- PEAVEY 6505 head! - ENGL FIREBALL head! - MARSHALL 1960 A LEAD kabinet - HUGHES & KETTNER ATTAX CLUB REVERB amfi - MARSHALL MG100 HDFX head (2 adet) - MARSHALL MG412A kabinet (2 adet) - PEAVEY TNT 115 bas amfisi - JACKSON DK2 elektro gitar - YAMAHA AES420 elektro gitar - IBANEZ AK 95 HOLLOW BODY gitar - CORT GB-JB Bas gitar - PRESONUS 16.4.2 StudioLive 16 kanal mikser - BEHRINGER Eurodesk MX 8000 24+24 kanal mikser - RODE NT2-A condenser mikrofon - SHURE SM57 vokal ve enstrüman mikrofonu (3 adet) - AKG D112 (Large-diaphragm dynamic microphone for bass instruments) - STUDIO PROJECTS C4 (Small-diphragm matched pair Microphones) - SAMSON AUDIO drum microphone kit (8 parça) - SHURE PG57 (2 Adet) - SENNHEISER e825S - BLUETUBE 2 kanal mikrofon ve enstrüman preamp - MOTU 2408 ses kartı - ALESIS 3630 compressor - BEHRINGER Ultra-Graph Pro 31 band graphic equalizer - ALESIS Midiverb 4 digital processor - POWEPLAY PRO-XL 4 channel headphones (2 adet) - M-AUDIO BX8a dinleme kabinleri
- WHARFEDALE PRO EVP-X SERIES 600 watt stüdyo kabinleri - PEARL EXPORT SELECT SERIES bateri - TAMA IRON COBRA (HP900 PTW Iron Cobra Power Glide twin pedal) - TAMA IRON COBRA (HP200 TWB twin pedal) - PEARL P122 twin pedal - 14 snare - 10/12/13 alto - 14/16 floor tom - 20/22 kick - PEARL DR-501 rack system
Zil Seçenekleri: - MASTERWORK Custom 16/17/18 crash - MASTERWORK Resonant 16/17/18 crash - ZILDJIAN Scimitar 14 hi-hat - İSTANBUL Samatya 14 hi-hat - SABIAN B8 Pro 15 Rock hi-hat - MASTERWORK Custom 14 hi-hat - SABIAN HHX 20 dry ride - SABIAN 20 medium ride - MASTERWORK Custom Pointer 20 ride - MASTERWORK Resonant 16 china - İSTANBUL Custom 18 china - İSTANBUL Xperiment X-Metal 18 china - İSTANBUL Radiant 10 Rock mini china - İSTANBUL Radiant 10 splash
Stüdyo DEEP’in akustik düzenlemesi yenilenmiştir.
Merhaba, Uzun ve enteresan iki seneyi deviren dergimizin 25. sayısıyla huzurlarınızdayız. Zoruyla ve daha zoruyla geride bıraktığımız iki senede bizimle olan, bizden olan, bir şekilde Siyah Beyaz’la dirsek teması olmuş herkese huzurlarınızda teşekkür etmek istiyorum. İlk sayıya başlarken olayın bu kadar zamanda bu kadar yol alacağını açıkçası ben de tahmin etmemiştim. Her ne kadar Siyah Beyaz’ı hayata geçirdiğimde tek başıma olsam da şüphesiz derginin şu anki durumuna gelmesini tek başıma sağlayamazdım. Başta güzel insanlar Emre Dedekargınoğlu, Atilla Çelik, Baha Özer, Hidayet Doğan, Deniz & Çiğdem Eratak, Baha Özer, Gökhan Korkmaz, Dursun Çiftkrosoğlu, Zeliha Karakoca, Melis Sarılar, Can Çakır, Hakan Kahraman ve Fatih Kanık olmak üzere Varlığıyla Siyah Beyaz’ı onurlandıran herkese selam ederim. Geçen ayın, hatta belki de bütün yılın en önemli albümü, Accept’in geri dönüş albümüydü benim için. Zira çocukluk yıllarımda derin izleri bulunan bu muazzam grup, geride bıraktıkları yıllardan ve yaşlarından beklenmeyecek güzellikte bir seksenler albümü yaparak müziğe dair hiç bir şeyin ölmediğini kanıtladılar, ölemeyeceğine işaret ettiler. Geçen ayın bir başka büyük olayı da Iron Maiden’ın yeni albümü The Final Frontier’ın yayınlanmasıydı. Geçen üç albümle ister istemez kıyasladığım ve bir türlü sindiremediğim bir albüm oldu bu. Yine de racon gereği saygıda kusur etmedik, yerlere kadar eğilerek selamladık Maiden’ı. Geçen ay Gökhan’ın Tuska izlenimleri ve Tuska’da yüzyüze gerçekleştirdiği Nile röportajını yayınlamış, Hypocrisy için bu aya söz vermiştik. Yine Türkçe ve
İngilizce olarak bu sayıda okuyabilirsiniz Hypocrisy röportajını. Peter Tagtgren çok enteresan bi adam. Fantastik bi röportaj olmuş. Geleneksel Ankara Rock Station Festivali’nin 13.sü bu sene Ankara CEPA AVM otoparkında gerçekleştirilecek. Şu ana kadar sahne alacağı açıklanan isimler, Erkin Koray, Moğollar, Whisky, Black Tooth ve None Shall Return. Festivale dair gelişmeleri Facebook gruplarımızdan duyuracağız. Bir duyurum daha var. “Kadife sesli metal”in ülkemizdeki biricik sesi Özge Özkan, bu tarz müziğin enteresan derecede ilgi gördüğü Fransa’da yayınlanan bir toplama albümde yer aldı. Format olarak belli bir yöne eğilmiş gibi dursa da içeriği daha geniş bir yelpazede hazırlanmış olan bu 2 CD’lik compilation’da, Özge’mizle birlikte Epica, Eths, The Veil, Fluxious gibi underground avantgarde soundun dikkat çeken Avrupalı toplulukları da yer alıyorlar. Yakın zamanda, Alman metalcore topluluğu One Bullet Left’in ilk albümünde konuk sanatçı olarak yer alan Özge Özkan, attığı sessiz ama emin adımlarla yükselmeye devam ediyor. Takipçisiyiz. Geçen sayı dergimizin doğumgünü partisini 4 Eylül’de yapacağımızı belirtmiştim ancak partiyi Eylül ayı içerisinde ileri bir tarihe aldık. Yine Facebook gruplarımızdan duyuracağız yeni tarihi. Bu ayki kapağımız için yine bizden fotoğrafını esirgemeyen Erdal Mahir Cüran’a da teşekkürü borç bilirim. Gelecek ay görüşmek üzere, “hayır”lı günler... Selim VARIŞLI
SİYAH BEYAZ DERGİSİ :: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
SELİM VARIŞLI :: YAZARLAR ::
EMRE DEDEKARGINOĞLU, GÖKHAN KORKMAZ, DURSUN ÇİFTKROSOĞLU, MELİS SARILAR, ZELİHA KARAKOCA Kapak Fotoğrafı: ERDAL MAHİR CÜRAN - http://curan.deviantart.com E-Mail: info@siyahbeyazonline.com Facebook: www.facebook.com/siyahbeyazonline | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
www.myspace.com/yolcubarankara
www.facebook.com/yolcubar
Dergimizi sürekli takip edenler bilirler (yeah, her sayıda yeni bir klişe yazı girişini selamlıyoruz), Lifeforce Records adlı güzide müzik firması, web sitesindeki press bölümünün dergimize ayrılan kısmından reddedemeyeceğimiz güzellikte albümler fırlatıp duruyor kafamıza. Son bombaları Raunchy ve yeni albümü “A Discord Electric”, kesinlikle şu ana kadar dinlediğim en iyi Lifeforce ürünü. Raunchy olayı çok enteresan bi damardan yakalamış, Lifeforce’un bu derece orijinal bi hareketi affetmeyeceği zaten açık. Şimdi şöyle özetleyelim. Çok şık ritmler üzerine, ince ayarlanmış synth’lerle süslenmiş In Flames – Lamb Of God arası gitarları (ki adı geçen iki grubu da sevmem), parlak prodüksiyon, eli yüzü düzgün clean vokal üzerine iki dirhem bir çekirden agresif vokaller, süper aranjeler, çilek sosu… Öhm, konuyu dağıtmayalım. Daha önce adını duyduğum ama dinleme şerefine nail olamadığım bu pırlanta gibi grubu önerebileceğim spesifik bir kitle yok. Geniş takılmışlar zira. Yalnız, yaptıkları iş hangi açıdan bakarsak bakalım gayet şık duruyor. Şu halde iyi müzik peşinde telef olmuş bünyeler
SELİM VARIŞLI
için ilaç gibi gelecek bir albüm A Discord Electric. Albümde yer yer Rammstein’a ve Finlandiya’nın Rammstein’ı olarak bilinen Ruoska’ya göz kırpan topluluk, bu zor işin altından başarıyla kalkmasını bilmiş zira Rammstein’a özenmek zor iştir. Ayrıca bunu cılkını çıkarmayıp aralara serpiştirmek suretiyle yapmış olmaları, konserlerine giden insanların alevlere maruz kalma içgüdüsüyle hareket etmelerini de engellemiş olacaktır ki aksi durumda altından kalkamayacakları bir pozisyona girebilirlerdi. Kimse Rammstein olmaya çalışmasın kardeşim :) Clean vokaller ve grup imajı bir arada değerlendirildiğinde “genç kızların yüreğini hoplatacak” formatta bir piyasaya da hitap etmeleri mümkün. Zira müzik buna müsait. Malumunuz “buna müsait” olmak biçok açıdan zayıf ve steroidlerle şişirilmiş wrestler görünüşlü albümler yapmak anlamına da geliyor ister istemez. Raunchy’de bu durum yok, tesadüfen MTV teaser’larında veya Forever Teenage dergisinin kapağında denk gelseniz bile (yoktur umarım bu isimde bi dergi) gönül rahatlığıyla play tuşuna basabilirsiniz.
SELİM VARIŞLI
Yakın zamanda canlı izlediğimiz, gerçeğe dönüşen hayallerimizden biriydi Accept. İnönü stadını dolduran binlerce insana verdikleri muazzam konsere geçen sayımızdaki Sonisphere yazılarımızda değinmiştik. Bir süredir beklenen yeni Accept albümü “Blood Of The Nations”, siz bu yazıyı okuduğunuz sıralarda piyasaya çıkmış olacaksa da nette dolaşmaya çoktan başladı. Albümle ilgili fikirlerini sorduğum/okuduğum/ dinlediğim herkes aynı kanıda. Sene 2010 olmuş, Accept halen 1985 yılında yaşıyor. Tek notası bile içinde yaşadığımız binyıla ait olmayan, Heavy Metal’in sadece ismiyle değil cismiyle de anlam ifade ettiği kırmızı yıllardan kalma bir hissiyatı efil efil oturma odanıza taşıyacak Blood Of The Nations.
Öncelikle yeni Accept albümü hakkında çok konuşulan bir mevzuya değinelim. UDO’nun yokluğu minimumda hissediliyor ve albümü kesinlikle gölgelemiyor. Gerçi Accept 20 küsur sene önce de UDO’suz albüm yapmış bi grup (Eat The Heat) ancak biz o zaman çocuktuk, mevzuya vakıf değildik, dönem seksenler dönemiydi ve Accept 20 yıl daha gençti. An itibarıyla 14 senedir albüm kaydetmeyen, dağılıp tekrar toparlanmış ve tüm kariyeri boyunca 15 milyondan fazla albüm satmış bir grubun plastik çağda kaydettiği yeni albümünden söz ediyoruz. Gerçi biz onları sahnede kanlı canlı gördük ve “olay buymuş işte adamlar hala ayaktalar” dedik ama iş stüdyo albümüne gelince daha bi başka oluyormuş. Özellikle de kayıt masasının başında üstat Andy Sneap oturduğu zaman…
Gruba girdiğinden beri, önceki grubu olan (benim de hakkında doğru dürüst bilgi sahibi olmadığım) TT Quick’in artık var olmayan kariyerindeki en meşhur günlerini yaşamasını sağlayan yeni vokal Mark Tornillo’nun, konserde fark edilmemesi imkansız olan “UDO gibi söyleme” çabası albümde o kadar da hissedilmiyor. Özellikle inceldiği kısımlarda bambaşka bi kimliğin soğuk damgasını basıveriyor Accept’in kalın kutsal kitabına. Favori parçalarımı yazacam ama albümün yarısından çoğu eternal hit kıvamında. ‘Shades Of Death’, ‘The Abyss’, ‘Locked And Loaded’, ‘Kill The Pain’, ‘New World Comin’, ‘Teutonic Terror’, ‘Beat The Bastards’. Kaç etti? Adamlar yeni bi “Balls To The Wall” kaydetmiş gibiler ki Balls To The Wall’dan bu yana (27 senedir) Accept albümlerinde yer almayan gitarist Herman Frank’in bu albümle
geri dönmesinin de bu fikre kapılmamızda etkisi olabilir. Wolf Hoffmann, Peter Balter, Herman Frank üçlüsünün 27 sene sonra bir arada olmaları zaten başlı başına efsane bi hareket. Müzik tarihi bir kez daha tanıklık etti ki Wolf Hoffmann inanılmaz bir müzisyen. Gelelim albüm kapağına (ne çok kapak lafı ediyorum, evet). Malumunuz, dünya kanlı petrol savaşları çağında yaşıyor. Bu çerçevede albüm kapağındaki zafer işareti yapan kanlı elin, gerek bir Heavy Metal grubunun kapağı olarak, gerekse albümün adına istinaden ne kadar manidar ve zekice düşünülmüş olduğu ortada (ki Accept zafer işaretini ilk kez kullanmıyor). Zamana meydan okuyan bu 30 küsur yıllık grubu huzurlarınızda saygıyla selamlıyorum.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Metal müzik camiasında otuz yılını devirmiş, tüm zamanların en çok etkilenilen gruplarından birisi olmuş, her albüm çıkaracağı zaman tüm metal müzik medyasını direk gündem odağı etmiş, albümleri hala zevkle dinlenen, konserleri tam kapasite izlenen bir grubu nasıl anlatabilirsiniz? Muhtemelen çok zor olmalı.
