfik Fikret’in dediği gibi, nasıl “putlarını kendileri yapıp kendileri tapıyor”larsa, Tanpınar’ın da kimi düşüncelerini gizleyerek kafalarında yarattıkları Tanpınar’ı taparcasına benimsiyor, yıllar sonra gerçeği öğrenince, bu kez dehşete kapılıyor, sanki birkaç taneymiş gibi, “Hangi Tanpınar?” diye kara kara sormaktan kendilerini alamıyorlar.
TANPINAR’A KÖTÜLÜK Ayvazoğlu, “Demokrat Parti’den bir kötülük de görmüş değil sanıyorum.” demekle, Tanpınar’ın DP karşıtlığına sebep ararken, aslında sağın devlet düş-
manlığının derinlerinde yatanı nedeni açığa çıkarıyor. Enginün, “Ama burada şahsi kötülük söz konusu değil.” deyip aslında Tanpınar’ın “o çapsız ve düzeysiz aydınlardan” olmadığı konusunda uyarıyor. Ardından küçümencik bir gizlemeyle ekliyor: “Devlete [DP’lilerin] kötülük yaptıklarını söylüyor; fakat bu kötülüklerin ne olduğunu da söyleyemiyor aslında.” Demez mi? Konuya bu biçimde yaklaşmakla ona asıl kötülüğü kimler ediyor acaba? Tanpınar’ın DP üstüne neleri söyleyip söyleyemediğini Aydınlık okurları onun 27 Mayıs dönemi yazılarında haftalardır gördü aslında. Ama asıl mesele şu olguda saklı: Daha 1960’larda solu niye sağa tercih ettiğini soran Ferruh Bozbeyli’ye, İnönü şu unutulmaz yanıtı verir: Sağcılarda devlet fikri yok!.. Gerçekten de sağcılar, devleti arpalık olarak görürler; onlara göre, devlet malı deniz, yemeyen domuzdur. Milletse buna oylarıyla izin veren irade sahibidir (yani toplumun tarih boyunca ayartılan bir yarısıdır). Parasal destek karşılığında, Tanpınar’ın günlüğünde Necip Fazıl ve Peyami Safa’yla örneklediği gibi (14.06.1961), İslâmcılar, ülkeyi talan peşindeki yöneticilere yurtseverleri jurnal eder. Kişisel zarar gördükleri anda ise devletin de milletin de karşısına geçerler. Sol, ülke için her türlü işkenceye katlanır, devletle savaşır, onun gâvura peşkeş çekilmesine direnir. İşte Tanpınar da bu gerçeği vurgulayan bir Cumhuriyetçidir. Günlüklerinden vereceğimiz kimi küçük parçalar bile bunu göstermeye yeter:
DEVLET VE M LLET 30 Nisan [1960]- İstanbul’daki hadiselerin tazyiki altındayım. ... Örfi idare dolayısıyla ancak sızabilen havadisler dahi korkunçtu. İlk düşüncem zavallı çocuklar oldu. ... Adnan Bey [Menderes] ne yapsa İsmet Paşa’nın, Atatürk’ün ve daha evvel devrilen hanedanın prestijine sahip olamaz. [...] Biz devletimizden gayrı serveti ve güveneceği olmayan bir milletiz. Daima millî birlik sayesinde yaşadık. Bu ayrılık, araya kan düşmesi hiç de güzel bir şey değildir. [...] Talebe askere teslim olacağını söylemiş. Asker daima efendidir, centilmendir. Bunu ben şahsen 1927’de tecrübe ettim. [...] 1 Mayıs [1960]- ... Üniversite ile
beraberim: Yapılana inandığım için, icap ettiği için, haysiyet meselesi telakki ettiğim için. [...] Talebelerim içinde hiç olmazsa bir kişi bana inanmıştır; onun için onlarla beraberim. Şark memleketlerinin hakikaten garplı olabilmeleri için birtakım mebdelere [ilke] inanması lazım: Bunların başında her çeşit hürriyetin zaruri olduğuna, nefes almak gibi bir hak olduğuna inanmamız lazım. Garp... Hitler’i ne yapıyorsunuz? Hitler veya Hitlerizm, bir çeşit sar’a ve delilikti. Ben aklî muvazenesi yerinde olanlardan bahsediyorum. [...] İsmet Paşa bir seviyedir. Onun için üniversite gençliği onu seviyor. [...]Yahya Kemal’in gençlik programı: Milletimize Fransız İhtilali’ni öğretmek. Fransız İhtilali’nin tarihi, bir devlet adamını hatalardan ne kadar kurtarabilir? [...] 8 Mayıs [1960]- Tezahürat ve açıktan açığa devletle mücadele arzusu üniversite gençliğinde adamakıllı artmış olacak ki, her vesile ile tezahürat yapıyorlar. En ümit verici şey gençliğin kimseden emir almadan cemiyete bir mihverle böyle tutunmuş olmasıdır. Üniversite; üniversite oluyor. Yeniden doğuyor. [...] 28 Mayıs [1960]- Sabahleyin iner inmez otelci Türkiye’deki askerî hareketten bahsetti. Vatana ak yüzle dönebileceğiz. Kurtulduk. 26 Temmuz [1960]- ... Niçin bu kadar kısırız? Çünkü bu kısırlık beni aşıyor. Burada ferdîden çok içtimaîye giden bir şey var. [...] Her şey bizde geç oluyor. Erken başlıyor fakat geç oluyor. [...] Yahya Kemal’in bir sözü: “Fransa başkadır Hamdi, onlar iyi tahsil görürler, hayatları muntazamdır.” [...] 30 Temmuz [1960]- ... Solcu gizli, musır [ısrarcı] ve cahil. Sağcı, milliyetçi geçinenlerin hepsi cahil ve kupkuru. Ortadakiler darmadağınık. [...] 2 Ağustos [1960]- ... Paşa’nın [İnönü] yapacağı şey, partisi içinde daha sosyalizan bir zümre arayıp onu ortaya çıkarmaktı. Atatürk zihniyetine, hiç olmazsa başlangıcında daha sadık olurdu. [...] 27 Ağustos [1960]- ... Türkiye gizliden gizliye bir iç harbi yaşıyor. Burada bütün dünya ile beraberdir. Ben ne sağdanım, ne de komünist veya declaré
[bildiri] sempatizanıyım. Sadece demokratım, mümkün olursa, demokrat sosyalist bir teşekküle girerim ve memnun olurum. [...] Sağcı olmak çok güç, hattâ imkânsız. Evvela, memleketimde en cahil ve budala insanlar sağcı. Yahut da aşikâr şekilde hain ve ahlaksız. Peyami Safa... Peyami Safa’dan daha iğrencine tesadüf edilir mi? [...] Asıl milliyetçi, Yahya Kemal ile benim. Hiçbir şeyi inkâr etmiyorum. Her şeyi ve bütün tarihi yaşıyorum. [...] 11 Eylül [1960]- ... DP’nin zulmüne göğüs geren asıl odur [CHP ve İnönü]. Memleketi üstlerine geçireceklerdi nerdeyse! [...] 1 Nisan [1961]- ... Eski Osmanlı kendi vaziyetini bilir ve kabul ederdi. Fakat Osmanlı da nedir? Düpedüz cahil alayı. [...] 10 Nisan [1961]- ... Sanatkâr bilmeli ki, efkâr-ı umumiye yoktur; daima birkaç yüz kişi vardır. Bu birkaç yüz kişi senin ayarında olursa ayağın sağlama basar. [...] 11 Ocak [1962]- ... Gariptir ki eserimi sathî okuyorlar ve her iki taraf da ona göre hüküm veriyor. Sağcılara göre ben angajmanlarım –Huzur ve Beş Şehir– hilafına sola kayıyorum, solu tutuyorum. Solculara göre ise ezandan, Türk musikisinden, kendi tarihimizden bahsettiğim için ırkçıların değilse bile, sağcıların safındayım. [...]
