Dünya çapında milyonlarca hayranı bulunan efsanevi Heavy Metal topluluğu Savatage’in efsanevi adamı Jon Oliva, şu anki grubu Jon Oliva’s Pain ile Ankara’da verdiği muhteşem konser öncesi Always Rock Bar’da hayranlarıyla birlikteydi. Ülkemizde ilk kez konser veren Jon Oliva’nın bu ilk konserindeki imza günü için seçtiği mekan Always Rock Bar oldu.
- ENGL FIREBALL head - MARSHALL 1960 A LEAD kabinet - HUGHES & KETTNER ATTAX CLUB REVERB amfi - MARSHALL JMP-1 Tube Midi Guitar Preamp - MARSHALL MG100 HDFX head (2 Adet) - MARSHALL MG412A kabinet (2 Adet) - PEAVEY TNT 115 Bas amfisi - WHARFEDALE PRO EVP-X SERIES 600 WATT mikrofon kabinleri - JACKSON DK2 Elektro gitar - YAMAHA AES420 Elektro gitar - IBANEZ AK 95 HOLLOW BODY gitar - CORT GB-JB Bas gitar - DOD Metal X Fx70 Distortion Pedal - IBANEZ TK999 TUBE KING Distortion Pedal - BOSS FDR-1 FENDER ‘65 Deluxe ReverbAmp - JIM DUNLOP ZAKK WYLDE ZW 45 Wah Pedal - BBE SONIC STOMP Sonic Maximizer - MXR ZW44 ZAKK WYLDE Overdrive - ZVEX BOX OF ROCK Vexter Series
Graphic Equalizer - ALESIS 3630 Compressor - ALESIS Midiverb 4 Digital Processor - POWEPLAY PRO-XL 4 Channel Headphones (2 adet) - M-AUDIO BX8a dinleme kabinleri - PEARL EXPORT SELECT SERIES Bateri - 14 inç Pearl Export snare - 14 inç Pearl Masters Retro Spec Mapple Shell snare - 10 inç alto - 12 inç alto - 13 inç alto - 14 inç floor tom - 16 inç floor tom - 20 inç kick - 22 inç kick - Pearl DR-501 rack system - TAMA IRON COBRA HP900 PTW Iron Cobra Power Glide Twin Pedal - TAMA IRON COBRA HP200 TWB Twin Pedal - MAXTONE kick pedal Zil Seçenekleri:
- RODE NT2-A Condenser Mikrofon - SHURE SM57 vokal ve enstrüman mikrofonu (3 adet) - AKG D112 (Large-diaphragm dynamic microphone for bass instruments) - STUDIO PROJECTS C4 (Small-Diphragm Matched Pair Microphones) (2 adet) - SAMSON AUDIO Drum Microphone Kit (8 parça) - SENNHEISER e825s - SHURE PG58 (2 adet) - BEYER DYNAMIC (2 adet) - BLUETUBE mikrofon ve enstrüman preamp - MOTU 2408 ses sartı - BEHRINGER Eurodesk MX 8000 24+24 kanal mikser - BEHRINGER Ultra-Graph Pro 31 Band
- MASTERWORK Custom 16-17-18 inç Crash - MASTERWORK Resonant 16-17-18 inç Crash - ZILDJIAN Scimitar 14 inç Hi-Hat - İSTANBUL Samatya 14 inç Hi-Hat - SABIAN B8 Pro 15 inç rock Hi-Hat - SABIAN HHX 20 inç Dry Ride - SABIAN 20 inç medium Ride - MASTERWORK Resonant 16 inç China - İSTANBUL Custom 18 inç China - İSTANBUL Xperiment X-Metal 18 inç China - İSTANBUL Radiant 10 inç Rock mini China - İSTANBUL Radiant 10 inç Splash ve Klima...
Prova ücreti: Haftaiçi 15 TL. Haftasonu 18 TL. Pazartesi - Salı - Çarşamba - Perşembe günleri haftada 2 saat fix prova 25 TL. Kanal kayıt: 40 TL/saat Çok mikrofonlu hücum/kanal kayıt: 20 TL + prova saati ücreti.
Adres: Konur2 sokak 38/1 Kızılay Tel: (0312) 41 999 40 Gsm: 0505 682 69 30 (Ali Öztürk)
House Of 1000 VoIces Selamlar, Siyah Beyaz önümüzdeki ay 1 yaşına basıyor. Bir yandan “zaman çok hızlı geçmiş” diye düşünürken, öte yandan “bir yılda sadece 12 sayı çok az” diye düşünmüyor değilim. Neyse, zaman ne gösterir bilinmez, belki yayın periyodumuzu kısaltırız :) Bu ayki kapak konumuz Red Hot Chili Peppers. Bu dev grubu kapak yapmayı bir kaç aydır planlıyorduk. Can Çakır’ın kaleminden şık bir RHCP yazısı içerde sizleri bekliyor. Geçen ay yazdığı destansı Amorphis makalesiyle dergimizin ağır abisi formatına iyiden iyiye giren Baha, bu ay da muhtemelen ülkemizde bugüne kadar yayınlanacak olan en kapsamlı Progressive Rock dosyasının ilk bölümüyle bizlerle. Üç bölümlük bir yazı dizisi olarak planladığımız Progressive Rock dosyası, müzik tarihinin en enteresan ve lezzetli cephelerinden birini derinlemesine ortaya koyuyor. Baha’nın bu kitap gibi yazı dizisiyle önemli bir başvuru kaynağı ortaya koyduğuna inanıyorum.
Takip edenlerin de dikkat edeceği üzere özellikle son bir yıldır ülkemizde ciddi bir festival enflasyonu yaşanıyor. İnternet üzerinde, gerçekleştirileceği duyurulan, grup isimleri açıklanan ancak gerçekleştirilemeyen veya yarım kalan bir çok organizasyon oldu. Bunlardan biri de geçen sayıda basın sponsorluğunu üstlenerek duyurusunu ve tanıtımını yaptığımız Motorock Festivali’ydi. Duyduğumuz kadarıyla organizasyondan kaynaklanan problemler nedeniyle festivalin ikinci günü yapılamamış. Bundan böyle sponsoru olacağımız festivallerde seçici olacağız. Festival demişken, bu yazın en büyük metal organizyonu olan, yine basın sponsorluğunu üstlendiğimiz Unirock Festivali geçen ay başarılı bir organizasyonla gerçekleştirildi. Bu ay Emre’nin köşesinde Pınar’ın fotoğrafları eşliğinde festival notlarını okuyabilirsiniz. Gelecek ay görüşmek üzere. John Voxville
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
MERVE VARIŞLI :: YAZARLAR ::
JOHN VOXVILLE, EMRE DEDEKARGINOĞLU, BAHA ÖZER, AYŞE NUR BEGÜM ÜRÜGEN, CAN ÇAKIR, DOĞU KAAN ERASLAN, DURSUN ÇİFTKROSOĞLU GÜVENÇ ŞAHİN, KEMAL ARSLAN, MELİS BALCILAR, MELİS SARILAR :: İLETİŞİM ::
E-Mail: info@siyahbeyazonline.com | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
CAN ÇAKIR
Lisede enstrüman çalmış ve bir grup kurmuş olan herkesin hayalidir: “Abi bu grubu büyütsek, dağılmasak, barlarda marlarda çıkarız, sonra beste yapar, bişeyler kaydeder, büyürüz be.” Bizim de öyle bir iki grubumuz oldu, birini tam oturtmaya başlamışken gitaristle vokalistin alavere dalavereleri herşeyi yalan etti, öbüründeyse grup elemanları önce iki tane hatun yüzünden birbirine girdi, sonra da üniversitede Kanada’dan Ankara’ya kadar her yere dağıldı. İkincisiyle ‘Ice Tea’ diye eğlenceli, ZZ Top tadında bir bestemiz vardı, maalesef o da tarihin tozlu sayfalarına gömülmek durumunda kaldı. Hakikaten yazık oldu ya, bakın şimdi üzüldüm hatırlayınca. Neyse canımız sağolsun, ne diyorduk? Lisedeki gruplar, evet. En başta bahsettiğim hayali gerçekleştirmiş olan en önemli insanlar 1983’te kendilerine Tony Flow and the Majestic Masters of Mayhem diye tırt bir isim seçen dört Fairfax Lisesi mezunu: Anthony Kiedis, Hillel Slovak, Jack Irons ve bizlerin bugünlerde Flea olarak bildiği Michael Balzary.
Bu dörtlünün nasıl bir kimya yarattığı henüz ilk performanslarında belli olmuştu bile. Yaklaşık otuz kişilik bir topluluğa verdikleri ilk konserlerinde sadece bir tane “beste”leri vardı: Kiedis’in yazdığı ‘Out In L.A.’ şiirini rap biçiminde söylerken fonda öbür grup elemanlarının jam yapmasından oluşuyordu. Öylesine çıktıkları bu konserde mekan sahibini öylesine etkilediler ki, bir sonraki hafta tekrar çalmaları istendi. Dört arkadaş bu haber üzerine haliyle gaza geldiler (biz geçen hafta Pulp’ta öylesine bir şeyler çaldık, bize böyle deseler kim bilir ne hale gelirdik) ve grubun adını Louis Armstrong’un eski caz grubu Chili Peppers’ın etkisi altında Red Hot Chili Peppers olarak değiştirdiler. Birkaç ay boyunca Los Angeles’ın belli barlarında çaldıktan sonra EMI’ın dikkatini çekmeyi başardılar (YUH!). Grubun gitaristi Slovak ve davulcusu Irons’ın o anki esas grupları olan What Is This?’in bir süre önce başka bir plak şirketiyle anlaşmış olması, RHCP’nin o mevkilere yeni insanlar aramasına yol açtı. Sonuç olarak 1984’te çıkan ve kendi ismini taşıyan
ilk albümün kadrosu şöyleydi: Anthony Kiedis (vokal), Flea (bas), Jack Sherman (gitar), Cliff Martinez (davul).
ya. “The Uplift Mofo Party Plan” RHCP’nin gerek ticari, gerek müzikalite olarak kafasını yavaş yavaş mainstream’e çıkarmasını sağladı.
Pek başarılı olmayan bir debut albüm ve turneden sonra Sherman ve Kiedis arasında gittikçe artan kavganın galibi Kiedis oldu (çok şükür) ve Sherman’a kapı ve sapı gösterildi. Yerine eski dostları Hillel Slovak dahil edildi. Bu kadroyla 1985’te “Freaky Styley” piyasaya sürüldü. Bir önceki albümün başarısından çok da ileriye gidemese de, sonraki yaklaşık 25 yıl boyunca Red Hot Chili Peppers’ı diğer herhangi bir gruptan başlı başına ayıracak çizgiler olan punk ve funk etkileri ilk olarak bu albümde kendini gösterdi. Yine başarıdan uzak bir turneden sonra eleman değişikliğine giden RHCP’de bu sefer adres Martinez idi. Bagetleri Jack Irons’ın eline geri veren grup, gerek orijinal kadronun tekrar bir araya gelmesinin verdiği heyecan, gerekse tüm elemanların artan tecrübeleri sonucunda o zamana kadar yaptıkları en başarılı işi çıkardılar orta-
Maalesef Kiedis ve Slovak grubun geri kalanından daha hızlı bir şekilde mainstream hayatına uyum sağlamışlardı. Sex, drugs, rock & roll üçlüsünün en tehlikeli ayağına çok fena halde giriş yapan bu iki arkadaşın hayatlarından uyuşturucunun çıkabilmesi için bin nasihat yerine bir musibet gerekiyordu. En çok korkulan oldu ve 25 Haziran 1988 tarihinde gitarist Hillel Slovak aşırı dozdan hayatını kaybetti. Grupta yaşanan şok sonucunda, Kiedis kendini şehirdışına attı, Irons da Kiedis’in aynı yoldan gideceğini düşünerek “arkadaşlarımın öldüğü bir grupta olmak istemiyorum” dedi ve grubu terketti. Yakın arkadaşlarının ölümüne rağmen yollarına devam etmeye kararlı olan gruba hakim olan kaos, RHCP’nin hayranlarından olan genç gitarist John Frusciante’nin verimli bir jam session sonrasında gruba dahil edilmesiyle biraz dirildi. Yine de davul-
cusuz bir grup olmazdı ve özellikle Kiedis yeni gelecek elemanın kimyasının diğerleriyle tutmasını çok önemsiyordu. Dolayısıyla bir arkadaşlarından gelen Chad Smith tavsiyesine önce burun kıvırsa da, sonra el mecbur denemeye karar verdi. Smith, o zamana kadar gerek denenmiş, gerekse beraber çalınmış hiçbir davulcunun yapamadığını yaptı ve şu an dünyada yaşayan en iyi basçılardan biri olarak bilinen (o zamanlar da pek farkı olmayan) Flea’nin tuhaf ritmlerine öncülük etmeyi başardı. Adamın önünde saygıyla eğilen (herif Guinness Rekorlar Kitabı’nda var lan, ya ne yapacaktınız, dürzüler sizi) RHCP ideal kadrosunu bulmuştu bile. İdeal grup kadrosu bulunmuş olsa bile prodüksiyon ekibi biraz problemliydi. Frusciante elemanlardan sıcak bir hoşgeldin almıştı, ancak prodüktörlüğü üstlenen Michael Beinhorn’un “gitar tonu metal olacak” inadı Frusciante’nin gruptaki ilk günlerini rahatsız geçirmesine yol açtı. Bu ve benzeri problemlere ve grubun birbirine ısınma süresinin kısıtlı olmasına rağmen “Mother’s Milk” gibi gayet yerli yerinde bir ürünü 1989’da günışığına çıkarabildiler. İçinde Frusciante’yle yaptıkları jam’in kaydı ‘Pretty Little Ditty’ gibi müzikalitesi yüksek, ve Slovak’ın anısına yazdıkları ‘Knock Me
Down’ gibi ticari başarısı yüksek şarkılar bulunduran “Mother’s Milk”, gruba ilk altın plaklarını kazandırarak RHCP’nin durdurulamayacak yükselişinde bir tramplen rolü görmüştü. Ve 1990. Grubun daha önce “The Uplift Mofo Party Plan”’de çalışmak isteyip de havalarını aldıkları efsane prodüktör Rick Rubin’le yeni plak şirketi anlaşması sayesinde masaya oturmayı başarabildiği tarih. Rubin’in gruba aşıladığı motivasyon ve kimseye neredeyse hiçbirşey dayatmaması sonucunda elemanların hissettiği özgürlük onlara dev bir yaratıcılık potansiyeli olarak geri döndü. Özellikle Kiedis, şarkı sözü konusunda o zamanki üretkenliğini başka hiçbir zaman yakalayamadığını belirtir. Rubin’in gruba dayattığı tek şey kayıt stüdyosu oldu. Daha egzantrik bir yer ararken yakınlarda bir yerde perili bir Akdeniz şatosuna rastlayan Rubin, stüdyoyu oraya kurdurup elemanları oraya taşıdı. Bir ay süresince Flea, Kiedis ve Frusciante orada yaşadılar, ancak Smith korktuğu için sadece kayıtlara gelip gitti (ödülünden utan terbiyesiz). Albümün adını da şarkıların içinden seçerek koyan Rubin’le grubun ilk çalışması olan “Blood Sugar Sex Magik” 1991’de yayınlandı ve müzik piyasasında bir tomahawk etkisi yarattı. ‘Give It Away’ ile Grammy kazandılar, ‘Under The Bridge’ ile kalp-
lerimizi ve Billboard’da 2.lik kazandılar, 12 milyon civarı da bir satış yakaladılar. Ancak hayatını seks yaparak geçiren bir liderin grubu da cenabetlikten kurtulamaz elbette, uyuşturucu müptelası olma sırası genç yetenek Frusciante’deydi. 1992’deki Japonya turnesinin tam ortasında grubu bırakıp giden (hail to Blackmore!) gitaristin yerine turne grubun arkadaşı Arik Marshall ile tamamlandı. “Kimyamız uyuşmadı” bahanesiyle yol verilen Marshall’ın yerine kalıcı olarak Jane’s Addiction’dan tanıdığımız karizma abi Dave Navarro transfer edildi. Dinleyicilerin ilk olarak Woodstock 94’te grupla beraber görme şansını yakaladığı Navarro’nun kimyasının da grupla aslında söylenildiği kadar uyuşmadığı daha sonra ortaya çıkacaktı. 1995’te ortaya çıkan “One Hot Minute” bu yüzden ticari başarıyı yakalamasına rağmen fanların büyük bir çoğunluğu tarafından pek sevilememiştir. İçinde hakikaten çok iyi şarkılar bulundurmasına rağmen bütünlüğünü sağlayamayan albüm RHCP’nin evvelki iki albümüyle hayranlarına aşıladığı enerjik funk punk rap metal gibi, pek de adlandıramadığımız tarzın dışında kalmıştı. Uyuşturucusuz bir dönem geçiremeyen grubun bu sefer vurgun yiyenleri Kiedis ve Navarro idi. Navarro’nun uyuşturucu almış bir şekil-
de provaya geldiği bir gün dengesini sağlayamayıp amfisinin üzerine düşmesi, nedense grupta bardağı taşıran son damla olmuştur ve Navarro da Jane’s Addiction reunion’ına kadar orada burada çalarak sürdüreceği kariyerine RHCP’siz devam etmiştir. Grup gitarist problemleriyle boğuşurken, eski gitaristleri John Frusciante de kendi bitmek bilmeyen problemleriyle uğraşıyordu. Eroin bağımlılığı had safhaya çıkan, iki tane başarısız solo albümden sonra bütün parasını kaybeden, evinde çıkan yangında neredeyse ölen Frusciante’nin aklı 1998’de başına geldi ve kendisini rehabilitasyona yatıracak sağduyuyu bulmayı başardı. Bir aylık bir sürecin sonunda iyileşen Frusciante küçük bir daire kiralayıp kendi halinde yaşamaya devam ediyordu ki, bir gün Flea onun kapısını çaldı. Eski arkadaşına geçmiş olsun dileklerini ileten Flea aynı zamanda gruba geri dönmeyi düşünüp düşünmeyeceğini sordu. Frusciante ise fuzuli romantik filmlerden aşina olduğumuz bir tavırla “evet, evet, yüz bin kere evet!” diye bir cevap verdi (tabii ki aslında vermedi). Grup çok seri bir şekilde bir araya geldi ve provalara başladı. Frusciante davet edilen olmasına rağmen grubun geri kalanı kadar heyecanlı değildi, olamıyordu, çünkü grubu terk ettikten sonraki 6 yılı tam bir
felaket olarak geçmişti. Neyse ki, dibe vurduktan sonra yavaş yavaş yükselen her insanın yaptığı gibi, o da bir süre sonra durumu olduğu gibi ele aldı ve ne kadar yetenekli olduğunu gösterdi. Bu yeteneğin en somut kanıtını da 1999 yılında çıkan, grubun en başarılı albümü olan “Californication”’da görebildik. Bu albüm aynı zamanda Iron Maiden, Limp Bizkit ve Linkin Park ile beraber benim distorşınlı müziğe başladığım albümlerdendir, kişisel not düşeyim. Dünya çapında 15 milyon civarı satan albüm, modern rock müziğin kilometre taşlarından biridir. Daha öncekiler kadar şiddetli olmasa da, bu albümün turnesinde de bir talihsizlik meydana geldi elbette: Woodstock 99’un kapanış grubu olarak sahne alan RHCP’nin setinde, Jimi Hendrix’in kızkardeşinin ricası üzerine coverladıkları ‘Fire’ sırasında, konser alanında bir yangın çıktı ve festivale müdahale edildi.
Turneden sonra vakit kaybetmeden yeni albüm için çalışmalara başlayan grup, üretimde sıkıntı çekmedi ve 2002 yılında “By The Way”’i çıkardı. “Californication”’dan sonra muhtemelen ne gelse beğenilmeyecekti, ancak “By The Way” alınabilecek en iyi eleştirileri aldı, her ne kadar albümün temposundan dolayı “Blood Sugar Sex Magik-One Hot Minute” zıtlığına benzetilen eleştiriler almış olsa da. Peşine çok uzun bir dünya turnesine çıkan grup, 2003’te çıkan best of albümleri için ‘Fortune Faded’ ve ‘Save The Population’ isimli iki yeni şarkı kaydetti. 2004 yılında Londra Hyde Park’ta üst üste 3 gece konser verip hepsini de sold out yapmayı başaran grup, bu performansı kaydederek “Live in Hyde Park” isimli ilk canlı konser albümlerini de çıkardı. Albümde önceden piyasaya sürülmeyen ‘Rolling Sly Stone’ ve ‘Leverage of Space’ isimli iki stüdyo kaydı şarkı da bulunuyordu.
