2013 02 15subatkitapeki

Page 1

. KITA P GEÇEN HAFTA en az

Aydınlık

62,589 OKURA ULAŞTIK BU SAYIDA

34 KİTAP TANITILIYOR Toplam: 1693

15 Şubat 2013 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 51 Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Osman ahin: Dostu, sinema dehas Y lmaz Güney’i yazd Syf 6-7

Ferit Edgü’den “Giden Bir Kedinin Ard ndan” Seza Özdemir yazd

Syf 11

FARUK DUMAN:

‘Masal, öykünün atasıdır’

Seyyit Nezir: Do u Perinçek’in “Og’dan O ur’a” kitab üzerine yazd Syf 21



Aydınlık KİTAP

s. 4

Doğamızın karanlık tarafına tutulan ayna s. 5 ‘Hayatın kendisi, yaşananlardan üstündür’ s. 6 Antik çağı keşfeden hümanistler

s. 8

Ölümü anlamak üzerine

s. 9

Bilimdışılık bilimin kahramanlarıyla yenilecek

s. 10

Bir kedinin ardından tüm insanlara

s. 11

Kapak: Kapak:Faruk Duman’la kitabı “Baykuş Virane Sever” üzerine söyleşi

s. 12-13

Metristepe’den Metrestepe’ye

s. 14

Attila İlhan ve fena halde aşk

s. 15

Ya zılgıtlar susarsa!

s. 16

Gezginlerden dört yeni kitap Yeni Çıkanlar

s. 17 s. 18-19

Çocuk: Merhaba çocuklar, Çocuk: Merhaba çocuklar, merhaba cümleten merhaba cümleten

s. 20

Devlet ve kavmin oluşmasında Türkçenin önceliği Türkçenin önceliği

s. 21

Alıntı Test-Bulmaca

s. 22

. KITA P Aydınlık

Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir

Yayın Yönetmeni Haldun Çubukçu Editör Pınar Akkoç pinar@aydinlikgazete.com

Yazıişleri Müdürü Damla Yazıcı damla@aydinlikgazete.com

Yazıişleri İrem Halıç, Deniz Antepoğlu Cenk Özdağ Sayfa Sekreteri Ebru Baysan

3

SUNU

İÇİNDEKİLER Haftanın Portresi: Tezer Özlü

15 UBAT 2013 CUMA

Kitabevleri yaşamalı Kitapçılar kendinize en yakın, en bilgili, fikrine başvuracağınız iki “esnaf” türünden biriydi. Diğeri eczacılar. Eczacılar yüksek eğitimli olup, hekimle ve sağlık kurumuyla dolayımda ilk basamağı oluştururken, kitapçılar da bilgi, genel kültür, edebiyat yaşamına dahil olmanın ilk aşamasıydı. Kitapçının düşünce dünyası vitrinini, tezgahlarını ve müşterisini belirlerdi. Kentlerin büyük ve her kesime hitap eden ışıltılı ve görece lüks kitapçılarının yanında, o yan sokaklarda, lise yakınlarında, pasaj içlerindeki alçakgönüllü kitapçıların “dükkanları” kendilerine biçtikleri görevin niteliğini yansıtır bir kültür odağı, bir irfan yuvası oluştururlardı. Tabii en çok devrimcilerin aydınlanma ve aydınlatma etkinliği içinde yer alan kitapçılardı onlar ve kuşkusuz çok önemli işlevler görmüşlerdir. Genellikle adları devrim, halk, çağdaş, özgür, dost vb. gibi, genellikle öğretmenlikten emekli yılmaz karakterli, kitaplarla ilişkinin yüklediği bir özellikten midir, hepsi daha ilk anda güven verici insanların sahibi olduğu mekanlar... Sonra dini görüşlerin yayın dünyasında yaygınlaşmasıyla açılan akabe, islam, hakikat, nur kitabevleri... Daha az olmakla birlikte ülkücülerin bozkurt, ülkü,töre gibi adlara sahip kitabevleri... Derken, solun bölünmesine koşut yeniden düzenlenen ve adlar alan solcu kitabevleri... Artık büyük çoğunluğu görülmez oldular. Tutunamadılar. Önce kitabı suç oalarak gösterip, sergileyen ve yasaklayan darbe yönetimleri, sonra da Yeni Dünya Düzeni sayesinde... Kitapçılar öldü. Öldürülüyor... “Marketing” zincirleri ve e-satış alıyor yerlerini. Avm tarzı “market” mekanlarında kitap okuru-alıcısı değil, kredi kartınızın sunduğu miktar kadar müşterisinizdir. Her şey ışıl ışıl, pırıltılı, çekici... Ama o, kitapların ruhunu, içeriğini bilen, üzerlerinde hararetle tartışan, öneren, uğramışken size illa çay ısmarlayan insanlar yok ya da gittikçe yok oluyorlar. Onların yok olmasıyla birlikte, sahici değerleri oluşturan kitaplar da daha az satar oluyor. Dostoyevski’yi, Aziz Nesin’i, Ziya Gökalp’i, Cemil Meriç’i öneren kitapçıların yerini magazin sayfalarının, metro panolarının, tvlerin ve kapkaranlık bir sistemin önerdiği yazarlar, kitaplar alıyor... Okumaya dair seçimlerin bunca kötü oluşunun bir nedeni de bu. Yine, “çözüm”ü bulun diye dayatan o soru: Ne yapmalı, o zaman? Kitap Eki’mizi çok değerli, yetenekli genç editörlerden oluşan bir ekiple çıkarıP nar Akkoç yoruz. Onları tanımanızda yarar var. “Ekip başı” Pınar Akkoç 1985 Almanya doğumlu. İlk, orta ve lise öğrenimini Almanya’da tamamladı. Almanya’nın Münster kentinde bir yıl üniversite (Wilhelmsuniversitaet) okuduktan sonra öğrenimine Türkiye’de devam etmeye karar verdi. İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümüne girdi. Buradan mezun olduktan sonra yine İstanbul Üniversitesi Alman Dili ve Edebiyatı bölümünde yüksek lisans programına kaydoldu. Şu anda tez aşamasında. İleri seviyede Almanca ve İngilizce biliyor. Hiç kuşkusuz bir kitap kurdu. Geçen hafta Aydınlık, dolayısıyla Kitap Eki en az 62 bin 589 okura ulaştı. Aydınlık’ın tirajı abartılmış, şişirilmiş, bayilerden toptan alım ya da “aboneler” dahil bir tiraj değil. Bayi satışlarından oluşan gerçek bir tiraj. Elbetteki elden satışlarla daha da fazlası var. Ama Kitap Eki’miz ve Aydınlık’ımız için çok daha büyük hedefler duruyor önümüzde... Ulaşacağız. 52. Sayımızda görüşmek üzere bol kitaplı ve esen kalın.

Haldun Çubukçu

Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş. adına sahibi: Mehmet Sabuncu Genel Yayın Yönetmeni: Serhan Bolluk Sorumlu Müdür: Mehmet Bozkurt Yönetim Yeri İstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbul Tel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04 Faks: 0212 252 51 22

Reklam Servisi Genel Müdür Yardımcısı Saynur Okuroğlu saynur@aydinlik.com.tr

Müşteri Temsilcisi Kamile Karakadılar kamile@aydinlik.com.tr

kitap@aydinlikgazete.com Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti. Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16 Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34


4

Aydınlık KİTAP

15 UBAT 2013 CUMA HAFTANIN PORTRES

Tezer Özlü (10 EYLÜL 1943 - 18 ŞUBAT 1986) Mülkiyet ve aidiyet kavramlar na kar tavr eserlerinde ön plana ç kar. Öte yandan romanlar nda varolu çuluk izleri de bulmak mümkündür

Şeytan bunun neresinde? “Benim hikâyem, bir tek ki iyi bile adalet aramaya yüreklendirirse, bu kitap amac na ula m demektir.” MELİS YALÇIN vmelisyalcin@gmail.com

Kısa yaşamına az ama önemli kitaplar sığdırmış yazar, Kütahya’nın Simav ilçesinde doğdu. Çocukluğu ana babasının görevi nedeniyle Simav, Ödemiş ve Gerede’de geçti. On yaşındayken İstanbul’a geldi ve Avusturya Kız Lisesi’ne gitti. Ancak mezun olamadı. 1961 yılında yurtdışına çıktı ve 1962 ile 1963 yılları arasında otostopla Avrupa’yı dolaştı. Tiyatrocu ve yazar Güner Sümer’le Paris’te tanıştı ve 1964 yılında evlendi. Ankara’ya taşındılar ve bu dönem de Tezer Özlü Almanca çevirilerle ilgilendi. Ayrıca Sümer’in yönettiği “Gizli Oyun” isimli oyununda rol aldı. Daha sonra Sümer’den ayrılarak İstanbul’a yerleşti ve psikolojik rahatsızlıkları nedeniyle 1967-1972 yılları arasında çeşitli kliniklerde tedavi gördü. Özlü’nün ilk kitabı esasen 1963’ten beri çeşitli dergilerde yayımlanmış öykülerinin derlendiği “Eski Bahçe”dir. Kitap, 1978 yılında yayımlandı. 1980 yılında ise ilk romanı “Çocukluğun Soğuk Geceleri” basıldı. Bu romanında çocukluğundan itibaren yaşadığı sorunları ve klinikte yaşadıklarını irdeledi. Özlü’yü en çok etkileyen yazarlar Kafka, Svevo ve Pavese olmuştur. 1983’te

yayımlanan “Auf den Spuren eines Selbstmords (Bir İntiharın İzinde)” romanında bu üç yazardan izler görmek mümkündür. Roman, 1983 Marburg Yazın Ödülü’nü kazandı. Özlü 1984 yılında kitabını “Yaşamın Ucuna Yolculuk” adıyla Türkçeleştirdi ve bir anlamda kitap yeniden yazıldı.Günlüklerinden ve anılarından oluşan “Kalanlar” kitabı ise 1990’da yayımlandı. Özlü’nün sağlığında yayımlanmamış senaryosu “Zaman Dışı Yaşam” ise 1993 yılında kitaplaştırıldı. Özlü’nün mektupları da “Tezer Özlü’den Leyla Erbil’e Mektuplar” ismiyle 1995 yılında okuyucuyla buluşmuştur. 2010 yılında ise Ferit Edgü ile mektupları kitap haline getirilmiştir. 1986 yılında kanser nedeniyle vefat etmiştir. Sağlığında yayımlanan sadece üç kitabı vardır. Özlü’nün eserlerinde melankoli dikkat çeker. Geçirdiği ruhsal hastalıkların ve kliniklerdeki tedavilerinin etkisi eserlerinde hissedilir. Kitapları özgündür. Mülkiyet ve aidiyet kavramlarına karşı tavrı eserlerinde ön plana çıkar. Öte yandan romanlarında varoluşçuluk izleri de bulmak mümkündür. Edebiyatımızda postmodern akıma bağlı yazarlardandır.

“Benim hikâyem, bir tek kişiyi bile adalet aramaya yüreklendirirse, bu kitap amacına ulaşmış demektir.” En üstte, genç yaşta intihar eden bir adamın fotoğrafı -nedeni bilinmiyor- haber iki satırla geçiştirilmiş. Altta, sobadan zehirlenen aileyle ilgili komşuların söylediklerine yer verilmiş; onun yanında, hasta yakınları tarafından öldürülen doktorun gülümseyen gençlik fotoğrafı. Sıradan insanların sıradan olmayan ama artık sıradanlaşmış ölümleriyle dolu üçüncü sayfa haberleri. Son yıllarda bu haberlere babası, amcası, ağabeyi ya da üst kat komşusu tarafından dövülen, tecavüz edilen, öldürülen küçük çocukların haberleri eklendi ve beraberinde korkunç istatistikler: Türkiye’de her yıl 150 bin çocuk cinsel istismara uğruyor, istismara uğrayanların yüzde 70'i 11 yaşın altında ve yüzde 60'ı ise kız çocuğu. Kuşkusuz bu son birkaç yılın meselesi değil, çocuklar ve kadınlar zayıf oldukları; bırakıldıkları için tarihler boyunca sömürüldü, istismar edildi. Toplumsal çöküşlerin yaşandığı dönemler ahlaki çöküşü beraberinde getirdi ve istismar ayyuka çıktı. Ne yazıktır, yine öyle bir dönemden geçiyoruz.

DDET VE TAC ZLE GEÇEN ÇOCUKLUK Ankara’da “çok seslilik ve çok renklilik” şiarıyla kurulan Trend Yayınevi, ülkemizde sıklıkla yaşanan çocuk istismarına dikkat çekmek amacıyla ikinci kitabı “Şeytanın Çocuğu”nu yayımladı. Kitapta, henüz üç aylıkken ebeveynleri tarafından Poor Sisters of Nazareth mezhebine bağlı Katolik rahibeler tarafından işletilen bir bakımevine bırakılan Jerry Coyne’un şiddet ve tacizle geçen çocukluğu anlatılıyor. Bakımevindeki ilk dört yıl, henüz bir

bebek olan, Jerry için keyifli geçer. “Sonra, çocukların yaşadığı bölüme yeni bir rahibe geldi ve her şey değişti.” Sert ve acımasız cezalar günlük hayatın birer parçası haline gelir. “ ‘Ben şeytanın çocuğuyum,’ diye fısıldadım. Rahibe Dominic sırtıma bir yumruk atıp, ‘Yüksek sesle!’ dedi. ‘Daha yüksek sesle söyle.’ ‘Ben şeytanın çocuğuyum,’ dedim tekrar. Bu kelimelerin ne anlama geldiğini bilmiyordum, ama gözyaşlarım yanaklarımdan aşağı süzülürken içim korkuyla doldu, çünkü bir şekilde, korkunç bir itirafta bulunduğumu biliyordum.”

HUKUK MÜCADELES NE YÖNEL Rahibeler küçük çocuğun “içindeki şeytan”ı dayakla çıkarmaya çalışırken Jerry korkuyu yenmek için kötü davranışlarının arkasına saklanmaya çalışır. 12 yaşındayken, bu tavırları yüzünden, davranış bozukluğu olan çocukların gittiği bir yatılı okula yollanır. Burada Jerry için hayat daha da zorlaşır. İşkencenin ve tacizin bittiği ilerleyen yıllarda bile suçluluk duygusuyla baş edemez ve kendini asmaya kalkışır. İşte bu hikâyemizin dönüm noktası olur. Yeni bir hayata başlamak isteyen Jerry Coyne, Avukat Mark Keeley ile tanışır ve hukuk mücadelesi başlar. Nottingham’da yaşayan bir duvar ustası olan Jerry Coyne’un bu muazzam ve ilham verici hikâyeyi anlatmasına birçok kişi destek vermiş. En önemlisi ise kitabın gölge yazarı olan Jane Smith. (Kitap, yurt dışında sıklıkla uygulanan gölge yazarlık tekniğiyle kaleme alınmış.) “Benim hikâyem, bir tek kişiyi bile adalet aramaya yüreklendirirse, bu kitap amacına ulaşmış demektir.” (Şeytanın Çocuğu, Jerry Coyne, Trend Kitap, Çev: Asuman Sayıner, 256 s.)


Aydınlık KİTAP

5

Doğamızın karanlık tarafına tutulan ayna Okumaya ba lad n zdaysa ilk duyumsad n z ey, öykülerin sinematografik tad oluyor ERCAN DALKILIÇ ercandalkilic111@gmail.com Altay Öktem’in yayın yönetmenliğinde Marjinal Kitaplar, yeraltı edebiyatına yeni ve “yerli” bir soluk katmak için kolları sıvadı. Yayınevi geçtiğimiz günlerde dört kitaplık ilk yeraltı dalgasını okurlarla buluşturdu. Bu ilk dalgada ilginç kapağıyla “Cinbaz” adlı bir öykü kitabı hayli dikkat çekiyordu. Böylece,

gün, öykücülükteyse günümüzün en iyi alacakaranlık kuşağı yazarlarından Sadık Yemni’nin çizgisinde bir üslup benimsemiş kendine. En çok etkilendiği kitap ise Sadık Yemni’nin “Muska” adlı romanı imiş. Bunun yanında Stephan King, Jules Verne, Edgar Allan Poe gibi isimlerden etkilenmiş yazar. Okumaya başladığınızdaysa ilk duyumsadığınız şey, öykülerin sinematografik tadı oluyor. Görgün’ün esin kaynakları arasında sinemanın önemli bir yer teşkil ettiği o kadar belli ki. Görgün, öykünün yürekten süzülüp gelirkenki kendiliğinden akışına, çoğu öykücü gibi müdahale etmemiş. Mükemmeliyetçi güdü ile gerçekleşen bir müdahalenin paramparça edebileceği sıcakkanlı doku bütün doğallığı ile okuyucuya sunulmuş.

GÜNÜMÜZ NSANIN TRAJED S

Ege Görgün

1995’ten beri medyada çeşitli pozisyonlarda görev yapmış, sinema yazarlığının yanı sıra spor yazarlığı, koleksiyonerlik gibi birçok özelliği bulunan, alternatif pop-kültür blogu tersninja.com’un yayın editörü Ege Görgün, farklı bir tarafıyla; fantastik öykücülüğüyle de yazın dünyasının karşısına çıkmış oldu. “Cinbaz”, Görgün’ün yaklaşık on beş yıllık bir süre içinde yazdığı öykülerin bir toplamı. Dolayısıyla bazı öykülerin yayım tarihleri 90’ların başına değin uzanıyor. Dikkatle okunacak olursa; Görgün’ün dildeki ustalaşma aşamalarını da adım adım takip etmek mümkün. Keşke öykülerin yazıldığı tarihler de not olarak düşülseymiş bir kenara.