HANG TANPINAR? Hece Dergisi’nin Ahmet Hamdi Tanpınar özel sayısında, “Hangi Tanpınar?” başlıklı sunuda şunlar yazıldı: “27 Mayıs’ta ise tam bir darbe alkışçısı kesilir. ... Yazdıklarını okuyunca, o kültür, düşünce, edebiyat adamı olan Tanpınar’ın İlhan Selçuk, Yekta Güngör Özden ve Vural Savaş’ın yanından konuştuğunu görürsünüz.” (S: 61, Ocak 2002, s. 4) Toparlarsak tek Tanpınar var*. O da, üstadı Yahya Kemal’in Ziya Gökalp’i yanıtlarken tanımladığı... “Kökü mâzîde olan âtiyim.” Sonsuz akıp gelen zamanda kesinsiz ama öngörülen bir geleceğe uzanmak üzere sanat ve uygarlıkla somutlaşan içsel aydınlanma ve çağdaşlıktan yönlü bir günceli yakalayarak evrensele bütünleşme tutkusundaki Tanpınar...
16
11 OCAK 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
İntihar etmiş bir taşra berberinin şiir kitabı ve önsözü ster kurgusal ister somut bir ki i olsun, edebiyat dünyam z onun yazd klar n tart ma masas na ta mal d r. Adem’in de indi i birçok konu günümüz irinin yak c sorunuyla ilgilidir ve daha önemlisi günümüz airlerinin birço u gerçekte birer Adem Yoksun de il midir? CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com Varlığından sosyal medya aracılığıyla haberdar olmuştum. Sonra, Batman’da yaşayan şair Polat Onat kitabı bana ulaştırdı. İçeriği, ortaya çıkış biçimi, yazılış amacı ve yazarının dillendirdiği hedefleri bakımından okuduğum en ilginç kitap oldu. Yazının başlığı aslında sözünü ettiğim kitabın adıdır. Bunun yayınevinin bir satış tercihi olduğunu düşünmemi gerektirmeyecek bir emare yer almıyor kitapta. Kitabın yazarı: Adem Yoksun. Yüz on beş sayfalık bir önsöz ve kırk iki sayfada yer alan kırk beş şiirden oluşuyor kitap. Türk edebiyatının muhtemelen en uzun önsözünün ilk sayfasında şöyle diyor Adem: “Şiir varken bunca söze ne hacet, diyebilirsiniz. Lakin bu eserimi tamamladıktan sonra intihar edeceğimi sizlere daha en başta belirtmek istiyorum ki tüm yazdıklarımı mümkün olduğunca özenli okuyasınız.” Polat Onat’ın bana gönderdiği kitaptaki ithaf yazısında ise dikkat çekici bir ifade var: “Adem Yoksun diye biri yok diye düşünüyorum… Ama belki de yalan söylüyor olabilirim.” Polat Onat’ın çetrefilli bir bulmacayı andıran bu ithaf yazısına daha sonra döneceğim. Öncelikle kitaptan söz edeyim. Adem Yoksun, yaşamıyla ilgili verdiği karardan bir daha hiç söz etmiyor. Sürükleyici bir roman kurgusu içinde akıp giden anlatımında kararıyla ilgili dramatik bir imada da bulunmuyor. Bu durum intihar gibi bir kararın okuyucu üzerine bıraktığı ağır yükü tabii ki ilerleyen sayfalarda bütünüyle almasa da hafifletiyor. Adem Yoksun’un önsözünde neler yok ki! Onunki ön söz değil, âdeta bir son söz sanki. Belki her ikisi de. Okuru şaşırtan ve ön sözü farklı kılan da içeriğinin barındırdığı zenginlik. Adem’in ön sözünün şiirlerinden daha ilginç ve dikkate değer olduğunu öncelikle belirtmeliyim. Şairimiz öyle bir kurgu yapmış ki bu metin içinde kendisinin edebiyatla ilgili şaşırtıcı ve zihin açıcı düşüncelerinin yanında şiirlerinin yazılış süreci ve anlam değerleriyle ilgili bilgi, uyarı ve ipuçları da yer alıyor. Şiir sanatı ve Türk şiiriyle ilgili tahlil, saptama ve öneriler bulunuyor. Bunlardan bazılarını paylaşmadan geçmek istemem: “On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğinde yaşanan Fransız şiirindeki devinimsel çı-
karsamaları bir tuzak olarak değil, hükümsüz zenginlik olarak kültürel dokusundan bağımsız şekilde harmanlayabiliriz.” “Kalıplaşmış sanat formüllerinin sahte bir sinyalizasyonla ekarte edildiği günümüzde nereye doğru yol alıyoruz ki? İşte böylesi sorular yanıt bulmalı sanat çevrelerinin unuttuğu karanlık dehlizlerin nemli kuytusunda vahşi kahkahaları öfkeyle boğarak.” “Zor olan şiir yazabilmek değil, hayatın içindeki şiiri görebilmektir.” “Geri getirilmesi imkânsız zaman süzgeçlerinde, kendini hırpalamış şiirsel imgelerin acımasızca kullanılmak suretiyle katledildiği günümüzde, insan artık sanathayat düzleminde önüne çıkan yapay engellerin hesabını sormasını bilmelidir.” “Üretilen yapıt, bodrum katta küflenen şemsiye kadar olsun ekseni haricinde zıplama yapamıyorsa bırakalım bu işi birader!” “Hayat anlamını edebiyatın parlak kılıcını savurmakla biçimlendirmez.” Adem’e kelimelerin yetmediğini, düşüncelerinin cümlelere sığmadığını söyleyebilirim. Meslek lisesi ikinci sınıftan terk bir berber çırağı olarak edindiği birikim, keskin zekâsı ve şiir idealiyle onun, taşranın insan sıcaklığı taşıdığı söylenen dar ve sığ kazanı içinde nasıl bir ıstırapla kavrulduğunu öngörebiliyorum. Anlayamadığım oralarda, o şartlar içinde böylesi bir birikimi ve seçkin ideali nasıl edindiğidir. Adem Yoksun’un öyle betimlemeleri var ki değme romancılara taş çıkartır. Konunun ruhunu yansıtan bir kelime seçimine dayanan anlatımı eski kelimelerin ağırlığını taşısa da o bu yükü gündelik deyişlerle hafifletiyor. Düşünce yoğunluğu içinde kıvranan dilini mizahi söyleyişlerle soluklandırmayı biliyor. Yazdığı şiirlerle ilgili verdiği bilgileri, yaşamından bazı kesitleri, bazı kişi ve çevre betimlemelerini şiir kitabının ön sözüne ustaca yerleştirmiş olması onun edebi yeteneğini gösterdiği kadar ön sözünü de seçkin ve muteber kılıyor. Evet, sanırım böylesi bir önsöz Türk şiir tarihinde ilk kez okur karşısına çıkıyor. Adem Yoksun şöyle yazıyor bir yerde: “Şiirsellik temayülü bünyende temerküz etmişse adımların cehennem istikametine hafiften yönlenmiştir, ben bunu bilir bunu söylerim kanka! Şahsen, anlattığım olguların yaşa-