“By The Way” ile nispeten bir adım geri atmış olan Red Hot, 2006 yılında muhteşem bir double albüm ile geri döndü. “Californication” ile ayyuka çıkan Red Hot hastalığı, mp3’ün plak şirketlerini ve albüm satışlarını öldürdüğü 21. yüzyılda, grubun 28 şarkılık double albümü “Stadium Arcadium”’un 7 milyon satarak yılın en çok satan albümü olmasını sağladı. Çok başarılı geçen bir dünya turnesinin sonunda, 2007 Grammy ödüllerini silip süpüren grup (En İyi Rock Albümü, En İyi Rock Şarkısı, Bir Düet Veya Vokalli Bir Grupla Beraber En İyi Rock Performansı, En İyi Boxed Veya Özel Sınırlı Basım Paketi [bu çeviri olmadı, Best Boxed or Special Limited Edition Package] ve En İyi Prodüktör), ödül töreninin sonunda ‘Snow ((Hey Oh))’ isimli şarkılarını icra etti ve konfetiden karların yağdırıldığı muhteşem bir performansla törene tam anlamıyla damgasını vurdu. Şu sıralar 9 yıldır durmadan çalıştıktan son-
ra hakettikleri aranın keyfini çıkarıyor elemanlar. Anthony Kiedis oğluyla vakit geçirir, bir yandan da olası bir televizyon dizisi üzerinde çalışırken, Flea abuk subuk müzikal fikirler üzerinde deneyler yapıyor. John Frusciante “The Empyrean” adında gerçekten çok iyi bir solo albüm çıkardı. Chad Smith ise Sammy Hagar, Joe Satriani ve Michael Anthony’le beraber kurduğu süpergrup Chickenfoot’un albüm turnesinde dünyayı dolaşmakta. En az bir yıl askıda kalacaklarını açıklayan grup, şu an ara vermiş olmaktan memnun gözüküyor. Ekim veya kasım civarında stüdyoya dönebileceklerini açıkladılar, eh bize de kalan, heavy metal’den rap’e kadar (ama sadece onları değil, aradaki punk, funk, hatta neredeyse r&b gibi birçok müzikal renk dahil) yaklaşık her müzik türünü bir araya getiren ve Kiedis’in frontmanliğiyle öne çıkaran efsanevi rock grubuna saygılarımızın sonsuz olduğunu bildirip, aciz kulları olarak yeni ürünlerini beklemek kalıyor.
JOHN VOXVILLE
Elektronik Müzik ve Alternatif Rock sahnesine renk getiren yeni soluklardan Melis Balcılar. Bir sabah uyanıp her gün dinlediklerinizden farklı bişeylere bünyeyi teslim etmek istediğinizde karşınıza çıkmasını istediğiniz türden orijinal ve şimdilik keşfin size özel olduğunu hissettirecek kadar underground. Lakin gidişata bakarak yakın zamanda bu özel keşfinizin müzik dünyasına zehir gibi yayılıp kolonlara ve kulaklara binlerce X çizeceğini söylemek zor değil. Alternatif rock severlerin Hipnoz grubunun vokali olarak hatırlayacakları Melis, solo çalışmalarında çok daha başarılı işler ortaya koyuyor. Bizde kadın sesinin Alternatif Rock sounduyla sunulması taleptir ve malumunuz üzere ciddi bir arzı da var piyasada. Melis ise kendini bu çizginin dışına ustalıkla çıkarıp mevcut soundunu terk etmeden elektronik altyapıları başarıyla müziğine yedirmiş. Duruş olarak da plastik bir format sergilemekten özellikler kaçınan ve ayakları yere basan bir müzisyen imajı çizen Melis, şarkı sözlerinde de bu tavrını koruyor. Şarkı sözlerinde kimi zaman Şebnem Ferah’ı anımsatan bir atmosfer yakalamak mümkün. Bu haliyle “Melis müziği yapalım da içini nasılsa doldururuz” ekolünden oldukça uzak. Melis’e ve müziğine ulaşmak için aşağıdaki adresleri izleyebilirsiniz. Siyah Beyaz Yükselen Yıldızlar Departmanı ısrarla tavsiye eder. www.myspace.com/melisbalcilar www.melisbalcilar.com
MELİS BALCILAR
Gecikmiş bir yazı bu, çok gecikmiş hem de... Yaklaşık 12 yıl kadar... Orta sonda falandım sanıyorum, o zaman bir ya da iki tane olan müzik kanallarından birinde duydum o sesi. Daha önce hiç duymadığım bir sesti bu; feci derecede duygulu, kırılgan ama aynı zamanda isyankar ve tutkulu... Yumuşakça değdi kalbime ve saplandı. Nasıl oldu ben de bilmiyorum, ama bildiğimiz ilk görüşte aşktı bu... Öncesi ve benzeri olmayanlardan. Ürperticiydi sadece... Siyah kısa bir etek vardı üzerinde, tırnaklarında siyah ojesiyle bordo bir gitarı çalıyordu. Bebek gibi bir yüz, bolca göz makyajı... Duygusal ve karanlık tınılar, agresif distortion gitarlar; yalnızlık kokan, hüzünlü, asi, yırtık, dişi sözler ve bolca gözyaşıyla tam bir melodramı yansıtıyorlardı karşımda. Çalan şarkı: “Every Me Every You”... Evet Placebo dan bahsediyorum tabiki. Şimdiden efsane olduğuna inandığım gruptan. Ergenliğimin en kalıcı dönemine gelen, bana en güzel öpücüğü veren o şarkılardan... Placebo’nun geçmişinden uzun uzun bahsetmeyeceğim size, zaten bu yazıyı okumaya başlayanlar grubu yeteri kadar tanıyordur. Bu efemine adamları da tanımamak zaten imkansız bence. Ama istikrar ve büyük bir aşkla ilerleyen kariyerlerinin, tam 14 senedir, sürekli yukarıya doğru giden bir başarı grafiğinde devam ettiğini söylemem lazım. Bu da sanırım sürpriz değil. Placebo bugüne kadar yaptığı 6 albümün altısında da, yeni ve değişik sesler kullanarak kendisini hep taze ve güncel tuttu, tekrar etmedi. Üstelikte bunu güçlü ve alışılmış soundlarından hiç bir şey kaybetmeden yaptılar. Fazlasıyla dozunda aralıklarla albüm çıkararak sevenlerini asla üzmediler. Başta Pixies’in “Where İs My Mind”ı olmak üzere sayısız iyi covera imza attılar. Arta kalan zamanlarında yayınladıkları, benim favorilerim olan “Leni”, “Drowning By Numbers” ve “Dark Globe” gibi harika B-sidelar da dahası tabii... Birçoklarına göre grubun görselliği ve cinsel tercihlerinin fazlaca ortalıkta olmasının da bu başarıda payı var. Placebo’ya asla objektif bakamayacak olan ben de buna bir parça katılmıyor değilim tabi. Her zaman görüntünün, marjinalliğin, sahne üzerindeki duruşun ve imajın müzisyenler için önem taşıdığını düşünürüm. Çünkü görselliği olan bir iş aynı zamanda bu ne de olsa. Dinleyici de her zaman sevdiği müzisyeni idol aldığı ve onun tarzını kendine uyarlamaya bayıldığı için bu da gruba kesinlikle artı yönde bir başarı kazandırmıştır bana göre. Brian Molko’nun asla vazgeçmediği yoğun göz makyajı, zaman zaman konserlerinde, fotoğraflarında va hatta bazen günlük hayatında kullandığı kadın kıyafetleri, postişler ve seksi pozlarının kendisine çok yakıştığı bariz. Modern bir Boy George havasında, ama kesinlikle daha çekici ve doğal. Sahne üzerinde kadını da erkeği de aynı oranda etkilemeyi başarabilen bir aurası var. Basçı Stefan ise Brian’a oranla cinsel ter-
cihini daha az belli ediyor giydiği kıyafetlerde. Ama onun da kendine has, oldukça frapan ve kitch bir tarzı olduğunu söylemek lazım. Sahne üzerinde gitarı çalarken sağa sola eğilerek yaptığı bir dans var ki, Brian bunu “gay dance” diye tabir ediyor, kesinlikle izlenesi! Hem kadınlara hem de erkeklere yönelik gayet zengin bir görüntü kalitesi var kısacası ortada. Ama yaptıkları müziği asla gölgede bırakmayan cinsten. Zaten iyi müzik olmadan kuru kuru imaja da kimse kanmaz. Öncelikle bu cinsel tercih konusuna yıllardır bilip bilmeden konuşanlara istinaden ben de bir açıklık getireyim. Özellikle de solistgitarist Brian Molko’yu ısrarla gay, “ibne(!)” gibi amiyane tabirlerle işaret edenlere yönelik: Brian biseksüeldir. Bunu kendiside “kendimi ne zaman nasıl hissediyorsam öyleyim” tarzında açıklamalar yaparak ve şarkı sözlerinde büründüğü değişken kimliklerle de fazlasıyla ifade etmektedir. Bugün ise uzun süredir birlikte olduğu kız arkadaşı fotoğraf sanatçısı Helena Berg’den 4 yaşında “Cody” isimli bir oğlu bulunmaktadır. Basist Stefan Olsdal eşcinseldir. Bunu heryerde açıkça da söyler zaten. 22 yaşındaki yeni davulcu Steve Forrest’ın cinsel tercihi ise bir muamma şu an da. E ne de olsa grubun tepesinde bir eşcinsellik imajı var ve bu saatten sonra kim gelse hangi türle yattığı merak edilecek. Ama bence gayet hetero duruyor, zira feci haşin ve sert çalıyor... Şimdi bu cinsel kimlik konusunu bir kenara bırakıp Placebo’nun 8 haziran 2009’da piyasaya çıkan yeni albümleri “Battle for the Sun”dan bahsetmek istiyorum. Öncelikle bunun tipik bir Placebo albümü olmadığını söyleyebilirim. Özellikle de sözleriyle ve her zamankinden daha pozitif tınlayan melodileriyle tam da adına yakışır bir albüm. Yavaş başlayan parçalar, çok da alışkın olmadığımız biçimde, sonradan hız almaya, enerji yaymaya başlıyorlar. Yeni davulcunun da tartışmasız gruba kattığı adrenalinle, parçalar hızlıca ama asla yormadan alıp götürüyorlar. “Battle For The Sun” kesinlikle daha hareketli, kronik bir karanlığın içinden uyanmış gibi, hafif tedirgin ama yine de heyecanlı, parlak ve ileriye umut dolu gözlerle bakan bir ruh halinin yansıması. “Devil in the details” parçasındaki “l’m gonna dance with him tonight” vurgusu gibi, parçaların adeta şeytanla dans eden bir havası, kışkırtıcı ve ele avuca sığmaz bir tavrı var. “Breath Underwater”, “Speak in Tongues”, “Come Undone” ve tabiki albüme adını veren “Battle For The Sun” gibi yarınlara sa-
rılan ve pisliklerden kurtulmak için çabalayan şarkılar da bunu barizce haykırıyorlar. Bir önceki albümleri “Meds” gibi karanlık, acıklı bir albümden sonra böyle umut verici olmaları bir açıdan iyi de olsa, acıdan ve hüzünden fazlasıyla zevk alan bünyelere ne kadar lezzet verir bilemiyorum tabii. Şahsen benim favori albümüm acının ve yalnızlığın bağrından kopan “Without You I’m Nothing” tir. Ama gözyaşı ve melankoli kokan aşk şarkısı “Happy You Are Gone” ın, tek olsa da, bu albümde benim için yeterince tatmin edici bir damar olduğunu söylemeliyim. Albümdeki bir diğer favorim de hemen kulağa yapışan “Speak in Tongues”. Kulağa acayip güzel gelen bir havası, marşvari bir dokusu var ve romantik ama aynı zamanda uyarıcı sözleriyle içinizi gıdıklıyor. Daha önce Muse, Staind, Tool gibi isimlerle çalışmış yeni prodüktörleri, Grammy ödüllü David Bottrill’in albüme olan katkısı, özellikle de düzenlemelerde kendini gösteriyor. Parçaların giriş, gelişme ve sonuçlarının sürprizlerle dolu, kayıtların adeta canlı kaydedilmiş havasında olması, albümü renkli ve capcanlı tutuyor. Albümü yenilikçi kılan bir başka sebep de yaylı enstrümanları ilk defa bolca kullanmaları. Kemancı Fiona Brice bu albümdeki tüm yaylı aranjmanları üstlenmiş ve sahnede de gruba eşlik ediyor. Gelelim son Türkiye konserine... Bildiğiniz gibi bu Placebo’nun ülkemizdeki dördüncü konseriydi. İlki 9 Aralık 2000 tarihinde Hilton Convention&Exhabition Center’da, ikincisi 13 Eylül 2003 – Parkormandaki Creamfields Festivali’nde, üçüncüsü 3 Eylül 2006’daki Rock n’Coke Festivali’nde ve sonuncusu da bildiğiniz gibi geçtiğimiz 24 Haziran 2009’da Kuruçeşme Arena’da gerçekleşti. Placebo’yla aramdaki özel ilişkinin bir yansıması olarak gururla ve şımararak yazıyorum ki: 13 Eylül 2003 – Creamfields konserlerinde o zamanlar solisti olduğum grubumla, Placebo ile aynı sahneye çıkmanın inanılmaz mutluluğunu, heyecanını (sahneye çıktığım ilk 10 dakika titriyordum resmen), gururunu ve hazzını yaşadım. Herşey hayalle gerçek arası yaşandı o gün benim için. Gündüz onlarla aynı sahne arkasında dolanmak inanılmazdı. Kulislerinde onlara özel hazırlanmış kocaman meyva tabakları ve aklınıza gelebilecek her türlü içkiden oluşan mini bir bar bulunuyordu. Tuvalette, o zamanki davulcu Steve Hewitt ile karşılaşıp ona verdiğim heyecanlı ve utangaç selamı da unutamıyorum ayrıca. Bu arada, ilginç bir şekilde 2000 yılındaki ilk konserde de yine sahne arkasına (bu sefer hesapta olmayan sebeplerden dolayı) girmiş-
liğim vardır. Öğlen 12.00’dan itibaren kapıların açılmasını bekleyen bir “bebe” olarak, konserin sonlarına doğru yorgunluktan bayılmıştım. Yine en önde, bariyer ve arkadan itenlerin arasında hafifçe sıkışarak, görevlilerce sahnenin önünden kucaklanıp sahnenin altından içeriye, özel yatağa taşınmıştım. Yarı baygın ben ve yukarıdan gelen “Allergic” şarkısı... Yanımda ekipten, ingilizce konuşan bir takım insanlar ve gözlerini açıp gruptan birisiyle burun buruna gelme hayalleri kuran ben... Hiç unutamıyorum. Onlarla aramda özel bir ilişki var diyorum :) Dört konserin dördünü de en önden izlemiş biri olarak tek kelimeyle büyüleyici olduklarını söyleyebilirim. Başından beri öylelerdi evet... Ve bu büyüleyici etkinin dozu, her konserde giderek arttı bu bir gerçek. İlk konserde üzerlerinde taşıdıkları hafif çekingen ama iddialı, asi tavır; ikincisinde yerini kocaman bir özgüvene, üçüncüsünde daha mütevazi ama başı dik bir profesyolleniğe, dördüncüsünde ise ne yaptığını çok iyi bilen muhteşem bir sahne performansına ve asalete bıraktı. Son konserde takındıkları tavır, bu işi ne kadar iyi yaptıklarının ve izleyiciyi nasıl da kendilerine bağladıklarının bir ispatadır.
- Konser alanı oldukça kalabalıktı (ertelenme olmasa eminim daha da kalabalık olacaktı tabii). Ama nedense kimisi sanki boğaz manzarası izlemeye gelmiş gibi son dakikalara kadar istifini bozmadan kıyıdaki yastıklarda oturup içkisini yudumladı. Sonra kalkıp izlediklerini farz ediyorum, zira konser esnasında bir an olsun gözümü sahneden ayıramadım. - Ön grup Avustralyalı, İndie Rock tarzındaki “Expatriate” iyiydi ama bence sıradandı. Parlak ve efemine bir imajları vardı. Onlar çalarken sahnenin yanından Steve ve Brian coşkuyla onları izledi, ben de onları :) - Sahneye her zamanki gibi izleyicideki heyecanı perçinleyen uzun bir intro ardından, “Battle For The Sun”ın açılış parçası “Kitty Litter” ile girdiler. - İlk parçanın ardından Brian Molko “Merhaba, biz Placebo’yuz. Ve davulcu arkadaşımızın davulunda yazdığı gibi barış için geldik” diyerek izleyiciyi selamladı. - Konserin ertelenme sebebi olan ekipman kamyonunun önemi belli oldu: Brian ve Stefan neredeyse her parçada gitar değiştirdi.
Konser notlarına gelince: - Önceden 23 Haziran olarak açıklanan konser tarihi, ne yazık ki grubun gümrükte takılan ekipman kamyonları yüzünden bir sonraki güne ertelendi. Bir anda heyecanım zirveden dibe vurdu, bir an için hüzün basar gibi oldu ama ertesi gün muhteşem bir şekilde iki katına çıktı!
- Sahnede oldukça kalabalıklardı. Keman ve bazı parçalarda klavyede Fiona Brice, 2. gitarda Bill Llyod ve klavyede Nick Gavrilovich gruba eşlik etti. - Yeni davulcu Steve cidden çok iyiydi! Eski Steve’i sevenler kızabilir belki ama performansı ona nazaran çok daha yüksek ve izlenesiydi. Gruba cuk oturmuş yani. Komple dövmeli kollarını ve sarı emo tar-
zı saçlarını savura savura öyle dolgun çalıyordu ki o zillere abandıkça parçalar daha da bir coşturdu. - İzleyiciyle biraz daha fazla ilgilenebilirlerdi diye düşünüyorum (ne bekliyorsam artık!). Sahne etrafında pek dolanmadılar bu kez. Ne bileyim Brian Stefan’ı (bazı konserlerde yaptıkları gibi) dudağından öpebilirdi de ya da mesela :) - Albümün umut dolu konseptine uygun bir şekilde amfiler, davul, klavye, keman ve kıyafetlerinin bir kısmı hep beyazdı. - Şu ana kadarki Türkiye konserlerinin içinde kesinlikle en iyi çaldıkları performanstı. Hiçbir aksaklık olmadı. Tek kelimeyle hayran bıraktılar kendilerine. Brian, şiir gibi söyledi yine şarkıları. Zaman ve tecrübe ile de alakası var tabi bunun. Kendilerini her geçen gün biraz daha geliştirmişler ve ortaya artık kolay kolay unutulmayacak bir ekip çıkmış. Tarih onları altı yaldızlı bir biçimde yazacak eminim.
da küt saçı ona daha çok yakıştıyorum. Siyah yelek ve beyaz gömlekle oldukça erkeksi görünüyordu oysa... (Bir dişi olarak, nedense biseksüel ve eşcinselleri her zaman çok beğenirim. Ben çocukken İsveçli, Army of Lovers diye bir grup vardı. Travesti imajlı. Belki hatırlayan vardır. O zaman onları da çok beğenirdim). - Brian bir parçada en önde çekim yapan kameraların birine özel muamele yaparak gitarı ekrana sürterek şov yaptı. Ama sanırım kameraman bunu anlamayarak kamerasına zarar geldiğini düşündü ve ne olduysa çirkin bir şekilde Brian’la itişmeye başladılar. Brian orta parmağını kameramana göstererek sahneyi terk etti (zaten konser bitmek üzereydi). - Sonrasında ise iki kere bis yaparak “Bitter End”, “İnfra-red”, “Taste in Men” ve “Song To Say Goodbye” çaldılar. Sahnenin en önüne gelip, elele tutuşarak eğildiler ve izleyiciyi bir tiyatro sahnesi edasıyla selamlayarak çığlıklar eşliğinde bitirdiler.
- Yeni albümdeki parçaların neredeyse tamamını çaldılar. Ama en sevilenleri de her zamanki gibi unutmadılar. “Blacked Eyed” ve “Every Me Every You” nun özel konser versyonlarında herkes koptu. Bense yeni göz ağrım, Brian’ın Paris’te yazdığını söylediği “Happy You’re Gonna” da bir teenage edasıyla sessizce gözyaşlarıma teslim oldum...
İşte böylece geçip gittiler bir kez daha buralardan... Bu sefer üç sene dolmadan tekrar gelmelerini umud ediyorum. Ve ne yaptığını kesinlikle çok iyi bilen, dinleyecinin kalbine ok gibi saplanabilen böylesi harikulade şarkılar yapan bu sıradışı adamların önünde bir kez daha saygıyla eğiliyorum.