ÖYKÜLER N S NEMATOGRAF K TADI Sinema yazarlığında Agah Özgüç’ün ardılı olarak tanımlayabileceğimiz Gör-

Farklı biçim denemeleri de yok değil “Cinbaz”da. Özellikle “Küçük Kırmızı Balık”, yarı-günce, yarı-anlatı biçimiyle beni oldukça şaşırttı. Daha önce böyle bir biçimi deneyen oldu mu yazınımızda bilmiyorum açıkçası. Problemli bir çocuğun satın aldığı sıra dışı cinsteki balığa yavaş yavaş bütün ailesini yedirmesini konu alan dehşetengiz öykü, günümüz insan doğasının çocukluktan itibaren içinde büyümeye başlayan karanlık tarafına da tutulan bir ayna niteliğinde. Bazen toplama kamplarının görünmez köşelerine dalan Görgün; bazen de en esrarlı tetikçilerin dolandığı karanlık sokaklara sapmış. Karabasandan beter masal sirklerinden geçip, oradan kapitalist yabancılaşmanın post-apokaliptik bir kıyıya götürüp bıraktığı günümüz yaratığının trajedisine uzanmış. “Cinbaz”, şimdiden çokça konuşulmaya başlandı, gelecekte de fantastik yazınımızda söz açıldığında adı anılmadan geçilmeyecek gibi görünüyor. (Cinbaz, Ege Görgün, Marjinal Kitaplar, 168 s.)


6

15 UBAT 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

SİNEMA DEHASI: YILMAZ GÜNEY

‘Hayatın kendisi, yaşananlardan üstündür’ Timsah n di leri aras ndaki le k r nt lar n yiyen kürdan ku u ile timsah aras ndaki uyum ülkemiz medyas nda y llardan beri bütün h z yla sürmektedir. Beyinleri c lk olmu gazeteciler, ayd nlar, kürdan ku lar na ta ç kartan bir beceriyle görevlerini yapmaktad rlar OSMAN ŞAHİN Kırk iki yıl önce. 1971 yılı. Nisan ayı başında Cumhuriyet gazetesinin sanat sayfasında, benim o yıl TRT Öykü Büyük Ödülü’nü kazanan “Kırmızı Yel” yayımlandı. Büyük ilgi gördü. Aynı yıl ekim ayında, Adana Altın Koza Film Festivali’nde Yılmaz Güney en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi oyuncu ve en iyi senaryo ödüllerini kazandı. Sanatının, ününün doruğuna çıktı. İzmit Ticaret Lisesi’nde beden eğitimi öğretmeniyken, Yılmaz Güney’den bir telgraf aldım: “Güney Film’e gelin, görüşelim” diye. Ertesi gün, İstiklal Caddesi, Ağa camii arkasındaki Güney Film’de aldım soluğu. Yılmaz Güney’i ilk kez görüyordum. Yaşım yirmi dokuzdu. Koyu lacivert kadife saçlı ve yakışıklıydı. Güney Film’in genel müdürü rahmetli Mahmut Tali Öngören de oradaydı. Telgrafı göstererek tanıttım kendimi. Yılmaz Güney o kadar içten ve sıcaktı ki, “Nasılsın babam? Hoş geldin,” diyerek kucakladı beni. İnsanın içine işleyen bir sesi vardı. Çayımı içerken Güney konuşmaya başladı. “Babam ‘Kırmızı Yel’ adlı kitabını okudum. Çok etkilendim. Bir romanlık konuyu üç dört sayfada anlatmışsın. Her sözcüğün görüntü veriyor. Öykülerin beş duyuma hitap ediyor. Müthiş detaylar, fotoğraflar veriyorsun. Kamerayı eli-

me alıp, öykülerini senaryosuz çekeceğim geliyor. Sen aslında sinemacısın babam. İşin güzel yanı da bunun farkında olmaman. Sakın saflığını bozma, sinemacı olduğunun farkına varma!” demişti. Güney’in yanında çenelerinin ucunda sakalları olan, “entel” görünümlü iki üç genç vardı. Londra Kraliyet Akademisi Edebiyat Bölümü mezunuymuşlar. İçlerinden biri, “ Stendal’ı okudunuz mu?” diye sordu. Okumadığımı söyledim. “Peki Balzac’ı okudunuz mu?” “Hayır onu da okumadım” deyince, “Peki ‘Kırmızı Yel’deki öyküleri nasıl yazdınız?” diye sordu. Ben de görüp yaşadıklarımı yazdım deyince, Yımaz Güney: “Aldınız mı cevabınızı lan? Bak adam gördüğümü yaşadığımı yazdım diyor. Hayatı kitaplardan öğrenmedim, gördüm, yaşadım diyor. Unutmayın hayatın kendisi yaşananlardan üstündür,” diyerek bir ders verdi onlara. Sonra bana dönerek “Kırmızı Yel” ile ilgili tasarılarından söz etti.

42 YIL ÖNCEDEN GÖRDÜ Ü TEHL KE “Öykünü satın alacağım. Filmi dört mevsimde çekeceğim. Avrupa’dan ses mühendisleri getirterek filmi sesli çekeceğim. Kırkı çıkmamış oğlum Yılmaz’ı harmanın ortasında namaz kılıp kurban edeceğim. Bu filmle, ülkemizin gelecekte başına bela olacak dinci – şeriatçı tehlerde de ürün verdi. likeye dikkat çekeceğim,” Zeki Ökten’in badedi. Yımaz Güney bugünleşarıyla çektiği ri kırk iki yıl önce görmüştü. “Sürü” filmi ile ŞeNe yazık ki Güney, “Kırrif Gören’in büyük mızı Yel”i çekemedi. “Endişe” filmi “Yol”un sefilmini çekerken, Yumurtalık naryolarını yazdı. olayı nedeniyle hapse atıldı. “Sürü” filmi, Lo“Kırmızı Yel”i yıllar sonra Atıf carno(İsviçre), Yılmaz, “Adak” adıyla çekti. “Yol” filmi ise Değerli oyuncumuz Tarık ey, Gün az (İnsan Yılm Cannes Film FesAkan filmde büyük başarı gösel, Güz mus M. Şeh tivali’nin en büyük terdi. s.) 312 rı, Kaynak Yayınla ödüllerini kazanYılmaz Güney hapishane-

dı. Ünlü Yunan yönetmen Costa Gavras ile Yılmaz Güney’in sanatlarını birbirlerine benzetirim. Gavras’ın, Çek yazar Arthur London’un “İtiraf” romanından uyarladığı “İtiraf” filmi ile, Yunna yazar Vassili Vasilikos’un “Z” romanından uyarladığı “Z” filmi, Yılmaz Güney’in “Yol” filmi ile Fransa’da çektiği “Duvar” filmlerini, politik sinema filmleri olarak görürüm. Yılmaz Güney benim öykülerimin derinliğindeki sinemayı ilk gören, beni si-


Aydınlık KİTAP

Y lmaz Güney’in filmle tiremedi i, Osman ahin’in “K rm z Yel” adl öyküsünü y llar sonra At f Y lmaz “Adak” ad yla çekti.

nemaya kazandıran ilk insandır. Çalışmalarımızda edebiyatın anlatım aracı sözcüklerle, sinemanın anlatım aracı görüntü arasındaki farkları, sözcüğün şiiri ile görüntünün şiiri arasındaki farkları, senaryo inceliklerini ilk ondan öğrenmişimdir. Yıllar sonra 1999 yılı, 36. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde, üç bin kişilik cam piramit salonlarında, bana, “Yaşam Boyu Altın Portakal Onur Ödülü” olarak altın heykelcik verilirken, “Beni buralara getiren, sinemamızın dehası Yılmaz Güney’i saygıyla anıyorum ve selamlıyorum,” diye bağırdığımda üç bin seçkin insanın Yılmaz Güney’i ayakta alkışladıklarına tanık oldum. Ve çok mutlu oldum.

KÜRDAN KU LARI Televizyon belgeselinde izlemiştim; timsah, dev leşi yuttuktan sonra nehirden çıktı, kumsala uzandı. İnce bacaklı, sivri gagalı, martıya benzeyen, martıdan küçük bir kuş belirdi timsahın ağzının önünde. Timsah, kuşu görünce açtı ağzını. İnce bacaklı, sivri gagalı kuş, timsahın ağzına girdi. Timsahın dişleri arasındaki leş kırıntılarını yemeye başladı. “Kürdan kuşu” diyorlardı adına. Timsah, dişlerinin bakımının yapıldığından emin, zevkle yumdu gözlerini. Kürdan kuşu ile aralarındaki uyuma diyecek söz yoktu. Kürdan kuşu ile timsah arasındaki bu uyum, ülkemiz medyasında yıllardan beri bütün hızıyla sürmektedir. Beyinleri cılk olmuş gazeteciler, dalgaların önünde çıkarları için gide gele yamyassı sahil taşlarından farksız olmuş kaygan aydınlar, kürdan kuşlarına taş çıkartan bir beceriyle görevlerini yapmaktadırlar.

7

Görevlerini yapmadıkları an, timsah hazretleri, ağzını kapatarak, küçücük lokmalar halinde onları yutacaktır. Ve onlardan arta kalan artıkları da bir başka kürdan kuşuna temizletecektir. Yılmaz Güney öldükten yıllar sonra, Engin Ardıç Star gazetesinde,“Yılmaz Güney, bedeniyle ve sinemasıyla ölmüştür. Yılmaz Güney birkaç komünist eskisinin nostalji muhabbetinden başka bir şey değildir” derken, yine aynı yıl içinde Hürriyet’te Fatih Altaylı “Yılmaz Güney, kadın döven, entelektüel yönü zayıf, maço bir adam aslında. Kadın döven bir katilden bir mit yaratmak için gerçekler saptırılıyor. Benim için Yılmaz Güney Türkiye’nin Avrupa’daki imajını yerle bir eden, bunu da kendi menfaatleri için yapan bir katildir. Bugün hâlâ Avrupa’da Yılmaz Güney’in mirasıdır başımıza bela olan,” diye yazmıştır. Büyük romancı Dostoyevski “İnsanları işledikleri suçlara, günahlarına bakarak yargılamayın. Onun asıl yapmak istediği yüce değerlere, kutsal şeylere bakarak yargılayın,” diyor. Tolstoy’a “Kardeşiniz de roman yazıyor” demişler. Tolstoy “Hayır, o roman yazamaz. Çünkü acıyı bilmiyor. Acı çekmeyen sanat yapamaz” diyor. Tolstoy’un “acı çeken sanatçı” tanımına Nâzım Hikmet, Sabahattin Ali, Orhan Kemal gibi pek çok yazarımızın yanında Yılmaz Güney de uyuyor. Bin türlü yoksulluğun, acının içinden çıkarak, kendi sanatını yaratmıştır. Yılmaz Güney hapiste iken, 1975 yılında, Cannes Film Festivali’nde ilk kez filmlerinin toplu gösterisi yapıldı. Uluslararası büyük yönetmenler, sinema yazarları “ Yılmaz Güney hangi sinema okulundan mezun?” diye soruyorlar. Bizimkiler “Bizde sinema okulu yok, Yılmaz Güney pamuk tarlalarından geliyor,” dediklerinde şaşkınlıklarından ne diyeceklerini bilemiyorlar. Yılmaz Güney bir kişiliktir, başkasının eyerini kendi atına vurmayan bir kişilik... Çok yönlüdür. Yönetmendir, senaristtir, çok iyi bir oyuncudur. Sinemamızda yakın plan çekimlerinde yüzüyle oyun veren ender sanatçılarımızdan biridir. Romancıdır. “Boynu Bükük Öldüler” romanı ile Orhan Kemal Roman Ödülü’nü kazanmıştır. Yılmaz Güney’in sanatında, acı çekenler, özünde gelişmeye, büyümeye dair hasretler çeken, eleştiren, başkaldıran insanların maceraları anlatılır. Seyyit Han, Acı Ağıt, Umut, Umutsuzlar, Endişe, Yol, Sürü ve Duvar gibi eserleri ile gerçekçi sinemamızın baş yapıtlarına imza atan bir sinema dehasıdır.


8

15 UBAT 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

Antik çağı keşfeden hümanistler Kitapta ilk hissedilen gericilik dönemlerinde kitaplar n daima savunmas z kalmas ve karanl a gömülmek zorunda kal . Her dönem ayn eylerin ya and n görmek bir yandan üzerken bir yandan kitap avc lar n n ke ifleri sayesinde umut a l yor DENİZ ANTEPOĞLU denizantepoglu@hotmail.com Bir şiirin, unutulduğu tozlu raflardan gün yüzüne çıkarılmasıyla dünyanın değişmesi mümkün mü? Kitapların her zaman, gericilikle savaşması ve kaybetse de yüzyıllar sonra bir şekilde yeniden dirilmesi mümkün mü? Eğer her ikisinde de cevabınız umuttan yanaysa “Sapma (Medeniyetin Seyrini Değiştiren Keşfin Öyküsü)” sizi kitapların, kitap avcılarının ve düşünmeyi unutan insanların dünyasına davet ediyor. Can Yayınları’ndan çıkan kitap, 2012 Pulitzer Ödülü’ne sahip. 2010 yılında “Shakespeare Olmak” isimli kitabıyla tanıdığımız Stephen Greenblatt, son kitabıyla özellikle tarihseverlerin ilgisini çekeceğe benziyor. Kitap, Roma döneminde yaşamış Epikür taraftarı şair Lucretius’un “Evrenin Yapısı” isimli şiirinin kitap avcısı Poggio Bracciolini tarafından yeniden keşfedilmesinin öyküsü. Antikçağ’ı keşfetmeye çalışan hümanistleri temel alıyor. Pek çok yazara, düşünüre, bilim adamına kaynaklık edecek ve ilham verecek bu şiir Batı medeniyetinin kendini yeniden kutsamasının da öyküsü bir yandan. Sadece bir şiirin keşfinden daha fazla şey vaat ediyor “Sapma”: kitaplar, kütüphaneler, felsefe, Yunan ve Roma dönemine dair derinlemesine bilgi. Tarihi

okumayı basitleştiriyor ve salt tarih okumasına bağlı kılmıyor okuyucusunu. Roman havası verilmiş dili sayesinde ders kitabı niteliğinden çıkıveriyor. Boticelli’nin “Venüs’ün Do u u” adl tablosu

K TAP AVIYLA GELEN “TEHL KEL ” DÜ ÜNCELER Kitapların kopya edilmesi, ciltlenmesi, papirüslerden kâğıda geçiş hatta kitap kurtları hakkında bilgiler “Sapma”da mevcut. Bunların yanı sıra kütüphaneciliğin gelişimi, özellikle halk kütüphanelerinden belli sınıfların tekeline geçen kütüphanelerin değişimini yine kitapta bulmak mümkün. Felsefi ve tarihi bilgilerin yanı sıra kitap avcıları ve kitaplar eserin temel konusu ve bunlara dair ayrıntılı bilgi edinmeniz de kitabın diğer olumlu özelliklerden. Kitabın titiz bir araştırmanın ürünü olduğu kesin ve sonundaki kaynakça okuyucuyu tatmin edecek genişlikte. Yazar sadece kitap avcısını ve keşfini incelemekle yetinmiyor. Yorum yapmaktan da geri durmuyor ve kitabını basitleştirmekten de kaçınmıyor. Şiirin keşfinden sonra maddeler halinde açıklıyor “Evrenin Yapısı”nı. Lucretius’un temel felsefesini irdeliyor ve son-

rasında kimlere etki ettiğini yorumlamaya başlıyor. Lucretius’un temel felsefesi Epikür’e dayanıyor. Hedonizm yani hazcılık diye bilinen felsefi akıma bağlı Lucretius. “Evrenin Yapısı” ise hazcılığı ele aldığı Latince bir şiir. Bracciolini’nin keşfinin önemi ise kilisenin görüşüyle tamamen zıt ve insanlığı dünyevi hayata, atomlara, tanrısızlığa, ölüm sonrası yaşamın yokluğuna inanmaya davet eden, Pagan kültürüne dair öğeler içeren şiiri gün yüzüne çıkarması. Yani kilisenin hâkimiyetini temelden sarsabilecek ve insanlara yeniden düşünmeyi hatırlatabilecek nitelikte bir eser. Hatta kısa bir süre sonra matbaanın çıkışı ile şiirin yayılması ve günümüze kadar ulaşması mümkün hale gelecek. Kimlere etki ettiği meselesine gelince, liste kabarık: Shakespeare, Machiavelli, Thomas More, Montaigne, Einstein, Freud, Darwin, Thomas Jefferson, Leonardo Da Vinci. Yazar, bir kısmının eserlerinde “Evrenin Yapısı”nın açıkça hissedildiğini (Montaigne, Leonardo Da Vinci, More gibi), kimisinde ise doğrudan şiir nedeniyle olmasa da temel de şiirin savunduğu düşünceler doğrultusunda şekillendiğini (Darwin, Einstein

gibi) savunuyor. Yani kitap, Batı medeniyetinin gelişmesinde hatta belki de kendini yeniden bulmasında- özellikle kilise egemenliğinin kırılmasında her döneme “Evrenin Yapısı”nın damgasını vurduğunu belirtiyor.