nabilir tiksintilerini incelikle hesaplayamadığım için giriştim böyle bir kitap projesine. Bu çabamda başarılı olamayacağımı da elbette adım gibi biliyorum. İşin kusursuz ütopyaları işlevsizleştiren büyük revizyonu burada düğümleniyor işte: Yenilmek.” Aslında Adem Yoksun kendi şiirine çok güveniyor ve ön sözünü de bir şaheser olarak görüyor. Fakat bu ifadelerinde ne denli samimidir ne denli ironiktir ya da mizaha yaslanmaktadır, karar veremedim. O ifadelere işte birkaç örnek: “Edebiyat dünyasının beni ne büyük şevk ve heyecanla beklediğini, ortaya koyacağım başyapıtların hayalinin zihinlerde tortulaştığını, değişmesi gereken tarihsel sürece öncülük etmemin beklentisinin gövdeleştiğini kavradım.” “Gittikçe arttıktan sonra sisli zirveye ulaşma temayülündeki estetik beğenimin, kimi yadırgamalara maruz kalacağı muhakkak.” “Şiirimizi tek başıma muasır medeniyetler seviyesine yükseltemem ki!” Adem Yoksun gerçek bir kişi midir yoksa kurgusal bir karakter midir, bilemiyorum. Eğer gerçek değilse bir kurgu ürünüyse buna sevinirim. Çünkü onun kurgusal bir karakter olması bu kurguyu yapan şairimizin intihar etmemiş olduğunun, yaşadığının delilidir. Eğer gerçek bir kişiyse ülkemizde bu denli bir donanıma sahip nice Adem Yoksunların bulunduğunu bize düşündürdüğü ve bu düşünceye hayatiyet kazandırdığı için ona teşekkür etmeliyiz. Burada Polat Onat’ın yazının başlarında aktardığım sözüne dönmek isterim. Polat Onat’ın ithaf yazısındaki “Adem Yoksun diye biri yok diye düşünüyorum.” sözü, kitabı okuduktan sonra aklıma düşen
şüpheyi bir kez daha kışkırttı. Yeniden kitaba döndüm. Kitabın 164. sayfasında Adem Yoksun’un kısa biyografisi yer alıyor. Ve bu biyografide 2010 yılında bilinmeyen bir nedenle yaşamına son verdiği bilgisi veriliyor. Bütün bunlar ister bir düzenleme isterse gerçeğin anlatımı, Adem Yoksun’sa ister kurgusal ister somut bir kişi olsun, edebiyat dünyamız onun yazdıklarını tartışma masasına taşımalıdır. Adem’in değindiği birçok konu günümüz şirinin yakıcı sorunuyla ilgilidir ve daha önemlisi günümüz şairlerinin birçoğu gerçekte birer Adem Yoksun değil midir? Şöyle de söyleyebilirim: Toplumsal alandaki konumu, işlevi, şiir alanında yaşadığı sorunlar, çektiği sıkıntılar, şiirsel kimliğiyle ilgili umut ve beklentileri, düş ve hayalleriyle ve kendi evreninde sıkışıp kalmışlığın huzursuz ruhu ve yalnızlıkla beslenen ruh yaralarıyla Adem Yoksun’un gerçekliği bir tarafıyla da bugünün şairinin alegorik düzlemde temsilidir. Toplum katında var oluşunu gerçekleştirememiş, kabulünü onaylatamamış her şair sonuçta bir Adem Yoksun’dur. “Kalem” bir bakıma adsız ve kürsüsüz şairin şiiridir: kulenin dibinde bulamamıştım sözcüklerimi geziyordu sahilde saatlerin tekinsizliği beş dakika nedir ki gelir geçer ses kuruyor boğazımda otların içinde açmaz ki şiirler çekilmesi dolaysız değilse sakin çalışıyorum renk vermeden kalemimin ucuna dolan yara tükenmez gönlüne buz düşer artık yazma sana söylüyorum evet sana kitabını dünya gözüyle görmeyen
Aydınlık KİTAP
11 OCAK 2013 CUMA
17
Fareler insanlara karşı Sansür giri imi sayesinde, üzerine çok kez yaz l p çizilmi ve belki de bir kitap ekinde normal artlarda tekrar tan t m yap lmayacak olan bu büyük edebiyat eserini tekrar incelemeye ald k. Gericilerin fark nda olmadan yapt klar en iyi i budur i te: Ava giderken avlanmak “Fareler ve nsanlar” filminden...
CEYHUN İLSEVER George anlatmaya başladı: “Bizim gibilerin ailesi yoktur. Biraz paraları olduğunda hemen harcayıp bitirirler. Onları düşünen tek bir kişi bile yoktur bu dünyada…” “Ama biz öyle değiliz’ diye sevinçle bağırdı Lennie. ‘Şimdi bizi anlatsana.’ George bir an sustu. ‘Ama biz öyle değiliz,’ dedi sonra. ‘Çünkü…’ ‘Çünkü sen varsın benim yanımda ve…” Gelin yeni bir kitap yazalım. Yazarının, bir şiirden ve hayatına girmiş olan bir karakterden ilham alarak yazdığı “Fareler ve İnsanlar” adlı kitaptan esinlenelim biz de. Fakat baştan aşağı bükelim kitabı. Steinbeck zıt iki karakterin uzlaşmaz uyumunu anlatsın eserinde. Biz ise zıt iki dünya görüşünün 21. yüzyıl Türkiyesi’ndeki uzlaşmaz savaşımını... Kitabın ismini de 180 derece döndürelim. “Fareler ve İnsanlar”ı, “Fareler İnsanlara Karşı” yapalım. Çünkü bugün Türkiye’de fareler insanlara karşı. İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü Kitapları İnceleme ve Değerlendirme Komisyonu, Amerikalı yazar John Steinbeck’in ünlü eseri “Fareler ve İnsanlar”ı sakıncalı bularak Milli Eğitim Bakanlığı’ndan sansürlemesini talep etti. Sel Yayınları’ndaki çevirinin 63. ve 64. sayfalarında üç paragraf genelev tasviri yapılıyor ve bu bölümün komisyon tarafından “ahlaki” bulunmayarak sansürlenmesi isteniyor. Dünya üzerinde genelev diye bir şey olmadığı için yazarı ayıplayabilirsiniz! Kanımızca doğru olan sansürcü kafaya şu mısralarla cevap vermek: “Size güzel bir eş lazım, olmadı Freud lazım!”. Cinsel bastırılmışlığınızla baş başasınız. Sansür girişimi sayesinde, üzerine çok kez yazılıp çizilmiş ve belki de bir kitap ekinde normal şartlarda tekrar tanıtımı yapılmayacak olan bu büyük edebiyat eserini tekrar incelemeye aldık. Gericilerin farkında olmadan yaptıkları en iyi iş budur işte: Ava giderken avlanmak.
DOSTLUK GÜVENE DAYALIDIR Eserdeki olaylar Steinbeck’in de doğduğu ve çocukluğunu geçirdiği Kaliforniya’nın Salinas kentinde geçiyor. George ve Lennie, çiftlik sahibi olma hayaliyle iş kovalayan iki tarım işçisi, iki dost. Lennie zekâ probleminden dolayı paniklediği anlarda kas
John Steinbeck
gücünü yönetemiyor ve sevdiği hayvanları öldürüyor. Bu yüzden de sürekli işten çıkartılıyorlar. George ise her seferinde böyle birisiyle birlikte olduğu için kaderine lanet okuyor, fakat yine Lennie’yle birlikte yeni bir iş arayışına girişiyor. Birbirine zıt gözüken ikili, yakışıklı ve zeki George ile iri yarı ve yarım akıllı Lennie’nin ilişkisi dünya edebiyatındaki en sıra dışı arkadaşlık biçimlerinden birisini resmediyor. Her iki karakterin yaşamdaki itici gücü çiftlik sahibi olma hayalleri. Yalnızlık ve yoksulluklarıyla çelişen bu hayal ancak güvene dayalı bir ilişkinin sığınağında olabilirlik kazanıyor. Eser, dostluğun merkezine güveni koyuyor. Görünürde birbirine zıt olan iki karakter, hayalleriyle, dayanışma, aidiyet, fedakârlık gibi benzer istekleriyle aslında hiç de uzak olmayan iki yoldaş. Elbette ne güven ne de diğer dinamikler sonucu değiştirebiliyor. Yoksul emekçilerin, gerçekliğin çok uzağındaki hayallere karşı besledikleri çaresiz inanç herhalde çok az eserde “Fareler ve İnsanlar”daki etkileyicilikte anlatılmıştır. Hayal sahibinin ölümü üzerinden hayalin bitişi – işte o kaçınılmaz kader- dünya emekçilerinin trajedisini okura, “400 darbe” etkisiyle sunuyor. Yaşananlardan sonra bir işçinin “Bu ikisinin canı niye sıkkın, hiç anlamadım ben” yorumu ise trajedinin sıradanlığını ve kaçınılmazlığını göstermesi bakımından anlamlı. Bu durum aynı zamanda büyük Amerika krizinden sonra “Amerikan Rüyası”nın tükenişini de gözler önüne seriyor.
lında ise Nobel Edebiyat Ödülü alıyor.
