Siyah Beyaz Dergisi - Sayi 30 :: Subat 2011

Page 1



Derginin en son yazılan, ilk okunan ve en sıkıcı yazısından selamlar. Dergiyi sayfa sayfa hazırlayıp, bazılarını bizzat yazıp, sayfa dizaynını yapıp, sonra da editör yazısında anlatmak fikri ilk kez hangi dergiden ya da dergiciden çıktı bilmiyorum ama umarım siz okurken benim yazarken sıkıldığım kadar daralmıyorsunuzdur :) Bu ay 30. sayımızı yayınladık. 30 sayıdır hazırlarken sıkıldığım tek sayfa editör sayfası :) Dergiyi yayına girmeye hazırlandığımız saatlerde gelen habere göre 8-9-10 Temmuz 2011 tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilecek olan Bon Jovi konserine Whitesnake’in de dahil edildiği açıkladı. Şahsen bi türlü izleme fırsatı yakalayamadığım grubu bu kez yakalamak konusunda kararlıyım. 10 kere izlenilse yine de eksik kalacak gruplar arasında yer aldığından, Whitesnake’i selamlamak için fırsatı olan herkes koşarak gelmeli. Bu ay kaç zamandır kapak yapmak için sırada geriye attığım Kingdom Of Sorrow’u nihayet kapağımızda ağırlıyoruz. Esasında bu sayımızın ilk kapak dizaynı başkaydı, nette yayıldı belki görmüşsünüzdür. Legal mevzular nedeniyle kullanamayacağımız, eğlenceli bi kapaktı. Şu anki kapak, derginin 30 sayılık geçmişi boyunca “keşke diğerini kullanabilseydik” dediğim ilk kapak. Umarım sonuncusu olur. İmaj da her şeydir, susuzluk da… İçelim. Mart ayında görüşmek üzere. Selim VARIŞLI

SİYAH BEYAZ DERGİSİ :: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::

SELİM VARIŞLI :: YAZARLAR ::

EMRE DEDEKARGINOĞLU, ZELİHA KARAKOCA, AYLİN ŞAHİN, GÖKHAN KORKMAZ E-Mail: info@siyahbeyazonline.com Facebook: www.facebook.com/siyahbeyazonline | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline


www.myspace.com/studiodeep

Konur-2 Sk. 38/1 K覺z覺lay-Ankara 0312 419 99 40 - 0505 682 69 30


STUDIO DEEP’te Sunduğumuz Hizmetler: - Profesyonel albüm ve demo kayıt - Mixing, Mastering - Prova - Ekipman kiralama - Konser organizasyonu - Enstruman alım-satım - Müzik kursları - Şarkılarınıza alt yapı, drum machine, sampling yazımı

BİRLİKTE ÇALIŞTIĞIMIZ GRUPLAR BLACK OMEN CARNOPHAGE CENOTAPH CHOPSTICK SUICIDE CRAGATASKA (Kerem Günsavar) DARKPHASE DECAYING PURITY

DEMENTIA İNEK INSIZITION KARAKEDİ KASATURA KINN ONE MORE LIE PALAS PANDIRAS

PHRONESIS RECTIFIER RHADAMANTYS SELF TORTURE SMIDUR SOKAK KÖPEKLERİ TAHRİP TRUCK


SELİM VARIŞLI


Bize yolladığınız mailler arasında “eskiden daha ciddi bi dergiydi bu, işi fazlaca geyiğe vurmaya başladınız, gruplarla bu kadar eğlenmeyin” şeklinde serzenişler içerenler son sayılarımızla artış gösterdi. Açık konuşayım mutluyum :) Etrafınıza şöyle bi bakın, diğer dergileri (derginin 30 sayılık ömrü boyunca ilk kez diğer dergilerle kıyaslama yaptırdınız bana, daha ne diyeyim) okurken eğleniyor musunuz? Hayır öyle metalci kültürel folklorik ekşınlardan söz etmiyorum. Harbiden “eğleniyor musunuz?” Ben açıkçası hiç eğlenmiyorum. Zaten pek dergi de kalmadı ortalıkta (özellikle basılı yayınlar arasında kötüler elendi, iyiler halen ayakta). Neyse, ben bi dergiyi hazırlarken eğlenmiyorsam

okuyan insanın eğlenmesini zaten bekleyemem. Ayrıca dergiyi yayınlamak için yeterince iyi bir neden de kalmaz elimde. O sebeple rotamız ne yöne giderse, kendi kendimize ayak uyduruyoruz diyelim. Olaya bu şekilde girmemin sebebi August Burns Red’in biyografisinde grubun isminin kaynağı hakkında okuduğum feci eğlenceli bir paragraftı. Aynen aktarıyorum: “Amerikan Metalcore grubudur. Lancaster, Pennsylvania’da Mart 2003’de lise yıllarında kurulmuştur. Grubun ismi eski vokali Jon Hershey tarafından lanse edilmiştir. Jon Hershey’in



August adında kız arkadaşı vardır, Ayrıca Redd adında bir köpeği vardır. Kız arkadaşıyla ayrıldıktan sonra kız arkadaşı Jon Hershey’in bahçesine gizlice girer ve köpeğinin kulübesini ateşe verir. Ertesi gün okul gazetesinde «August Burns Redd» diye haber başlığı olur. Grubun ismi buradan gelmektedir. Bazı kaynaklar Jon Hershey’in gruptan ayrıldıktan sonra pizzacıda servisçi olduğunu iddia ediyor.” Hahaha. İlk okuduğumda inanamamıştım. Şimdi bile absürd ötesi geliyor. Üçüncü sınıf tabloid gazetelerin dübürden çemkirme haberlerini aratmayacak güzellikte bi hikaye. Tabii köpeğin yanması kısmı trajik ama düşünsenize bi adam eski sevgilisini bunu yapacak kadar kızdıracak ne yapmış olabilir? Adamın atı ya da iguanası olsaydı kızın tepkisi nasıl olacaktı acaba? Ayrıca siz nasıl bir okulda okudunuz ki her gün gazete çıkıyor orada? Şu “ertesi günü okul gazetesi” size de fazla tanıdık gelmedi mi? Hangi filmden hatırladığımı ben de bilemiyorum ama tonla Amerikan filminde vardır bu detay. Paragraftaki son cümle de olaya cuk oturmuş (!) Köpeği yanan Hershey acısını içine gömüp tanıdıklarından uzakta bir şehre yerleşir ve kimsenin kendisini tanımadığı bir pizzacıda işe başlayıp hayata küser... Bilemiyorum belki de hikaye gerçektir ve gerçekten grubun ismi bu hikayeden geliyordur.

Ama öyleyse daha da kötü. “Grubumuzun ismini eksi vokalistimizin yanan köpeğinden ve kız arkadaşından geliyor”. Bu kadar muazzam bir grup isminin (çok ciddiyim) böylesine “doksanlar lost generation” (abi ‘Creep’te anlatılan creepy herif gerçekmiş, hapsaneden mektup yazmış Thom Yorke’a) bir hikayeye dayandırılması başlı başına bir kariyer-killer durumu teşkil ediyor. Neyse, dergi tarihindeki en uzun grup ismi obsesyonu nöbetimi atlattıktan sonra gruptan da kısaca söz edeyim. Bu Amerikalı gençler, metalcore sahnesinin tozunu attıracak kapasite ile çalışıyor ve işin ekmeğini de her geçen gün daha çok yiyorlar. Üçüncü ve şimdilik son albümleri Constellations 2009 yılında çıkmış ve o günden beri gittikçe gelişen bir büyüme grafiğiyle (hamburger dükkanları zinciri tanıtım brifingi Türkçesine büründüm bi an, pardon) ilerliyorlar. Metalcore sahnesinin önemli bir yüzdesini teşkil eden (hala aynı modaydım yaw) sıkıcı ve birbirinin aynı gruplardan uzaktalar. En azından son albümlerinde öyleler yani. Öncekilerle bu kadar popüler olamadıklarına göre onlar daha hamburger olabilir. Son albümle bi başlayın, beğenmezsin hiç olaya girmeyin derim (yazıyı yazdığımda önceki iki albümü dinlememiştim ama sonradan dergi yayına girmeden önce dinleme fırsatım oldu, 2007 tarihli “Messengers” albümleri resmen son albümü ezermiş, affetmeyin).


SELİM VARIŞLI

Hardcore sahnesinin en kulak dolduran vokalisti Hatebreed’den Jamey Jasta ve Crowbar –Down insanı (insan?) Kirk Windstein’ın bir araya geldiği “all olmasa da star” grup Kingdom Of Sorrow, geride bıraktığımız yılın ortalarında yayınladığı, kaç sayıdır kapak konusu yapmak istediğim için dergiye almayıp sıra beklettiğim albümü “Behind the Blackest Tears” ile nihayet huzurlarınızda. 2008’de yayınladığı kendi adını taşıyan ilk albümüyle piyasanın ve listelerin köküne kibrit suyu eken ekip, ciğerleri komple dolduran yeni albümü, downtune’un dibinden ayrılmayan sound’u ve kızgın kumlardan serin sulara “metalcore sludge southern american metal” tarzıyla (yaz bunu bi yere Nuri, kullanırız ilerde) 2010’lu yıllarda da metal mevzuatının köklerine bağlı, sağlıklı ve güçlü tarafının

halen ayakta olduğunu ve yıllara direndiğini işaret eder gibi. Bir zamanların mavi mavi ışıldayan pırıltılı gruplarının bir kısmının emekli olduğu, bir kısmının da yaş haddiyle emeklilik sınırına dayandığı yıllarda yaşıyoruz. Kingdom Of Sorrow gibi grupların değeri biraz da bu açıdan baktığımızda ortaya çıkıyor. “Traditional, hard’n heavy, classic heavy” personasını Darwin’i kıskandıracak güzellikte evrimleştirip evcilleştirmeksizin daha kırmızı bir sosla yeniden karakterize ederek sunuyor grup. Amerika Billboard listesinde alt sıralarda da olsa arz-ı endam eylemelerini de bu “geniş kitleye seslenelim abi biz şeklimizle sound’umuzla” tandansına borçlular. Orijinalliği deneysellikte aramanın yarattığı plastik elitizmin hevesiyle yanıp tutuşan


bünyeleri daha albüm kapağından dehşete ve hezeyana sürükleyecek, ortaya konulan mantık itibarıyla bir the future of the past, efendim bir ‘the monuments of ash’ hissiyatı yaratacak kadar yakışıklı bir eser Behind The Blackest Tears (favori parçanın ismini yazı içinde kullanma hevesim karşısında hangi plastik elitizmden üstüme uçacak klişe avcıları acep). Albüm her şeyden önce Hatebreed’in vurucu yönlerinden en unique olanına, Jasta’ya sahip. Bu albümde örneğin Lamb Of God vokalisti yer alsaydı vokal olarak (aha terliği gördüm sol cepheden)… Haha neyse girmeyelim o konuya, Jamey Jasta’nın albümün mevcut çizgisi konuşlandırılırken kayda değer bir güçle bastırdığını belirtelim kurşun kaleme. Yakın zamanda eski sayılarımızdan birinde Lamb Of God vokalistine kötü dediğim için bi gencin “o dergiye dergi demeye bin şahit

lazım” dediğini duydum, derginin hit sayılarında aradığı binleri fazlaca bulabilir, o cümleyi kuran genç müzisyen olmasaydı lafını bile etmeye değer görmezdim ama Lamb Of God vokalisti hakikaten kötü gelir bana. Neyse konuyu dağıtmayalım. Kingdom Of Sorrow (ne güzel isimdir arkadaş) işleri büyütmüş. Önceki albümü rendeleyecek kapasitede bi iş çıkarmışlar (gelişim onun göbekadı). Müziğin kirli elleri bu tarz grup ve albümlerle mainstream dünyanın beyaz ve fiberglas ön cephesine gölge düşürmeye devam ediyor. Kaçırılacak albüm değil. Kişisel ve özel not: Bu grubu bana zamanında dinleterek ciğerimdeki yerini perçinleyen kardeşim Black Tooth Tuna’ya selam ederim.


