. KITA P GEÇEN HAFTA en az
63,850 OKURA ULAŞTIK
Aydınlık
BU SAYIDA
25 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 1659
08 Şubat 2013 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 50 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Sümer Kraliçesi'nin sevmeye vakti olmad
Bir kitap armağan edin sevgiliye Nâz m 111 ya nda en önde yürüyor halâ
Gonca Özmen’le air, a k ve mekân üzerine
Mehmet Perinçek’ten “150 Belgede Ermeni Meselesi”
Aydınlık KİTAP
Portre: Arthur Miller
s. 4
M.Perinçek: Bazan tek bir belge bile yeter!
s. 6
Aslında 40 yıl önce ne olmuştu
s. 8
İdealizmin kâbusu
s. 9
Şair, Aşk ve Mekan
s. 10
Sevgilim, yoldaşım
s. 11
Kapak:Sümer Kraliçesi’nin sevmeye vakti olmadı ama s. 12-13
Nâzım 111 yaşında en önde yürüyor halâ
s. 14
Özgürlük mü baskındır aşkta, tutsaklık mı
s. 15
Kürk Mantolu Madonna
s. 16
Umut şiirlerinin unutulmuş şairi
s. 17 s. 18-19
Çocuk- genç
s. 20
Duvarın arkasında bir amiral gemisi: TCG Hasdal s. 21
Alıntı Test-Bulmaca
. KITA P Aydınlık
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ Sayfa Sekreteri: Ebru Baysan
3
SUNU
İÇİNDEKİLER
Yeniler
8 UBAT 2013 CUMA
s. 22
Yepyeni bir Aydınlık Kitap Eki’ne doğru 50. sayımızdır elinizdeki. 49. sayımız en az 63 bin 850 okura ulaştı. En az!.. Çünkü Aydınlık’ı okuyanların sayısı gazeteyi alanlardan elbette daha fazla. Biliyoruz ki kitap okumayı seven, paylaşan, kitaplardan öğrenmeyi bir gelenek haline getirmiş, geleneği geleceğe taşıyan, gittikçe daha da artmakta olan bir okur kitlemiz var. Onlara çok şey borçluyuz ve onlar için yapacak çok şeyimiz var. Yaptıklarımızın üzerine koyarak yeni bir evreye giriyoruz. Kitap Eki’mizi içerik ve görsel olarak yetkinleştirip, yenileyip okurların, yazarların, yayıncıların.... bütün kitap dünyasının beğenisine sunmak üzere hazırlıklarımız sürüyor. Buna ilişkin olarak da bir çağrımız var: Lütfen bize, nasıl bir kitap eki olsun isterseniz, önerilerinizi iletiniz. Sizin ufkunuzdaki bir Ek’i var etmeye çalışalım. Kapağımız 14 Şubat Sevgililer Günü’nden esinlendi. Doğrusu, elbette başta anneler olmak üzere en özel değerleri duygu sömürücülüğü yapa yapa kullanarak, her şeyin yozlaştırıldığı emperyalist -kapitalist tüketim toplumuna dahil olmak için değil; durumu değiştiremiyorsak, hiç değilse ögelerini değiştirmek için. Bir kırmızı gül gelmiş geçmiş bütün sevgililere, bir kadeh kırmızı şarap şereflerine ve ille de bir armağan gerekirse, o da kitap olsun diyedir. İlk Sumerlerde tutanaklara geçirilmiş, Neşideler Neşidesinde semavi kutsallık kazanmış, Karacaoğlan ile Türkçede ergenliğine, Attila İlhan, Cemal Süreya ile doruklarına ulaşmış “aşk faslındaki” görkemli birikimin, dünya edebiyatıyla birleştiğindeki muazzam halini düşününce... Arkadaşımız Dağhan Dönmez’in ifade ettiğincedir meramımız: “Sayfalarını birlikte çevirdiğiniz hayatta, Nerede kaldığınızı bilmek için Bir kitap armağan edin sevgiliye!” Yazarımız Mecit Ünal bu sayı ve gelecek sayımızda izninin bir bölümünü kullanıyor olacak. Kapağımızı EKREM KAHRAMAN’ın editörlerimiz Damla, İrem, Ebru ve Kamile’nin önerdiği adla “Her aşk biraz ayıptır” tablosuyla özgeleştirdiğimizi düşünüyoruz.(205 x 235, karışık teknik ) Usta’ya teşekkürlerimizle.
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt
Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22
www.AydinlikGazete.com kitap@aydinlikgazete.com
Genel Müdür Yardımcısı (Reklam): Saynur Okuroğlu
Müşteri Temsilcisi (Reklam): Kamile Karakadılar
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
4
8 UBAT 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
HAFTANIN PORTRES
Arthur Miller (17 EKİM 1915 – 10 ŞUBAT 2005 ) Miller’ n oyunlar , ailelerin öykülerini anlatan bireysel dram gibi görünmelerine ra men esasen dönemin toplumsal, siyasi ve ahlaki sorunlar na dairdir
Ama sabahlar sürprizlerle doludur GÖZDE AKTÜRK Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan, Nehir Yılmaz’ın yazdığı “Soze’nin Tırmıkları”, hem konu hem üslup bakımından etkileyici, kısa ve sarsıcı. “İnsana hayatta kimseden fayda yoktur, en iyi arkadaşı yine kendisidir” fikrini sorgulayan bu etkileyici roman, bireyin kalabalıklar içindeki yalnızlığını, topluluğun bir parçası olamayıp- daha doğrusu olmak da istemeyip- bütün hayatını bir acıyla sarıp sarmalamasını çarpıcı şekilde anlatıyor. “Gerçek mutlulukları iterek sahte bir huzur mu yaşamalı,” yoksa acı çekmek pahasına da olsa gerçeklerle mi yüzleşmeli?
B R KADININ D ER NDE BULDU U
Arthur Miller, yüzyılımızın en önemli Amerikalı dram yazarlarından biri kabul edilmektedir. New York’un Harlem mahallesinde dünyaya gelen Miller, Avusturya-Macaristan’dan ABD’ye göç etmiş Yahudi bir babanın oğludur. Babasının, bir kumaş mağazası sahibiyken, dünya ekonomik buhranından sonra 1929’da iflas etmesi, spora meraklı Miller’ı derinden etkiledi. 1934-38 yılları arasında, Ann Arbor/ Michigan’da İngiliz Dili ve Edebiyatı yüksek öğrenimini sürdürebilmek için Michigan Daily gazetesinde redaktörlük yaptı. Miller’ın bu dönemde yazdığı ilk dramlar üniversitede ilgi gördü. Miller’ın oyunları, ailelerin öykülerini anlatan bireysel dram gibi görünmelerine rağmen esasen dönemin toplumsal, siyasi ve ahlaki sorunlarına dairdir. Hem Brodway’de hem de dünya sahnelerinde oyunu en çok oynanan yazarlardan olan Miller, ilk eserlerinde ABD’nin refah toplumu idealini ve bunun karşısında bireyin durumunu ele aldı. Bunun yanı sıra ABD’nin ahlaki zayıflığını irdeledi ve bunun altında yatan psikolojik etmenleri bulmaya çalıştı. 1938 yılında New York’a döndü ve bir tiyatro projesine katıldı. Ancak komünist eğilimler taşıdığı gerekçesiyle
proje kaldırıldı. Ününü duyuracak ilk eseri 1947 yayımlanan “Bütün Oğullarım”dır. Henrik İbsen’in dramlarını örnek alan Miller bu eserinde toplumu eleştirmektedir. 1949 yılında yayımlanan “Satıcının Ölümü” ise kuşkusuz yazarın en ünlü oyunudur. 1985 yılında filme de uyarlanan oyun, kapitalizmin bireye yansımasını irdeler. Miller, bu oyunu ile Pulitzer Ödülü’nü kazanır. 1953 yılında yayımladığı “Cadı Kazanı” oyunu ile McCarthy’yi eleştirmiştir. 1956 yılında Jean-Paul Sartre tarafından senaryolaştırılan oyun, aynı yıl filme aktarılmıştır. Bu oyunu ile Miller, komünizmi desteklemekle suçlanarak 1957’de ifade vermeyi kabul etmemesi üzerine komiteyi hiçe sayması nedeniyle sonradan ertelenen bir yıllık hapis ve para cezasına mahkûm edildi. 1964 yılında “Düşüşten Sonra” ve “Vichy’de Olay” adlı oyunları sahneye kondu. “Vichy’de Olay” adlı oyununda sıradan insanların Nazilerce Yahudi olarak tutuklanıp sorgulanmalarını ve bu duruma gösterdikleri tepkiyi anlatmaktadır. “Zaman Kazanmaya Çalışırken” isimli televizyon senaryosunda yine Nazi dönemini eleştirir ve Auschwitz toplama kampının orkestrasını konu alır.
Romanda baş karakter olarak anti-sosyal, yalnızlığı seven, içe kapanık, birinin onu olduğu gibi sevmesi ihtimaline inancını yitirmiş bir genç kadın vardır. Kendi deyişiyle, “Huzurunu bozabilecek her şeyden ve herkesten korkar.” Hayatını idare edebilecek kadar parayla yetinir, fazlasında gözü yoktur. O yüzden sürekli çalışmamayı tercih eder. Sabahları sahilde bir banka oturup denizi seyretmeyi alışkanlık haline getirir. Ne insanın içini titreten soğuk, ne ıslanmak onu bu saplantısından vazgeçirebilir. O bankı kendi yeri, sadece ona ayrılmış bir özel alan gibi görür, kimseyle paylaşmak istemez. Fakat bir sabah bankına doğru yaklaşırken orada oturan birini görür, önce tedirgin olur. Yine de gider banka oturur. Önce iki taraf da kafalarını çevirip birbirlerine bakmaya cesaret edemez. Sonra bir anda bakışırlar; genç kadın yanında oturanın beyaz saçlarını ensesinde toplamış, mavi gözlü, mütevazı giysili, yüzünde dingin, mutlu bir ifade olan yaşlı bir kadın görür. Bu, genç kadının hayatında bir dönüm noktasıdır; kimseyle iletişim kurmazken bu yaşlı kadına yakınlık duyar. Onun varlığıyla huzur bulur, onun anlattıklarını, hayat tecrübelerini dinlemek ona büyük keyif verir. O güne kadar amaçsızken, o günden sonra yeni güne mutlu uyanır, çünkü artık Bayan Soze vardır, onunla olmak genç kadına bir güven duygusu verir, ondaki boşluğu doldurur.
BAYAN SOZE’N N SIRLAR PERDES Bir süre sonra genç kadının hayatına bir adam girer. Bunu elbette Soze’ye anlatır. Fakat Soze sakince ve sabırla dinlerken bu ilişkiyi onaylamadığını belli eden bir tavır takınır; genç kadın buna anlam veremez. Genç kadınla Bayan Soze’nin tanışmaları romanda geriye dönüşlerle verilir; esasen kitap genç kadının Soze’nin ölümünden sonra evine girmesi ve ona ait eşyalara bakarak, mektuplarını heyecanlı bir roman okur gibi okuyarak Soze’nin hayatını öğrenmek gibi tutkulu, saplantılı bir istek duymasıyla açılışı yapar. Roman boyunca bu isteğini gerçekleştirir de. Öyle ki bütün düzeni şaşar, yemeden içmeden, uykudan kesilir. Tek isteği Soze’nin hayatına dair sırlar perdesini aralamaktır. Mektuplardaki, eşyadaki parçaları birleştirip “fotoğraftaki” insanların kim olduğunu anlamaktır. İnsanlardan kaçarken; kimsenin dediğini, iyiliğini, kötülüğünü umursamazken bu genç kadın için sahildeki bankta tesadüfen karşılaştığı ve hakkında çok az şey bildiği Bayan Soze neden bu derece önem taşır? Gizemli Bayan Soze aslında kimdir? Onu derinden sarsan trajik olay nedir? Genç kadının hayatına bir sabah pat diye neden girmiştir? Genç kadın ya da adam hakkında ne bilir de bahsettiği adamla olan ilişkisini onaylamaz? Ona hayatını anlatmaktaki amacı nedir? Roman boyunca işte bu soruları sorarken çarpıcı, şaşırtıcı bir sonla karşılaşırız. Romanda heyecan canlı tutuluyor, mektuplar kurguya zenginlik katıyor. Yaratılan muamma, tekinsiz atmosfer son sayfalara kadar varlığını koruyor. Gerek Soze’nin, gerek genç kadının iç dünyaları çok başarılı tasvir ediliyor. Özgün bir konu iyi bir kalemle buluşunca ortaya “Soze’nin Tırmıkları” gibi bir roman çıkıyor. Çağdaş Türk Edebiyatında iyi bir örnek okumak istiyorsanız bu romanı es geçmeyin. (Soze’nin Tırmıkları, Nehir Yılmaz, Yitik Ülke Yayınları, 131 s.)
6
8 UBAT 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
MEHMET PERİNÇEK ‘ERMENİ MESELESİ’ ÜZERİNE 100 BELGEYE 50 BELGE DAHA EKLİYOR
Bazen tek bir belge bile yeter! Bol evikler “Ermeni meselesi”ni emperyalizm meselesi olarak görüyorlar. Lenin’in, Stalin’in el yaz s metinleri var. Gizli yaz malar, politbüro raporlar vs. Türk ordular yla K z l Ordu aras nda Ta nak’lara kar i birli ine dair belgeler de önemli. Ortak operasyonlar düzenleniyor. So uk Sava döneminde hep üzerleri örtülmü DAMLA YAZICI damla.yazici@msn.com Mehmet Perinçek yıllardır Rus arşivlerinde bulduğu belgelerle Ermeni meselesine çok büyük katkılar sundu. Üzerinde yıllardır büyük tartışmaların sürdüğü Ermeni meselesine daha objektif bakmamızın önünü açacak, tarihsel çarpıtmaların tuzağına düşmemizi engelleyebilecek önemli belgeler oldu bunlar. Mehmet Perinçek’in Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan “Rus Devlet Arşivlerinden 150 Belgede Ermeni Meselesi” kitabında 50 belgeyle daha da genişlettiği arşivi okura sunuluyor. Sadece Türkiye’de değil dünyanın pek çok yerinde de büyük ilgi gören tarihi bir çalışma. Mehmet Perinçek ile kitabı üzerine konuştuk. Rus arşivlerinde çalışalı kaç sene oldu? Yaklaşık 15. 15 senede 150 belge mi toplayabildiniz? Elimde bunun gibi 10 kitap daha çıkaracak malzeme var. Bu kitaptakiler, o malzemeden seçilmiş örnekler. Dolayısıyla bu belgelerin içerikleri istisna değil. Rus arşivlerinin genel havasını yansıtıyor.