120 SAYFAYA SI AN MÜTH ZENG NL K
S Z S ZE ANLATALIM
Steinbeck bu yapıtında sadece karmaşık bir insan ilişkisini anlatmıyor. Yan konular olarak görülen toprak işçisi ile kapitalist toprak sahibinin kavgası, zencinin aşağılanması, kadının uğradığı ikinci sınıf insan muamelesi (işçi ve toprak sahibi tarafından) ana konuyla öylesine ustalıkla birleştirilmiş ki ortaya bütüncül bir eser çıkıyor. Emek sermaye çelişmesini arkadaşlık, ekonomi, ten ve cinsiyet ayırımı üzerinden 120 sayfada aktarabilmek ise John Steinbeck gibi bir düşün ve kalem ustası ile mümkün olabiliyor. Çocukluğunu dersleri dışında çiftliklerde çalışarak geçiren John Steinbeck üniversite öğrenimi sırasında da tezgahtarlık, ırgatlık, marangozluk, laborantlık, boyacılık, kapıcılık gibi işlerde çalışmış. Görüldüğü gibi kendisi de bir emekçi olan Steinbeck birçok eserinde emekçilerin yaşamını başarıyla anlatıyor. Ekonomik kriz dolayısıyla Kaliforniya’ya göç eden bir ailenin dramını anlattığı “Gazap Üzümleri” ile Pulitzer Ödülü kazanan yazarın ayrıca, “Bitmeyen Kavga”, “Cennetin Doğusu” gibi başyapıtları başta olmak üzere çok sayıda eseri ile genç nesillerin sosyalist olmasında ve 68 dünya gençlik hareketinin oluşmasında büyük katkıları bulunuyor. Nobel’in hak edene verildiği eski zamanlarda, 1962 yı-
Belki de “Fareler ve İnsanlar” kitabını sansürlemek isteyenler bile bunu neden yaptıklarının farkında değiller. Sorunun sadece genelev anlatımı olduğuna kendilerini inandırmış olabilirler. Biz onlara kendi gerçeklerini söyleyelim. Güvenmek ve dayanışmak, uğruna ölmek ve öldürmek, geleceği hayal etmek, kapitalist toprak sahibine baş kaldırmak, kadına hak ettiği gibi davranmak, onu üretime sokmak ve el üstünde tutmak… Bunlar sizin dünyanızda yeri olmayan, sizin iktidarınızda savaş açılan erdemler. Siz bu kitabın iki sayfasından rahatsız değilsiniz, eserin temsil ettiği her şeyin karşısındasınız. Başbakanınız hasta yatağındayken onun kuyusunu kazarsınız. Tuzla Tersanesi 135. şehidini vermişken oğlunuza ikinci gemiciği almaktan çekinmezsiniz. Kadını köleleştirmeyi farz edinmiş olanlarsınız siz. Evet, fareler insanlara karşı… Ve bilginiz olsun, tarikatınızla, eğitiminizle, sadakanızla kararttığınız gençleri bu kitaplarla elinizden kurtaracağız. Silivri, dinlenen telefonlar, sansürlenen kitaplar, yıkılan heykeller, hepsi geçecek, hepsi geçmiş. Yıkılacak duvarlar, güvenli ilişkiler, sadakat ve özgürlük hepsi aynı şey, hepsi bugün, hepsi gelecek. “Fareler ve İnsanlar”a esin olan şiiri Aydınlık gazetesinde her gün gördüğümüz gelişmelerle yeniden yorumlasak diyoruz: “En iyi planları farelerin ve riyakarlıklarının / Sıkça ters gider”. Haydi, gidip kitapçıdan kendimize ve arkadaşımıza birer tane “Fareler ve İnsanlar” alalım…
18
Aydınlık KİTAP
11 OCAK 2013 CUMA
tirakiyuncular, Komünistler ve Pa a Hazretleri
YENİ ÇIKANLAR
Filmozofi
Erteleyi
Daniel Frampton, Metis Yay nlar , Çev: Cem Soydemir, 344 s.
Jean Pierre Gibrat, Flaneur, Çev: Bilge S. nand , 255 s.
Sinemayı başlı başına felsefi bir alan, bir düşünme çabası olarak gören yazar ve sinemacı Daniel Frampton, getirdiği yeni yönteme “Filmozofi” adını veriyor. Filmozofi, bir biçimin eyleminin film-zihnin dramatik düşünmesi olarak görülmesini mümkün kılar. Dolayısıyla filmozofi, bir anlamda, hem anlatının berisinde kalanlarla ilgili “gösterim” kuramlarının hem de sahneleme estetiği kuramlarının bir uzantısı ve tamamlayıcısı olarak da görülebilir. “Filmozofi”, film biçimini düşünülmüş bir şey olarak, filmin dramatik kararı olarak görmemizin, filmin anlatabilme ve etkileyebilme yollarını anlamamıza yardımcı olacağını ileri sürer.
20. yüzyıl tarinin derin acıları ve hesaplaşmaları Gibrat’ın keskin mizah anlayışıyla Le Sursis’te yoğruluyor. “Erteleyiş”in baş karakteri Julien ile birlikte okur insanlığa ve hayata “ölü” olduğu, artık var olmadığı yerden, mesafe alarak bakma şansı yakalıyor ve savaşa karar verenlerin hırsları yüzünden yitirdiklerini geri almaya çalışıyor. Efsanevi çizer Gibrat, işgal altındaki Fransa’nın küçük bir kasabasında, terk edilmiş bir evin çatı katından evrene bakan Julien’i çiziyor. Flaneur Comics, yayın hayatına çizgi sanatının büyük ustasının Türkçedeki eksikliğini gidermeye çalışarak başlıyor.
1920 ilkbaharından, 1921 ilkbaharına kadar “Yeni Türkiye”nin iç politik sahnesi, Londra’nın ve Moskova’nın etkileri altında nasıl biçimlendi? Emel Akal’ın kılı kırk yaran araştırması bu soruya ışık tutuyor. Ankara’da bir istiklal harbi yürüten ve kendini dünyaya kabul ettirmeye çalışan Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti... Anadolu’da saman alevi gibi yayılan Bolşevik sempatisi... Oluşum halindeki Türkiye Komünist Partisi, popülist sosyalist Halk İştirakiyun Fırkası ve diğer solcuların faaliyetleri...
Amerikalı Bilimkurgu ve Fantezi Yazarları Derneği’nin başkanlığını yürüten John Scalzi, “Zoe’nin Öyküsü”nde “Son Koloni” romanındaki olaylara on yedi yaşındaki Zoe’nin açısından yaklaşıyor. Jane ve John yeni koloni Roanoke’nin kuruluşuna yardım etmek üzere görevlendirilir. Obin ırkından iki yaratık da hep Zoe’nin yanındadır ve amaçları Zoe’yi korumaktır. Şimdi Zoe ve arkadaşlarının karşısında kurtadamları hatırlatan korkunç yaratıklar ve akla gelmeyecek tehlikeler vardır. Scalzi, en iyi roman dalında Hugo Ödülü’ne aday gösterilen bu kitabıyla bizi tekrar “Yaşlı Adamın Savaşı” evrenine davet ediyor.
Sanat Dünyalar
Zavall
Hep Seni Sevdim
Anadolu’nun Azizleri
Howard S. Becker, Ayr nt Yay nlar , Çev: Evren Y lmaz, 448 s.
Timur Soykan, K rm z Kedi Yay nevi, 500 s.
Ecevit Karaca, Sepya Yay nc l k, 160 s.
Hanspeter Tiefenbach, Arkeoloji ve Sanat Yay nlar , 355 s.
Sanatı kolektif bir eylem olarak ele alan bir klasik sosyoloji ve sanat kitabı diyebileceğimiz “Sanat Dünyaları”, bir sanat eserini “yaratan” üreticiler, satıcılar, icracılar, eleştirmenler ve tüketicilerden oluşan işbirliği ağı üzerinde duruyor. 1982 yılında yapılan ilk baskısı gerek sanat gerekse sosyal bilimler alanında bir başyapıt olarak kabul gören “Sanat Dünyaları”nın 25. yıl özel baskısında yazar çok geniş bir kesimin etkilendiği bu büyük eserin ortaya çıkış sürecini de anlatıyor okura. “Sanat dünyalarının nasıl işlediğine dair ilginç ve çığır açıcı bir gözlem.”
Türkiye sinsi bir devrim yaşıyordu. 80 yıllık savaşın galibi laikler bütün mevzilerini kaybederken yeni bir devlet inşa edilmekteydi. İki komiserden biri, kayıp bir genç kadını arıyordu, diğeri ülkeyi sarsan “derin devlet” soruşturmasının içindeydi. Yola çıktıklarında sadece gerçeğin peşindeydiler. Ama siyaset bütün kuralları değiştirmişti. Geçmiş iktidar yalanlar üzerine kuruluydu. Ülkede kartlar yeniden dağıtılırken yeni devletin en büyük güvencesi insanların zaaflarıydı. Ölen kurtuldu. Hayatta kalan dostunun katilini bulmak için bütün ülkenin yalanıyla savaşmak zorundaydı.