EMRE DEDEKARGINOĞLU


Müzikte deneyselliği sonuna kadar destekleyenlerdenseniz, kabul etmeniz gerekir ki şu alemde varolmuş en ağır arıza gruplardan birisi Mr.Bungle’dır. Farklı müziklere karşı hep ilgim oldu ama Mr.Bungle’ı ilk dinlediğimde yaşadığım dumur apayrıydı. Bambaşka birşeydi bu adamların yaptıkları… Tabii, yapı gereği aşırı bir müzikti aynı zamanda… Benzer müzik zevklerine sahip olduğumuz hiçbir arkadaşıma Mr.Bungle sevdiremedim. Grubun müziğindeki abartı deneyselliğin arkasında yatan dahiyane müzikaliteyi duyamadılar, çünkü daha önce dinledikleri şeylere benzemiyordu. onlara göre sadece kuru gürültüydü, benim Merry Go Bye Bye, Carry Stress In The Jaw, The Girls Of Porn, My Ass Is On Fire, None Of Them Kney They Were Robots, Desert Search For Techno Allah gibi eserleri dinlerken müzikal orgazma ulaşmam onlara saçma geliyordu. O yüzden Mr.Bungle, kimseyle hakkında


konuşamadığım, çevremde sadece kendimin dinlediği “özel” bir grup olmuştu. Yarım paragraftır yazıyorum, hala Mike Patton demedim. Adama bayağıdır dergice saygı duruşunda da bulunmamışız. Geleneği yerine getirmiş olalım. Evet, Mike Patton insanının içinde olduğu bir projenin normal olmasını beklemek abestir. Bu adam ne yapar, ne eder, bulunduğu projeyi yoldan çıkartır, deneyselleştirir. Bir sevi ve düşün insanıdır şüphesiz… Patton’u ünlü eden Faith No More, ismen her zaman büyük olduğundan Mr.Bungle’ı gölgelemiştir ve Mike Bordin ile Billy Gould, bu çılgın gence rağmen grubu bir yere kadar –zorla- kontrolde tutarak, FNM’un deneyselliğinin tadında kalmasını sağlamışlardır. Ama Mr.Bungle eşrafında Mike Patton’un dehasını kontrol altına almak sıkmıştır, Trey Spruance dahil hiçbir üye bu işe girmemiştir. Hatta onlarda tek yolun devrim olduğunu görüp, bu kova burcunun tüm özelliklerini bünyesinde barındıran deliye uymuşlardır. Müzik, albüm üretimi fikriyle sektörleşip, kapitalizmin çarkları arasında “tüketim malzemesi” olarak basitleştirilmeseydi, bu adamların yaptığı üç albüm şu an Tevrat-İncil-Kuran kutsal üçlemesi ayarında değer görürdü. Ama tüketim psikolojisi toplumların afyonudur demişler, basit müzikleri


dinlemekten, empoze olmaktan verse/chorus/bridge/chorus yapısında şarkılara karşı alışkanlık kazanmışız, farklı olanlara da o kadar uzaklaşmışız. Mr.Bungle’ın müziği de bu uzaklığa bir eleştiri gibi, fazlasıyla absürd aynı zamanda nitelikli bir müzik… Absürdlük zaten grubun en çok dikkat çeken yanı. Grup adından, konserlerine kadar yoğun bir absürd yanlısı tavır sergiliyorlardı. Müzikleri de bu absürdlükten nasibini sözle müzikle alıyordu. Misal, açın The Girls Of Porn’u, sözler pornografiye, mastürbasyona değiniyor ve bunu tamamen mizahi şekilde yapıyor. Metal müzik tabanına Funk ve Ska etkilerinin yedirilmiş olması şarkının bu absürd havasına ayrı anlam katıyor. Ya da Merry Go Bye Bye? Mr.Bungle’ın ne olduğunu birebir gösteren net bir şarkıdır açıkçası… ‘50lilerin Rock’n’Roll tarzında, sanki Elvis söylüyormuşçasına başlıyor, ama ironi devreye giriyor burada da, şarkıda aslında intihardan bahsediliyor. Ardından şarkı Death Metal’e bağlıyor, Experimental Rock ve Noise ağırlıklı kısımlar geliyor, geçişler absürd ama bir o kadar net, ardından tekrar Death Metal’e bağlanıp, Country tadında sakin bir kısımla şarkı sona eriyor. Böyle anlatınca kesin “Ne diyor la bu yazar?” dedirtiyorumdur sizlere… Dinleyin, demek istediğim farklılığı


anlayacaksınız. Geçişleri zorluyor bu adamlar, “özgürlük” kavramını müzikleri içinde birebir tanımlıyorlar. Yaptıkları denemenin bedeli ağırdır aslında, cesaret ister, çünkü hiçbir zaman büyük kitlelere ulaşamayacaklardır, kült kalacaklardır. Faith No More sebebiyle Warner Bros. ile anlaşmış olsa da Mr.Bungle, Faith No More’un ününe hiçbir zaman yaklaşamadı zaten… Kült kaldılar, on yıldır aktif olmamalarına rağmen hala takip ediliyorlar ve bu takipçi kitlesi deneysel müzik sevenlerden başkaları değil… Daha çok şey denebilir Mr.Bungle ile ilgili… Çünkü bayağı “geniş” bir grup… Yaptıkları üç albüm var, ’91 tarihli debut albüm Mr.Bungle, ’95 tarihli, gelmiş geçmiş en deneysel albüm

olacak ayarda Disco Volante ve ’99 tarihli, daha rahat ve olgun California, emin olabilirsiniz ki bu üç albüm içine sığdırılmış yüzlerce fikir var, hepsi tek tek irdelenmeyi hakediyor. Günümüz televizyonundan bir örnek vereyim, Geniş Aile diye bir dizi var, biliyorsunuz, alayına absürdlüğe bağlayarak Türk komedi dizilerine yeni bir hava getirdiler. Aynı kafayı Mr.Bungle’da müziğe getirdi, absürdlüğü aldı, benimsedi, şarkı sözlerine, müziğine, sahnelerine yansıttı. Bunu yaparken grup, Ska, Funk, Jazz, Electronica, Lounge, Pop, Techno, Surf Rock, Country, Doo Wop, Punk, Death Metal, Thrash Metal, Noise gibi farklı farklı tarzlardan çekinmeden beslendiler. Bu dünyaya Disco Volante gibi ağır abi bir şaheseri teslim ettiler, deneysellik sınırlarını zorladılar,


Avant-Garde Metal tarzının canına okudular. Debut albümleriyle Funk’ın Ska’nın Metal müziğe nasıl enjekte edileceği konusunda ders verdiler. Son albümleri, California’da biraz duruldular belki ama yine de alayına gider yapacak kadar çılgındılar, çorbaya ne buldularsa koydular, ölçüp biçerek... Buraya kadar okuduysanız yazıyı, Mr.Bungle ismi belki ilginizi çekecek. İnternetten edinip, dinleyeceksiniz. Seveceğinize garanti veremem. Dediğim gibi çok deneysel bir müzik var karşımızda… Hani, derler ya “Dream Theater sevmek için az biraz progresif tarzlara alışık olmak gerek…” falan filan diye… Bu grubu sevmek için progresife alışık olmak yetmiyor, farklı fikirlere açık olmak

gerekiyor, zira daha önce hiç duymadığınız çılgınlıkta atraksiyonlar sizleri bekliyor olacak. Ağır anarşik, feci şizofrenik, alayına deneysel, derin devlet gibi bir gruptur Mr.Bungle… Bir dönem çoğumuzun yolunun kesiştiği Korn’dur, Limp Bizkit’tir, Incubus’tur, hepsi Mr.Bungle ismini ağızlarına desturlarla alırlar. Mike Patton ise hepsine, “Onların olma sebebi ben değilim, bu annelerinin suçu!” diyerek gider yapar. Haklıdır. Patton ne derse doğrudur. Sonradan gelen Solefald, Arcturus, Idiot Flesh, Sleepytime Gorilla Museum, Diablo Swing Orchestra, Discus gibi deneysel gruplara da yol açan yine Mr.Bungle’dır. Delilikte, çılgınlıkta bir uç noktadır. Çocuklardan uzak tutunuz, başlangıçta belirli dozlarla doktor kontrolünde alınız.


SELİM VARIŞLI

Beyaz ruhların kızıl karanlığa göz diktiği zamanların grubuydu Dissection. “Kayıp” olmayı hiçbir zaman kabul etmeyen, asıl kayıplarda olanın “onlar” olduğunu her notasından hissettiren albümlerle, hüznün nefrete gölge düşürmesine asla meydan vermeyen parçalarla döşediler aşağılara inen merdivenlere satırları.

Dissection’ın müziği ve duruşu “ya sev ya terk et” formatında oldu her daim. Grubun kurucusu ve esas adamı Jon Nödtveidt’in karanlığa ve chaos-gnosticism’e (merak edenler Google’da şöyle bi göz atabilirler konuya) olan bağlılığı, icra ettiği müziğe bu şekilde yön vermesi ve kendine ait bir çok şeyin de bu çizgide başlayıp sona


ermesi (hayatı dahil); orijinallik ve hissiyat diyarlarında Stephen King’in kara kulesini aratmayacak güzellikte bir yer açmasını sağladı (“Our goal is to create a synthesis between the dark traditions of all aeons, this way creating the occult keys that shall open the gates to the forthcoming endless dark aeon”) Bugünün dünyasında birçoklarının görmezden geldiği, işine gelmediği için kabul etmek istemediği ya da içten içe kabul ettiği ancak çeşitli nedenlerle dışa vuramadığı bazı şeyleri fütursuzca kendi ruhuna pelerin yaparken Jon’un kendi iç diktasında yönetmeye çalıştığı karanlığın dizeleriydi Dissection parçaları. Ruhu itibarıyla dar alanda kısa paslaşmadan hallice bir kitleye hitap eden bu raconun, bu kadar geniş bir kitleye ulaşmasında belki de “the dark side of true human nature” felsefesinin kaçınılmaz etkisi vardı. Takipçilerinin ister istemez etkisinde kaldığı bu atmosferi fırsat bulduğunda açıkça özetlemekten de çekinmedi hiçbir zaman (My true will is my law and I thereby, without mercy, punish all violations against it). Bu yüzden uzun yıllar hapiste kaldığı da takipçilerinin malumudur. Bağlı kaldığı kadar reddettiği değerlerle de çizgiyi sabit kılmış, birçoklarının (bir çoğumuzun) zincirlemesine bağlı oldukları ancak karşısında durmaya cesaret gösteremedikleri şeylerin, özellikle fikirsel bazda azılı bir savunmayla karşısında durmuş, bunu da müziğine pervasızca yansıtmaktan çekinmemiştir. Müziği bir silah (hatta zaman zaman amaç için bir araç) olarak görmesi (“De Infernali was just something we made to get

money for weapons”) ve bunu ticari ya da ruhani herhangi bir çekince duymaksızın dile getirmesi, gizliden gizliye “sizin için değil kendim için buradayım, ne koparabilirseniz artık” düşüncesinin gölgelerini de taşıyordu takipçilerine. Reddetmek basit bir inanç ya da başkaldırıdan ziyade daha felsefik bir yaklaşımdı ancak bunu dile getirirken hırsını dizginleyemediği yine yazdığı parçalardan ve verdiği demeçlerden anlaşılıyordu. (I consciously and wholeheartedly struggle against the cosmic tyranny and oppression that mankind as a whole willingly has submitted to. I refuse to be a servant to the cosmic order and being someone elses creation, a passive victim of cosmic fate, chained to the wheel of life, blinded by illusions and lies that only has one purpose; to keep us in line in a system controlled by the oppressor.) Black Metal sahnesinin ultranationalist yaklaşımı karşısındaki düşünceleri de kesinlikle “true black metal elite” furyasından daha anlamlıydı. Nödtveidt hiçbir zaman bilinen anlamıyla ırkçı olmadı. (“Just belonging to a certain nationality will never make you superhuman” … “The true elite is self-made! The true elite is actively becoming rather than just passively being.”) Huzursuzluğa adanmış yılların ardından umarım gittiği yerde (hayır huzur değil) huzursuzluğun kaynağını bulmuştur. Not: (İngilizce kısımlar www.metalcentre. com webzine’ın 2003 yılında Jon Nödtveidt ile yaptığı röportajdan alıntıdır ve Jon’un kendi cümleleridir)


SELİM VARIŞLI


Normalde bu tarz şeyler yapmıyoruz biliyorsunuz. Albümsüz gruplara dergide yer vermeme politikamızda aslında ısrarcı olmaya çalışıyoruz ama bazı gruplar var ki albümleri olmasa da onları dergide ağırlamamanın haksızlık olacağını düşünmeden edemiyorum. Tahrip son kurbanımız. Henüz yeni sayılabilecek, ismini de yeni duyuran bir ekip. Türkçe sözlü hardcore metalcore zıplacore icra ediyorlar. Peki nedir bu adamlar özel kılan? Görsellere dikkat ettiniz mi? Peki şöyle bi www.myspace. com/tahrip adresini dolaşıp grubun müziğine de bi göz atalım. Size de bir Türk grubu için işlerini fazla ciddiye alıyorlar gibi gelmedi mi? E bizim aradığımız da o zaten. Grup kendi müziğine, benim

(bir dinleyici olarak) verdiğimden daha fazla değer vermeli ki ben onların ciddi olduklarına inanabileyim. Tahrip yeterince iyi ve iddialı bir topluluk. Türkçe sözler yazmaları, daha da önemlisi Türkçe sözler yazarken altına girdikleri ağırlığın farkında olmaları onları farklı kılan etkenlerden biri. Malumunuz sert müziğe Türkçe söz oturtmak zor, zor olduğu kadar da trajediye açık bi mevzu (örnekleri bi sürü var etrafta). Tahrip anlatmak ve eleştirmek istediği konuları adam gibi dile getiriyor, kendi dilinde sözlerle rest çekiyor. Grupla tanışmak için bence iyi bir zaman. İleride popüler olduklarında sağda solda “ben bu adamları meşhur olmadan önce de dinlerdim” diyebilmeniz için iyi bir kurban adayı Tahrip. Sorusu olan?