DÜ MANIN KAYITLARI ÖNEML Örnekleri neye göre seçtiniz? Kitapta hem Çarlık hem de Sovyet dönemi belgelerine yer verdim. Ayrıca bugün kapalı olan Ermenistan arşivlerinden de örnekler koydum. Taşnaklar da var, Ermeni Bolşevikleri de. Ayrıca konunun farklı unsurlarını ortaya koyan belgeler olmasına dikkat ettim. Osmanlı Ermenilerinin yaşam koşullarından Taşnakların ilk eylemlerine, I. Dünya Savaşı’ndaki Ermeni çetelerinden Taşnak Ermenistanı’ndaki etnik temizlik politikasına kadar… Ancak ağırlık Çarlık belgelerinde. Türkiye’yle savaşan, onun düşmanı olan bir ülkenin tarihe düştüğü kayıtlar önemli.
Peki düşmanın belgeleri ne diyor? İlk olarak geniş Türkiye Ermenisi kitlelerinin daha tehcirin çok öncesinde Rus ordularıyla işbirliğine gittiklerini gösteriyor. Arşivler Rus makamlarına başvurularla dolu. Onlar da köy köy, isim isim kayıt tutmuşlar. Ama esas çarpıcı olanı, Rus makamlarının kullandıkları Ermeni çetelerinin yaptıkları katliam ve yağmanın boyutlarından oldukça rahatsız olması. Konu üzerine birçok rapor yazılmış. Daha da ötesi savaş sırasında askeri mahkemelerde Ermeni subay ve askerlerini bu sebeplerle yargılamışlar ve idam etmişler. Kitapta dava dosyalarından örnekler var. Ve bu katliamlar tehcirin çok öncesinde başlamış.
BOL EV KLER NASIL BAKIYORLARDI? Bolşeviklerin yaklaşımı nasıl? Bir emperyalizm meselesi olarak görüyorlar. Lenin’in, Stalin’in el yazısı metinleri var. Gizli yazışmalar, politbüro raporları vs. Belgelerin orijinallerini de ekledim. Onların havası bir başka tabii. Türk Ordularıyla Kızıl Ordu arasında Taşnaklara karşı yapılan işbirliğine dair
belgeler de önemli. Ortak operasyonlar düzenleniyor. Soğuk Savaş döneminde hep üzerleri örtülmüş. Sözünü ettiğiniz binlerce belgeden çıkan sonuçları kısaca özetlersek… Bir soykırımın değil, karşılıklı kırımın yaşandığını görüyoruz. Bu da Türkiye’yi paylaşmak amacıyla emperyalist devletler tarafından kışkırtılmış. Türkiye ise buna karşı meşru müdafaada bulunmuş. Olayın hiç mi insani boyutu yok? Tabii ki büyük acılar yaşanmış. Ancak her iki taraftan da büyük kayıplar verilmiş. Dönemin Taşnak belgeleri var. “Bölgede Kürt kalmadı, artık rahatça Büyük Ermenistan’ı kurabiliriz” diye yazıyorlar. Ayrıca Sovyet Rusya’nın ve Bolşevik Ermenilerinin tavrı çok net. “Bu acıların sorumluları emperyalist devletler ve ona alet olan Taşnaklardır” diyorlar.
TARAFLARI B R ARAYA GET REN K TAP Bu kitabınız Rusya ve İran’da da yayımlanmış… Ermeni meselesi konusunda “hep kendimiz çalıp kendimiz oynuyoruz” denir. Bunu kırmak açısından önemli. Kitaplar iki ülkenin önde gelen yayınevleri tarafından basıldı. Kamuoylarında da ciddi etki yaptı. Ayrıntılarını kitabın önsözünde okuyabilirsiniz. Moskova’da
ülkenin en büyük kitapçısında kitabın tanıtım toplantısı yapıldı. Ruslar, Ermeniler, Azeri Türkleri; akademisyenler, gazeteciler, yazarlar, diplomatlar, siyasi parti temsilcileri, Taşnaklar da dahil, herkes vardı. 1915 yılında yazdığı Ermeni raporunu yayımladığım Çarlık generali Bolhovitinov’un üç kuşak akrabaları bile geldi. Güzel tartışmalar oldu. Kimi zaman tansiyon yükseldi ama kıvamında. Daha sonra 24 Nisan’da Moskova’daki en büyük sözde soykırımı anma toplantısında kürsüye çıkıp “Mehmet Perinçek’in bulduğu belgelerden daha fazlasını bulacağız, söz veriyoruz” diye konuşmalar yapılmış. Basından okudum. Anlamlı; geri mevziye düştüler. Moskova Devlet Üniversitesi’nde, Petersburg’da Ermeni akademisyenlerin de katılacağı kitabımla ilgili tartışma toplantıları da planlanmıştı. Tutuklanınca gerçekleştiremedik.
BU B R SUÇTUR! Kitabınızın ilanında “Perinçek suç işlemeye devam ediyor” diyor… Şaka değil. Gerçekten iddianamede Ermeni meselesiyle ilgili çalışmalarım, milli hassasiyetleri kullanarak sözde Ergenekon Terör Örgütü adına faaliyet yürütmek ve propagandasını yapmak olarak değerlendiriliyor. 15 yıllık çalışmama 15 yıl ceza istiyorlar. Yeni “suç teşebbüsleri” var mı? Üzerinde çalıştığım beş kitap var. Hepsi farklı farklı aşamalarda. Fakat iki ay içinde Arda Odabaşı’yla birlikte yazdığımız 1909-1910 yıllarında Türkiye’de yayımlanan ilk Rusça gazete olan Stambulskie Novosti’nin gözüyle Jön Türk Devrimi’ni ele aldığımız kitap, Kaynak Yayınları’ndan çıkıyor. Böyle bir çalışma hem Türkiye’de hem de Rusya’da ilk. Cezaevinde kitap yazmanın zorlukları? En büyük dert bilgisayar. İmkân çok kısıtlı. Koğuşta bilgisayarın en basit işlevlerinden “kopyala-yapıştır”ı özlediğiniz durumlar oluyor. Ağzınızdan “kurban olduğum word programı” gibi ifadeler çıkabiliyor. Tabii elinizin altında kütüphanenizin olmaması da ayrı bir sorun.
8
Aydınlık KİTAP
Aslında 40 yıl önce ne olmuştu Karakterin, olay örgüsü içinde adlar n geçirdi i yazarlar ve müziklerle kendisini yans tabildi i görülüyor DENİZ ANTEPOĞLU denizantepoglu@hotmail.com 2011 yılında Man Booker Ödülü’nü kazanmış Julian Barnes’in “Bir Son Duygusu” isimli romanı okuyucuyla buluştu. “Metroland”, “Flaubert’in Papağanı”, “Seni Sevmiyorum” adlı romanlarıyla dikkat çeken yazar, son romanıyla daha önce dört kez aday gösterildiği Man Booker Ödülü’nü nihayet kazanmış oldu. Roman, yaşlı bir adamın yaklaşık 40 yıl önce yaşadığı bazı olayları hatırlaması- en yakın arkadaşıyla arasında geçenler- ve o olaylara dair yeni gelişmeler etrafında şekilleniyor. Geçmişi anlatarak başlayan roman günümüze dönüyor ve asıl olarak insanın hatırladıklarıyla yaptıkları arasındaki farklılıkları, çelişmeleri vurguluyor. Kurgunun okuyucuyu etkileyebildiği ve merak uyandırdığı açık. Ancak yer yer gereksiz ayrıntıların ve sorgulamaların kitabı sıkıcı hale getirdiğini de düşünmeden edemiyorsunuz. Örnek vermek gerekirse; devam eden olay örgüsünü es geçerek ana karakterin eski karısıyla ilgili anılarını okurken buluyorsunuz kendinizi. Öylesine ki, ana karakter dahi olayla ilgisiz bir detaydan bahsederken konuyu saptırdığından bahsediyor! Böylece ana karakterini konuştururken, konudan saptığını kabul eden yazarın kendisiyle yüzleşmesiyle karşılaşıyoruz ve bir süre sonra kitabın sadece olay örgüsüyle ilgili kısımlarını okuduğunuzu, metinle doğrudan bağıntı kuramayan kimi yerleri atlayarak ilerlediğinizi fark ediyorsunuz. Kitabın sonu şaşırtıcı. Yine de, tüm kitap boyunca bahsi geçen ve olayın temelini oluşturan günlüğü okumaya hazırlanmışken, bu gerçekleşmiyor. Ana karakterlerini titizlikle oluşturan yazarın günlükten sadece bir sayfa okutması ve bu sayfanın da karakterin ruh halini anlamaktan ziyade bir gizem havası oluşturulmasına hizmet etmesi kimi okuyucunun hevesini kırabilir ve beklentiyi düşürebilir. Romanda yer yer sorgulamalar ve çeşitli konular üzerinde yorumlar ve yazarın düşüncelerini bulmak mümkün. Yazar tarihe ve felsefeye dair söylemek istediklerini kurguya güzel bir şekilde uyarlıyor ve karakterlerini bu doğrultuda şekillendiriyor.
İronileriyle dikkat çeken karakterin yazarla da özdeşleştiğini düşünmek belki de mümkün. Zaten bu karakterin ağzından tartışmalara tanık oluyoruz, yorumlarını dinliyoruz. Yine olay örgüsü içinde adlarını geçirdiği yazarlar ve müziklerle de kendisini yansıtabildiği görülüyor. Anlatının dilinde herhangi bir zorluk yok. Düşen tempoyu bir nebze kurtaran kitabın dili oluyor. Bir not da yayınevi için: kitabın kimi kısımlarında yazım yanlışlarının olduğunu belirtmekte yarar var. Sonuç olarak kitabın kurgusunda sorun olmasa da, fazla ayrıntıya boğulduğunu ve kısmen yaratılmak istenen etkiden farklı noktaya düştüğünü söylemek yerinde olacak. (Bir Son Duygusu, Julian Barnes, Ayrıntı Yayınları, Çev: Serdar Rifat Kırkoğlu, 150 s.) Julian Barnes
Aydınlık KİTAP
BABİL BALIĞI
8 UBAT 2013 CUMA
9
İdealizmin kâbusu M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com “Tamamı delidir, ancak sanrılarını analiz edebilenler feylesof olarak adlandırılır.” – Ambroce Bierce Alternatif kurgular oluşturmada, fanteziyi, bilim kurguyu, felsefeyi harmanlamada, başkalarının eserlerine özenmeden, yeni bir şeyler sunma gayretinde bulunan yazarlar sayıca az da olsa, ülkemizde de mevcuttur. Sırf adı yazar olarak anılsın diye başkalarının kurgularından çalıp çırpmayan, öykünmeyen, tercümanların ortaya çıkardığı çeviri lisanından ziyadesiyle etkilenmiş edebi hiçbir değer taşımayan basit öykülerden uzak durmaya özen gösteren, belki bu nedenle gecesini gündüze katıp depresyondan depresyona koşarak hazırladıkları romanları, kitapları, açıkça ifade etmek gerekir ki ülkedeki edebiyat oyununda ütülürler. Promosyona, reklâma ayıracakları bütçeleri genellikle bulunmaz. Çeşitli yerlerdeki gruplara yaranma gayretleri, oralardan tanıdık edinip de hakkında yazılar yazdırma gayretleri yoktur. Uğraşılarına karşı dürüstlerdir ve bu tür alicengiz oyunları onlara tiksindirici gelir. İşte bu nedenledir ki kitap okumayan kitap eleştirmenlerinin ve kitap tanıtımı yazarlarının bulunduğu bir ülkede, haklarında yazılmış iki satıra bile rastlanmaz. İnternetten veya sağdan soldan aşıracakları cümleler bulunmamaktadır ne de olsa. Olur da kazayla biri kitabını okursa da kitabı hakkıyla değerlendirebilecek bir donanıma sahip olmadığı gibi, anlatının içindeki kelimelerle veya içeriğindeki donelerle ben birilerini kızdırırım düşüncesiyle pembe kaplı kitaplarına sarılacak ve kitabı ötekileştirerek bir kenara fırlatacaktır. Çünkü bu yazarların kalemleri, pazarlamaya yönelik her türlü pislikten uzaktır. Ajandaları bulunmaz. Öykülerini, sadece kendilerinin anlatabilecekleri şekilde kaleme alırlar. Herkesin anlamasına ve “cici”lemesine ihtiyaçları yoktur. Bir şeylerin birilerini rahatsız edeceği düşüncesiyle dillerine ve kalemlerine ket vurmazlar. Bunu dikkat çekmek için de yapmazlar; eğer öykü öyle gerektiriyorsa, küfrünü de erotizmini de sayfalara yayarlar. Hasıraltı edilen bu yazarlar, edebiyatımızın dürüst kalan birkaç unsurundan biridir. Bir bakıma yeraltının
çocuklarıdır. Bu nedenle de yazık ki görülmezler, küçük gruplar haricinde değerleri anlaşılmaz. Yanlış anlaşılmasın, bunların hiçbiri onların umurunda da değildir. Yazmaktan zevk alırlar, yazarlar ve bu yüzden yazardırlar.
SÜRREAL N Ç NDE GERÇEKL E KAVU MAK Bütün bu galeyanımı yeniden alevlendiren yazar, Arman Kal ve bahsedeceğimiz kitabı “Galaksi Kıyısında Gece Yarısı Pikniği”. İlk kitabı “Kutsal Penis ve İşe Yaramaz Kafatası”nın ardından, ikinci kitabı da Altıkırkbeş Yayınları’ndan geliyor. İlk kitabı da bir hayli dikkat çekiciydi ve arayıp da bulamadığımız yeni bir soluğun izlerini taşıyordu. Ancak gerek metnin kısalığı, gerek metin içi bazı sorunlar sebebiyle, biraz yarım bırakılmış bir soluktu. Yeni kitabında, metin içi pek çok sorununun üstünden kalktığını ve kısa bir soluk olmak yerine güçlü bir hırıltı olmayı tercih ettiğini gözlemliyoruz. Roman, yapılabilecek herhangi bir özetlemeyi çok fazla kaldırabilecek sıradan bir kurgu taşımıyor. Ancak yine de “konusu nedir? Yenilir mi? İçilir mi?” diye ısrar edecek okur için ise yazarının ve okurunun affına sığınarak: kaybolan babasının ardından arayışa çıkan ve sürrealin içinde gerçekliğe kavuşan bir adamın öyküsü diyelim. Israrcı okur cevabıyla mutlu mesut sayfayı çevirip başka bir yazıya gide dursun, biz kitaba devam edelim. Roman, beyaz tavşanı kısmen takip eden bir geleneğin izinde Leonora Carrington’ı masum gösterebilecek, Bernard Réquichot’a ise daha yakın duran, algı sınırları dağılmış, biçimi yitik gerçeküstü bir dünyayı ve içindeki bir o kadar tahrifli karakteri resmeden bir fantezi olarak başlıyor. Dünya, iyi başlayan bir sirk düşünün, çiğnenip tükürülmüş, ölüme terk edilmiş haline benziyor. Ancak bütün gün bir kâbusun size hissettirdiği duygudan silkelenmek isteyip de silkelenemezmişsiniz gibi, bütün düşü gerçeğe gerçekten daha bağlı hislerle hayata geçiriyor. Karakterlerinin ağzından dökülen felsefe kırıntıları, “yalnızlık” ve “soyutlanma” hisleriyle kaynaşıyor. Kâbusun içerisinde mizah da yer yer vuku buluyor. Hayal
gücü tehlikeli, eğlenceli ve sayfa üstüne sayfa çevirten sınırlarda dolaşıyor.