İngiltere metal müzik konusunda yüce bir ülke kuşkusuz. Led Zeppelin ve Deep Purple gibi öncüller bu ülkeden çıktı. Ardından Black Sabbath geldi ve metal müziği başlattı, yine İngiltere çıkışlı bir gruptu. Judas Priest metal müzikte yeni açılımlara yol verdi, yine İngiltere çıkışlı bir gruptu.
Metallica, Megadeth gibi ilahların bile saygıda kusur etmediği, her zaman kendine özgü olmuş, prensiplerini ve kurallarını kendi belirlemiş, asla taviz vermemiş bir gruptan bahsediyoruz.
Aynı zamanlarda birkaç dengeyi kırmış İngiliz Punk diye bir türü yarattı. Ortalığı sarstılar.
Evet, konumuz Iron Maiden.
Ve yine başka İngiliz gençleri, metal müziğe Punk’ı enjekte ettiler. New Wave Of The British Heavy Metal diye bir tür çıktı. Nice
grup türedi. Ama bir tanesi en büyükleri oldu. Hala yoluna en kararlı şekilde devam eden de yine o grup. Iron Maiden’dan bahsediyorum. Daha fazla tarihe girmeyeceğim. Zira hepimiz az çok biliyoruz grubun tarihçesini. Bilmeyenler (hala) varsa, Google en yakın arkadaşınızdır. Iron Maiden, son on yıldır ikinci baharını yaşıyor. Seksenleri yükselen Thrash Metal akımına rağmen, altın yıllar olarak geçiren ve adını metal müzik sahnesine silinmeyecek derecede kazıyan, ardarda efsane albümler üreten grup, doksanlardaki metal müziğin düşüşünden nasibini almıştı malum sebeplerden dolayı… Milenyuma bir kala grubun simgesi olmuş vokalist Bruce Dickinson ve grubun en önemli albümlerinde payı olan gitarist Adrian Smith’in kadroya geri dönmesi ile tekrar güçlenen Maiden, Brave New World ile hayranlarına tekrar merhaba dediğinden
beri on sene geçti. Bu süre zarfında grup, ününü iyice perçinlerken, Amerika’yı kendi kurallarından taviz vermeden tam anlamıyla ele geçirdi diyebiliriz. Birçok Avrupalı metal grubunun Amerika için verdiği tavizlere bakınca Maiden’a gene saygı duymamak elde değil. Ardından gelen Flight 666 gibi belgeseller ile iyice artan medya ilgisi, grubun Hindistan gibi metal müziğin rahat ulaşamadığı ülkelerde konser vermesi , Maiden’ı resmen ikinci baharına taşıdı diyebiliriz. Maiden şu an belki de hiç olmadığı kadar popüler. Ama bunu sonuna kadar haketmediklerini kimse de iddia edemez. Yaşları altmışa yaklaşsa da hala dünyayı turlayan, hala albüm kaydeden, sürekli aktif olan bir grup sonuçta. Brave New World ile birlikte birleşmenin de getirdiği ivmeyle hem seksenler dönemini hem de doksanlarda başlayan uzun şarkı yapılarını birlikte çalıştıran grup, ardından Dance Of Death ile müziğine yenilikler getirmeye devam etmişti. Kariyerlerinde ilk defa tamamıyla
akustik bir parça bir albümde yer bulmuştu, Nicko McBrain bir defalıkta olsa bir şarkıda çift pedal denemişti, artık şarkı yapıları gittikçe daha epik yöne kayıyordu. Bu epik yöne gidiş ve dolaylı olarak şarkı yapılarının eski agresif ve direk hit olabilecek potansiyelden daha progresif alanlara kayması, olgun meyvesini A Matter Of Life And Death albümüyle vermişti. Dance Of Death’de de grubun klasik formüllerine uygun diyebileceğimiz bir Wildest Dreams ya da bir Rainmaker vardı ama AMOLAD bu konuda tamamen bir değişim temsil ediyordu. Maiden’ı her zaman aynı müziği yapmakla suçlayanlar, grubun DiAnno’nun ardından Dickinson ile geçirdiği değişimi ya da seksenlerin ortasındaki synthesizer ve klavye kullanımıyla yapılan denemeleri yoksaymış olsalar da AMOLAD ile oturtulan yapıyı kabul etmek zorunda kalmışlardı. Maiden, o eski agresif, hızlı, hit olabilecek yapıda şarkılardan daha Progressive Rock temelli, ‘70lere selam duran, uzun, progresif ve karışık şarkı yapılarına doğru kaymıştı.
Albüm savaş gibi konuları alan karanlık lirik yapısına paralel olarak karamsar bir atmosfer içeren şarkılar taşıyor, müzik epik ve ağırbaşlı yapısını progresif anlayışla destekliyordu. Grup, albümün arkasında oldukça durdu ki albümdeki tüm şarkılar canlı olarak icra edildi. Üzerinden geçen dört yıl sonunda albüm şu an bile beğeniyle dinleniyor. Grubun A Matter Of Life And Death sonrası içine girdiği yoğun mesai temposu nedeniyle kariyerlerinde ilk defa iki albüm arasına dört yıl girdi. 2006’dan beri sürekli aktif olan, Somewhere Back In Time turuna çıkan, Flight 666 belgeselini çeken grubun yeni albümü The Final Frontier geçtiğimiz ayın ortasında sonunda dinleyiciler ile buluştu. Bu yazının yazıldığı tarihlerdeyse albüm birçok ülkenin listelerinde bir numaraydı. Orijinal albüm satışlarının bu derece azaldığı günümüzde, Maiden hala insanları heyecanlandırabiliyor ve müzik marketlere koşturabiliyor ve bu bile oldukça önemli bir durumdur.
The Final Frontier, öncelikle grup adına bir “ilk”i barındırıyor kağıt üzerinde… Grubun yaptığı en uzun süreye sahip albüm, tam olarak 76 dakika sürüyor. Şarkıların da bir o kadar uzun olması, grubun AMOLAD sonrası nasıl bir yol çizdiğini de az çok gösteriyor. Dave Murray albüm hakkında “direkt, yüksek tempolu Rock şarkıları ile daha uzun ve kompleks şarkıları” birleştirdiğinden bahsetmiş Billboard ile olan röportajında, bu söylemde albümün çizdiği yol hakkında fikir veriyor. Adrian Smith ise albümün eskisine göre daha fazla grup odaklı bir çalışma olduğunu belirtmiş. Peki The Final Frontier bize neler vaad ediyor? Albümün uzunluğundan bahsettim. Bunun yanında albüm, Maiden adına şu ana kadar olmuş en radikal denemeleri içeriyor. Şarkılardaki kompleks yapılar ve Progressive Rock etkileri de yoğunlaşmış. Albümü iki parça halinde algılamakta mümkün, ilk beş şarkı grubun edindiği yeni etkileşimleri gösterdiği kadar yer yer eski Maiden’a da yakın tınılar da veriyor. Son beş şarkı ise tamamen epik ve kompleks şarkıları içeriyor. Daha albümü takar takmaz
şaşıracaksınız hatta Bruce’un vokalini duyana kadar “Bu Maiden CD’si mi?” diye tereddüt bile edebilirsiniz. Şimdiye kadar Maiden’ın hiç yapmadığı derecede deneysel, Progressive/ Space Rock tatları içeren, programlanmış davullar ve değişik gitar kullanımları taşıyan bir intro Satellite 15… ile başlıyor. Üç gitariste sahip olmanın avantajını bu albümde tam anlamıyla işletmeye başlamışlar ki bazı şarkılarda duyacağınız gitar kullanımları grup açısından hem yenilik hem de şarkılara ayrı derinlik veren bir faktör oluyor. Maiden’ın klasikleşmiş melodi anlayışı bu albümde fazla yer bulmuyor, Adrian Smith’in parçaların çoğunda katkısının olması ve kendisinin bilinen yenilikçiliği bu albüme de bir şekilde şekil vermiş. Yani, bu albüm en zor, en zaman isteyen, en yenilikçi Maiden albümü… Şarkı şarkı kısaca bakmak gerekirse, giriş parçası Satellite 15… The Final Frontier iki ayrı kısımdan oluşan tek bir parça, Satellite 15… diye anılan kısım yukarıda da dediğim gibi, Maiden için fazlasıyla radikal ve cesur bir deneme,
Progressive/Space Rock tatları ile anlatılmaz yaşanır bi hal alıyor. The Final Frontier ise basit yapısına rağmen hareketli, güzel bir giriş parçası, nakaratı da konserlik bir yapıya sahip. El Dorado, hem ilk single hem de albümden yayınlanan ilk parçaydı. Az çok herkesin bir fikri olmuştur hakkında… Bruce Dickinson’un tok vokalleri, yüksek temposu ve hoş gitar soloları dikkat çekiyor. Solodan önceki geçiş kısımları da yerinde olmuş. Mother Of Mercy, yine savaş temalı sözleri içeren bir şarkı, orta tempoda ilerleyen melodik ve sert bir yapısı var. Nakaratındaki Bruce vokallerine ve bitiriş kısmına dikkat edilmesinde fayda var. Coming Home, power ballad diyebileceğimiz yapıda, duygusal yönüyle öne çıkan sakin bir parça. Sözlerini büyük ihtimalle Dickinson yazmış, zira grubun yaptığı uzun yolculuklar sonra anavatanları İngiltere’ye duydukları özlem yansıtılmış gibi duruyor. “Albion” ve “engine” kelimeleri bana bunu düşündürttü. Solosu ise Adrian Smith’in elinden çıktığı belli
olacak derecede duygusal. Nakarat işliyor. Kesinlikle hoş bir şarkı. The Alchemist, albümde yer alan şarkılar içerisinde melodisiyle solosuyla ‘80ler dönemi Maiden’ı en çok andıran parça. Yüksek tempolu, melodik ve klasik Maiden formülü desteğiyle bestelenmiş. Üç gitarın kullanımı öne çıkaran parçalardan birisi. Isle Of Avalon ile albümün ikinci kısmı başlıyor diyebiliriz. Bu şarkı ve sonrası tamamen uzun, komplike ve progresif eserlerden oluşuyor. Isle Of Avalon, introsuyla gerilimi giderek yükselten ve patlamasını yapan bir şarkı. Bruce’un “I can hear you…” ile başlayan vokalleri çok iyi. Gitar işçiliği oldukça öne çıkıyor, enstrumental kısımlardaki progresif geçişler ise şarkıya ayrı hava katıyor. Starblind, albümde şu ana kadar favorim olan parça. Böyle bir gerilim, böyle hissiyat yoğunluğu yok. Akustik intronun ardından kopuyor şarkı, ilerledikçe progresif yapı daha da göze çarpıyor. Anlamlı sözleri ve Bruce’un