SELİM VARIŞLI

Değerli okurlar, muazzam bir grup ismiyle karşı karşıyayız. Ağzım düştü grubun ismini ilk gördüğümde. Serbest çağrışımla Murderdolls’a gitti aklım ama neyse ki görsel açıdan alakaları yokmuş. Tabii ismin güzelliği karşısında grubun müziği peşinde teneke olmam kaçınılmazdı. Hiç de pişman olmadım açıkçası. Son derece kendine özgü, yarı dramatik, yarı iptidai garage punk, hafif horror punk atraksiyonlarıyla ciğerimi çaldılar. Yeni bi grup zannettim önce ama 1996’da kurulduklarını öğrendiğimde doksanlara ait kaybolan yıllarımda yer almalarını istedim çaresizce.

Grup tüm bu histerik karakteristiğini keyboard’a borçlu. İlk dinlediğim albümleri “In Name and Blood”un çarpıcılığının esas nedeninin “electric organ” olduğunu diğer albümlerindeki “clean” parçaları dinlediğimde daha net fark ettim. Yukarıda grubun cephesini izah etmeye çalışırken bahsettiğim dramatizasyon da tamamen keyboard’un muazzam melodilerine sırtı dayamış vaziyette. Açıkçası bu tarz bi grubun görsel olarak Misfits – Murderdolls arası bi atmosferde dolaştığını tahmin ediyordum ancak doksanlar Britpop grupları gibi eli yüzü düzgün efendi müzisyen formatı yaratmışlar.


Klasik metalci kardeşlerimin bu grupta bilebileceği bişeyler olduğuna gerçekten inanmıyorum. O sebeple grubun ismine tav olup coşagelen zırhlı okurlarımız hayalkırıklığı içerisinde boynu bükük ayrılacaklardır sahadan. Hatta yeterince yobaz iseniz 1970’ler Nuri Alço filmi soundtrack’i lezzeti bile alabilirsiniz gruptan. Açık fikirli okurlarımız ise Pixies’in ‘Where Is My Mind’ındaki atmosferi bile görebilirler yatmadan önce dua ederlerse. Karanlığa hibe edilen koca bir on senenin,

doksanların hesabının harbiden sorulabileceği özel gruplardan biri olma yolunda hızla ilerliyorlar naçiz bünyemde. El netice, bu tarz gruplardan eskiden de fazla yoktu, halen de yok. Varsa da göz önünde olmadıklarından arayıp bulmaya derman lazım. O da yok. O nedenle tadını çıkarıp, In Name and Blood’un orijinalini edinip bi kenara koymak lazım.


SELİM VARIŞLI

Şimdi bi bakalım. Opeth olmaya çalışan bi yeni model metal grubuyuz ama tarzımızı Progressive Death-Metal diye tanımlıyoruz. Opeth’in Progressive Death-Metal’le ne kadar alakası var, önce onu bi düşünün (var diyenlerin sesleri tabii ki bastırdı ortalığı ama ben anlamıyorum, Death, Atheist, Necrophagist, Cynic gibi gruplarla birlikte Opeth’in nasıl aynı tarz içerisinde anıldığını). Onun yarısı kadar falan Death Metal bu grup. Progresif kısmı külliyen uydurma zaten. Yeni dönem Amerikancore, clean vokalli “zıplayalım 18 yaşındayızcore” gruplarına göz kırpan hareketler yok değil ama sanırım İsveçli olduklarından kelli, kendilerine Amerika sahnesinde ekmek olmadığını düşünerekten tuzu kuru takılmaya çalışmışlar. Arada Candlemass’vari hareketler bile var ama olmamış. Pazarlama olmamış, müzik iyi. Şöyle ki, bu grup yeni dönem Amerikan sahnesine oynayabilecek kapasiteye sahip ve bunu “İsveç’te progresif karanlık olaylar satar abi” mantığıyla harcayıp batırmışlar. Gerçi bişeyin battığı da yok, Facebook ve bilumum diğer sayfalarından Progressive Death-Metal ibaresini

kaldırıp “Hello America” yazmaları bile yeterli olabilir. Öte yandan son albümleri “Monolith” boyunca Opeth’leşme çabası içerisinde heba ettikleri dakikalar nedeniyle o piyasanın iri kıyım postallarının da bu gençleri sokak futbolunda top niyetine kullanılmış kola kutusuna çevirmesi mümkün. Sanırım bu müzikal hedef karmaşası nedeniyledir ki İsveçli bir grubun Singapur’dan bir firma ile anlaşması gibi nadide ve yarı trajik bir durumla karşı karşıyayız. “Acaba benim haberdar olmadığım zengin Singapurlu’nun biri kendine metal record label kurup İsveçten grup toplamaya falan mı başladı” diye düşünerek firmanın web sitesinde bi tur attım. Tahmin ettiğim üzere ağırlıklı olarak ikinci sınıf adı sanı duyulmamış grupların albümlerini basan, asla büyük bir firma olamayacağı da başta anlaşmalı olduğu gruplar olmak üzere sağından solundan anlaşılan bir label ile karşılaştım. Sanırım grubun içerisinde bulunduğu abuk durumu daha iyi anladınız. Gerçi albüm bana kadar ulaştığına göre Pulverised Records’u da yabana atmamak gerek gibi.


Bakış açımızı değiştirelim. Grupla ilgili nette araştırma yapmadan önce albümü gayet sıkı buluyordum. Aslında halen sıkı bence ama işte bu hedef şaşırtmacalar, kararsızlıklar, Singapur gerçeği gibi şeyler grubun hafif ezik bi moda girmesine neden oldu gözümde. Böyle de gider bu. O nedenle yazıya bu şekilde başladım. Bu triplere girmeyip “bildiğimiz okuduk hacı” tandansı verselerdi gerek racon, gerekse ekmek açısından daha başarılı olacaklardı eminim. Albümü beklentisiz öylece açıp dinlemeye başlamıştım ve her şey gerçekten çok güzeldi. Şimdi “be adam madem güzeldi, bi Singapur’la değişti mi albümdeki müzik” diyenleri duyabildim. Değişmedi tabii, esasında adamların ne kadar iyi müzik yaptığını ve ne kadar kötü bi politika izlediklerini izah etmenin daha düz bi yolunu seçseydim derdimi anlatamayabilirdim. Opeth seviyorsanız bu albümü alın. Boş iş değil. Scream - Brutal – Böğür kısımlarda vokalin sesi fazlasıyla Shagrath’ı (Dimmu Borgir) andırıyor ki acaba ekipçe Shagrath’a geniş çaplı bir

misafirperverlik mi sağladılar diye Google’a sordum, alakası yok dedi. Clean vokaller (sıkı durun yine nadide bi özellik geliyor) bu tarz grupların çoğunun aksine sırıtmıyor. Prodüksiyon pırıl pırıl. Hatta albüm kapağını da Travis Smith yapmış. Üstadın en iyi işi değil belki ama albümü iyi sırtlamış kapak. Bu arada grup 2000 yılında kurulmuş ama bi sürü demodan sonra ilk albümlerini ancak 2008’de yayınlayabilmişler. Biraz Türk grubu atmosferi de yok değil bu açıdan bakınca ama müzik cidden güzel. Bu düzeye gelmek için 10 sene uğraşmış ve sabretmiş olmaları da onları ezik değil profesyonel yapıyor sanki. Last.fm sayfalarındaki 30.000’e yakın dinleyicinin hepsi yanılıyor olamaz zaten. Ek olarak Twitter sayfalarına şöyle bi not düşmüşler, hafif reklama kaçacak ama bu da benden olsun, sevdim gençleri: For all the digital people, remember that both our albums are available on iTunes! http://itunes.apple.com/us/artist/in-mourning/id272340162


EMRE DEDEKARGINOĞLU


Y

ıl oldu 2011, Nu-Metal mi kaldı diyeceksiniz… Evet, kalmadı. Zaten olay da burada… NuMetal’in en popüler olduğu dönem geçeli on sene oluyor. E bu uğurda, bizde, 80’lerin sonunda 90’ların başında çocuk olmuş nesil için geçiş türü olmuş akımı bir inceleyelim, vefa görevimizi yerine getirelim istedik.



Nu-Metal, uzun haliyle “neo metal” ya da “new metal”, yanlış bilinen haliyle “nü-metal”, yani kısacası “yeni metal” on sene önce birçoğumuzun sevdiği, dinlediği bir tarzdı. Ama yapı olarak, her zaman Heavy Metal dinleyicisince hor görüldü, metal müziğin içini boşaltmakla suçlandı, gruplarının birkaç zibidi olduğundan dem vuruldu, ergen müziği olarak küçümsendi. Geçiş türü denilen türler vardır müzikte… Bu türler bir akım olarak varlık gösterirler ve belli bir dönem popüler olur, dinleyici kitlesi edinirler. Türün popülaritesi düştükçe dinleyici kitlesi farklı tarzlara yelken açar, ya da açmaz. Glam/Hair Metal’i ele alalım misal, ‘80lerde Heavy Metal’i geçiş amacını üstlenen bir tarzdı. Birçok önemli gruba sahipti, bu grupların hepsi basit ve eğlenceli müzik yapıyor ve feminen bir imajı öne çıkartıyorlardı. MTV’den rotasyon alanı ve geniş çaplı üne kavuşanı çok fazlaydı. Mötley Crüe, Twisted Sister, Europe, Poison, Cindirella gibi gruplar sayesinde birçok kişi metal müzikle tanışmıştı. Hatta Bon Jovi’yi bile Hair Metal olarak bu tarza dahil eden ve geçiş grubu olarak gören müzik eleştirmenleri de bulunmaktadır. Sonuç olarak tarz, ‘80ler boyunca ön plandaydı, Thrash Metal türü bu tarzın imajındaki feminenliğe tepkiydi, karşılıklı bir etkileşim yaşandı. Fakat, ‘80ler sonunda Grunge ortaya çıkmaya başlayınca, en çok darbe yiyen Glam/Hair Metal türü oldu. Gruplarına gösterilen medya ilgisi sıfırlandı ve tür yer altına çekildi. Ama sonuç itibariyle, ‘80lerdeki genç nesili metal müziğe taşıdı. Doksanlara geldiğimizde bu geçiş türü önce Grunge, sonra NuMetal oldu. Fakat Nu-Metal, Glam/Hair Metal’in elde ettiği saygınlığı hiçbir zaman elde edemedi. Çünkü feminen bir imaj altında aşktan seksten değil, sorunlu bir imaj altından ergenlik sorunları ve bunalımlarından bahsediyorlardı. Glam/Hair Metal, geleneksel metal müziğe yakınken, Nu-Metal’de müziğin içinde Rap etkisi vardı, sololar ise tabuydu. Bu sebeple müziğin içinin boşaltıldığı eleştirileri yapıldı ve tür hiçbir zaman tam anlamıyla metal müzik dinleyicisi tarafından kabul görmedi. Rap ve Metal tarzları, aynı kökeni yani “isyan”ı seslendiren tarzlar olmasına rağmen, dinleyici kitleleri olarak birbiriyle geçimi iyi olan tarz olmadılar. Metalci ve Punkçıların bile birbirine girdiği bir dünyada, bu iki tarz dinleyicisinin dostane olmaması bile normal kalıyor açıkçası… Fakat, metal ve rap müziklerinin birleştirilmesine örnek olacak çalışmalar, ‘80lerin sonuna doğru yapılmaya başlanmıştı. İlk örnek, Run DMC’nin, 1986’da, Aerosmith klasiği Walk This Way’i Joe Perry ve Steven Tyler ile yorumlaması oldu. Ardından Faith No More çıktı, metal müzik tabanına Funk ve Rap etkileşimlerini entegre ederek farklı işler yaptı. Thrash Metal’in önemli isimi Anthrax, Public Enemy ile Bring The Noise’u icra ederek, Thrash Metal’de de böyle bir füzyonun çalışacağını göstermiş oldu. Diğer bir önemli isim ise Rage Against The Machine’di, ki ciddi olarak, Alternative Metal tarzına yoğun Funk ve Rap etkisini getiren isim olmuşlardı. Doğrudan Nu-Metal ile ilişkilendirilecek işler yapmasalarda, Mr.Bungle’da, debut albümüyle türün grupları tarafından önemli bir etkileşim


olmuştu. Cypress Hill ise Rap tarzından bir grup olmasına rağmen, müziğine Rock müzik entegre ederek birçok şarkı yapmıştı. Burada saydığımız isimlerden, Rage Against The Machine dışındakiler tek başına bir akım yaratacak kadar bu füzyonun üzerine gitmemişlerdi. Zaten ana akımın gözü önünde olan gruplar da değillerdi. Fakat işler, Ross Robinson diye bir adamın, adı Korn olan bir grupla karşılaşmasıyla değişti. ‘94 senesinde Korn adlı debut albümünü yayınlayan grup, ilk başta büyük etki yaratmasa da sonradan Nu-Metal tarzının yaratıcısı olarak görülecek, sonradan çıkacak grupları etkileyecekti.