KEL MELERE EZ LEMEYEN KURGU Bir açıdan kitaba yansıyan, sonuna kadar da devam edecek olan fantezi, pikaresk kurguları çağrıştırıyor ve gözlemlediğim kadarıyla, fanteziyle pikareski birbirine yaklaştırabilen en becerikli kalem olduğunu söylemem mümkün. Ancak 105. sayfayla birlikte anlatıya Kant ve Schopenhauer’ın da dâhil olmasıyla romanın anlatısında da bazı değişiklikler meydana geliyor. Roman bilim kurgudan da esintiler taşıyan, Philip Dick’e göz kırpıp, Stanislaw Lem’e dil çıkaran bir yapıya bürünüyor (bilim kurgu ve felsefenin ilişkisine dair konu başka yazının konusudur, o nedenle şimdilik, Douglas R. Hofstadter’ın “The Mind’s I” kitabını tavsiyeyle bir virgül). Tahminimce yazar bu geçişin sertliğinin kendisi de farkındaydı ve devam eden birkaç sayfada tamamladığı bu geçiş, bu nedenle okuru biraz geriye itebiliyor. Yeni bir fanteziyle karşı karşıya iken gerçekleşen bu sert düşüşün bir benzerini yine zannediyorum ki göğsün-
den çıkarıp atmak zorunda hissettiği 155. sayfadaki bir başka unsurla tekrarlıyor. Anlatıyı toparlaması kısa sürüyor ancak bu durumda daha kıvrak bir mizahın geçişe ve tempoya daha olumlu bir etki yapabileceğine dair şüphelerim var. Felsefe ile daha iç içe, gerçeküstüyle nosyon arasında mekik dokuyarak macerayı sonuna kadar taşıyor. Romanın üslubunda ve kelime tercihlerinde, özel kurgusunu kelimelerin altında ezmeyecek, aksi gerekmedikçe yalın, tasvirlerinde bile sıkmayan bir özen bulunuyor (kitabın adındaki “Gece Yarısı” hatayla birleşik yazılmış, tamamında ufak tefek yazım hataları dışında bir hataya rastlamadığım kitap için talihsiz bir durum). Kitap bitip de dönüp arkanıza baktığınızda, bütün düşünceleri, sanrıları ve düşleriyle olağanüstü, yeni ve heyecan uyandırıcı bir yolculuktan, biraz da yorgun şekilde döndüğünüz hissine kapılıyorsunuz. Türk edebiyatının kazandığı bu yeni ve değerli sesi fark etmeniz dileğiyle… (Galaksi Kıyısında Geceyarısı Pikniği, Arman Kal, Altıkırkbeş Yayınları, 208 s.)
10
8 UBAT 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
KARANLIĞA MEKTUPLAR
DAĞHAN DÖNMEZ GONCA ÖZMEN İLE SÖYLEŞTİ...
Şair, Aşk ve Mekan A k da iir gibidir. Kendine has bir hayat var. Ba ka gözlerce, ba ka zihinlerce, ba ka odalarda, ehirlerde, ülkelerde okundukça yeniden yaz l r DAĞHAN DÖNMEZ daghan_donmez@mynet.com “Belki’nin değili, Sesin ötesi, Suyun gizi… İyi ki… 01.02.2013, Çiçek Pasajı…” Böyle yazmıştı Gonca Özmen; yazar imzası namına. Elimdeki “Belki Sessiz” kitabının ilk sayfasına, şairin mürekkebi değmişti. Henüz bir-iki saat öncesinde, Beyoğlu’nun o ışık zenginliğinin arasına dalarak; beklemeye koyulmuştum onu. Caddenin cömertliği üzerindeydi. Güzel kadınlar, keskin bakışlı adamlar ve su gibi bir insan kalabalığı… O kendi tenhalığıyla gelmişti. Aşk üzerine konuşacaktık; “Şehir, şair ve aşk...” başlığıyla... Mekan seçimini ona bırakmıştım. Şairin mekanı olacaktı sığındığımız kubbe. “Pano” dedi; ilkin… “Pano Şarap Evi”… “Aşk dendi mi kuytuları anlarım ben.” dedi. Mahzeni andıran, ahşap masalarla donatılmış, havadaki mayhoşluğun, ışıksızlığa karıştığı yerin seçimi bundandı. Şarap da aşka yakışırdı! “Veya ötelerde olmalı aşk, göğü zorlamalı…” diye tamamladı cümlesini. “Hep öteki olmayı, antitez olmayı yeğlerim. Edebiyat da bunun için değil midir?” diyecekti. Aşka da bu zaviyeden bakıyordu. Bundandı, yüzeyden seyreden duygulara tavrı. Meyli taşkın olanaydı. Bunu da, Turgut Uyar’ın belleğine kazıdığı dizesiyle açıklayacaktı: “Her insan bir uyumsuzluktur, ölü olmadıkça…” Tam da söze nokta koyarken, benim zihnimden başka cümleler geçiyordu: “Dinlerin en ucuzudur aşk! Pavese…” Bir dinin ritüellerini yerine getirir gibi anlattı, durdu.
MEKAN RE DAH L! Pano’nun karanlığına karışamadık. Mekan kapalıydı. Adımlarımız, eski bir çağrının emrine uydular. Daha 1900’lerin başında, Rus Devrimi’nden kaçan Beyaz Rus kadınlarının çiçek satarak adına ilham verdiği pasaja doğru yollandık. Çiçek Pasajına… Yine en kuytu masasını seçtik Seviç Meyhanesi’nin. Mönüde az fava, patlıcan salatası, karides vardı ve
bolca şiir! Pek tabii, rakı da yarenlik edebilirdi bu aşk sohbetine. Hem Edip Cansever dememiş miydi; “örneğin rakı içiyoruz, içimize bir karanfil düşüyor gibi…” diye! Laf şiire gelince, “Şiir, canlı bir varlık. Kendine has bir hayatı var. Başka gözlerce, başka zihinlerce, başka odalarda, şehirlerde, ülkelerde okundukça yeniden yazılır. Her okumada yeniden yaratılır. Durmamacasına ürer. Genişler. Katlanır. Kanatlanır. Kendini algıda durmamacasına çoklar. İyi şiirin reçetesi yoktur. Ama kokusu vardır,” diyordu. Sular kararıp, sohbet derinleşince soru faslına geçildi. “Belki Sessiz” kitabının kapağında, Shakespeare’ın Macbeth’teki o sözleri yer alıyordu: “Olmayan bir şey olandan çok sarsıyor beni. Tek o kalıyor ortada, o olmayan şey!” Aşk da bu noktada mı başlıyordu? Olmamakla mı ilgiliydi aşk? Soruya verdiği yanıt, kendisini İstanbul’a ilk geldiği yıllara götürmüştü. İlk aşkından bahsetti. Kavruk bir adamdan…Yine hayata “öteki”nin gözüyle bakışından…Onun tam tersi olduğundan dem vurdu. Zıtlıklardan bahsederken, çok sevdiği şair dostu K.İskender’den bir alıntı yapacaktı: “Bir insanı kaybetmek istiyorsanız çok sevin, kendiliğinden gider zaten”
GEÇMEYEN O KEL ME …Sonra gidip bir şiirin önünde soyunuyorum… dizesinin geçtiği “Böyle Rüzgarlar” şiirinin cinsiyeti erkek mi diye sordum. Gülümsedi. “Bilmiyorum” dedi dürüstçe. Bir başka soruya Özdemir Asaf’ın dizelerinden girildi: Ölene kadar seni bekleyecekmiş sersem / ben seni beklerken ölmem ki / beklersem… Bugün böyle bir aşk var mı? “Yok tabii, bugün hemen unutulan hatta unutmak için Bebek’te 3-5 tur atmanın yeterli olduğu aşklar var.” Herkesin birbirine “aşkım” sözcüğünü kullanmasını da yapmacık buluyordu. Yapılan bazı eleştirilerden sonra, kendi kitabına özellikle dönüp baktığını ve kitapta “aşk” kelimesinin hiç geçmediğini söyledi. Yine bir başka şiiri, “Dutluk” üze-
rinden bahis açtık. Dutluğa doğru gel / evlerin uzağına / sana susmayı öğreteceğim / dalların kaygısını da… “Bu şiirde ukala, buyurgan bir kadın var; ama belki de bir erkektir…” Demişti. İlhan Berk’in, “şiir silmektir” aklını paylaştı benimle. Bu sebepten, fazlaca kelimeleri şiirden atıyordu. Susuyordu dizede kimi zaman. Şiirinden daha sesli biri olduğu kesindi Özmen’in… Üzerine söz söyleceği çok şey vardı. Ne denli aşktan bahsedilirse bahsedilsin, kimseyi anlatırken babasını anlattığı andaki kadar gözleri parlamadı Özmen’in. Babasını bilge bir adam olarak tarif etmişti. Bir felsefeci. Küçük yaşlardan beri ona özenerek, kitaplar okuduğunu… Burdur’da mütevazı bir hayat sürerken, yurtdışını görsün diye; babasının kendisini Paris’e gönderdiğini…Paris’teki günlerinden de söz açıldı. Paris’li sokak ressamının, kendisiyle konuşmaya çalıştığını, para almadan resmini çizmek istediğini ve ondan nasıl ürktüğünü anlattı. 15 yaşındaki bir genç kızın, aşk karşısındaki ürkekliğiydi bu belki de…
BA DA IN SU SIKINTISI Özmen şimdi ise, şunları söylecekti aşk için: “Aşk, bireyi en derinden etki-
leyen duygulardan biri ve insanın ayrılmaz bir parçası… Başta edebiyat, şiir ve müzik olmak üzere, aşk izleği sanatta yüzlerce yıldır işlendiğine göre, daha binlerce yıl da işlenecektir. Çünkü gelecekte de göz göze bakacak, el ele tutuşacak, yürekleri coşkuyla çarpacak, sevişecek, çatışacak milyarlarca insan olacak; o insanlar da aşklarını dile getirmeye çalışacaklardır.” Ve yine bir şiirle bitti sohbet; bir Gonca Özmen şiiriyle: Çamurdan oyuncaklarda dağıldı çocukluğum Başağın su sıkıntısında Hep ağrıdı yüzüme kazınan bozkır Ellerimde buhran, sesimde tenha (Sonbahar Üşümeleri) Saygıdeğer okur, Gonca Özmen 1982 Burdur doğumlu bir şair. İyi bir şair! 2000 yılında Hera ve 2011 yılında Kırmızı Kedi Yayınlarından “Kuytumda”, 2008 yılında Yapı Kredi Yayınları ve yine 2011 yılında Kırmızı Kedi Yayınları’ndan “Belki Sessiz” isimli kitapları çıktı. Bu fırtınalı şiir yolculuğuna çıkmak isteyenlere, tavsiye olunur! Çünkü kitap, karanlığa gönderilmiş mektuptur…
Aydınlık KİTAP
11
Sevgilim, yoldaşım PINAR AKKOÇ pinarakkoc@gmail.com Devrimcilerin insan olduklarını unutmak onları anlamamızda ve pratiklerinden öğrenmemizde eksiklikler oluşturur. Kimi zaman çok önemli tarihsel kişilikler tek yönlü algılandıkları için yanlış anlaşılır ya da anlaşılmazlar. Dünya devrim tarihinin başlıca önderlerini yanlış anlamaya neden olan yalnız bireyin algısı değil, ona şekil veren ideolojik aygıtlardır kuşkusuz. Öyle ya, algıyı yaratan başlıca unsur egemen söylem biçimleridir. Çeşitli biyografik çalışmalarda kişilik özelliklerinin çarpıtıldığı ve bu sayede kafalarda farklı kişiliklerin ortaya çıktığı bilinir. Lenin’i katı bir diktatör gibi göstermek için müzikten hiç hoşlanmadığı, duygusal olduğu tek bir anının bile olmadığı bilinen söylentiler arasındadır. Bir de biyografik çalışmalar vardır ki kişiyi artısıyla eksisiyle bir bütün olarak aktarır. Kişi çıplaktır. Yorum okura kalmıştır. Karl Marx ve eşi Jenny’nin birlikte yaşadıklarını anlatan kısa fakat özlü çalışma ( Karl ile Jenny Marx, Pierre Durand) buna örnek. Marx’ın parasızlığı, yoğun çalışma temposu ve bütün bunlar yetmezmiş gibi Jenny’e karşı sadakatsizliği; buna karşın Jenny’nin dayanışmacı tavrı okur için unutulmaz olsa gerekti. Bu çalışmaların gerçekliği bir yana dursun, tarihsel kişiliklerin kendi kalemlerinden çıkmış mektuplar onları tanımakta en büyük yardımcıdır hala.