GERÇEKTE NEYE H ZMET ED YOR? Kitabın yetkinliğini ve kalitesini bir yana bırakırsak tarihe dair bir okumadan öte amacını, daha doğrusu neye hizmet ettiğini de düşünmek gerektiği kanısındayım. Kitapta ilk hissedilen her dönem görülen gericiliğe karşı kitapların daima savunmasız kalması ve karanlığa gömülmek zorunda kalışı. Her dönem aynı şeylerin yaşandığını görmek bir yandan üzerken bir yandan kitap avcılarının keşifleri sayesinde umut aşılıyor. Öte yandan kitap, modern Batı’nın kuruluşunun ve yükselişinin Antikçağ’daki birikime yeniden kavuşulmasıyla sağlan-

dığını ifade ediyor. Yani köklerini Roma’da ve esasında Antik Yunan’da yeniden buluyor. Batı’nın kendini yeniden kutsamasından, medeniyetin beşiği olarak görmesinden ve her zaman dayatılan bu düşüncenin pekiştirilmesinden öteye gitmeyen bir görüşün ürünü olarak da düşünebilirsiniz. Her iki yönüyle de “Sapma” okuyucusunu bekliyor. (Sapma- Medeniyetin Seyrini Değiştiren Keşfin Öyküsü, Stephen Greenblatt, Can Yayınları, Çev: Suat Ertüzün, 264 s.)

Stephen Greenblatt


BABİL BALIĞI

Aydınlık KİTAP

15 UBAT 2013 CUMA

9

Ölümü anlamak üzerine M. SALİH KURT mustafa.salih.kurt@gmail.com “Bir okur, ölmeden önce binlerce hayat yaşar,” dedi Jojen, “hiç okumayan insansa sadece bir hayat.” George R. R. Martin A Dance With Dragons Ülkemizde, okur olarak her ne kadar küçük bir kitlesi bulunsa da esasında oldukça köklü ve gelişmiş bir araştırma, inceleme ve derleme yazını geleneği bulunmaktadır. Elbette ki sayıca her zaman yetersiz bulunacaklardır, çünkü araştırmanın bir sınırı olmadığı gibi bilgiye olan insani açlığı doyurmanın da bir yolu yoktur. Ancak bütün bu köklü geleneğimize karşın, belirli unsurlar söz konusu olduğunda, yazılmış pek fazla esere ulaşmak ziyadesiyle güçtür. Belirli unsurlar diyerek geçiştirdiğim “şeyler” çok fazla alana ve türe yayıldığından, hepsini sayfalar dolusu yazmak yerine, ortak yönünü yazmak, ayrımsamayı daha anlamlı kılacaktır. Özetle, kendi araştırma ve inceleme yazını tarihimizde en fazla açlığını duyduğumuz eserler, inceleme için birden fazla disipline gereksinim duyan konularda yazılmış eserlerdir. Bu hafta Gülay Er Pasin’in Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan, disiplinlerarası yaklaşımın güzel bir örneği, “Vampirin Kültür Tarihi,” kitabını ele alacağız.

MARX’IN VAMP R METAFORU Vampir, tarih boyunca varlığı çeşitli şekillere bürünmüş bir karakterdir. Son olarak ucuz aşk kurguları içinde pespaye hale getirilmesinin (Twilight) öncesinde de dönemsel olarak başkalaşımlar geçirmiş, kültürler arasında farklılıklarla ele alınmıştır. Farklılıkları bir yana, genel özetlemeyle vampir, yaşayan bir ölüdür. Canlılar gibi hareket eder ancak içinde ölü, sonsuza kadar yaşamayla lanetli, yaşaması için de başkalarının kanıyla beslenmek zorunda olan bir karakterdir (kanın yerini ruhani faktörlerin aldığı söylence ve kurgular gibi, farklı pek çok çeşitlemelere de rastlanır). Metaforları çeşitlidir; içinde ölü olmanın ayrımsamaları içtimai olabileceği gibi, felsefi ve hayati de olabilir. Çok bilinen örnek olarak Marx, emekçinin sömürülmesini vampir metaforuyla açıklar; sermaye ve sistem de vampir gibi

özünde ölüdür ve yaşaması için emekçiden emdiği artı-değere muhtaçtır.

BENZER NDEN ÜSTÜN, ZENG N KAYNAKÇA Kitap elime ilk ulaştığında, aklımda bazı ön yargılar vardı: vampirin tarihçesi hakkında yazılmış pek çok yabancı eser mevcuttu, bunların pek çoğu Türkçeye henüz tercüme edilmemişti ve yazarın konuyla alakalı bize yeni ne sunacağını merak ediyordum. Vampir mitinin farklı kültürlerde ortaya çıkışını takiben yarı-kronolojik bir kitapla karşılaşmayı bekliyorken, açıkça ifade etmeliyim ki beklentilerimin çok üstünde, araştırma ve konuyu ele alma sıralaması pek çok benzerinden üstün, zengin kaynakçası (bu kaynakçaya değineceğiz) ile fark yaratan bir kitapla karşılaştım. Sonuç olarak da kendi alanında, oldukça özenle hazırlanmış bir kitap ile karşı karşıyayız. 8 ana başlığa ayırdığı incelemesi boyunca yazar, vampir mitlerinin ortaya çıktığı ilk tarihler yerine, vampir mitinin çıkmasına yol açan bir kültür tarihinin izini sürerek anlatısına başlıyor. İnsanoğlunun, ölümlülüğüne karşı çaresizce geliştirdiği anlamlandırma ve korunma metotlarının izinde, meydana getirdiği söylence, mit ve inanışları takip ederek vampir karakterinin nasıl geliştirildiğini masaya yatırıyor. Bu yönden yazarın duruşunun, Paul Barber’ın “Vampires, Burial and Death” (1988) kitabından bir hayli izler taşıdığını söylemek mümkün. Barber özetle kitabında, vampirlere olan inancın, endüstri devrimi öncesi toplumlarında, onlar için o an anlaşılmaz görülen ölüm sürecini açıklama gayretleri sonucunda ortaya çıktığını anlatıyor. Yazar da bu düşünce etrafında her şeyi başından alıyor. İlk bölüm “Ölüm Algısı” ile yola çıkarak farklı kültür, dönem ve toplumlarda, insanların ölüme bakışlarından örneklerle incelemesine başlıyor (kendi kültür tarihimizden verileri de kitap boyunca eklemesi oldukça değerli). Takip eden bölümlerde “Ölümsüzlüğün Peşine Düşen İnsan,” “Yeniden Doğum,” “Ölümlü İnsan,” “Ruhun Ölümsüzlüğü ve Öte Dünya İnancı,” başlık-

ları altında incelemeyi geliştiriyor. “Kötü Ruhlar, Dirilen Ölüler” başlığına gelindiğinde farklı kültürlerdeki dirilen ölüler ve vampir söylencelerine ulaşıyor ve tarihteki gelişimine tanıklık ediyoruz. Takip eden bölümde modern vampir karakterinin oluşumunda, esinlenilen tarihi kişiliklere bir bakışın ardından “Vampirin Sanat Hayatı” başlığı altında, edebiyat ve sinemadaki izdüşümlerinde geziniyoruz. Yazar, detaylı ve özenli incelemesinin haricinde, konuyu akıcı şekilde taşımaya ve derlemeye gösterdiği gayreti, bunun yanında söylence, mit ve inanışlara tarafsız ve bilimsel bir pencereden bakışıyla da övgüyü hak ediyor. Kitabındaki alıntılanan pasajların, hangi kaynağa denk geldiğine dair dipnotları da eksik etmemesi değer katıyor.

‘ARTI’ OKUMALAR Vampirin, kitapta kısmen bulunan edebiyat tarihçesini biraz dağınık buldum ancak kitabın temel amacı düşünüldüğünde bunun pek bir eksiklik olduğunu söylemek olanaksız. Zira incelemede, kitabın sonunda da bulunan zengin bir kaynakça bulunuyor (100’den fazla kitabı, makaleleri, elektronik kay-

nakları ve filmleri içeriyor) ve konu hakkında başka okumalar yapmak için de harika bir olanak sağlıyor. Kendi adıma, kaynakçada rastladığım ve kitaplığımda bulunmayan dört kitabı da edinmek için sabırsızlanıyorum. Kaynakçadaki kitaplara ek olarak, “artı” okumalar için konuya ilişkin önerebileceğim kitaplar ise şunlar olacaktır: kaynakçada başka bir kitabı da bulunan Jan Louis Perkowski’den “The Darkling, A Treatise on Vampiric Slavisim,” Thomas Aylesworth’tan “Vampires and Other Ghosts,” yine bir başka kitabı kaynakçada bulunan Bob Curran’dan “Vampires: A Field Guide to the Creatures that Stalk the Night,” Katherine Ramsland’ten “The Science of Vampires,” Norine Dresser’dan “American Vampires,” J. Gordon Melton’dan “The Vampire Book: The Encyclopedia of the Undead” ve son olarak Alan Dundes’ten “The Vampire: A Casebook.” Bu özenli incelemeyi hazırladığı ve bizlere sunduğu için Gülay Er Pasin’i selamlıyor ve tebrik ediyorum. Haftaya görüşmek dileğiyle… (Vampirin Kültür Tarihi, Gülay Er Pasin, Ayrıntı Yayınları, 480 s.)


10

15 UBAT 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

Bilimdışılık bilimin kahramanlarıyla yenilecek Bilimin bilimd na kar sava nda kahramanlar m z ço ald kça, ürünler verdikçe zafere yakla yoruz. Söz konusu zafer, salt bilimsel üretimle var labilecek bir sonuç olmaktan öte bilimsel dü ünü ve üretimin durmaks z n artmas ve nitelikçe geli mesiyle izlenecek bir süreçtir CENK ÖZDAĞ ozdagcenk@hotmail.com Üniversitelerimizin yabancı üniversitelere uyumlu kılınma sürecinde Türkçe bilimsel yayınlar ve biliminsanlarımızın Türkçe popüler yayınları giderek azalmaktadır. Ülkemizde yayımlanan popüler bilim kitaplarının birçoğunun yabancı yazarların eserlerinin çevirileri olduğu günümüzde, insanın aklına “bu ülkede Türkçe yazacak biliminsanı yok mudur acaba” türünden sorular takılmaktadır. Bu olumsuz iklimde, çeşitli odaklarda kümelenen Türk biliminsanlarımızın eserler verdiğini de görmüyor değiliz. Bu odaklar arasında Bilim ve Ütopya, Bilim ve Gelecek, Düşünbil gibi dergileri sayabiliriz. Ancak ne yazık ki bu yayınlar yeterli değildir.

Ö RENC KONGRES NDE EVR MSEL B YOLOJ Tüm bu olumsuzluklara karşın bazı sevindirici gelişmelere de tanıklık edebiliyoruz. Bilim ile bilimdışı arasındaki savaşta bilim cephesi kahramanlar kazanmaya devam ediyor. Saygın üniversite-

lerimizdeki akademik yayınların yanı sıra çeşitli konferans ve kongreler kamuya açılır. Bu kamuya açmanın güzel bir örneğini konu edineceğiz. Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü öğrencilerinin Ergi Deniz Özsoy'un danışmanlığında 4-5 Mayıs 2011 tarihinde düzenlemiş oldukları Evrimsel Biyoloji Öğrenci Kongresi için hazırlanmış sunumlar “Evrimsel Biyoloji Yazıları” adlı bir kitapta Ergi Deniz Özsoy tarafından derlenmiş. BilgeSu Yayıncılık’ın 2012 yılında yayımladığı kitaba katkı sunan genç biliminsanları: Özge Selin Batur, Duygu Akdoğanbulut, Meltem Yorgancı, Ayşe Cantaş, Pınar Güler, Can Koşukçu, Dilara Şimşek, Duygu Pempe Öksüz, Başak Şentürk, Burcu Daşer, Nazlı Ayhan, Yiğit Şener, Özgül Yahyaoğlu, A. Bengisu Gelmez, Ece Köken, Ezgi Köse, Eylül Dizdaroğlu, Pınar Uğurcan, Egemen Budak. Kitaba bir önsöz bir de “Evrim'i Kavramanın Önemi ve Yaratılışçılık” başlıklı bir yazıyla katkı sunan Ergi Deniz Özsoy, çeşitli ortamlarda (TV, Bilim ve Gele-

cek yazıları, vb.) evrimin anlaşılması için uğraş veren değerli bir akademisyendir. Özsoy'un danışmanlığıyla gerçekleşen öğrenci kongresi ve kongrenin içeriğinden derlenmiş yazılar genç biliminsanlarının, bilimin yeni neferlerinin meydana çıkması açısından önemli bir adım.

B L M LE B L MDI ININ MÜCADELES N N CEPHELER Bilimin bilimdışına karşı savaşında kahramanlarımız çoğaldıkça, ürünler verdikçe zafere yaklaşıyoruz. Söz konusu zafer, salt bilimsel üretimle varılabilecek bir sonuç olmaktan öte bilimsel düşünüş ve üretimin durmaksızın artması ve nitelikçe gelişmesiyle izlenecek bir süreçtir. Bu süreç fikirler ekseninde gerçekleşmiyor yalnızca. Bilimin karşısına dikilen bilimdışı dünya görüşü ve bakış açısı ideolojik – siyasi düzlemde yaşayan ve dahası en çok da orada güç bulan bir düşmandır. Düşmanı yenebilmek için savaşın doğası gereği bilim cephesindeki güçleri de birleştirmek, arttırmak gerekmektedir. Savaşın cepheleri arasında üniversitelerin yönetsel ve akademik durumu, halkın bilimle ilişkisi (bilimin yol göstericiliği ya da kenara atılması), bilimin odaklarını ele geçirmeye çalışan sınıflar arası mücadele ve tikel bilimsel gelişmeleri genel bir açıdan ele

Hacettepe Üniversitesi, 56Biyoloji Bölümü ö rencilerinin düzenlemi olduklar Evrimsel Biyoloji Ö renci Kongresi için haz rlanm sunumlar “Evrimsel Biyoloji Yaz lar ” adl bir kitapta Ergi Deniz Özsoy taraf ndan derlenmi . BilgeSu Yay nc l k’ n 2012 y l nda yay mlad kitaba katk sunan genç biliminsanlar bilimin bilimd na kar sava nda kahramanlar m zdan bir bölümüdür. Onlar ço ald kça, ürünler verdikçe zafere yakla yoruz.

alabilecek bilim felsefesi alanındaki mücadele bulunmaktadır.

B L M CEPHES N N GÜÇLÜ VE ZAYIF YANI Bu savaşta bilimin zaafı gibi görülen çeşitli olgularla karşı karşıyayız: bilimin anlatılması, sunulması sırasında halkla iletişim sorunu (bilimsel gerçeklerin halka ulaştırılmasında karşılaşılan kavramsal ve pedagojik sorunlar); cephede savaşacak biliminsanlarının emek-zaman yönetimi; bilimin çeşitli alanlarında donanımsal gereksinimleri elde etme ve bilim için kullanma sorunu. Tüm bu eksikliklere karşı bilimin en güçlü yanından söz etmeden geçmeyelim: Bilim gerçeğin ve dolayısıyla geniş halk yığınlarının safındadır. İşte bu yan, gereksinimini duyduğumuz biliminsanı malzemesini, halkla iletişim zeminini sağlamanın kaynağıdır. Donanımsal gereksinimlere ve emek-zamanının yönetimine gelince bunlar için iktidarın ele geçirilmesi gerekmektedir. Bilim, sınıfla buluştuğunda iktidarın ele geçirilmesi zamansal bir sorun olacaktır yalnızca. Dolayısıyla, bilim cephesinin zayıf yanı, bilimi sınıfla buluşmaya zorlayan yan olduğu için aslında bilimin gelişmesinin dayanağıdır. Daha yakın bir zamanda, ulus ve milliyet tartışmalarına boğulduğumuz şu günlerde, önyargılarımızı aşmamızda, soruna sağlıklı bir şe-

kilde yaklaşmada bilimden başka dostumuz var mı? İnsanlığın çağın hastalığı kanserle mücadelesine desteğin yeni bulunan kanser aşısıyla Küba'dan geldiği günlerde, bilimin ve bilimsel gelişmenin kitlelerle ilişkisi sorununu görebilmek çok mu zor?

B L M N K YÖNLÜ KE F : EVR M Evrimsiz bir biyoloji bilimi düşünülemeyeceği artık genel geçer bir kabul olma yönünde önemli adımlar katetti. Ancak sistemin çeşitli unsurları, bilerek veya bilmeyerek, bilimin evrimi keşfini toplumsal olayları neoliberal düzene uydurmada oldukça başarılı. Pozitivizmin ve “bilimsel materyalizm”in diyalektik materyalizm karşısındaki saldırıları buna iyi bir örnek. Yukarıda sözünü ettiğimiz kitapta, Özsoy, bu konuda da net bir tutum alıyor ve kendini diyalektik materyalizmin safında konumlandırıyor. Neoliberal düzenin varsayımlarını desteklemek için kullanılan evrim kuramını yeniden kitlelere sunarak onu kitlelerin eline bir silah olarak veren ve bu sunuşta olabildiğince açık ve net bir biçeme başvuran bilimin genç kahramanlarını kutluyoruz. (Evrimsel Biyoloji Yazıları, Ergi Deniz Özsoy, BilgeSu Yayıncılık, 146 s.)


Aydınlık KİTAP

15 UBAT 2013 CUMA

11

Bir kedinin ardından tüm insanlara Çok satanlar n, reklam dünyas n n ve roman n hâkimiyetinin aras nda onun öykülerine kavu mak, susuzlu unuzu gideren bir seraba kavu mak gibi. Ferit Edgü yine tam tad nda b rak yor! SEZA ÖZDEMİR sezaozdemir@gmail.com “... her kişinin bir başka yolu, bir başka yöntemi olmak gerektir. Denizde de, karada da hep buna inandım. Ve öyle yaşadım. Benim burada sana sunduğum harita ve pusula binlercesinden, yüzbinlercesinden biri.” Ferit Edgü, böyle diyordu “Hakkâri’de Bir Mevsim”de ve biz O’nun bir mevsimini okumuştuk. Edgü yine ve hala insanın türlü ‘hal’lerini ve ‘gerçeklik’lerini anlatmaya devam ediyor. Ancak bu kez ustanın sağlam yapılı öyküleri hüzünle sarıyor içinizi. En çok da kitaba adını veren “Giden Bir Kedinin Ardından”da söylediği ve söylemek istediklerini ayrı ayrı sorgularsanız...