Palyaço kanunlarını biliyor musun? Özlemenin çare bulunmaz kederini yaşadın mı hiç? Cem, aşkın ve acının onu nasıl değiştirdiğine şahit oldu. Bir hastane odasında yaşamaktan vazgeçmiş bir kadını inatla yaşama döndürürken, onunla dünyanın en karşı konulmaz aşkını yaşarken ve ardından başına gelenlere katlanması gerektiğinde onu hayatta tutan şey, Palyaço Kanunları oldu. “Hep Seni Sevdim”, ölümün ayırdığı bir aşkla bir başka aşk üçgeni arasında kaybettiklerini arayan ve Palyaço Kanunları’nı tüm dünyaya anlatmak için yaşayan Cem’in kırık, hüzünlü ama satır aralarında umudu hiç terk etmeyen hikâyesidir.
Emel Akal, leti im Yay nevi, 559 s.
Zoe’nin Öyküsü
John Scalzi, thaki Yay nlar , Çev: Cihan Karamanc , 336 s.
İslamiyet’in gelişinden önce Anadolu, Hristiyanlık inancının tarihi açısından pek çok önemli olaya sahne olmuştur. Bu inancın ilk elçilerinin ziyaret ettikleri, İncil’de adı geçen mektuplarını yazdıkları ve daha sonraki kuşakların bin bir türlü cefa ve eziyete karşın inançlarına sadık kaldıkları yer olarak da tarihte ünlenmiştir. İncil’in hemen hemen yarısı Anadolu ile bağlantılıdır. Ayrıca en önemli kilise önderlerinden birçoğu da bu topraklarda yaşamıştır. Bu kitap, Anadolu azizlerinin yaşamlarına ve yaptıklarına ışık tutma amacıyla kaleme alınmıştır.
YENİ ÇIKANLAR
Aydınlık KİTAP
11 OCAK 2013 CUMA
19
Kara Kule - Jericho Tepesi Sava
Sherlock Holmes: Dörtlerin mzas
Margerete Buber-Neumann, mge Kitabevi Yay nlar , Çev: Gün Zileli, 400 s.
Stephen King, Alt n Kitaplar, Çev: Oya Alpar, 144 s.
Arthur Conan Doyle, NTV Yay nlar , Çev: Kutlukhan Kutlu, 128 s.
275 aktif Türk illüstratörün 17 ana başlıkta toplanmış eserleriyle reklam ajansları ve öğrenciler için ilk ve tek kaynak kitaptır. 1900’lerin başlarından bugüne 120 ustanın çalışmalarından örneklerin yanında Türk ve Dünya İllüstrasyon tarihi hakkında bilgiler içerirken 275 günümüz ustanın işlerini ve çalışmalarının yapılış aşamalarını içeren “adım adım illüstrasyon” bölümüyle öğrencilere yol gösterici bir kitaptır. Kitabın indeks bölümünde ise alfabetik olarak katılımcı sanatçıların iletişim bilgileri yer almaktadır.
Margerete, Alman Komünist Partisi’nin ünlü yöneticilerinden Heinz Neumann’ın karısıdır. Hitler’den kaçıp sığındıkları Sovyetler Birliği’nde GPU tarafından tutuklanırlar. Sibirya’daki Karaganda kamplarında çok ağır koşullarda zorunlu çalışmaya tabi tutulur. Beş yıl kaldığı Ravensbrück kampına ilişkin anlattıkları Auschwitz kampında yaşananların bir benzeridir. Kitapta, Ravensbrück toplama kampındaki yaşamı, direnişi, Yahova Şahitlerini, kobay olarak kullanılan Polonyalı kadınları, Margarete’nin yakın arkadaşı, Kafka’nın sevgilisi Milena’nın olağanüstü kişiliğini bulacaksınız.
Silahşorların toprakları için kan dökmelerinin ardından dokuz yıl geçmişti. Dokuz yıl önce İyi Adam’ın vahşi ordusu Gilead’ı ele geçirmiş, silahşorları Tanrı’nın unuttuğu yerdeki topraklara sürmüştü. Birlik dağılmış, Roland ve ka-tet’i saldırgan mutantlarla Farson’un paralı askerlerinden canlarını zor kurtarmışlardı. Ama şimdi “Kara Kule”yi ayakta tutan direklerden biri kırılınca durum daha da kötüleşmiş, önce Roland’ın vatanı yerle bir olmuş, ardından Orta Dünya yıkılmanın eşiğine gelmiştir. Jericho Tepesi Savaşı’nda karanlık ile aydınlık arasında can çekişen Kara Kule’nin nefesleri kesen öyküsünü okuyacaksınız.
Yardım almak için Baker Street 221B adresine gelen Mary Morstan’ın anlattığı “açıklanamaz” öykü Dr. John Watson’ı heyecanlandırıyor, dostu Sherlock Holmes’ü ise kendi eseri olan uyuşukluktan uyandırıyor. Çünkü sonuçta Londra’nın tek gayrıresmi danışman dedektifinden başka kim sırra kadem basmış İngiliz subayının, tek bacaklı adamın, onun çıplak ayaklı yardımcısının, kayıp define sandığının ve “dörtlerin imzası”nın esrarını aydınlatabilir ki? Sir Arthur Conan Doyle’un yarattığı Sherlock Holmes, Ian Edginton’ın uyarlaması ve I. N. J. Culbard’ın çizimleriyle bir kere daha görsel bir şölene dönüşüyor.
Ben, El Fakir-Ül-Hakir Sinan
Ölmeyi Bilen Adam Muhsin Ertu rul
Ne Güzel ey Hat rlamak Seni
Sessizli in Sesi 2: Diyarbak rl Ermeniler Konu uyor
Mehmet Coral, Do an Kitap, 248 s.
Ay egül Çelik, Can Yay nlar , 240 s.
Kolektif, Naz m Hikmet Ran, Yap Kredi Yay nlar , 224 s.
Büyük sanatçının bu dev kişiliğin romanında, yaşadığı yüzyılın bütün olaylarını, su katılmamış gerçekliği içinde okuyacaksınız. Mimar Sinan’ın türbesindeki çifte zambak figürünün sırrı nedir? Mihrimah Sultan Camii’ni imzasının formunda mı tasarlamıştır? Mehmet Coral, 2002 yılında yayımladığı Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım romanını 10 yıl sonra yeniden kurguluyor, gönlündeki ve zihnindeki Mimar Sinan’ı yeniden yorumluyor. Ben El Fakir-ül-Hakir Sinan, o meşhur yüzyılın ve o muhteşem sanatçının hikâyesinin oya gibi işlendiği benzersiz bir roman.
“Ölmeyi Bilen Adam”, Türkiye’nin yetiştirdiği büyük adamlardan birinin, Çağdaş Türk tiyatrosunun, sinemasının babası Muhsin Ertuğrul’un yaşamına odaklanan bir anlatı, okurken edebî tatlar alacağınız bir biyografi. Genç kuşak öykücülüğümüzün önemli isimlerinden Ayşegül Çelik, çok sevdiği, eğitimini aldığı tiyatroya ve Türk tiyatrosunun kurucusuna vefa borcunu, on yılı aşkın bir süre üzerinde çalıştığı bu kapsamlı araştırmayla ödüyor. Çocukluğundan itibaren kendini tiyatronun büyülü dünyasında bulan Muhsin Ertuğrul, bu sanatın toplum için kurtarıcı olduğuna inandı.
Nâzım Hikmet’in seçme şiirlerinden oluşan “Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni” kitabı, kitap ve kitapla birlikte verilen 4 CD ekinden oluşuyor. CD’lerde sanatçı Genco Erkal’ın sesinden dinleyeceğimiz 51 Nâzım şiiri, şairin hemen bütün kitaplarından, şiir serüveninin gelişmesini de gözeten, sevda, hasret ve siyasi şiirlerinden dengeli bir seçim yapılarak hazırlandı. Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan “Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni” kitabındaki Nâzım Hikmet şiirlerinden bazıları ise şöyle: “Hasret”, “Sesini Kaybeden Şehir”, “Mavi Gözlü Dev”, “Minnacık Kadın ve Hanımelleri”, “Karıma Mektup”...
llüstrasyon
ki Diktatörlük Alt nda
Kolektif, lke Bas m Yay m, 590 s.