- Brian’ın uzun, arkadan toplanmış yeni saçlarını pek beğenmediğimi söylemem gerek. Nedense onu her zaman bebeksi görmeyi sevdiğim için kısa ya
MELİS BALCILAR www.melisbalcilar.com www.myspace.com/melisbalcilar
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Bir Dream Theater albümüyle beraber tekrar birlikteyiz... Doksanlarda yaptığı üç büyük albüm Awake, Images And Words ve Scenes From A Memory ile devrimsel işler yapan, ikibinli yıllarda ise elde ettiği ticari başarıyla birlikte hayranlarını ikiye bölen Dream Theater, haziran sonunda onuncu stüdyo albümü Black Clouds & Silver Linings’i çıkardı. Tabii ki yine bol tartışmalı bir dönüş oldu bu... Progressive Metal tarzının “Metallica”sı konumuna yükselen grup, bir kısım tarafından “davayı satmak” ile suçlanırken bir diğer kısım tarafından hala beğenilen albümler çıkardığı için takdir topluyor. Açıkçası bir Dream Theater albümünden beklemeniz gereken şeyler açıktır. Teknik ve kompleks şarkılar, iyi melodiler, delişmen sololar, yoğun klavye partisyonlar vs... Fakat bu “beklenti”lerin grubun son birkaç albümüyle birlikte düşmeye başladığı da ortadaydı. İki ay önce bu konuda görüşlerimi kısaca sizlerle paylaşmıştım. Six Degrees Of Inner Turbulence albümünden beri Dream Theater’ın klasik yapısı terkedilmiş,
grup güncel ilham kaynaklarının etkisiyle müzik yapmaya başlamış, Progressive Rock yanını biraz törpülemiş ve metal tarzlarıyla daha fazla etkileşime girmeye başlamıştı. Six Degrees Of Inner Turbulence’de olan modern etkileşimler bu gidişat hakkında ön bilgiler veriyordu aslında... Train Of Thought ile birlikte yoğun Metallica etkisi taşıyan, genel Dream Theater çizgisine göre çok sert bir albüm sunan grup, dinleyicilerini keskin bir şekilde bölmüştü. Kimileri albümü çok tekrar eden ve progresiften çok Thrash Metal’e yakın bir albüm olarak görmüş, kimileri de Metallica’nın progresifleşmiş hali olarak albümü nitelendirip Dream Theater’ı bu cesur deneme nedeniyle övmüştü. Octavarium geldiğinde de eleştiriler benzer yöndeydi. Muse ve U2 gibi farklı tarz gruplardan alınan etkileşimler hayranları yine kutuplaştırmıştı ama o albümde bulunan bir Progressive Rock şaheseri Octavarium yine herkesi bir nebze albüme çekiyordu. Grubun A Change Of Seasons’dan beri yaptığı en uzun eser olan Octavarium’un, içerdiği yoğun Progressive Rock tadı ve The Beatles’den Pink Floyd’a eski grup-
lara selam durması birçok dinleyicinin ilgisini çekmişti. Ama Octavarium genel olarak daha “pop” bir havaya sahip, alternatif etkileşimli albümdü. Grubun etkilendiği sanatçılara açıkça gönderme yapması ve bu sanatçıların eskiye nazaran daha farklı tarzlardan olması dinleyicileri bölüyor ve bol bol farklı görüşe yol açıyordu. 2007 çıkışlı Systematic Chaos’ta da durum değişmedi. Yine farklı görüşler, farklı övgü ve eleştiriler geliyordu. Systematic Chaos grubun hem eski albümlerine hem de etkileşimlerine yer yer göndermeler yapan, Train Of Thought ve Octavarium arasında bir noktada duran bir albümdü. Şahsen albümü ilk dinlediğimde çok sevmiştim fakat zamanla benim de albüme olan notum düşmüştü. Octavarium ve Systematic Chaos albümleriyle ilgili sorun aslında şuydu, albümdeki şarkılar genel olarak belli bir seviyenin üstünde olmasına rağmen “filler” olarak duran şarkılar da vardı. Octavarium’dan I Walk Beside You’yu ele alalım mesela... Dream Theater’ın hiçbir karakteristiğini taşımıyor. Ya da Systematic Chaos’tan Prophets Of War... Muse kokan bir şarkı ve yine pek Dream The-
ater yanı yok. The Answer Lies Within? Ballad işini genelde iyi yapan Dream Theater’ın sıradan şarkılarından birisiydi. These Walls? Son dönem Dream Theater işlerinde şahsen en soğuk olduğum şarkıdır. Kısacası albümler bir yerlerde “zorlama” geliyordu, belli bir akıcılık sağlanamıyordu. Dolayısıyla bir süre dinlendikten sonra kendisini pek özletmeyen şarkılar ortaya çıkıyordu. Grup Train Of Thought’un çıktığı sene olan 2003’ten beri iki senede bir albüm çıkartıyor, bir sene turne sürüyor, ardından bir DVD/canlı albüm geliyor ve 6-7 aylık süre içinde yeni albümü besteliyorlar. Bu durumun grubu biraz zorladığına inananlar da artıyordu. Systematic Chaos’ta Octavarium’da kendi içlerinde keyifle dinlenen albümler ama koskoca DT diskografisi içerisinde karşılaştırılınca zayıf noktaları da göze batmıyor değil... Diğer bir “tehlike çanı” ise grubun yine Train Of Thought’tan beri belli formüllerle şarkı yaptığı gerçeğiydi. Dikkatli dinlerseniz çok açık bir şekilde anlaşılıyor, Train Of Thought, Octavarium ve Systematic
Chaos paylaştıkları şarkı yapıları açısından kardeş albümler... Albümleri ayıran nokta ise grubun etkilendiği isimler oluyor. Bu formülizasyon Progressive Metal gibi bir türde hem beklentiyi düşürüyor, hem de grup içinde bir noktadan sonra engel oluşturuyor. Mesela, Train Of Thought’ta yeralan Endless Sacrifice’da ilk olarak önerilen duygusal şekilde başlayıp daha sonra temponun yükselerek teknik yönlere kayan şarkı formülü, Octavarium’da Sacrificed Sons’ta, Systematic Chaos’ta ise The Ministry Of Lost Souls’ta da kullanılıyor. Endless Sacrifice’de bu formül bir bütünlük içerisinde uygulanmışken, Sacrificed Sons ve The Ministry Of Lost Souls’ta geçişlerde bazı problemler olduğu aşikardı. Şarkıların teknik ve ağır kısımlarındaki gelişimlerde şarkı ile çok iyi bağlanamayan melodiler vardı. Şarkı süreleri olarak zaten uzun olan bu şarkılarda geçişlerin dinleyiciyi zorladığı anlar şarkıya direk eksi puan getirir ve bu iki şarkıda bu sorundan muzdaripti. Dream Theater’ın albümlerdeki son şarkılarla ilgili ünü vardır, gayet güçlü şarkıları genelde en sona koyarlar. In The Name Of God, Octavarium ve In The Presence Of Enemies şarkıları da hem melo-
di, hem de geçişler olarak gayet “akan” şarkılar ama hepsinin temeli aynı formüllere dayanıyordu. Şarkıların güzelliği sebebiyle formülize yanları da biraz gözardı ediliyordu. Dream Theater’ın da her grup gibi, kullandığı bir “ana iskelet” vardı ve bu iskeletin üzerinden farklı denemeler yapılıyordu. Son üç albümde bu gelişimler kısacası tekrar ediyordu, Octavarium ve Systematic Chaos’ta ise işler “kardeş albümler” formatına dönmüştü. Dolayısıyla yeni albümden beklentiler de grubun alışageldik karakteristiklerinin üzerine daha farklı gelişimler yapması yönündeydi. Progressive Metal tarzında en çok söz sahibi olan grupların müzikleri, tarzın genel gidişatı hakkında yol gösterici oluyor. Progressive Metal’in eskiye göre güç kaybettiğini düşünenler de var. Bu görüşü desteklemek için büyük grupların son yaptıklarını gösteriyorlar. Fates Warning bayağıdır aktif değil, Queensryche da eski kalitesini koruyamadı, Pain Of Salvation Scarsick ile herkesi böldü, Opeth için işler iyi gitse de Progressive Metal içerisinde Opeth’e alternatif pek fazla grup hala yok. Dream Theater’da bu önerme içerisin-
de “doksanları arattığı” gerekçesiyle rol alıyor. Evet, şu an bahsettiğim şeyler biraz subjektif noktalara temas ediyor. Ama geleneksel olarak görülen Progressive Metal kolu, artık farklı tarzlarla etkileşime yatkın olduğundan eskimeye yüz tutuyor. Özellikle Opeth’in büyük popülarite kazanmasıyla birlikte Extreme Metal tarzlarının da Progressive Metal ile etkileşime girmeye başlaması, Cynic ve Pestilence gibi Prog-Death gruplarına ilgiyi arttırırken, yeni nesil progresif eğilimli gruplara da farklı yollar açtı. Tamamen teknik ve kompleks anlayışa yönelen Blotted Science, Behold...The Arctopus, Canvas Solaris gibi gruplar, eskiden beri sahnelerde olup, Black Metal gibi tarzlardan belli bir süreç içerisinde müziğini daha progresif yöne çeken Enslaved, Ihsahn gibi gruplar, Mastodon, Between The Buried And Me gibi yeni nesilden çıkıp, Progressive X/Y Metal gibi tanımlarla anılan gruplar bu dediklerime popüler örnekler... Mike Portnoy ve John Petrucci’nin Falling Into Infinity kayıtlarından beri Dream Theater’da asıl söz sahipleri olduğu da bilinen bir durum... Özellikle Portnoy’un müzik zevkinin grubun müziğinin gideceği yön konusunda olduk-
ça önemli bir faktör olduğunu grubu takip edenler bileceklerdir. Portnoy son zamanlarda sık sık favori albümlerini internet sitesinden paylaşıyor. Dikkat ederseniz tercih ettiği progresif grupları hep yeni nesilden çıkan, daha deneysel işler deneyen ve metal bazlı olan gruplar, Dream Theater’ın da 6DOIT sonrası gittiği yol da Progressive Rock’tan çok Progressive Metal üzerine diyebiliriz. Zaten yakın zamanlı bir açıklamasında Portnoy “Prog yetmişlerde altın çağındayken, elinizde Yes, Genesis, Gentle Giant, Pink Floyd ve ELP vardı ama hepsi aynı kalıptan çıkmışlardı. Şimdi progresif müzik Mastodon’dan Oceansize’a kadar herşeyi içeriyor.” demişti. Yetmişleri özümsemiş Progressive Rock dinleyicilerini kızdıracak bir açıklama olmasına rağmen Dream Theater’ın güncel müziği için kilit bir açıklamaydı. Bu tespitler ışığında Black Clouds & Silver Linings’e gelelim. Albüm öncesi grubun beklenti arttıran açıklamalarından sorumlu bakanı Portnoy, “Tek bir albümde A Change Of Seasons, Octavarium, Learning To Live, Pull Me Under ve The Glass Prison bulundu-
ran bir Dream Theater albümü düşünün.” diye buyurmuş, Jordan Rudess’ta “Bu albüm ile gotik alanına biraz girmiş olduk. Gerçekten güçlü ve hoş koro sesleri ile kapışabilecek birşey yok.” diye ekleme yapmış, “Hayırdır inşallah...” dedirtmişlerdi. Albümün kapağı ise “Oyş, Awake mi yoksa???” dedirtti, ki o kadar hoştu. Albüm nete sızdırılınca yine bir yandan tepki bir yandan övgü almaya başladı. Bingo, yine bir DT albümü ve yine bölünmüş hayran kitlesi... Şarkılara geçelim. Albümün açılış parçası on altı dakikalık A Nightmare To Remember, oldukça uğursuz klavye tınılarıyla başladıktan sonra Rudess’ın bahsettiği “gotik” yanı kanıtlarcasına karanlık ve kaotik melodilerle devam ediyor. Öyle bir atmosfer yaratılmış ki sanırsınız Cradle Of Filth dinliyorsunuz. LaBrie’nin vokalleri girince parça DT sularına geçiyor, Petrucci’nin sert ritmleri ve agresif sololarıyla Portnoy’un Extreme Metal tarzlarından bol bol izler taşıyan bateri partisyonlarıyla devam ediyor. Portnoy’un bu şarkıda kullandığı teknikler yer yer DT için oldukça radikal işler –blastbeat bile kullanmış- ama şarkıya gayet gitmiş. 4:55’te Opeth’i andıran akustik bölüm giderek sertleşerek şarkının genel akışına bağlanıyor ve Rudess/Petrucci’nin solo kapışmaları devreye giriyor. Onuncu dakikada tekrar gotik bir atmosfere geçen şarkı, bir dakika sonrasında oldukça sert melodilerle Dream Theater tarihinin en agresif partisyonlarından birisine geçiyor. Bu kısımda Portnoy kirli vokal yapıyor. Her ne kadar birçok kişi bu kısımı beğenmese de benim pek hoşuma gitti. Asla Portnoy’un vokallerinin hayranı deilim ama bu parçanın gidişatına bir şekilde uymuş diyebilirim. Ki bu vokallere de şükür edebilirsiniz, zira şarkının demo kayıtlarındaki vokalleri bizzat Portnoy forumunda paylaştı ve kendisi brutal vokal denemiş. Tabii karşımızdaki adam bir Akerfeldt değil... Demo vokallerini kullansaydı şarkının direk içine ederdi. Aslında o vokaller için başlangıçta Akerfeldt’i düşünmüş ama özellikle Petrucci bu durumun çok radikal olacağını düşünmüş ve vazgeçmişler. Büyük hata! O kısımda Akerfeldt’in buz gibi brutallerini duysaydık büyük ihtimal çoğu kişi beğenirdi. Şarkı, gotik atmosferini koruyan melodilerle son buluyor ve ardından ilk single olan A Rite Of Passage geliyor. Myung’un oryantal melodileriyle başlayan şarkı, aslında gayet tanıdık tınlıyor. Evet, Home. (Ya da Amorphis – Better Unborn ve ya Tool – Forty Six And 2 mu deseydim? )Home’u andıran oryantal bir hava var şarkıda, şarkının ana melodisi üzerine yapılan gelişmeler de bu yönde devam ediyor. LaBrie’nin vokalleri başlangıçta efektlenmiş olsa da sonrasında normal LaBrie performansını gözlemliyoruz. Sözler ise bu sefer biraz politik, masonluk hakkında... Şarkının nakaratı hem vokal, hem de arkadaki melodiler açısından oldukça iyi, canlı performanslarda oldukça eşlik alabilecek gibi duruyor. Dördüncü dakikanın sonlarına doğru şarkı Petrucci ve Rudess’ın sololarına geçiyor, sololarda da hafiften Home tatları al-
mak mümkün... Petrucci bol teknikalite kokan solosuyla dikkat çekiyor. Şarkı ardından tekrar nakarata bağlanarak son buluyor. İkinci bir Pull Me Under olabilir mi, zaman gösterecek ama kendi içinde potansiyeli olan bir şarkı... Üçüncü şarkı Wither, grubun her albümde en az bir tane bulunduğu baladlardan, sözlerde ise “writer’s block” olarak adlandırılan –nasıl çevirsem? - ilhamsızlıktan dolayı söz-müzik yazamama korkusu anlatılıyor. Tipik bir Dream Theater baladı diyebiliriz, aşırı bir iddiası yok ama hoş melodilere ve Brian May’i andıran güzel bir Petrucci solosuna ev sahipliği yapıyor. LaBrie’nin çift katmanlı vokalleri şarkıyla gayet uyumlu gidiyor. Rudess’ın da eklediği yaylı sesleri şarkıya atmosfer açısından hoş bir eklenti olmuş. Albümün dördüncü şarkısı The Shattered Fortress, şu ana kadar en çok eleştiri alan şarkıydı. Portnoy’un Alcoholics Anonymous süitinin son kısmını oluşturan şarkı, The Glass Prison, This Dying Soul, The Root Of All Evil ve Repentance’nin medleyini içeriyor. Şarkı bu nedenle bir kısım dinleyici tarafından “basite kaçma” olarak değerlendirildi. Evet, yeni pek birşey yok şarkıda, tamamen eski şarkıların üzerinde oynamalar yapılarak bestelenmiş. Girişi This Dying Soul’un varyasyonu ve diğer şarkılardan alıntılarla on iki dakika boyunca devam ediyor. Sonuçta uzun bir serinin son şarkısı olduğundan grubun böyle bir beste taktiğine gitmesini ben çok garipsemiyorum. Eskiden de kendi şarkılarına referans verme işini yapıyorlardı, o zamanlar bu kadar eleştiri almıyorlardı tabii... The Mirror’da Space-Dye Vest’in ana melodisi, Finally Free’de One Last Time’ın nakarat melodisi kullanılmıştı zamanında, kısacası Dream Theater’ın ilk defa yaptığı bir şey değildi bu referans işi... Sonuçta seriye güzel bir nokta koyuyor şarkı... Özellikle LaBrie’nin “the shattered fortress” deyişindeki o duygu patlamasına dikkat diyorum. Bu medleyde melodiler arası geçişler doğal olarak çok önemli oluyor, şahsi görüşüm bu bağlantıların başarılı bir şekilde yapıldığı ki melodiler ve ritm sürekli değişiyor. Genel anlamda sert giden, agresif bir şarkı olmuş The Shattered Fortress... Yedinci dakikada Repentance’den alıntı kısım dışında hafif bir kısım yok. Petrucci sololarıyla öne çıkarken, Rudess’ta senfonik ağırlıklı sesleriyle şarkıya destek veriyor. Şarkının bitişindeki LaBrie’nin “ooouuuvvvvv”lamaları ise biraz sırıtmış, halbuki öncesindeki vokal melodileri gayet güzel... Alcoholics Anonymous süitine başladığımız melodilerle, yani The Glass Prison’un başlangıcıyla veda ediyor, The Best Of Times’a geçiyoruz. Piyano ve klavye melodileriyle hüzünlü bir şekilde başlayan şarkı, Petrucci’nin akustik gitar tınılarıyla aynı hissiyatı koruyor, ardından tempo yükseliyor ve Images And Words dönemini andıran Rush-vari melodiler devreye giriyor. Şarkı, Portnoy’un bu sene başlarında vefat eden babasına ithaf edilmiş olduğundan buruk bir havası var ve Images And Words’e, özellikle Surrounded’e oldukça fazla gönderme taşıyor. Albümde bu şarkıya kadar pek yüksek notalara çıkmayan LaBrie, bu parçada yer yer yüksek
seslere çıkıyor. Şarkı Rudess’ın hüzünlü yaylı sesleriyle birlikte A Change Of Seasons-vari akustik bir pasaja geçiyor. Şarkının sonunda ise oldukça dokunaklı bir Petrucci solosu bizleri bekliyor. Bu solo genel anlamda büyük beğeni topladı, ilk dinleyişlerde belki çok çarpıcı gelmese de şarkıya alıştıkça güzelliğini kanıtlıyor. Hüzünlü ama güzel bir veda parçası... Albümün son parçası, Dream Theater’ın en uzun üçüncü parçası olarak tarihe geçecek The Count Of Tuscany, on dokuz dakika gibi zorlayıcı bir süreye sahip... Yine akustik gitar eşliğinde başlıyor ve Images And Words’e selam duran gitar/klavye melodileriyle devam ediyor. Dördüncü dakikadan sonra son dönem Metallica etkili Dream Theater rifflerine geçiş yapılıyor, şükür ki LaBrie buralarda tekrardan Blackened usulü Hetfield vokalleri yapmaya zorlanmamış, sesini çatallı kullandığı yerler var (Portnoy’un salça olduğu yerler de var!) ama zorlama gelmiyorlar. Şarkının ilerleyen kısımlarında alıştığımız teknikalite kokan yürüyüşler ile birlikte yavaş ve hoş bir Petrucci solosu geliyor ve şarkı yine Petrucci’nin pedal ile yaptığı hipnotik sololarla Pink Floyd-vari ambient bir havaya bürünüyor. Şarkı ardından tekrar akustik gitar ve LaBrie’nin sakin vokalleriyle devam ediyor, huzur dolu melodilerle örülmüş bitiş kısmıyla birlikte albümü kapatıyor. Genel olarak ele almak gerekirse, Black Clouds & Silver Linings, Train Of Thought’tan beri yayınlanmış en “derli toplu” Dream Theater albümü olarak karşımızda duruyor. Mükemmel bir albüm mü? Değil. Ama grup, bu albümde, Octavarium ve Systematic Chaos’taki “filler” durumunun önüne geçmiş, arayı doldursun diye konmuş bir parça yok ve şarkılar bir bütünlük veriyor. Bu nedenle albümün kendi içinde akıcı olması sağlanmış. Grubun uzun zamandır yanından geçmediği Progressive Rock etkileri son iki şarkıda belirgin olarak öne çıkıyor ki Images And Words tadında pasajların olması da bu durumda oldukça etkili... Son üç albümdeki formülize yapı bu albümde tamamen değiştirilmese de biraz kırılmaya çalışılmış. Mesela, The Best Of Times, belli yerlerde Sacrificed Sons ve The Ministry Of Lost Souls ile benzeşiyor ama müzikal açıdan ikisinden de çok farklı ve parçada bütünlük veremeyen ekstra enstrumental kısımlardan kaçınılmış ki bu gerçekten gereken bir hareketti. Son iki albümde tamamen şova yönelik ama şarkıya birşey vermeyen tatsız enstrumental kısımlar oluyordu. The Count Of Tuscany’de formülize yapıdan farklı müzikalite ve değişik birkaç fikir ile ayrılmış. Albümün sert parçaları Train Of Thought dönemine yakın duruyorlar. Peki eksik yanlar? Şimdi de onları sıralayalım. A Nightmare To Remember’da denenen gotik tınılar ve Extreme Metal altyapısı ile The Count Of Tuscany’deki bazı fikirler dışında grup biraz garantici takılmış. Müziğe eklenmiş yeni pek birşey yok, geçmişte yapılanlardan sıkça referans alma var. Birkaç satır yukarıda da dediğim gibi, grubun son dönem formülleri kırılmaya çalışılsa da yer yer kendilerini gös-
termiyor değiller. Bu durum albümde çok farklı şeyler bekleyen dinleyicileri hayal kırıklığına uğratacaktır. Eğer “Dream Theater biraz eskilere dönse, derlense, toparlansa...” diyorsanız, albüm sizi tatmin edecektir. Çünkü bu albümde Muse ve ya U2 aykırı kalacak etkileşimler yok. Sonra, LaBrie’nin vokalleri iyi olmasına rağmen biraz fazla düz, o da farklı bir denemeye gitmemiş. Albümde çok az yüksek notalar içeren vokaller var. Portnoy’un ise acilen vokal işini bırakması gerekiyor. A Nightmare To Remember’daki kısımlarını ilginç bir şekilde sevsem de, kendisinin sadece davuluyla ilgilenmesi gerektiği düşüncesindeyim. Systematic Chaos’ta olduğu kadar vokallere girmemiş olsa da, girdiği yerlerde de kendisini belli ediyor. Grubun söz yazımında da bir tekelleşme söz konusu açıkçası... Petrucci ve Portnoy son albümlerde en fazla söz yazan kişiler ama sözleri artık “kurgu hikayeler”e kaymaya başladı. Sıkça gelen “söz-müzik uyumsuzluğu” eleştirisi hakkında bir yorumda bulunmayacağım ama on beş sene önceki Voices’ın sözlerine bakıp, sonra son albümlere baktığımda grubun söz yazma konusunda biraz sıkıntılı olduğunu düşünüyorum. Eski edebi yanları biraz törpülenmiş gibi görünüyor. Kısacası, Myung tekrar söz yazsın! :) Toparlamak gerekirse, 6DOIT’den sonra çıkan albümler içerisinde Train Of Thought ile birlikte en derli toplu ve dengeli albüm diyebiliriz Black Clouds & Silver Linings için... Grup bu sefer kökenleriyle modern yanını daha sıkı şekilde birleştirmeye çalışmış ve başarılı olmuş. Asla bir Awake, SFAM ya da Images And Words yok karşımızda ama kendi içerisinde tutarlı ve dinleyiciyi sıkmayan bir albüm diyebilirim. Bir süre sonra sıkıcağa da benzemiyor. Ama yine de Dream Theater için tehlike sinyalleri geçmiş değil... İki seneden biraz daha fazla ara vermeleri ve daha farklı çözümlemelerle, fikirlerle gelmeleri gerekiyor. İkibinlerin en çalışkan gruplarından biri oldukları kesin ama progresif müzikte asıl önemli olan yeni açılımlar ve fikirlerdir. Dream Theater da bunu başaramayacak grup değil... Notum? On üzerinden sekiz. (Awake on üzerinden yirmi bir albümdür, ayrı tutarım.) Son olarakta belirtmek gerekir ki, albümün üç CDlik versiyonunda beleşe Rainbow’den Stargazer, Queen’den Tenement Funster/Flick Of The Wrist/Lily Of The Valley, Dixie Dregs’den Odyssey, Zebra’dan Take Your Fingers From My Hair, King Crimson’dan Larks’ Tongues In Aspic Pt.II ve son olarak Iron Maiden’den To Tame A Land’ın yorumlandığı bir CD ve yeni albüm şarkılarının enstrumental versiyonlarının bulunduğu ikinci bir CD bulunuyor. Bizim ülkede aramayın, bulsanız da pahalıya satarlar, yurtdışından alın. Yeni bir Dream Theater albümünde görüşmek üzere efendim...