müthiş vokalleri kadar, gitarlar da şarkıya resmen ruh üflüyorlar, nakarat ve solo da çok lezzetli. Albümdeki en güçlü parçalardan birisi rahatlıkla. The Talisman, Janick Gers’in albümde katkısı olan ikinci şarkısı ve yine uzun bir parça. Akustik girişi itibariyle AMOLAD’daki The Legacy’ı fena şekilde andırıyor, fakat gitarların girişi ve Bruce’un tiz vokalleri ile The Legacy etkisinden eser kalmıyor. Yine adım adım gerilim hissi veren bir doku işlenmiş şarkıda. Nicko McBrain’in hızlı pedal tekniğine örnek teşkil edecek bir performans var. Altıncı dakikada başlayan üç gitarın farklı telden takıldığı kısım ayrıca dikkat çekiyor. The Man Who Would Be The King, Dave Murray’in katkılarının bulunduğu bir diğer epik şarkı. Klavye melodileri ile desteklenen yavaş bir intro ile açılıyor, ardından Bruce’un karamsar vokalleriyle desteklenmiş riffler ile devam ediyor. Dördüncü dakikada başlayan üç gitarın farklı takıldığı kısım ise albümün ve Maiden tarihinin en sıradışı dakikalarına işaret ediyor. Gerçekten çok hoş bir deneme olmuş. Şarkının nakaratı da iyi. Sözlerde anlatılan arayış içinde olan adamın karamsarlığı genel olarak şarkının atmosferine de etki etmiş. Şarkının kapanışı yine aynı karamsarlık ve melankolik gitar melodileriyle yapılmış. Son şarkı Where The Wild Wind Blows ise komple bir Steve Harris bestesi. Kendisi şarkının üzerinde uzun süredir çalışıyormuş. Sözleri ve adını nükleer facia ile ilgili bir romandan alan şarkı, trajik bir hikaye sunuyor. Albümdeki en uzun şarkı olmasına rağmen şarkı o kadar akıcı ki, uzunluğunu hissetmiyorsunuz bile… Harris’in ağ gibi ördüğü baslarının üzerine sakin tonda gelen gitar nameleri ve Bruce’un karanlık tondaki vokalleri ile başlayan şarkı, komplike bir yapı izliyor, şarkı ilerledikçe klasik Maiden melodileri ve güzel sololar duyuyorsunuz ki sekizinci dakika sonlarında giren soloya dikkat diyorum. Epikliği ile öne çıkan, albümün güçlü parçalarından birisi olan Where The Wild Wind Blows ile The Final Frontier sona eriyor. The Final Frontier, bence en az A Matter Of
Life And Death kadar başarılı bir albüm… Dört yıllık bekleyişin kesinlikle meyvesini verdiğini düşünüyorum. Evet, bu albüm hiçbir şekilde sizi bir-iki dinlemede içine almayacak. İçerdiği müzik ve komplike anlayış sebebiyle ilk dinleyişte uçmayacaksınız ama zamanla albüme kulaklarınız aşina olacak ki buna sebep olan yegane etken grubun rotayı Progressive Rock etkilerine kaydırmış olması… Bunun dışında basın da artık miksaja yedirilmesi ve üç gitarın hem beste hem de miksaj açısından daha etkin konuma geçmesi de albüme ayrı bir katman ekliyor. Steve Harris’in albümün daha “grup odaklı” olmasına izin vermesi de bu çeşitlilik ve derinliğin diğer bir sebebi… Bruce Dickinson’un vokalleri her zaman ki gibi muhteşem. Belki eskisi gibi çığlık çığlığa bir performansı yok ama hala şarkılara vokal olarak hakettikleri ruhu veriyor. Adrian Smith’in grup içinde ağırlığının günden güne artması da ayrı dikkat çekiyor, Dave Murray ve Janick Gers’in hem beste hem de enstruman kullanımı olarak albüme kattıkları da çok değerli… Steve Harris’in bası her ne kadar çok yüksek bir miks ile albüme entegre edilmemiş olsa da, nakış işler gibi dokuğu partisyonları yine şarkılara yön veriyor. Nicko McBrain ise ustalığını her yaptığı vuruşla tekrar kanıtlamış. Yazımı bitimeden önce bir noktaya daha değinmek istiyorum. Malum, grubun ülkemize otuz beş senelik kariyerinde uğradığı tek zaman ‘98’de Blaze Bayley’in de olduğu kadroylaydı. O zamanlar iki gece konser dolu geçmişti. Bruce ve Adrian’ın dönmesinden beri grup on sene zarfında birçok ülkeye, daha önce hiç gitmedikleri Hindistan’a bile gittiler ve konser verdiler. Biz gariban Türkler, hala topraklarımızda bu büyük insanları bu kadroyla göremedik. Yıllardır “Scream for me İstanbul!” lafını duymaya hasret binlerce insan var ülkem topraklarında, eminim. Artık inşallah, bu albüm turnesi zarfında Maiden’ı İstanbul topraklarında görürüz. Son olarak… Yeni on yılın ilk büyük Metal başyapıtı. Büyüksünüz, cansınız.
GÖKHAN KORKMAZ
Tuska Open Air 2010`un 2. Günündeki muhteşem performanslarının birkaç saat sonrasında Hypocrisy’nin frontman’i Peter Tägtgren ile yaptığım keyifli röportaj.
Gökhan: Merhaba Peter, söze son albümünüz “A Taste of Extreme Divinity” ile başlamak istiyorum. Albüme şimdiye dek gelen tepkilerden memnun musun? Peter: Evet, kesinlikle. Tepkiler çok iyiydi, bunun icin çok mutlu oldum. Eski ve yeninin karışımı olan bir albüm olduğu için insanlar beğendi, bence çok iyiydi. G: Bize biraz albüm kayıt aşamasından bahseder misin? P: Mikael ile birlikte müziği yazıyorduk, o Almanya’da yaşıyor, ben ise İsveç’te... G: Mikael’in Almanya’da yaşadığını bilmiyordum. P: Çünkü orada bir oğlu var. Sonuç olarak ben 8 parça yazdım, Mikael ise 4 parça, biraraya geldik ve şarkıların hazır olduğunu düşündüğümüz zaman şarkıları dinleyip üzerlerinde gerekli
gördüğümüz yerlerde değişiklikler yaptık. Bütün herşeyi metronomlu program davulla kaydettik ve sonra Horgh’un davulları kaydetmesi için program davulları kaldırdık ve Horgh canlı davulları kaydetti. G: Hypocrisy’i uzun zamandır takip ederim, diğer grup elemanlarının da müzik yazma evresine katıldıklarını bilmiyordum. P: Mikael uzun süredir grupta şarkı yazıyor. G: Mikael hakkında bir sorum olacak. 1992’den bu yana Mikael ile beraber çalıyorsunuz. Grup 1990’da kuruldu. O zamandan bu yana grupta bir çok eleman değişimi oldu. Mikael ise grupta tek degişmeyen eleman, onunla çalışmak nasıl? P: Birbirimizi çok iyi tanıyoruz. Birbirimize karşı saygımız var, birbirimize güzel fikirler veriyoruz. Beraber şarkılar yazdik, ‘Roswell 47’ı beraber
yaptık, ‘Fire in the Sky’i Mikael yazdı, ben ise orta kısımdaki kemanları yaptım. Yani demek istediğim, birbirimizi besliyoruz. Biz eksi ve artı gibiyiz, her ikisine de ihtiyacın oluyor. G: Bildiğim kadarıyla bu Tuska’daki ilk performansınızdı. P: Evet, Hypocrisy için... Pain ile üçüncü oldu. G: Burada çalmak nasıl bir duygu? P: Süper, muhteşem. Büyük sahnede Death Metal çalmak, çok iyi bir duygu. Demek istediğim, insanları asla bilemezsin. Sanıyordum ki büyük sahne için onlar biraz daha fazla “reklam metali” istiyorlardı ama hayır, bütün b*ku istediler. G: Hypocrisy kurulduğunda temelde Amerikan Death Metali etkileşimliydi. P: Evet biraz, biraz İsveç Death Metali de
ekleyebiliriz. G: Ve daha sonra grup biraz daha İsveç tarzına dönmeye başladı. P: Biz kendimizden etkilenmeye başladık. Tarzı değiştirmeye başladık. Sonunda ise belli bir yolda geliştik. Bir grup için sanıyorum ki bu normal. Bazen bir grubu beğendigin için müzik yapmaya başlar, grup kurarsın ve o tarz müzik çalarsın; bizim daha önce yapmış olduğumuz gibi… Biraz daha olgunlaşınca kendi yolunda gitmeye başlarsın. G: Horgh ile çalışmak nasıl bir duygu? P: O bir makine. G: Evet, biliyordum ve canlı olarak da görmüş oldum. P: Birbirimizi uzun zamandan beri tanıyorduk,
Immortal’ın “At the Heart of Winter” albümünü kaydettiğimden beri... O zamandan beri Pain için bir kaç konser ve turda çaldı. G: Favori Hypocrisy şarkın? P: Hmmm, gerçekten bilmiyorum. G: Veya albüm? P: Bilmiyorum, yeni albümü gerçekten seviyorum. Çünkü en yenisi ve en tazesi.
seyircimiz var. G: Metal veya Rock dışında dinlediğin müzik türleri var mı? Eğer varsa, senin müzik yazmana etki ediyor mu? P: Evet, dinlediğim her şey beni etkiliyor, ne olduğunun önemi yok. Hurriganes olabilir, Shania Twain veya Deicide olabilir, her şey olabilir. Beni herhangi bir şekilde etkiler.
G: Çalmayı en çok sevdiğin özel bir ülke var mı? P: Bilmem.
G: Dünya dışı yaşam hakkında ne dersin? P: Onun hakkında düşünmek güzel. Benim için başka bir hobi.
G: Avrupa dışındaki bir kıtada çalarken yaşadığın ve bizimle paylaşmak istediğin özel bir anı var mı? P: Güney Amerika çok iyiydi, her yerde çalmayı çok seviyorum çünkü genelde her yerde iyi
G: Dünya dışı hayatın Hollywood yapımı filmlerdeki gibi olduğuna mı inaniyorsun, ya da? P: Eger öyle olsaydı çoktandır biliyor olurduk. Sudan varolduğumuza şüphe duyuyorum. Bizi bence buraya milyonlarca yıl önce veya
yüzbinlerce yıl önce bıraktılar. Ve sonra buraya her 500 yılda bir gelip izliyorlar. Ve biz dünyayı yok ettiğimiz zaman onu temizleyecekler ve tekrar kuracaklar. Ve bunu bütün evren boyunca yapıyorlar.
G: Hayatı bir kaç kelimeyle nasıl tanımlardın? P: Hayat? Benim için enteresan çünkü bir sonraki gün ne olacağını asla bilmiyorsun.
G: Bir kayıt stüdyon var, birkaç grubun var. Bu üretim enerjisi nereden geliyor? P: Yaratmak... Bence bu benim için en önemli şey. Ressam renklerle yaratmayı sever. Benim için... Bilmiyorum, ben melodilerle, harmonilerle ve değişik duygu ve modlarla müzikte yaratmayı seviyorum, biliyorsun. Ve sesle kesinlikle…
G: Hayat sonrası için ne dersin? P: Bilmiyorum. Belki de bütün hafızamızı silecekler, eğer mutluysan tekrar gelip 90 yıl daha yaşayacaksın. Belki de bu yüzden flashback’ler görüyorsun, “daha önce burada miydim?” Her şeyi silmediler biliyorsun. Dejavu. Bence öldüğümüzde gerçekten ölmüyoruz. Bir şekilde ruh yaşıyor ve belki de seni tekrar başlatıyorlar.
G: Müziksiz hayat nasıl olurdu bilmiyorum. P: Evet, benim fikrimce de öyle. Cok sıkıntılı olurdu.
G: Türkiye’den bugüne dek hiç ciddi bir teklif aldınız mı? P: Bilmiyorum, sanmıyorum.
G: İlk insanları düşünemiyorum bile... P: Evet, demek istediğim, müzik duygularla ilgili. Biliyorsun, ne tarz müzik olduğunun önemi yok, hepsi duygularla ilgili.
G: Sizin orada çalmanızı dört gözle bekliyordum. P: Aslında orada bir video klip yaptım. G: Onunla alakalı bir sorum var. “Follow Me”
isimli şarkının videosunun yapımı. Fikir nereden aklınıza geldi? P: Daha önce çok fazla grubun bulunmadığı bir yere gitmek istedik. Biliyorsun ki her zaman için değişik bir şey yapmak istersin. “Hadi Türkiye’ye gidelim” dedik. “Bunu nasıl yaparız? Bilmem? Hadi bir takım kuralım.” 3 kişiydik. Türkiye’den birisi bize mekanları gösteriyordu. Videoyu yapan ise onun arkadaşıydı. Böylelikle videoyu yaparken toplam 4 kişiydik. Çok eğlenceliydi. G: Türkiye’yi beğendin mi? P: Evet, gayet hoştu, aslında Turkiye’ye ailemle birlikte tatile gitmeyi istedim çünkü gerçekten çok hoştu, limandaki sudan çok etkilenmiştim (boğazdan bahsediyor olsa gerek?) Gerçekten çok iyiydi. Küçük caddelerdeki küçük dükkanları çok sevdim.