“Bu konu üzerine sorumluluk hissetmiyorum. Bu onların annelerinin suçu, benim değil...” (Mike Patton, Nu-Metal gruplarının kendisini etkileşim olarak göstermesi üzerine)

Joel McIver’in yazdığı “Nu-Metal: The Next Generation Of Rock & Punk” adlı kitapta, NuMetal’i direkt etkileyen gruplar olarak Faith No More, Red Hot Chili Peppers, Beastie Boys, Nirvana ve Jane’s Addiction listelenmiştir. McIver, Faith No More’u “metal müzik severleri Extreme Metal’in brutalliği ve Hair Metal’in marşları arasından çekip, gözlerini açan grup” olarak tanımlamış, Beastie Boys’u Rap ve Rock müzik üzerinde yaptıkları deneyler için takdir etmiş, Red Hot Chili Peppers’ı ise Rock müziği Funk ile birleştirdiği için tür açısından önemli saymıştır. Bu gruplar sayesinde, ‘90ların başında temelleri atılan Nu-Metal, ’94 senesinde Korn’un debut albümüyle doğmuş oldu. Nu-Metal, bildiğiniz gibi, kabaca Metal ve Rap müziği birleştiren bir füzyon tarzdı. Ama, farklı gruplara göre, Electronica, Funk, Gothic Rock, Grunge, Hardcore, Thrash Metal, Post Punk gibi tarzlardan da etkileşim taşıyordu. Genelde riff temelli bir müzikti ve sololar, bu türde pek yer almıyorlardı. Groovy riffler sıkça kullanılıyor, sert bir sound elde etmek için gitarlar Drop C, Drop D gibi akort düzenlerine ayarlanıyordu. Nu-Metal gruplarının çoğunluğunda elektronik sesler, scratching ve ya sample ekleyecek DJ’ler bulunuyordu. Vokal tarzı ise, rap tarzı hızlı söyleyişten, daha melodik vokallere ya da çığlıkla brutal vokallere kadar çeşitleniyordu.

Korn’un ’94 tarihli debutunda sunduğu müzikte aşağı yukarı bu ayardaydı. Grup o zamana göre fazlaca deneyseldi, şarkılara rap vokalleri eklenmiş, yer yer çatallı vokallerle agresif partisyonlar getirilmişti, gitarlar oldukça groovy tınlıyordu, bas gitar -ki burada asıl pay Fieldy’ninikinci bas davul gibi mekanik tınlıyor, Funk gibi tarzlardan etkileşimler gösteriyordu. Şarkılarda solo asla ama asla bulunmuyordu. Grup DJ kullanımına da gitmemişti. Doğal olarak 3-4 dakikalık, direkt şarkılar çıkıyordu ortaya... Korn, bu formülü, ’96 tarihli Life Is Peachy albümünde daha da oturttu. Nu-Metal’in saf hali olarak değerlendirebileceğimiz Life Is Peachy, hem grubun adını daha fazla duyurdu, hem de arkadan gelen birçok grubu etkiledi. Özellikle Slipknot’un ilk albümünde Life Is Peachy albümünün izlerini çok net duyabilirsiniz. ‘98’de çıkan Follow The Leader ile Korn artık Billboard’a birinci sıradan albüm sokmuş, MTV’nin günlük rotasyonlarına girmiş, adını geniş çevreye duyurmuş ve büyük bir grup olmuştu bile… Albümden çıkan Got The Life ve Freak On A Leash, o dönemin en çok döndürülen şarkılarındandı. Bu başarıları, Korn’u Nu-Metal’in babası olarak etiketlendirdi. Türün yükselişi onlarlaydı, tabii düşüşü de bir nevi onlarla olacaktı. Korn’un açtığı yoldan birçok grup geldi. Deftones, Limp Bizkit, Linkin Park ve Slipknot bu yolun adını en çok duyuran diğer isimleriydi. Deftones, Anthrax, Metallica ve S.O.D hayranı birkaç gencin kurduğu, kuruluş itibariyle Korn’dan sonra türün yetiştirdiği ikinci büyük gruptu. Nu-Metal’in diğer büyük gruplarına göre daha geniş bir etkileşim yelpazesine yayılarak müziğini zenginleştiren Deftones, bu yönüyle diğer büyük gruplara göre her zaman ayrıksı bir tavıra sahip oldu. Sert ve agresif şarkılar kadar, Change (In The House Of Flies), My Own Summer (Shove It) gibi daha karamsar atmosfere sahip, ağır tempolu şarkılar da yaptılar. Albümlerinde klasik Nu-Metal numaralarının dışına çıkarak, Alternative Metal tarzına altında incelenebilecek farklı denemeler yaptılar. ‘97’de yayınlanan Around The Fur ve ‘00’da yayınlanan White Pony albümleri, grubun başyapıtları olarak görüldüler. Limp Bizkit, Korn’un piyasaya çıkardığı, sonradan pişman olduğu, grubun vokalisti Fred Durst sebebiyle tarzın en antipatik ve medyatik ismi olmuş yegane gruptu. ’99 tarihli Significant Other ile, Korn, Faith No More, Suicidal Tendencies, Black Sabbath, Metallica, Tool,


Deftones gibi grupların etkileşimlerini, Rap ile birleştirerek başarılı bir albüm yayınladı. Korn’a göre Rap’e daha fazla yer veren ve DJ desteği alan Limp Bizkit, müziğindeki sert yanı da Wes Borland’ın melodileriyle destekliyordu. Borland, 2001 yılı sonunda gruptan ayrılınca, Limp Bizkit bir nevi gerileme dönemine girdi, NuMetal’in de yavaştan zayıflaması, çıkarttıkları Results May Vary albümünün Significant Other ve Chocolate Starfish And The Hot Dog Flavored Water dönemlerini aratmasına sebep oldu. Wes Borland’ın gruba tekrar dönmesiyle bile çalkantılı dönemlerini iki sene öncesine kadar çözemeyen grup, şu an orijinal kadrosuyla çıkartacağı Gold Cobra albümü için çalışıyor. Linkin Park, türün en çok başarı elde eden diğer bir grubuydu. ’00 yılında yayınladıkları Hybrid Theory ile, yoğun Rap ve Alternative Rock etkileriyle birleştirilmiş Nu-Metal icra eden ve adını geniş bir kitleye duyuran grup, MTV’nin en çok rotasyona aldığı gruplardan birisiydi. Hybrid Theory’den yayınlanan Crawling, In The End gibi singlelar fazlaca tutuldu. Grup, MTV’nin gözdesi

olmasından dolayı kendisini çok ilerletemedi ve 2003 yılında, Hybrid Theory’nin karbon kopyası Meteora’yı yayınladı. İyi bir albüm olmasına rağmen, albüm Hybrid Theory’den çok farklı değildi. Bunu Reanimation adlı remiks çalışması ve (bence bir fiyasko olan) MTV ısmarlaması üzerine Jay-Z ile yapılan Linkin Park şarkılarını katletme çalışması Collision Course, grubun Hybrid Theory’nin ekmeğini beş sene boyunca yemeye devam ettiğini gösterir gibiydi. MTV’den üç sene üstüste en iyi grup ödülünü de alan grup, benim görüşüme göre MTV’ye bu kadar sırtını dayaması sebebiyle gerçek potansiyelini gösterememiş, ilerleyememiştir. Nu-Metal’n popülaritesini kaybetmesinden sonra tarz değiştiren grup, şu an tür ile alakasını kesmiş durumda… Slipknot ise, imaj ve anlayış olarak Nu-Metal tarzının en aşırı grubuydu. Aslında kuruluş tarihi olarak Korn ve Deftones’tan hemen sonra gelmelerine rağmen, ilk albümlerini ‘99’da çıkartabilmişlerdir. Mate. Feed. Kill. Repeat adlı bir demoları da vardır fakat bu demo, grubun


gideceği yön ile alakasızdır. ‘99’da kendi adlarını taşıyan debut albümünü yayınlayan bu dokuz kişilik arızalar topluluğu, hem kadro yoğunluğu hem de müzik anlayışı olarak oldukça agresif bir tavırdaydılar. Müziklerinde Extreme Metal etkileri de bulunduran ve bunu Korn’un Life Is Peachy albümünde verdiği Nu-Metal örneğiyle birleştiren grup, şarkı sözlerindeki aşırılık ve kaotik sahne şovlarıyla da dikkat çekiyordu. İkinci albümleri Iowa ile iyice kopartan, fazlasıyla agresif ve uç bir albüm yapan dokuzlu, Vol.3(The Subliminal Verses) ile müziğine daha olgun ve oturaklı bir tabana sermiş, Nu-Metal ile bağlarını kopartarak tam anlamıyla Alternative Metal yapmaya başlamıştır. Burada saydığımız dört grup, Nu-Metal tarzının en çok ün yapmış isimleriydi. Tabii arkaplanda birçok destek oyuncusu da yer almaktaydı. Infest albümüyle Nu-Metal’in en iyi albümlerinden birisini çıkartmış ama sonradan farklı tarzlara yönlenen Papa Roach’u burada anabiliriz. System Of A Down, ülkemizde malum sebeplerle pek sevilmese de, debut albümleri ve özellikle Toxicity albümüyle Nu-Metal/Alternative Metal adına oldukça iyi örnekler sunmuştu. Drowning Pool, Nu-Metal’in son dönemine denk gelmiş ama debut albümleri Sinner ile fazlasıyla iyi bir iş yapmıştı, fakat talihsiz şekilde vokalistlerini kaybetmeleri başarılarını gölgeledi. P.O.D, durup durup, turnayı Nu-Metal döneminde Satellite albümüyle yakalamış, Alive, Youth Of The Nation gibi şarkılarla adından söz ettirmişti ama eleman ayrılıkları ve NuMetal’in popülariteden düşmesi, onları yükseldikleri gibi geri çekti. Disturbed, The Sickness albümüyle piyasaya sağlam bir giriş yapmıştı fakat onlarda zamanla Alternative Metal sularına açılarak Nu-Metal gemisini terkettiler. Maskeli bir diğer topluluk olan Mudvayne, 2002 tarihli albümleri The End Of All Things To Come ile başarı elde etmişlerdi fakat Nu-Metal’in popülarite düşüşü onları da ana akımdan çekti. Mudvayne’in Math Metal olarak anıldığını ve safkan Nu-Metal grubu olmadığını da eklemek gerekir tabii… Burada detaylı olarak anlatamadığımız daha bir çok isim vardı, Coal Chamber, Spineshank, Cold, Soil, Static-X, hed(pe), Kittie, Trapt, Ill Niño, 36 Crazyfists ve daha niceleri… Bu grupların çoğu Nu-Metal formülüne farklı açılımlar

getirdiler, kimisi Extreme Metal ile kimisi Industrial Metal ile flörtleşti, bazıları Rap’e fazlasıyla ağırlık verdi, bazıları Alternative Rock ile müziğini süsledi. Nu-Metal’in popülaritesinin düşmesi, kurucusu Korn ile birlikte başlar diyebiliriz. Follow The Leader ardından yayınladıkları Issues ile Nu-Metal/Alternative Metal arası bir çizgiye kayan grup, üç senelik bir bekleyiş ardından ’02 yılında Untouchables’ı yayınlamıştır. Şahsi kanaatim bu albümün en başarılı eserleri olduğudur, ki albüm genelde iyi eleştiriler almıştır. Bu albümde Korn, müziğini biraz daha evrimleştirmiş ve Nu-Metal yanını çok azaltmıştır. Fakat, albüm iyi karşılanmasına rağmen satışlarda Eminem’in gerisinde kalır. Eminem ve gillerin zirve zamanı olduğundan MTV, rotasyonu Nu-Metal’den Rap’e çevirmeye başlamıştır, dolayısıyla klip çekilen Here To Stay ve Thoughtless MTV’den fazla rotasyon alamaz. Korn’un aldığı desteği artık Linkin Park almaktadır, çünkü Korn Rap elementini iyice arkaplana atarken, Linkin Park’ta sürekli Rap kısımları söyleyen bir Mike Shinoda vardır. MTV-Linkin Park flörtü, Nu-Metal’in tamamen gözden düştüğü ’05 dönemine kadar devam edecektir. Bu dönem içinde Linkin Park, MTV’den bol bol ödül alacak, MTV ısmarlaması projelerde bulunacak, bunun bedeli Nu-Metal’in düşmesi ile birlikte Linkin Park’ın popülaritesinin de azalması olacaktı. Linkin Park’tan bahsederken de yazmıştım, grubun MTV ile fazla içli dışlı olması, Hybrid Theory’nin üstüne çıkacak bir iş yapmalarını engellemiş ve dolayısıyla grup, aynı albümü üç defa kopyalamıştır. Linkin Park farklı bir iş yaptığında ise yıl 2007 olmuş, Nu-Metal’in 40’ı çıkmıştı. Slipknot cephesinde işler iyi gitmektedir ama grup Nu-Metal etkileşimini tamamen terketmiştir. 2001 tarihli Iowa sonrası grup içi çekişmeler sebebiyle ara alan grup, 2004’te üçün albümleri Vol.3(The Subliminal Verses)’ı yayınlar, albüm daha kontrollü ve olgun bir Slipknot’u göstermektedir. Şarkılarda agresiflik rafine edilmiş, akustik şarkılar albüme yerleştirilmiş, temiz ve melodik vokaller artmıştır. Grup, tamamen Alternative Metal sularına açılmıştır. Deftones ise, 2003 senesinde kendi adını taşıyan albümünü



çıkartır ve her zaman ayrı durduğu sahnenin düşüsünden pek zarar görmeden yoluna devam eder. Tekrar Korn’a gelirsek, grup 2004 senesinde kökenlerine dönüş temalı Take A Look In The Mirror’u yayınlar, albüm Untouchables ile Follow The Leader’ın füzyonu gibidir, Play Me’de Nas ile işbirliği yapılarak eski Rap soslu şarkılara gönderme yapılır. İyi bir albüm olsa da NuMetal’in genel durumunu kurtarmaya yetmez. 2005 yılında ise grubun gitaristi Head’in yeniden doğma Hristiyanlık hastalığına kapılarak, grup işlerinden illallah etmesi Korn’a büyük darbe vurur. Head sonrası yapılan See You On The Other Side adlı kafası karışık albümle endüstriyel etkili bir iş yaparlar. 2005 yılı itibariyle Nu-Metal iyice zayıflamış olduğundan, Korn’da artık eski ününden uzaklaşacaktır. 2007’de yayınladıkları Untitled ve geçen sene yayınlanan ve pozitif eleştiri alan Korn III: Remember Who You Are ile Korn’da tamamen Alternative Metal sounduna geçiş yapmıştır.