Dream Theater’ın ülkemizi dördüncü ziyareti geçen ay Maçka Küçükçiftlik Park’ta gerçekleşti. Yeni albüm Black Clouds And Silver Linings açılış turnesinin (yine) son konserini İstanbul’da veren grup, bu sefer yanına bir başka efsane olan Cynic’i de getirmişti. Dolayısıyla Dream Theater ve Cynic bir arada tam anlamıyla ziyafet gibi bir konser olacağı belli oluyordu. Gelelim konsere... Konserin olduğu gün hava gayet sıcaktı. Kapı açılış saatine yakın Maçka Küçükçiftlik Park’ın yolunu tuttum. Gayet uzun bir kuyruk oluşmuştu. Ülkemizde progresif müzik adına bu kalabalığı toplayabilen tek grup Dream Theater olduğundan doğaldı tabii ama başka bir progresif grubu gelse bu kitlenin çoğu toz oluyor ne yazık ki... Diğer büyük progresif metal grupları Queensryche ve Fates Warning ülkemizde ne yazık ki DT’nin topladığından çok daha az sayıda kitlelere çalmışlardı. Tabii bu konserde alt grupta önemli bir isim olduğundan, “Cynic izleyip çıkacam.” Geyiği yapanlar da fazlaydı. Ben iki grubu da seven sayan çoğunluktaydım. Dakikalar geçtikçe kalabalık daha da artmaya başladı. 18:00’de açılacağı söylenen kapılar ise bir türlü açılmak bilmedi. Yavaş yavaş sinirler gerilmeye başladı, yuhlamalar falan oldu ve haklı bir tepkiydi. Kapılar bir buçuk saatlik bir gecikmeyle açıldı. Kalabalık içeri alındıktan bir süre sonra Cynic’in sahne ve ses düzeni kurulmaya başladı. Bu noktada mekanı biraz eleştirmek gerekiyor. Karşımızda gayet alçak bir sahne var-
dı ve beton zemin sahneye ters bir eğime sahipti. Bu da demekti ki, boyunuz standart Türk insanı boyundaysa (1.70?) ve önünüze sizden uzun birisi geçtiyse o sahneyi biraz zor görürsünüz. Aynen de öyle oldu. Hiçbir konserde sahneyi görmek için bu kadar didindiğimi hatırlamıyorum. Önde uzun boylu birisi varsa birçok kişinin görüşü engelleniyordu. Bu da o muhteşem ters eğimden dolayıydı. Bu sene Uni-Rock dahil birçok etkinlik burada olacağından çokça sıkıntı yaşanması muhtemel diyebilirim. Ses sistemi de hem Cynic, hem de Dream Theater’da biraz kısıktı, herkes bağırışmaya başladığında müziğin sesini bastırabiliyordu.LaBrie’nin anonslarında neler dendi, hiçbir şekilde duyamadım mesela... Saatler sekiz doğru yaklaştı ve ses düzenlemeleri ayarlanan Cynic, gayet mütevazi bir sahne düzeniyle sahne aldı. Tahmin edilebileceği üzere kalabalığın çoğunluğu Dream Theater için orada olduğundan Cynic konseri çok büyük coşkuya sahne olmadı, sakin bir şekilde sahnedeki üstün performansa odaklanıldı. Şarkıları ezbere bilen de pek yoktu. Ama grubu bilenler için gayet özel anlar yaşandı. Paul Masvidal ve Sean Reinert gibi iki usta isim karşımızdaydı çünkü... Sean Malone grubun turne kadrosunda yoktu, diğer elektro gitarist ve basist Hollandalı Exivious grubundandı, fakat dikkat ettiğim kadarıyla bu iki elemanda grupla uyumluydu. Paul Masvidal o kompleks melodilerin üstüne vokalleri hiç aksatmadan güzel bir şekilde yaptı. Seyirciyle iletişimi de
DREAM THEATER İSTANBUL KONSERİ 4 TEMMUZ 2009
EMRE DEDEKARGINOĞLU
güzeldi, Küçükçiftlik Park’ın “lunapark” kimliği üzerine de dokundurmaktan geri kalmadı. Sean Reinert’i izlemesi ise apayrı bir zevkti, Jazz etkileşimli özgün stili ile gayet temiz bir performans çıkardı. Efsane albümleri Focus’dan Veil Of Maya ve muhteşem enstrumental parça Textures’ı çalan grubun diğer şarkıları tamamen yeni albüm Traced In Air’dendi. Evolutionary Sleeper, The Space For This, Adam’s Murmur gibi son albümden ilgi çeken şarkıları çalan grup, seyircinin en çok beklediği şarkı olan Integral Birth’ü çalarak performansını sonlandırdı. Açıkçası bu satırları okuyupta Cynic ile hala tanışmamış olanlar varsa küçük bir reklam olsun, en kısa zamanda eksikliğinizi giderin ve Cynic’e kulak verin. Oldukça sıradışı ve kaliteli bir müzikleri var çünkü... Focus albümünü progresif müzik seven her dinleyici tatmalıdır. Açıkçası Cynic’i tekrar ülkemizde görmek kısmet olur mu, bilmiyorum ve pekte sanmıyorum. Göremeyenler çok şey kaçırdı diyebilirim. 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9.
Nunc Fluens The Space For This Evolutionary Sleeper Adam’s Murmur Veil of Maya Textures The Unknown Guest King of Those Who Know Integral Birth
Cynic elemanları seyirciyi selamlayıp sahneden indikten sonra Dream Theater’ın sahnesi ve ses düzeni için çalışmalar başladı. Mike Portnoy 2007 konserindeki gibi yine tam bateri setiyle gelmemişti. İki konserdir Portnoy tam setini ülkemize getirmiyor, nedendir bilinmez. Yoksa o DVDlerde gördüğümüz devasa setini kanlı canlı görmeyi isterdik. Ses düzenlemelerinin bitmesiyle beraber grubun son turnelerinin girişi olan intro Also Sprach Zarathustra çalınmaya başladı ve ışıklar kapatıldı. Ardından büyük bir coşkuyla Dream Theater sahne aldı ve Systematic Chaos albümünden In The Presence Of Enemies Pt.I ile konsere girdiler. Headliner olmalarının avantajıyla ışık sistemi de gayet iyi kullanılıyordu, sadece Portnoy’a özel ışıklandırma bile orayı tek başına aydınlatmaya yeterdi hatta... :) Ben sahneyi tam ortalayan ve önlere yakın bir yerdeydim ve bulunduğum noktada hem coşku hem de şarkılara eşlik yüksekti. Böyle bir atmosferin olması açıkçası konseri daha zevkli kılıyor, çünkü bir ara arkalara gitmek durumunda kaldım ve herkes tiyatro oyunu izler havasındaydı. :) Grup, Beyond This Life ve Misunderstood ile konsere devam etti. Misunderstood’un ardından yeni albüm Black Clouds And Silver Linings’in giriş şarkısı A Nightmare To Remember çalındı. Şarkıyı ilk defa konserde dinledim, Dream Theater’a göre farklı şeyler içeren ve genel olarak sert bir parçaydı. Ardından Live At Budokan versiyonunu andıran şekilde Hollow Years geldi, gözyaşları süzüldü. Petrucci şarkının solosunu duygu dolu bir hale
getirmişti çünkü... En favori DT balladlarım arasında ön sıralarda değildir bu şarkı ama bu haliyle kaydedilse müthiş olur. Ardından sıra geldi muhteşem albüm Awake’i onurlandırmaya... Caught In A Web... Uzun zamandır çalmıyorlardı bu şarkıyı... Awake’in onbeşinci senesi nedeniyle setliste girmişti. Awake’in her notasına tapan bir insan olarak bağıra bağıra eşlik ettim. Çok iyi çaldılar. Erotomania... Gelmiş geçmiş en iyi enstrumental eserlerden birisi canlı olarak icra ediliyordu karşımızda... Petrucci sınırları zorladı resmen, çok iyi bir uyumla icra ettiler. Portnoy zamanında bu şarkıyı çalarken yaptığı ekstra eklemeleri yapmadı ama çokta önemli değildi. Voices... Progressive Metal adına yapılmış en iyi şarkılardan birisidir benim için... Canlı dinlemeyi gerçekten istiyordum. Sonunda gerçek oldu. LaBrie’de dahil –vokal olarak çok zor bir şarkıdır- oldukça iyi çaldılar. Hele o deli soloda Petrucci yine şov yaptı. Voices’in ardından Solitary Shell geldi, şarkının kendisinden çok Rudess/Petrucci atışmaları ilgi topladı. Oldukça uzun emprovize sololar atarak seyirciye eğlenceli anlar yaşattılar. A Rite Of Passage, özellikle nakaratıyla tam canlı performanslık bir parça ve seyircide nakaratta eşlik ederek bunu onaylar gibiydi. Dream Theater’ın en bilinen klasiği Pull Me Under’da yüksek seyirci eşliğiyle birlikte konserin zirvelerinden birisi oldu. Pull Me Under sonrası sahneden inen grup, Metropolis’in girişiyle tekrardan sahneye geldi ve Metropolis’i duyan kalabalıklar gayet heyecan yaptılar. Tabii ki şarkı tam çalınmayacaktı ama artık nereye kadar götürürlerse kabulümüzdü. Şarkıya eklenen Petrucci/Rudess’ın solo düelloları ve Myung’dan dinlediğimiz bas solosu apayrı bir zevk oldu. Ardından şarkı Learning To Live ve A Change Of Seasons’un son kısmı A Crimson Sunset’e bağlanarak performans sona erdi ve ardından grup seyirciyi selamlayarak sahneden ayrıldı. Genel performanslara gelirsek, Petrucci her zamanki gibi gayet iyi çaldı, arada bir iki problem yaşadı ama hepsi anında halledildi. Bu adamın gitar çalışını izlemek gerçekten ayrı bir zevk, bastığı her notayı yaşıyor. Mike Portnoy kendisinden beklendiği gibi temiz bir performans çıkardı, şaklabanlıklarını da ara ara yaptı, geçen konsere göre attığı bagetleri tutma konusunda daha başarılıydı. John Myung’dan canlı olarak Metropolis’in bas solosunu dinleyebildik ya, orada bulunanlar gözleri açık gitmeyeceklerdir.Daha da yorum yapmama gerek yok sanırım... Jordan Rudess bayağı küfür yedi! iPhone ile solo atılır mı be adam? Attı. Petrucci ile yaptıkları kapışmalar ise oldukça eğlenceliydi. Teknolojiyi sonuna kadar kullandığını konserde tek-
rar belgeledi. James LaBrie, bir zamanlar nette bir yerde okuduğum Paradise Lost röportajında Nick Holmes’un kendisinin canlı performansları için dediği “James LaBrie fucks off for hours...” söylemini kanıtladı. Zira sıfır seyirci iletişimiyle konseri tamamladı ve sık sık sahne arkasına kaçtı. Performansı ise iyiydi. Ara ara yüksek notalara çıkarken zorlandı ama bu duruma artık alıştık. Malum besin zehirlenmesinden beri yüksek notalara iyi çıkamıyor. Sanırım bu nedenle de Voices’ın “Thought disorder...” ile başlayan ve çok tiz vokaller içeren kısımı atlandı. Ses sistemi ise bir Türkiye klasiğiydi. Temiz gelse de sorunlar olduğu belliydi ve master volüm dediğim gibi düşüktü. Seyirci coşkusu ise iyiydi, zaten ülkemizde bu derece coşkulu geçen konser sayısı az ve bunlardan birisi de Dream Theater oluyor. Son yıllarda dünyada olduğu kadar ülkemizde de gittikçe popülerleşmelerine bağlıyorum. Setlisti de eleştiren çok kişi gördüm ama bence setlist oldukça iyiydi. Ki şu ara Progressive Nation 2009 turnesine başladılar ve setliste Constant Motion, Sacrificed Sons ve Prophets Of War gibi sakız şarkıları girmiş durumda... (Ne diye Octavarium ve Systematic Chaos’ta bu kadar ısrar ederler ki...)Bu turnede bu setlistle grubu görebildiğimiz için bence şanslıyız. Konserde Forsaken, As I Am ve hala Space-Dye Vest diye bağıranlar vardı. Bir önceki konserde Forsaken ve As I Am çalınmıştı ve farklı şarkıların olması gerçekten çok daha iyi oldu. Bir kere Awake’den üç şarkı çalındı! (Evet, bağnaz derecede seviyorum bu albümü sevgili okuyucular... ) Space-Dye Vest’i hala canlı olarak duymayı bekleyenlere ise Allah sabır versin diyorum. Sonuç itibariyle, Dream Theater dördüncü ziyaretinde de bizlere iki saat boyunca keyifli anlar yaşattı. Her albüm ile birlikte böyle gelsinler, her seferinde giderim. :) 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. 8. 9. 10. 11.
In The Presence Of Enemies Pt.I Beyond This Life Misunderstood A Nightmare To Remember Hollow Years Caught In A Web Erotomania Voices Solitary Shell A Rite Of Passage Pull Me Under
Encore: 12. Metropolis Pt. 1 / Learning to Live / A Change of Seasons
MELİS SARILAR
Herşeyin unutulduğu tozlu bir zamanda ayaklarımı sürüdüğümü hissediyorum uzun zamandır. Biz insanların toz kaldırmaktan başka bir işi yokmuş gibi geliyor. Oksijen tüketen bir sürü et…(hah klişeyi de kondurmuşum). Griliğe yapay renkler ve neşeler katan elektronik parçalar dünyaya daha bir daha bağlar seni. Ayak parmaklarından başlar beynine kadar otomatikleşirsin. E normal olarak ben de otomatikleştim, her şey otomatikleşti. Dünyadan çok büyük beklentim çok büyük hayallerim de yok artık. Onları da yoketmişim. Alice ve Dorothy çoktan çöpü boylamış. Biliyorum. Bu normal, Üzülenecek, yakınılacak bir şey yok. “Dünya çok boktan bir yer yaaa, ölüm ölüm!” diyecek yaşı çoktan geçmişim. Ergen tripleri taraflarına uğrama gibi bir niyetim de yok. Kimsenin hoşnut olmadığı bu yaşamdan ben çok hoşnutum. Sıkıcıysa bana uyar. Mucizeler beklemem. En iyisi normal, tekdüze olandır. Rutin iyidir. Ama arada bazı duygular vardır. Göğüs boşluğundaki havayı yukarı kaldırır, gözleri yaşartır bazı şeyler. Aşk falan değil bahsettiğim. Mutluluk, özlem ve yakın duygular için ağlamak. Mazoşist bir Heidi duygusu. (hani dedesi olan).Yani ;çiçek böcek görünce ağlamak gibi bir şey.Tamam, fazlaca geveledim. Amacım : The Kinks’in hissettirdiklerini yazmaktı. Buyrun perdeye. Figüran kızımızı içeri alıyoruz. Kız içeri girer Ray ona göz kırpar bir iki bakıştan sonra şarkı başlar: “Girl, you really got me now You got me so I cant sleep at night…” Ray’in tipsizliğine rağmen kız ondan etkilenmiştir. Şarkının yaramaz havası hoşuna gitmiştir. Gözlerini Ray’e diker. Ne varsa Ray’de vardır o ona bakarak şarkı söylemiştir göz kırpmıştır. Uzun zamandır ilgi açıdır kız. İlgisini hissettiği ilk nefes alan canlıya mavi boncuklarını toptan fırlatacak hale gelmiştir. Fakat o da ne kardeşine göre azcık daha hoş sayılabilecek Dave kıza doğru bakmaktadır. Şarkı başlar:
“I believe that you and me last forever. Oh, yeah, all day and nighttime yours, leave me never. The only time I feel alright is by your side. Girl, I want to be with you all of the time” Kız Dave’ e de kayıtsız kalamamıştır. Ne yazık ki kadınların “hep daha iyiye daha güzele” psikolojisi onu da sarmıştır. Oysa ki yanlış yapmıştır. Ray, en sağlam şarkılara sahiptir. Vaziyeti bilememiştir kız. Kafasını taşlara vuracaktır. “a well respected man” ile devam eder mini konser. İnsanların içini sıkıntı basar. Kız üzgündür, ilgi üzerinden silinmiştir. Kısa bir süre sonra yazar kendini düşünmekten onu da konserden silecek, tüm şarkıları üzerine zimmetleyecektir. Konseri beyninden klavyeye yansıtan yazar-seyirci gülümsemektedir. Kendinden bir parça bulmuştur. Asi, bohem gençlik yaşayanlardan ve bunu hala marjinallik sayanlardan sıkıntı gelmiştir. Nakarat bölümüne eşlik eden sıkıcı kalabalık olmuştur. 60lı yıllarda olsa eminim tersini düşünecektir. Orda özgürlüğün bir amacı vardır, asi gençler yiyorsa o dönemde marjinallik yapsalardır. Yazan şahsiyet durupdururken sinirlenmiştir. Birden şarkı başlar… Giriş tüm sıkıcılığı griliği alt üst eder. Bu şarkıda gözpınarlarını zorlayan gözyaşları bile gökkuşağı oluşturur. Cenneti uzakta aramaya, anlamsız dualar sıralamaya, yaratıcı güce yalakalanmaya gerek yoktur. Saflık buradadır, adı unutulan her duygu burada in cinle top oynamaktadır. Çiçek böcek düşünüp ağlar bu şarkıda insan. “i miss the village green, and all the simple people.” Şu cümle bile içine dokunur insanın. Mini konserdeki ruh parçaları garip duygularla çıkarlar konserden. Hayatlarında hiçbir şey değişmeyecektir, ama bir kaçış noktaları olacaktır artık: Masumiyet noktaları.