Ferda Balancar, Uluslararas Hrant Dink Vakf Yay nlar , 202 s. Bu kitapta yer alan anlatıları okurken, sözlü tarihin türlü cilvelerini düşünmeden edemedim. Bunlar arasında, hayat hikâyelerinin dinleyicisini “hakikate çağrısı”, farklı iktidar katmanlarının duygular ekseninden ifadesi ve belki de bu kadim şehrin, herkesin, her şeyin üstünden bizlere müstehzi bakışı var. “Sessizliğin sesi” kadar, Diyarbakır’ın bize yüklediği duygusal ağırlığı da hissetmemek mümkün değil bu anlatılarda. Diyarbakır Ermenileri konuşurken, insan ister istemez, yılların sırlarının şehrin surlarından çıkıp bize sorduğu yeni sorular üzerine tefekkür ediyor.
20
11 OCAK 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
Gergedanın öfkesi nsanlar n, köpeklerin, kedilerin, horozlar n öykülerini art k ezberlediniz. imdi s ra gergedan Kofi’de İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com Can Yayınları’ndan çıkan “Kofi veya Bağışlama Sanatı”, Alman yazar Oliver Bantle’nin dilimize çevrilen ilk kitabı. Henüz çok fazla tanınmayan yazar, 1962 Almanya doğumluymuş ve şu an Fransa sınırında bir ormanda yaşıyormuş. Öykülerini, başta “içindeki çocuk”a, sonra tüm çocuklara armağan ettiğini söyleyen Bantle, doğayla iç içe olan yaşamı sonucu hayvanları ve bitkileri çok iyi tanımış olacak ki, baştan sona soluksuz okuyacağınız bir gergedan hikayesi anlatmış. Evet, insanların, köpeklerin, kedilerin, horozların öykülerini artık ezberlediniz. Şimdi sıra gergedan Kofi’de. Kofi, huysuz, somurtkan ve genelde nefret dolu bir gergedan. Aslında küçükken gayet neşeli bir hayvancağızmış. Ta ki, en yakın arkadaşı Antros’la sonraları nefrete dönüşecek bir küslük yaşayana kadar. Babasını küçükken kaybeden Kofi, bir gün hiç tanımadığı büyükbabasıyla tanışınca, sırtında bir yük gibi taşıdığı öfkesi üzerine uzun uzun düşünecek. Kitap, adından da anlaşılacağı gibi felsefi konulara değiniyor. Fakat çocuk edebiyatının “Simyacı”sı değil, aksine felsefenin duygu, coşku ve heyecanla ne denli harmanlanabileceğinin güzel bir örneği. Hatta biraz abartarak “Küçük Prens” tadı verdi bile diyebilirim. Kofi’nin büyükbabasının kitaptaki sözlerinin samimiyeti ve gerçekçiliği, yazarın büyükbaba Meru olduğuna inandırdı beni. Kitabın arka kapağında “öğretici, sıcak, çağdaş bir masal” denmiş kitap için. Oysaki Kofi öğretici sözlerden, öğütlerden bir o kadar rahatsız. O yüzden kitabın “öğretici” sıfatını yok edelim biz. Bir aile geleneği gibi süregelen “denize kavuşma” arzusu, Kofi’nin de küçükken içini kemirmiş durmuş. Fakat zamanla, büyümenin verdiği olgunluğa bağlayarak bu arzuyu unutuvermiş. Yolunu kesmesiyle tanıdığı büyükbabası, ölüme kendini oldukça yakın hisseden, durgun ve düşünceli bir gergedan. Fakat onun düşünceli hali, memleket meseleleri değil. Hatta ölüm korkusu bile değil. Onun derin düşünceler dediği şey, sadece vıraklayan kurbağaların sesini duyabilecek kadar hiçbir şey düşünmeme hali. Büyükbaba Meru, Kofi’ye denize doğru uzun bir yolculuğa çıkmayı teklif ediyor. Kofi de sırf aklındaki düşüncelerden ve eski dostu, şimdiki düşmanı Antros’tan haber alıp durmaktan kurtulmak için bu teklifi kabul ediyor. Fakat yolculuk ilerledikçe içindeki çocuksu coşkulara geri dönmeye başlıyor.
ÖFKE RUHLA BESLEN R “Yürek zaman tanımaz. O daima şimdide yaşar. Bu onun en önemli anıdır. Daha doğ-
rusu bildiği tek şeydir. Öncesi ve sonrası olduğunun bilincinde değildir.” Büyükbaba Meru, torununa kalbini dinlemeyi öğretiyor. Çünkü aklımız çoğu zaman “düş höpürdeticiler”in esiri oluyor. Höpürdeticiler anılarımız, sevdiklerimiz ve sevmediklerimiz üzerinde olumsuz değişiklikler yaparak, bize onları kendi istedikleri gibi sunuyorlar ve bizi yiyip bitiriyorlar. Hatta bazen bizi gerçeklerle kandırıyorlar. Bu höpürdeticiler bencilliğimiz de olabilir, acizliğimiz de. Ya da gerçekten höpürdetici de olabilirler. Aslında bu yolculuğa başlarken aralarında Kofi’nin eski dostunu affetmesine dair hiçbir şey konuşulmuyor. Ancak zaman geçtikçe aralarındaki diyalog, Kofi’de içindeki öfkeyi yenme isteği oluşturuyor. Bu “büyük mücadele”de Kofi gelgitler yaşıyor. Bu noktada değinmek istediğim bir konu var: Kitap, çocuk kitabı olduğu varsayımıyla yola çıkıp, her şey kötüyken yavaş yavaş iyileşen, mutluluk çizelgesi gittikçe yükselen bir kurguya sahip değil kesinlikle. En çok benimsediğim olay, gerçekçilik, kitabın başından sonuna kadar kurguya hakim. Kofi’nin içindeki öfkeyle olan savaşının ne kadar zor olduğu gerçekten hissettirilmiş. Velhasıl, yeterli sayıda çocuk okura ulaşabilirse yetkililerce sakıncalı bulunabilecek bir kitap daha çıkıyor meydana. Peki, biz ne yapıyoruz? Kitaplarımıza sahip çıkıyoruz. Kütüphanemizin baş köşesine koyarak değil, yırtarcasına okuyarak. Kitapta büyükbaba Meru çok güzel bir hikaye anlatıyor: Bir gün bir damla birlikte akıp gittiği nehrin yönünün yanlış olduğunu hissetmiş. Koca nehre sözünü geçiremeyeceğini bilmezmiş gibi bağırmaya başlamış. Tabii nehir küçücük bir damlanın isyanını duyacak değil ya. Damla da bakmış elinden bir şey gelmiyor, susmuş, nehirle birlikte akmaya devam etmiş. Gerçekten elinden başka bir şey gelmez miydi? “Balıkları harekete geçirebilir ya da topraktan sızabilirdi. Bir su kaynağına varması, bir filin sırtında karaya çıkması ve güneşin yardımıyla yeniden nehir yolculuğu yapması mümkün olabilirdi. Bütün bunlarda damla, elinden gelenin en iyisini yapabilirdi,” diyor büyükbaba Meru. Bu yüzden, koca nehirde küçücük damlalar olan çocuklar, elinizden gelenin en iyisini yapabileceğiniz bir şey yapın. Bu, kitap okumaksa kitap okuyun. O zaman insanlık için elinizden gelenin en iyisini yapmış olursunuz. İyi okumalar diliyoruz. (Kofi veya Bağışlama Sanatı, Oliver Bantle, Can Yayınları, Çev: Saliha Nazlı Kaya, 116 s.)
ÇOCUK - GENÇ
Miguel Miguel’in herkesinki gibi, sıradan bir hayatı vardı: Okul sonrası arkadaşlarıyla spor sahasında buluşup maç yapıyor, akşamları televizyon seyrediyor ya da video oyunu oynuyor, hafta sonlarıysa anne babasıyla alışveriş merkezinde zaman geçiriyordu. Bu pek rahat ve keyifli rutin, bir pazar günü alışveriş merkezinin otoparkında tanıştığı evsiz bir adam yüzünden tepetaklak olur. Miguel beline kadar çöp bidonuna girmiş, içini karıştıran bu tuhaf adamdan başta biraz çekinir. Ne de olsa anne babası onu her fırsatta sokakta karşılaştığı yabancılarla, hele de böyle sıra dışı kişilerle konuşmaması Alfredo Gomez Cerda, konusunda uyarmıştır... Ne var ki bu beyaz leti im Yay nevi, Çev: sakallı, uzun ve dağınık saçlı adamın tuhaf Saliha Nilüfer, 128 s. bir çekiciliği vardır ve Miguel kendisini ona yakınlaşmaktan alıkoyamaz. Umursamaz tavırlı ihtiyar, birden kitaplardan, şiir okumayı ne kadar sevdiğinden söz etmeye başlar... Miguel evsizlere, yalnızlara, ailesinden uzak olanlara, yani kısaca “herkes kadar şanslı olmayanlar”a odaklanıyor. Yazar Alfredo Gómez Cerdá, okuru başkalarını anlamaya ve hayatı onların gözünden görmeye çağırıyor.