FAZLALIKLARDAN KURTULMANIN DAYANILMAZ HAF FL “Çok satan”ların, reklam dünyasının ve romanın hâkimiyetinin arasında onun öykülerine kavuşmak, kısa süren ama susuzluğunuzu gideren bir seraba kavuşmak gibi. Notos Kitap’tan çıkan “Giden Bir Kedinin Ardından” adlı yeni öykü kitabı, bu anların ne bir eksik ne de bir fazlası. Usta yazar yine tam tadında bırakıyor! Edgü, kitaptaki öykülerini dört bölümde toplamış. Barok Öyküler’i deyim yerindeyse bir solukta tamamlayıp, sonra “olmadı baştan” deyip, ilk öykü “Denizde” ile yeniden çıkabilirsiniz o Barok yolculuğa. Belli bir ritmi ve uyumu barındıran, birbirine kılcal damarlarla eklemlenen bu küçük anlatılar; yazarın imge gücünü en kısa, en etkili, en yoğun kullandığı öyküler. Edgü insan hallerini ve gerçekliklerini; artık onunla bütünleşen minimalist öykü tarzında, fazlalıklarından arınmış kurgu ve anlatımla sunuyor.

Ç FTE GERÇEKL KTEN RON YE Bu öykülerde yabancılaşma, terk ediş, iletişimsizlik, pes ediş, toplumdan uzaklaşma gibi ana izlekler kullanılmış. Bunlara ölüm-yaşam, düş-gerçek, geçmiş(hatıra)-bugün, inanmak-inanma-

Ferit Edgü

karakteri gibi dursa da, adamın ve hatta yazarın yerine bile geçebilir.

OKURUNU ÇALI TIRAN YAZAR

mak, tekil-çoğul (birey-toplum) gibi karşıtlıklar da eşlik ediyor. Edgü böylece çift taraflı bir gerçeklik sunuyor okura. “Denizde” ile başlayan bu çift bakışa, “Firari”de evi terk eden oğulla babanın arasındaki son sözler ve “Tartışma”daki hoca ile öğrencisinin diyalogları örnek verilebilir. “İn” ve “Çadır” öykülerinde ise bu kez tekil halleri, biraz da ironiyle gözler önüne seriyor. Kendine her türlü yaşamadan, tehditten, korkudan uzakta bir ‘in’ ya da ‘çadır’ yaratanların gerçeklikleri de belli bir ironi barındırıyor elbette.

GERÇEKLE DÜ B R ARADA “Onları Tanıyordum”, “Garip Hayvan ve İnsan Öyküleri”, “Urfalı Mateos’un Yazgısı” ve kitaba adını veren “Giden Bir Kedinin Ardından” adlı bölümlerdeki öykülerde ise bu temel karşıtlıkların yerini daha çok koşul ve insana bağlı haller alıyor. Bunlara kimi zaman “Baba” ve “Dostoyevski’nin Oğlu Osman”daki gibi fantestik, düşsel unsurlar da katılıyor. “Garip Hayvan Öyküleri” ise yazarın yerleşmiş yargıları nasıl farklı ele aldığını görmek için birebir. (Edgü; antik hikayeleri ters yüz edip yeniden anlatma ya da onlardan farklı unsurları öne çıkarmayı daha önce de yapmıştı.)

G DEN N ARDINDAK NCE SIZI Ferit Edgü’nün çoğu öyküsü hallere ya da olgulara odaklanır. Çoğu kez zaman ve mekân unsurunu açıktan vermez. Bu unsurları bazen bir deneyimin dile getirilmesinden (“… Paris işgal altında” / Ressam Dayı) çıkarırsınız. Kuşkusuz bunlar, öykü üzerine kafa yormanızı sağlar. Yazar bu tutumunu burada da sürdürüyor. Ancak kitabın son öyküsü “Giden Kedinin Ardından”da bu unsurlar daha belirgin. 1980 Haziran’ının Bodrum’unda başlayan bir kedi ve yalnız bir adam arasındaki hikâye, darbe sonrası Almanya’ya gidişle yoğunluk kazanıyor. Bu arada 12 Eylül’ü de, Berlin Duvarı’nın varlığını da son derece açık duyumsatıyor okura. Adamın kaldığı evde daha önce Tezer Özlü’nün kaldığı gibi bilgiler ve bazı kişisel paylaşımlar öyküyü biyografik kılıyor okurun gözünde. Bu yüzden de özellikle “Giden Kedinin Ardından” öyküsüyle Edgü’nün ne anlattığı ve ne anlatmak istediği ayrı ayrı sorgulanabilir. Kediyi mi soruyorsunuz? Kedi, bu “gitmek” eyleminin yarı gerçek yarı düşsel tanığı gibi. Her ne kadar öykünün ana

1950’lerde öykünün dünyasına giren Ferit Edgü, insanın iç dünyasına dair öykülerden sonra Doğu anlatılarına geçti. Yeni bir dil, yeni bir gerçeklik aradı hep. “Hakkâri’de Bir Mevsim” (“O”) yazarın en bilinen yapıtı oldu. Okurken dağ başındaki bir köydeki öğretmen ve oranın insanları arasındaki gerçeklik uçurumundan düşmüştük. (Çince ve Japonca dâhil çeşitli dillere çevrilen bu yapıt, beyazperdeye de taşınmış ve Berlin Film Festivali’nde Gümüş Ayı’yı almıştı.) Ardından “Doğu Öyküleri” ve diğerleri geldi.. Deneyselliği seven yazarın denemelerinin tadı da başka. “Yazmak Eylemi” adlı ünlü çeşitlemesi yazar adayları ve dil öğrencilerinin başucu kitaplarından biridir sanıyorum. Edgü, tıpkı yazımızın başına alıntıladığımız gibi, “…her kişinin bir başka yolu, bir başka yöntemi olmak gerektir” diyerek uyarmıştı okuru hep. Ondan mı okura bu kadar açık uçlu anlam dizgeleri sunması? Sanki “Siz seçin, siz tamamlayın asıl öyküyü” demesi bundan.

G TMEK VE HÜZÜN Büyük usta, yeni öyküleriyle yine gerçekliğe, varoluşa, insanın hallerine odaklanıyor. Ancak bu kez “yeni”nin heyecanını değil, daha çok ustanın “hüznü”nü bırakıyor okura. Ondan mı “Giden Bir Kedinin Ardından”? Türkçesi, yalın, duru ve çokanlamlılığa kapı açan öykü dünyasına bir de usta bir “hâl ve gerçeklik anlatıcısı”nı ekleyin, karşınızda nitelikli edebiyatın yaşayan kalemini bulacaksınız. Daha uzun yıllar bizimle olması dileğiyle… NOT: İçerik kadar sunuşa da çok önem verdiğini bildiğimiz, Notos Kitap’ın yaratıcısı Semih Gümüş “Giden Bir Kedinin Ardından” için acaba neden böyle bir kapak tasarımı seçti? Bu bizim için samimi bir merak. Edgü okurlarından gelebilecek yorumları ya da bizzat Gümüş’ün yanıtını duyabilmeyi çok isterdik. (Giden Bir Kedinin Ardından, Ferit Edgü, Notos Kitap, 110 s.)


12 15 UBAT 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

KAPAK

FARUK DUMAN’LA SON KİTABI “BAYKUŞ VİRANE SEVER” ÜZERİNE

DAMLA YAZICI damla.yazici@msn.com Edebiyatta kendine has diliyle, imgesel dünyasıyla ama gerçeklikten kopmadan fark yaratmış ve okuyucusunu sağlamlaştırmış bir yazar Faruk Duman. En son 2009’da öykü kitabı yayımlanan Duman, bu dört yıl içinde roman, deneme gibi türlerle okurla buluştu. Geçtiğimiz hafta yayımlanan “Baykuş Virane Sever” kitabı bize yeniden öykülerinin dünyasına girme fırsatı verdi. Faruk Duman ile editörlük yaptığı Can Yayınları’ndaki ofisinde bir söyleşi yaptık. Öykü ile başladınız ama son yıllarda daha çok roman ile okuyucunun karşısına çıktınız (hatta bir deneme kitabı ile de) “Baykuş Virane Sever” adlı öykü kitabınız bu hafta okuyucuyla buluştu. Öyküyü terketmediğinizi mi gösteriyor bu kitap? Dört yıl aslında bir öykü kitabı için fazla değil. Öykü, okunması da yazılması da çok emek isteyen bir tür. Ben de eski yıllara göre daha korkarak yazıyorum. Biraz daha özendiğimi düşünüyorum. Kendi yazdıklarıma karşı biraz daha acımasız olduğumu düşünüyorum. Her yazdığımı yayınlamak istemiyorum. O yüzden de iki yılda bir kitabım olsun gibi bir düşüncem yok, baştan beri de olmadı. Acelesi olan bir şey değil öykü, yani şimdi son yıllarda duyuyoruz, çok öykü yazılıyor, çok öykü kitabı yayımlanıyor diye ama, benim için her türde olduğu gibi öyküde de şu önemli: Nitelik. Yani yazar kendi öykülerini yayımlamak konusunda ince eleyip sık dokumuşsa, eleştirel bir bakış açısı ve seçiciliği varsa, o zaman zaten bu kadar imitasyon olmaz, gerçekten daha lezzetli kitaplar okuruz. Üretken bir yazarsınız aslında, hemen hemen her sene deneme, roman ya da öykü çıkardınız. Ben çok çalışıyorum. Aynı anda birkaç defter üzerinde çalışıyorum, notlar alıyorum. Onlar tabii olgunlaşınca kimi zaman peş peşe denk geliyor yayımlanması. Kimi zaman öyküde olduğu gibi araya biraz zaman giriyor. Ama oturup masada çalışarak yazmayı seven bir insanım, o yüzden verimli olduğum söylenebilir. Öykülerinizde kural yıkıcı bir dil kullanımı var. Bu bilinçli bir tercih

midir? Neden böyle bir kullanım? Bu her yöne çekilebilir aslında. Tabii ki bilinçli. Ben bir okur olarak da birbirine çok benzeyen metinleri tekrar tekrar okumak istemeyen biriyim. Yazar olarak da okunması keyifli türden şeyler yazmaktan hoşlanıyorum. O yüzden birbirini destekliyor bu. Okurken bir kitapta ne görmek istiyorsam, yazarken de ona yöneliyorum. Bir bilimsel çalışma gibi, teknik çalışma gibi olmuyor tabii. Aslında yazarken kendi sesimi duymak, kendi gitmek istediğim atmosferi yakalamak isteyen, yazının sonunda ortaya ne çıkacağını düşünmekten ziyade yazarken bana ne kadar keyif verdiğiyle ilgilenen bir yazarım. Böyle olunca da bu türde bir dil ortaya çıkıyor. Aslında uzaktan bakınca dili bozmaya yönelik kasıtlı bir eylem gibi görünebilir ama öyle değil. Bu benim iç sesimin, bana ait üslubun bir yansıması olabilir ki ben şuna da inanıyorum, aslında kendi sesiyle yazmaya çabalayan herkeste bu tür dilsel özellikler vardır. Zaten edebiyatı da bunun için seviyoruz. Herkes kendi diliyle, kendi üslubuyla yazsın, söylesin diye. Dolayısıyla bilinçli bir kullanım. Teknik yönü de var ama, daha çok ben memur gibi çalışmayı sevmediğim için, duygusal, sezinsel yönü daha ağır galiba bu dilin. Belki de o yüzden iğreti durmuyor. Çünkü pek çok yazarın yeni bir dil arayışı var ve bazen çok yapay olduğu o kadar belli oluyor ki. Sizde o yok. Evet çünkü o bahsettiğiniz tehlikeden uzağım ben. Aman şunu amaçlayayım da, şunu yazayım diye yazmıyorum. Hem dil olarak hem içerik olarak böyle bir şeye bulaştığınız zaman okur bunu hemen hissediyor ve okuru itiyor bu tip metinler. Aslında en doğalı galiba yazarın kendinde bulunan sesle, dil anlayışıyla yazması ve biraz da tabii sezgilere kulak vermesi, akademik heveslere değil de, sezgilerin peşinden gitmesi onu inandırıcı kılıyor.

ETRAFIMIZI V RANEYE ÇEV RENLER Kitabın adı “ Baykuş Virane Sever”.

Foto raflar: Tu çe Y ld z

Viranelikten içten içe zevk alan bir dünyamız var

“Ölüm” var kitapta sıkça. Kitabın adıyla bir bağ kurabilir miyiz? Baykuş ölümdür. Kitabın adı, öykülerden birinde de geçen Yunus Emre’nin bir şiirinin dizesinden geliyor. Aslında ölümü işlemek değildi amacım, uzun süredir aklımda olan bir dizeydi bu. Bu dizede "virane" sözcüğü önemli. Yaşamımızda hep uğradığımız yoksulluklar, ölümler, etrafımızı viraneye çeviren şeyler, bu olgudan beslenen toplumsal gelişmeler ve kişilerle dolu. Bütün çevremizde, bütün hikayelerimizde aslında bundan içten içe zevk alan bir dünyamız var. Ben Yunus Emre’nin de bunu bu algıyla söylediğine inanıyorum. Zaten baykuş imgesinin de biraz bu toplumsal kökenden çıktığını düşünüyorum açıkçası. Artık deyime dönüşmüş bu özlü sözün de böyle bir kökeni var diye düşünüyorum. “Öykü roman yazmanın ön hazırlığı” gibi bir görüş var ülkemizde. Burada bir sitem duyacak mıyız sizden? Neden öyküyle başlayıp romana geçiş yapıyor yazarlar? Romana bu ilgi neden? Öykü neden terk ediliyor, satmıyor mu? Roman ticari. Tabii bu onun sanat yönünü azaltmaz, ama somut olarak öyle. Fakat öykü ve şiir edebiyatın bana göre temel türleri. Destanı, romanı atası saymıyo-

rum ama, masalları öykünün atası sayıyorum. Esasında hiçbir zaman edebiyat algısından da, anlatıp dinleme kültüründen de uzak kalmış bir tür değil öykü. Fakat tabii öykünün romanın ön safhası olduğu görüşü yeni bir görüş. 1900’lerden sonra, biz yeni yeni modern öykü yazmaya başladığımız zaman ortaya atılmış bir bakış açısı. Öykünün kısa bir olayı anlatan, esasında kısalığa dayanan bir metin olarak yorumlanmasından kaynaklanıyor biraz da bu. Oysa öykünün temel özelliği kısa olması veya bir olayı anlatması değil. Yani bize edebiyat derslerinde öğretilen şeyler pek doğru değil. Bu yüzden zaman içinde, yani Türkiye’de olsun, dünyada olsun, en az Türkiye’deki kadar çok yazılan Amerika’da olsun, öykünün bu son yüzyılda çok karakteristik özellikler kazandığını görüyoruz. Ne yapıyor mesela, kahramanını değiştiriyor, aktarma biçimini değiştiriyor, daha spontane, daha belirtilere dayanan bir metne dayandırıyor. Romandan alıştığımız klasik anlatım yöntemlerini, öykü kendi içerisinde şiire yaklaştırıyor. Son elli senede öykünün biraz daha yoğunlaştığını, biraz daha sıkı ve imgelere dayalı bir metne dönüştüğünü görüyoruz. Yani kendi içerisindeki o gelişimi bile bu algıları çürütüyor. Sorunuzu göz önüne alırsak, ben tabi öyle


KAPAK düşünmüyorum. Öykünün edebiyatın esas malzemelerinden, esas yordamlarından biri olduğunu söylemek istiyorum. Geçen sene öyküdeki gelişmeler çok dikkatimizi çekti. Oldukça fazla öykü kitabı yayımlandı. Son yıllarda çok arttı gerçekten. Çok da iyi kitaplar yazılıyor. Romana göre öyküde daha başarılı olduğumuzu düşünüyorum açıkçası. Simgelerin dilin kullanımıyla oluşturduğu bütünlük ve giderek yetkinlik özel bir konum kazandırırken size, öte yandan söyleyeceğini kendi içine gömen metinler yaratmıyor musunuz? Bu konu aslında benim çok üzerinde bir şey söyleyebileceğim bir durum değil. Aslında ben yazarın kendi elinden geleni yazması gerektiğine inanıyorum. Ve kendi yazdığı sırada yakaladığı bir denge vardır, bir metnin bitebilmesi, tamamlanabilmesi için, kendi içerisinde kurduğu bir dengeden söz edebiliriz. Yani bu öyküyü artık yayınlayabilirim demek için bu dengeye ihtiyacınız var. Okurlar da eleştirmenler de bizden çok farklı yorumlar yapabilirler, dolayısıyla onlar aslında bizim için faydalı yorumlar ama neticede öyküyü biz yazıyoruz. Ben okurlardan da şunu çok duyuyorum, öyküyle ilgili hiç aklımda olmayan durumlar çıkarıyorlar, bu hoş bir şey, öyküyü onlarla beraber yazdığımız anlamına da geliyor. Ama içe kapanma meselesi şudur, insanlar içe kapanır, metinler ya kapalı olurlar, onları açmak görevi de okura kalır, ya da açık olurlar, bu da yazarın tercihidir, söylediğinin daha çok yüzdesinin okura geçmesini isterler. Ben biraz çalışkan okuru, biraz yorum yapan ve metin dışına çıkmayı da seven okuru seviyorum galiba.