Çağdaş klasik müziğe Arnold Schoenberg adıyla taşınmış yöntemdir 12 ton. Yazı boyunca başta ,çok basit anlamda 12 tonun genel yapısını açıklamaya çalışacağız, sonrasında yazının asıl vurgulamak istediği nokta olan 12 tonun ifade gücüne değineceğiz, sonunda da yazı içinde belirtilmiş görüşlerin kısa bir özetini bulabilirsiniz. 12 ton, en temel anlamda, tonal ve modal müzikten kopuştur. Çok kısa bir örnek vermek gerekirse Beethoven’ın Op.56 Do majör Üçlü Konçertosu dediğimizde oradaki “Do majör” eserin hakim tonunu belgelemektedir, ve 12 ton da bundan kopuştur, yani 12 ton yöntemi kullanılan eserlerde belirgin bir hakim tonun duyulmaması amaçlardan biridir. Peki bu nasıl yapılır? Bu şu şekilde yapılır: kromatik gamdaki 12 sesin eşit derecede duyurulmasıyla yapılır; yani örneklemek gerekirse Do’dan Do’ya aradaki bütün seslerin eşit sıklıkta kullanılmasıyla yapılır. Daha da somutlamak istersek; biz iki do arasındaki bir notayı, diğer bütün notalar duyulmadan tekrar edemeyiz. Bu notaların değerlikleri değişebilir, örneğin fa’yı uzun re’yi kısa tutabiliriz; ancak fa’nın arkasından dizideki bütün sesler tekrar edilmeden tekrar fa koyamayız. Peki 12 ton’a sıkıca bağlı bir eserde, dizinin yapısı nedir?Dizinin yapısı az önce belirttiğim tekrar etmeme tutumu korunduğu sürece serbesttir. Yani istenilen şekilde dizilebilir. O zaman ortaya saçma sapan şeyler çıkacaktır dediğinizi duyar gibi oluyorum; tabi ki katılmıyorum yoksa bu yazıyı neden yazayım, neyse. 12 tonun teknik bir iki noktasına daha değinmeye devam edersek: en son ton dizisi, yani kromatik bir dizinin bestecinin isteği doğrultusunda düzenlenmiş halinden, bahsediyorduk, peki besteci, kromatik dizinin içindeki seslere hapsolmak zorunda mı, yani örneğin dizideki herhangi bir sesin oktavını dahi değiştirmeye hakkı yok mudur? Tabi ki vardır. Besteci, kendi dizisini, bütün seslerde aralığı korumak şartıyla transpoze edebilir. Örneğin, bütün diziyi majör üçlü aralığında yukarı taşıyabilir, ya da işte tam beşli aralığında aşağı alabilir. Çeşitlemeler bununla da sınırlı değildir. “Inversion” (bu gibi kelimeleri aynen almamın sebebi bu kelimelerin yerini alabilecek Türkçe kelimeler sunabilecek bir otorite olmayışımdır) adlı biçim çeşitleme biçimlerinden biridir. “Inversion”’ da kısaca aralıkların tersine çevrilmesidir, örneğin dizi majör üçlü aralığında yukarı çıkarak başlıyorsa, tersine çevrilen dizide majör üçlü aralığında aşağı inerek başlar, daha da somutlarsak eğer, başlangıçta do ve sonrasında mi dizide yer alırken, aralıkları tersine çevrilmiş dizide
başlangıçta yine do varken sonrasında iki ses aşağısındaki la bemol vardır. “Retrograde” adlı çeşitleme biçiminde; eğer dizideki notalara 1’den 12’ye kadar numara verecek olursak, dizi 1 yerine 12’den başlayacak şekilde ters çevirilmiştir. Somutlamak istersek, dizi do ile başlayıp fa ile bitiyorsa, fa ile başlayıp do ile biter. Son olarak da “Retrograde inversion” adlı çeşitleme biçimine bakacak olursak, bu biçim tam olarak okunduğu gibidir, önce diziyi “inversion”a göre düzenlenir ardından “retrograde”i alınır (Türkçe’nin katline şahit oldunuz). Kafamızda peki harmonizasyon diye bir soru kalmış olabilir, ona da çok kısaca değinmek gerekirse, 12 ton’da harmonizasyon mümkündür. Çok matematiğe girip kafa karıştırmadan açıklamaya çalışırsak, farz edelim ki elimizde üç partisyon olsun, ve bu üç partisyonu dörder notalık bloklara ayıralım, eğer yukarıda belirttiğimiz tekrar kuralı geçerliliğini sürdürüyorsa, 12 ton yöntemine uygun bir harmonizasyon yazılmış demektir. Bir şekille ifade etmek istersek: Numaralar=Notalar 1. Partisyon: 3, 4, 6 ,8 2. Partisyon: 2, 7, 1, 9 3. Partisyon: 10, 11, 5, 12 Evet buraya kadar işin teknik yönünü biraz vurguladık ki, işin nasıl kısmına da elimizden geldiğince ışık tutalım. Bundan sonrasında, birazcık daha neden kısmına vurgu yapalım. 12 ton’un varoluş amacı besteciyi özgürleştirmektir. Bir bestecinin özgürleşmesi demek onun sanatıyla ifade edebileceği alanın arttırılması demektir, gerçi bu sadece besteciler için de geçerli değil, bir sanatçının özgürleşmesi, icra ettiği sanatın, sanatçının ele aldığı konuyu doğrudan ifade edebilme gücüyle bir arada yürür. İhtiyaç yokmuş gibi gözükse de bir örnek vermek gerekirse, bir bir modacı doğadaki insanla ilişkili olmayan bir sıradan olayı doğrudan anlatmayı başaracak yönteme sahip olursa özgürleşmiş olur (belki de gerçekten sahiptir, bunu açıkçası ben bilmiyorum evet modadan ne yazık ki pek anlamam). Peki bu atonallik neden yani 12 ton’la ifade edilebilecek duygular, ya da işte ifade edilmek istenen her ne ise tonal müzikle ifade edilemez mi? Benimle burada karşı görüşte olacak bir sürü insan olacaktır ama bence edilemez. Bunu basitçe savunmak istersem, çirkinliği en iyi ifade eden şey grotesk bir maske değil çirkin bir surattır, ya da ölümü en
12 TON
ÜZERİNE DOĞU KAAN ERASLAN
iyi ifade eden şey bir cenaze töreni değil bir ölüdür. Bütün bu benzetmeli anlatımı bir kenara bırakırsak, 12 tonun getirmiş olduğu “güzel ifade etmeme” özgürlüğü, burada güzelden kastım teknik olarak düşük ya da biçim yoksunu değil, daha çok hani bazı filmlerde çirkin ve kötü gösterilmeye çalışan kadınlar aslında güzel olur ya, hani ekranda güzel gözüksün diye, işte 12 ton ekranda güzel gözükmesiyle ilgilenmiyor, çirkin ve kötüyse, o atonal olmalıdır, ya da işte ağır bir depresyonu en iyi ifade eden şey arabesklik değil, her güzel şeyin yokluğu olmalıdır ki bu da tonal anlamda melodiyle işin bitmesi demektir. Peki 12 ton sadece çirkini, karanlığı,vb. şeyleri göstermek içindir? Hayır, burada atonaliteye bakış önem kazanır, yani bir olgu olarak atonalitenin ifade ettiği nesneler ve kişinin bu atonaliteye bakışı önem kazanır, yani kişi günlük hayatında atonal sesleri duymaktan her zaman rahatsız mı olur ya da atonal sesler ona her zaman huzursuzluğu mu getirir, tabi ki hayır, örneğin bir yağmurun yağışını ve gök gürültüsünü dinlerken insan bundan keyif alabilir, ya da kırda oturup kuşları dinlerken bundan zevk alabilir, yani insanın doğada duyduğu seslerin çoğu aslında atonaldir ama bu onların huzur verici duygular veremez demek değildir. 12 ton, Mark Gould’un da değimiyle “saf ifade”dir, harmoni bile ihtiyaca göre şekillenir. 12 ton üzerine tabi ki ciltlerce eser yazılmıştır, bu yukarıda belirtilenler o eserlerin genel hatlarının cücüğünü bile yansıtamaz, bu yüzden gerçekten çağdaş müziğin temel taşlarından olan 12 ton yöntemini anlamak ve daha iyi kavramak istiyorsanız size yabancı dil sorununu aşıp bu konu üzerine yazılmış temel eserleri okumanızı salık veririm( böyle deyip hiç isim vermemek ayıp; bu yüzden bir başlangıç eseri olarak benim de kendisini henüz bitirmemiş olduğum Paul Hindemith The Craft of Musical Composition’ını tavsiye ederim). Kısaca özetlersek eğer ilk bölümde 12 tonun tonaliteden nasıl koptuğunu ikinci bölümde de tonaliteden neden koptuğunu vermeye elimden geldiğince çalıştım, öyle büyük bir özet değil zaten yazı da kısa. Doğu Kaan Eraslan Ataşehir, 13.07.09
Arıza. Shining’i tanımlamak için gayet uygun bir terim denilebilir. Özellikle 2004’te dağılacaklarını açıklayıp bir sene sonra dördüncü albümleri IV/The Eerie Cold’u yayınlamaları, ardından konu oldukları reklam soslu garip olaylarla birlikte hem İsveç medyasında hem de metal camiasında bayağı bir ilgi odağı olmuşlardı. III/Angst, Självdestruktivitetens Emissarie sonrası kısa süre dağılıp, canlı performans vermeye daha elverişli bir kadroyla toplanan grubun beyni Niklas Olsson ya da bilinen şekliyle Kvarforth, 2006 senesinde düzmece bir kaybolma hikayesiyle bir süre “kamufle” olmuştu. Grup elemanları “%200 eminiz ki Kvarforth intihar etti.” demişler ve Kvarforth’un yerine yine kendisinin isteği üzerine Ghoul ile devam edeceklerini ama kendisini tanımadıklarını söylemişlerdi. Tabii ki bu açıklamaları “reklam” olarak değerlendiren kitle çok fazlaydı ve haklı çıktılar. Ghoul ile yapılan ilk konserde Ghoul’un aslında Kvarforth’un ta kendisi olduğu ve Ghoul’un bir nevi “simgesel kabuk” olduğu anlaşıldı. Yine aynı konser şiddete dayalı aktivitelere sahne olduğundan İsveç medyası olayın üstüne gitmişti. Sonuçta Kvarforth’un sürekli belirttiği gibi Shining açık bir şekilde “intihar”ı ve “kendine zarar verme”yi
EMRE DEDEKARGINOĞLU
destekleyen bir gruptu. Söz konusu konserde olanları internette kısa bir araştırmayla bulabilirsiniz. Pekte hoş şeyler olmadığını tahmin edersiniz. Shining bu kadar tantanayla birlikte tam bir sev ve ya nefret grubu oldu. Black Metal severlerin bir kısmı grubu, özellikle vokalist Kvarforth’u “poser” olarak görmeye başladı, diğer yandan grup daha çok kişiye adını duyurmuş oldu. Aslında Shining hiçbir zaman saf bir Black Metal grubu olmamıştı. The Eerie Cold ile müziklerinde yaptıkları geniş çaplı değişim, 2007 tarihli V/
Halmstad ile de artarak devam etmişti. Halmstad ile birlikte Shining artık Black Metal dışında farklı etkileşimleri de müziğine yoğun şekilde etkileyen bir gruptu ve “Suicidal Black Metal” olarak adlandırılan tarzları, artık Black Metal’in o ham ve çiğ havasını sürekli olarak taşımıyordu ama karanlık ve kaotik atmosferleri hala yerinde duruyordu. Bu değişimin gruba, Black Metal dinlemeyen kitlelerden de dinleyici kazandırdığı gerçek... Yeri geldi mi Jazz basları, akustik gitarları ve ya Ambient sesleri ve ya Avant-Garde etkileşimleri yoğun olarak kullanmaktan çekinmeyen bir grup çün-
kü Shining... Herhalde bu “geniş etkileşim”leri grubun beyni Kvarforth’un Bethlehem, Landberk, Coldplay, Muse ve Dido (Şaşırtıcı!) gibi farklı tarzlardan isimleri de dinlemesine borçluyuz. Grubun bu evriminin sonuçlarına örnek olarak Besvikelsens Dystra Monotoni gibi bir şarkıda endüstriyel tınılı sert ritmlerin arasında beş-altı dakikalık yer yer Jazz atraksiyonları bulunduran akustik pasajlar kullanmalarını gösterebiliriz. Evet, konumuz ise yeni albüm... Birkaç kez ertelenen son albüm IV/Klagopsalmer geçtiğimiz ay piyasaya sürüldü. Grup bu arada Indie Recordings ile anlaştı ve yeni albüm çıkar çıkmaz, “Biz stüdyodayız canlar, yeni albüm daha farklı olacak. Çokta iyi gidiyoruz, Indie Recordings ile daha da büyüyeceğiz.” açıklamasını yaptılar. Onlar stüdyoda takıladursun, bizde Klagopsalmer’i inceleyelim. Öncelikle söylemek gerekiyor ki, Klagopsalmer, öncülü Halmstad’ın devamı gibi... Halmstad’da varolan deneysellik ve progresiflik bu albümde bir adım daha öne taşınmış. Tahmin edebileceğiniz gibi çok uzun şarkılar bulunuyor. Genel atmosfer yine karanlık ve kaotik ama Shining’in alışageldik depresif havasının yerine daha nefret dolu bir hava bulacağınızı söyleyebilirim. Oldukça agresif başlayan albüm, sonlara doğru depresif yönünü arttırıyor. Prodüksiyon son üç Shining albümünde olduğu gibi gayet iyi ve net ki bu durum Black Metal gruplarının genelde yanaşmadığı bir durumdur, fakat Halmstad ile karşılaştırıldığında biraz daha kirli bir prodüksiyonun olduğu ortaya çıkıyor. Albüm gitar soloları açısından resmen bir şölen içeriyor, yer yer karşılıklı düello şeklinde atılan sololar şarkılara ayrı bir tat katıyor. Kvarforth’un vokalleri ise sözlerde vermek istediği nefreti direk dışarı kusan cinsten, açıkçası kendisinin vokallerine yabancıysanız alışmanız biraz uzun sürebilir çünkü tam anlamda sevebilirsiniz ya da nefret edebilirsiniz tarzı bir vokal stilini uyguluyor. Bu albümde yer yer temiz vokallerini de kullanmış. Şarkılara gelirsek, albümün oldukça agresif başladığını söylemiştim. İlk şarkı Vilseledda Barnasjälars Hemvist, Fredric Gråby ve Peter Hoss’un ezici gitarları ve Rickard Schill’in zil oyunları ile yüksek tempoda başlıyor ve agresifliğini hiç kesmiyor. Karşılıklı gitar soloları ve arka planda oldukça derinden gelen gotik klavye nağmeleri ayrıca dikkat çekiyor. Plågoande O’Helga Plågoande, Opeth’i hatırlatan ezici ve yoğun bir girişe sahip, 2:38’de giren akustik kısımla birlikte Kvarforth temiz vokallerini sergiliyor ve şarkı karanlık bir ninni gibi tınlayan ksilofon sesleriyle son buluyor. Albümün ikinci en uzun parçası Fullständigt Jävla Död Inuti, akustik bir girişle bizleri karşıladıktan sonra yine sert gitarlar devreye giriyor, şarkı yer yer Doom Metal tadında melodilerle tempoyu düşürüyor, karşılıklı sololar ve sonlara doğru tekrar giren akustik kısım ile albümdeki en çeşnili şarkılardan birisi oluyor. Albü-
mün dördüncü şarkısı Ohm ise cover bir şarkı, doksanlı yıllarda aktif olmuş Norveçli grup Siegmen’in Total albümündeki şarkı Shining’in elinde çok farklı bir tat kazanmış. (Söz konusu albümü mutlaka dinlemenizi öneririm.) Grup şarkıyı metal temeline almış, Kvarforth’un ise temiz ve fısıltı vokallerini kullanarak şarkıyı seslendirmiş. Şarkının orijinal solosuna oranla daha “shred” sololar kullanan grup, şarkının bitişini ise orijinalinden bile daha tatlı hale getirmiş. Şarkının bitiş melodisine girdiği 4:19’dan sonrasına grup tam bir “jam session” havasına sokarak uzun bir solo eklemiş. Shining için çok farklı bir ekleme olmasına rağmen şarkıya oldukça iyi gitmiş ve çok keyifli bir eklenti olmuş. Krossade Drömmar Och Brutna Löften, Shining albümlerinde alışık olduğumuz kısa sakinçalarlardan birisi, adı gibi (TR: “kırılmış düşler ve tutulmamış sözler”) gayet umutsuz ve depresif akustik gitar nameleriyle beş dakika boyunca dinleyeni hüzüne boğuyor ve albümün “ağa parçası” Total Utfrysning’e hazırlık görevi görüyor. Total Utfrysning ise albümdeki en uzun parça, hatta gayet uzun bir parça zira 16 dakika sürüyor. Yanılmıyorsam Shining’in şu ana dek yaptığı en uzun parça... Uğursuz melodiler ve vokallerle açılan parça, ikinci dakikada eklenen klavye eklentili gitar yürüyüşüyle Doom Metal tadına giriyor. Şarkı albümdeki en kaotik ve depresif parça, diğer şarkılar daha agresif ve nefret dolu bir tondayken bu parça depresyon hissini birebir veriyor. Şarkıda kullanılan keman ve klavye takviyeli akustik kısımlar oldukça karamsarlar, şarkıya sekizince dakikada giren solo ise yeni bir Längtar Bort Från Mitt Hjärta vakası diyebilirim. Söz konusu şarkının giriş solosunu bilen Shining dinleyicileri anlayacaklardır. En az o kadar pislik bir solo söz konusu... Şarkının son dört dakikası ise klavye ve keman eşliğin oldukça karamsar bir kapanışa ev sahipliği yapıyor ve tüm moralinizi sömürerek albüm bitiyor. Her ne kadar daha çok vukuatlarıyla gündeme gelseler de Shining elemanları gerçekten iyi müzisyenler ve Klagopsalmer’de bunu daha da iyi kanıtlıyor. Albümdeki tüm parçalar çok güçlü ve birbirlerini birebir tamamlıyorlar. Grubun gittiği yön kimi hayranlarını tatmin etmeyebilir ama kalitenin asla düşmediği de bir gerçek... Evet, Klagopsalmer yorucu bir albüm, zaman isteyen bir albüm ama içine girildi mi de gayet keyif veren bir albüm... VII şeklinde adlandırılacak yeni albümde neler olur ve ya olmaz, bilinmez ama şimdiden bildiğimiz birşey var ki Shining yine şaşırtacaktır. Kvarforth, The Sarcophagus’ta... Ülkemiz Black Metal gruplarından The Sarcophagus’un “Towards The Eternal Chaos” albümlerinde yer alan ‘Misanthropic’ ve ‘The Sarcophagus’ şarkılarında Kvarforth vokal görevini üstlenmiş. Söz konusu iki şarkı herhangi bir sorun olmadıysa geçtiğimiz ay içinde Hate Cult adında single olarak ayrıca yayınlanmıştı.
“Benden bir hikâye mi anlatmamı istiyorsunuz, öyleyse yolumuz çok uzun. Geçmişle geleceğin anlatıcısı kılığına girdiğim şu zamanda çok zorlu ve derin bir yola girdiğimin farkındayım ama en azından yolun sonunda yüzümün gülümseyeceğini ve bir şeylerin artık yerli yerine oturacağını da düşünüyorum. Bu yılların dışavurumu olabilir ve bir şeylere bağlılığın sonucunda “dinlemek” eyleminin hayatımızda ne kadar da önemli ve etkili bir eylem olduğunun da altı kalın kalemle çizilmelidir. Yola devam…”
PROGRESSIVE ROCK DENİLİNCE… İlk tohumlarını 1960’lı yıllarda ekmiş, kelime olarak “gelişen, ilerleyen, ilerici” anlamına gelen, kendi içerisinde barındırdığı ciddiyet ve virtüözite ile çok gelişkin bir yapı geliştiren, dolayısıyla birçok alt dala ayrılan, aslında tek olarak bir şey ifade etmeyen fakat bazı ana akım müzik türleriyle birlikte anlam bulan çok geniş bir çerçevedir. Bir şarkı veya genel olarak ifade edersek herhangi bir müzik türü çok net bir şekilde progressive olabilir, bu onun içerisinde barındırdığı farklı ritimlerle, doğaçlama formuyla ve şarkı içerisinde işlediği hikâye ve konuyla açıklanabilir. Daha net olarak açıklarsak bir etnik müzik bestesi veya bir pop şarkısı, beste formunun farklılığından dolayı progressive olabilir ve bu onun çok açılımlılığını gösterir, bu bir tavırdır. Progressive rock müziğinde ise bu yazılan düşüncelerle birlikte konsept (kavramsal) albüm kavramı da ortaya çıkmaktadır. Bu düşüncede çok uzun yazılan kompozisyonlar, epik hikâyelerle desteklenen yapı ve gerçeküstü - gelecekçilik kavramlarının bile çok-
ça işlendiği, bilim kurgu hikâyelerinin anlatıldığı kozmik evren ve meditasyon dünyasıyla yakından ilgilendiği rock müziğinin en önemli sanatsal yanıdır. Gerektiğinde en protest lirikler bu tarzı icra eden topluluklar tarafından yazılır. Üretilmiş bir albüm içeriğinde bir hikâyenin anlatıldığı çalışmalar genellikle Progressive Rock toplulukları tarafından oluşturulur. Bunun en büyük sebebi de beste formlarının bir hikâyeyi anlatmaya çok uygun olması ve üretilen eserin geniş çerçevede çok açılımlı olmasından kaynaklanır. Progressive rock bünyesinde başta caz ve klasik müzik olmakla beraber blues, folk, elektronika, psychedelic, pop ve bilimum deneysel müzik çalışmalarını barındırır.