B R “KARTAL”IN A KI Alman sosyalizminin efsanevi ve dünya devrim tarihinin sayılı kadın önderlerinden Rosa Luxemburg’un mektupları her şeyden önce dönemi yakından tanıtan ve anlatan kaynak niteliği taşır. Gelgelelim bu yazının konusu dönemin sosyalist hareketi içerisinde yaşanan dalgalanmalar değil. "Sevgiliye Mektuplar" Rosa Luxemburg’un 15 yıllık bir ilişki sürdüğü sevgilisi Leo Jogiches’e yazdığı mektuplardan oluşuyor. Rosa Leo’yla tanıştığında 19 yaşındadır henüz. Zürih’e okumaya gelmiştir. Leo oldukça yakışıklı, siyasi etkinliklerinden dolayı tanınan ve sevilen bir gençtir. Rosa ise kimsenin tanımadığı üstelik albenisi olmayan bir genç kadın... Leo sonraları Rosa’nın müthiş denebilecek hitabet yeteneğine ve insan üzerinde kurduğu etki gücüne hayran kaldığını
söyleyecektir. Rosa ile Leo sevgili olmadan önce yaklaşık bir yıl ortak siyasi pratik içerisindedirler. Rosa’nın bu denli siyasileşmesinde ve öne çıkmasında Leo’nun payı azımsanmayacak ölçüdedir. Rosa’nın Berlin’e gitmesi ve çalışmalarına orada devam etmesi iki genç devrimcinin birbirinden ayrı kalmasına yol açar. Yalnızca belirli aralıklarla görüşebilen çift için mektuplaşmak yakıcı ve tek başına bir bağ haline gelmiştir. Rosa bu mektuplarda bir yandan siyasi mücadele içinde yaşadıklarını aktarırken bir yandan da Leo’ya olan bağlılığını dile getirir: “Sevgilim, bir tanem, biricik aşkım Leo’m!” Mektuplarını genelde "senin Rosan" diye bitirir. Leo ise aynı sıcaklıkla karşılık vermez. Hayatındaki terslikler ve genel kötümser ruh hali Leo’nun Rosa kadar tutkulu yaşamasına engel olur.
SEVG Y BESLEYEN VE BÜYÜTEN Mektuplar sevgililerin iki farklı dönemini yansıtıyor. Rosa’nın Leo’yla birlikteliği 15 yılın sonunda biter fakat aralarındaki bağ hiç kopmayacaktır. Rosa’yla Leo’nun mektuplarında artık sevda sözleri olmasa da yazışmaları devam eder. Artık bu mektuplar sevgiliye değil mücadele arkadaşına yazılmıştır. Leo karamsarlık içinde süren hayatında aşkı hakkını vererek yaşamayı unuturken Rosa da tatminsizlikleriyle boğuşsa da, mektupları tutkularının tüm güzelliğini yansıtır nitelikte. Onların yazışmalarından bir kez daha anlıyoruz ki gerçek sevgi emek ve paylaşımla mümkündür. Karşılıklı fikir alışverişi ve ortak üretimin sevgiyi ne denli beslediği ve büyüttüğü mektupların gösterdiği bir başka olgu. Bir yanda Leo’ya "en değerli varlığım, her şeyim" diyen Rosa’nın tutkusu, diğer yanda Leo’nun ‘soğuk’ tavrı. İkilinin bağımsız duruşu kadın erkek ilişkisiyle devrime adanmışlığın nasıl koşut yaşandığına bir örnek. "Sevgiliye Mektuplar" tutkulu bir aşkın ve aynı zamanda çalkantılı bir dönemden geçen devrimci lider Rosa Luxemburg’un yaşadıklarının belgesi. Bugünün sevgi fukaralıklarına ise bir yol gösterici. (Sevgiliye Mektuplar, Rosa Luxemburg, Agora Kitaplığı, çev. Nuran Yavuz, 272 s.)
12
8 UBAT 2013 CUMA
Aydınlık KİTAP
KAPAK
SÜMER KRALİÇESİ’NİN SEVMEYE VAKTİ OLMADI AMA
Dünyaya yeniden gelirse astronot olacak Foto raflar: Deniz Toprak
Topra n derinlerinde bulunmu çivi yaz lar n okumak, tarihi okumak, gelece e k tutmakt r. O hep bunu yapt . Hep enginleri fethetme ruhuna sahip oldu. Uzay da buna dahilmi me erse
ŞENOL ÇARIK senolcarik@gmail.com E bu hafta madem kapağımız “Aşk”, Sümer Kraliçesi Muazzez İlmiye Çığ’la görüşmeden olur mu hiç dedik ve düştük yola. Yağmurlu bir İstanbul akşamında arkadaşım Deniz Toprak’la birlikte çaldık 99 yaşında en genç aşk tanrıçasının kapısını. Deniz, hemen kapı zilini işaret etti ve deklanşöre bastı. Zilin üzerinde “Kemal Çığ” yazıyordu. Kapıyı 99 yaşındaki Muazzez İlmiye Çığ’ın kendisi açtı. Yüzünde tebessümle. “Gelin bakalım, çok işim var. Kitap hazırlıyorum. Söyleşimizi yapalım, işime geri döneyim” dedi. Yüz yaşına merdiven dayamış bu bilim çınarının yorulma bilmeksizin çalışma aşkına şahit olduk. Bugün ülkenin durumundan söz ederken ve eskilere gittiğinde, 30 yıl önce hayata veda eden eşi Kemal Bey’den bahsederken, zaman zaman hüzünlense de söyleşi boyunca gözlerinden eksilmeyen umut ışığı ve kahkahaları bize enerji verdi, içimizi sıcacık yaptı. Sümerlerin çivi yazılarını uzun yıllardır durdurak bilmeden okuyan, sayısız eser kazandıran bu bilim meşalesiyle bu kez sevgiyi ve aşkı konuştuk. Keyifle okuyacağınızı umduğumuz görüşmemi-
zin ara başlıklarını Muazzez Hanım’ın sözlerinden seçtik. Çok yoğunsunuz yine. Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz. Ben de size teşekkür ederim. Sizden önce Musa Ağacık da geldi, röportaj yaptık. Kitap çalışmam var bir yandan. 99 yaşındasınız ve hala üretiyorsunuz. Nereden buluyorsunuz bu enerjiyi, performansınızı neye borçlusunuz? Sağlığa. Beni çok rahatsız eden bir hastalığım yok. İşte bazen midem ağrıyor, dizlerim ağrıyor falan, bunlar var. Hani sapasağlam bir insan değilim. Ama bir tabiatım var, olan şeyleri büyütüp onun üzerinde durmuyorum. “Ay hastayım” deyip yatmam. İyiyim yani. Gencim ben, daha çok işim var.
ÜRETME A KIM HALA DEVAM ED YOR Yeni kitap hazırlığı dediniz, biraz bahseder misiniz? Yeni çalışmam Sümerlerin Türk olduklarını gösteren bir kitap. Bakın masamın üzerinde, taslak aşamasında. Siz gelmeden önce onunla uğraşıyordum. Bilimsel bir çalışma. Sümerlerle Türkler arasındaki kültür bağlantısını ortaya koyuyorum. Kaynak Yayınları’ndan yakında çı-
kacak. Üretme aşkım hala devam ediyor. Bir yandan da oraya buraya sataşıyorum görüyorsunuz. Bugün sizinle aşkı ve sevgiyi konuşacağız. (Gülerek) Magazin yani biraz. Yok, tam öyle değil aslında. (Gülerek) İyi bakalım, göreceğiz. Tarihte bilinen ilk aşk şiirini Sümer tabletlerinden Türkçeye kazandırdınız. Sümer aşk tanrıçası ‘İnanna’nın Aşkı’yla tanışmamızı sağladınız. Evet, İnanna Sümerlerin sevgi, aşk, bereket ve aynı zamanda da savaş tanrıçası. Bu gerçekten çok enteresan. Sevgiyle bereketin yanına aynı zamanda savaşı da koyuyorlar. Bu, tarihte bilinen ilk aşk şiiri. Belki daha da bulunacaktır, bilemiyorum. Bunu bizim müzede bulduk, yayınladık. Hakiki bir aşktan ziyade bir seremoni var. Bir aşk tanrıçası ile çoban tanrısı, bunlar karı koca. Aşk tanrıçası kocasına kızıyor ve onu yeraltına gönderiyor. Uzun bir hikâye. Ama okumaya değer.
A K Ç N ZDEK SEVG VE TUTKUDUR Aşk dendiğinde sizin aklınıza ne geliyor? Aşk demek bir şeyi candan sevmek, tutku göstermektir. Bu aşk, yalnız bir
şahsa değil bir işe de olabilir. Yaptığınız bir çalışmaya da olabilir. Aşk insanların içindeki sevgi, istek ve tutkudur. Haziran ayında 99. yaşınızı kutlayacağız Evet, yüze dönüyoruz. (Gülerek) Ama gencim ben yahu. Daha 20’li yaşlardayım.
LK VE SON A KIM ÖLÜRKEN SM M SÖYLED Aşk demişken bize ilk aşkınızı anlatır mısınız? Zaten ilk ve son bir tane oldu. Bir adamı sevdim, onunla da evlendik. Kemal Çığ ile 1940’ta evlendik. O sonradan Topkapı Müzesi Müdürü oldu. 1983’te vefat etti. Çok güzel bir ömür yaşadık. Birbirimizi her zaman sevdik. İlk günkü gibi. Bana; “Ömrüm seni sevmekle geçecek, son darbeyi kalbim yine ismin olacaktır” dedi, adımı söyledi ve öyle öldü. Nasıl tanışmıştınız? Fakültede. Dil ve Tarih-Coğrafya’da okuyorduk. O Türkoloji’deydi. Tanıştık, nişanladık. Üç sene nişanlı kaldık. Müthiş bir aşkımız oldu. Kemal Bey’den önce hiç kimseyi sevmediniz mi? Yok canım. Bizim zamanımızda öyle aşk maşk yoktu.
Aydınlık KİTAP
13
enol Çar k Muazzez lmiye Ç ’ n evinde
Peki, nasıldı o günler? Hakikaten çok ilginç. Ben öğretmendim, büyük bir çevrem vardı. O zaman subaylar, tayyareciler; geniş bir grubumuz vardı. Beraber toplanır, balolara gider, evlerde dans ederdik. Eğlenirdik, haftada bir gün çalgılarla. Ama, inanır mısınız aramızda en ufak bir şey olmazdı. Şimdi şaşıyoruz bunlara değil mi? Arkadaşlarım da şaşırmışlar ben nişanlanıp gel-
Kap zilinde 30 y l önce vefat eden e i Kemal Ç ’ n ad hala yaz yor
diğim zaman. “Biz hiç düşünmedik böyle bir şeyin olacağını” dediler. Kaç yaşındaydınız nişanlandığınızda? Nişanlandığımda 23 yaşındaydım, 26 yaşımda da evlendim. Kemal Bey size hiç şiir yazdı mı? Hayır, yazmadı. Peki, şiir okur muydu? Evet, çok güzel şiir okurdu ama, hatırımda yok. Sesi çok güzeldi. Çalışılmamış bir sesti. Sizin bir şiir kitabınız var. Peki, o yıllarda hiç şiir yazdınız mı? Yok, ben o zamanlar şiir falan yazmadım. O zamanlar çok okuyordum, başta Nazım Hikmet’i. Zaten okumayı seven bir insandım elime ne geçerse okuyordum. Peki, birbirinize mektup yazar mıydınız? Çok mektup yazardık birbirimize. Kemal Bey dışında hiç mektup yazan oldu mu size? (Gülerek) Nasıl mektuplar, aşk mektubu mu? Yok yok, hiç almadım.
‘B R NC FAVOR M SENS N’ D YEN DE OLDU Kanal B’de Hayrettin Karaca ile birlikte program yapıyorsunuz. Hatta Hayrettin Bey size ilan-ı aşkta bulunup, tek taş bir yüzük aldığını da söyledi. (Kahkaha atıyor) Bakma sen O’na.
Hayrettin Bey takılıyor öyle, maniler söylüyor ama o kadar. Artık bu yaştan sonra (gülerek) hepsi o kadar. Peki, size âşık mı? (Gülerek) Öyle görünüyor. Ben onları şaka kabul ediyorum. “Öyle tek taş on krat yüzük almadan hiç bana yanaşmanı kabul etmem” dedim. Ondan sonra devam ediyor; “on taş” diye. Yani ne olacak işte bizimki dostluk. İkimiz de aynı kafadayız. O benden küçük ama aynı zamanın insanıyız. Güzel, iyi bir diyalogumuz oldu. -Kemal Bey’in vefatından sonra hayatınıza hiç kimse girmedi mi? Kimseyi sevmediniz mi? (Gülerek) Sevmeye vaktim kalmadı vallahi billahi. İnsanın böyle şeylere vakti olması lazım. Yalnız benim kardeşimin Amerikalı bir arkadaşı vardı, bir profesör. New York’a gittiğim zaman onunla konuşurduk. Bir gün “buraya bak” dedi: “Belki hayatımda iki yüz kadın gördüm. Bunların içinde üç favorim var, onların içinde de birinci sensin” dedi. İşte böyle bir şey oldu. Her zaman bana kitap gönderir. Pişmanlıklarınız oldu mu hayatta. Keşke şunu yapmasaydım diye hala hayıflandığınız? Hayır, pişmanlığım yok şu hayatta. Yaşananlar o günün şartlarına göredir. Öyle yaşanması gerekiyormuş, yaşanmış. Ben ileriye bakma, yarını kurma çabasındayım. Bakın ülkemizin halini görmüyor musunuz? Hepimizin ayaklanması, bir şeyler yapması lazım. Çok üzülüyorum ülkemizin bu halini görünce. Biz cumhuriyetin çocuklarıyız. Güzel günler yaşadık. Bizi cumhuriyet yetiştirdi, okuttu. Şu anki duruma bakınca çok büyük bir üzüntü duyuyorum inanın. Çok keyifli bir sohbet oldu gerçekten. Çok teşekkür ederiz size. Şu soruyu sormadan bitirmeyeyim istiyorum. Peki, dünyaya yeniden gelseniz yine Sümerolog olmak ister misiniz? O zaman ki şartlara göre (gülerek), bilemem. Bakarsınız o zaman astronot olurum. Çok hoşuma gidiyor uzay bilimleri. Belki daha enteresan şeyler çıkar, belli olmaz.
14
Aydınlık KİTAP
8 UBAT 2013 CUMA
SEYY T NEZ R
ARAKABLO
Nâzım 111 yaşında en önde yürüyor halâ
seyyitnezir@yahoo.com Nâzım’ın hapishane yaşamının ardından 1951’de ülkeden kaçarak Moskova’ya üçüncü gidişi sonrasındaki yaşam dilimi (1951-1963), şairin doğum yıldönümünde YKY’nin düzenlediği “Nâzım 111 yaşında / ‘Alnımın Çizgilerindesin Memleketim’ / Nâzım Hikmet’in Yolculuk Fotoğrafları Sergisi”nde izlenebiliyor (30 Ocak - 28 Şubat 2013 tarihleri arasında, Galatasaray’daki Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde)... Sergideki fotoğraflar, son yıllarda Nâzım üzerine çalışmalarıyla öne çıkan M. Melih Güneş tarafından, Vera Tulyakova Hikmet Arşivi, Rusya Devlet Edebiyat ve Sanat Arşivi ile başka ülkelerdeki arşivlerden bir araya getirilmiş. M. Melih Güneş, serginin küratörü olarak amacını şöyle açıklıyor: “Kültür varlığı, geleneklerin dışında yalnızca yapılar, arkeolojik kalıntılar, doğal sitler ya da birkaç bin yıllık elyazmaları değildir. Şairin yolculuklarından sayılabilecek bu sergiyi, onun edebi mirasının şehrine ulaşma yolculuğunda ‘bir gül bahçesinde dinlenme’ gibi görüyorum; ‘hasret ve ümitten ibaret’ Nâzım Hikmet’in, ‘Bir yerlerde bir sevinç günün birinde fışkırır’ sözüne kulak veriyorum.”