“Limp Bizkit’ten ayrılma sebebim buydu. O zamanlar kokusunu aldım. İnsanlar büyüyor. İnsanlar aynı şeylerden sıkılıyor. Evrim iyi birşeydir.” Wes Borland/Limp Bizkit

“Şu an sadece değişim zamanı… Bazı gruplar –kim olduklarını söylemeyeceğimHiphop/Rock/Beat/Scratching işinin suyunu çıkardılar. Bu iş artık bitti. İlerleme zamanı…” DJ Lethal/Limp Bizkit”

Nu-Metal’in düşüsünden en çok gören grup olan Limp Bizkit, 2001 yılında Wes Borland’ın gitmesiyle ilk büyük darbeyi alır. Grup üyeleri, yeni albüm çalışmalarında Nu-Metal’in zamanının geçtiğini görürler fakat yayınladıkları Results May Vary, içerdiği farklı şarkılara rağmen çok tutmaz. Wes Borland ardından gruba tekrar dönse de, grup içi çalkantılar sebebiyle Limp Bizkit eski


şöhreti ve popülaritesinde olamaz. İki yıl önce tekrar orijinal kadroyu toplayan Limp Bizkit, şu an Gold Cobra albümü üzerinde çalışıyor. Artık yapanın olmadığı Nu-Metal tarzını mı devam ettirecekler, göreceğiz. Büyük grupların dışında, Nu-Metal icra eden grupların çoğunluğu tarz değişikliğine gitmiş ya da dağılmışlardır. MTV.com’da yayınlanan NuMetal Meltdown adlı makaleye göre, türün asıl düşüş sebebi “piyasanın çok fazla grupla dolması ve türün kendi sınırları içerisinde takılı kalması” olarak gösterilmiştir. Tabii, MTV’nin de türün piyasasına olan hakimiyeti ayrı bir sebeptir.

“Rock tarzında her zaman ön plana çıkan müzik Nickelback ve Puddle Of Mudd gibi daha direkt işler yapan grupların oluyor.” Troy Nelson/Guitar One

Nu-Metal, içerdiği müziğin “gaz” olması kadar, sürekli göz önünde bulunması sayesinde de

geniş kitlelere ulaştı. MTV’de saat başı bir NuMetal şarkısı dinlediğimiz dönemler tam on yıl önceydi. Ülkemizin en uzun süreli müzik yayını Blue Jean’de on sene önce Nu-Metal gruplarına fazlasıyla ağırlık veriyordu. İnternetin hala kısıtlı olması ve albümlere kolay ulaşamadığımız o dönemde, Nu-Metal, sert müzikler dinlemek isteyen genç nesil için oldukça ilgi çekici bir seçenekti. Sonuçta sözlerde ergenlik dönemi sıkıntılar irdeleniyordu, bir isyan ve dışavurumculuk vardı ve bu durum, agresif vokaller ve sert rifflerle destekleniyordu. Şöyle düşünün, günümüz gençliğinin altında internet var, bilgiye ulaşmak çok kolay ve şu an küçük göreceğiniz 14-15 yaşlarında bir genç metal müziğe In Flames dinleyerek başlayabiliyor. Tabii, bu konular apayrı tartışılacak konulardır. Benim şahsi görüşüme göre, bir “geçiş türü” olmadan direkt Death Metal, Black Metal gibi tarzlara geçmek o tarzları tam olarak oturtamamakla sonuçlanabilir. Dolayısıyla, Nu-Metal gibi geçiş türleri, Extreme Metal dinleyicileri tarafından hor görülse de önemli bir misyon taşıyor. Şu an


günümüzde Nu-Metal’in yerini tutacak bir metal müziğe geçiş tarzı bulunmuyor. Emocore? Hedef saptırıcı bir akım açıkçası… Tabii “Nu-Metal’de Rap müzikte var, buradan Rap müziğe ilgi duyup metal tarzlarına geçmeyenler de olabilir.” diyebilirsiniz. Olabilir, evet. Zaten geçiş türleri kesin kez insanları bir yerden öbür yere taşımazlar. Herkes zevkleri doğrultusunda bir tarz benimsemektedir. NuMetal dinleyip, ardından Thrash, Death, Black Metal gibi türleri dinleyen insanlar da tanıyorum, Nu-Metal ardından ne Rap’e ne de Metal’e bulaşmayan insanlar da… Bu konular, dediğim gibi ayrı tartışma konuları ve çok farklı noktalara gidebilir. Demek istediğim, evet, hor görüldü, yerildi ama Nu-Metal, ne müzikal olarak o kadar boş, ne de misyon olarak o kadar gereksiz bir tarzdı. Metal müziğe bir şekilde heyecan getirdikleri, Faith No More gibi grupların mirasını bir yerlere taşıdıkları da söylenebilir. Pain Of Salvation gibi bir grup bile Nu-Metal etkili bir albüm yapmışsa, çeşitli Thrash/ Groove Metal grupları yer yer Nu-Metal etkileri taşıyan işler çıkarmışlarsa, bu tarz, akım olmasına rağmen birşeyler başarabilmiştir. Eleştirilecek yanlar da var elbette… Türe yapılan en büyük eleştiri, otuz küsür yaşına gelmiş adamların hala ergenlik bunalımlarından bahsederek bir nevi samimiyetsizlik yapıyor olduklarıydı. Nispeten haklı bir eleştiridir. Nu-Metal imaj olarak çok katı bir şekilde kuruldu ve bu “boyband” havasındaki bunalımlı, sorunlu ergen imajı gruplara yapıştı. Bu şekilde ekmek yiyen gruplar, risk almadılar ve ilerleyen yaşlarına rağmen hala ergen bunalımlarını şarkılarına konu ettiler. Tabii bilinçli dinleyiciler için bu durum bir yerden sonra azalan samimiyet olarak geri döndü. Burada MTV’nin de gruplara gösterdiği yüksek ilginin getirdiği saadet çarkının katkısı boldur. MTV, türü baştan beri kontrol altında tutmuş, popüler etmiş, birçok grupla piyasayı mala döndürmüş ve zamanı gelince de totosuna tekmeyi basmıştır. Burada diğer bir dikkat çeken nokta, MTV’nin Nu-Metal gibi temelde kendi etiklerine ters bir imajı olan türü uysallaştırmış olmasıdır. Amerika’da ‘90lar sonu ve ‘00ler başlarında olan çeşitli okul içi şiddet olaylarında, klasik olarak baş sorumlular Korn, Slipknot, Marilyn Manson gibi isimler gösterilmişti. Korn’un direkt olarak aile değerlerine giydirdiği, Slipknot’un hem imaj hem de söylem açısından aşırı bir grup olduğu aşikardı. Nu-Metal gruplarının şarkılarında “fuck”, “shit”, “motherfucker”, “bitch” gibi Amerika’da hangi kanalın duyarsa sansürleyeceği küfürler sıkça bulunuyordu. Amerikalı genç seviciler kurumu PMRC birçok grubun albümüne Parental Advisory


etikeyi basıyordu. Fakat MTV, bu grupları sürekli göz önünde tutuyor, insanlara sunuyordu. Bu durum da MTV’nin başarısıdır, normal şartlarda Nu-Metal’deki imaj bile MTV’nin ancak gece vakti sunacağı türdenken, Slipknot dışında bu grupların çoğu ana akıma girebilmiştir. Ama Nu-Metal’in en uygun piyonu bu açıdan bakılınca da Linkin Park’tır ve neden olduğu grup üyelerine bakılınca anlaşılabilir. Nu-Metal’deki en “boyband” imajlı grup Linkin Park’tır çünkü… Bu kusursuz görünen saadet zincirinin ardında dönen paralar da büyüktü tabii… Tüm zamanların en görgüsüz programı MTV Cribs’te Nu-Metal’cilerin evleri gösterildi birkaç defa, ben Papa Roach vokalisti Jacoby Shaddix’in evinin gösterildiğini izlemiştim. Diyebileceğim tek şey, öyle saadete can kurbandır. Gruplar tabii MTV’nin büyük abilik yapmasını kabul ederler. Ama, yukarıda yazdığım gibi, bunun sonucu bir “akım”ın “piyon” grubu olmaktır. MTV, Nu-Metal’e öyle bir set çekti ki, farklı şeyler deneyen gruplar anında o popülasyon zincirinden çıkartıldı, Korn bile bunu yaşadı. Zamanla tür, farklı şeylerin kabul görmemesinden kendi kendisini yedi ve yok oldu. Bu noktada, Nu-Metal’in çok eleştirildiği metal müzik karakteristiklerine sahip çıkmama durumu hakkında da yorum yapılabilir. Korn ilk albümünü çıkarttığında şarkılarda solo yoktu. DJ’de yoktu. Ama şarkılar sert ve agresifti. Zamanla Nu-Metal’e giren farklı gruplarla bu müzikalite yer yer değişti ama ana akımda olan müzikte hiç bir zaman solo yer almadı. Sonradan müziğinde soloya yer veren gruplar oldu, misal Slipknot, Vol.3 ile müziğine solo gitarı efektif şekilde ekledi ama aynı zamanda tarz değişimi yaşadı. Nu-Metal’in sonunu getiren, 2-3 riff ile kotarılan, kolay dinlenmesi ve radyoda televizyonda rotasyon alması amaçlanarak basit şekilde bestelenen şarkıların dominasyonuydu. Nu-Metal, ana akıma karşı evrimleşebilseydi, şu an metal müzik dinleyicileri tarafından kabul görebilirdi ama bu olmadı. Nu-Metal popülaritesini yitirirken, aslında özü olan Alternative Metal’e döndü. Alternative Metal, yabancıların “umbrella term” dediği türden, geniş kapsamlı bir tür olarak gösteriliyor. Metal müziğe daha “alternatif” yaklaşım getiren gruplar da doğal olarak bu tarzda görülüyor. Korn’un şu an müziğindeki Nu-Metal yanı fazlaca azaldığından bu tarz altında incelenmesi daha doğru oluyor. System Of A Down, Rage Against The Machine, Deftones gibi gruplar da şu an bu etiket altında inceleniyorlar. Dolayısıyla, Nu-Metal, Alternative Metal çatısı altından çıkmış bir akım olarak görevini doldursa da Alternative Metal içerisinde bir şekilde hala yer alıyor. Toparlamak gerekirse, Alternative Metal içerisinden çıkan bir tarz ve akım olan Nu-Metal, ’94-’98 arası büyümüş, ’98-’02 arası yükselme devrini yaşamış ve ’02-’05 döneminde ise popülaritesini kaybederek miladını doldurmuştur. Bize kalan ise, bu akımı yaratan grupların bıraktıkları başarılı albümlerdir.