Aydede - Efsane Be li Onu gökyüzünde pırıl pırıl parlarken gördüğümüzde içimiz ısınır, mutlu, güzel hayallere dalar, bize gülümsediğini düşünürüz. Onun aydınlattığı gecelerde daha rahat uykuya dalar, bin bir çeşit rüyaların peşinden koşarız. Onun da kendi öyküsü olduğunu düşünür, neden oradan bize kocaman gülümsediğini merak eder dururuz. Bu büyülü ve serüvenlerle dolu kitap, işte o en yakın dostumuzun geçmişi çok eskilere dayanan yaşam öyküsünü anlatıyor. Ah, o kim mi?... Şimdiye kadar bulmuşsunuzdur belki de, onun adı Aydede!...
William Joyce, Alt n Kitaplar, Çev: Süleyman Genç, 56 s.
Güne ’in Çocuklar Güneş'in çocukları. O büyük patlamayla gövdesinden kopan parçalar. Merkür - Venüs - Dünya - Mars - Jüpiter - Satürn - Uranüs - Neptün... Çocukları aklına geldiğinde mutlu olur Güneş, ama onları sık sık göremediği için üzülür. Hem gördüğünde de doya doya bağrına basamaz. Yoksa yakar kavurur hepsini. O da her anne gibi çocukları iyi olsun ister. Kendisine bir torun vermeyen Merkür'e, Venüs'e sitem eder. Dünya, torunu Ay ile çıkıp geldiğinde yüzünde güller açar. "Çok yaşlandım çok," diye söylense de hâlâ bütün ihtişamıyla alev alev yanar, çocuklaSevinç Ku o lu, Bilge rını şefkatle koruyup kollar. Yazar ve ressam Sevinç Kuşoğlu, rengârenk resimleKültür Sanat, 112 s. ri ve benzersiz anlatımıyla minik okurlara gezegenleri, yıldızları, gök taşlarını, kara delikleri ve daha pek çok sakiniyle tüm güneş sistemine dair şaşırtıcı bilgiler veriyor.
Aydınlık KİTAP
11 OCAK 2013 CUMA
21
Çukurova 6.Kitap Fuarı Y l n ilk kitap fuar , 15-20 Ocak 2013 tarihleri aras nda TÜYAP Adana Uluslararas Fuar ve Kongre Merkezi’nde okurlarla bulu maya haz rlan yor. TÜYAP, Türkiye Yay nc lar Birli i ve Çufa Çukurova Fuarc l k i birli iyle, Adana Büyük ehir Belediyesi ve Alt n Koza’n n katk lar yla düzenlenecek olan Çukurova 6.Kitap Fuar , 15-20 Ocak 2013 tarihleri aras nda TÜYAP Adana Uluslararas Fuar ve Kongre Merkezi’nde, TÜYAP Adana Fuarc l k taraf ndan haz rlanan Çukurova 6. Çukurova E itim Fuar ile e zamanl olarak gerçekle tirilecek. Fuarda pek çok etkinlik ve imza günü yap lacak. Bu haftan n etkinlik program n a a da sizlere sunuyoruz
15 Ocak 2013 Salı ÇUKUROVA SALONU 14.00-15.00 Söyleşi: “Küçük Büyük “Eyvah Kitap!” Diyor Muyuz Hâlâ? “ Konuşmacı: Mine Soysal Düzenleyen: Günışığı Kitaplığı
Şiir Dinletisi Konuşmacı: Ahmet Telli Düzenleyen: Everest Yayınları
14.15-15.15 Söyleşi: “Yaşayan Yazarlarımız” Konuşmacılar: Ali Rıza Kars, Mehmet Demirel Babacanoğlu" 15.15-16.15 Panel: “Başkanlık Siste- Düzenleyen: Çukurova Edebiyatçılar Derneği mi ve Türkiye” Yöneten: Halit Atik 15.30-16.30 Konuşmacılar: Ercan Söyleşi: “Evimde Şiir Karakaş, İhsan Saklıyorum” Kamalak Konuşmacılar: Çetin Düzenleyen: SODEV Duran, Yeqîn h., Serhat Hemdem, Özlem 16.30- 18.00 Erdem Panel: “2012'de Kitap Düzenleyen: Ava Dünyası'nda Yayınları Neler Oldu?” Yöneten: Turhan 16.45-17.45 Günay Söyleşi: Dedemin BisikKonuşmacılar: Çağlayan Çevik, Sayım Çınar leti-Çiftlikte Bir Gün” Konuşmacı: Beyza DeDüzenleyen: TÜYAP ringöl Akbaş Düzenleyen: Final Kül19.00-20.00 Panel: “Çukurovalı Öy- tür Sanat Yayınları kücüler Ses Veriyor “ 18.00-19.00 Yöneten: Çetin Söyleşi: “Doğumunun Derdiyok Konuşmacılar: Muata- 100. Yılında Abidin Dino’nun Adana fa Emre, Nazmi Bayrı, Günleri” Fatih Alkar, Musa Dinç, Veli Erdem, Mus- Konuşmacılar: Murat Baycanlar, Remzi Karatafa Günay bulut, Uğur Pişmanlık Düzenleyen: Düzenleyen: Aratos Edebiyatçılar Derneği Dergisi 16 Ocak 2013 19.15-20.15 Çarşamba ÇUKUROVA SALONU Şiir Dinletisi Yöneten: Hasan Hüse13.00-14.00
yin Gündüzalp Katılımcı Şairler: Ali Ozanemre, Ferhat Zidani, Süleyman Nayman, Mehmet Atilay, Çetin Kalkan, Murat Demirkol, Mustafa Akyürek, Bekir Dağsever Düzenleyen: Türkiye Yazarlar Sendikası 17 Ocak 2013 Perşembe ÇUKUROVA SALONU 12.15-13.15 Söyleşi: “Kayıp Kelimeler” Konuşmacılar: Ronî WAR, Receb Dildar Düzenleyen: Ava Yayınları 13.30-14.30 Söyleşi: “Çocuklar ve Şiir: İki Gözüm Üzümüm” Konuşmacı: Necdet Neydim Düzenleyen: Günışığı Kitaplığı 14.45-15.45 Söyleşi: “Çukurova’da Gençlik Edebiyatı ve “Atmaca”nın Öyküsü” Konuşmacılar: Aydın Tan, Mustafa Emre Düzenleyen: Evrensel Basım Yayın 16.00-17.00 Söyleşi: ''Kitlesel Hipnoz ve Sanal Kahramanlar'' Konuşmacı: Suat Tur-
gut Düzenleyen: 2023 Yayıncılık 17.15-18.30 Panel: “Çukurova İstanbul Hattında "Yağmur Sıcağı" Yöneten: Dilek Arslan Canlı performans (romandan kesitler): Gürsel Fırat Konuşmacılar: Binay Koçak, Seyyit Nezir Düzenleyen: Sis Çanı Yayıncılık 18.45-19.45 Panel: “Günümüzde Şiir” Yöneten: Halise Tekbaş Konuşmacılar: Hülya Saadet Öznisan, Bekir Dağsever, Cemal Ünal, Düzenleyen: Çukurova Edebiyatçılar Derneği AKDENİZ SALONU 12.00-13.00 Söyleşi: “Paradokya’nın Çıkış Hikayesi” Konuşmacı: Cem Gülbent Düzenleyen: Timaş Yayınları
Söyleşi: “Günümüzde Öykücülük” Konuşmacılar: Zafer Doruk, Mehmet Demirel Babacanoğlu, Veli Cuma, Hasan Hüseyin Çabuk, Arslan Bayır Düzenleyen: Çukurova Edebiyatçılar Derneği
Panel: “68’liler ve Cumhuriyet” Yöneten: Ahmet Çetiner Konuşmacılar: Sönmez Targan, Cemil Orkunoğlu, Aziz Erbek Düzenleyen: 68’liler Birliği Vakfı
17.15-18.15 Panel: “Suriye’nin Kurtuluş Savaşı” Yöneten: Mehmet Karasu Konuşmacılar: Çetin Yiğenoğlu, Sinan Seyfettinoğlu, Sezin Suna Düzenleyen: Türkiye Yazarlar Sendikası
14.30–15.30 Söyleşi: “Tarihin Eğlenceli Yönü” Konuşmacı: Metin Özdamarlar Düzenleyen: Eğlenceli Bilgi