G: Değerli vaktin icin teşekkür ederim, bugün gerçekten çok iyi bir şov yaptınız. P: Sound iyi miydi? G: Muhteşemdi. P: Gürültülü müydü? G: Gerçekten sağlamdı. Daha sakin bir yerden izlemek istedim. Bu yüzden biraz arkalardaydim ama herşey süperdi. Türk fanlarınız için söylemek istediklerin var mı? P: Organizatörlere gidin ve bizi oraya getirmelerini söyleyin, onlara baskı kurun, böylelikle belki seneye orada çalabiliriz. G: Tanıştığımıza memnun teşekkürler. P: Aynı şekilde, teşekkürler.
oldum,
Gökhan: Hey Peter, I would like to start with the reactions to your latest album “A Taste of Extreme Divinity”, are you happy with the general feedback you got of the album? Peter: Yeah, definitely, it was very good , i was very happy. People like it because it was a mix of something new and old stuff. I think it was very good. G: Could you tell us about the album recording process? P: Well, it`s like me and Mikael were writing the music, he lives in Germany and i live in Sweden. G: Well, i didn`t know he lives in Germany P: Because he has a kid in Germany.You know, so I wrote like 8 songs and he wrote like 4 songs, we just got together and when we thought they were ready we would listen to them, may be make some changes together on my songs and his songs. And then we recorded the whole thing with click track and program drums and then we took away the drums and Horgh came in and put the real drums.
GÖKHAN KORKMAZ
The interview i had with Hypocrisy frontman Peter T채gtgren, a few hours after their awesome performance at Tuska Open Air 2010.
G: So, i`m sorry, i have been following Hypocrisy for long time, i didn`t know that other band members are also attending the songwriting. P: Mikael had been writing songs for a long time. G: I have a question about Mikael. You have been playing with Mikael since 1992 and band was formed in 1990. You had so many line-up changes since. He is the only band member who didn`t get out of the band. How is it to work with him? P: We know each other very well. We have respect for each other, we come up with good ideas together, you know. We have written many songs together, “Roswell 47” we did together, “Fire in the Sky” - Mikael wrote, I did the midpart`s violin stuff but i mean we feed each other. We are like plus and minus, you need both.
G: As far as i know it was your first time in Tuska Festival,right?.. P: Yeah, for Hypocrisy... G: Yes... P: With Pain, 3rd time.. G: How does it feel to play here? P: It is very good, very great. Playing Death Metal in big stage, it is pretty good you know. I mean you never know people. I thought they want a little bit more commercial metal for the big stage but no, they want the whole shit. G: When Hypocrisy was formed it was mainly influenced by American Death Metal, right? P: Yea, a little bit and some Swedish stuff as well.
G: And later on the style has changed into a little bit more Swedish style... P: We started to get influenced by ourselves you know. We started to change the stuff. At the end we just developed in a certain way. I guess it is normal for a band. Sometimes you start a band because you like another band and play that kind of music like we did, you know. And after you get a little bit warmer and warmer you start going your own way. G: How is it to work with Horgh? How did you come to an collaboration with him? P: He is a machine... G: Yea, i knew that before and i saw that today... P: We`ve known each other for a long time since i recorded the first Immortal album “At the Heart of Winter� and from then on he played a
couple of gigs for Pain and a few tours as well. G: What`s your favorite Hypocrisy song? P: Hmm, i really don`t know... G: Or album? P: I don`t know, i really like the new album. Because it is the newest and it feels fresh. G: What`s the most special place for you to play, which countries? P: I don`t know... G: Do you have any special memories from your gigs from any continent other than Europe? P: South America was pretty good. I like to play everywhere, because we normally have good crowds.
G: Do you listen to any other type of music than metal or rock. If you do, does it influence your songwriting? P: Yea, everything i listen to influences me. Doesn`t matter what it is.. If it`s Hurriganes or Shania Twain or if it`s Deicide or whatever you know. It will influence me in some way. G: What about extra terrestrial life? P: It`s a good thing to think about, not only think about music. It`s another hobby for me. G: Do you believe in that ET life in the way that Hollywood movies made up way or..? P: We would know long time ago if it was like that. I doubt that we came growing from the water. I think they planted us here like millions
of years ago or hundreds of thousands of years ago. And then they come here in every 500 years and see what we are doing. Then when we destroy the earth, they will clean it up again and then may be put out again. And they do that through the whole universe. G: You own a recording studio, you have several bands and where does that production energy come from? P: To create.... I think that`s the most important thing to me. Painter likes to create with colors.. For me... i don`t know, i like to create with melodies, harmonies and different feelings and moods in music,you know... And sound, of course.
G: I don`t know how life would be without music P: Yeah in my opinion too. It would be very boring... G: I can`t imagine the first men really... P: Yeah, i mean, music is all about feelings. You know it doesn`t matter what kind of music it is, it`s all about feeling. G: How would you describe life with a few words? P: Life? For me, it`s interesting because you never know what happens the next day.
G: What about afterlife? P: Afterlife, i don`t know. May be they just erase our memories, you come out again and you live another 90 years if you are happy, you know and that`s why you get flashbacks sometimes, “have i been here before?�. They didn`t erase everything you know.. Deja-vu.. I just don`t think we die when we die. Somehow the spirit lives on and may be they reboot you up again. G: Did you get any serious offer for performing in Turkey ever?
P: I don`t know, i don`t think so. G: I have been looking forward for Hypocrisy to play in Turkey, you know... P: I actually made a video there. G: I have actually a question about it.. The video of “Follow Me” ...Where did the idea come from? P: We wanted to go somewhere different that not so many bands have ever been. We wanted to do a video. You always want to do something
different, you know. We were like “Hey, let`s go to Turkey”. We were like “how would we do that? I don`t know? Let`s have a team on”. We were like 3 people. There was a guy in Turkey who was showing us everywhere. The guy who did the video was friend of his. So we were only 4 people while doing it. It was fun to do it. G: Did you like Turkey? P: Yeah, it was nice, i actually wanted to go there with my family for having a vacation because it was so nice, i was so impressed with
the water in the harbor. It was like wow, it was great. I loved all those small shops in the small streets. G: Thanks for your precious time, it was an awesome show today really.. P: Was it good sound?
G: It was loud, i wanted to check it out from a peaceful point and headbang on my own without getting into chaos.. Do you have any words for your Turkish fans? P: Go to promoters and tell them to bring us over there. put some pressure over them. May be we can play there next year then.
G: It was great sound.. P: Was it loud?
G: It was very nice to meet you, thanks a lot! P: Yeah you too, thanks man!
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Power Metal hayranıysanız, mutlaka Almanya’nın tür adına nasıl bir önemi olduğunu biliyorsunuzdur. Helloween’i, Grave Digger’ı, Rage’i, Gamma Ray’i piyasa salarak Power Metal’i tüm hatlarıyla şekillendiren ülkedir Alman toprakları… Yine aynı tarz adına özellikle doksanlara damga vurmuş bir isim daha vardır, ki Power Metal ile az biraz yolunuz kesişmişse tahmin edeceksinizdir. Evet, Blind Guardian. Ülkemizde belkide en popüler olan Power Metal grubu Blind Guardian, popülerliğiyle orantılı olarak oldukça da seviliyor. 2002’de ilk defa İstanbul’a ayak bastıklarında gördükleri ilgi, 2006’da ikinci defa geldiklerinde daha da artmış, ardından 2007’de üç konserlik bir turne yaparak Ankara’da ve İzmir’deki hayranlarıyla da buluşmuşlardı. Konserlerden girdik, hemen bir haber verelim. Grup 2 Nisan 2011 tarihinde tekrar İstanbul’da olacak.
Tabii Blind Guardian’ı dergimize konuk etme sebebimiz belli… (Blind Guardian’ı çok(!) seven editörümüze selam ederim. :D) Grubun son albümü A Twist In The Myth’in üzerinden uzun bir zaman geçti. Grup, Nightfall In The Middle Earth albümünden beri otomatiğe bağladığı iki albüm arası dört sene ara verme kuralını bu seferde bozmadı. Dört senelik suskunluk geçtiğimiz ay ortasında son buldu ve şu an elimizde grubun yeni albümü At The Edge Of Time bulunuyor. Albüme değinmeden önce kısaca bir hafızalarımızı tazeleyelim. Seksenlerin ortasında Krefeld’de Lucifer’s Heritage adıyla kurulan ve bu adla birkaç demo yayınlayıp, kontrat yakalayan ardından adını Black Metal gruplarıyla karışmamak için Blind Guardian olarak değiştiren grup, ’88 yılında Battalions Of Fear ile kariyerini resmen başlatmıştı. Yola çıktıklarında grubun
tınanmasını sağlayan epik Power Metal tarzından biraz uzaklardı. Daha çiğ, sert ve agresif Speed Metal icra ediyorlardı, yer yer Thrash Metal etkisi de işin içine giriyordu, Hansi Kürsch şu an benimsediği katmanlı operatik vokal tarzı yerine daha metal eksenli bir vokal yapıyordu. Takip eden albümler Follow The Blind ve Tales From The Twilight World’da bu formülü izlemişlerdi. ‘92’de yayınlanan Somewhere Far Beyond ile değişim sinyalleri veren grup, ‘95’te yayınlanan Imaginations From The Other Side ile müziğini tam anlamıyla Power Metal eksenine oturtmuş ve Speed Metal kökenlerini arkaplana atmış, melodik anlayışı öne çıkaran senfonik düzenlemeler, Folk etkileri, operatik vokaller ve katmanlı korolar ile daha epik bir yöne kaymıştı. Blind Guardian’ı doksanların en önemli Power Metal grubu haline getiren bu değişim, Nightfall In The Middle Earth albümüyle resmen tavan yaptı ve grup oldukça
büyük başarı elde etti. Nightfall In The Middle Earth öyle bir albüm olmuştu ki grubun artık geçmesinin çok zor bir zirve seviyesi olduğuna dair görüşler çıkmış, Blind Guardian ismi Power Metal adına bir marka haline gelmişti. Şu an bile sokakta 100 BG hayranı çevirseniz, en iyi albüm olarak size Nightfall In The Middle Earth’ün ismini vereceklerdir. NITME sonrasında gelen başarı doğal olarak grubun üstündeki baskıyı arttırmıştı. Grup ise, albümü tekrarlamak yerine daha radikal bir yönü tercih etti ve yeni binyılın ilk Guardian albümü A Night At The Opera 2002 senesinde yayınlandı. Adıyla Queen’e selam eden bu albüm, zor ve deneysel bir albümdü, dolayısıyla grubun hayran kitlesini de böldü. Blind Guardian’ı ilk tanıdığım albüm olması ve And Then There Was A Silence gibi über bir eseri barındırdığı için bende önemi büyük bir albümdür ANATO, dolayısıyla
albümü seven taraftayım. Punishment Divine, Age Of False Innocence, The Soulforged, Sadly Sings Destiny gibi şarkılar da bence dinlenesi eserlerdi. ANATO aslında NITME sonrası Blind Guardian’ın değişimini birebir yansıtan albümdü ve şarkılardaki düzenlemelerin abartı derecede yoğun olması nedeniyle hafiften progresife de kaçıyordu. Dolayısıyla direkt bir tür olan Power Metal içerisinde bu arayışların ilk başta tepki görmesi bence normaldi. Şahsi fikrim albümün, yabancıların deyişiyle “grower” yani dinledikçe içine girilen bir albüm olduğuydu. Tabii, hayranlar bölündükleriyle kaldılar ANATO karşısında ama birçok kişinin And Then There Was A Silence gibi bir şahesere kayıtsız kalmadığı da aşikardı. ANATO sonrası Blind Guardian için biraz parçalı bulutlu bir süreçti. Canlı albüm ve DVD çıkartan grup için işler yolunda görünse de, kadro içinde
problemler yaşanıyordu ve bu süreç 2005 senesinde grubun bateristi Thomen Stauch’un gruptan ayrılmasıyla sonuçlandı. Zor dergisinin (Saygıyla anıyoruz.) Hansi ile yaptığı röportajda A Twist In The Myth için beklenen süreçte Stauch’un büyük bir sorun teşkil ettiği de açıklanmıştı. Stauch’un ardından boşalan bateri koltuğuna Fredrik Ehmke geçmiş ve grup ardından A Twist In The Myth’i yayınlamıştı. A Twist In The Myth’de ANATO’daki karışık görüşlere benzer tepkiler almıştı. Çok beğenenler de olmuştu, albümden beklediğini alamayanlar da… Ben This Will Never End, Skalds And Shadows ve Fly dışında pek ısınamamıştım albüme ve uzun süredir de dinlemedim, BG açmak istersem hep ANATO ve öncesine takılmaya devam ettim. :D Benim için ANATO’da yaratılan değişimin hakkını veren bir devam olmamıştı ATITM. Bilmiyorum, bu görüşüm sonradan değişir mi ama şu an emin olduğum birşey varsa Blind Guardian, gayet iyi
bir albüm ile tekrar aramızda… Dört yıllık bir aradan sonra çıkan, grubun dokuzuncu stüdyo albümü At The Edge Of Time ile grup bizler,, Michael Moorcock, George R. R. Martin, Robert Jordan, Peter S. Beagle ve John Milton gibi önemli isimlerin hikayelerinden esinlenerek şarkılarla epik bir yolculuğa çıkarıyor. Almanya’da listelere iki numaradan girerek grubun kendi ülkesindeki en büyük liste başarısına şahit olan albüm, doğal olarak grup tarafından da “kariyerleri açısından bir milat” olarak görüldü. (Her grup son albümünü öyle görmez mi! :D) Grup albüm üzerinde iki yıl boyunca çalışmış ki ilk meyveleri Sacred 2 oyunu için yaptıkları “Sacred” eseri ile ortaya çıkmıştı. At The Edge Of Time öncelikle uzun bir albüm. Bir saati aşan materyal bulunduruyor içinde, ki
albümün delüks basımını alırsanız, albümde yer alan şarkıların demo/alternatif versiyonlarını da ediniyor ve iki saatlik Blind Guardian ziyafeti çekiyorsunuz. Bu uzunluğun hakkını verecek şekilde, şarkı süreleri konusunda da grup cömert davranmış. Albümde beş dakikanın altında şarkı yok diyebiliriz. Müziğe gelirsek, Blind Guardian’dan beklenecek yoğun işlenmiş epik atmosfer bu sefer daha karanlık tonda ve orkestral düzenlemeler albüme resmen sinematik bir hava katmış. Orkestral düzenlemeler açısından albüm diğer BG albümlerinden daha farklı tınlıyor ki miksajda zaman zaman bayağı önde olup, şarkıya hükmeden ana element olacak kadar öne çıkıyorlar, bir önceki cümlede belirttiğim orkestra kompozisyonlarındaki sinematik dokunuşlar da bu kısımlara daha da nitelik kazandırıyor. Giriş parçası Sacred Worlds ve kapanış şarkısı Wheel Of Time bu durumun fazlasıyla görüleceği parçalar. Wheel Of Time,
içerdiği oryantal melodilerle ve enstruman kullanımıyla BG adına bir ilki daha sahne oluyor, epik havasını agresif müziğiyle birleştiriyor ve albümün finalini müthiş şekild yapıyor. Sacred Worlds, eklenen orkestrasyonlarla oldukça güçlü bir açılış parçasına dönüşmüş, vokaller ve parçanın melodik çeşitliliği de artı olarak dikkat çekiyor. The Bard’s Song’dan beri grubun geleneği haline gelen akustik balladlar bu albümde Kelt melodileriyle bezenmiş Folk tabanlı Curse My Name ile temsil edilmiş. The Bard’s Song’un tahtını alacak bir balladın yazılması çok zor olsa da –alışmış kudurmuştan beterdir zira, şarkı içerdiği müzikal çeşitlilik ile güzel bir dinlence sunuyor. War Of The Thrones albümde piyano bazlı bir versiyon ile yer alıyor, klasik Blind Guardian ballad anlayışına yakın ve pozitif bir hava taşıyor. Karanlık ve yer yer karamsar havaya sahip Valkyries ile Nordik mitlerine de değiniyor grup, akustik gitarlarla başlayan şarkı ardından progresif ve melodik bir yapıyla ilerliyor. Tanelorn (Into The Void) artık The Quest For Tanelorn’dan dolayı mı bilemem ama bana Somewhere Far Beyond tadı verdi ki şarkıda Hansi Kürsch’ün resmen vokal şovu yaptığı da söylenebilir, nakaratı da konserlik olan ama genel olarak agresif ve sert bir şarkı. Road Of No Release, biraz hızı kesen ve progresif yapıların yine öne çıktığı diğer bir şarkı oluyor. Karanlık melodileri ve nakaratı dikkat çeken ilk single A Voice In The Dark ve doksanlar albümlerindeki agresif şarkıları andıran Ride Into Obsession yüksek tempolarıyla albümün akışına katkıda buluyorlar.