“’Nu-Metal’ kelimesinden nefret ediyorum. Bana Nu-Metal ile ilgili birşey sormayın, çünkü Nu-Metal eski ve bitmiş bir şey… Kendimizi hiçbir zaman Nu-Metal olarak görmedim.” Jonathan Davis/Korn


1)KORN – UNTOUCHABLES (2002)

2)DEFTONES – WHITE PONY (2000)

3)LIMP BIZKIT – SIGNIFICANT OTHER (1999)

4)SLIPKNOT – IOWA (2001)

5)LINKIN PARK – HYBRID THEORY

DİNLENMESİ GEREKEN


10 NU-METAL ALBÜMÜ

6)PAPA ROACH – INFEST (2000)

7)SYSTEM OF A DOWN – TOXICITY (2001)

8)KORN – LIFE IS PEACHY (1996)

9)DROWNING POOL – SINNER (2001)

10)DISTURBED – THE SICKNESS


90’LAR ALBÜMLERİ

EMRE DEDEKARGINOĞLU

‘90lar diyince çok şey geliyor aklımıza, Star1, Inter Star, Show TV, VHS kasetler, CD’lerin pahalılığına karşılık herkesin kaset alması, Taso, He-Man, Shi-Ra, Power Rangers, Macarena (Allah’ım sen koru bizi!), Pokemon, Grunge, Nirvana, Kurt Cobain… Sınırı yok resmen. Çok ikoncan bir dönemdi tabii… Aynı zamanda, bir müzik tarzının dibi gördüğü yıllardı doksanlar… Evet, Heavy Metal’den bahsediyoruz. Öyle bir dönem düşünün, Grunge patlamış, yer gök Nirvana, Alice In Chains, Pearl Jam, Soundgarden, hatta direk Nirvana olmuş. Thrash Metal dibi boylamış, büyük gruplar tarz değiştirmiş. Black Sabbath’ın kendine yararı yok, Judas Priest ve Iron Maiden seslerini kaybetmişler. İlgi alaka Grunge’a verilmiş, plak şirketleri anlaşmaları bozmuş, gruplar kavga gürültü para pul diye dağılmaya başlamış. Metal müzik kendi içinde yer altına inmeye başlamış, yeni yeni tarzlar yaratılmış ama hiçbiri öyle büyük ilgi görememiş. Ve bu tarzların yaratıcıları, önemli isimleri de zamanla farklı diyarlara meyillenmişler… Bu yazımızın konusu da budur. Doksanların “özel” albümleri… Özel derken, tabii ki grupların radikal tarz değişikliklerine gidip, farklı tepkiler aldığı albümlerinden bahsediyoruz. Bu yazı bir “Top 10” vari liste değildir, tek derdimiz bu “özel” albümler hakkında özet geçmek, bu albümleri yapanların o zamanki emeklerine az da olsa “Adamlar haklıymış beyler…” dedirtmektir. Aklımıza gelmeyen, burada yazmadığımız “farklı” albümler olursa affola… METALLICA – LOAD (1996) Saray Tepkisi: Davayı sattılar hacı! Hey gidi Metallica! Sen ki Thrash Metal’in en kudretlisi, haşmetlisisin. Sen ki, kardeşlerine ‘90’ların başında kara kapaklı albümünle yol gösterip, sığınacak liman verensin. Ama hayat acımasız. Grungegillerden Layne Staley’in dediği gibi “Faster we run, and we die young…” Yıllardan ’96, milenyuma dört kalmış. Aylardan ise Haziran, yazın başlangıç günleri, havalar güneşli falan… Tüm dünyada metal camiasını saran bir heyecan var. Hayat güzel yani, vapurlar falan… 1991 tarihli Metallica albümüyle ortalığı dedeler haline getiren büyük insanlar topluluğu, beş senelik bekleyişten sonra altıncı albümünü

yayınlayacak. Herkeste beklenti çok fazla, grup Grunge darbesinde metalin kalesini birinci elden korumuş isim çünkü, o zamanın en büyüğü, en ünlüsü… 4 Haziran 1996 günü yayınlanıyor Load. Daha baştan bir şeyler göze çarpıyor. O metaldeki abazan Thrash Metal maçoluğunu sonuna kadar yansıtan seksi Metallica logosu gitmiş, yerine daha modern, daha hafif, böyle az tırtıklı bir logo gelmiş. (Ardından yerini Yılmaz Morgül seksiliğindeki St.Anger dönemi Metallica logosuna bıraktı, neyse…) Peki promo fotoğraflarına ne demeli? Thrash Metal devleri –hoş, Black Album’de zaten kalmamıştı Thrash’likleri de, imaj farklı değildi- kamera karşısında gotik atmosferik ışınsal kareler kesiyor, Southern Rock’çı gibi giyiniyor, ya da U2 Bono triballiğinde pozlar veriyorlardı. (Kirk ve Lars’ın gaymişçesine kestikleri pozları esgeçiyorum!) Hepsinin saçlar kısalmıştı, Kirk tam bir bonus modunda geziyordu. Hafif makyajlar, göz altlarına kalem çekmeler falan filan, metalciye gelmeyecek hareketlerle dolu bir imaja gidilmişti. Evet, bir “değişim” vardı ve bu sefer çok keskindi. Albümün aldığı tepkileri zaten takip edenleriniz hatırlayacaktır. Thrash Metal’den tamamen kopmuş müzikal yapı, Heavy Metal/Hard Rock arasına çekilmişti, Southern Rock, Blues, Country gibi tarzlar etkileşim yelpazesini domine etmişti. Grubun ‘80lerdeki agresif, yüksek tempolu ve sert müziğinden eser yoktu. Dolayısıyla albüm, Milli Görüş kabuğunu yeni kırmaya başlayan ama eski grupların bu kadar keskin tarz değişikliklerine pek müsamaha gösteremeyen metal müzik


müminlerince yerden yere vuruldu. Metallica “davayı satmakla” suçlandı, çoluk çocuğun elinde dalga malzemesi oldu, “pop” diye etiketlendi. Aslında sorun şuydu, albümü çoğunluk adam gibi dinlememişti, dolayısıyla anlamamıştı ya da o yönde bir çaba göstermemişlerdi. Load önyargıların hedefi olmuş ve haksızca yargılanmıştı. Metallica’nın geçirdiği bu değişim aslında And Justice For All albümünün döneminde filizlenmişti. Cliff’in ölümüyle ilişkilendirmeyeceğim zira Cliff’in yokluğu üzerine bu uzun süreli değişimi konuşmak boş olacak. Ama olay şudur, bu adamlar And Justice For All’da kafayı kırıp, Cliff’in de yokluğunun getirdiği depresyon ile müzikal açıdan kendilerini aşmışlardır. Lars Ulrich’in AJFA öncesi bateri dersleri almıştır, Kirk ve James ise kafayı sürekli virtüöz albümleriyle bozmuşlardır. Sonuç itibariyle And Justice For All gibi progresif ve teknik bir albüm ortaya çıkmıştır, sözlerde kafa göz girmişler, atmosferde karamsarlığın dibine vurmuşlardır. Ama o zamanlar daha Progresif Metal emekleme aşamasında olduğundan ve bodoslama Thrash Metal her zaman daha çabuk “kavrandığından” albüm, başarılı olsa da turnede grupta ters etki yapmıştır. Düşünün, 7-8 dakikalık şarkılar olan bir albüm yaptınız ve konserde albümden şarkı çaldığınızda önde esneyen liseliler görüyorsunuz. Adam soğur doğal olarak albümden… Metallica’nın başına da bu gelmiştir. Hem albümdeki şarkıların canlıda yorucu olması, hem de liseli kitleden gelen “Hmmmm…. Yummmyyyy…” tepkisi (Denizin buz gibi soğuk sularından aradığınızı bulun e mi liseliler!) grubu AJFA’dan uzaklaştırmış, bizi bu adamların daha beter yardırmasından mahrum bırakmıştır. Bu esnada Metallica üyeleri şunu farkederler, AC/DC gibi büyük grupların şarkıları kompleks değildir, 3-4 dakika civarındadır, “Eeee biz niye kasıyoz la kendimizi bu gadar madafaka?” derler birbirlerine… ve olaylar gelişir. Sonuç, önce Heavy Metal tarzında Metallica olur, grup fevkalade başarı kazanır. Devamı ise beş sene sonra Load olarak gelir, Heavy Metal ve Hard Rock arasında bir çizgi tutturulur ve grubu Thrash Metal tarzıyla görmek isteyenler için Metallica artık bitmiştir. Çıkışının üstünden on beş sene geçti ve Load şu an daha ılımlı karşılanıyor. Tabii Load’un üstüne Reload gibi genel anlamda vasat, St.Anger gibi de değişik bir albümün gelmesi, Load’un değerini arttırdı ve insanların albüme tekrar

şans tanımalarına sebep oldu. Objektif olarak bakarsak, Load, Thrash Metal olmasa da belli bir müzikalite içeriyor ve Metallica’nın farklı şeyler deneyerek cesur bir albüm yaptığını gösteriyor. And Justice For All kadar karamsar bir albüm aslında Load, fakat işleyişi daha farklı… Daha olgun, ağırbaşlı ve sakin bir karamsarlık bu albümde olan… Şarkı sözleri ise fazlasıyla kişisel, Hetfield’ın bir nevi kendisiyle yüzleşmesi gibi… Grubun otuzlu yaşlarındayken ve artık birşeyler kafalarına dank etmeye başlamışken yeşermiş bir albüm olduğundan içerdiği kişiselliği de normal karşılamak gerekiyor. Doksanların en beklenen albümlerinden birisiydi Load. Beklentiler farklı olduğundan en büyük hayalkırıklığı oldu. Ama zamanla hakettiği değeri görmeye başladı. Fakat Metallica’nın “davayı sattığı” düşüncesi üzerinde kaldı. Dolayısıyla, doksanların özel albümlerinden birisi listemize kafadan girmiştir Load… Ha, içinde sadece Bleeding Me ve The Outlaw Torn’u bulundurması bile bu albümün çok iyi olmasına yeterdir. PARADISE LOST – HOST (1999) Saray Tepkisi: İ**emsi olmuş la bunlar!

“İngiltere’nin en çok risk alan müzisyenleri” etiketinin hakkını her zaman vermiştir Paradise Lost… Büyük adamlardır, saygımız sonsuzdur. Celtic Frost’un açtığı toprak yola asfalt döküp, Gothic Metal’I de Doom/Death Metal’I de yaratmış ulu insanlardır onlar… Çok ‘90lar grubunu etkilemişlerdir. Evet, medya da sevmiştir


onları bir yere kadar, İngiltere’nin yeni Maiden’ı olarak görmüştür. Fakat, Paradise Lost uyumaz, hiç kimseden korkmaz, Mackintosh ve Holmes hiçbir zaman ayrılmazdır. (Cartel’e selam olsun!) Belki kendilerini tekrar etseler şu an efsane olacaklardı ama bu adamlar onu istemediler, denemektek korkmadılar. Bu sebeple kurumsal büyüklükleri sekteye uğradı, kalbimizdeki yerleri ise hala kocaman… ’95 yılında Draconian Times albümünü yayınlayarak Gothic Metal adına ders veren grup, ardından kendini tekrar etmeye başlayacağını öngörerek tarz değişimine gitmeye karar verir. O zamana kadar olabildiğince yavaş Death Metal çalmayı motto edinen grup, ‘97’da yayınlanan One Second ile herkesi şaşırtır. Müzik değişmiş, Doom Metal tabanı kaybolmuş, Depeche Mode-vari elektronik denemeler ve farklı vokaller gelmiştir. Şarkılarda artık Gothic Rock ve Synthpop etkileri yer almaktadır. Fakat albüm başarılı bulunur, ardından gelen birçok ismi de etkileyecek şana şöhrete ulaşır. Evet, aslında bu albümü şu an listemize almamız gerekirdi normal şartlarda… Ama Paradise Lost söz konusuysa her zaman şaşırma payı bırakmalısınız. One Second’dan daha radikal ne yapılabilirdi? Adamlar bunu düşünmüş ve iki yıl sonra cevabını Host olarak önümüze koymuşlardı. Host, Paradise Lost hayranlarını keskin bir şekilde bölmüş, grubun Doom/Death Metal dönemlerini seven dinleyicisini küstürmüş olan albümdür. Metallica’nın Load’ını andıracak kadar ters tepki almıştır. Çünkü albümde gitarlar fazlasıyla geri plandadır. Gregor Mackintosh’un elektronik müziğe yoğun ilgi duyması, bu albümü tamamen Depeche Mode tadında bir Synthpop eserine dönüştürmüştür, ‘80ler ve ‘90lar Synth ağırlıklı müziğine selam durulmuştur, ama bunu asla kopyalama olarak görmemek gerekir. Paradise Lost’un normalde “gitar” müziği yaptığını varsayarsanız, fazlaca cesur bir denemedir Host... Metal müzik hayranlarının yaklaşmayacağı, Synthpop dinleyicilerinin ise Paradise Lost ismine yabancılıktan dolayı kolay kolay ulaşamayacağı bir iştir. Elektronik sample ve FX kullanımının yoğunluğu tüm şarkıları domine eder. Albümde Paradise Lost’un alışageldik tek öğesi mevcuttur, karanlık ve karamsar atmosferi… Kişisel, kırık kalpli bir albümdür ve o karamsar PL havasını son notasına kadar taşır albüm… Nick Holmes, temiz

sesinin şarkılara neler katabileceğini bu albümde tam anlamıyla göstermiştir. Ama içerdiği müzik çok farklı olduğundan birçok hayran bu albümü bir kez dinleyip, atmıştır, bir daha tadına bakmamıştır. Yoksa, içerdiği melodiler, vokal melodileri, sözler ile farklı, farklı olduğundan dolayı da özel bir albümdür. Host, Load gibi sonradan değer görememiştir. Şu an hala “sev ya da nefret et” tarzı bir albüm olarak durmaktadır. Tabii bu Paradise Lost’un kemik hayran kitlesinin bağnazlığının getirdiği sıkıntıdır. Önyargısız dinleyen herkes bu albümün gördüğü ters tepkiyi haketmediğini anlayacaktır. Paradise Lost, bir daha Host gibi albüm yapmadı. Believe In Nothing ve Symbol Of Life ile soundunu tekrar sertleştirmeye başladı ve şu an eski Gothic Metal günlerine dönmüş durumda… Host ise, kariyerlerindeki en farklı iş olarak orada durmaya devam edecek. Belki, ileride hakettiği değeri görmeye başlayacak. In All Honesty, So Much Is Lost, Permament Solution, Deep, Host falan güzel şeyler bunlar… ANATHEMA – ALTERNATIVE 4 (1997) Saray Tepkisi: Hmm, iyi olmuş bu, aferin çocuklar.