Progressive Rock Dinleyicisi Eğer bir Progressive Rock dinleyicisiyseniz ucundan kıyısından bu müziğe gönül vermişseniz hayatınızda var olan önceliklerin bir kısmını da arka plana atmışsınız demektir. Bekârsanız evlenmek istemez, evliyseniz aile hayatınızı bir
daha gözden geçirirsiniz. Bu hemen hemen çoğu ciddi dinleyicinin yaşadığı bir gerçektir. Artık sizin için hayatınızda gerekli öncelikler yerine bir adet cd çalıcı, en iyisinden bir pikap, düzinelerce cd ve plaklar, dvd’ler, konser kayıtları, posterler, dergiler ve festivallere gidiş bileti gereklidir. Hoş şu zamanda bir mp3 çılgınlığı yaşanıyor fakat bir Progressive Rock dinleyicisi de çok sevdiği bir topluluğun albümünü aniden görünce almadan edemez. Bu her müzik tarzının dinleyicisinin yaptığı bir şey gibi görünse de bir Progressive Rock dinleyicisinin hastalığına erişemez. Albüm alınınca kapaklar ve sözler dikkatle incelenir, içerisindeki bilgilere bakılıp bir süre etkisinde kalınır ve bu yüzden de Progressive Rock dinleyicisi her şeyiyle onu yaşar, ondan zevk alır. Bu uğurda sevdiğimiz grupları her gün daha çok dinlemeye başlar, genel olarak ona bağlanır, benzer toplulukları da inceler ve takip etmeye başlarsınız ve bir bakmışsınız ki elinize farkında olmadan yüzlerce materyal geçmiş. Birde Progressive Rock ile arası iyi olmayan dinleyiciler vardır
ki onlar ise bu müzikten oldukça uzaktırlar. Sorun anlayamamaktan kaynaklanmaz, gerçek sorun uzun pasajlı, 20–25 dakikayı aşan bestelere karşı ön yargılı olmaları, onları dinleyememeleri ve hemen sıkılmalarından kaynaklanır. Caz, klasik müzik, elektronik veya diğer tarzlarla içli dışlı olmak Progressive Rock dinlemeyi kolaylaştırır, aksi takdirde bu müziğe tahammül bile edemezsiniz. Günümüzde bilgisayardan müzik dinlemek epey revaçta, bu sebeple bir 20 dakikalık Progressive Rock eserini dinleyebilmek için onu gerçekten sevmeniz gerekiyor, yoksa her üç dört dakikada diğer şarkılara atlayabilirsiniz. Bu müzik tavrının genel yapısındaki oluşumunda belirli kıstaslar vardır ve bu sebeple bu tartışmalar sürer gider. Bunlardan birincisi bu müzikteki eski-yeni tartışmasıdır. Progressive rock’ın diğer müzik türlerinde olduğu gibi 70’li yılları temel alıp bunu 80’lerle 90’larla ve 2000’li yıllarla karşılaştırmak sorunsalı hep olagelmiştir. Kimi dinleyici bu müziğin doğuşuna tekabül eden yıllar-
daki grupları temel alıp diğer dönemlerin gruplarını ve isimlerini dönem soundlarından ve müzikalitesinden dolayı dinlemez, kimi dinleyici de vardır ki 70’li yılların Progressive Rock gruplarını es geçip tamamiyle 80 ve sonrasıyla ilgilenirler ve tartışmalara sebep olurlar. Bu duruma bir de geniş açıdan yaklaşan müzikseverler vardır ki kendileri de her dönemi takip edip sofistike yorumlarda da bulunabilirler. Bu kadar çeşitli düşünceler arasında 70’li yıllardan bir topluluğu 2000’li yıllarda takip eden, ondan etkilenen bir grup, anında taklitçi veya nostalji olabilir. Kıstaslardan ikincisi ise yine yukarıdaki düşünceyle bağlantılı olan Progressive Rock’ın diğer tarzlardan üstünlüğüne inanan dinleyici tipidir ki kendileri kalitesiz olduğuna inandığı müzikleri direkt olarak reddeder, kendileriyle bu durumu tartışamazsınız, hem de hiç! Yolumuz çok uzun demiştik, evet şu zamana kadar Progressive Rock denilince ilk olarak akla nelerin geldiğini, dinleyicilerin genel özelliklerini, bu müziğin ana hatlarını açıklamaya çalıştık. Bundan sonra ise bu müzik türünün icra edilmesinde en büyük paylara sahip olan Hammond Org, Moog Synthesizer ve Mellotron hakkında biraz bilgi verip bu müzik türü içerisinde yer etmiş bazı ana alt dalları gözden geçireceğiz. Daha sonra ise büyük Progressive Rock gruplarından şöyle bir bahsedip tarihin tozlu raflarına doğru, pek bilinmeyen, dağılıp gitmiş, dağıldıktan sonra tekrar devam eden, tek albüm çıkarıp ortalıktan kaybolmuş ve bunun yanında etki de bırakabilmiş toplulukları açıklamaya ve size hatırlatmaya tanıtmaya çalışacağız. Bu yolda elbette eksiğimiz çok olacak fakat en azından yazdığımız kadarının da yararlı olacağının kanaatindeyim.
HAMMOND ORG, MOOG SYNTHESIZER ve MELLOTRON Eğer konu Progressive Rock ise çok önemli bir konudur. Aslen bir mühendis olan Laurens Hammond’un 1930’lu yıllarda tasarladığı Hammond Org aslında çok daha önceleri kiliselerde kullanılan Pipe Organ’a (Kilise Orgu) alternatif olarak üretilmiştir. Bu üretimin asıl sebebi ise kilise orgunun o zamanlarda çok büyük ve ağır olmasıydı. Çalıştırmak için de insan gücü kullanılırdı ve bu klasik müzik için de biçilmez kaftandı. Hammond Org ise 1930’larda tasarlanıp üretilmesinin ardından rock müzikte kullanılması ancak 60’lı ve 70’li yıllara rastlar. Daha çok caz, gospel (kilise müziği), blues ve rock müzikte kullanılan bu çalgı aletinin B-3 ve C-3 olmak üzere
iki çeşidi bulunmaktadır. Rock müzikte ise daha çok B-3’nin etkisini gözlemlemekteyiz. Progressive rock tavrı içerisindeki gruplarca çok kullanılmaya başlanan bu müzik çalgısının dinleyicileri etkisi altına alması bir tarafa, içerisinde sadece bu çalgı var diye albüm alan dinleyicilerde bulunmaktadır. Ve bu anlayış içerisinde Hammond Org’un Progressive Rock’taki en önemli müzik çalgılarından birisi olduğunu yazabiliriz. Moog da üniversite eğitimini elektrik ve fizik mühendisliği dallarında almış olan Robert Moog tarafından üretilen analog bir synthesizer’dır. Robert Moog bunu Leon Theremin isminde bir Rus bilim adamının yaptığı Theremin adlı enstrümandan etkilenerek oluşturmuştu. Daha çok elektronik müzikte kullanılan bu synthesizer’ın Progressive Rock içerisindeki önemi yadsınamaz. Aynı şekilde caz, pop ve bazı film müziklerinde de kullanılmıştır. Birçok modeli bulunmakta olup bunların içerisinde mini moog, multi moog, modular moog, moog prodigy gibi çok kullanılanları vardır. Sesinin neye benzediğini ise tarif edemeyeceğim bu synthesizer’ın müziğin derinlik kazanmasındaki en önemli unsur olduğunu belirtmeliyim. Mellotron ise modern synthesizer gibi suni bir sesi olmayan genellikle rock, psychedelic, punk ve post rock gruplarınca kullanılan ve İngiltere’de üretilen bir klavyedir. Mellotron’un 60’ların ve 70’lerin Progressive Rock gruplarınca kullanılır olması ve moog ile birlikte çok iyi bir ikili oluşturması sebebiyle onlara bir kardeş gözüyle bakabiliriz. Mellotron sayesinde çok iyi bir ses örneklemesi yapabilir birçok synthesizer’ın yapamadığını yapabilirsiniz.
BAŞLANGIÇLAR… Yazının başlangıcında 1960’larda ilk tohumlarının ekildiğini belirttiğimiz Progressive Rock’ın öncelikle blues rock ve folk rock türleriyle harmanlanan psychedelic rock ile ilişkisini göz ardı etmememiz gerekir. 1960’larda en yetkin ürünlerini veren Cream, The Nice ve The Byrds gibi toplulukların oluşturduğu karakteristik müzik ile Amerikalı Grateful Dead ve İngiliz The Beatles topluluğunun o dönem yaratılan çoğu müzik türlerini etkilediği de doğrudur. Psychedelic rock’ın muhteviyatındaki blues esintileri, gitar efektleri ve deneysel dediğimiz doğaçlama formlarına yakın oluşu da bir anlamda bu duruma etki eden diğer bir faktördür. Progressive rock ise bu etkilerden nasibini o yıllarda bir şekilde almış olup The Beatles’ın çok önemli bir hamle göstererek Prog-
ressive Rock’a bir köprü oluşturduğunu da dile getirebiliriz. The Beatles’ın “Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band”(1967) albümü psychedelic yapısıyla ilk Progressive Rock örneği olduğunu bize gösterir. Bu düşünceyi sağlam müzik eleştirmenleri de kabul ederler. Albümün o kadar görkemli olmasının sebebi de müzikle resim yapıldığının ilk örneği olmasından ve şiirsel yapısıyla herkese hitap eden bir yönü olduğundandır. İlk konsept albüm özelliği de taşıyan bu çalışmada o güne kadar ki rock müzikte pek kullanılmayan mellotron da “Strawberry Fields Forever” adlı bestede kullanılmıştır. Bu çok önemli bir bilgidir ve bu sayede de albümün neden progressive sınırlar içerisinde gezindiğinin de bir anlamda açıklaması olur. İlk olarak İngiltere’de yeşeren Progressive Rock tavrına zaman içerisinde İngiliz grupları damgasını vurur. Pink Floyd, ELP, Jethro Tull, Genesis, King Crimson, Renaissance, Pentangle, Camel, The Moody Blues, Caravan, Hawkwind, Gentle Giant ve Van der Graaf Generator gibi topluluklar dışında Almanya’dan Eloy, Amon Düül I-II, Tangerine Dream, Kraftwerk, NEU!, Faust ve Can, Kanada’dan Rush, İtalya’dan Premiata Forneria Marconi, Banco del Mutuo Succorso, Fransa’dan Magma, İsveç’ten Kaipa, Samla Mammas Manna ve Finlandiya’dan Wigwam ise Progressive Rock tavrının majör örnekleri olarak sayılır. Tabii 60’ların sonunda ve 70’li yılların başlarında kurulmuş ve albüm yayınlamış o kadar çok topluluk var ki bunlar sadece yukarıda saydığım gruplar kadar etki bırakamamıştır. Biz sadece en çok bilinen isimleri saydık. Bu topluluklar Progressive Rock janrı içerisinde kendi aralarında alt türlere ayrılır. Bu alt türlerin nasıl oluştuğu da bu grupların müziklerindeki stillere bağlıdır. Bir topluluk birçok alt türe girebilir, bunun sebebi de müzikal etkileşimlere girdiği müzik tarzlarına bağlı oluşuyla açıklanabilir. Ama bir topluluk genel olarak bir alt türün bütün stillerini müziklerinde barındırdığı için o alt türe girer. Müzikleri böylesine sınıflandırmak ve kesin olarak bir isim koymak aslında doğru mudur tartışılabilir ama çok geniş çerçevede ele alırsak, Progressive Rock gibi sonu belli olmayan, her noktası değişik yerlere çıkan koskoca bir dünya içerisinde yer alan farklı ülkelerin farklı yaşam tarzları ve özellikleri olması gibi bir mantığa oturtulabilir. Gerçekten de bu müzikte kimi grubun sınırları daha geniştir ve kültürleri farklıdır, kimi topluluğun ise daha dar ve daha küçüktür. Caz ve folk müziklerden oldukça etkilenmiş bir rock grubu için Progressive Rock janrı içerisinde “bu grup sadece rock yapıyor” şeklinde bir cümle
sarfedilmesi onun yetersiz bir şekilde anlamlandırılmasıdır. Bunun için belirli sınırlar konmuştur. Bu sınırlar belki bugünün bazı müzik yazarlarınca daha da dallandırıp budaklandırılmaktadır, bu da yanlıştır. Ama müziği böylesine geniş bir çerçevede işleyen bir tavrın da yerlerine doğru oturtulması için bazı kategorilere ihtiyaç duyulmaktadır: Prog folk, neo-prog, zeuhl, psychedelic space rock, canterbury Progressive Rock v.b. gibi…
PROGRESİF ROCK İÇERİSİNDEKİ BAZI ALT TÜRLER Psychedelic Space Rock Her ne kadar Progressive Rock alt türü olarak geçse de bu birbirinden ayrı iki tarz aslında Progressive Rock müziğinin temelini oluşturmuştur. Burada psychedelic / space rock ile psychedelic Progressive Rock konularına bir açıklık getirmemiz gerekiyor. Genelde bu iki tanımlamayı birlikte ele alırlar ve hepsi de Progressive Rock’a ilk elden etkiyi yapan, çok genel ve çok detay-
lı ana akımlardır. Psychedelic rock, LSD etkisinde müzik yapan, beat jenerasyonu ile alakalı, gitar efektlerini sonuna kadar kullanıp bunların içerisinde doğaçlamalarla müzikal bir mastürbasyon yaşatan toplulukları içine alır. Space rock tanımı ise müziklerinden ziyade işlediği bilimkurgusal konularla öne çıkan gruplara verilen genel addır. Psychedelic rock ile müzikal olarak bağlantıları vardır fakat dediğimiz gibi farklılık işlenen konulardan ortaya çıkar. Bir psychedelic grubun, space rock sayılabilmesi için bu gereklidir. Günümüzde bu kategorileri yapan bazı müzik yazarları, siteler vs. çok daha önce psychedelic Progressive Rock tanımı içerisinde space kavramını kullanmıyorlardı ama ilerleyen zamanlarda “space” kavramının da buna dâhil edildiğini görüyoruz. Psychedelic ile progressive akımları birbirine yön veren akımlar olarak görülse de ikisi çok farklı alanlara çıkar ve zaman içerisinde buna psychedelic Progressive Rock adı verilir. Bu müzik tanımlarının yanında onlara destek olabilecek iki akım daha vardır ki bunlar krautrock ve canterbury adını almıştır. Mesela canterbury sound’un önemli gruplarından olan Caravan bu
bağlamda senfonik rock ile psychedelic arasında bir köprü görevi de görür. Bu konu belki de Progressive Rock’ın en karmaşık ve zor konusudur. Bir topluluk senfonik yönde ilerlerken bir albümüyle psychedelic / space rock kulvarında yer alabilmektedir. Yine bir topluluk sadece psychedelic tarzda müzik yaparken bir albümünde “space” öğelerini müziklerinde kullanarak öyle de devam etmektedir. Bu ana akımda bir topluluk sonuna kadar aynı öğeleri müziklerinde kullanmayabilir, mutlaka bir değişim gösterir ve bunu uygular ama uygulamayan gruplar da vardır tabi… Birde 70’ler döneminden bu tarzla ilgisi olmayan gruplar vardır ki onlarda kendi kulvarlarında müzik yaparlar. Pink Floyd, Eloy, Hawkwind ve Nektar bu akıma bağlıdırlar. Son dönemden ise Ozric Tentacles’in ismi sayılmalıdır.
medyası tarafından Progressive Rock’ın içerisine adapte edilmiştir ve bugün de bir alt tür olarak yer alır. Bach, Mozart, barok müzik ve klasik müzikteki romantik akımın yeri senfonik rock tanımı içerisinde çoğunlukla yer alır. 60’ların sonlarında King Crimson, Pink Floyd gibi toplulukların albümleri yoğun olarak senfonik öğeler taşımasa da yine içerisinde bir parça bu etkiye rastlanmıştır. İlk dönem eserlerde Progressive Rock grupları sadece klavye, synthesizer ve moog gibi enstrümanlarla bu senfoni etkisini başarıyla müziğin içerisine yerleştirmişlerdir. YES, Genesis, ELP, The Nice, Aphrodite’s Child, Beggar’s Opera, Renaissance ve Camel gibi gruplar bu akıma bağlı müzik yaparlar.
Senfonik Rock/ Senfonik Progressive
Canterbury sound İngiltere’de gelişen bir Progressive Rock akımıdır. Bu akımın en büyük özelliği bu akıma bağlı grupların caz, fusion ve psychedelic müziği sentezlemesidir. Bu tarzı icra eden gruplar her ne kadar farklı soundlar sergilese de özünde bu iki müzik yatmaktadır. Bu se-
Senfonik rock kaba tanımla Progressive Rock alt türü gibi görünüyor fakat aslında Progressive Rock’tan apayrı ve tek başına irdelenmesi gereken çok geniş bir türdür. Ama zamanla müzik
Canterbury Sound
beple yollar tek yere çıkar. Bu akımın en önemli grupları arasında ise Caravan, The Soft Machine ve Gong’dur. Zamanımızda ise bu tarz belli başlı gruplar tarafından yaşatılmaktadır. Günümüzdeki en önemli temsilcisi ise Gentle Giant etkili müzik yapan Amerikalı grup Echolyn’dir.
Caz Rock/Fusion Ana müzik stillerinden olan caz sadece kendi başına bile çok geniş bir tarzdır. Klasik müziğin ciddiyeti ve özgür açılımlara yer vermemesinin aksine caz doğaçlamaya yakın, serbest ve özgür çalışmalar içerir. Klasik caz türün ana öğesi olup yanında birçok alt tarzı da getirmektedir. Fusion bunlardan en eklektik olanına sahiptir çünkü salt caz yanında fusion’un içerisine her tür müzik girmekte bunları doğaçlama şeklinde olsun başka tarzlarda olsun yorumlanmaktadır. Her ne kadar cazın alt türü olarak görünse de ayrı olarakta ele alınabilir. Caz Rock ise 60’larda yeşermeye başlamış ve o zamanının kült gruplarından etkilenimlerle bugüne kadar gelmiştir. Progressive Rock içerisinde o kadar çok caz rock ve fusion sanatçısı/grupları vardır ki bu isimler bu müziğin temelini de oluşturmaktadır. Sırf bu sayede Progressive Rock alt tarzlarından birisi olan Canterbury Sound’un içerisindeki yoğun caz ve fusion etkisi buna örnek gösterilebilir. Frank Zappa, Mahavishnu Orchestra, Weather Report, Colloseum, John McLaughlin, Allan Holdsworth, Pat Metheny bu müziği icra eden kült müzisyenler ve gruplardır.
Krautrock İngiliz askerlerin Alman askerlerini “gereksiz” anlamında “kraut” diye çağırmasından kalan bu
isim zamanla benimsenmiş ve rock müzikle ilişkilendirilmiştir. Aşağılayıcı bir sıfat olması dolayısıyla daha sonra german rock olarak adlandırılan krautrock, Almanya’da doğan geniş bir müzik tarzıdır ve Progressive Rock akımı olarak geçer. Bazı yerlerde “kozmik müzik” sıfatı da taşır. 1968 olaylarının çıkması dolayısıyla o dönemde yeşeren öğrenci hareketleri ve anarşist eylemlerin sonucunda gelişen bu akım sayesinde Almanya özgür müzik hareketlerine de başladı. Komün halinde yaşamalar sayesinde saatlerce birlikte olup müzik yapabiliyorlardı. İşte krautrock tam bu sırada doğdu. Müzikal açıdan deneyselliğin sınırlarını zorlamaları, yenilikçi olmaları ve elektronik müziğin doğuşuna ön ayak olmaları da işin cabasıydı. Ses alanında birçok yeniliğe el attılar, liriksel olarak da anarşizmin getirdiği yoğun bir protest duyguyla çalışıp şarkılar yazmışlardı. Savaş karşıtlığı, çiçek çocukları tripleri de beraberinde geliyor ve bir anlamda her şeyi yeniden başlatıyorlardı. Bu tarzın en bilinen grupları ise sırasıyla Kraftwerk, Can, NEU!, Amon Düül II ve Faust’dur.
Neo-Progressive Rock Progressive rock’ın en değer gören alt dallarından birisidir. 1980’lerde filizlenmeye başlamasının yanı sıra içerisinde barındırdığı pop melodileri ve az, kıvamına yardımcı olacak derecede elektronica etkilerini içerisinde taşır. Progressive rock’ın bu alt dalının ilk olarak İngiltere’de filizlenmeye başlaması ve Genesis’in 70’lerin sonunda ve 80’lerin hemen başında yayımladığı albümlerin yoğun etkisi sonucu oldu. Camel ve YES’in 80’lerin hemen başlarındaki çalışmalarının bu tarzın neredeyse temelini atışı, İngiltere’de Ma-
rillion ve IQ gibi grupların müziğe başlaması, arkasından bir sürü neo-prog gruplarının kurulmasına da yol açtı. İngilizlerin bu tarz müzikte daha yetkin oldukları bilinmesine karşın ilk dönemlerde Amerika ve son dönemlerde de Avrupa prog müziğinde neo prog etkili toplulukları görmek mümkündür. Neo Progressive Rock müziği içinde barındırdığı yoğun duygusal pasajlarla diğer alt dallardan ayrılıyor. 1980’lerdeki Neo Progressive Rock albümlerinin soundu çok çiğ olmakla birlikte 80 dönemindeki o müzikal etkileri de üzerinde taşır. Bazı albümlerde high-tech soundu bile çok belirgindir. 90’lı yılların başlaması ile birlikte özellikle Amerika’daki grupların çalışmaları ile bu etki yavaş yavaş ortadan kaybolur, yeni yeni topluluklar ortaya çıkar ve bugünkü halini alır. Marillion, IQ, Pallas, Pendragon, Arena, Twelfth Night, Iluvatar bu akımın önde gelen isimleridir.