Grubun müziğine getirdiği çeşitli yeni anlayışlarla yani orkestrasyonları işlemedeki farklılıklar, çeşitli Folk ve oryantal etkileri ve ANATO’da örnekleri verilen progresif düzenlemeler dikkati çeken bir albüm At The Edge Of Time… Ama aynı zamanda Power Metal yapısını da kendi içinde fazlasıyla bulunduruyor, yani grubun yaptığı denemeler özünü bozmamış. Hansi Kürsch’ün katmanlı vokalleri ve etkileyici nakaratlar, Andre ile Marcus ikilisinin etkileyici melodi ve soloları ile Fredrik’in dinamik baterileri albümün müzik işçiliğinin altını ayrıca çiziyor. Özellikle Hansi Kürsch yine kendisine hayran bıraktıracak vokal melodileri yazmış. A Twist In The Myth ile göremediğimiz atılım, yani A Night At The Opera’nın açtığı yolun devamı biraz gecikmeli olsa da bu albüm ile gelmiş bulunmakta… Evet, yine kolay bir albüm değil, uzun şarkılar ve progresif düzenlemeler grubun klasikleşmiş müzikal yapısını seven dinleyicileri zorlayabilir ama A Night At The Opera’yı beğendiyseniz bu albüme daha kolay alışmanız da fazlasıyla mümkün, ki yer yer Imaginations From The Other Side ve Nightfall In The Middle Earth’den tatlar da yakalamanız hiç sürpriz olmayacak. Kısacası, bekleyişe değen, güzel bir albüm geldi Blind Guardian’dan… Konsere hayırlısı artık… :D
SELİM VARIŞLI
İçinizde seksenlere takılıp kalanlar kaç kişi? Elleri göreyim. Evet, seksenlerin en güzel yanı, tutkunu olmak için o yılları yaşamış olmak zorunda olmamanızdır. Yetmişler veya doksanlar için bu daha zordur mesela, zira çok fazla spesifik özelliği vardır o yılların. Seksenlerin kendine has karakteristiği o kadar geniş bir kitleye hitap eder ki, ucundan kıyısında illa ki bulaşmıştır herkes. Ne yani? Hiç mi Back To The Future izleyip ‘Beat It’ dinlemediniz? Danger Danger bir seksenler grubu. Hard
Rock, Glam Rock ve Klasik Rock (tüh, İngilizce yazmalıydım sanırım bunu) sevenler için, asitli midelere Talcid, arıza bünyelere Xanax tandanslı bir etki yaratacaktır topluluğun son albümü “Revolve”. Bir seksenler rock albümünde olması gereken her şey var burada. Üstüne su dökülmüş trampet soundu, geniş distortion’lı gitarlar, bol “yeah”lı, bol “come on”lu vokaller, Van Halen – Jump keyboard tonu ile 1985 Kırşehir Çiçekdağı düğün salonları Yamaha tutkunu piyanist şantör org tonu arası, müziğe cuk diye oturmuş klavyeler, Judas Priest – Bon Jovi arası sololar…
Tüm bu koreografinin bir araya gelerek oluşturdukları kombinasyon cidden görülmeye değer güzellikte bir albüm ortaya çıkarmış ki Danger Danger’ın eski albümlerini dinlemiş olanlar yukarıda özetlemeye çalıştığım soundu suratlarının ortasında kocaman bi gülümsemeyle hatırlamışlardır umarım :) Albümde orijinallik adına tek nota bile yok. Seksenlerden aşina olduğunuz ve artık bi yerde duyunca “ben bunu nerde duymuştum yaw” bile demeyeceğiniz pek çok melodiyi Revolve’da bulabilirsiniz. Ve nasıl bi büyüyle
lanetlemişse koca nesli seksenler, bu kadar sene geçti halen formüle sadık kalınarak hazırlanan albümler aynı etkiyi bırakıyor üstümüzde. Yani umarım sadece ben böyle düşünmüyorumdur :) Adamlar klasik düz ritm üzerine groove vokalle söylenen part’lara sahip parça bile yapmışlar (Keep On Keepin’ On), o bile dinletiyor kendini. “Klasik” ile “klişe” arasındaki o ince çizginin nasıl evrilip çevrileceğine, nasıl klasik yaratılacağına dair şu yılda hala bu kadar güzel örnekler çıkabiliyor. Ayakta alkışladım.
SELİM VARIŞLI
Amerikan Death Metal sahnesini her daim sevmişimdir. Decrepit Birth bu sahneye milenyum sonrası dahil olsa da özellikle ikinci albümüyle kendine güzel bi yer edindi. “Diminishing Between Worlds”, beş senelik aradan sonra yaptıkları ciddi bir sıçrayıştı grup için. Teknik Death Metal cephesinde bir anda grubun müridi olan bir sürü dinleyici vardı. Gelgelelim Diminishing Between Worlds nihayetinde tekniğe aşırı abanılmış, üstün bir müzisyenlik ve kan ter içinde bi performans gösterilmiş çok sayıda albümden biriydi. Daha orijinal olabilecekleri açıktı. İşte bu beklentimi yeni albümleriyle fazlasıyla karşılamış bu üç kişilik ekip. Teknik olarak değilse de mantık açısından Suffocation çizgisinden bir adım öteye atlayıp kendilerini Death, Cynic, Atheist, Necrophagist (kimi yerlerde soloları Muhammed Suiçmez atıyormuş gibi geliyor), Pestilence gibi grupların progresif kulvarına atacak bir formata girmişler. Sololardan, şarkı isimlerinden ve kaçınmaya başladıkları abartılı aranjelerden bunu hissetmek mümkün.Önceki albüme göre çok daha orijinal bi iş çıkarmışlar. Muhabiriniz standart Death Metal çizgisinin ötesinden bildiriyor.
Progresif Death Metal sahnesinin öncü grupları birer birer geri dönüş albümleri kaydederken, bunlardan Cynic ve Pestilence’ın sıkı albümlere rağmen eskiyi aratmaları beni üzmüştü. Öte yandan meydanın Necrophagist ve Decrepit Birth gibi gruplara kalması bu grupları daha da hırslandırmış olacak ki konumuz olan albüm Decrepit Birth adına ciddi bir sıçramanın, bizler içinse arşivlerde yıllar boyu eskimeyecek bir kült adayının müsebbibi olmuş. Mevcut kadrosu üç kişi olmakla birlikte konserler için session elemanlarda çalışan grup, üç kişiyle mangal partisi kıvamında albüm hazırlamış. Üstat Dan Seagrave tarafından tasarlanmış olan albüm kapağı belki üstadın en iyi işlerinden değil ama albümü taşıyacak güzellikte (Seagrave’i merak edenler için, Suffocation, Pestilence, Benediction, Morbid Angel, Malevolent Creation, Gorguts gibi biçok Death Metal topluluğunun kapaklarını çizmiş, ekstrem metal aleminde kült kabul edilen bir sanatçıdır, Benediction – The Darks Is The Season kapağı favorim). 2010’un en göz dolduran Death Metal albümlerinden biri.
SELİM VARIŞLI
Azim - Duvar ilişkisi, ülkemiz Extreme Metal sahnesindeki toplulukların bizimki gibi bir ülkede nasıl bu kadar iyi işler yapabildiklerini net şekilde özetliyor. Bu grupların yaptıkları müzik itibarıyla hitap ettikleri/edecekleri kitlenin çapını umursamaksızın “nasıl daha iyisini yaparız” hırsıyla harcadıkları zaman, emek, kan ve terin haddi hesabı yoktur. Öte yandan bu yaptıkları değerli albümlerin yıllar geçtikçe daha da değerlendiğini görmek sanırım girilen onca zahmete fazlasıyla değecek bir maneviyata eşdeğer. Ve grupları yaptıkları işe
devam edip daha iyi ürünler ortaya koymaya itiyor. Decimation Ankara’nın gurur kaynağı Death Metal topluluklarından biri. 2007 tarihli “Entering The Celestial Ruins” adlı ilk albümüyle ülkemizde ve dünyada Death Metal takipçilerinin ilgisini çeken grup, Eylül sayımız yayına girmeden 1 gün önce yayınladığı dumanı üstünde yeni albümü Anthems Of An Empyreal Dominion” ile geçen üç senenin bir gruba nasıl level üstüne level atlatabileceğinin güzel bir örneğini sergiliyor.
Öncelikle belirtmek isterim ki albüm Türk Standartları Enstitüsü’nü bile taklaya getirecek güzellikte bir prodüksiyona sahip. Kayıtları Ankara’da, masteringi ise California’da, Amerika’nın önemli Death Metal topluluklarından Vile’ın gitaristi Colin Davis tarafından yapılmış. Şöyle özet geçeyim, Türkiye’de henüz “albüm prodüksiyonunun grubun müziğine uyumu” konusunda bu kadar iyi bir sounda sahip Death Metal albümü yapılmadı.