Anathema, türdaşlarına göre daha şanslı bir grup diyebiliriz. Çünkü alıştıra alıştıra tarz değiştirdiler ve, örneğin Paradise Lost’un gördüğü kadar tepki görmediler. Türkiye’de Anathema hastalığı A Natural Disaster albümünün çıkışıyla yayılmaya başladığından genel çoğunluk Anathema’yı Angelica ile, Forgotten Hopes ile, Lost Control ile


bildi. The Silent Enigma ve öncesi, Anathema’yı gerçekten takip edenlerce biliniyordu sadece… The Silent Enigma, Doom/Death Metal adına müthiş bir albümdür. Evet, fazlasıyla Celtic Frost’un Into The Pandemonium albümünden apartmadır ama bayağı iyidir. Fakat bu albümden zaten Anathema’nın Doom/Death Metal arenasından daha fazla ekmek yemeyeceği belli olmuştur. Ardından gelen Eternity ile yavaştan tarz değişikliğine gidilir, fakat fazla göze çarpmaz. Çünkü o dönemde Paradise Lost, Draconian Times’ı; My Dying Bride ise Like Gods Of The Sun albümlerini çıkartmıştır ve üç albümün de benzer yanı vardır, en başta üçünde de brutal vokal sıfırdır. Anathema, Eternity’de o öldüren süründüren Doom Metal yanını biraz daha rafine ederek sunmaya devam etmiş, artık Celtic Frost yerine Pink Floyd etkileşimleriyle bezenir olmuştur. Değişimin net şekilde tamamlandığı ve başka basamağa atladığı albüm ise, ’97 çıkışlı Alternative 4’dur. Bu albüm ile birlikte Anathema, The Silent Enigma ve öncesi dönemini tamamen geride bırakmıştır. Daha direkt ve kısa süreli şarkılar gelmiş, Alternative Rock’a yakın bir tarz benimsenmiştir. Bu albümde de, Eternity’de olduğu gibi Pink Floyd etkileşimleri yoğundur, Anathema’nın artık olmayan o ağır karamsar melankolik havası albümün her yanına işlemiştir. Şans dedik, evet, tarz değişimlerinden öyle çok fazla tepki almadı Anathema ama Doom/Death Metal Üçlüsü’nün en çok sıkıntı yaşayanı oldu ardından… Alternative 4 ise, tarz değişimi sonrası yayınladıkları en über albüm olarak kaldı. Sevildi, sayıldı. Albümde yer alan tüm şarkılar güzeldi, hissiyatlıydı, tabii bu albüm sonrası ayrılan basçıları Duncan Patterson’un besteciliğinin de şarkıların güzelliğinde katkısı boldu. İçerdiği Lost Control, Regret, Fragile Dreams gibi gol olur şarkılar ve duygusal hissiyat, bütünlük, albümü bizler için özel yapmıştır. Bu albümün ardından çıkan Judgement’te Alternative 4’ün başarısını tekrarlayamayan Anathema, A Fine Day To Exit ile tarzını Radiohead gibi gruplarla harmanlamış, bu albümde biraz negatif tepki toplamıştı. Sonrasını biliyorsunuz zaten, A Natural Disaster ile bir toparlanma, plak firmasının kapanışı ve ekmeksiz kalış, ekmek çıksın diye sürekli Türkiye’de konser

vermek derken, yedi sene sonra pozitif, umut dolu, nurlu bir We’re Here Because We’re Here albümünü yapan İngiliz asıllı Cihangirli –aslında demek istemiyordum bunu ama klavye sürçtüdadaşlarımızı hala seviyor, dinliyoruz. Alternative 4 çok kral albümdür. MEGADETH – RISK (1999) Saray Tepkisi: Risk mi bu lan?

`Lars Ulrich: Megadeth’in artık ecük ucundan risk alması gerekmez mi madafaka? Dave Mustaine: Risk almak gitaristime bademcik ameliyatı yapmaksa almam lan ben. Ya da bi dakka… Risk budur aq!` … diye bir dialog sonucunda bu albümün adının konduğu söylenir. Ama doğrudur, bu albüm risktir açıkçası… Rust In Peace gibi hayvanat bir albümden sonra, Countdown To Extinction ile kendi kara albümünü yaratan ve Heavy Metal’e dönen, Youthanasia ve Cryptic Writings ile bu çizgiyi Hard Rock tatları ile devam ettiren Megadeth, ’99 yılında çıkardığı Risk ile feci oranda risk almış, farklı ve deneysel bir işe girmiştir. Metallica için Load ne ise, Megadeth için ise Risk o olmuştur bir nevi, Load, Heavy Metal/Hard Rock kırması müziğe Country, Southern Rock, Blues gibi etkiler getirirken, Risk aynı yapıya Electronica ve Alternative Rock gibi etkiler getirmiştir. Dolayısıyla, yine hayranların muhafazakarlığı okşanmış ve albüm ters tepmiştir. Bu albüm piyasada ciddi anlamda başarısız


olmuştur. On sene önce Blue Jean’da yapılan Mustaine röportajını hatırlıyorum da, The World Needs A Hero için “Risk’ten fazla satamazsa sı.. ım demektir.” gibi bir demeç vermişti. Bu albüm öyle bir geri tepmeyle sonuçlanmıştır, resmen elde patlamıştır. Peki kötü bir albüm müdür Risk? Bence hayır. Klasik bir Megadeth albümü değildir ama farklı ve içinde kendini dinlettiren işler olan bir albümdür. Dediğim gibi, Load serisi ile aynı kaderi paylaşmıştır, hayranların yeniliğe açık olmaması sebebiyle zamanın ötesine zıplamıştır. Bu albüm, Mustaine’in tek boyutlu bir müzisyen olmadığını göstermiş olması sebebiyle önemlidir. Ticari kaygılar amacıyla yapıldığı görüşü de çok doğru gözükmemektedir, burada yapılan tarz değişimi “yumuşama”dan öte, kendini tekrar etmeme amacıyla farklı etkileşimleri müziğe yedirmektir. Fakat, ezelden beri Thrash Metal gibi has ve öz metal tarzlarının dinleyicilerine bu tarz farklı işler ters geldiğinden, bu albüm de anlaşılmamıştır. Ayrıca Metallica’ya tapan bir hayran olarak, bu albümde Mustaine’in Load serilerinden bile daha cesur bir iş yaptığını düşünürüm ve sırf bu yüzden ayrı bir takdiri hakettiğini söylerim sayın okurlar… Bu albümü Metallica yapsa, herhalde Load hala iflah olmazdı. Sonuçta Mustaine’in farklı bir yanını göstermiş olması bile, beğenin beğenmeyin, Risk’i özel bir albüm yapmaya yetmektedir. TIAMAT – A DEEPER KIND OF SLUMBER (1997) Saray Tepkisi: Cevab veremedik. Tiamat ilginç bir gruptu. Tarz değişimi konusunun hakkını verecek cinste bir gruptu çünkü… Johan Edlund ve tayfası, başlangıçta Black Metal yapma niyetindelerdi. Sonra Death Metal’e geçtiler, ardından Doom/Death Metal’i keşfettiler, türe The Astral Sleep ve Clouds gibi iki önemli albüm bahşettiler. ’94 senesinde Wildhoney’i çıkarttılar, Doom/Death Metal yanları artık Pink Floyd etkisiyle beslenmeye başlamış, Psychedelic Rock tatları eklenmişti. Wildhoney, grubun zirve noktası oldu, firmaları Century Media’yı bile büyüttü, o derece… Aşılması zor bir noktaydı yani grup için… Sevgi ve milyon kafa adamı Edlund ne yaptı peki? Önce Almanya’ya taşındı aşk için,

sonra “Buraların gralı benim lan!” dedi ve tarzını değiştirdi. Hem de ne değişim… ’97 çıkışlı A Deeper Kind Of Slumber, Tiamat’ın o zamana kadar imza attığı en farklı ve deneysel albümdü. Grubun Death Metal kökenlerini geçin, metal müzikle bir bağı kalmamıştı. Ayrıca albümde felaket bir etkileşim yelpazesi mevcuttu, Industrial Rock’tan Progressive Rock’a, Symphonic Rock’tan Electronica’ya, Jazz’dan Orta Doğu etkileşimli Folk müziğine kadar, şarkılarda farklı farklı etkileşimler yer alıyordu. Tüm şarkıları tek başına yazacak kadar kafayı pırıl pırıl yapan Edlund, sözlerde uyuşturucu deneyimlerinden kişisel ilişkilerine kadar yazınını konuşturuyordu. Bir saate yakın bir uzunluğa sahip olan albüm, o zamana kadar yayınlanan en uzun Tiamat eseriydi. Dolayısıyla, grubun keskin bir U dönüşü yapmasına ilk sahne olan albüm olarak, özel bir albümdü, ki Tiamat bu albümü tekrarlamadı, Wildhoney ile birlikte en iyi albümleri olarak kaldı. A Deeper Kind Of Slumber sonrası Sisters Of Mercy etkisiyle Gothic Rock etkisinde işler yapan Tiamat, kimi hayranlarını mutlu ederken, kimilerince de eleştirildi. A Deeper Kind Of Slumber, tarz değişikliğine rağmen olumlu tepki alan bir albüm olarak diskografilerinin dokunulmazlarından oldu. Çok fena albümdür yalnız, öyle böyle değil… Bu da subjektif yorumum olsun.


KATATONIA – DISCOURAGED ONES (1998) Saray Tepkisi: Ala, ala.

Ones, kapağındaki albümüydü.

gibi

tamamen

sonbahar

Basit ve tekdüze şarkı yapıları üzerine, karamsar ve hüzünlü bir yapı kuran grup, şarkı sözlerinde Renkse’nin üstün şairliğine öne çıkartmıştı. Dolayısıyla, birçok dinleyicinin damar ihtiyacını karşılayan özel albümlerden birisi olarak günümüze gelmiş bulunmaktadır. Albüm, yapılan değişikliklere rağmen dinleyicilerden iyi tepki gördü. Tabii bir kısım da Katatonia’yı Doom Metal grubu olarak görmek istediği için bu değişimi onaylamadı. Katatonia bu albüm ile birlikte girdiği yola Last Fair Deal Gone Down ile nokta koydu ve daha progresif bir yöne kaydı. MOONSPELL – SIN/PECADO (1998) Saray Tepkisi: Bu ne lan? Hani gotiktik sonuna kadar? Brave Murder Day gibi müthiş, şaheser, fevkaledenin fevkinde, şükela bir albümden sonra Doom/Death Metal yapmaya devam etmeleri gerekir miydi? Onlar tersini düşünmüş ki, karşımıza Discouraged Ones çıkmış. Brave Murder Day, kış soğuğu ve karanlığını birebir içinde bulunduran, çok başarılı ve önemli bir albümdü. Fakat bu albüm döneminde grup bazı sıkıntılar içindeydi. Stabil kadro yoktu ve Jonas Renkse artık brutal vokal yapamıyordu. Mikael Akerfeldt’in yardımıyla albümü yaptıktan sonra, Anders Nyström ve Jonas Renkse ikilisi, değişiklik vaktinin geldiğine karar verdiler. Sonuç, Discouraged Ones oldu. Discouraged Ones, Katatonia’nın kariyerindeki ilk keskin değişimi göstermekteydi. Brave Murder Day’de edindikleri gitar soundu, tekrar eden rifflerin üzerine armonik soloların gelmesi, basit ve tekdüze müzik yapısı bu albümde de tekrar ediyordu ama riffler eski yırtıcılığında ve karanlık havasında değildi. Vokaller ise artık tamamen temizdi, The Cure vokalisti Robert Smith etkileşimliydi. Brave Murder Day’in üzerine bir rafineleşme idi Discouraged Ones… Şöyle de özetlenebilir, Brave Murder Day kış albümüyse, Discouraged