SERG YE GELENLER TURNALAR SELAMLIYOR Hiroşimalı çocuklar, savaştan sonra barışın ve silahsızlanmanın simgesi olan, 1000’e tamamlandığında gerçekleşeceğine inandıkları dilek adına rengârenk kâğıtlardan yapılma bin turna kuşunu Nâzım’ın ölümü üstüne Vera Tulyakova’ya göndermişler. Salona adım atar atmaz, imza isteyen çocukların sesini Turnalar Semahı’nın ezgisiyle içinizde du-
Ahmet Hamdi Tanp nar’ n “iyi ve sa lam bir dil makinesi kurdu unu” söyledi i Nâz m’ n i çili ini hiç de ilse as l çizgileriyle sergileyebilmek, mekikleri noksans z i letmekle olanakl d r yumsamanız bundan... Çocuk ziyaretçiler için uluslararası bir kardeşlik bağı örmek üzere bu kâğıttan kuşların yapılışını öğrenebilecekleri etkinlikler de var sergi kapsamında. Yapılacak bin turna, sergi salonunda Hacer Sayman’ın tasarımı olarak yer alan dilek ağacına asılacak. Gün gelip de bir Nâzım Hikmet müzesi kurulursa, bin turna, ağacıyla birlikte bu müzeye armağan edilecek...
68 KU A I VE NÂZIM Sergiyi dolaşırken, bizim 68 Kuşağı’nın onu önce cezaevi fotoğraflarıyla tanıdığını düşündüm: Bursa Cezaevi’nin bahçesindeki havuzun başında Samatya kabadayısı edasını yansıtan fotoğrafıyla gelirdi hep gözümüzün önüne. Balaban’ın tam da resmini bitirdiği günlerde onu zindan karanlığıyla örülü bir masal dünyasından, cezaevinden Şair Baba olarak aramıza sıcacık anılarla kattığı hiçbir toplantıyı kaçırmaz, “Kerem Gibi”, “Davet” ya da “Beyazıt Meydanı’ndaki Ölü” şiirini okumadan hiçbir toplantıyı bitirmezdik Bursa’da. Sonra da, Saygı Yağmurdereli’nin işaretiyle, sözleri Onat Kutlar’a, ezgisi bir Antep türküsüne ait isyan çığlığımızı var sesimizle haykırırdık: Potinimi çektim kıçıma yav İndim de hökümatın içine Anam da benim suçum ne yav Attılar da beni zindan içine
Yirmi yıl kadar önce, Evrensel Kültür Merkezi’ndeki bir toplantıda Nâzım Hikmet üstüne konuşurken, proleter devrimci olduğunu söyleyen bir kardeşimiz, “Ondan Nâzım diye söz etmeye utanmıyor musun? Arkadaşın mıydı senin?” diye kesmişti sözümü. “Evet!” demiştim, “öyleydi. Dahası, arkadaştan ileriydik...”
“SEVDALINIZ KOMÜN STT R” Herkesin şaşkın bakışları arasında şöyle sürdürmüştüm: O çok acılar çekti bu ülke ve insanları için. Ama bu ülkenin yurtseverleri ve emekçileri de, onun şiirinin, onun Türkçe aşkının özgürce bayraklaşması için nice hapislere, işkencelere göğüs gerdi. Eğer onun yüklediği cesaretle, 12 Mart’larda, 12 Eylül’lerde kavgasını vermeseydik, şiirlerine hiçbir iktidar özgürlük tanımayacak, Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor olacaktı halâ. Yunus ne kadar atamızsa, Fuzûlî ne kadar pîrimiz, dostumuzsa, Nâzım da işte öylesine ustamız, yoldaşımızdır. Entelektüel burjuvalar, emekçilerden gizledikleri Nâzım tutkularını ve Türkçeye vuran yurtseverliğini 1980’lerin sonlarında itiraf etmeye başladığında, 2000’e Doğru dergisinin kapağında Nâzım’ın şu dizesi yer almıştı: “Sevdalınız komünisttir”. Bu dize, Cahit Sıtkı’nın Nâzım’a acıma
duygularıyla yazdığı şiire yanıt olan “Yatar Bursa Kalesinde” şiirinin ilk dizesidir. Ne yazık ki, “Nâzım 111 Yaşında” programının ilk ürünü izlenimini veren, Genco Erkal’ın sesinden 4 CD’nin kitabı olarak sunulan “Ne Güzel Şey Hatırlamak Seni” adlı seçkide bu şiir yer almıyor. Şiirleri seçen Güven Turan ve Raşit Çavaş, editör olarak sanatçının özgürlüğüne duydukları saygıyı birazcık bile ihmal ediyor olamazlar elbette... Bu kusur, acaba bir telaş nedeniyle boş bulunmaktan mıdır?
AMA O DA NE? “ ARKILARIMIZ” YOK! Derken, Nâzım’daki içerik ve biçim örgüsünü ve nakışlarını bütünleyen birkaç şiirinin de seçkide atlandığını görüyoruz. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “iyi ve sağlam bir dil makinesi kurduğunu” söylediği Nâzım’ın işçiliğini hiç değilse asıl çizgileriyle sergileyebilmek, mekikleri noksansız işletmekle olanaklıdır. “Şarkılarımız”, “Türkiye İşçi Sınıfına Selam”, “Şehitler”, “Açlık Ordusu Yürüyor”, “Hürriyet Kavgası”, “Aradıkların”, “Beyazıt Meydanı’ndaki Ölü” şiirleri olmaksızın bu dev makinenin işleyişi eksik konacaktır. “Nâzım 111 Yaşında” en önde yürüyor halâ... YKY’nin programını yıl boyunca merak ve heyecanla izleyeceğiz. Yine, yayınevince CKM’de açılan ve bugün sona eren, Nâzım’ın resimleriyle ona yapılan resimlerden oluşan “Nâzım’ın Sanatı, Sanatçıların Nâzım’ı” adlı sergi ürünlerinin de aynı adla kitaplaştırıldığını belirtelim. “Alnımın Çizgilerindesin Memleketim” kitabının sonundaki zamandizinde soru imiyle verilen kimi tarihlerden yeni basımlarda soru iminin kaldırılacağı umudunu koruduğumuzu da...
Aydınlık KİTAP
8 UBAT 2013 CUMA
15
Özgürlük mü baskındır aşkta, tutsaklık mı Ussal a tak lmadan yolunu çizen bir inat, kendin olma çabas olarak gösterir kendini a k. Belki de ne oldu u kadar ne olmad yla kendini bize sunar bu ele avuca gelmez kendilik CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com Aşk sözcüğü hemen her sanat ürününün merkezi temasıdır. Belki de salt bu nedenle estetiğin (felsefenin bir alanı olan estetiğin) alanına girmektedir. Fakat aşk bununla da kalmaz, insanın diğer tüm edimlerinin içerisinde kendini gösterir: İlahi aşktan, sevgiliye duyulan aşktan, vatan aşkından, özgürlük aşkından söz açarız. Aşk insanın tüm olası boyutlarında kendini gösterir. Sırf bundan ötürü bile insanı insan yapan bir unsur olarak söz edebiliriz aşktan.
A KIN ‘KULLANIMLARI’ Batı dillerinde “love”, “amor” gibi sözcükler sevgi ve aşk sözcüklerinin her ikisini de kapsayacak şekilde kullanılırlar. Türkçede aşk sözcüğünün kullanımı daha özel bir sevgi türünü betimlemede kullanılır. Bu özelleşmiş kullanım o denli kendine özgüdür ki aşk, çoğu zaman sevgiden büsbütün ayrı bir duygu olarak anlaşılır dilimizde. İnsana duyulan aşk o denli merkezidir ki ilahi aşk, vatan aşkı, özgürlük aşkı hep bu merkezi aşktan pay almaktadır. Vatanın, özgürlüğün, Tanrı’nın delicesine arzulanması / sevilmesi bu merkezi aşkla ilişkilendirilen aşk türevlerinin doğmasına yol açmıştır. Aşk bir başkasına duyulan bir his, bir yönelme olarak kavranmıştır genelde. Oysa bunun da ötesinde, bir ilişki türüdür, bir bilinçlilik (ya da bir bilinçsizlik) halidir aynı zamanda. Aşkın bu ele avuca gelmez doğasının çok boyutlu bir karakteri olduğuna dikkat çeken denemeci/filozof Afşar Timuçin, "Aşkın Diyalektiği" adlı yapıtında bu çok boyutluluğu diyalektik bir ilişki içerisinde kavramak gerektiğini
belirtir.
A KIN ÇATI KILARI Afşar Timuçin, Mevlana’nın kıssasındaki fili tanımlamaya çalışan körlerin yaptığı gibi farklı pencerelerden bakarak aşkın bünyesindeki karşıtlıkları açmaya çalışır, ileride bunları birbirinin ötesinde bir gerçeklikte buluşturma ümidiyle. Söz gelimi, “Aşkta özgürlük mü baskındır tutsaklık mı? Bu soruya yanıt vermek olası değil. Aşkta özgürlükle tutsaklığı ayrı şeyler saymak, iki ayrı kutup saymak olası değildir. Aşk özgür tutsaklık ya da tutsak özgürlüktür.” (s. 31) diyerek aşkın bünyesinde ortaya çıkan iki karşıtlığın gerçekte ne tür bir birlik içinde olduğunu açmaya çalışır. Aşk özgürce yaşandığında bile özgürce yaşanamadığı bir mekanı geride bırakmalıdır. Dolayısıyla geçmişinde zorluklar, imkansızlıklar yatmalıdır. Usun karamsarlığı aşıldığında belirecek olanaklarda hayat bulur aşk. Bu nedenle bir vakit aşk gizlenmelidir, hatta canlılığı gizin belli bir oranda sürmesiyle güvence altındadır: “Sanat kendini açarken sanattır, aşk da kendini gizlerken aşktır.” (s. 13). Yazarın da dediği gibi her aşk bir anlamda sevdadır, kavuşulamamıştır, imkansızdır, karanlık içindedir ve aydınlık umuduyla yanıp tutuşur sevdalılar.
GAR P B R L K N N D YALEKT Afşar Timuçin, sözü edilen eserinde, aşkın ussallıkla bilinçdışının kesişiminde, bireysellikle toplumsallığın sınırında garip bir ilişki olduğundan hareketle onun diyalektik doğasını açığa sermeye girişir. Ti-
muçin, bu serimlemede yalnız değildir. Karacaoğlan, Gevheri, Erzurumlu Emrah, Ovid, Platon, Merleau-Ponty, Çehov eşlik eder ona. Halkımızın inanışları, aşkı kavrayışı maniler ve atasözleri dolayımıyla sürece katılır. Timuçin, aşkı keşfetme ve serimleme serüveninde insanlığın bütün bir birikimini yanına katar. Kervan aşka doğrudur, aşk bu yolculuğun kendisi, başlangıcı ve sonucudur; her bir aşamasında bir başkası olarak görünür aşk. Aşkın doğallıktan toplumsallığa geçişin hangi aşamasında ortaya çıktığı belli olmaz ama her belirişinde her ikisinden de izler taşır. Ne toplumsal rollerin yararlılığına indirgenebilir ne de henüz cinselliğe kavuşamamış ham dürtülerle açıklanabilir. Kategorileri delip geçen ya da en başta kategorilere çalım atıp sinsi sinsi bir köşeye saklanan bir yabanidir aşk. Kimine göre delilik, kimine göreyse delilikten azade bir bilgelik, bir şövalyeliktir. Kapitalizmin hesaplılığına ve genel olarak toplumun düzenliliğine aldanmadan, ussalığa takılmadan yolunu çizen bir inat, kendin olma çabası olarak gösterir kendini. Belki de ne olduğu kadar ne olmadığıyla kendini bize sunar bu ele avuca gelmez
kendilik.
OLASILIKSIZLIKTA ISRAR: GERÇEK A K
“A k bir serüvendir, bu serüvende temel sorun iki ki inin bir bütün olu turma isteminde ve iki ki inin bir bütün olu turmas n n olas olmay nda kendini gösterir.”
Aşkta iki başka buluşur, birbirine direnen ama aynı ölçüde birbirine teslim olan ve birbirini yücelten iki başka. İlahi aşka da benzeyen bu yanıdır. Kendi içinde bir mutlaklık kurar aşk: “Aşk göreli bir dünyada mutlak’ın saltanatıdır.” (s. 10). Bu saltanat dışa karşı kurulan bir mekanın hükümdarıdır. Bu mekanda yarar’ın, paranın, alışkanlıkların, gelenek ve göreneklerin hükmü geçmez. İşte bunların hükümsüzlüğü gerçek aşkı “sözde aşklardan” ayıran en önemli ölçüttür. Aşkın diyalektiğinde sözün özünü Afşar Timuçin’den okuyalım: “Aşk bir serüvendir, serüvenlerin belki de en kaygan, en sallantılı, en kesinliksiz olanıdır. Temel sorun iki kişinin bir bütün oluşturma isteminde ve iki kişinin bir bütün oluşturmasının olası olmayışında kendini gösterir.” Bu olasılıksızlığa direnen tüm yüreklere… (Aşkın Diyalektiği, Afşar Timuçin, Bulut Yayınları, 184 s.)