Gelelim müziğe. Grubu önceki albümünden tanıyanlar başta olmak üzere dinleyiciyi şaşırtacak düzeyde teknik ve komplike part’larla dolu, yer yer Necrophagist numaralarıyla süslenmiş dört dörtlük bir albüm Anthems. Grubun saçlarını Death Metal ile ağartmış elemanlardan oluşan kadrosunun uyumu göz alıcı. Ülkemizin en iyi Death Metal davulcusu Goremaster’a sahip olmanın avantajını da köküne kadar kullanmış Decimation. Goremaster 1998 tarihli Cenotaph
albümü “Puked Genital Purulency”den bu yana böyle lezzetli bir albümde yer almamıştı, o açıdan albümü dinlerken yer yer lise yıllarıma döndüm davullar karşısında.
girişi nefis, çıkışı kesif olacaktır. Heaven Shall Burn, Dying Fetus, The Faceless gibi gruplarla çalışmış Japon sanatçı Toshihiro Egawa tarafından hazırlanan albüm kapağı, böyle koyu bir müzik için biraz fazla renkli dursa da albümün ağırlığını iyi taşımış. ABD’li firma Comatose Music tarafından yayınlanan albüm benim için yılın albümleri arasına çoktan girdi bile. Kaçırmayın.
Nile, Necrophagist, Suffocation, Hate Eternal, Deeds Of Flesh gibi topluluklara kulaklarını kaptırmış bünyeler için Decimation’ın yeni albümü birbuçuk acılı adana etkisi yaratacak,
SELİM VARIŞLI
Dio öldü, bu albüm çıktı. Ne demek istediğimi anlayan ve bu şekilde düşünen insan sayısının azımsanmayacak düzeyde olduğunu biliyorum ancak bu albümün plan-program-kayıt olayına girildiğinde Dio’nun henüz hayatta olduğu söyleniyor. Tabii üstadın kanser olduğu duyulduktan sonra da bu albüm fikriyle ortaya çıkmış olabilir Jorn Lande. Öte yandan Jorn’un klas bi adam olduğunu da göz önünde bulundurarak böyle ince hesaplar peşinde koşmayacağını düşünmek istiyorum. Ben iyimser olayım da gerisi onun sorunu. ‘Song For Ronnie James’, Dio gibi bi adama şapka çıkarmak için yeterince güçlü bi parça. “Dehumanizer” dönemi bir Black Sabbath parçası gibi tınlıyor. Öte yandan albümdeki cover seçimleri ne derece güzeldir, orası tartışmaya açık (ki bu husus, albümün ticari bir manevra olma olasılığını epeyce düşürüyor kabul edelim, ticari bir albüm olsaydı daha fazla ve daha popüler parçalar seçilirdi mesela). Bir ‘Stargazer’, bir ‘Holy Diver’, bir ‘Children Of The Sea’, bir ‘Computer God’, bir ‘Heaven & Hell’ yok albümde. Ha ‘Lonely Is The Word’ var, ‘Don’t Talk To Strangers’, ‘Stand Up And Shout’, ‘Sunset Superman’ gibi klasikler var. Öyle haybeye çalışmamışlar yani. Boş yok albümde. Anladığım kadarıyla Jorn’u kişisel olarak en çok etkilemiş parçalardan oluşan bir tracklist ile karşı karşıyayız. Yalnız ‘Lonely Is The Word’ü ‘Letters From Earth’ gibi metal tarihinin en kült ve ağır parçalarından biriyle harmanlamak gibi ciddi anlamda hasta bi fikri başarıyla uygulaması karşısında Jorn’u yürekten selamladım. Black Sabbath hayranlarının ohaaa’lar eşliğinde dinleyeceklerine emin olduğum bi kompozisyon yapılmış. Üstat ölmeden önce bi akşamüzeri Karakedi Asena ile Black Sabbath muhabbeti yaparken (evet öyle periyodik olarak toplanıp Black Sabbath konulu paneller organize ediyoruz biz) mevzu Children Of The Sea’ye gelmişti. “Gençlik yıllarımı verdim o parçaya Selimcim” demişti Asena. Benim için de çok özel bi parçadır ama o günden sonra hep o muhabbetle hatırlarım artık bu parçayı. Zira o muhabbetin üzerinden bir hafta geçmeden büyük üstadı yıldızlara uğurladık. Neyse mevzuyu çok kişiselleştirdim yine. Dio’ya saygı babında dört dörtlük bir yapıt. “Dio öldü ekmeğini yiyelim” olayında bence parmağı olmayan bir albüm ama spekülasyona açık olduğu için hangisine inanmak sizi mutlu ediyorsa onu tercih edin derim. Yoksa ben de Manowar’ın dünyanın en büyük grubu olduğuna hiç bi zaman inanmadım ama konserde izlerken herkes gibi ben de öylelermiş gibi karşıladım adamları (hocaları şerefine Heaven & Hell çalmaları Manowar tarihinin en “true” olaylarından biriydi ayrıca). Jorn’un Dio albümü hakkındaki bu spekülasyonlara gerçekten inanıyorsanız da bu Manowar örneğimi göz önünde bulundurmanızı öneririm. Nihayetinde önemli olan kişinin mutlu olması. Dio çoktan öldü zaten, onu şu dakka hiç bişey bağlamaz.
SELİM VARIŞLI
Değerli okurlar, Teoman seviyorsanız, Teoman’ın çok iyi bir vokal olduğunu düşünüyorsanız yazının devamını okumadan ilk gördüğünüz müzik markete dalıp bir Apsent CD’si edinin. Zira henüz hiç bişey görmediniz. Apsent içerisinde bulunduğumuz yılın başlarında yayınladığı kendi adını taşıyan albümüyle bir süredir piyasada. Başarılı albüm kapağıyla bir süredir dikkatimi çekmektelerdi, kısmet bu sayıyaymış (ki bir albümün kapağı için başarılı ibaresini kolay kolay kullanmam bilirsiniz). Biyografilerinde Goth Heavy Metal yazsa da bunun biraz kısıtlayıcı bir bakış açısı olduğunu kabul etmemiz gerek. Klasik hard rock ile alternatif
rock’ı harmanlayıp ışıkları da hafif karartarak hazırlanmış bir albüm “Apsent”. Açıkçası bu müzikalite daha güçlü bir prodüksiyon istemiyor değil ancak grubun hitap ettiği kitle göz önünde bulundurulduğunda mevcut prodüksiyonun, bizim o her metal albümünde aradığımız “güçlü olsun abi gitarlar cıncınlasın, baslar genç kızların yüreğini hoplatsın” formatına o kadar da ihtiyacı olmadığı görülebilir. Zaten genç kızların yürekleri yeterince düşünülmüş bu albümde. Özellikle ruh hastası bi sevgilisi olanlar bu albümü ruhani bir dart oku gibi kullanmak isteyebilirler. Albümde yer yer Klasik Heavy Metal’den ve Alman Power Metali’nden de izler mevcut. “Türk rock”
soundu içerisinde değerlendirilebilecek bir albüm için bu durumun tuhaf olduğunu kabul ediyorum ancak grubun ne kendini ne de dinleyiciyi darlamamak adına içinden geleni ortaya koyduğuna işaret bu. Ve o ilk paragrafta Teoman sevenlerin ilgisini çekeceğinden söz ettiğim vokalist Tolga Akyurt, özellikle ‘Sen Gerçek Değilsin’ adlı parçada kendini aşmış, albüm geneline göre oldukça sürpriz vokal partları bekliyor sizleri. Bu çerçevede grup kendini daha sert tarzlara yelken açmış bir kitleye de sevdirme kapasitesine sahip. Ben sevdim nitekim.
gayet iyi. Ülkemizde yayınlanan albümlerin en büyük (aslında benim gözümde en büyük) problemi olan albüm kapağı mevzusunu iyi çözmüşler. Arşivinizdeki Progresif Avrupa topluluklarının veya Sezen Aksu CD’nizin yanında sırıtmayacaktır. Albümü size ait değil, bizzat kendinizi albüme ait hissetmenizi tetikleyecek çok önemli bir faktör bu. Gerek müzik, gerek prodüksiyon, gerekse kapak olarak, albümü mp3 olarak indiren dinleyiciye orijinalini almaları için fazlaca neden göstermeyi başarmışlar. Alkışladım ve CD’yi arşivimin ön sırasına koydum.
El netice, olmuş bir albüm. Bir “ilk albüm” için
http://www.myspace.com/apsentruh
SELİM VARIŞLI
Hani böyle üçüncü sınıf kanlı dövüşlü vampirli falan filmlerin kaçınılmaz gerçeği olan karanlık diskoda dans etme sahneleri vardır ya… (Yok yok Blade’le dalga geçmiyorum, Blade iyi versiyonudur bu “sound”un) Gözünüzün önüne geldi di mi sahne? İlla ki kısa şort giymiş bi kızla dans eden belden yukarı çıplak, belden aşağıda Levi’s 501 Jean olan bi zenci vardır bu sahnelerde figüran tandansıyla. Hah. İşte tam o sahnede arkaplanda çalan müziği düşünün. Bu sahneler hem hızlı hem de düşük tempo müziklere gelir, formatı geniştir. Lakin müzik her daim hafif karanlık, hafif hard ve kökünden tekno olmak zorundadır. İşte o şu an kafanızda yankılandığından şüphe duymadığım sound’u kucaklayın, üstüne The Sisters Of Mercy vokali ekleyin. Tanıştırayım; Clan Of Xymox… Clan Of Xymox, günümüz müziğinde özellikle underground’da önemli bir yer işgal eden EBM – Aggrotech cephesine seksenlerden bu yana yol gösteren gruplardan biri. Yukarıda özetlemeye çalıştığım klişe film sahnesinin ülkemiz versiyonu, Nuri Alço’nun ve “tuzağa düşürülme
adayı” genç kızların fütursuzca arz-ı endam eylediği disko-dans sahneleri şeklinde duhul eder sinemamıza. Clan Of Xymox müziği bu sözünü ettiğim sahneleri de canlandıracak, mezarından kaldıracak atmosferlere yelken açar. Grupla tanışalı birkaç ay oldu. Geçmişlerine bizzat tanıklık etmiş değilim. Ancak olaya seksenlerde girmiş neredeyse her grup gibi etkileyici bir atmosfere sahip olduklarını fark ettiğimden komple diskografilere çöreklenmem ve olayın derinine inmem fazla sürmedi. Peki orijinaller mi? Seksenler için kesinlikle evet (aranızda “zaten seksenlerde her şey orijinaldi” diyenleri saygıyla selamlıyor, sevgiyle kucaklıyorum), doksanlar için de evet, ancak bugün için yorgun gibiler. Kendi yarattığı akımın değişen (ayrıca gelişen, evet) rüzgarıyla üşümüş gibi bi hava var grubun son dönem albümlerinde. Tabii ki bu yoruma grubun ilk dönem ürünleri ışığında vardım. Yoksa çıtır bi grup olsalardı “bakın böyle de bi gençler var, takip edilmeye değer işler peşindeler” diye bağıra çağıra yazardım dergide. Depeche Mode sevenler, elleri göreyim? Depeche
Mode bazıları için her şey demektir, biliyorum. O nedenle Depeche Mode’dan bahsederken her daim dikkatle seçerim kelimeleri. Muhtemelen gerçek Mode müritleri Clan Of Xymox’dan da haberdarlardır ancak henüz bilmeyenler için burada da seksenlerin ortalarından başlayan, keşfedilmeyi bekleyen göz alıcı bir kariyer olduğunu belirteyim. Elektronik müziğe aşina olup da bu sahnenin Aggrotech gibi sert yanlarını kafası kaldırmayanlar için de Clan Of Xymox iyi bir arabulucu görevi üstlenebilir esasında. Tabii bunun için grubun son dönem ürünlerine kulak kabartmalısınız. Grubun doksanlar dönemi biraz tutarsız (avantgarde müzikte tutarsızlık iyi bişey olabilir belki ama onun bile raconuyla icra edilmesi gerek). Şayet 1992 tarihli “Metamorphosis” albümlerine göz atacak olursanız, Tarkan’ın Metamorfoz albümü gibi ultra alakasız bir çalışmayla karşılaşabilirsiniz. Bir önceki albümleri olan 1991 tarihli “Phoenix”e eğildiğimizde ise kendimizi “Try walking in my shoes” diyen Depeche Mode’un içerisinde
buluveriyoruz. Belki daha sakin evet. 1994 tarihli “Subsequent Pleasures”da ise daha yetmişler bi hava var (ki kullanılan synth’lerden ileri geliyor sanırım bu durum). Takip eden albümlerinde baya iyi toparlamışlar ama durumu. Özellikle “Headclouds” albümünde ‘Wild Is The Wind’ adında bi parça yapmışlar ki grubun kariyerinin geri kalanı boyunca bu lezzette bir parça yapmış olacağını tahmin etmiyorum, denk gelmedim henüz. Zaten albüm de başlı başına çilekli dondurma kıvamında. 2004 tarihli best of’larında bu parçaya yer vermemiş olmalarından dolayı da “en iyi albümünüz best of’unuz” diyemiyorum abilere. Yine de grubun muhtemelen en meşhur parçası olan ‘I Want You Now’u barındırması başta olmak üzere iyi bir tanışma compilation’u olduğu söylenebilir. “Yememiş içmemiş albüm kaydetmiş” formatlı gruplarla tanışmak için olaya nasıl girmesi gerektiğini bilemeyen ve “hocam istediğimiz sorudan başlayabilir miyiz” karanlığı içerisinde olan bünyeler için eğer Headclouds albümü ağır gelirse bu best of’a yönelmelerini önerebilirim/ The Sisters Of Mercy’e selam, yola devam.