‘KÜTÜPHANE BÜTÜN HAYATIMA MUSALLAT OLDU’ Kütüphanecilik bölümünden mezun oldunuz. Kütüphanecilik de yaptınız. Kitabın ilk öyküsündeki kütüphaneyle tanışan çocuk siz olabilir misiniz? O öyküde sizden izler var mıdır? Var, çok var. Demiryolu mahalleleri var, bizim yaşadığımız lojmanlarla ilgili. Doğa unsurları var, hem çocukluğumda görüp yaşadığım, hem sevdiğim, o kütüphane var. Aslında en çok bu kitapta kendi yaşadıklarım var, anısal şeyler var, ama tabii yine büyük bir bölümü de kurgu. Fakat o öyküyü yazarken fark ettim, kütüphane gerçekten de hayatımda çok yer alıyor; ilkokul yılları, sonrasında kütüphanecilik, yayıncılık, askerde de kütüphane de görev almıştım. Yani kütüphane bütün hayatıma musallat oldu diyebilirim. (gülüyor) Severek isteyerek seçtiniz sanırım bu bölümü üniversitede, öyle mi? Şöyle oldu, ben hiçbir zaman hukuk, tıp veya gazetecilik ki bunlar yazılırdı tercihlerde en başa, ben okulu ve ders çalışmayı sevmediğim için, üstüne üstlük memuriyeti de sevmediğim için, şeye karar verdim, o zaman tabii ailem de hiçbir zaman o yönde baskı yapmadı ama, bütün çevremiz çocuklarını bunlara yönlendiriyordu. Ama ben reddettim. Hem sevdiğim işi yapabileceğim, ki-

Aydınlık KİTAP taplarla buluşabileceğim, kolay okuyabileceğimi düşündüğüm bir bölüm yazmak istedim. En başa yazdım, hemen girdim, okudum bitirdim. Yazma nedeni nedir Faruk Duman’ın? Onu ben de merak ediyorum. Belki kaybetmiş olabilirim ama ilkokul üçüncü sınıfta yazdığım hikayeler var. Geri dönüp baktığım zaman büyük ihtimal evdeki kitaplara özenmiş olabilirim. Ama o özenme nereden geliyor, onu bilemiyoruz. Bu çok evrensel bir soru. Fakat gerçekten o kitaplara özenip bir şeyler yapmış olabilirim, çünkü kuklalar yapmayı, ağaçtan bir şeyler yontmayı, Karagöz oynatmayı falan da seviyordum. Kitabı da aslında yazı olarak değil de, bir nesne olarak görüyordum o dönemde. Çünkü kapaklarını boyuyordum, sayfalarını dikişle bir şeyler yapıyordum falan. Yani bu yöntemlerle ulaştığım oyunlarla bir bağlantısı olabileceğini düşünüyorum. Böyle de çok psikolojik oldu ama... (gülüyor) Gerçekten daha sonra yazma eylemine dönüştü. Yazma esnasındaki o kağıdın hışırtısı, kalemi tutmak filan. Bunlar gerçekten benim için bir tutkuya dönüştü diyebilirim. Nerede büyüdünüz? Ankara’da. Ankara tam yazacak yer, sakin. Bizim zamanımızda yazmaya daha müsaitti. Demiryolları lojmanları vardı. Mahallemiz ağaçlık içindeydi. Hepimizin kazı, tavuğu, horozu vardı. Hepimizin babaları eşit koşullarda demiryollarında işçiydi. Çok güzel arkadaşlıklar vardı. Yaz geceleri sabaha kadar birbirimize korku hikayeleri anlatırdık. O yüzden tam fantastik bir çocukluk oldu benimkisi. Böyle ağaç tepelerinde ev yapmalara kadar varan bir çılgınlıktı yani. Zaten genelde öykülerinizde hep orta sınıf var. Neden zenginler yok bu öykülerde? E bilmediğimi yazamıyorum tabii ki. (gülüyor)

“KLAS KLER H ÇB R ZAMAN DE ER N KAYBETMED ” Ustalarınız kimlerdir? Şimdiye kadar çok cevapladım bu soruyu. Fakat zamanla şunu gördüm, böyle bir soru sorulduğunda herkes aynı isimleri söylüyor. Ama kimin okuduğunu kimin okumadığını bilmiyorum. Fakat her zaman klasiklerden büyük zevk aldım. Klasikler be-

nim açımdan, edebi olarak da, okuma keyfi olarak da, hiçbir zaman değerini kaybetmedi. Şimdi de böyle uygun koşullar bulduğumda, çayımı alıp, okumaya uygun yerlerde, pencerenin karşısına oturup klasikleri okumaya devam ederim. Hatta yeniden yeniden okurum. Herhalde “Karamazov Kardeşler”i dört kere filan okumuşumdur. O yüzden onları söyleyeyim. Bizim edebiyatımızın da çok etkilendiğim, tekrar tekrar okumak istediğim yazarları var tabii. Edebiyatçının güncel gelişmelerin büyük çalkantılara dönüştüğü zamanlarda tavır koyma zorunluluğu var mıdır? Bu konuda ne düşünüyorsunuz? Kitapları zaten hiçbir zaman kendimiz için yazmayız. Daha doğrusu biz istesek bile böyle olmaz. Çünkü kitap bir nesnedir. Kitap satılır, insanlar okur. Okuyanları değiştirir, iyi yönde veya kötü yönde. O yüzden bizim dışımızdaki bir şey bu. Yazarın yazmak üzere seçtiği konular, seçtiği çevreler, az önce sizin dediğiniz gibi bağlı bulunduğu sınıfla ilgili gözlemleri filan, bunlar her şeyi yönlendiriyor, metnin oluşmasını sağlayıp, okura metinden giden tüm algıları yönlendiriyor. Fakat o dediğiniz toplumsal yaşamla ilgili yazarın tavır alması biraz sanırım kitabın dışında bir şey. Yani ben kitapla fikir belirtme amacını sevmiyorum, yazarın kendini kitapla mesaj verme zorunda hissetmesini sevmiyorum. Çünkü o zaman kitap bir araca dönüşüyor. Ben açıkçası toplumsal konularda, felsefi konularda fikrimi kendim söylemeyi tercih ederim. Çünkü zaten onun amacı söyle-

15 UBAT 2013 CUMA

13

mektir. Onun amacı romanı kullanarak söylemek değildir. Kaldı ki yazarın belli bir amacı olmasa bile her kitap mutlaka bir mesaj verir. Çok kapalı metinler yazan bir yazar beni, okuduğum zaman isyan duygusuyla doldurabilir. Belki onun böyle bir amacı yoktur, ama oluşan metin okurda pek çok şeye yol açar. O nedenle edebiyatçı toplumda üzerine düşen görevi yerine getirmeli ama, yapıt başka bir şey. Yapıtı bu amaçla yaralamamalı. İyi bir yapıt yazarın içindeki meseleleri zaten okura aktaracaktır. (Baykuş Virane Sever, Faruk Duman, Can Yayınları, 112 s.)


14

Aydınlık KİTAP

15 UBAT 2013 CUMA

Metristepe’den Metrestepe’ye HALİT PAYZA Üstün Dökmen, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi profesörlerinden, psikolog, televizyon programcısı, şair, yazar. Sosyal bilimlere ilgi duymasına karşın, Hacettepe Üniversitesi Fizik Bölümünde okudu, üçüncü sınıfa geldiğinde yanlış seçim yaptığının bilincine vardı. Fizik okumak istemiyordu. Yaşamını yeniden planladı, bir kez daha üniversite sınavlarına girdi. Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nü bitirdi. Aynı bölümde Uygulamalı Psikoloji –Klinik Psikoloji- yüksek lisansını yaptı. 1986’da Psikolojik Danışma ve Rehberlik alanında doktorasını bitirdi, 1988’de önce doçent, 1995’te profesörlük derecesini aldı. TRT’de dört ciltlik “Küçük Şeyler” kitabına da adını veren aynı adı taşıyan bir program hazırladı, sundu. İlk kitapları eğitimini aldığı psikoloji ile ilgili olanlar. Ancak Dökmen, yaşamın her alanında kendini yinelemesini değil yenilemesini bildi, uzmanlık alanı ile ilgili kitaplar dışında şiir, tiyatro, roman, kızı Selcan Dökmen’le birlikte “İnsanın Korunakları/Mimari” üzerine kitap da yazdı. “Küçük Şeyler”le 2008’de Türkiye Yazarlar Birliği’nin deneme ödülünü aldı. “Metrestepe”, Üstün Dökmen’in son romanı.

BÖYLE B R DÖNÜ ÜM Metristepe’nin ilk adı Doruk olarak geçer, köy daha sonra Ertuğrul Gazi’nin silah arkadaşı Kamuran Gazi’nin ismiyle anılarak Kamuran Tekke, daha sonra Doruktekke adını alır. Köyün bulunduğu tepe, İnönü muharebelerinin en stratejik noktası olan Metristepe’dir. Köy Metristepe adıyla 1997 yılına kadar Söğüt İlçesine bağlıdır, bu tarihten sonra Bozüyük ilçesine bağlanır. Mustafa Kemal’in 1921’de İsmet Paşa’ya çektiği telgrafta yazdı gibi, Metristepe’de yalnız düşman değil, milletin “makûs talihi” de yenilmiştir. Kitap, adını Üstün Dökmen’in mekân olarak seçtiği

slami/muhafazakâr Kalvinist ahlakla, kapitalizmin ahlaks zl n ahlaksal gösteren çarp k alg s yla; evlilik d ili kiler, onu me rula t r lma biçimi imam nikâhl takiye anlay kurgu da olsa gerçektir

Üstün Dökmen

Bozüyük yakınlarında, Metristepe’yi gören kurgusal villa kentten alır. Bozüyük ve çevresindeki halk sözsüz bir uzlaşıyla bu villalara Metrestepe Villaları adını verir. Abdülrezzak Bey ve ortağı Hilmi Bey’in yapsatçılığını üstlendikleri 80 villa, işlevi nedeniyle adı değişecek, Metristepe Villaları’ndan Metrestepe villarına evrilecektir. Romanının akışı da bu dönüşümü iki izlek üzerinden gösterir. Kurgu Metristepe’nin Metrestepe’ye dönüşümünü anlatır. Çanakkale’de, Sarıkamış’ta, Balkanlar’da, Ulusal Bağımsızlık Savaşında; Mangal Dağı’nda, Haymana’da, Dumlupınar’da, Basritepe’de, Metristepe ve ulusal bağımsızlık için verilen direnişin yaşandığı nice cephede direnenler kadınlarının, çocuklarının, kızlarının namusu için savaşmışlar, kanlarını dökmüşlerdir. Met-

restepe’de ise bir zamanlar onurları ve namusları için direnenlerin aksine başkalarının kızlarının, kadınlarının, çocuklarının onurunu, namusunu hiçe sayanların villaları sıralanmaktadır. Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nda yenilen milletin “makûs talihi” bu kez yıllar sonra çarpık kentleşme ve yabancılara toprak satışı ile yengi kazananların yenilgisi ile yeni bir aşamaya girmiş, yeni bir cephe daha açılmıştır. Metristepe’deki Metrestepe Villaları aracı firma olarak Güngerli İnşaat tarafından satın alınmışsa da, asıl alıcılar; Ulusal Bağımsızlık Savaşı’nda ulusun karşı karşıya geldiği, kanlı bir bağımsızlık savaşımı verdikleri uluslararası Yunan ve onları silahla, parayla destekleyen emperyalist İngiliz firmalarıdır. Abdülrezzak Bey her ne kadar Kalvinist ahlak anlayışıyla küresel sermayenin ye-

nidünya düzeni, İslami/muhafazakâr burjuva düşüncesiyle dinin para kazanmaya engel olmadığına inanmış, bu anlayışla para kazanmak için her yolu “mubah” görse de gerçeğin bilincindedir. Dedelerinin savaşarak bağımsızlıklarını ve “namuslarını” koruyarak kazandığı toprakları, bu onuru, kızlarının, eşlerinin namuslarını korumak için savaştıklarına parayla satmaktadırlar.

D NLER ARASI ÇARPIK AHLAK Kalvinist, İslami/muhafazakâr/burjuva düşüncesinin Max Weber’in “Endüstriyel Kapitalizm”iyle hiçbir ilgisi yoktur. Weber’e göre endüstriyel kapitalizmin ana şartları, burjuvazinin ortaya çıkması ile görülen kentleşme, endüstriyel teknolojinin gelişmesi ve rasyonel hukuktur. Endüstriyel karakteristik yapıyı Protestan ahlak anlayışı oluşturur. İslami/ muhafazakâr/burjuva düşüncesinde Weber’in olmazsa olmaz olarak gösterdiği zorunlu koşullar yoktur. Ancak dinler arası ilişki biçimine benzer bir çarpık ahlak anlayışından söz edilebilir. Bu da ka-

pitalizmin dinsel referanslarla içselleştirmesi olarak görülür. “Metrestepe”de; evlilik ve evlilik dışı ilişkiler sorgulanırken, kapitalizmin ahlak anlayışı ile içselleştirilmiş İslami/ muhafazakâr/burjuva ahlak anlayışının sentezi yapılıyor. Weber’in aksine Protestan ahlak anlayışının, dinselleştirilerek içselleştirmesi, Abdülrezzak Bey ve “imam nikâhlı” metresi Nurşen Hanım üzerinden gösteriliyor. Dökmen, “Metrestepe”nin Kurtuluş Savaşı ile ilgili yazılanlar dışında, kurgu olduğunu, Bozüyük yakınlarında Metristepe’yi gören en azından romanın yazıldığı tarihte bir villa kent yapılmamış olduğunu belirtiyor. Doğrudur, “Metrestepe” kurgudur. İslami/muhafazakâr Kalvinist ahlakla, kapitalizmin ahlaksızlığını ahlaksal gösteren çarpık algısıyla; evlilik dışı ilişkiler, onu meşrulaştırılma biçimi imam nikâhlı takiye anlayışı kurgu da olsa gerçektir. Hayal gerçek, kurgu yaşanmışlık olabilir. (Üstün Dökmen, Metrestepe, Remzi Kitabevi, 232 s.)


KARANLIĞA MEKTUPLAR

Aydınlık KİTAP

15 UBAT 2013 CUMA

15

Attila İlhan ve fena halde aşk Attila lhan’ n, toplumsal hayat n di er safhalar nda oldu u gibi, bireysel ili kilerde de sistematikle tirdi i diyalektik mant n ta kendisidir! DAĞHAN DÖNMEZ daghan_donmez@mynet.com İhtimal ki çoklarınız, mesaiye uyanılan sabahın ilk ışıklarında; masanızda kırmızı güller buldunuz. Kimilerinizin burnunda, dünden kalma bir şarap kokusu… Bazılarınız yalnızdı. Bazılarınızsa hayat gailesinde, umursamazdı! Ne şekilde olursa olsun, 14 Şubat’ı geride bıraktık. Kapitalist tüketim toplumunun ritüelleri, birer birer hayata geçtiler. Sevgililere şiirler yazıldı. Türk şiirinin büyük ozanlarının dizeleri, sayfalarından çıkıp; sevgiliye fısıldanan aşk sözcüklerine dönüştüler. Veya çağa uygun söylersek, iletilere! Buraya şimdilik bir virgül!