16
Aydınlık KİTAP
8 UBAT 2013 CUMA
KABULLENMEN N VE(YA) ÇTEN ÇE SYANIN ROMANI:
Kürk Mantolu Madonna Kürk Mantolu Madonna’y kitapç lar n ‘çok satanlar’ raf ndan indirmeyen, basit a k romanlar ndan ay ran ve Sabahattin Ali’nin en sevdi i kitab yapan nedir? MELİS YALÇIN vmelisyalcin@gmail.com Hakikat Gazetesi Sabahattin Ali’ye “siyasete karışmayan, sürükleyici bir aşk romanı” ısmarlar; Sabahattin Ali ciddi para sıkıntısı içindedir, teklifi kabul etmek zorunda kalır. Roman, 1940-41 yıllarında gazetede yayımlanır ve dönemin edebiyat çevreleri tarafından, siyasetle uzaktan yakından alakası olmayan bir aşk hikâyesi olduğu için, küçümsenir. Hatta rivayete göre Nazım Hikmet Sabahattin Ali’ye, psikolojik çözümlemelerle dolu birinci bölümü (Raif Efendi’nin defterine kadar olan bölüm) bir aşk hikâyesine harcadığı gerekçesiyle, sitem eder. Tüm bunlara rağmen, 1942’de kitaplaştırılan “Kürk Mantolu Madonna”nın Türk Edebiyatı’nın en çok ilham veren eserleri arasına gireceğini kim bilebilirdi ki? Peki, bu kitabı kült yapan nedir? Birbirinden keskin çizgilerle ayrılan, fakat tutarlı bir şekilde birleşen iki bölümün de buna katkısı var. Anlatıcımızın Raif Efendi’yle tanışmasıyla ve onu ot gibi yaşayan dümdüz bir adam olarak tasvir etmesiyle başlayan ilk bölümde, bir insanla ilgili ilk izlenimin ne kadar yanlış olabileceği açıkça vurgulanır: “Niçin ilk defa gördüğümüz bir peynirin evsafı hakkında söz söylemekten kaçındığımız halde ilk rast geldiğimiz insan hakkında son kararımızı verip gönül rahatlığıyla öteye geçiveriyoruz?” Raif Efendi’nin patronu tarafından feci bir şekilde azarlanması ve ardından inanılmaz tahlil yeteneğiyle yaptığı resim onunla ilgili ilk fikirlerimizin değişmesini sağlar. Acaba bir zamanlar genç olmuş mudur Raif Efendi de, çocukça çılgınlıklar yapmış mıdır? Sahi, onu bu hâle getiren hadise neydi?
Sabahattin Ali
Ç DÜNYASININ HAPS NDE ÖZGÜRLE EN ADAM Kitabın ikinci bölümünde, Raif Efendi’nin gizli kalmış hatıraları arasında bu sorunun cevabını keşfederiz. Bu bölümde, sobada yakılmış olması gereken bir defterin aslında platonik bir aşkın belgesi olduğu açığa çıkar. Almanya’ya eğitim için giden genç bir adamın, bir resim galerisinde gördüğü “Kürk Mantolu Madonna” tablosuna, daha sonra da tablonun sahibi Maria Puder’e olan aşkı ve ardından gelen ayrılık anlatılır sonra. “Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hâlâ kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. Hâlbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerindekini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz.” “Kürk Mantolu Madonna”yı kitapçıların “çok satanlar” rafından indirmeyen, basit aşk romanlarından ayıran ve Sabahattin Ali’nin en sev-
diği kitabı yapan nedir? Siyasi olmasa da, sosyal hayatla ilgili birçok analizin yanı sıra Türk Edebiyatı’nın en derin karakterlerinden birini barındırması olabilir. Kendine kurduğu küçük dünyaya hapsolan Raif Efendi, bunu en büyük özgürlük olarak görüyordu. Öyle ya, not defterine yazdıkları kendisi dışında kimse tarafından okunmadığı sürece özgürdü. Dışarıdan nasıl görülürse görülsün, hâlâ o çekingen genç adam yaşıyordu iç dünyasında. Artık ne kimse karışabilirdi ona, ne de dünyasına girebilirdi elini kolunu sallayarak. Hudutları olmayan bir dünyada yaşıyordu. Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan “Kürk Mantolu Madonna” yer yer Dostoyevski ve Gogol çağrışımları taşıyor. Özellikle Dostoyevski’nin gerçek dünyadan kendini soyutlamış bir adamın hezeyanlarını ve iç çatışmalarını anlattığı “Yeraltından Notlar” eseriyle büyük benzerlikler taşıyor. Dostoyevski’ye has o asosyal, insanlardan korkan, tiksinen, nefret eden yer- altı adamı ile Raif Efendi arasında büyük benzerlikler var: “Eğleniyorlardı. Yaşıyorlardı. Ve ben, kafamın içine ve yalnız kendi ruhuma kapanmakla onların üstünde değil, altında bulunduğumu anlıyordum.” Batı Edebiyatı’nda yabancılaşmayı irdeleyen diğer önemli yazarlar
Dostoyevski’nin gerçek dünyadan kendini soyutlam bir adam n hezeyanlar n ve iç çat malar n anlatt “Yeralt ndan Notlar” eseriyle büyük benzerlikler ta yor
arasında Albert Camus (Yabancı), Franz Kafka (Dönüşüm) ve Jean Paul Sartre (Bulantı) yer alır. Türk Edebiyatı’nda yabancılaşma olgusu ise, Batı’nın, medeniyet açısından, Doğu’dan üstün olduğunu düşüncesinin yayılmasına neden olan Tanzimat’la birlikte, batılılaşmanın trajikomik sonuçlarını gözler önüne seren eserlerle ortaya çıkmıştır. Özellikle 1940’lı yıllarda modern yaşamın bireyi nasıl baskı altına aldığını en iyi anlatan yazarlar arasında Attila İlhan (Sokaktaki Adam) ve Yusuf Atılgan (Aylak Adam, Anayurt Oteli) yer alır. Acaba gerçekten de öyle mi? (Kürk Mantolu Madonna, Sabahattin Ali, Yapı Kredi Yay., 163 s.)
Aydınlık KİTAP
8 UBAT 2013 CUMA
17
N YAZ AKINCIO LU:
Umut şiirlerinin unutulmuş şairi Naz m Hikmet’ten sonra ama Enver Gökçe ve Ahmet Arif’ten önce halk iirinden yararlanan ilk toplumcu airdir CAFER YILDIRIM cfryildirim@hotmail.com Mehmet Kemal’in “Acılı Kuşak” kitabında şöyle bir ifade vardır: “Suphi Taşhan da şiir sahnesine çıkışında parlak bir yıldız gibiydi, ölümünden sonra unutuldu. Niyazi Akıncıoğlu’nun hem lise hem gençlik arkadaşıydı.” Mehmet Kemal’in Suphi Taşan ile ilgili anlatımı Niyazi Akıncıoğlu’nu da içermektedir ve asıl konusu da zaten odur. Niyazi Akıncıoğlu şiirlerini ilk yayımladığı yıllarda adını kolayca duyurmuş şairlerdendir. Kedine güveni tamdır ve kazandığı ünü fazlasıyla hak etmiştir. Çünkü kurduğu şiir dili, söyleyiş edası, benzetme ve imgelerindeki orijinallik ve etkili tasvirleriyle 1940 Kuşağı şairlerinin önünü açmış, 1940 Kuşağı şiirinin oluşumunda bir öncü olmuştur. Toplumsal hayatı ve yaşanan gerçekliği Marksist felsefenin bakışından yorumlayan, halk kültüründen ve halk dilinin olanaklarından yararlanan bir şiir formatını ilk kez o ortaya koymuştur. “Unuturum da sonra garipliğimi, heheyyt ! .. derim bir, kuşlar, ağaçlar! Ve çıkarım dağlara. Nereli bu rüzgâr, bu su deli mi? İznim olmayınca yasak macera. Selamım baş üstüne, Kavgam dert-yaş üstüne, mazlumun âhıdır başımda esen gocunsun paşalar, beyler alimallah komam taş-taş üstüne.” Şunu belirtmeliyim ki Akıncıoğlu halk dilinin olanaklarından yararlanmış ama bu dilin tekrarcısı ya da tutsağı olmamıştır. “Kuş Kanadından” şiirinden alıntıladığım bölümde de görüldüğü gibi onun dili bütünüyle yazı dili ve yazı dilinin de edebi şeklidir. Akıncıoğlu Kurtuluş Savaşımızın ilk ateşlerinin yakılmaya başlandığı 1919 yılında, Kırklareli’nin Kundere köyünde dünyaya gelmiştir. İkinci büyük harbin başladığı 1939 yılında, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğrencisi bir gençtir ve bir yıl önce yayımlanmış bir kitaba sahiptir. “Haykırışlar” adıyla yayımlanmış bu kitap şairimizin tek kitabı olarak kalacaktır. Daha sonraları Akıncıoğlu’nun şiirleri dönemin İnsan, Ses, Yeni Edebiyat, Yürüyüş gibi ilerici, solcu dergilerinde çıkmaya devam edecektir ama bunları kendi sağlığında bir araya getirip bir kitap bütünlüğüne kavuşturmamıştır. Dergilerdeki bu şiirleri ölümünden sonra derlenerek bütün şiirleri “Umut Şiirleri” adıyla
1985’te yayımlanmıştır. Akıncıoğlu’nun diri sesi, dolgun anlatımı, toplumsal temleri, toplumcu tavrı göz önüne alındığında ilk göz ağrısı şiirlerini “Haykırışlar” adıyla yayımlaması isabetli görülebilir. Ne var ki onun seçkin haykırışlarının bir süre sonra akamete uğraması ve kendi içinde boğulması da aynı oranda üzücüdür. Demokrat Partinin despotizmi her devrimci yazar, şair ve aydın gibi Akıncıoğlu’nu da bulmakta gecikmez. Akıncıoğlu, kurucusu olduğu Köyleri Kaldırma Derneğindeki arkadaşlarıyla birlikte 1950 yılında “komünizm propagandası yapmak” gerekçesiyle tutuklanır. İki yıllık bir tutukluluktan sonra beraat etmesine eder ama yaşadıkları onu fazlasıyla etkilemiştir. Bu tutukluluk yıllarından sonra Akıncıoğlu siyasi mücadeleden olduğu gibi edebiyattan da uzak kalmıştır. Tıpkı aynı dönemde benzer bir süreci yaşayan Ahmet Arif gibi yarı münzevi bir hayat yaşamaya başlamıştır. Edebiyat âlemi ise sahnesinde görmediği herkese karşı takındığı tavrı onun için de değiştirmemiş ve onu çabucak unutmuştur. Asım Bezirci’nin, Akıncıoğlu ile ilgili çok önemsediğim bir belirlemesi var: “Akıncıoğlu- Nazım Hikmet’ten sonra ama Enver Gökçe ve Ahmet Arif’ten önce- halk şiirinden yararlanan ilk toplumcu şairdir.” Bezirci’nin söylediklerine Mehmet Kemal’in bir başka boyuttaki ifadelerini de eklemek isterim: “Ne vardı şiirlerinde? Bir dönemde şiirle söylenebilecek ne varsa hepsi. Kimsenin cesaret edemeyeceği sözleri, kavramları, deyimleri mısralarına katmasını bilmişti. Attilâ İlhan’ın, Ahmet Arif’in şiirlerine giren Osmanlıca kelimeleri korkusuzca ilk kullananlardandı. Attilâ İlhan’ın Akıncıoğlun’ndan, ‘Bir zamanlar bir şair vardı.’ diye söz etmesi de şiirinin, tanıyan belleklerden çıkmadığını kanıtlar. Daha sonra ortaya çıkan bazı genç şairlerin divan şiiri kelimelerini korkusuzca kullanmayı denemeye başlamaları Akıncıoğlu’nun başlangıcındaki cesaretinden gelebilir. Bir şiir dili kurmayı becermişti. Ama dili geliştirmek, daha çok işlemek direncini gösteremedi. Belki de bir dönem için erteledi, sonra alışkanlığını yitirdiği için bıraktı. Bundan sonra tarih içinde edebiyatımızdaki yerini alacak, bu yer kendine yetkinliğince verilecektir. Geç kalınmış
olsa da bu yerin verilmemesine kimsenin gücü yetmez.” Öyle anlaşılıyor ki Mehmet Kemal de Akıncıoğlu’nun edebiyat tarihimizde yerli yerince değerlendirilmemiş olduğuna inananlardandır. Akıncıoğlu’nun geleneğe yönelik ilgisi halk kültürü, halk dili ve halk şiiriyle sınırlı değildir. O aynı şekilde divan şirinin söyleyiş ve duyuş tarzına karşı da duyarlık göstermiştir. Her has şair gibi Akıncıoğlu da geleneğin birikimi içinden kendine özgü bir kimlikle doğma gayreti içindedir. 40 Kuşağı şairlerinin birçoğu üzerindeki etkisi açıkça görülmektedir. Fakat bu etkinin kendisini en yoğun biçimde gösterdiği şair ise Ahmet Arif’tir. Akıncıoğlu’nun unutulmuş şiirinin bütün ruhuyla Ahmet Arif’in dolaşımda gezen şiirinde yaşadığını söylemek hiç de abartı sayılmaz. Ömer Özdemir, bloğunda iki şair üzerine kaleme aldığı yazısında ilginç benzerlik örnekleri aktarmaktadır: N.A. Zindanlar: suyun üstünde Yandan akar çeşmeleri A.A. Mapushanede çeşme yandar akar olanda N. A. Boşaltıp rahmetini kümülüs bulutları A. A. Rahmetinden kim demlenir bulutun N. A. Yeşil, mavi, mesut gözlerin A. A. Açardın Yalnızlığımda Mavi ve yeşil açardın gözlerin hani N. A. Onların kitabında yazılıdır A. A. O kitapta böylece yazılıdır N. A. O hikâye şöyle başlar A. A. Budur ol hikâyet N. A. Ölüler kar altındadır A. A. Kenar çocukları kar altındadır N. A. Selam veriri gibi bir dosta A. A. Selam etmişim dostuma N. A. Hayra yorulur A. A. Hayra yorarım çıkmaz N. A. Neler geçmez aklımdan bir ben bilirim A. A. Bir ben bileceğim oysa Ne âfat sevdim N. A. Gülüyor otuz iki dişi A. A. Otuz iki dişimizle gülmeğe N. A. Arzuhal edeyim halım A. A. Kirvem, hallarımı aynı böyle yaz N. A. Ne pasaport bilir, ne gümrük sorar
A. A. Pasaporta ısınmamış içimiz N. A Yolda yolcu, havada kuş aşkına A. A. Muhammed, İsa aşkına yattığım ranza aşkına Aralarında benzerlik gördüğü dizeleri aktaran Ömer Özdemir iki şair arasında ritim ve tonlama özellikleri kadar yöresel söyleyişler ve benzetmeler bakımından da paralellikler olduğu görüşündedir. Son yargısı ise şudur: “... iki şair arasında bir intihal meselesinden çok ama tek başına esinlenme de diyemeyeceğimiz bir ilişki var gibidir. Bir şair, başka bir şairin temalarını, söyleyiş biçimini, daha eski bir ifadeyle havasını alarak daha güçlü bir sesin içine taşımış, başka bir şairdeki zayıf bir izleği kendi şiirine güçlü bir şekilde taşıma çabasında bulunmuş gibidir.” Tabii ki konu incelenmeye ve çözümlenmeye muhtaç bütün yönleriyle olduğu kadar bütün çekiciliğiyle de edebiyat araştırmacılarımızın, eleştirmenlerimizin önünde durmaktadır. Edebiyatımızdaki hiçbir iki şairin şiiri arasındaki birbirini anımsatıcı unsurlar bu denli yoğun değildir. Niyazi Akıncıoğlu geçimini avukatlık yaparak sağlamış ve İstanbul sonrasındaki yaşamını Kırklareli’nde geçirmiştir. Son dönemlerindeki en yakın arkadaşı alkol olmuş, 2 Şubat 1979’da Ankara’da, SSK Hastanesinde vefat etmiştir. Ölümünün otuz dördüncü yılında onu şükranla anarken şunu sormadan geçmek istemiyorum: Ahmet Arif’i ezberinden hiç çıkarmayanlar Niyazi Akıncıoğlu’nu niçin bir kez olsun anımsama gereği duymazlar?