Progressive Folk Folk kendi başına öyle güçlü bir müziktir ki bunu Amerikan ya da İngiliz folk müziğinden anlamaktayız. Amerika’dan Woody Guthrie, İngiltere’den ise Bert Jansch, Nick Drake ya da Ralph McTell gibi ustalar tek başlarına birer orkestra gibidirler. Sözleriyle bir yerlere dokundururken müzikleriyle eşsiz büyüler saçarlar. Bu isimler zaman içerisinde elbette rock gibi v.b müzik türlerine etki etmiştir. Folk rock, folk müziğin rock ile birleşiminden doğmuştur. Bunun içerisine progressive yapının eklenmesi ise şöyle açıklanabilir. Bu Amerikan,
İspanyol ya da İngiliz folk müziği olabilir, fark etmez. İçerisine bazı avantgarde caz öğeleri yerleştirilmiş ve buna deneysel klavye partisyonları da eklenmişse müziğin kimliği bir anda değişir. Deneyselliğin olduğu yerde progressive yapı hemen yanı başındadır, çünkü onun içerisinde geliştirici ve ilerletici bir özellik mevcuttur. Genel hatlarıyla kullanılmış folk enstrümanlarının daha da virtüözite içeren yapı ile yorumlanması prog folk gruplarının bir özelliğidir. Sıradan bir folk grubu pek fazla değişken ve melodik yapı kullanmaz. İlerici gruplar ise aksine enstrümanı son derece özgür kullanır ve diğer ülkelerin geleneksel folk müziklerini de bestelerine adapte ederler. İngiliz folk müziği başta olmak üzere İspanya, İtalya, İrlanda, Amerika, Almanya, Finlandiya gibi birçok ülkenin progressive folk yapan grupları mevcuttur. Psychedelic folk ve acid rock olmak üzere iki alt kolu vardır. En büyük prog folk grupları ise Fairport Convention, Pentangle, Jethro Tull, Strawbs gibi topluluklardır.
Zeuhl Fransız grup Magma’nın oluşturduğu bir akımdır. Magma üyesi Christian Vander’in yazdığı yapay bir dil ile şarkıları icra ederler. Bu, akıma bağlı her grup bu dili kullanmak mecburiyetinde değildir, sadece Magma grubuna ait bir özelliktir. Müzikal olarak ise çok güçlü avantgarde caz unsurlarıyla beraber opera ve klasik müzikten de yoğun olarak etkilenirler. En önemli zeuhl grupları ise Magma, Happy Family, Bondage Fruit ve Eskaton’dur.
20 ALBÜMDE PROGRESSIVE ROCK Bu yazıda pek bilinmeyen grupları ele alacağız fakat bu müziğin başlamasına sebep olan ve dinlenilmesi elzem olan topluluklar ve albümler vardır onları da açıklamazsak taşlar yerli yerine oturmayabilir. İlerideki sayfalarda yer alacak onlarca grup şimdi yazacağımız gruplar ve albümlerden çok etkilenmiş, zaman zaman onların açtığı yoldan ilerlemiş ve müziklerini geliştirmişlerdir. Şimdi ise bu topluluk ve onların çıkardığı klasiklere bir göz atalım ve yine yinelemekte sakınca görmüyorum ki bu albümleri dinlemeden diğer sayfalarda yer alan toplulukları dinlemeyin. İlk önce işin ustalarını bilmek ve sonrasında devam etmek gerekir. 1 – PINK FLOYD A Saucerful of Secrets (1968) Bir ruhsal karmaşanın yarattığı psychedelic Progressive Rock albümü. Bu albümün önemi çok büyüktür. Çünkü Syd Barrett gibi bir şahsiyetin beyninin içerisinde oluşan bu nadide eser ileri dönemlerde ortaya çıkarılmış çoğu psychedelic albümün temelini atmıştır. Dinlenilmezse büyük bir eksiklik yaratacak ve Barrett’in dumanlı ortamlarda geçirdiği ve üretimlerde bulunduğu anları anlayamayacaksınız. 2 – YES Close to the Edge (1972) 1971 yılı “Fragile” albümü ile bunu ortaklaşa tavsiye etmekten başka çare yok. Steve Howe’u Chris Squire’ı Bill Bruford’u ve Rick Wakeman’ıyla YES 70’lerin en şaşalı yıllarına damgasını bu albümle vurmuştur. Jon Anderson’un farklı sesi de o dönemde çok tutulmuş ve grubun başarılı olmasındaki en büyük etkenlerden birisi olarak düşünülmüştür. Senfonik Rock deyince ilk adres olmalıdır. YES bu, dinlememek olmaz.
3 – KING CRIMSON In the Court of the Crimson King (1969) “‘21st Century Schizoid Man”i ve “Epitaph”ıyla kusursuz bir başyapıt. Progressive Rock listelerinde çoktan en üstleri ele geçirmiş bu albüm gitar dehası Robert Fripp’in beyninden çıkma o klasik sound ile müzik dünyasına koskoca bir imza atıp gitmiştir. Albüm kapağı ile zaten ilgi çeken bu çalışma her yönü ile klasikleşmiş durumda ve arkadan gelen birçok grubu da yoğun bir şekilde etkiliyor. 4 – PINK FLOYD The Dark Side of the Moon (1973) Syd Barrett’in ardından gruba gelen David Gilmour’un kalbinin Roger Waters’ın beyni ile beraber yarattığı bu efsane albüm Rick Wright’ın klavye soundu ile en yükseklere çıkıyor ve zamanının ötesinde her zaman güncel kalabilecek bir yapı da barındırıyordu. “The Dark Side of the Moon” hala deli gibi satılıyor, eğer bu efsane albüm bir şekilde unutulduğu takdirde sağlam ayaklardan birisi de artık olmayacaktır. Bu albümden sonra gelen “Wish You Were Here”, “Animals” ve taş gibi sağlam bir “The Wall” kaydını unutmamak gerekir. 5 – EMERSON LAKE & PALMER Brain Salad Surgery (1973) Bu topluluğun “Tarkus” albümü de köşe taşlarından birisidir ama “Brain Salad Surgery” her anlamda biraz daha ön planda. Gerek müzikalitesiyle olsun gerek düşünsel açıdan duruşu ile olsun senfonik Progressive Rock denildiğinde akla gelecek ilk al-
bümlerden birisidir. Keith Emerson’u Carl Palmer’ı ve Greg Lake’i mutlaka tanımalı ve bilmelisiniz yoksa bu efsane müzisyenler yüzünden çarpılma olanağınızda yüksek. “Brain Salad Surgery”. Sadece kapağına bakın ve müziği düşünün. 6 – JETHRO TULL Thick As A Brick (1972) Tarih 1972 ve Progressive Folk yılları. Jethro Tull bu işin öncülerinden birisidir ve öyle bir yol açmıştır ki ardından gelen yüzlerce topluluk onların izinden gitmiş ve başarılı olmuştur. Biri 22 diğeri ise 21 dakika süren epik folk besteleri yüzünden bu albüm bir klasik olmuştur. Ian Anderson’un şiirsel flütleri de bunun yanında cabası. Fairport Convention ile akrabalık bağları bulunan bu efsane topluluk hala iyi işler yapmaya devam ediyor. 7 – GENESIS Selling England By The Pound (1973) Genesis Progressive Rock denilince ilk dönemleri hemen akla gelmelidir. “Foxtrot”, “Nursery Crime” ve özellikle bu albüm sayesinde büyük bir kapı açılmış ve arkalarında yüzlerce topluluk onları takip etmiş ve Genesis klonu sayılabilecek topluluklar doğurmuştur. Neo-Progressive ilk önce nereden doğdu? Hangi grup yüzünden bu akım meydana geldi cevabı ise Genesis’te saklıdır. Buyurun! Steve Hackett, Tony Banks, Phil Collins, Peter Gabriel ve Mike Rutherford. Bu isimlerin hepsi birer değerdir. 8 – VAN DER GRAAF GENERATOR Pawn Hearts (1971) Peter Hammill ve David Jackson öncülüğünde gelişmiş kendine özgü bir müzik yapan efsane topluluk. Peter Hammill’in kendine özgü vokalleri ve hem alto hem de tenor saksafonu aynı anda çalabilen bir David Jackson. Bu albümün çok önemli olmasının sebe-
bi Van der Graaf Generator’un altın yıllarına denk gelmesi ve progressive müziğin daha da fazla gelişmesine neden olmasıdır. 70’lerdeki her albümü detaylı olarak incelenmesi ve takip edilmesi gereken çok önemli bir topluluktur Van der Graaf Generator. Kuantum Fiziği ile ilgilenenler ve bu konuya merak salanlar için biçilmez kaftandır bu topluluk. 9 – RUSH 2112 (1976) Kanadalı bu efsane topluluk hard rock ve Progressive Rock arası müzikleriyle 70’lere sıkı bir şekilde damgasını vurmuştur. Ayn Rand’ın bir kitabından etkilenipte ortaya çıkardıkları bu albüm artık bir klasik sayılmaktadır. Geddy Lee, Alex Lifeson ve bir davul profesörü olan Neil Peart sayesinde progressive müziğe güçlü bir imza atmışlar ardından gelen yüzlerce Progressive Rock ve progressive metal gruplarını derinden etkilemişlerdir. Bu albümle birlikte “Moving Pictures” ve “Hemispheres” mutlak suretle dinlenmelidir. Sound nasıl yaratılır sorusunun cevabını ise “Test For Echo” ve “Snakes & Arrows” albümlerinde bulabilirsiniz. 10 – CAMEL Mirage (1974) Kısaca senfonik rock’ın başyapıtlarından birisidir. Andy Latimer Progressive Rock gitar’da bir markadır ve onun tınılarını dinlemeden ne bir sonraki dönem gruplarına geçmelisiniz ne de o grupları tanımaya çalışmalısınız. Latimer’ın öncülüğünde gelişen Camel müziği bugün en uç progressive metal gruplarında bile etkisi görülebiliyor. Müzik 1970’lerde yapılmıştır savının en büyük kanıtlarından birisi de bu albümdür. “Lady Fantasy” ve “Nimrodel” bölümlerine detaylı olarak bakmalı ve sindirilmelidir. Tıpkı “Mirage” gibi “The Snow Goose” ve “Moonmadness” iyidir ama son dönem çalışmalarına baktığınızda “Harbour of Tears” ile karşılaşmak bir bünye için olumsuz sonuçlar doğurabilir, Latimer’ın gitarıyla hüzüne dalar “Rajaz” albümüyle ise uzaklara dalıp gidersiniz. 11 – ELOY Ocean (1977) Atlantis’in doğuşunu yükselişini ve batışını anlatan büyük albümlerden birisi. “Poseidon’s Creations” –aslında çok daha uzun bir ismi vardır- en iyi açılışa sahip albümlerden birisidir, çünkü atmosferik yapısı ile sizi başka dünyaya sokar. Bura-
daki atmosferik bas ve klavye melodilerinden etkilenmemek için duygusuz olmak gerekir. Eloy psychedelic Progressive Rock tarzının sınırlarını çizmiş çok önemli bir topluluktur. Frank Bornemann önderliğinde müzik yapan Eloy 70’lerde German Rock furyasında fırtına gibi esmiştir. Dinleyiciler onları senfonik etkili ve atmosfer yaratmada kusuruz sayılabilecek bir albüm olan “Dawn”ı yaratan grup olarakta tanırlar. 12 - GENTLE GIANT Octopus (1972) Gentle Giant bu listedeki çoğu grup gibi İngiliz. Bu durum da ister istemez öncü olmayı da gerektiriyor. Tabii bunun için bazı niteliklerin de
var olması lazım özgünlük gibi. Gentle Giant aşırı karmaşık müzik yapısı ile kendine özgü olmayı başarabilmiş ve efsaneler kategorisine haklı olarak yerleşmiştir. Rock ve caz müziğini koral bir yapıyla birleştirmek Gentle Giant’ın alanına giriyor ve “Octopus” klasiği de bunun en güzel örneklerinden birisi. Bu topluluk olmasaydı progressive müziğin birçok topluluğunu bile dinleyemeyecektik. Echolyn gibi… Onlar da önemli! 13 - TANGERINE DREAM Ricochet (1975) Almanya’nın Kraftwerk ile birlikte elektronik müzikteki öncü topluluklarından birisi hatta en önemlisi. Bu konser kaydı atmosferik müziğin dönüm noktalarından birisine işaret eder. 17 ve 21 dakikalık “Ricochet” bölümleri sayesinde elektronik müzik çağ atlar. Edgar Froese, Peter Bauman ve Christoph Franke’nin bulunduğu bu konser albümü dışında “Electronic Meditation”, ve yine bir dönüm noktası olan “Phaedra”, “Rubycon”, “Stratosfear” ve “Cyclone” albümlerini iyice dinlemeli ve müziğin derinliğine inmelisiniz. Bu grubu ancak böyle anlayabilirsiniz.
14 – AMON DÜÜL II Phallus Dei (1969) 1960’larda komünal olarak yaşayan politik gruplardan en iyisi sayılabilecek derecede güçlü ve şahsiyetli bir isimdir Amon Düül II. Bilinen üç Amon Düül vardır fakat “II”.si en büyük patlamayı gerçekleştirmiş ve krautrock’ta bir marka olabilmiştir. Krautrock topluluklarına bakın, çoğu bu topluluktan etkilenmiş, “Phallus Dei” ise bir kilometre taşı albümlerden birisi olmuştur. Org, synthesizer, tamborin ve perküsyonları çok zekice müziklerine yerleştirmişler ve ortaya böylesine kült bir albüm çıkmıştır. 15 - CAN Ege Bamyası (1972) Krautrock’ın dolayısıyla Progressive Rock müziğin öncü gruplarından birisi. Efsane kişilik basçı müzisyen Holger Czukay ve klavyeci Irmin Schmidt isimlerini bir yere kazımak ve akıllardan hiç çıkarmamak gerekiyor. Amon Düül II gibi bu toplulukta politik takılmış ve zamanının komünal örgütlenmelerine destek vermiştir. Müziklerinde doğaçlama ön planda olduğu ve birçok tarzı beraberinde icra ettikleri için müzikleri kolayca kategorize edilemez ama bazı kaynaklarda krautrock olarak geçtiği de doğrudur. “Ege Bamyası” ilk dinlendiğinde anlaşılamayan ve defalarca dinlediğiniz zaman bile anlamayacağınız ilginç albümlerden bir tanesi. Öncü ve klasikleşmiş ve defalarca onun gibisi yapılmaya çalışılmış. 16 - HAWKWIND Warrior on the Edge of Time (1975) P s y c h e d e lic Space Rock’ın İngiltere’deki efsane temsilcisidir. Almanya’da Eloy ne ise İngiltere’de de Hawkwind odur ve
bu durum space müziğin daha da gelişmesine neden olmuş her iki taraftan da bombardımana uğratılan 70’ler dünyası onlar sayesinde birçok grubun kurulmasına neden olmuştur. 2000’lerin Progressive Rock dünyasında da etkileri çok rahat gözlemlenecek olan bu durum sonucunda Hawkwind’in ne kadar da önemli bir topluluk olduğunu gözler önüne seriyor. Kadrosunda Motörhead’in Lemmy’sinin de bulunduğu bu grubun “Warrior on the Edge of Time” albümü topluluğun en iyi ve en önemli çalışmasıdır. 17 – KRAFTWERK Tone Float / Organization (1969) Krautrock ve elektronik müziğin yaratıcılarından sayılan efsanevi Alman topluluğudur. Bu albüm ise onların en başarılı yönü olan sentez kurmayı ve öncü olmayı gösteriyor. Basil Hammoudi’nin perküsyonları, Florian Schneider’in flütleri ve neticesinde org melodileriyle açığa çıkan efsanevi bir çalışma. Progressive müziğin elektronika ile buluşmalarını seviyorsanız bu grubu ve bu albümü derinlemesine dinlemelisiniz.
18 – ALAN PARSONS PROJECT Tales of Mystery and Imagination (1976) Alan Parsons progressive ve elektronik müzikte bir markadır. Senfonik Rock olarakta çok büyük işlere imza atan bu müzisyen Pink Floyd’a dahi ses mühendisliği yapmış yeteneğini konuşturmuştur. Edgar Allan Poe hikâyelerinden esinlenip yaptığı bu albüm hem kendisinin ilk çalışması hem de müzik tarihinin en başarılı albümlerinden birisi sayılıyor. “I Robot” ve “Eye In The Sky” gibi çalışmalarına da bir kulak atmanız gerekmektedir. 19 - FAIRPORT CONVENTION – What We Did On Our Holidays (1969) İngilizlerin progressive folk alanındaki en büyük isimlerinden Fairport Convention müziklerinde ken-
di folk müziklerinden başka Amerikan folk ve blues müziğini de kaynaştırmasını iyi bilir. Strawbs üyesi rahmetli Sandy Denny’nin de kadrosunda bulunduğu bu topluluğun 70’lerde çıkrdığı her albüm belli bir kalitenin üstündedir ama “What We Did On Our Holidays” ile müziğe koskoca bir imza atmışlardır. Her yönüyle klasikleşmiş olan bu albümde “Fotheringay” bir başkadır. 20 – MARILLION Misplaced Childhood (1985) Genesis, Camel gibi toplulukların 80’li yıllardaki o soundu Marillion’un da kurulmasıyla neo-progressive gibi bir tarzın doğmasına yol açmıştı ve Marillion’un “Misplaced Childhood” albümü bu bağlamda tüm zamanların en iyi neo-prog klasiği olmuştu. Marillion’un üçüncü albümü olan “Misplaced Childhood” ilk albümden beri getirdiği hüzünlü bir hikâyenin de son zamanlarını anlatıyordu. “Kayleigh” ve “Lavender” bu albümden çıkan en ünlü şarkılar oldu.
Yukarıda saydığımız gruplar ve albümler dışında Progressive Rock’a çok büyük katkı sağlamış bazı isimleri de yazmadan edemeyeceğim. Bu topluluklar ve isimler ise öncelikle Frank Zappa, Mahavishnu Orchestra, Weather Report, Santana, Jean-Luc Ponty, Miles Davis, Brian Auger, Stanley Clarke, Al Di Meola, John McLaughlin, Pat Metheny, Pekka Pohjola, Joe Zawinul ve Allan Holdsworth. Bu isimlerin hepsi caz müziğine yıllarını vermiş büyük müzisyenlerdir ve progressive müziğe direkt ilk elden etkiyi yaparlar. Bunun için önemlilerdir. Bir Progressive Rock dinleyicisiyseniz bu isimlerin müziğini de tanımak gereklidir. Önümüzdeki sayıda, daha önce de belirttiğimiz gibi Progressive Rock dünyasında önem arz etmiş fakat bir türlü şeytanın bacağını kıramamış ama bir şekilde etki yaratmış topluluklara bir giriş yapacağız. Bu grupların bazıları tek albüm yapıp dağılmış bazıları ise birçok çalışmayla dinleyicinin karşısına çıkmış ama sonradan tozlu raflara kendisini yerleştirmiş gruplar olacaktır. Arada müziğe devam eden gruplarda tanıtılacak fakat onlar da eski gruplar olacaktır. (“Tarihin Tozlu Raflarında Progresif Rock” yazı dizimiz önümüzdeki sayıda devam edecek.)
IMAGES AND WORDS III EMRE DEDEKARGINOĞLU ...I look at the world and see no understanding... Selamlar, Garip bir şekilde bol yağmurlu geçen bir temmuz ayını geride bırakarak yavaş yavaş yazı da bitiriyoruz. Yıllar önce görmek için çektiğimiz grupları bir bir yurdumuzda görmeye başlıyoruz. Festivallerle, konserlerle dolu geçen temmuz ayında şüphesiz en önemli olaylar –Deep Purple konserini bir yana koyarsak- Uni-Rock Festivali ve iki sene sonra tekrar yapılan Rock’n’Coke Festivali’ydi. İki festivalinde aynı günlere gelmesi artık garip bir tesadüf ve iki etkinliktede sevdiği gruplar olanlar için işkence bir durum oldu. Uni-Rock sonrasında ise festival sırasında yaşanan trajikomik bir haber ortaya çıktı, ayrı bir dikkat çekici olaydı. (Başlıktaki Images And Words alıntısı bu olaya ithafendir.) Sırada Testament ve Faith No More var, bakalım bu konserler nasıl geçecek. Gelecek aya görüşmek üzere, müzik dolu günler...