LK A KA MEKTUP İzmir Karşıyaka’da, henüz 16 yaşında gözleri parıltılı bir çocuk, okul gidişlerinde penceresinin önünden geçtiği komşu kızını buğulu gözlerle süzer. Günler birbirini kovaladıkça, aralarında bakışlar aracılığıyla bir bağ oluşuverir. Yine Karşıyaka Atatürk Lisesi’nin yoluna düşülen bir günün sabahında, genç adam akşamdan yazdığı mektubu kızın evinin merdivenlerine bırakır. Kız mektubu eğilip alır ve çantasına koyar. Aradan üç gün geçmiştir. Delikanlının umutla, umutsuzluk arasında gidip gelen duyguları nihayete erer. Cevap yazılmıştır işte! Hem de aynı yere, yani merdivenlere bırakılmıştır. Böylece iki genç aşığın mektuplaşmaları başlar. Genç adam, kalem sallamakta mahirdir. Nice duygu yüklü kelimeleri ardı ardına sıralar. Bir de şiir iliştirir mektubuna… Büyük şair Nazım Hikmet’in şiirini! “Çürüksüz ve cam gibi berrak bir kış günü sımsıkı etini dişlemek sıhhatli, beyaz bir elmanın. Ey benim sevgilim, karlı bir çam ormanında nefes almanın bahtiyarlığına benzer seni sevmek...” Sonrasında genç adam, bu satırlar sebebiyle Karşıyaka Karakolu’na götürülecek, tahkikata uğrayacak ve iki yıl süreyle okuma hakkını yitirecektir. Nazım’ın şiirini yazmak dahi, fişlenmek için yeterli sebeptir. Bu gözleri parıltılı çocuğun adı Attila İlhan, olayın tarihi ise 14 Şubat 1941’dir! (Kaynak: Erkin Usman, Yeni Asır, Karşıyakalı Attila İlhan) Tesadüfe bakın ki, Türk Edebiyatı Külliyatında aşk şiirleri dendi mi, belki de akla ilk gelen Attila İlhan’ın malum tarihle ilişkisi bu minval üzeredir. Sizi bilmem ama benim için, yalnız bu sebepten önemlidir 14 Şubat… Virgülün, noktası! Hangimizin ezberinde değildir o dizeler:

“Ne olur kim olduğunu bilsem pia’nın ellerini bir tutsam ölsem böyle uzak seslenmese ben bir şehre geldiğim vakit o başka bir şehre gitmese otelleri bomboş bulmasam…” Attila İlhan, “Sisler Bulvarı” kitabının “meraklısı için notlar” kısmında “pia” şiiri için şunları yazar: “Mecidiyeköy’deki evde başlanmış, otobüste sürdürülmüş, Taksim’e geldiğimde bitirilmiş bir şiir. Vatan’ın Sanat Yaprağı’nda yayımlandığını düşünüyorum. İnanılmaz yaygınlıkta bir şiirdir. Pia adı sandallara, dolmuşlara, ağır kamyonlara konulmuştur. Şimdi düşünüyorum da, yıllarca sonra “böyle bir sevmek”te tekrar döneceğim, bir türlü elde edilemeyen hayaldeki sevgili theme’inin, şiiri bu derece etkili kıldığını daha iyi görüyorum.” Belleklerle kazınan bu şiirler, gerek kendine has melodisinden gerekse İlhan’ın söylediği gibi; kavuşulamayan, elde edilemeyen ve neticesinde yüceltilen, bir nevi destansı boyuttaki aşkları vurguluyor oluşundan bu denli etkin olmuştur. Zira Attila İlhan şiirinde aşk, imkansız olandır. Nam-ı diğer kaptan, muhatap olduğu “gerçek aşk nedir?” sorusunu şöyle yanıtlıyor: “Gerçek aşk, imkansız olandır. Bunu hep söylüyorum. Çünkü bir aşk, normal sürecini, gelişme aşamalarını yaşarsa bitmeye mahkumdur.” (Zeynep Aliye, Mavi Adam Attila İlhan’la Söyleşiler, Bilgi Yayınevi, s:110) Günümüzde aşkın, tıpkı hayatın diğer unsurları gibi; tüketilebilir bir meta haline geldiği, ömrünün biçildiği ve nitelikten yoksun; yalnızca nicelik olarak varlığını sürdürdüğü malumdur. İlhan şiirlerinde ise, mutlak olan aşkın kendisidir. Doğası gereği, tükenmeyen, dönüşmeyen… Sevgilinin değil, sevgiliye duyulan aşkın, özlemin ana unsur oluşu Divan şiirlerinin çağrışımını yapar. “Aşk mutlak hale geliyor. (Divan şirinde) Aşk benim için çok iyi, bırak beni öleyim diyor. Aşk bu kadar büyütülürse, aşık olunan zirveye çıkmış oluyor. Onu kenarda bırakmış gibi görünse de, değil. Her şeyi tayin edici o. Ona ulaşamıyorsun bir türlü. Yani senin kafanda o, öyle bir yere geliyor ki; o kendisi olmaktan da çıkıyor. Bunu ben, çok usturuplu olarak verdiğimi zannediyorum. O gelenek sürdü. Bunun böyle olduğunun, kimse farkında değil. Çünkü Divan Edebiyatının farkında değil.” (Aynı eser, s:111)

ENGELLENEMEZ B R A IK Aşkı, kişinin kendisiyle özdeşleştirir At-

tila İlhan. Sevgilinin uzakta olması dahi, aşk atmosferinin oluşmasına engel taşımaz. “Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılırsa yalnızlık olmaz” diyen Asaf’ın aksine, “Yalnızlık mutlaka paylaşılacak, suç ortağı bir sevgiliyle” der. Birey, ikili bir ilişkinin ortasında olsa bile; yalnızlığını yitirmez. Tıpkı ayrılıkların da sevdaya dahil olması gibi… Çünkü ayrılık da sevdaya dahil çünkü ayrılanlar hala sevgili hiç bir anı tek başına yasayamazlar her an ötekisiyle birlikte her şey onunla ilgili… Bu lirizm, bu dokunaklı dizeler, esasında sarsılmaz bir fikirsel bütünlüğün parçalarıdır. Attila İlhan’ın, toplumsal hayatın diğer safhalarında olduğu gibi, bireysel ilişkilerde de sistematikleştirdiği diyalektik

mantığın ta kendisidir! Zira o, iflah olmaz bir tutarlıdır! Dizelerinin tersine, kimsenin unutmayacağı bir metropol ozanı… cenova’ya indiğim zaman seni katiyen göremezdim aklım başımda değildi küfür gibi huzursuzdum herkes beni unutmuştu ben kimseyi unutmamıştım zehra’yı unutmamıştım allahsız gözlerini unutmamıştım sol böğrüme sanki çıplak bir hançer saplamışlardı Kaptan lakabıyla maruf bu büyük sanatçının, açık denizlerde seyreden fikir ve şiir yolculuğunu Bilgi ve İş Bankası Yayınları’ndan çıkan eserlerde bulabilirsiniz; saygıdeğer okur… Çünkü kitap, karanlığa gönderilmiş mektuptur…


16

15 UBAT 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

Ya zılgıtlar susarsa! Cezayirli yazar Asiye Cebbar, Cezayir’in kad nlar n ve onlar n baba evlerini Araf’ta bir bak la anlat yor. Cebbar’ n gözünden görünen, ne sadece ülkesi ne de sadece Fransa… Onunki sürekli kendini arayan bir hal sanki YASEMİN DEMİR Cezayirli yazar Asiye Cebbar “Kimse başkasının yükünü taşıyamaz” diyor. Kuran’ın Yıldız (Necm) suresinden alıntıladığı bu ifade; bazı koşul, cinsel kimlik ya da sınıftan insanlar için geçerlilik kazanan bir yargı çoğu zaman. Yazarın Kırmızı Kedi Yayınevi’nden ocak ayında Aysel Bora çevirisiyle çıkan “Baba Evinde Bana Yer Yok” adlı romanına taşıdığı bu yargı; aynı zamanda kendi olabilmek için, cinsel kimliğindeki örtüden kurtulmak zorunda olan bir kadının itirafı. Bunun için de önce “kendi” olarak bildiği kadının çocukluğunu ve genç kızlığını parçalara ayırıyor. Zılgıt çeken kadınların cesaretiyle! “Zılgıt çeken kadınlar” imgesi; Batı için uzaktan şaşılası ve anlam verilemeyen, hatta neredeyse bir tür ilkellik gibi görünebilir. Oysa Doğu kültürünün kadınları için zılgıt, bazen neşe ve heyecanın, bazen de dayanılmaz acının hayata salıverilmesi, bir tür özgürlük hali olagelmiş. Sessizliğin yıkılışı gibi… Cebbar, bu “zılgıt” imgesini çocukluğunun geçtiği Şerçel’deki kadınlar hamamında somutlaştırmakla kalmıyor, anlatımı ve sesiyle tüm romana yayıyor. Öyle ki, romanı bitirdiğinizde bunun aslında yazarın kitabı yazarken yaşadığı hal olduğuna bahse girebilirsiniz. Peki, Cebbar’ın 71 yaşındayken (Bugün 77 yaşında) çektiği bu “zılgıt” ne için?

BABA EV N N ‘ PEK’TEN ÖRTÜSÜ

Küçük bir kasabadaki okulun tek “yerli” öğretmeni olan “baba”, aynı zamanda demokrat ve Fransız Devrimi’ne inanmış bir figür. Peki bu yanına karşın evde derinden sevip saygı duyduğu eşine ve büyük kızına karşı gösterdiği “haremin sahibi” türü tavır bir çelişki değil mi? İnandığı devrimin ilkelerine ters bir şekilde, başka bir ülkeyi sömürgesi haline getiren Fransa’dan fazla değil herhalde… Ancak küçük kız, bu çelişkiyle sarsılacaktır, hele ki yıllar boyu belleğinden atamadığı o “bisiklet binme”yi öğrendiği sırada gördüğü tepki karşında... Yazar Cebbar’ın bir sömürgede büyürken yaşamak zorunda kaldığı kimlik sorunları yetmiyormuş gibi; bir de zihninde bir tür korku haline gelen “baba hükmü” peşini bırakmayan bir hale dönüşür. Öyle ki; gerçek aşkı sandığı “nişanlı”nın siluetinde bile karşısına çıkar. Fatma işte o an, denize koşmak, bir an olsun “havalanmak” isteyecektir. Bunu nasıl bir girişimle yapacağını ise okurlara bırakalım.

‘YAZMAK, SES Asiye Cebbar (asıl adı Fat- ÖLDÜRMEKT R’

ma-Zohra Imalayene); Fatma’yı ve onu yetiştirenleri anlatırken, Cezayir’in kıyı şeridinde yer alan Şerçel kasabasındaki çocukluğundan başkentteki genç kızlığına değin geçen sürede yaşadıklarını ve benliğini çözümlüyor. Bunu yaparken de zihnine, algılarına ve hayata bakışına “ipek”ten bir örtü gibi örtünen “baba” figürünün bağlarını çözüyor. Baba evinden böylece ayrılabiliyor.

Dünyayı kitapları arasında keşfeden bu küçük kız için 17’sinde yaşadığı o “nedensiz” taşkınlık anından sonra sıra yazmaya gelir. Cebbar, bir şiirinde “yazmak, sesi öldürmektir” demiş. Ancak bu kez yazmak “zılgıt çekmek” demek onun için. Yazar büyük anlatılar kurmak yerine, “baba”nın yükünden sıyrılıp kendini arama demek olan o ana ortak ediyor okuru. Asiye Cebbar, 21 yaşında

Asiye Cebbar

yayımlanan ilk romanı “Susuzluk”tan bu yana onlarca roman, öykü, oyun ve deneme yazdı, iki film çekti. Bir Müslüman ve bir Cezayirli olarak yaptıkları ülkesi için pek çok ilki barındırıyor, Cezayir’in kurtuluş savaşında verdiği mücadele dahil… Aynı zamanda Kuzey Afrika ve bütün dünyada kadın haklarının yılmaz savunucusu olarak tanınıyor ve Fransız Akademisi'ne alınan beşinci kadın. Cebbar’ın Almanya, Avusturya, Fas, Fransa ve son olarak New York’ta yürüttüğü akademik kariyerinden sonra bile yırtmak istediği bir sessizlik, çekmek istediği bir zılgıt olabileceğine inanmıyor musunuz? Peki ya, o zılgıtlar susarsa ne

olur, düşünebiliyor musunuz?

O KADINLAR YANI BA INIZDALAR Böylesi kadınlardan çok var. Onlardan biri; hayatı çocuklarıyla tek başına sırtlayan, hani şu biraz aksi, biraz huysuz ama yüzünüze gülüveren çaycı ablanız da olabilir, bahçesindeki iki karış toprağa fasulye dikiveren şu orta yaşlı kadın da… Ya da kırık bir aşkın ardından yarattığı “kendi” çözümleriyle hayata yeniden başlayan şu genç kadın… Onlara iyi bakın, dünyayı değiştiren o kadınlar… Kitabı elimize ilk aldığımızda “mor kapaklı, feminist bir roman” okuyacağımızı sandığımız

anın aksine, bittikten sonra kendini arayan kadının dünyayı değiştirebilecek kadın olduğu gerçeği sarsıyor. “Baba Evinde Bana Yer Yok”, Cebbar’ın Türkçeye kazandırılan üçüncü kitabı. “Medine’den Uzakta”nın (1992- Cep Kitaplar) baskısı bugün artık yok. “Aşk ve Fantazya” (2003Can Yayınları) ise yazarın Cezayir dörtlemesinin ilki olsa da, Can Yayınları çevirilerin devamını getirmemiş; belki Kırmızı Kedi Yayınevi getirir diye umuyoruz. (Baba Evinde Bana Yer Yok, Asiye Cebbar, Kırmızı Kedi Yayınevi, Çev: Aysel Bora, 279 s.)


YENİ ÇIKANAydınlık KİTAP

17

Gezginlerden dört yeni kitap SERDAR ŞAHİNKAYA serdarsahinkaya35@gmail.com 2013 yılı, gezginlerin notlarının okuyucu ile buluşması açısından iyi bir başlangıç oldu. Alter Yayıncılık'tan çıkan, birisi iki ciltli, üç kitap bu yazının konusunu oluşturuyor. Bu kitapların önemli bir özelliği tam 132 gezginin kaleminden çıkmış olması. Tabi bu kadar çok kalemden çıkanların editörlük sürecinin zorluğunu ayrıca düşünmek ve takdir etmek gerekiyor. Bu kitapların zorlu editörlük sürecini esas aktörü sevgili Timur Özkan’ı yürekten kutlamak gerekiyor. Gelin kitaplara bir miktar yakından bakalım. İlk kitabımız iki cilt halinde yayınlanmış olan “Gezgin Gözüyle Türkiye, I - II”

GEZG N GÖZÜYLE TÜRK YE 1 39 gezgin yazarın ortak eseri “Gezgin Gözüyle Türkiye 1”, Türkiye’nin Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerinden derlenen 59 gezi yazısından oluşuyor. İstanbul, İzmir, Muğla, Antalya, Bursa, Balıkesir, Çanakkale, Denizli, Mersin vb. bazı kentlerin öne çıktığı ve bu üç bölgemizin tüm kentlerinin en az bir yazıyla anlatıldığı kitapta; bu kentlerin gezilecek görülecek yerlerinin yanı sıra tarihi ve turistik özelliklerine ve yazarlarının başından geçen ilginç anı ve gözlemlere de yer veriliyor. Kitapta ayrıca Mavi Yolculuk, Likya Yolu ve Aziz Paul Yolu gibi tematik rotalar da yer alıyor.

GEZG N GÖZÜYLE TÜRK YE 2 44 gezgin yazarın ortak eseri “Gezgin Gözüyle Türkiye 2”, Türkiye’nin Karadeniz, Orta, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinden derlenen 60 gezi yazısından oluşuyor. Eskişehir, Kastamonu, Çorum, Tokat, Sivas, Erzurum ve Mardin vb kentlerin öne çıktığı ve bu bölgelerimizin hemen hemen tüm kentlerinin en az bir yazıyla anlatıldığı kitapta; yine kentlerin gezilip, görülecek yerleri ile tarihi ve turistik özelliklerine ayrıca da yazarlarının anı ve gözlemlerine de yer verilmiş. Kitapta ayrıca Frig Vadisi ve Kaçkarlar gibi popüler tarih ve yürüyüş rotaları da yer alıyor. Aynı adlı serinin ilk kitabı ise Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerimizi kapsıyor

GEZG N GÖZÜYLE ANKARA 49 gezgin yazarın ortak eseri “Gezgin Gözüyle Ankara”; geçtiğimiz yıllarda yayımlanan “Ankaralı Gezginler 3 - Ankara’dan Gezi Yazıları” adlı kitaptan sonra Ankara’nın gezgin gözüyle anlatıldığı ikinci kitap olarak raflardaki yerini alıyor. Ankara’dan ve ilçelerinden 56 gezi ve kent kültürü yazısından oluşan kitapta; Ankara’nın tarihinden kesitlerden Ankara adının kökenine, Ankara’nın sosyal yaşamından türkülerine ve halk oyunlarına, mutfağından cadde ve sokaklarına, meydanlarına ve bu cadde ve meydanları süsleyen heykellerine kadar çeşitli başlıklar altında başkentin bilinen ve bilinmeyen tüm özellikleri toplanmış. Ön sözünü Ankara araştırmacısı ve uzman sanat tarihçisi Gökçe Günel’in yazdığı ve aynı zamanda Ankara’nın merkez ve ilçelerinde bulunan tarihi, doğal, turistik yerlerin de anlatıldığı “Gezgin Gözüyle Ankara” “Ankara’nın gezilecek görülecek neresi var ki” şeklindeki yanlış ezberi değiştirmeye aday.

7 KITADAN Gezgin Gözüyle serisinin editörlüğünü de yapan Timur Özkan’ın; “Gezmek Yaşamaktır”, “Gezgince”, “4 Kıtadan”, “5 Kıtadan” ve “6 Kıtadan” adıyla yayımladığı kişisel gezi kitaplarının sonuncusu olan “7 Kıtadan” adından da anlaşılacağı gibi dünyanın yedi kıtasından ve bu arada Türkiye’den ve Ankara’dan da çeşitli gezi yazılarından oluşuyor. Toplam 65 yazının yer aldığı kitapta; Avrupa’dan İzlanda, İskandinav ve Baltık başkentleri ile Varşova ve Krakov, Afrika’dan Madagaskar ve Mauritius, Asya’dan Abhazya, Erbil, Bahreyn, İran, Kabil, Cakarta, Bali ve Doğu Timor, Okyanusya’dan Yeni Zelanda, Kuzey Amerika’dan Los A, San F, Las Vegas, Büyük Kanyon, Route 66 ve Roue 1, San D ve Hawaii, Güney Amerika’dan Sao Paula, Ushuaia ve Punta Arenas ile Antarktika yazıları okunabilir. “7 Kıtadan”ın Türkiye sayfalarında; Edirne, Balıkesir, Taraklı, Söğüt, Sivrihisar, Frig Vadisi, Bolu, Akçakoca, Amasra, Niksar, Erzincan, Kırşehir, Niğde ve Kaş ile Büyük Atatürk Yolu (Samsun, Amasya, Erzurum, Sivas, Kayseri, Hacıbektaş ve Beynam), Ankara sayfalarında ise Haymana, Gölbaşı, Keçiören, Hamamönü ve Ulucanlar ile Ankara’nın yakın çevresinden 10 hafta sonu seçeneğini özetleyen yazılara yer verilmiş.


18 15 UBAT 2013 CUMA

Aydınlık KİTAP

YENİ ÇIKANLAR

Öykücülü ümüzün Toros Zirvesi Osman ahin

Sevgiliye Veda

G lgam

Semboller

M. ehmus Güzel, Kaynak Yay nlar , 208 s.

Francisco Goldman, Kolektif Kitap, Çev: Sevinç Kay r, 360 s.

Yiyun Li, Domingo Yay., Çev: Duygu Ak n, Resimler : Marco Lorenzetti, 96 s.