SELİM VARIŞLI
İngiltere’den hiç kötü grup çıkmadığına dair teorimden daha önce söz etmiştim di mi? Bu teoriyi temellendiren gruplar arasında önemli yer teşkil ediyor Sisters. 1980 yılında kurulan, post rock (1980’de ne post rock’ıysa artık bilemedim), alternatif rock, goth rock, electronic, darkwave gibi akımlara öncülük etmiş 30 yıllık bir topluluk. Hatta Eurodance gruplarının bile “likes” listelerinde The Sisters Of Mercy ismini görmek mümkün. Toplamda üç stüdyo albümü bulunan ve bu üç albümle underground’da çoktan kült haline gelen Sisters’ın üç albümünde de birbiriyle alakasız kadrolar yer alır. Seksenlerdeki yükselişleri doksanların başında yayıncı firmalarına gıcık olup albüm yayınlamaktan vazgeçene kadar sürer. Kuşkusuz müzik tarihinin en güzel grup isimlerinden birini taşıyan The Sisters
Of Mercy, adını bir Leonard Cohen parçasından alıyormuş, lakin mevzubahis parçayı bilmediğim için ben kişisel olarak olayı bu parçaya yıkmayıp grubun format-isim uyumu karşısında saygıyla eğilmeye devam ediyorum. 1980’de kurulan, 1985’de ilk albümünü, 1990’da da son albümünü yayınlamış olan bir gruptan söz ediyoruz. Haliyle diskografisi böyle olan bir topluluğun kariyerinin de tuhaf olacağını tahmin edersiniz. Andrew Eldritch adlı güzide, karanlık ve sinir hastası adamın, bir kısım doksanlar gençliğinin “kayıp jenerasyon” olarak anılmasındaki payı, her ne kadar göz önünde duran bir adam olmasa da yadsınamaz. Drum-machine’e isim takıp gerçek bir davulcu muamelesi yapan, gruptan ayrılan elemanlarına Sisterhood adıyla grup kurdukları için dava açıp 25000 dolar tazminat alan, Sex
Pistols ve Public Enemy ile turneye çıkan (yanlış okumadınız, hadi Pistols’ı anladım da Public Enemy ne alakadır be kardeşim) bi adam Eldritch. Public Enemy turnesi bilin bakalım hangi sebeple yarım kalmış? E tabii! Gangsta atmosferini ciğerlerinin derinliklerinde yaşayan siyahi rapçilerin, fileli giysiler giymiş, kafası dikiş kutusuna dönmüş, pembeye mora boyalı glitter goth’larla kardeşçe ve birlik beraberlik ruhu içerisinde halaylar çekerek konser izleyeceklerini düşünmediniz heralde. Öte yandan bir Public Enemy – The Sisters Of Mercy konserini sırf o atmosfere tanık olmak için izlemek isterdim, fantastik olurdu. Metal camiasına dahil kardeşlerimizin, Crematory,
Cradle Of Filth, Kreator gibi toplulukların coverlarıyla hatırlayacakları Sisters’a, bu sahnede son olarak Nevermore vokalisti Warrel Dane’in solo albümünde muazzam bir ‘Lucretia My Reflection’ coverıyla rastladık ki favori Sisters parçam Lucretia’dır. Crematory’nin ülkemizde popüler olmasındaki en önemli etkenlerden ‘Temple Of Love’ orijinal bir Crematory parçası değildir, orijinali The Sisters Of Mercy’e ait. En enteresan bulduğum Sisters coverı ise Kreator’ın kendi sound’una ters işler yaptığı dönemlerde kaydettiğini tahmin ettiğim, 1999’da yayınlanan “Voices Of Transgression/A 90’s Retrospective” adlı b-sides tadındaki albümde yer alan Lucretia coverıdır.
İlk albümü “First and Last and Always”de (tek albümlük bi grup kuran adamın gündüz düşleri tadında albüm ismi) goth rock olayına yön çizen hareketler sergileyen topluluk, başlangıcı da bitişi de sorunlu olan bu albümün yayınlanmasından kısa süre sonra kadrosunun büyük bölümünü kaybeder. Hazırlık aşaması bu kadar sorunlu olan bir albümün, yayın tarihinin üzerinden pırıl pırıl bir 25 yıl geçmiş olmasına karşın halen bir garip dünya ülkesindeki dergide saygı ve sevgiyle anılacak kadar etki yaratmış olması da ayrıca enteresan ki “normal adamdan arıza müzik çıkmaz” başlıklı bir diğer tezimi kuvvetlendiriyor bu husus. Albümden sonra dımdızlak ortada kalan Eldritch, gitarı, rock’ı bi yana bırakıp bünyeyi synth’e veriyor ve ikinci
albümü Floodland’i yayınlıyor. Şahsen bağrıma basmakta tereddüt etmeyeceğim bi albüm. Zira iş gitarda veya synth’de değil icra eden adamda bitiyor. Nitekim üçüncü ve son stüdyo albümü “Vision Thing”de de lezzetli işler ortaya koyuyor Eldritch ve yeni ekibi. Neyse tarihçeye çok girmeyelim. Müzikal anlamda hak ettiği şöhreti, başta Eldritch olmak üzere gruptan gelip geçen elemanların kişisel sıkıntılardan kaynaklanan nedenlerle yakalamayadığını düşündüğüm, ancak ortaya koyduğu ürünlerle özellikle müzikle profesyonel olarak uğraşan insanlarca el üstünde tutulan bir topluluk The Sisters Of Mercy. Hail to England…
EMRE DEDEKARGINOĞLU
IMAGES
….left the elders to their parley meant to satisfy our lust, leaving Damocles still hanging over all their promised trust… Dergimizin en düzensiz yayınlanan köşesinden herkese merhabalar… Temmuz sayısını boş geçmemiz, ağustos sayısında da festival nedeniyle dergiye fazla yüklenmemiz sebebiyle köşe yine geri planda kaldı, tabii bazen de insan köşeyi döşeyecek şeyler yazamayabiliyor; ilham gelmiyor, ne bileyim o aylık değinecek pek birşey olmuyor, hafif deneme yazınına kayan şeyler çıkıyor falan filan… Dolayısıyla canım köşem araya kaynayabiliyor. Neyse, fazla uzatmadan konuya gelelim. Malum bu ay dergimiz ikinci yaşına girdi. İki yıldır internet üzerinden sanal varlığımızı sürdürüp, sizlerle müzik paylaşmaya çalışıyoruz elimizden geldiğince… İki sene önce, derginin dördüncü sayısına ilk yazımı verdiğimde şahsen kadro içinde bu kadar süre yer alacağımı düşünmemiştim. Tabii dergi nereye kadar giderdi, o da belli değildi. Günümüzde arkasında ciddi destek olmadan yayın yapmak gerçekten zorlaştı, geçtiğimiz aylarda Billboard dergisi de kepenkleri indirince bunu birkez daha gördük. İnternet yazılı basına göre daha güçlü bir alternatif durumunda, birçok webzine ya da yeni e-dergiler internet üzerinden insanlara ulaşıyor artık. Siyah Beyaz’da bu yolun yolcusu olarak ikinci seneyi devirmesi önemli bir durumdur. Belli bir stabilite kazanan yayınlar az çok devam edebiliyorlar, yollarını çizebiliyorlar, Siyah Beyaz’da bu momentumu elde etmiş durumda… Bu sayıya kadar dergimize okuyan, okumasa da tıklayan, yazılarıyla katkı veren herkesin pay sahibi olduğu bir süreçtir iki sene… Dergimize nice seneler diyor, destek veren herkese tekrar teşekkür ediyorum. Darısı bu yola çıkmış diğer webzine ve e-dergilerin başına, ne kadar uzun soluklu yayınlar çıkarsa o kadar yararımızadır. Efenim, ağustos ayı boyunca gündemi oluşturan isim hak verirsiniz ki dört sene sonra yeni albümünü çıkartan Iron Maiden’dı. Yer gök Maiden oldu, yabancı basın tabii ellerinde imkan gani olduğundan röportajlar/ön incelemeler patlattı,
3D kapaklı özel Iron Maiden sayısı bike çıkarttı bir dergi, Maiden o derece bir çılgınlık yani… :D Tabii biz kapak olarak Wolf Hoffmann’ı konuğumuz eyledik, ayrı… :D Ardından ‘96’dan beri ilk defa albüm yapan Accept, tabiri caizse “taş gibi” bir albümle dönüp, saf metale olan açlıkları tıka basa doyurunca bu ay kulaklar ayrı şen oldu. Accept ile ilgili yazıyı derginin başında okumuşsunuzdur, dolayısıyla ben (İnci Sözlük’e selam olsun. :D) özet geçeceğim. Editörümüz benden zilyon kat daha Accept fanı zira. :D Udo Dirkschneider’ı açıkçası aramadım ben albümü dinlerken. Mark Tornillo kesinlikle gruba yeni bir hava getirmiş. Çığlık çığlığa girdiği yerler olsun ya da daha temiz ve sakin söylediği yerler olsun, gayet başarılı iş çıkarmış. Müzik ise bu senenin en iyi saf metal albümü olmasını sağlayacak kadar sağlam. İlk şarkı Beat The Bastards girer girmez kafa sallama isteği yardırıyor bünyede. Wolf Hoffmann ve grubun Balls To The Wall albümünden sonra ilk defa kadroda yer alan Herman Frank’ın gitar işçilikleri oldukça iyi işlenmiş, özellikle Hoffmann resmen ders veriyor. Peter Baltes ve Stefan Schwarzmann’da ritm kısmında görevlerini hakkıyla yapmışlar. Şarkılar Accept’den bekleneceği gibi, kimi zaman ‘80lere de selam çakan, eşlik edilesi nakaratlar içeren, yeri geldiğinde duygu dolu yeri geldiğinde fazlasıyla
&
WORDS gaz bir yapı içeriyorlar. Beat The Bastards, Blood Of The Nations, Locked And Loaded, The Abyss, Bucketful Of Hate ve muhteşem ballad Kill The Pain benim oldukça beğendiğim şarkılar oldular. Böyle bir geri dönüşe can kurban… Hoffmann’ın çaldığı rifflerin, attığı soloların tabı olunası… Bu ay konserler açısından da biraz aktif bir ay olacakağa benziyor. Bayramdan önce U2 stadyum konseri verecek. Pek U2 ile aram olmadığından ben gitmeyeceğim ama malum sahne düzeninden dolayı pek bir alengirli şov olacağa benziyor. 28 Eylül’de İngiliz Prog-Rock/Trip-Hop grubu Archive İstanbul’a gelecek. 2007 senesinde gelecekleri söylenen konser olmamıştı, dolayısıyla kendilerini bekleyen kitle için oldukça hayırlı haber… Biz metalciler için ise 30 Eylül’de olacak Ozzy Osbourne konseri şüphesiz en önemli olay eylül ayında… Black Sabbath’ın orijinal vokalini ilk defa Misak-ı Milli sınırlarında göreceğiz. Ardından hemen ekimin ikinci gününde Almanların en büyük gruplarından Scorpions veda turnesi kapsamında ülkemiz topraklarında olacak. Para bulmak, zaman bulmak gerek, hayat zor… :D Böylece bir Images And Words’un daha sonunu getirdim herhalde… :D Okulların açılacağı, yavaştan yağmurun soğuğun basacağı, tabii Ramazan Bayramı’nın aradan çıkartılıp geleneksel Türk insanı moduna girileceği bir eylül ayı bizleri bekler. Herkese müzik dolu, “hayır”lı günler… Ayın Dinlencesi
Poets Of The Fall – Twilight Theater Bu albüm çıkalı aslında bir beş ay oldu. Yazmaya niyetlendim ama sadece niyetlendiğimle kaldım. O kadar çok albüm çıkıyor ki, bende son aylarda yeni şeyler dinlemeye o kadar az zaman ayırabiliyorum ki, anlamam anlatamam. :D Sonisphere ayağına sürekli Metallica, Slayer, Anthrax, Megadeth dinleme isteğim daha yeni geçerken, birden çocukluğum Türkçe Pop’una sardım, Sertab Erener’in Sakin Ol’u ile Nilüfer’in Yine Yeni Yeniden albümünü çok dinledim geçen ay, itiraf edeyim, biraz fazla seferi olmama da bağlayabiliriz. :D
Konumuza gelelim. Poets Of The Fall Finlandiya’dan çıkma bir Alternative Rock grubu. Max Payne 2 için yaptıkları Late Goodbye ile hatırlayabilirsiniz kendilerini. Arkadaşlar ilk albümleri Signs Of Life ile başladıkları kariyerlerine beş yılda dört albüm sığdırdılar. Akustik temelli, yer yer elektronik öğeler ve sert rifflerle desteklenen, melankolik bir müzik yapan grup, ikinci albümü Carnival Of Rust ile çok canımızı yakmış, ardından gelen Revolution Roulette ile müziğini sert ve eleştirel bir tavra büründürmüştü. İki yıl aradan sonra gelen Twilight Theater ise öncülünden farklı bir yol izlemiş. Genel anlamda sakin ve ağır ama yine melankolisi yüksek dozda bir albüm var karşımızda… Grup elektronik öğeleri ve özellikle senfonik düzenlemeleri fazlaca kullanmış, buna bağlı olarak gitarlar daha sakin ve çoğunlukla akustik icra edilmiş. Bu albümde Locking Up The Sun ya da Diamond For Tears gibi agresif şarkı yok denilebilir. Grup albüm için “Cinematic Rock” tanımını yapmış ki senfonik düzenlemelerin fazlalığı sebebiyle kesinlikle bu tadı alıyorsunuz. War, 15 Min Flame, Heal My Wounds, Smoke And Mirrors ve Dreaming Wide Awake dikkatimi çeken şarkılar oldular. Sakin ve melankolik, rahat dinlenebilecek güzel bir albüm… Poets Of The Fall çok popüler bir grup olmayabilir ama dörtte dört yaparak doğru yolda gittiklerini gösteriyor.