18
YENİ ÇIKANAydınlık KİTAP
Eve Dönü
Ray Bradbury, thaki Yay nlar , Çev: Elif Ersavc , 56 s. Şiirsel bir dille yazılan bu özgün hortlak hikâyesi sıradan insanı anlatır aslında. “Eve Dönüş” Bradbury'nin kendi çocukluğundan izler taşır. Kendisini sevgi dolu bir ailenin içinde bile uyumsuz, yabancı ve sıradışı hissettiği bir dönemin yansımasıdır belki de... Ray Bradbury'nin kısa hikâyesi “Eve Dönüş”, ilk olarak 1946 yılında Mademoiselle dergisinde yayımlandığından beri kelimenin tam anlamıyla bir Cadılar Bayramı klasiği olmuştur. Bradbury'nin kendi çocukluğundan izler taşıyan bu hikâye, Cadılar Bayramı arifesinde bir araya gelen devasa bir hortlak ailesinin onlara hiç benzemeyen çocuğunun öyküsüdür.
YENİLER
Gerçek Bir Yan lsama: Bilinç
Tevfik Al c , Metis Yay nlar , 264 s. Bilinç sorununa odaklanan sinirbilim günümüzün bilimsel araştırmalarına geniş bir ufuk getirdi. Tevfik Alıcı'nın kitabı bu alanda Türkçe yazılmış özgün bir katkı. “Nasıl olur da tümüyle mekanik ilkelerle çalıştığını bildiğimiz fiziksel bir sistem, bilinç gibi öznel ve belki de metafizik bir gerçekliğe yol açabilir?” Tevfik Alıcı, bu alandaki birçok kitabın hep bu “asıl soruna” yönelik bir çözüm bulma telaşıyla yazıldığına dikkat çekiyor ve kendisine daha mütevazı bir görev veriyor: Bu kavramların ve metaforların daha ziyade varsayımlara dayanan doğasını sorgulamak ve adım adım yeniden yapılandırmak.
Tembellik Hakk
Haydarpa a'dan zmir'e Tarih Söyle ileri
Paul Lafargue, Alakarga Sanat Yay nlar , Çev: Ceylan Özçapk n, 56 s.
Zeki Ar kan, Tarihçi Kitabevi, 312 s.
Çalışın işçiler, çalışın. Çalışın ki daha da yoksullaşıp daha çok çalışmak ve tekrar yoksullaşmak için bazı nedenleriniz olsun. İşte bu, kapitalist üretimin acımasız yasasıdır. Ekonomistlerin aldatıcı sözlerine kulak veren işçiler kendilerini canla başla çalışma tutkusuna adamışlardır. Onlar tüm toplumu ve toplumsal organizmayı baştan sona sarsan sanayideki aşırı üretimin buhranını içlerine atıyorlar. Hatta ürün çokluğu ve talep yokluğu yüzünden fabrikalar kapanıyor ve açlık işçi nüfusa adeta kırbaçla veryansın ediyor. Çalışma doğmasıyla şaşkına dönen işçilerin, sözde verimli dönemde başlarına bela aldıkları aşırı üretim, bugünkü yoksulluklarının nedenidir.
Köy Enstitülerinin kurucusu Hasan Âli Yücel'in başlattığı çok yönlü aydınlanma hareketiyle 1940'lı yılların Türkiye'sinin nasıl Rönesans'ın eşiğine geldiğini, Arıkan'ın yazılarında değindiği Doğan Kuban, Orhan Burian, Vedat Günyol, Şerafettin Turan, Fuat Köprülü ve öğrencileri Mustafa Akdağ, Halil İnalcık gibi aydınlanmacılardan, Köy Enstitüsü çıkışlı yazar ve şairlerden (ör. Mehmet Başaran) kavrıyor ve mutluluk duyuyoruz. O dönemde aydınlarımız tarafından üretilen eserlerin; önemli dünya yapıtlarının Türkçeye hızla kazandırılmasının, yayımlanan dergilerin (Yücel, Ufuklar gibi) Türkiye'nin kültür hayatında nasıl büyük bir değişime yol açtığını mutlulukla izlerken, bu güzel çalışmaların daha sonra nasıl yok edildiğini, karalandığını görerek sarsılıyoruz...
YENİ ÇIKANAydınlık KİTAP
19
Hassas Ten
Osmanl lara Kar lenen Sava Suçlar
Josan Hatero, Can Yay nlar , Çev: Özgür Esen, 184 s.
Ahmet Tetik, Mehmet ükrü Güzel, Kültür Yay nlar , 548 s.
Bir âşıktan beklenen şey insana kendini özel ve farklı hissettirmesidir. Sevilen kişi sadece tam o anda orada bulunmaktan başka bir özelliğe sahip değilse bu aşkın ne değeri var? Gerçek aşk bu mudur? Bu konuda bütün uzmanların üzerinde birleştikleri bir şey varsa o da, aşkın hiç de demokratik bir şey olmadığı görüşüdür. Katalan yazar Josan Hatero'nun titizlikle hazırladığı âşıklar kataloğunda kimler yok ki: külkedileri, romantikler, kâşifler, turistler, miyoplar, holiganlar, cambazlar, dalgıçlar, geçerken görülenler, dokunuş yoksunları... Hepsi "arzu" denen şu gizemli ortak paydada buluşmuş, onu kendi karakterlerince tanımlayıp yaşıyor.
Tarih boyunca pek çok büyük devletin tanımlamaya çalıştığı savaş suçu kavramı 1864 Cenevre Sözleşmesi'yle ilk kez uluslararası düzeyde tanındı. Yıllar içinde bu sözleşmeyi bütünleyen bir dizi sözleşme daha imzalandı. Ulusal Kızılhaç ve Kızılay dernekleri de zamanla ve bu sözleşmelerin ruhu doğrultusunda uluslararası bir komite çatısı altında toplandı. Osmanlı Devleti ilk aşamalarından itibaren bu sürecin bir parçasıydı. Ancak Osmanlılar için bu sistemin ciddi biçimde sınanması 1911'deTrablusgarp Savaşı'yla başladı. Ertesi yıl çıkan Balkan Savaşları'nda da onu izleyen Birinci Dünya Savaşı'nda da sürdü. Bu eser kapsamlı bir giriş bölümüyle savaş suçu kavramının doğuşu ve gelişmesini inceliyor.
Corto Maltese: Brezilya Kartal
Tüm Zamanlar n En Güzel A k Hikayesi
Hugo Pratt, NTV Yay nlar , Çev: Alev Er, 40 s.
Lucy Robinson, Alt n Kitaplar, Çev: Eda Aksan, 432 s.
"Benim düşmanım yok! Kendi işime bakarım... ama hiçbir şeye çok fazla şaşırmamayı da öğrendim" Corto, Tristan ve Steiner Amazon Nehri ağzındaki Marajá adası yakınlarında yatann altın yüklü bir İspanyol kalyonunun enkazını aramak için Brezilya kıyılarını izleyerek yola koyulur, ama bu define avında yalnız değildirler. Yaldız Dudak'ın planının bir parçası olarak bir Alman baronuyla İngiliz gizli servisi de işe karışır. Corto'nun yine dövüşmesi gerekecektir.
Hayatının neden birden tepetaklak olduğunu anlamaya çalışan Fran, garip bir planla karşı karşıya kalır. Bir tacizci gibi davranacak, Nellie adındaki bir yabancıyı gizlice izleyecek ve her gece cin içmeyi engellemek için o çok sevdiği Cin Perşembelerini iptal edecektir. Ama Fran'in arkadaşlarının daha iyi bir planı vardır. Ve daha eğlenceli görünmektedir. Kim bilir belki de bu plan hayatının aşkını bulmasını sağlayacaktır. Sonunda arkadaşlarının teklifini kabul eder. İşte tüm zamanların en büyük aşk hikâyesi böyle başlar...
20
Aydınlık KİTAP
8 UBAT 2013 CUMA
ÇOCUK - GENÇ
Jumanji tadında bir macera Hemen hemen her çocuk dedektif olmak için gerekli niteliklere sahiptir. Hayvanlardan korkmazlar, asl nda hiçbir eyden korkmazlar, sakl olan her eyi severler ve yeryüzündeki en zeki varl klard r İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com Bryan Chick'in çok sevilen serisi Gizemli Hayvanat Bahçesi'nin ikinci kitabı da Kelime Yayınları tarafından çevrildi. Noah, Megan, Richie ve Ella'nın, birbirinden büyüleyici canlıların yaşadığı Gizemli Hayvanat Bahçesi'ni tehlikelerden korumakla görevlendirilmesiyle heyecanlı bir serüven daha başlamış oluyor. İlk kitabı hatırlayacak olursanız, Noah'nın kız kardeşi Megan kaybolmuştu ve bu kayboluşun elbette Clarksville Şehri Hayvanat Bahçesi ile bir ilgisi olduğu biliniyordu. Bu sırlarla dolu hayvanat bahçesinde kutup ayıları, penguenler, gergedanlar var, fakat sizin bildiğiniz türden değil. İşte Noah bu dev hayvanların ve onların arasına saklanmış tuhaf insanların ve gölgelerinin arasından kardeşi Megan'ı çekip kurtarmalıydı, nitekim kurtardı da. Bu çocuklar esasında Gizli Topluluk denen bir örgüte bağlı çalışan küçük dedektifler. Kendilerine "Hızlı Dedektifler" diyorlar. Zaten hemen hemen her çocuk dedektif olmak için gerekli niteliklere sahiptir. Hayvanlardan korkmazlar, aslında hiçbir şeyden korkmazlar, saklı olan her şeyi severler ve yeryüzündeki en zeki var-
lıklardır. Çocuklar dedektif olmasın da kim olsun? İlk kitapta Noah'nın, kız kardeşini bu gizemli topraklardan kurtarmasının ardından şimdi de, Gizli Topluluk, Hızlı Dedektifleri Gizemli Hayvanat Bahçesi'ni korumakla görevlendiriliyor. Daha önce bu büyülü macerayı tecrübe eden çocuklar da görevi memnuniyetle kabul ediyor-
Geceye Bürünece im Fantastik edebiyatın yaşayan efsanesi Terry Pratchett’ın, çaylak cadı Tiffany Sızı etrafında şekillenen dördüncü Diskdünya kitabı “Geceye Bürüneceğim” raflardaki yerini alıyor! Pratchett’in mizahla yoğrulmuş hayali evreni Diskdünya’nın Tebeşir bölgesinde yaşayan Tiffany Sızı, artık 15 yaşında genç bir cadıdır ve üstesinden gelmek zorunda kaldığı sorunların sayısı her geçen gün artmaktadır. Tiffany için kırsalın güvenli ve huzurlu topraklarından uzaklaşıp gerçek dünyayla tanışma vakti gelmiştir: Diskdünya’nın kalbi niteliğindeki Ankh-Morpork, tüm tehTerry Pratchett, Tudem likeleri ve yozlaşmışlılıklarıyla onu bekleYay nlar , Çev: Niran mektedir. Elçi, 416 s. Tiffany Sızı, acılarını hafiflettiği Baron’un ölümü üzerine, serinin ilk kitabı “Küçük Özgür Adamlar”dan bu yana arkadaşı olan Roland’a, babasının öldüğünü haber vermek için çabalamaktadır. Ama Ankh- Morpurk’a yola çıkar çıkmaz uğursuz bir güç, gözleri ve gölgesi olmayan Sinsi Adam tarafından izlenmeye başlanır. Kahramanımız için yıllardır usta cadılardan edindiği deneyimleri sergileme zamanı gelmiştir. Hem de tek başına! Tabii Küçük Özgür Adamlar’ın desteğini de unutmamalı...
lar. Bu kez gölgelerin efendisiyle mücadele etmek için o gizemli dünyaya yeniden adım atacaklar. Öyle bir dünya hayal edin ki; bütün caddeler, kaldırımlar, çatılar, sahanlıklar, ağaçlar, kısacası her yer hayvanlarla kaplı. Kuşlar gökyüzünü kuşatmış ve kanatları dev rüzgarlar oluşturuyorlar. Maymunlar dallardan, pencere pervazlarından ve sokak lambalarından sallanıyor. Etrafta ayılar, su aygırları kol geziyor. Yılanlar posta kutu-
larının ve merdiven korkuluklarının etrafında sürünüyor. Okurken zaman zaman gözümün önüne küçükken çok etkilendiğim Jumanji filmi geldi. Hepsi bir yana kitabın en güzel yanı, nesli tükenmekte olan hayvanlara da dikkat çekmesi. Kitap okuma alışkanlığı kazanma sürecinin olabildiğince resimli kitaplarla desteklenmesi gerektiği görüşündeyim. Dolayısıyla bu seri daha ziyade, kitap okuma alışkanlığını çoktan kazandığını düşünen, farklı ve heyecanlı öyküler okuma, yeni dünyalar, yeni canlılar keşfetme peşinde olan çocukların ilgisini çekebilecek ve bitirdikten sonra pişman etmeyecek bir seri. Bryan Chick'in 2007'de yazmaya başladığı Gizemli Hayvanat Bahçesi serisinin ilk kitabını Kelime Yayınları 2011'de Türkçeye kazandırmıştı. İkinci kitabın da ardından "Riddles and Danger" kitabını da merakla beklemekteyiz. (Gizemli Hayvanat Bahçesi-Sırlar ve Gölgeler, Bryan Chick, Kelime Yayınları, Çev: Yasin Koç, 224 s.)