F. Zen, Destek Yay nlar , 200 s.

“Koyun ağılında doğdum. Oğlan olduğum için, kartal tüyü ile gözüme kara sürme çektiler. Kız olsaydım, sürmeyi güvercin tüyü ile çekeceklerdi gözüme. Kalabalık bir aileydik. On üç kardeştik. Anamla babamı da katınca, üç odalı evde, on beş nüfuslu bir aşirete dönüşürdük, hayatlarımız birbirine karışırdı. Göçebeydik. At, eşek sırtları, kıl çadır altları yurdum oldu. Yalınayak, başım çıplaktı. Duyduğum korkuların çoğu açlık ve üşümek üzerineydi. En çok duyduğum ses, çan sesiydi. Ormanda kaybolmayayım diye boynuma bir oğlak çanı takmışlardı. (...) Babam, öğretmenle anlaşarak aynı yılın güzünde ilkokula yazdırdı beni. Yine ayağım yalın, başım çıplaktı. Kalemimi iple boynuma bağlamışlardı.”

Francisco Goldman, Aura Estrada’yla evliliklerinin ikinci yılında gecikmiş balayılarını kutladıkları sırada, genç eşi sörf yaparken boynunu kırarak hayatını kaybeder. Aura’nın ailesi kızlarının ölümünden Goldman’ı sorumlu tutar. Suçluluk duygusuna yenik düşen yazar da ölmek ister. Ne var ki sonra büyük aşkını, tarifsiz kaybını, saf aşkın yerini alan o korkunç kederi anlatacağı “Sevgiliye Veda”yı yazmaya karar verir ve hayatının aşkını adeta yeniden hayata döndür. “Kaderinde yazılı olmak... Acaba benim Aura’nın hayatına girmem de kaderinde yazılı mıydı, yoksa bana ait olmayan bir alana izinsiz girerek onun önceden belirlenmiş yolunu mu değiştirmiştim?”

Unutulmakta olan klasikleri, bugünün büyük yazarlarının yardımıyla çocuklarla buluşturmak. İşte Hepsi Sana Miras serisinin amacı bu. Ünlü İtalyan yazar Alessandro Baricco’nun dünyanın dört yanındaki yazar dostlarını yardıma çağırması ile ortaya çıkmış bir “kurtarma botu”. Umberto Eco’dan Jonathan Coeya, Dave Eggerstan Nobel ödüllü Mario Vargas Llosaa, günümüzün önemli yazarları birer klasik seçip, bunları sanki kendi çocuklarına anlatırmış gibi, etkileyici ama kolay anlaşılır bir dille yeniden hikayelendirdi. Üstelik zaman zaman kendi hayal güçleriyle zenginleştirmekten de kaçınmayarak. Ve yine günümüzün önemli çizerleri bu metinleri resimlediler.

Nesiller boyu süregelen bilinmeyenlerin sır dolu geçitlerinde ortaya çıkan gerçekler, açıklanamayan, açıklanmak istenmeyen efsanenin perdelerini bir kez daha araladı. Atlantis ve Mu... Diğerleri gibi onlar sadece görünendi... Tarih sayfalarına sığdırılması gereken hakikat, kimi medeniyetlerce masallara sığındırılmakla yetindi. Oysa gerçek bambaşkaydı. Görünenlerin ötesine geçmek, bilinmeyenlerin de cevabını birlikte getirdi. Dünyanın gözleri önünde gerçekleşen bir diriliş, bilinmeyenlerin cevabını da birlikte getirdi. Cevaplar yükseldikçe, Tanrı’nın yüce adaletiyle birleşti. Adalet hangi medeniyetlerde yanlış ellere teslim edildi?

Tanr n n Oku

Türk Sinema Tarihi

Sahibinin Sesi

stanbul Manzaralar

Chinua Achebe, thaki Yay nlar , Çev: Nazan Ar ba Erbil, 288 s.

Fikret Hakan, nk lâp Kitabevi, 528 s.

Mladen Dolar, Metis Yay nlar , Çev: Bar Engin Aksoy, 200 s.

Chinua Achebe’nin Afrika üçlemesinin en son kitabı “Tanrının Oku”, 1920’lerde İngiliz sömürgesi altında olan Nijerya’da geçmektedir. Igbo halkının yaşadığı Umuaro’nun altı köyünün en yüksek mertebeye sahip rahibi Ezeulu’nun hikâyesidir. Geniş bir aileye sahip olan Ezeulu, oğullarından birisini “gözü ve kulağı” olması, beyaz adamın dininde olan gelişmelerden haberdar olması için yerel Hıristiyan kilisesine gönderir. Erdemleriyle beyaz adam dahil olmak üzere herkes tarafından saygı gösterilen Ezeulu’nun gururu zaman zaman yanlış kararlar almasına, halkın ona olan inancını zaman içinde kaybetmesine neden olur.

“Türk Sinema Tarihi” Türk sinemasına yıllarını vermiş usta bir sanatçının 50 yıllık belge birikiminin sonucunda ortaya çıkmıştır. Yokluklar içinde doğup büyüyen, serpilirken aldığı yaraları bir türlü saramayan ama acısıyla tatlısıyla geçip giden ve bambaşka bir şekle bürünen Yeşilçam’ın öyküsünü bu kitapta fazlasıyla bulacaksınız. Yeşilçam’dan bugüne açılan perdenin büyüsünden, sahiciliğinden kendinizi kurtaramayacaksınız. Fikret Hakan tanıklarının, kahramanlarının ağzından Yeşilçam’ın acı, tatlı bazen çalkantılı ve fırtınalı, bazen de yaratıcı ve komik ama hep yalnız hikâyesini anlatıyor.

Slavoj Zizek’le birlikte Sloven psikanaliz okulunun kurucularından olan Mladen Dolar son yıllarda, Derrida’nın “sesmerkezcilik” teorisiyle birlikte felsefenin gündemine taşınan tartışmaya psikanaliz cephesinden son derece özgün ve ufuk açıcı bir katkıda bulunuyor. Lacan’ın, “ses psikanalitik nesnenin (yani objeta’nın) en önde gelen cisimlenişlerinden biridir,” demesine rağmen, aslında psikanalizde de bakış’a kıyasla hep gölgede kalmış bir meseleyi, ses’i önplana getiriyor. Dolar, nesne olarak sesi farklı birçok düzeyde ele alarak kapsamlı bir ses teorisi geliştiriyor.

Thomas Allom, Bankas Kültür Yay., Çev: eniz Türkömer, 352 s. Eski İstanbul gravürleri dendiğinde ilk akla gelen isim olan Thomas Allom’un gravürleri ilk kez aslına sadık bir bütün olarak yayımlandı. 1834-38 yılları arasında İstanbul’u ve Batı Anadolu’yu resimleyen Thomas Allom’un gravürlerinden oluşan; boyutuyla, özel kâğıdıyla, arkası boş bırakılan gravürleriyle ilk baskısını yakından takip eden kitap, günümüz okuyucuları için notlandırıldı. Allom’un gravürleri 175 yıl önceki İstanbul’un sarayları, camileri, çarşı pazarları, sokakları, Boğaziçi’si ve Adaları’ndan Rumeli’yle Batı Anadolu’ya uzanan kaybolmuş bir dünyada benzersiz bir seyahate çıkmak için...


Aydınlık KİTAP

YENİ ÇIKANLAR

15 UBAT 2013 CUMA

19

Anahtars z Ev

Elveda

A k K rg nlar

K sa Felsefe Tarihi

Earl Derr Biggers, Labirent Yay nlar , Çev: Özgün Dede, 250 s.

krami Özturan, Bilgi Yay nevi, 520 s.

Nedim Gürsel, Do an Kitap, 144 s.

Roger-Pol Droit, Say Yay nlar , Çev: smail Yerguz, 256 s.

Chan, omuzlarını silkti. “Fark etmez. Parmak izleriyle öbür teknik işlemler teoride iyidir ama gerçek hayatta o kadar değil. Tecrübelerim bana insanoğlu üzerinde derin derin düşünmemi söylüyor. İnsan ihtirasları. Bir cinayetin ardında yatan nedir? Nefret, intikam, maktulü susturma isteği. Belki de para hırsı. Her zaman insanoğlunu incelemek gerekiyor.” “Kulağa mantıklı geliyor,” dedi John Quincy. “Çoğunlukla öyledir,” dedi Chan, emin bir ifadeyle. “Elimizdeki ipuçlarını sayıyorum: Bir sayfası eksik konuk defteri, eldiven düğmesi, telgrafla gönderilmiş bir mesaj...”

Bu kitap Balyoz Davası’ndan Hasdal’da tutuklu bulunan İkrami Özturan tarafından; yüreği halen vatan, bayrak, millet sevgisiyle çarpan duyarlı vatandaşlara, 11 Şubat 2011 günü topluca tutuklanan, elbirliğiyle vatanında esir düşürülen askerlere, Hasdal’da, Silivri’de, Maltepe’de ve Hadımköy’de özgürlük ve onur mücadelesi veren Balyoz Davası tutuklularına, vicdan sahibi ve Allah korkusu olanlara, gölgesinden korkanlara, onurları için intihar eden merhum subaylara, biz hukuk gazilerine, bizler Hasdal’da iken, babaları tutukluyken buruk evlilikler yapan çocuklarımıza, biz tutukluyken 21. yüzyıl Türkiye’sine merhaba diyen bebeklere yazılmıştır...

Nedim Gürsel de edebiyat ve aşk ilişkisi üzerinden gitmiş ve ortaya insanı kendinden geçiren denemelerden oluşan “Aşk Kırgınları” çıkmış. Dünya edebiyatına damgasına vuran Thomas Mann, Louis Aragon, Ernest Hemingway, Alfred de Musset, George Sanda ve Marcel Proust da bu denemelerin baş kahramanları olmuşlar, Venedik’in yanı sıra. Nedim Gürsel, “Aşk Kırgınları”nda bu edebiyatçılar için kimi zaman aşkın beşiği kimi zaman da mezarı olan Venedik’i anlatıyor. Yazar, gondol üzerinde çekilen romantik fotoğrafların çok ötesine taşıyor şehri, farklı bir Venedik portresi çiziyor.

Hakikat nerede? Bilimde mi, dinde mi, sanatta mı? İnsan aklında mı, Tanrı kelamında mı? Hakikat tek midir yoksa birçok hakikat mi vardır? Gerçekten hakikat diye bir şey var mıdır yoksa bir hayal midir bu? Bir masalsa eğer, hangi ihtiyaca cevap veriyor? Filozoflar sürekli bu soruları sormuşlardır. Bu nedenle bu sorular, Platon’dan günümüze, düşünce yolculuğunun ipuçlarıdır. “Kısa Felsefe Tarihi”, hakikatin bu maceralarını yirmi bölümde, açık seçik ve eğlenceli bir biçimde anlatıyor... Epikuros, Machiavelli, Descartes, Spinoza, Voltaire, Rousseau, Kant, Marx, Nietzsche...

Erken Modern Avrupa’da T p ve Toplum

Dionysos

Minerva’n n Bayku u

Mary Lindemann, Bo aziçi Üniversitesi Yay nevi, Çev: Mehmet Do an, 360 s.

Carl Kerenyi, Pinhan Yay nc l k, Çev: Bahar Çetiner, 484 s.

Jeffrey Abramson, Dipnot Yay nlar , Çev: brahim Y ld z, 456 s.

Eski Yunan uygarlığının zengin edebiyat, mitoloji ve arkeoloji malzemelerinden yararlanan Kerenyi, mitsel öğenin birleştirici niteliğinin daima altını çizerek Dionysos dinini ortaya koyar. Çalışmanın içinde Attika ve diğer bölgelerdeki kadınların gizem kültleri, Delfi’daki mistik ayin alanı, Atina’da düzenlenen Büyük Dionysia şenlikleriyle ilgili bilgiler de yer alır. Önce Atina sonra da tüm eski Yunan halkının tragedyayı ve onun ayrılmaz parçası Dionysos’u kabul edip benimsemeleri tüm kültür tarihinin en büyük mucizesi olarak görülür.

Yapay ve mesafeli bir üslupla yazılmış giriş kitapları karşısında önemli bir alternatif oluşturan “Minerva’nın Baykuşu”, siyaset kuramını Platon’un mağarasından çıkarıp ışığa kavuşturmada kendi payına düşeni fazlasıyla yerine getiren bir çalışma olarak sivriliyor. Yazar, Batı siyasi düşünce geleneğine damgasını vuran filozofları Platon’dan John Rawls’a uzanan o büyük kanon kapsamında incelerken, güncel ve çağdaş -kimi zaman eğlenceli- örneklerin de yardımıyla siyasetin aslında toplumsal evrimi tepeden tırnağa belirleyen, insan yaşamını her alanda kuşatan ve bizi zorlu tercihlerde bulunmaya zorlayan bir olgu olduğunu vurguluyor.

Cennet Ç kmaz

Özer Eltugay, Alt n Kitaplar, 392 s. “Cennet Çıkmazı”, çalkantılarla dolu bir dönemde bile düş kurabilen erdemli ve hırs dolu insanların ülke, çağ ve dünya değişirken nasıl savrulduklarını hiçbir gündelik ayrıntıdan ödün vermeden, kahramanının sempatizanlıktan militanlığa geçişi öyküsü eşliğinde aktarırken, öte yandan da kimsenin bilmediği bir özel tarihi fısıldıyor kulaklarımıza... Romanın kahramanı Selim Kadıoğlu belki de bu yüzden günlük tutmaya başlıyor. Herkesten gizlediği bu defterin tam da ölümüne yakın bir zamanda ortaya çıkmasıyla sürüyor hikâye ve kendi kahramanlık tarihini yazmayı uman birinin yenilgilerinin dökümünden ibaret günlüğü bazen şaşkına çeviriyor insanı, bazen hüzünlendiriyor, bazen de gülümsetiyor.

Mary Lindemann tıp tarihini bir ilerleme hikâyesi olarak görmeyi yadsıyor; bu yöntemin doğasındaki yanlışlara işaret ediyor. “Tıp ve Toplum”un özelliklerinden birisi toplumsal ve kültürel tarih üzerinde kuvvetle durmasıdır. Dolayısıyla hekimler kadar hastalara da ilgi gösteriyor, tıp doktorları kadar “genel” şifa yöntemlerini uygulayan diğer pratisyenlerle de ilgileniyor; sadece üniversite tedrisatına değil tüm tıp eğitimi biçimlerine eğiliyor; din gibi başka sistemlerin önemini ve bunların tıp üzerindeki etkisini ihmal etmiyor.


Aydınlık KİTAP

20 15 UBAT 2013 CUMA

ÇOCUK - GENÇ

Merhaba çocuklar, merhaba cümleten Hikâyeleri ve masallar Nâz m Hikmet’in daha az bilinen “güldürü ustas ” yönünü ortaya ç kar yor. Zengin bir anlat dünyas n n hakim oldu u La Fontaine masallar çevirisi de bu eserlerinden biri İREM HALIÇ irem.halic@hotmail.com 17. yüzyılın en ünlü Fransız şairi La Fontaine’nin meşhur ahlak masalları, hemen hemen her dilde değişik üsluplarda anlatılagelmiş. İnsanoğlunun bencilliğini, acımasızlığını ve daha nice kötü huyunu hicvetmek ve topluma ahlak dersi vermek için manzum olarak kaleme aldığı fabllar tüm dünyaya yayılmış, Ezop’la başlayan hayvanlar diyarının masalları geleneği La Fontaine’le devam etmiştir. La Fontaine’i kendi dilinde okumadım, ama bilinen şu ki; masallarında canlılık, incelik ve nükte dolu bir anlatımı var. Bilinenler doğ-

ruysa, bugüne kadar yapılmış Türkçe çevirilerinde kullanılan dilin doğru olmadığını düşünüyordum. Çünkü buram buram nasihat kokan bu masallar bugüne kadar beni doyurmamıştı açıkçası. Verilmek istenenin pata küte verildiği kitapları çoğu okur gibi ben de sevmem. Hele ki La Fontaine masallarının, sonu “evet çocuklar, demek ki…” diye biten çevirilerine bile maruz kaldım ben. Bir gün,

Benim Bir Kar m Mizah ustası Behiç Ak'ın, meraklı Memo ve arkadaşı Tombiş'in öykülerini anlattığı “Tombiş Kitaplar” minik okurlarıyla yeniden buluşuyor! Her karışta yeni bir cevap, her karışta farklı bir dünya! Her yaştan kitapseverin zevkle okuduğu “Gülümseten Öyküler” dizisinin yaratıcısı, mizah ustası Behiç Ak yazıp resimlediği “Tombiş Kitaplar” dizisinin ilk kitabıyla bu kez minik okurlarıyla buluşuyor. Yaşadığımız zamana kendine özgü çizgileri ve öyküleriyle hayat veren sanatçı, meraklı Memo ve arkadaşı Tombiş'in bu ilk öyküsünde, bir karışın kaç farklı anlama gelebildiğini ilgi çekici bir kurguyla anlatıyor. Çocukların kendi sorularını sormaları, kendi öykülerini yaratmaları için esin kaynağı olan Behiç Ak, kitabında onları fikir ve anlam üretmeye özendirirken, gelecekteki felsefe okumalarının da yolunu açıyor.