SELİM VARIŞLI
Atmosfer-ambiyans-hissiyat mevzusunda Mariana Trench ölçüsü almış ebatlarda lezzetli bir topluluk God Module. Kendinizi birdenbire boşalan yolların ortasında hissedebileceğiniz, after armageddon filmlerden fırlayıp post-modern vampir filmlerine yuvarlanmış gibi tınlayan, üstünden başından kalite akan albümlere imza atmaya devam ediyorlar. Nitekim official linkleri arasında Vampire Freaks adresinin bulunmasına şaşırmadım. Jasyn Bangert önderliğinde, Courtney Bangert ve Clint Carney’in eşliğiyle vücut bulan bu Amerikalı topluluk, her ne kadar yaptıkları tarza biraz ticari bi yaklaşımla “Horror Industrial, Black Electro, Murder Wave, Spooky Dance” gibi bi sürü yandan çarklı isim taksa da klasik Aggrotech sounduyla grubu özetlemek çok da zor değil. Grupla ilgili nette kısaca araştırma yaptığınızda da karanlık kültüre dair neredeyse her şeye olan ilgilerini açıkça ifşa ettiklerine tanık olabilirsiniz.
Adına EP deseler de remixlerle beraber toplam süresi 48 dakikalık bir albüm uzunluğunda olan 2010 tarihli ürünleri “The Magic in My Heart Is Dead”, bugüne kadar nedense görmezden geliyor muamelesi yaptığımız God Module gerçeğiyle artık yüzleşmemiz gerektirdiğini düşündürdü bana (EP’de 5 yeni parça var, gerisi eski ve yeni bazı parçaların remixleri ki bu remixleri hazırlayan isimler arasında Project Pitchfork ve Aesthetic Perfection gibi fazlasıyla kayda değer isimler var). Şöyle ki ilk kez 2003 tarihli “Empath” albümleriyle tanıdığım ve epeyce sevdiğim bu grup, 2007 yılında yayınladıkları “Let’s Go Dark” albümlerinden sonra kendini unutturmuştu resmen. Ya da onlar aktifti ama ben denk gelmemiştim bilemiyorum. Neyse
Metropolis Records’un gizli gözbebeklerinden olan topluluğu bu sene yayınladıkları, yukarıda söz ettiğim albümleriyle yeniden gündemime alarak dergi gündemine de taşımaya karar verdim. Her ne kadar Empath’in halen en iyi God Module albümü olduğunu ve grubun 7 senedir kendini aşamadığını düşünüyor isem de ortaya koydukları ürünler genele kıyasla epeyce çıta üstü olduğundan, bu kıyaslamayı grubun kendi ürünleri içerisinde bırakmak en doğrusu sanırım. Empath’de yarattıkları atmosfer, o dönem kendi içerisinde enteresan şekilde büyüyen EBM sahnesinin rüzgarının etkisidir belki de… Son albümlerinde ise Empath’in o göğüs kafesini ana arterlerden yakalayan atmosferine nazaran
daha içine kapanık ve depresif, belki daha sayko bi çizgi izlemiş God Module. Özellikle ‘Me! I Disconnect from You’da inceden Hocico’nun sayko lead’lerle bezeli parçalarına göndermeler sezmedim değil. EP’deki yeni parçalardan ‘ART’ın son trackte yer alan Aesthetic Perfection remix’i göz kamaştırıcı. Geçen sayılardan birinde dergide ağırladığımız Aesthetic Perfection’ı anlaşılan yakın zamanda yeniden konuk edip hangi köşeye baksak karşımıza çıkan remix’lerini masaya yatırmamız gerekecek. Yine EP’deki yeni parçalardan biri olan ‘A Minute to Midnight’a System Syn tarafından yapılmış muazzam bir remix var ki parçanın orijinal mixinden daha iyi olmuş resmen. Bir başka Metropolis Records grubu olan Amerikalı System
Syn’i ve konser davulcuları Jon Siren’in asıl grubu olan industial-electro-punk gençliği Mankind Is Obsolete’i de yakın zamanda sayfalarımızda ağırlamayı planlıyorum. Çok fantastik işler peşinde koşuyorlar zira. Sevdikleri isimler arasında Hocico, Depeche Mode, The Cure, Fields Of The Nephilim, Death In June, Marilyn Manson gibi isimler olan bu topluluğun, adı geçen isimlerin birinin bile hayranıysanız dikkatinizi çekebileceğini tahmin ediyorum (evet Marilyn Manson dahil). Tabii albüm açılışındaki introvari şahane ilk parça’yı loop’a almaktan kendinizi kurtarıp albümün devamına kulak vermeyi başarabilirseniz.
SELİM VARIŞLI
Burzum, bi şarkısındaki ana rifi, aynı albümün bi sonraki şarkısında da backgroundda atıp bunun yıllarca fark edilmemesini sağlayabilecek düzeyde başarılı bi grup. Ama başarısı genelde bu düzeyde. Yok yok, vikingi öldür, Norveç’i yeme. Burzum kendi tarzının (yediği haltın da diyebiliriz) en leş işlerini ortaya koymuş, kült sıfatını bileğinin ve kibritinin hakkıyla elde etmiş bi gruptur. Grup da değildir tek kişidir ama daha önce de belirttiğim üzere bu tek kişilik ordulara “proje”den daha şık bi isim bulmamız lazım. Burzum için “one man Black Metal Project” belirtisiz tamlaması ne kadar kötü geliyor kulağa di mi? Özellikle şu aralar “one man” ve “one woman” projeler magic mushroom style çoğalmışken :) Ne diyorduk? Burzum’u bugün Black Metal camiasında sahip olduğu yere getiren şey sadece 16. yüzyıldan kalma ahşap kiliseyi mangal çırası yakar gibi yakması değildi tabii. Olaya oldukça erken girmiş olması (Aske demosu 1991’den kalma mıydı?), grubun esas (ve tek) elemanı Varg Vikernes’in (ki herifin asıl adının Christian olması ne efsanevi ve eğlenceli bi tezattır be kardeşim, yıllara yollara meydan okudu şu olay, hala coşkuyla anlatırım sağda solda :)) Mayhem’in kült albümü
“De Mysteriis Dom Sathanas”da çalmış olması gibi etkenler de (herif o sıralarda Mayhem’den Euronymous’u öldürmüş de adamın çaldığı bass partlarını albümden çıkarmışlar diye hatırlıyorum ama yanlış hatırlıyor da olabilirim ve cidden çok önemli bi mevzu değil :)) Burzum’un bugünkü noktaya gelmesinde önemli rol oynamış olmalı. Ben Burzum adını ilk duyduğumda Varg Vikernes hapisteydi diye hatırlıyorum. Belki de sonradan girdi bilemiyorum. Ama adam epeyce uzun bi süre hapis yattı bu kilise – çayda çıra vukuatı yüzünden. Yakın zamanda çıktı. Hatta çıkmasından bi sene önce falan da hapisten nasılsa kaçmayı başarıp Norveçli bi ailenin arabasını gasp etmiş ve ülkeden kaçmaya çalışmıştı. Norveç sınırına yakın bi yerde yakalamışlardı. Okuyucu gözünden bakınca ne kadar komik durduğunun farkındayım zira yazarken daha da komik geliyor bana :) Ama napalım, Black Metal böyle bişey (değil ama böyle bi cephesi de var). Yazıda çok fazla parantez kullandığımın farkındayım ama konudan konuya atlamamak ve bütünlüğü bozup ipin ucunu kaçırmamak için başka alternatifim yok gibi. Neyse. Varg hapisten çıkar çıkmaz stüdyoya (ki muhtemelen
evinin bodrumunda falan yapıyor kayıtları, hatta bizim apartmanın kömürlüğünde mahalle muhtarı prodüktörlüğünde Burzum’dan daha iyi sound çekebileceğimize eminim) kapandı ve yakın zamanda “Belus” adlı 2010 model kromaj kaplamalı simsiyah albümünü yayınladı. Esasında Burzum’un “Filosofem” dışındaki albümleriyle aram yok pek. Bilmeyenler için, sözünü ettiğim kötü kayıt mevzuatı da grubun alameti farikasıdır, bu iyi bişey yani Burzum için. Filosofem öncesi albümleri de grubun azılı fanları tarafından el üstünde tutulmuştur her daim ama Filosofem sonrası için durum nedir bilemiyorum. Bildiğim şudur ki Daudi Baldrs adlı gubidik albümüyle baya bi küfür yemişti Burzum. Neyse, sene 2010 ve Burzum kendi tarzı için hiç yabana atılamayacak düzeyde leş bi albüm kaydetmiş. Hapishanede geçen yıllar yaramış :) Filosofem’le aynı atmosferi kulaklarımıza tınlatan (vaay) bir albümü bu kadar seneden sonra bu çağda kaydedebilmiş olması Varg Vikernes’in kendi öz natural born leş karakterinden midir, Norveç’in ezelden karanlık atmosferinden midir yoksa hapishanede böyle bilinmeyen bi Türk azınlık vardı da onun etkilerini mi yansıtıyor bu albüm, bilemedim. ‘Wehrechlichkeit .i.’ adında full karanlık ambiyans bi parça vardı Filosofem’de. Bugünkü drone soundunun ilk örneklerinden demeye cüret edecem ama kafama çürümüş domatesler yağacak biliyorum :) Bunun bi de ‘Wehrerchlichkeit .ii.’ olanı vardı ki Madde İşaretleri ve Numaralandırma
konusunda da ders gibi bi albüm niteliğine taşıyordu Filosofem’i. O da böyle yağmurlu, damlacıklı, ekolu falan girişi olan bi parçaydı, ortalara doğru coşageliyordu falan. Velhasız Filosofem güzel albümdü. Belus’ta da yeri geliyor 1995 yılına çat diye dönüveriyor Burzum. Açıkçası “Burzum’un yeni albümü çıkmış abi” cümlesini duyduğumda amelece bi gülüş kaplamıştı suratımı. Bu saatten sonra ne Burzum’u yaw, sene 2010 olmuş, çıksın dağlarda koyun otlatsın” falan diyordum ki herif çok kötü susturdu beni :) Gerçi yakın zamanda çekilmiş bi fotosunu gördüm de, yeni Beowülf filmi çekilse orda böyle yaşlı bi keşişi falan oynayabilir çok rahat. Viking dedesi kıvamına gelmiş Varg Vikernes. Heidi ile dağdaki kulübesinde bazlama pişirebilir veya Milka çikolatalarının reklamında ineklerin başını beklerken sırtında abasıyla poz verebilir, kimse yadırgamaz. Hatta azılı Burzum fanları bile fark etmeyebilirler durumu :) Gelgelelim albümün eski Burzum leşliğini neredeyse birebir yansıtıyor oluşu, bunun böyle reunion yapan seksenler Amerikan treş gruplarının bazılarında olduğu gibi plastik ve üzücü bi soundla değil gayet bildiğimiz eski pis soundla yapılmış olması da olaya barbekü sosu lezzeti katmış. Başta da söylediğim gibi Burzum’u hiç bi zaman sevemedim. Yeni albümün de orijinalini alacağımı sanmıyorum ama özellikle bugün çoluk çocuğa karışmış eski takipçileri varsa geçmişin gözyaşlarıyla uzun yılları sorgulayacaklarına garanti verebilirim.