Uni-Rock 2009... Bu ayın en önemli olayı şüphesiz Uni-Rock Festivali’ydi. Maçka Küçükçiftlik Park gibi negatif bir faktöre rağmen gayet güzel geçen bir festival oldu. Dream Theater konser yazısında da belirttiğim gibi, Maçka Küçükçiftlik festivali geçtim, tek konserler için bile uygun bir mekan değil... Geçen seneki Parkorman’ın atmosferi çokça arandı açıkçası... Neyse, zaten orada olmamızın sebebi müzikti ve müzik dolu üç güzel gün yaşadık. Festival boyu İstanbul’un oldukça sıcak olması sebebiyle sadece akşamları festivale gidebildim. (Sıcak bana pek yaramıyor. :) Zira mekanda gölgelik alan bulması da zordu. Güneş tam tepede olduğunda direk katliam sebebiydi açıkçası...İlk gün mekana geldiğimizde Magilum performansını bitirmişti ve Soul Sacrifice hazırlık yapıyordu. Sahnesi oldukça güçlü olan SS, çaldıkları süre boyunca kitleyi coşturdu ve keyifli bir performans sundu. Özgür Özkan’ın sahne hakimiyetine şapka çıkartmamak elde değil açıkçası... İran’dan gelen müzikseverleri de onurlandırması hoş bir enstantaneydi. SS’den sonra günün ana grubu Arch Enemy sahne aldı. Aşırı hayranı olmadığım bir grup olmasına rağmen performanslarını beğendim. En sevdiğim parçaları olan Dead Eyes See No Future’ı çalmaları bile yeterliydi bana ama grup fazlasını gösterdi. Angela Gossow, bayan olmasından dolayı yeterince ilgi topluyor zaten ama sahne enerjisi ve vokal performansıyla da oldukça iyiydi. Amott kardeşleri dinleyebilmek ayrı bir güzel noktaydı. Daniel Erlandsson’da attığı bateri solo-
Fotoğraflar
PINAR TUNCER
suyla dikkatleri üstüne topladı. Fakat Arch Enemy yanılmıyorsam genel setlistlerine göre bir-iki parça eksik çaldı, sahneden indiklerinde saat 23:15 civarıydı. Yine de grup büyük ihtimalle hayranlarını tatmin etmiştir. İkinci gün ise festivalin en ölümcül günüydü. Rotting
Christ, Paradise Lost ve Kreator üst üste... Benim gibi üç gruba da hayran olanlar için beter bir durumdu. :) Rotting Christ’ın performansı başlamadan önce festival alanındaydım. Rotting Christ samimi ve güzel bir konser verdi. Artık bizden bir grup gibi olmaları nedeniyle çok sıcaktılar. Non Serviam, In Domine Sathana, King Of A Stellar War gibi klasik parçalarının yanında Athanati Este, Keravnos Kivernitos, Enuma Elish gibi son dönem eserlerinden de çaldılar. Fakat garibime giden bir nokta, Anathema ile beraber ülkemize en çok gelen gruplardan biri olmalarına rağmen hala şarkılarının eşlik edilecek derecede bilinmemesiydi. Grup sahnedeyken gözlemlediğim kadarıyla seyirciler gayet sakindiler. Göremediğim taraflarda nasıldı hava, bilemem. :) Rotting Christ’tan sonra daha iyi görebileceğimiz bir noktaya geçerek günün diğer bir büyük isimi Paradise Lost’u beklemeye başladık. Açıkçası ben aşırı derecede severim Paradise Lost’u ve festivalde belki de en çok görmeyi istediğim gruptu. Grubun ses düzenlemeleri biraz uzun sürdü ve sahneye geç çıktılar. Hallowed Land ile girip, Erased ve efsane şarkı Embers Fire ile devam ettiler. Setlistte genelde One Second öncesi ağırlıktaydı. Eternal, As I Die, Pity The Sadness, Enchantment gibi klasik şarkılar çalındı. Forever Failure’ın girişini duyduğum an neredeyse çıldırıyordum açıkçası... :D Son albümleri In Requiem’den Ash&Debris, Requiem ve Never For The Damned çaldılar. Grubun performansı bence güzeldi. Ara ara ses düzeninden yana sorunlar yaşasalar da düzgün çaldılar. Solist Nick Holmes sık sık seyirciye yem attı, “Kreator’u biliyor musunuz?” diye sordu, Eternal’ı çaldıktan sonra “Bu şarkı otuz yaş klübu için geldi.” diyerek gülümsetti, şu an hatırlayamadığım birkaç küçük enstantane de yaşan-
madı değil. Gregor Mackintosh ise can canan bir gitarist olduğunu gösterdi performansıyla... Kaç kişi dikkat etti, bilmiyorum ama eski At The Gates ve Cradle Of Filth bateristi Adrian Erlandsson’da taze geçtiği bateri pozisyonunda iyiydi. Fakat Paradise Lost’ta ne yazık ki seyircinin çok tanımadığı bir grup olduğundan seyirci coşkusu düşüktü. (Anathema’nın bu kadar tuttuğu bir ülkede bu işin daha “asıl” pirleri olan Paradise Lost
ve My Dying Bride’ın es geçilmesini şahsen anlayamıyorum.) As I Die, Embers Fire ve kapanış şarkısı Say Just Words dışında pek bir hareketlenme yoktu seyircide... Neyse, ben Kreator konserine sesim dönüşüme uğramış şekilde başlayacak kadar eğlendim.
Geldik gecenin son grubuna... En az Paradise Lost kadar uzun bir ses düzenlemesi sonrasında Alman devi Kreator sahnedeydi. Choir Of The Damned introsundan sonra grup sahneye çıktı ve son albümden Hordes Of Chaos ile seyirciye ilk darbeyi vurdu, ardından gelen –Kreator milli marşı- Phobia ile coşku daha da arttı. Terrible Certainity, Betrayer, Enemy Of God, gelmiş geçmiş en iyi Thrash eserlerinden birisi olan Pleasure To Kill, Violent Revolution, Extreme Aggressions gibi sevilen parçaların çalındığı konserde kapanışı iki klasik parça Flag Of Hate ve Tormentor yaptı. Yeni albümden Destroy What Destroys You ve Warcurse’de çalındı. Grubun performansı oldukça iyiydi. Mille Petrozza seyirciyle bol bol diyalog kurdu, yaptığı anonslar seyirciyi daha da ateşledi. Kısaca dillendirdiği “Bir mumdur, iki mumdur...” ise yüzleri gülümsetti. Jürgen Reil ise bir makine gibi takılmadan çaldı. Açıkçası bir Thrash konserinin atmosferini ve vahşetini birebir yaşattı Kreator... Festivaldeki en büyük coşku ve en yoğun seyirci katılımı da kendilerinde yaşandı. Tabii konser bittikten sonra bizde de hal falan kalmamıştı. Birde sürekli moshpit yapanlar vardı, biz normal seyirci halimizle
ayakta zor duruyorken onlar ne durumdaydılar, merak konusuydu. :) Üçüncü gün ise Firewind ve Amon Amarth izleyecektik fakat ben bir önceki günün verdiği hazla artık bundan sonrası ekstra modunda geziyordum. :) Firewind’ı çeşitli sebepler nedeniyle izleyemedim, Gus G.’yi izlemek güzel olacaktı ama kısmet olmadı. Amon Amarth’ın ses düzenlemesi sırasında anca yerimizi alabildik. Amon Amarth’da biraz bekletti ve 22:15 gibi sahneye geldiler. Yedi ay önceki konserde olduğu gibi Twilight Of The Thunder God ile girdiler, Free Will Sacrifice ile devam ettiler. Setlist bir önceki konser ile benzerdi. Ses düzeni ise geçen konsere göre çok daha iyiydi. Aralıktaki konserde o kadar felaket bir ses düzeni vardı ki, çoğu şarkıdan birşey anlayamamıştım. Diğer bir dikkat çekici nokta ise grubun patlama yaptığı albüm olan Versus The World öncesine pek yer vermemesi oldu. Bir önceki konserde de durum böyleydi. Versus The World, Fate Of Norns, With Oden On Our Side ve Twilight Of The Thunder God albümleri ağırlıklı bir setlist sundular. Eskilerden sadece Victorious March çalındı ki o şarkıda artık bir nevi grubun marşı olmuştur. Grup performans ve sahne hakimiyeti olarak günündeydi. Johan Hegg, hem vokalleri, hem de seyirciyle olan di-
yalogları ile gecenin adamı oldu. Özellikle Pursuit Of Vikings’i seyircilere söylettikleri kısımda “Hadi, bu Death Metal, sözleri sallasanız da kimse anlamaz.” demesi bayağı güldürdü. En sonda da elindeki boynuzu (İçinden bira içiyorlar, anladınız siz onu... :) seyirciye atar gibi yapıp, atmaması küçük çaplı bir kargaşaya sebep oldu seyirci arasında... (Atar mı onu allasen... :D) Amon Amarth’ın güzel performansıyla bir Uni-Rock’ı daha tamamladık. Festival yapmak ülkemizde kolay iş değil... Bu nedenle organizatörleri tebrik etmek istiyorum. Sahne programları açısından sekmeyen bir iş çıkardılar. Bu kadar önemli grubu uygun fiyatlarla bizlere izlettirdiler. Kendilerine teşekkür ediyorum. Umarım bu festival uzun ömürlü olarak devam eder. Son olarakta, umarım seneye Parkorman gibi bir mekanda bu festivali izleyebiliriz. :)
Fotoğraflar
PINAR TUNCER
Ayın Naftalini
Ayın Dinlencesi
Curly Curve Curly Curve (1973) Çok fazla hakim olduğum bir alan olmasa da ‘70lerin Hard Rock müziğini severim. Çekici bir pozitifliği vardır nedense... Hele bazıları tam bira eşlikçisi olur. :) Curly Curve’de yetmişli yıllarda aktif olmuş ve tek albüm çıkartmış bir Alman grubu... 1968 yılında Berlin’de kurulmuşlar, 1973 yılında ise debut albümlerini çıkartıp, ardından ikinci albüm için çalışmalar yaparken dağılmışlar. Bir Alman grubu olmalarına rağmen, elimizdeki albüm gayet Amerikan yapımı gibi duran, yüksek tempolu bir albüm... Şarkılar Blues Rock temeline zamanında popüler Amerikan Rock tarzları (Southern Rock gibi...) ve hafif progresif eğilimler eklenerek bestelenmiş. Güçlü çift gitar ile bas kullanımı ve şarkı gidişatlarında aktif rol oynayan klavye sesleri bestelere önemli katkılar yapmış. Albümdeki sololar gerçekten dinleyiciye keyif veriyor. Tek albüm ile sınırlı kalmış olmaları potansiyellerini tam gösteremeden sahneden gitmiş olduklarının göstergesi gibi... Albümdeki en çok öne çıkan şarkılar kişisel olarak favorim olan eğlenceli şarkı Bitter Sweet, duygusal bir ballad olan I’m Gettin’ Better, deneysel yapısıyla Shitkicker, yüksek temposu ve sert müziğiyle dikkat çeken Queen Of Spades... Yetmişli yıllara ve Blues soslu Hard Rock’a ilgi duyuyorsanız Curly Curve’a şans vermelisiniz.
Ghost Brigade Isolation Songs (2009) Finlandiyalı grup Ghost Brigade, yeraltı piyasada genel olarak beğeni toplayan ilk albümleri Guided By Fire’ı takip eden ikinci albümleri Isolation Songs’u bu ayın başında yayınlıyor. Stoner Metal grubu Sunride’ın küllerinden doğan grup, ilk albümünde Doom/Death Metal temelli ama birçok farklı tarzdan da etkileşim içeren atmosferik müziğiyle dikkat çekmişti. Yeni albümde de aynı formül işleniyor. Katatonia, Paradise Lost, Opeth, Neurosis gibi önemli grupların yanında yer yer Post-Rock, Electronica, alternatif ve ya pop tarzlarından da etkileşimler şarkılara yedirilmiş ve yer yer progresif şarkı yapıları yakalanmış. Bu durum grubu saf Doom/Death Metal grubu olmaktan uzaklaştırmasına rağmen kendilerine özgü bir tat yakalamalarını sağlamış. Zira ortamın Doom/Death Metal grubundan geçilmediği zamanlardayız ve çok azının bize verebileceği farklı şeyler oluyor. Bu nedenle ulaştıkları tarz gruba artı puan getiriyor. İlk albümdeki Melodic Death Metal’e yakın kısımlar ise bu albümde son şarkı Liar dışında neredeyse yok denilebilir. Vokalist Manne Ikonen’in temiz vokal yaptığı yerler de Jonas Renkse’yi oldukça andırıyor. Albüm karanlık bir atmosfere sahip olmasına rağmen dinleyiciyi bunaltan depresyona sürükleyen bir his bırakmıyor. Albümde eksik olan noktalar ise biraz fazla uzun olması –tam bir saat sürüyor- ve ilk albüme göre değişen ve bence ilk albümdeki kadar şarkılara uymayan brutal vokal tarzı diyebilirim. Neredeyse Post-Rock’a kaçan enstrumental şarkı 22:22/Nihil, yüksek tempolu giriş parçası Suffocated, alternatif etkileşimli Into The Black Light ve My Heart Is A Tomb ve yıkıcı melodilere sahip Lost In A Loop albümde öne çıkan şarkılardan bazıları... Sonuç itibariyle, Ghost Brigade ikinci albümüyle üzmemiş. Keyifli bir dinlemelik...
GÜVENÇ ŞAHİN
www.vector-games.com
Bir oyun incelemesinde genellikle beklenen şey yeni çıkan, henuz kimsenin oynamaya fırsat bulamadığı ve beklenen oyunların konu edilmesidir. Ancak bu seferlik bir değişiklik yapmaya ve 2008 yılında çıkmış bir oyun olan Spore’u incelemeye karar verdik. Spore Maxis tarafından geliştirilen ve EA tarafından dağıtımı yapılan bir oyun. Oyun evrim konusunu işlemekte ve doğanın bu müthiş mekanizmasının nasıl çalıştığını çoğu zaman da komik bir bakış açısıyla bizlere göstermekte. Charles Darwin “Türlerin Kökeni’ni” yazarken evrim sürecini Spore’daki kadar eğlenceli bir şekilde gözünde canlandırabilmiş miydi gerçekten merak ediyoruz. Konu evrim olunca Spore’un ülkemizdeki sözde bilim ve araştırma
kurumlarından çok daha fazla bilimsellik içerdiğini söylemeden de geçmemek lazım. Neyse sözü fazla uzatmadan oyuna giriş yapsak iyi olacak. Öncelikle oyunun çok kapsamlı olduğunu ve çok farklı bir ilerleyiş izlediğini söylemekle söze başlayalım. Oyuna suda yaşayan mikroskobik bir organizma olarak başlıyoruz. Amacımız kendimizden küçük ya da aynı boyuttaki canlıları yemek ve DNA puanımızı arttırmak. Yeterli puana ulaştığımızda üreme şansına ve yeni bir nesil oluşturma şansına ulaşıyoruz. Her yeni nesilde boyutlarımız biraz daha büyüyor ve farklı canlılarla muhatap olmak zorunda kalıyoruz. Her yeni nesil yaratıldığında bize türümüzü geliştirme şansı veriliyor ve puan ve gelişme duru-
mumuza göre yeni özellikler açılarak organizmamızı modifiye etme şansımız doğuyor. Birkaç örnek vermek gerekirse organizmamızın iskelet şeklini değiştirmek, yüzgeç, diken, zehir kesesi gibi organlar eklemek ya da rengimizi değiştirmek bu modifikasyonlardan bazıları. Yeterli puanı topladıktan sonra denizden karaya çıkıyoruz ve yaşamımıza ve gelişmemize karada devam ediyoruz. Bu noktadan sonra denizde işe yarayan organları çıkarıp karada işimize yarayacak farklı özellikler kazanarak türümüzü geliştirmeye çalışıyoruz. Karadaki gelişme evremizi de tamamladıktan sonra oyun üçüncü aşamaya geçerek bireysel gelişimden toplumsal gelişime geçiyor. Bu noktadan sonra oyun biraz strateji havasına bürünüyor. Bu nokta strateji oyunlarını sevmeyenler için biraz rahatsız edici olsa da oyunun genel eğlenceli atmosferi hoşça vakit geçirmenizi sağlayacaktır.
Hayatım boyunca hiç dürüst bir insan olmadım aslında. Sürekli hileler insanları dolandırmak ve bu yolla da muazzam zengin oldum. Hayatımın böyle olmasını istemezdim. Ama olmuştu bir kere ve dönüşü yoktu. Aslında bundan tam 3 sene önce bütün kötülüklere veda etmeye söz vermiştim. Bir bakıma da sözümde durdum aslında. Yine parasız kaldığımız bir akşamdı. Annemle babamın nerede olduğunu bile bilmediğim için onlardan da para isteyemezdim. Neyse arkadaşlarımdan biri hırsızlık yapma fikrini iyice kafama sokmuştu. Beşiktaş’ın ıssız sokaklarından birine götürdü bizi. Sadece yaşlı insanların oturduğu bir apartmanı gösterdi ve burayı soyarsak ömrümüz boyunca para sıkıntısı çekmeyeceğimizi söyledi. Kafama yatmıştı bayağı zaten işe başlamıştık bir kere dönmek olmazdı. Sezgin hepimiz aynı eve girmeyelim bence sen 2. Kata çık. Ahmet sende 1. Katı halledersin. Yücel sen de 3. Kata çık. 4. Katta bana ait. Hazırsanız başlayalım...
BEGÜM ÜRÜGEN
Bana 2. Kat düşüyordu. İnanın böyle bir şeyle karşılaşacağımı bilsem 2. Katı asla kabul etmezdim. Her neyse Ahmet 1. Kata gitmiş hatta işini bitirmiş sayılırdı. Şanslı şey evde kimse yokmuş. Ben 2. Kata çıktığımda kapı açıktı ve küçük bir kız kapıda duruyordu. Bana onun sesi olmayacak şekilde ( ses oldukça kalındı. ) bir şeyler söyledi. Sonra kapıyı üzerime doğru kapatmaya çalıştı. Küçük bir kızın gücüyle baş edemeyecek miydim yani... Bende kapıya tüm gücümle abandım. Ama hayatım boyunca böyle bir güç görmemiştim. Beni yere savurdu. Kafamı kapının önünde duran ayakkabılığa çarpıştım. Korkum beynimi ele geçirmişti artık. Bırak eve girme kaç hemen diyordu. Ama diğer korkum daha ağır basıyordu. Arkadaşlarım tarafından aşağılanmak onların gözünde küçük düşme korkusu. Son bir kez çevreme baktım başka bir giriş yolu aradım. Aklıma bir şey gelmişti. Hemen üst kata çıktım. Yücel de oradaydı. Ona balkondan ineceğimi söyledim ve aşağıya indim. Evlerinin salonuna girmiştim. Ama burada beni daha ilginç bir olay bekliyordu.
Artık vücudum öyle çok adrenalin salgılıyordu ki bedenim titremeye başlamıştı. Salonun kapısı kilitliydi. Size garip gelmemesi çok doğal ama kapı salonun içinden kilitlenmişti ve bunun için mutlaka salonda birinin olması gerekliydi. Aradım salonda dört döndüm. Ama yoktu. Burada kimse yoktu. İyi ama kapıyı nasıl kilitlemişlerdi. Aklıma sürekli kızın o güzel yüzü ve o korkunç bakışları geliyordu. Cesaretimi bir kez daha topladım. ( Gerçi bu olay sonucu cesaret diye bir kavram kalmadı bende... ) Elimi anahtara götürdüm ve çevirdim. Artık evin içindeydim. Evde 3 kişi vardı. iki tane yaşlı kadın ve tabii ki o kız. Onların oturduğu odaya gittim. Onlara silahımı doğrulttum ve evde ne varsa vermelerini söyledim. Kız yine buz gibi bakışlarını bana dikerek cevap verdi. Sana buradan gitmen için bir şans vermiştim. Ama sen bunu kullanmayı beceremedin. Evde ne varsa al çok istiyorsan ama bir işine yarayacağını sanmıyorum. Çünkü ölüler onları kullanamaz. O anda hayatım boyunca bir daha asla yaşayamayacağım bir olay oldu. Camdan içeri kızın ki gibi bakışları olan insana benzemeyen bembeyaz suratı olan biri girdi. Benim üstüme doğru geliyordu ve o anda yatağımdan sıçradım. Ne olduğunu anlayamıyordum. Hiç bilmediğim bir yerdeydim. Yanımda çok güzel bir kadın yatıyordu. Eşim olduğunu tahmin ediyorum. Kalktım evi dolaştım. Çok büyük ve güzel bir evdi. Duvardaki resimlere baktım. Bizim resimlerimize. Suratımda hep bir üzgünlük ifadesi vardı. Acı çekiyormuş gibiydim. Çocuklarım vardı. 2 tane kız ve anneleri bakmaya çekineceğiniz bir güzelliği vardı ama o gözler çocuklarımın ve eşimin gözleri bu gözleri hatırlıyordum ve bu gözler yüzünden acı çekiyordum. Her gece aynı rüyayı görüyor sonra kalkıp evi dolaşıyordum. O gözleri görünce de dehşete kapılıp kaçıyordum. O neydi bilemiyorum. Ama hayatımın en büyük hatası yüzünden feci bir acı çekiyorum. O kız kimdi daha da önemlisi içeri giren o şey neydi ve bana ne yaptı. Neredeyim... Kimim... Kimimmmmmmm...