Tunca Arslan bize “La Fontaine’i bir de Nâzım Hikmet’ten okuyun” demişti. O zaman henüz Yapı Kredi Yayınları bu kitabı basmamıştı. Nâzım Hikmet’i Nazım Hikmet yapan kuşkusuz şiirleridir, fakat biliyoruz ki O, müzikten tiyatroya, sanatın her dalı üzerine kafa yormuş, üretmiştir. Aynı şekilde çeviri alanında da 1930-1940 yılları arasında edebiyata yeni bir soluk getirmiştir. Hikâyeleri ve masalları Nâzım Hikmet’in daha az bilinen “güldürü ustası” yönünü ortaya çıkarıyor. Zengin bir anlatı dünyasının hakim olduğu La Fontaine masalları çevirisi de bu eserlerinden biri. 1949’da cezaevindeyken Ahmet Oğuz Saruhan takma adıyla yapmış Nâzım Hikmet bu çevirileri. Kendi ifadesiyle “okunduğunda hece vezniyle yazıldığı intibaı uyandıracak, hece veznine stilize edilmiş serbest vezinle” tercüme etmiş. Ahmet Halit Kitabevi’nin bastığı bu çeviri yapıt dışında 29 yıl Nâzım Hikmet’in hiçbir kitabı Türkiye’de basılmamış. Yine kendi deyimiyle; “Yapıtlarım otuz kırk dilde basılır, Türkiye’mde Türkçemle yasak…” Her ne kadar edebiyata stilizasyonu, yani çeviride asla sadık kalıp, üslup yansıtma yöntemini kazandırsa da, aslından güzel yazdığına inandığım, şiir gibi akıp giden bu çeviri eseri, dünya şairi Nazım Hikmet’in evrensel çocuk kitaplığına kazandırdığı eskimeyecek kitaplardan biri. İyi okumalar diliyoruz.

Merhaba, çocuklar. Bir geniş bir büyük «Merhaba» demek, sonra bitirmeden sözümü yüzünüze bakıp gülerek - kurnaz ve bahtiyar kırpmak gözümü... Biz ne mükemmel dostlarız ki kelimesiz ve yazısız anlaşırız... Merhaba, çocuklar, merhaba cümleten... - Nâzım Hikmet (La Fontaine’den Masallar, Nâzım Hikmet, Yapı Kredi Yayınları, 192 s.)

Olga

Behiç Ak, Gün Kitapl , 68 s.

Sıradan günlere renk katmak Olga’nın işi! Olga’nın maceraları iki eğlenceli öyküyle başlıyor! Olga iki çocuklu bir ailenin küçük kızı. Esther adında bir ablası var. Bir pazar sabahı ailece evdeler. Bildiğiniz tatil günü işte. Az didişme, biraz can sıkıntısı, biraz oyun, biraz okul hazırlığıyla geçecek... zannettiyseniz yanıldınız! Olga hiç durur mu, aklına gelenleri bir bir uyguluyor, bu sıradan günü kendince renklendirmeye çalışıyor! İkinci öyküde Olga’yla ailesi kar tatiline gidiyor. Kayak yapacaklar. Ama tatil daha başından sarpa sarıyor. Eziyetli bir yolculuğun ardından vardıkları kayak merkezinde Olga’yı hiç ummadığı maceralar bekliyor. Ee, Olga’ya göre hayat dediğin maceralı, eğlenceli olmalı zaten!

Genevieve Brisac, Hayykitap, Çev: Ece Nahum, 96 s.


ARAKABLO

Aydınlık KİTAP

15 UBAT 2013 CUMA

21

Devlet ve kavmin oluşmasında Türkçenin önceliği Tarihte Türkler, kendilerini rkla de il, dille ve kültürle tan mlam lard r. Bu kültür, ba ka kavimleri özümleme yetene i yan nda özümlenme seçene ini de içerir SEYİT NEZİR seyyitnezir@yahoo.com Barış Pîrhasan, “Tarih Kötüdür” şiirinde, “Çocukken yazdıklarım beni yüreklendiriyor” diyordu. Toplumların çocukluğuna dönüp bakmadıkça bugünü ve geleceği üstüne içten ve gözü kara girişimlerde bulunma cesaretini göstermekte zorlanırız. Bizi geleceğin deltasında bugünün korku ve özlemleriyle bırakıverdiğinde, tarihin cesedine dönüp bakmaksızın ne korkuyu ne de özlemi tanımlayabiliriz. Kimi şarlatan önderler, cesetten ürettikleri korkuyu sürekli tazeleyip pompalayarak kitleleri yitik geleceğin çatal ağzında boş özlemlerle aldatmayı becerebiliyorsa, bu aldatmacada onlara asıl gücü sağlayan olgu, halkın tarih bilincinin olmayışının yanı sıra gerçek önderlerinin de “geçmişe mazi derler” yaklaşımıyla tarihe dudak bükmesidir.

neleri ve Gerçek”, “Orta Asya Uygarlığı” kitaplarında ismiyle müsemmâ cisimleşirken, kitaplarının hemen tümünde, cümlelerin anlam ve ses dokusuna sinmiş olarak karşımıza çıkıyor. “Og’dan Oğur’a: Devletin Oluşması Sürecinin Türkçedeki İzleri” adlı son kitabında (Kaynak Y., Kasım 2012) ise bu kapsama alanı yeni bir tarihsel dalga boyutu kazanıyor.

TÜRKÇEN N TÜRK’E ÖNCEL Doğu Perinçek, bu yapıtında, Türklerin bir kavim oluş ve devlet kuruş sürecini Türkçe üzerinde araştırarak bu-

bana, İsmet Özel’in, “Türklere Tanrı’nın yeryüzünde çok özel bir görev yüklediği” savını çağrıştırdı. Nitekim Perinçek de, Özel’den farklı yaklaşım açısıyla bile olsa, aynı düzlemde konuşuyor: “Dünyada Asya ile Ön Asya ve Avrupa uygarlıkları arasında köprü işlevi gören başlıca halk, hatta tek halk, denebilir ki Türklerdir.” (s. 143) Yazar, Türkçenin Tanrı ve Türk sözcüklerinden önce gelişini kanıtladıktan sonra (s. 135), şu sonuca geliyor: “Türk, Türkçe konuşandır. Bu tanımı Türklerin kendisi de yapmıştır. Tarihte Türkler, kendilerini ırkla değil, dille ve kültürle tanımlamışlardır. Etnik ölçütü öne çıkardığınız zaman Azerî, Türkmen, Kıpçak, Kırgız, Kazak, Uygur, Özbek vb. vardır. Dili öne çıkardığınız zaman, Türk kavmi vardır. ... Bu kültür, başka kavimleri özümleme yeteneği yanında özümlenme seçeneğini de içerir.” (s. 143 - 144)

GÜNCEL N TAR HSEL BA LAMI

TÜRKÇEN N YAPISAL BEL RLEY C L

Doğu Perinçek; ülkemizde emek güçlerinin mücadelesini üstlenen önderler içinde en uzun soluklusu olarak halâ savaşı sürdürüyor olmakla kalmayıp 12 Eylül zindanlarından çıktıktan sonra da otuz yıldır çalışkanlığı ve üretkenliğiyle olduğu kadar, zamanın bükülmeleri karşısında omurgasını koruyarak esnek davranmayı, mücadeleyi içerik ve biçim yönünden sürekli yenilemeyi, gençleştirmeyi başarmasıyla, kişiliğinin entelektüel boyutunu sürekli derinleştirmesiyle öne çıktı. Bunda, ta başından beri, yeteneğinin bireysel ve örgütsel işleyişini tarihsel bağlamlarından koparmaksızın toplumsal mücadelenin bileşeni olarak algılama ve dönüştürme bilincinin, birikime yaslanma tutumunun payı başta geliyor. Doğu Perinçek’in her güncel girişim ve yöneliminde tarihsel bağlam yalnızca yakın zamanla ve sıcak mücadele ortamıyla sınırlı kalmıyor, kurgusunun kapsama alanı çok eskilere, Osmanlıya, Selçukluya ve daha öncelere, Oğuzlara, Hunlara kadar gidiyor. Bu durum “Osmanlı Toplum Düzeni”, “Bozkurt Efsa-

Doğu Perinçek, “Türk” sözcüğünün “to” kökünden türeyişini açıklarken, anlam bağının “töre” kavramıyla mı, “türe” fiiliyle mi akrabalık kurduğu tartışmasını da sonuçlandırıyor: “Töre” ve “türe” sözcüklerinin yaşamdaki “kurumlaşma ve üreme” diyalektiğinin sıkı bağlantısını yansıttığını, ses ve anlamca aynı kökten geldiğini kanıtlıyor (s. 90). Yıllarca önce Teori’de Nâzım’la ilgili bir yazımda Türkçenin toplum kurucu ve biçimleyici yapısal özelliği üstünde durmuş, daha sonra Eski’de “Türkçenin Uçları” başlıklı yazımda konuya tekrar dönerek (Temmuz 2005), olguyu sözcük ve cümle düzeyinde örneklemiştim: Kül Tigin Yazıtı’nda, “kişi oglı qop ölgeli törümüş” (Kişi oğlu hep ölümlü türemiş / yaratılmış) cümlesindeki “törü” eyleminden “törük>türük>Türk” adı türetilirken, sözcük töreye uygunluk anlamını da yüklenmiştir. Çünkü “törü”, hem eylem hem ad olarak kullanılan kökteş sözcüktür, ayrıca zaten “öd tengri yasar” (Zaman tanrı yasar / sınırlar; yas/mak eylemi Yunus Emre’de de vardır). Türk’ün yürüyen / türeyen kişiliği,

güne dair çarpıcı tanımlara ulaşıyor. Çabasının niteliğini, kitabın Giriş’indeki ilk cümlelerde veriyor: “Bu çalışmada bostana girildiği düşünülebilir. Bir bakıma doğru; tarihçilerin ve dilbilimcilerin alanına girilmiştir. Ancak çalışmanın asıl alanı devlet teorisidir.” (s. 9) Gerek bu tanım, gerekse işin kendisi, Türk’e özgü tutumun tipik yansıması... Yazar, devletin oluşum sürecinin Türkçenin yapısal evrimiyle koşutluğu üstüne çarpıcı saptama ve açıklamalar getiriyor. Tanrı ve Türk sözcüklerinin “to” kökünden türeyişine ilişkin kanıtlar,

zamanın / ömrün yasa ve töreleriyle bağlıdır... Perinçek’in kitabı sonrasında, yazıdaki bu tür belirlemelerin haklılığını gördüm.

‘ LK KEZ’ M ? Doğu Perinçek’in yapıtı, “devletin oluşması sürecinin Türkçedeki izleri”ni vermekle kalmıyor, daha önemlisi, bu süreçte dilin belirleyici oluşunun kanıtlarını sunuyor. Yine de, “Türklerde devletin oluşum süreci, bütün bu alanlarda yapılan çalışmaların verilerine dayanılarak, özellikle de dilbilimin verileri öne

çıkarılarak ilk kez incelenmektedir” (s. 10) yargısının bir açıklamaya gereksinimi olduğunu düşünüyorum. Ümit Hassan’ın “Eski Türk Toplumu Üzerine İncelemeler” (Alan Y., 2000; I. bs: Kaynak Y., 1985) kitabında kimi bölümler yer yer bu meseleyi irdelemektedir. Sencer Divitçioğlu’nun “Kök Türkler” (Ada Y., 1987) kitabı, en çok da “Devlet ve Stepokrasi” başlıklı bölümüyle (s. 266 280) bu konuyu tartışıyor. Çalışmasını cezaevinde hazırladığı için bu kadı kızı kusur yüzünden yazarı eleştirme hakkını kendimde görmüyorum; ama böylesine çaplı bir çalışmada, asistan ve editörlerinin daha titiz olmaları gerektiğini anımsatmayı da yazara ve okurlarına karşı bir görev kabul ediyorum. Yazarın vardığı benzersiz sonuçlarla yönlendirici bir yapıt oluşturduğunu ikircimsiz belirliyoruz. (Og’dan Oğur’a, Doğu Perinçek, Kaynak Yayınları, 184 s.)


Aydınlık KİTAP

22 15 UBAT 2013 CUMA ALINTI-TEST

Okuyaca n z bölümler hangi yazar n hangi kitab ndan al nt lanm t r? Seni düşünüyorum ve yağmur yağıyor. Odamın camından dışarı bakıyorum, soğuk hava ve rüzgar, ağaçları zorluyor. Tam karşımdaki göl de donmuş sanki... O gölün üzerinde yürümek isterdim seninle. Bunu sana söylemiştim bir gün. İşte, düşsel çizgiler bırakarak ardımızda, iç içe daireler ve helezonun ortasında incecik bir ışık: Senin gözlerin.

a) Kadir Aydemir - Aşksız Gölgeler b) Neil Jordan - Gölge c) Uwe Timm - Yarı Gölge d) P. F. Thomese - Gölge Çocuk e) John Sandford - Gölge Avı

2

3

Bebekliklerinden itibaren güzelliğin bir kadının hayaleti olduğu öğretilen zihin, kendisini bedenine göre şekillendirip bedenin yaldızlı kafesi çevresine sarınarak yalnızca hapishanesini süslemeyi düşünür.

a) Muhibbe Darga - Anadolu'da Kadın b) Margaret Walters - Feminizm c) Peter Handke - Solak Kadın d) Jeanne Achterberg - Kadın Şifacılar e) Richard Brautigan - Talihsiz Kadın

Yıllar sonra bunları yeniden düşündükçe, bazen kimilerinin kullanmış oldukları sözcükleri ve bizzat o kişileri yeniden yakalayabilmek mümkün olsa keşke diyesi geliyor insanın, bize tam olarak ne demek istemiş olduklarını sormak için... Ama giden gitmiştir... Kimse onlar hakkında bir şey bilmiyor artık. Bu durumda gecenin içindeki yolculunuzu tek başınıza sürdürmekten başka çare kalmıyor.

a) Louis Ferdinand Celine - Gecenin Sonuna Yolculuk b) Michelangelo Antonioni - Gece c) Kurt Vonnegut - Gece Ana d) E. T. A Hoffmann - Gece Tabloları e) Stephen King - Zifiri Karanlık Yıldızsız Gece

Bu haftan n do ru yan tlar :

1-(a) 2-(b) 3-(a)

1

BULMACA Küçük ma€ara - ‹nci Aral'›n "Orhan Kemal Roman Ödülü"ne lay›k görülmüfl kitab› - Afrika'da bir nehir 6. Burçlar kufla€› - Dervifl selam› - Bir Afrika a€ac› 7. S›k gözlü bir bal›k a€› türü - Alt›n'›n simgesi - Bir fleye karfl›l›k olarak al›nan veya verilen fley 8. Bir kan grubu - Üzme, s›k›nt› verme - Efli benzeri olmayan, mükemmel bir fleyi icat eden 9. ‹nfla - Tavlada "üç" say›s› Toparlak kemik ucu

10. Hitit - Tak›m (k›sa) Koflucu devekuflu 11. Çimen - K›zg›n, yak›c› Y›rt›c› bir kufl türü 12. Bir binek hayvan› - ‹ran devletinin resmi dili, Farsça - Vilayet - Birbirinin ayn› olan, birbirini tamamlayan iki fleyden her biri 13. Lefl - Çocu€u olan kad›n Türk Mal› (k›sa) - Gelecek 14. Geri; pefl - Dikiflte kullan›lan pamuk ipli€i - Eflek sesi 15. Aday - Resimdeki yazar›n bir eseri

Yukar›dan afla€›ya 1. Resimdeki yazar›n bir eseri 2. Ak›l - Rutenyum'un simgesi - Kimononun üstüne tak›lan, biçimi ve boyutu cinsiyete, yafla, mevkiye ve bölgeye göre de€iflen, bir dü€ümle birlefltirilen genifl ipek kuflak - Verme, ödeme 3. H›rvatistan'da bir liman kenti - Zirkonyum'un simgesi Rutubet - Suriye'nin baflkenti 4. Cet - Jüpiter'in bir uydusu - Tanzanya'n›n plakas› - "... ç›karmak" (satrançta acemi oyuncuya karfl› vezirsiz oynamak) 5. Hamarat, elinden ifl gelen Bir haber ajans› - Bir cetvel türü 6. Bir yüzölçümü birimi Çin'in para birimi - "... Güler" (foto€rafç›) 7. fiöhret - Japonya'da buda rahibesi - Dünya zevklerini hoflgören, dünyaya önem vermeyen, kalender

GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ

Soldan sa€a 1. Resimdeki yazar - Bölüm 2. Dul kalan kad›n›n sadakatini göstermek üzere kendini kurban etmesi fleklinde bir Hindu gelene€i - Bir soru sözü - ‹ncelikten yoksun, terbiyesi, görgüsü k›t, nezaketsiz 3. Bir sinir hastal›€› türü, epilepsi - Bir tür tatl› çörek - Bir tür cila 4. S›n›r niflan› - Otlar - Bir Ortado€u tanr›s› - Tavlada "iki" say›s› 5. Kurçatovyum'un simgesi -

8. Arnavutluk'un para birimi ‹lkel bir silah - Sebep 9. Bulut - ‹lgi eki - Radyum'un simgesi 10. Eski bir a€›rl›k ölçüsü birimi - Uyku - Tantal'›n simgesi M›s›r'›n ünlü kentlerinden biri 11. Bir hayret ünlemi - Mezopotamya panteonunda tüm tanr›lar›n babas› ve kral› olan gök tanr›s› - 2 kifli aras›nda k›l›çla yap›lan bir spor türü 12. "Hay hay", "olur" anlam›nda bir sözcük - Fikir, düflünce - Türk liras› (k›sa) - Favori 13. Saz›n en kal›n teli ya da kirifli - Bir resmi suland›r›lm›fl renklerle boyama ya da gölgeleme biçimi - Sümerler'de su tanr›s› - Ailesinin geçimini sa€layan 14. ‹sim - Kiloamper (k›sa) Yumurta, peynir, domates, vb. ile haz›rlanan yemek 15. Resimdeki yazar›n bir eseri - Belgi, niflan




Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.