18.30-19.30 Şiir Dinletisi: “Şiire Yolculuk” Katılımcı şairler: Gökhan Cengizhan, Halil İbrahim Özcan, Leyla Şahin, Remzi Özmen, Betül Akdağ, Mithat Çelik, Kağan İşçen Düzenleyen: Edebiyatçılar Derneği
14.30-15.30 Söyleşi: “Muzaffer İzgü: “Çocukluğumun Adana’sı” Konuşmacı: Muzaffer İzgü Düzenleyen: Bilgi Yayınevi
18 Ocak 2013 Cuma ÇUKUROVA SALONU 11.00-12.00 Panel: “Nasreddin Hoca ile Düşünmek” Yöneten: Necdet Neydim Konuşmacılar: Öğrenciler Düzenleyen: Kelime Yayınları
15.45-17.00
13.15-14.15
15.45-16.45 Söyleşi: “Yunus Emre” Konuşmacı: Faruk Dilaver Düzenleyen: Emre Bilişim Yayıncılık 17.30-18.30 Panel: “Gizledikleri Tanpınar” Yöneten: Çetin Derdiyok Konuşmacılar: Emine Erbaş, Mustafa Günay, Hasan Cuşa, Seyyit Nezir Düzenleyen: Broy Yayınevi 18.45- 19.45 Panel: "Geleceğe Ne Kaldı?” Yöneten: Şenay Eroğlu Aksoy Konuşmacılar: Işık Okçu, Şeyhmus Közgün, Aysel Ekiz Düzenleyen: Ava Yayınları
22
Aydınlık KİTAP
11 OCAK 2013 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r? Vaktiyle onların arasına karışmıştım; başkalarını taklit edeyim dedim. Baktım, soytarıya dönmüşüm. Adına zevk dedikleri her şeyi denedim; gördüm ki başkalarının zevki bana yaramıyor. Her yerde, her zaman yabancı olduğumu hissettim. Diğer insanlarla aramda en ufak bir ilgi dahi yoktu.
a) Sadık Hidayet - Aylak Köpek b) Yusuf Atılgan - Anayurt Oteli c) Cees Nooteboom - Gezginin Oteli d) Judy Wilkin - Kabus Oteli e) Olivier Rolin - Sırça Otel’de Bir Oda
2
Küçük, yoksul ama tertemiz odadaki eşyalara bakarken bir an Rahmi Efendi’nin karısı ile birlikte ben de ağlayacağım sandım. Televizyonun üzerinde elişi bir örtü, örtünün üzerinde de uyumakta olan bir köpek biblosu vardı. Köpek de ağlayacaktı sanki. Nedense o köpeğe bakarken kendimi iyi hissettiğimi, önce bunu sonra da Füsun’u düşündüğümü hatırlıyorum.
a) Orhan Pamuk - Benim Adım Kırmızı b) Orhan Pamuk - Kar c) Orhan Pamuk - Masumiyet Müzesi d) Orhan Pamuk - Kara Kitap e) Orhan Pamuk - Yeni Hayat
3
Bir öğretmen öğrencileriyle her sabah iyilik, güzellik ve sevginin doğası üzerine konuşuyordu. Bir sabah, tam konuşmasına başlarken, pencere pervazına bir kuş kondu. Bir süre şakıdı ve uçtu. Öğretmen öğrencilerine şöyle dedi: “Bu sabahki konuşma sona erdi.”
a) Umberto Eco - Günlük Yaşamdan Sanata b) Jorge Luis Borges - Alçaklığın Evrensel Tarihi c) Michel Foucault - Bir Aile Cinayeti d) Erich Fromm - Sevme Sanatı e) Jiddhu Krsihnamurti - Farkındalığın Işığı
Bu haftan n do ru yan tlar :
BULMACA
SOLDAN SA A 1. Resimdeki Musevi ve Polonya as ll ABD’li yazar 2. Azotlu besinlerin vücutta yanmas yla olu an azotlu madde - Bir yüzölçümü birimi - Kabaca i te orada - Grup, kategori 3. Saz n en kal n teli ya da kiri i - Afrika yerlilerinin çal ç rp dan yapt klar çardak gibi bar nak - Kalsiyum’un simgesi 4. Mafya adamlar n n hesapla malar nda kulland klar kesik namlulu av tüfe i - Minnet 5. En kal n erkek sesi - Bahçelerde çiçek dikmek için ayr lan yer Bir nota - Su yolu, kanal 6. Toparlak kemik ucu - Gemilerin yükünün bo alt ld veya onar ld , üstü örtülü havuz - mkan 7. Bozuk, y rt k veya delik bir yeri kapamaya yarayan parça Ba ka, öteki, di er
8. Müslüman din adam - Yapma, meydana getirme Lavrensiyum’un simgesi 9. Dilsiz - Berilyum’un simgesi - Zirkonyum’un simgesi “... Gündüz Kutbay” (ney üstad ) 10. Türkü, ark - Baryum’un simgesi Giysileri tan tmakla görevli model 11. ncelikten yoksun, terbiyesi, görgüsü k t, nezaketsiz - i e a z gibi dar delikleri t kamaya yarayan mantar, cam, tahta veya plastikten yap lm t kaç - Öde me 12. Büyülü içecek - htiyaca yetmeyecek kadar az - Daha uzak olan yer veya ey, mavera 13. Bir i aret s fat - Jüpiter’in bir uydusu - Baz yiyecekleri kokuland rmakta kullan lan portakal, limon ya da a açkavunu kabu u - b rakma eylemi
1-(a) 2-(c) 3-(e)
1
14. Bir geçmi zaman eki - Numara (k sa) - Yineleme Kurçatovyum’un simgesi 15. Resimdeki yazar n bir eseri - amand ralarda, r ht mlarda halat ba lamaya yarayan, sa lam mapalara geçirilmi demir halka YUKARIDAN A A IYA 1. Elyaf ndan ip ve çuval yap m nda yararlan lan bir bitki Resimdeki yazar n bir eseri 2. Rütbesiz asker - Bir yük hayvan - “... Güler” (foto rafç ) - Ut çalan kimse 3. Görsel olarak haz rlanan bulmacalara verilen ad - Yabanc bir uzunluk ölçüsü birimi - Bizmut’un simgesi - ridyum’un simgesi 4. Bir haber ajans - Köy evi - Kal c , ölümsüz 5. Japonya’n n eski ad Yünden dövülerek yap lan kaba ve kal n kuma ki 4’lük ile iki 3’lüden olu an, 14 dizeli bir Bat iiri türü 6. Kripton’un simgesi - Üzerine yaz yaz lm ka t, mektup - Boru sesi - Ordu (k sa) 7. sviçre’de bir nehir - Bir kimsenin cinsel dokunulmazl 8. Çiçek ve meyveyi dala ba layan ince bölüm - Holmiyum’un simgesi - Ya küçük oldu u halde sözleri ve davran lar büyükmü gibi olan çocuk 9. Kuruntuya dü ürme - Ters, huysuz 10. Gerçe in do aya uygun biçimde yans t lmas n sa layan bir sanat ak m - Mübala a yaparak övme 11. Stanislaw Lem’in bir eseri - Ambalajda kullan lan, koyu renkli ve sa lam bir ka t türü - En k sa zaman parças , lahza 12. Arap edebiyat nda bir iir türü - Kaba baston - Nikel’in simgesi - Çok s k dokulu ve sert bir seramik hamuru türü 13. Vilayet - Di i deve - Erkek oyuncu 14. Becerikli, giri ti i her i i ba ar yla sona erdiren kimse Temel dü ünce, prensip - Erkek keçi 15. Japonya’da buda rahibesi - Resimdeki yazar n bir eseri
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