Hayaletler De Korkar Milyonlarca gencin gönlüne taht kurmuş “Ulysses Moore’un yaratıcısı” Pierdomenico Baccalario’dan yepyeni bir seri! “Will Moogley'nin Hayalet Ajansı”na hoşgeldiniz! New York’ta Hayalet Ajansı olur da, hayalet avcısı olmaz mı? Moogley Ajansı'nın başı bu kez bir hayalet avcısıyla dertte! Ajansın hayaletleri avcının garip makinesine yakalanma korkusuyla dehşet içinde ne yapacaklarını bilemezken, Will ve Tupper bu konuya bir çözüm bulmak üzere derhal harekete geçiyorlar ama tek dertleri giPierdomenico Baccalario, zemli hayalet avcısı değil. New York’ta bir thaki Yay nlar , Çev: Betül gökdelen dairesinde tek başına yaşayan bir Parlak, 152 s. çocuk ihbarı alan iki sosyal hizmet uzmanı da Will’in peşinde... İki kafadar bu belalardan nasıl mı kurtuluyor? Her zamanki gibi olağanüstü bir plan ile, ancak planı uyguladıklarında neler oluyor bir bilseniz! Bunu öğrenmek için sabırsızlanıyor musunuz? O zaman bu eğlenceli kitabın tadını çıkarmaya hazır olun!
Aydınlık KİTAP
8 UBAT 2013 CUMA
21
İÇİNİZDE BİR VİCDAN KIRINTISI VARSA, BU KİTABI OKUMAK İÇİN DE ÇOK SEBEBİNİZ VAR
Duvarın arkasında bir amiral gemisi: TCG Hasdal Komutanlar n daha hakim kar s na ç kmadan tutukland klar n ö renmeleri ne anlama geliyor? Ne arad n ve nerede bulaca n bilen, lehte delilleri karartan, dava ba lamadan mütalaa yazan savc lar kime hizmet ediyor? Mahkeme, mahkumiyet karar n niçin san klar n yüzüne okuyam yor? Subaylar n n esaretine göz yumarak sava yetene ini kaybeden ordu, ne yapmal ? GİZEM ERTUĞRUL KOÇ “Ne yaptığınızın, kime, neye hizmet ettiğinizin farkında mısınız?” Bu soruyu bize “savaşta” esir alınmış bir Türk amirali soruyor. Hemen yanıt vermeyin. Sorunun sahibi Tümamiral Semih Çetin’in “Bir İhanetin Öyküsü” adlı kitabını okuduktan sonra, fikriniz değişebilir. Çünkü kitap bize sadece yaptıklarımızı değil, yapmadıklarımızı da sorgulatıyor.
EL N TAR HTEN ÇABUK TUTTU Tümamiral Semih Çetin, Gölcük Donanma Komutanlığı’nda Kurmay Başkanı iken Balyoz tertibi ile gözaltına alınmasından, 18 yıl hapis cezasına çarptırılmasına kadar geçen yaklaşık iki buçuk yıllık sürede yaşadıklarını, tanık olduklarını, düşündüklerini, saptamalarını ve duygularını kaleme almış. Kaynak Yayınları’ndan çıkan kitap bir anı kitabı değil, bir günlük ya da savunma hiç değil. Adı üzerinde, bir ihanetin öyküsü… İçinizde hâlâ ufacık bir vicdan kırıntısı varsa, bu kitabı okumak için de çok sebebiniz var. İhanete uğrayanlar, sadece hapse atılanlar mı? Yalnızca bu tertibi tezgâhlayanlar ve alet olanlar mı hain? Tertiplerin antiemperyalist, Atatürkçü komutanları hedef aldığını ve sürecin adım adım ülkeyi bölünmeye
götürdüğünü bilen ama sessiz kalarak makamlarına rağmen ihanete ortak olan “samanyolu yıldızları” kim? Tabii bir de vefasızlar, aptallar, korkaklar var! Semih Çetin, elini tarihin yargısından daha çabuk tutuyor ve kitapta herkese hak ettiği yeri veriyor. Amazonlara ve omzundaki tek yıldızla omuzlarda taşınanlara da elbet...
ACABA S Z HANG SAYFADASINIZ? Yazar iddianameleri, sözde delilleri, bilirkişi raporları ve duruşma tutanaklarıyla binlerce sayfalık anlaşılması güç bir evrak yığını olan Balyoz davasını, hepimiz için anlaşılır hale getirmiş. Süreci, bir çocuğun bile rahatlıkla anlayabileceği üslubuyla, gerçeklerden hiç kopmadan, ayrıntılarda boğulup okuru sıkmadan anlatıyor. Kitapta, birçok olay anlam kazanıyor, taşlar yerine oturuyor, birçok soru yanıt buluyor. Komutanların daha hakim karşısına çıkmadan tutuklandıklarını öğrenmeleri ne anlama geliyor? Ne aradığını ve nerede bulacağını bilen, lehte delilleri karartan, dava başlamadan mütalaa yazan savcılar kime hizmet ediyor? Mahkeme, mahkumiyet kararını niçin sanıkların yü-
züne okuyamıyor? Subaylarının esaretine gözyumarak savaş yeteneğini kaybeden ordu, ne yapmalı?
S Z DE KO U TASINIZ Balyoz davasını çok yakından takip ettiğini sananların bile Tümamiral Çetin’in kitabından öğrenecekleri var. Nitekim, yazar kitabında sıkça duvarın öteki tarafına geçiyor ve “TCG Hasdal” adını verdiği cezaevindeki ortamı, okura da yaşatıyor. Artık siz de o koğuşta bir ranzadasınız; konuşulan her şeyi duyacak, yaşanan her şeyi göreceksiniz. Ordunun komuta kademesinin tutumunu, en yakın silah arkadaşlarının anlatımlarıyla irdeleyecek, en sert eleştirileri duyacak, en gerçekçi tespitleri burada yapacaksınız. Yine de moraller bozulmayacak, kendinize orada da bir dünya yaratmayı başaracaksınız. Yaratıcılığınızı geliştirip ufoyla ne harikalar yaratacak, taş duvarlar arasında “paşabahçe” kuracaksınız.
AM RALLER N OMZUNDA B R TE MEN Çevirin sayfayı! Küçücük çocukların aylardır ayrı bırakıldıkları babalarına sarılmaları nasıl engellenirmiş, izleyin! Birkaç sayfa daha çevirin; amirallerin omuzlarında taşıdıkları teğmeni tanıdınız mı? Mahkeme heyetine “Sizden tahliyemi istemiyorum. Beni Hasdal'a, komutanlarımın yanına gönderin” diye meydan okuyan Mehmet Ali Çelebi, işte o! Ar-
tık görevine, üniformasıyla devam edecek. Hasdal'daki 5. Ordu mensupları, avluda onu uğurlamak için toplanmış. Cezaevinde saksafon çalmayı öğrenen teğmenler Harbiye Marşı'nı çalıyor, ortalık alkıştan inliyor. Ve Çelebi, “Mustafa Kemal'in askerleriyiz” sloganlarıyla, amirallerin omzunda avlu kapısına kadar uğurlanıyor... Aylar sonra yine aynı avlu... Gitar, bağlama, flüt ve akordeondan oluşan orkestranın ezgilerini dinliyorsunuz şimdi de. Komutanlar bu kez, terfi sıraları gelmişken emekli edilen arkadaşları için çalıyor. Az sonra hediyeler verilecek, sabah da erkenden alkışlarla Silivri'ye uğurlanacaklar. Hiçbirisi, o günü unutamayacak...
HASDAL'DA B R GEL N Daha hızlı çevirin sayfaları. Semih Çetin'le birlikte bilgisayar odasına gidin ve arkanıza yaslanıp bir düğün cd'si izleyin; kendi kızınızın katılamadığınız düğününü! Güzel anıları ölümsüz-
leştirmek için değil, size özel çekilmiş bir film aslında bu. Kızınız hüzünle size sesleniyor: Seni çok seviyorum... “Ben de” diyorsunuz belki, ama o sizi duyamıyor... Olsun, üzülmeyin. Bir sayfa daha çevirin. Aylardır boş yere yattığınız hapishane, artık beş yıldızlı bir otelin düğün salonudur. Düğün alayı Hasdal'a geldi bile! Cezaevinin açık görüş salonu, ilk kez bir gelini ağırlıyor. Kızınıza sarılmak için koskoca bir saatiniz var! O an, bunun tadını çıkarın ama bir yıl sonra, havalandırmada, o gecenin her saniyesini hatırlayıp yağmur altında ilk kez ağlayarak yürüyün...
YANITINIZ? Çevirecek sayfa kalmadı mı? Şimdi ertelediğimiz soruyu yanıtlama zamanı. Ne yaptığımızın, kime, neye hizmet ettiğimizin farkında mıyız? (Bir İhanetin Öyküsü, Semih Çetin, Kaynak Yayınları, 480 s.)
22
Aydınlık KİTAP
8 UBAT 2013 CUMA
ALINTI-TEST
Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r? “O allahın belası yangın merdivenini tırmanırken,” diye sürdürdüm, “haplarını aldın, çok sersemlemiş numarasına yattın, sonra da gerçekten uyudun – galiba. Tamam, ben de balkona çıktım. Ceset nanay. Kan da yok. Ceset olsaydı korkuluğun tepesine kadar kaldırabilirdim belki.Zor olurdu, ama olanaksız değil, kaldırmasını becerirsen.
a) Kopyalanmış Adam - Jose Saramago b) Bahçede Eğlence - Katherine Mansfield c) Kendileriyle Savaşanlar - Stefan Zweig d) Beyaz Diş - Jack London e) Playback- Raymond Chandler
2
Yatağında uyumak isteyen bir adam. Onun başının ardındaki saklandığı yerden çıkmak isteyen bir fare. Adam farenin gürültüsünü duyduğu için uyuyamaz, fare de adamın gürültüsünü duyduğu için çıkamaz. Biri uyanık kalır, öteki de beklerken mutsuzdur, ama adamın uyuduğunu, farenin de deliğinden çıktığını varsayarsak, ikisinin de mutluluklarını kesinleyebiliriz.
a) Konfidenz - Ariel Dorfman b) Harmattan - Gavin Weston c) Murphy – Samuel Beckett d) Altın Damla - Michel Tournier e) Kızılağaçlar Kralı - Michel Tournier
3
Balıklar, kuşlar ve böcekler, kurtlarla tilkilere rağmen sükûn içinde yaşıyor, varolmanın zevkini duyuyor ve Yaradanın eserine saygı gösteriyorlardı. Yalnız o, yeryüzünde yaşayan hayvanların en yırtıcısı olan insan geçtiği her yere ölüm, sefalet, kölelik tohumlarını eker. O yerlerde ki, biraz çaba harcansa, çok daha az cinayet ve bunca zevk ve saadet bizi beklerdi.
a) Angel Dayı - Panait Istrati b) Uğultulu Tepeler - Emily Bronte c) Büyük Umutlar - Charles Dickens d) İnsan Ne İle Yaşar -Lev Tolstoy e) Robin Hood - Howard Pyle
Bu haftan n do ru yan tlar :
1-(e) 2-(c) 3-(a)
1
BULMACA ö ütülmü eker - Buyruk 4. A tabaka - Yarat c güç, bir dü ünceyi ortaya koyma niteli i 5. Arnavutluk'un plakas - Bir K rg z destan - Milimetre (k sa) - Dolayl anlat m 6. Yunan mitolojisinde "a k tanr s " Diki te kullan lan pamuk ipli i Stanislaw Lem'in bir eseri 7. "... Gündüz Kutbay" (ney üstad ) Küçük ma ara - Çam a ac ndan yap lm su testisi
8. Katar' n ba kenti - Helyum'un simgesi - E ek sesi 9. Süpürge otu - Birçok ki inin, suçlu oldu una inand klar bir ki iyi döverek öldürmesi 10. Kat ks z, halis - Tantal' n simgesi Bedevi Araplar' n ba l olan kefiyeyi tutturmakta kullan lan dü ümlü kordon 11. Sümerler'de su tanr s - çinde arap yap lan f ç - Engerek y lan 12. Bir haber ajans - Üzerine nak
i lenecek kuma gerilen ah ap kasnak - Nedensel 13. Kur un'un simgesi - S k gözlü bir bal k a türü - Gidilen yol üzerinde olmayan, sap larak var lan - Lantan' n simgesi 14. simler - Alaz, yal m - Voltamper (k sa) 15. Resimdeki yazar n bir eseri - Resimdeki yazar n bir eseri - Dindar Yahudilerin ba lar na örttükleri takke Yukar dan a a ya 1. Japon folklorunda saatleri düzenleyen on iki cinden biri - Zerdü t dininin kutsal kitab - Bir kimsenin veya ailenin içinde ya ad yer, konut, hane 2. nce yap l , zarif, narin - Radyum'un simgesi - rin birikimi 3. M s r’ n plakas - K yamet gününde çal naca na inan lan surun ikinci üfleni i - Rüzgar 4. Kuzey Kutbu'nda ya ayan topluluklara verilen ad - lkel bir silah - Gümü 'ün simgesi - Fas' n plakas 5. Kiloamper (k sa) - Ö üt - Hitit 6. nce halat - Sodyum'un simgesi K salt lmadan k v rc kl k verilmi saçlar n ba çevresinde geni bir y n
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ
Soldan sa a 1. Resimdeki yazar - Esas maddesi gümü sülfür olan siyah bir minenin, gümü bir levhan n önceden haz rlanm bölümlerine kak lmas yla gerçekle tirilen süsleme tekni i 2. Bir soru sözü - Bir sinir hastal türü, epilepsi - Kendi kendine söz vererek bir i i üzerine alma, antla ma - Tavlada "iki" say s 3. nce de erli bir kuma türü - Pastac l k ve ekercilikte kullan lan çok ince
olu turdu u saç biçimi için kullan l r 7. Parlak, saydam k rm z renkte de erli bir ta - Bir binek hayvan - Bir a rl k ölçüsü birimi 8. Ters, huysuz - Demir'in simgesi Lütesyum'un simgesi 9. ABD Havac l k ve Uzay Dairesi - Kal p izlerini önce kauçu a oradan da ka da geçirmeye dayanan çift kopyal bask yöntemi 10. Yunan mitolojisinde bir tanr - "... King Cole" (Amerikal caz piyanocusu ve ark c ) - ikar 11. Bir nota - Belli bir anlam olan iz, i aret - "Fena de il" anlam nda bir söz Görünmez alem 12. Bunama, bunakl k - amand ralarda, r ht mlarda halat ba lamaya yarayan, sa lam mapalara geçirilmi demir halka - Bir resmi suland r lm renklerle boyama ya da gölgeleme biçimi 13. Sofra - A r dereceye varan al kanl klar - Bir haber ajans 14. Baya , s radan - Bulunulan yer - Bir hayvan 15. Resimdeki yazar n bir eseri - Kolayca duygulan p incinen, duygulu, hassas - Japonya'da buda rahibesi