Düşünün. Yıl ’96, Moonspell Irreligious’u yayınlamış. Sürekli dinliyorsunuz. Son şarkı Full Moon Madness’in muhteşem kapanış solosuyla transa geçiyor, yeni albümlerinin nasıl olacağını merak ediyorsunuz. Yıl oluyor ’98. Moonspell yeni bir albüm yapıyor. O da ne? Paradise Lost’u vuran hastalık Moonspell’i de vurmuş. Albümde o Black Metal etkileşimli Gothic Metal’in yerinde yeller esiyor. “Depeche Mode Metal” var burada


resmen… Sinirleniyorsunuz, kaldırıyorsunuz albümü… Uzun süre duruyor orada… Durmamalı… Dinlenmeli… Bilmiyorsunuz belki ama Portekiz’in kurtları MHP’nin 39.yılına yaraşır bir albüm yapmışlar. Sin/Pecado, Moonspell’in çat diye tarz değişikliğine gidip, kopardığı albümdür. Öncülü Irreligious ile alakası pek yoktur. Albümde elektronikler, ses örnekleri, FX’ler sıkça kullanılmıştır, Fernando Ribeiro brutal vokallerini azaltmış, fısıltı ve temiz sesiyle söylemeye ağırlık vermiştir. Fakat şarkılardaki metal altyapısı terkedilmemiş, sadece farklı etkilerle zenginleştirilmiştir. Yani Host kadar radikal bir değişiklik yoktur. Ama Moonspell’i Wolfheart ve Irreligious ile tanıyan kitle için bu değişim bile rahatsız edicidir. Şarkılarda gitar asla ikinci planda yer almaz, hatta güzel sololarla kulağınızı şenlendirir. Melodi ve riff kalitesi olarak yüksek bir albümdür, Moonspell’in o karanlık atmosferi sonuna kadar mevcuttur ve bu albümde, benzer özel albümler gibi kırık kalpli, kişisel bir albümdür. Fena dokunur yani… Gothic Metal gruplarının Depeche Mode hayranlığı aşikar. Moonspell bu konuda bayağı ön planda yer alan bir grup. Fernando’nun temiz vokallerinde Dave Gahan tadı yakalamak çok mümkün, ki zaten bunu saklamıyorlar. Sin/Pecado bu etkileşimi yoğun olarak bulundurduğu için, yine hayranlarca

başta kabul görmedi. Dolayısıyla Moonspell, bu albümün ardından gelen Darkness And Hope ve The Butterfly Effect’te parçalı bulutlu bir dönem yaşadı ama denemelerini hayran tepkisi sebebiyle hemen kesmedi. 2003’te yayınlanan The Antidote ile tekrardan eski Gothic/Black Metal gruplarına dönmeye başlayan grup, şu an Sin/Pecado döneminden çok çok uzakta… Ha, bana kalsa bir tane daha Sin/Pecado yapsınlar derim. Moonspell tarihinde eşi benzeri olmayan, Gothic Metal tarihinde de farklı duran bir albüm, bu sebeple çok özeldir, böyle anılmayı hakeder. Handmade God, Second Skin, Abysmo, Eurotica, Dekadance gibi şarkıların güzelliği yok sayılamaz. MY DYING BRIDE - 34.788%...COMPLETE (1998) Saray Tepkisi: Yahıştı mı la size deyyuslar? İşte bir talihsizlik hikayesi… Hayran kitlesinin, grubun deneme girişimini nasıl patlatacağının örneği… The Angel And The Dark River ve Like Gods Of The Sun’da müziğini biraz rafineleştiren ve tamamen temiz vokallerle sunan Doom/Death Metal neferleri My Dying Bride, 34.788%... Complete albümünde dönemdaşlarına uyar ve deneysel bir iş yapar. Logo değişir, tarz değişir… Fakat, Anathema ve Paradise Lost’un kabullenilen değişimi My Dying Bride için tutmaz. Hayranların tepkisi bu albüme fazlaca ters olur. Adamlar 34.788%... Complete’i yaptıklarına yapacaklarına pişman olurlar. Ardından klasik My Dying Bride tarzına dönen grup, sadık kitlesini sevindirecek albümler yapmaya devam eder ama tabii ki, yenilik fazla olmadığından kendini tekrar etmeye başlar, kaçınılmaz olarak… Aslında bu albüm, My Dying Bride’ın özünden kopuk değildir. Grup, çeşitli etkileşimleri müziğine entegre etmek istemiştir. Farklı melodi ve riff kalıpları denenmiş, vokaller genelde temiz kullanılmıştır. Heroin Chic ve Apocalypse Woman, grubun yaptığı en sıradışı işlere kafadan ilk sıralarda girecek kadar değişiktir. Yani, burada kökleri yıkmaya yönelik değil, müziğe yenilik getirme amaçlı bir tarz değişimi bulunmaktadır. Ama, kader, kısmet, ters tepmiştir. Ayrıca, grubun prodüksiyonu en iyi olan albümlerinden birisidir bu albüm…


37 ekran televizyon hoparlörü tadında ses veren Like Gods Of The Sun ve The Angel And The Dark River albümlerinden sonra cennettir yani… Bu albümde grubun gelmek istediği noktaya ulaşılsaydı, My Dying Bride için daha hayırlı olabilirdi. Olmayabilirdi de tabii… Ama, sonuçta kursakta kalmış bir denemedir ve grubun diskografisinde tektir, özeldir. Buna da şükür.. ULVER - THEMES FROM WILLIAM BLAKE’S THE MARRIAGE OF HEAVEN AND HELL (1998) Saray Tepkisi: tr00?gr1m?kvlt?

doğal olarak negatif tepki almıştır. Black Metal hayranlarının dünyanın en gerici hayran gruplarından birisi olduğu varsayılırsa, şaşılacak bir durum değil… Fakat albüm, kritiklerden de aynı zamanda oldukça iyi eleştiriler almıştır. Ama hiçbir şekilde öngörülecek bir tarz değişikliği içermez, kendi içinde tutarlı da olsa çok geniş bir albümdür Themes From… Ulver, bu albümü tekrarlamamış, Electronica/Noise sularına açılmıştır. SAMAEL – PASSAGE (1996) Saray Tepkisi: S****miş Samael!

Bu iş gerçekten, bir yerden sonra ulaştığın doyuma bağlı. Emin oldum. Evet, Ulver’in en karma albümüne geldik. Albümden önce bir akustik, iki Black Metal albümü yapan, bence gelmiş geçmiş en iyi Black Metal albümü olan Nattens Madrigal - Aatte Hymne Til Ulven I Manden’i de bizlere bahşeden Ulver’in tarz değişikliğine gittiği ilk albümdür Themes From… William Blake’in The Marriage Of Heaven And Hell eserini konu alan albümde, birçok farklı tarzdan etkileşinim alınmıştır. Ihsahn, Samoth, Fenriz gibi isimler de albüme katkı yapmışlardır. Avant-Garde Metal, Avant-Garde Rock, Trip-Hop, Industrial Rock, Progressive Rock, Electronica, Ambient gibi farklı tarzlara uzanan şarkıları ile dikkat çeken albüm, Ulver’in eski hayranlarından İşte ‘98’deki Samael konserinde o malum tepkiyi verdirten albüm… Samael bu albümden önce tipik bir Black Metal grubuydu. Dine saldıran, satanik bir imajları vardı. ’95 tarihli Rebellion EP’lerinden sonra baterist Xytras, klavye ve programlama işlerine girince, drum machine kullanmaya başladılar ve dolaylı olarakta tarz değişimi yaşadılar. Black Metal yapan Samael, yerini elektroniklerle desteklenmiş Industrial Metal yapan Samael’e bıraktı. Artık şarkılarda Black Metal kökenleri rafine edilmiş, şarkılarda senfonik sesler, klavye, elektronik samplelar kullanıyorlardı. Şarkılarda sertlik açısından çok bir gerileme yoktu, ama tarz değişikti. Vorph’un vokalleri müziğe gayet uyan tarzdaydı.


Satanik konuların yerine astronomiye, ruhaniliğe saran grup, müziğindeki çok yönlülükle sözleri de destekliyordu. Fakat tarz değişikliği Black Metal severlerin tepkisine yol açtı. Ardından gelen Eternal’da aynı yoldan gitmeye devam eden grup, en son çıkarttığı Above ile eski günlerine selam etmişti. Black Metal’in Industrial Metal gibi farklı tarzlarla birleştirilmesinin yolunu açan Samael, bu sebeple The Kovenant, Dødheimsgard gibi gruplarında önünü açmış oldu ve Passage, zamanına göre yenilik vaat eden iyi bir albüm olması sebebiyle, özel albüm listemize girmiş bulundu. Tabii ’98 konserinde söylenen sevgi tümcesi bambaşkaydı. Demeden geçemedim. KREATOR – ENDORAMA (1999) Saray Tepkisi: Alamanya kaybedince bizde kaybetmiş sayıldık. Kreator’un ‘90lar dönemi tamamen denemelerle geçti. Renewal ve Cause For Conflict’te Industrial/Groove Metal ile etkileşime giren grup, Outcast’ta gotik tarzlardan etkileşimler getirmeye başlamıştı. Endorama ise grubun müziğinde Gothic Metal etkisinin tavan yaptığı albüm oldu.

Kreator’un son on yılda çıkardığı üç albüme saygı duymayan yoktur. Seksenlerde yaptıkları Endless Pain, Pleasure To Kill, Terrible Certainty, Coma Of Souls gibi albümler de grubun saygınlığının sebebi olmuş, başarılı albümlerdir. Fakat Thrash Metal’deki ‘90lar sendromu Kreator’u da vurmuştur. Şu an konserlerde, doksanlarda yayınlanan dört albümden sadece Phobia’yı çalmaları zaten yeterince fikir vermektedir. Bu albümler farklı denemelerdir, o dönem için gruba göre en doğru işlerdir ama şu an Kreator’dan çok uzaktadırlar. Endorama’yı seçmemin sebebi, bu albümde, piyano gibi bir enstrumanın Kreator müziğinde kullanılması, Mille Petrozza’nın o alışageldik yırtıcı vokalleri yerine düz ve daha sakin bir vokal tarzının sıklıkla kullanılmasıdır. Gitar tonları daha rahat, şarkılar genelde orta tempodur, yani Kreator’un bilindik yırtıcılığı ve agresifliği bu albümde pek yoktur. Kreator müziği için farklı bir deney olmuştur Endorama... Everlasting Flame ve Passage To Babylon gibi denemeleri bir daha görebileceğimizi sanmıyorum. Albüm tabii ki Kreator’un hayran kitlesini bölmüş, genelde olumsuz tepki almıştır. Buradan anlıyoruz ki, Thrash Metal gruplarının denemeleri zamanla içine girilen albümler… Kreator bu albümde sonra Violent Revolution ile Coma Of Souls sonrası kaldığı yerden “Bas gaza aşkım, bas gaza!” mottosunu devam ettirmiştir. AMORPHIS – TUONELA (1999) Saray Tepkisi: Nirde Teylz Fırom Tausınd Leyks? Nirde Eleci? Ben ne yapacağk söeylae? Amorphis’te aslında kariyerinde sık sık tarz değişikliğine gitmiş bir grup… The Karelian Isthmus ile Doom Metal soslu Death Metal yaparken, Tales From The Thousand Lakes ile Melodic Doom/Death Metal’e geçmişlerdi. Elegy ise grubun Death Metal yönünü biraz rafine edip, Folk etkileriyle desteklenmiş Progressive


Metal formülüne geçtiği albümdü. Tuonela ise Elegy’nin devamı gibi görünse de çeşitli farklılıklar barındırmaktadır.

özellikle albüme adını veren Tuonela’da, takdir edilmiştir. Güzel albümdür, doksanlarda çıkan son Amorphis albümüdür, dolayısıyla özel albümler listemizdedir.

Pasi Koskinen’in temiz vokal yoğunluğunun artması, Greed dışında artık brutal vokal yapmaması bu albümdeki en büyük değişikliktir. Grubun Death Metal yanı bayağı azaltılmış, saksafon, flüt gibi değişik enstruman kullanımıyla müzik zenginleştirilmiştir. Şarkılarda Doom/ Stoner Metal ve Progressive/Psychedelic Rock etkisi kendisini hissettirmektedir. Daha direkt ve Elegy’e göre sade bir albümdür.

Bu yazıda, doksanlarda çıkmış “kilit” tür değişimi içeren bazı albümleri inceledik. Metal dünyasının bazen ne kadar acımasız olduğunu gördük. Tabii bu listeye daha birçok grup ve albüm eklenebilir. İkibinli yıllarda tarzlar arasındaki dengelerin daha dengesizleştiğini de varsayarsak, birçok grubun böyle incelemelerde irdelenecek albümü bulunmaktadır.

Amorphis’in bu tarz değişikliği, çok olumsuz tepki almamıştır, albümdeki duygusal yoğunluk,

Bizler çorbaya tuz katıp, şöyle bir karıştırdık efenim… Deneysellik iyidir.


SELİM VARIŞLI Geçmişe saygı göstermeyenler gelecekte yollarını kaybetmeye mahkumdurlar. Geçmişi sevmeyebilirsiniz. Ancak gösterdiklerine saygı duymazsanız; hatta saygıyı boşverin, dikkate almazsanız, tarih size fütursuzca gösterecektir tekerrürden ibaret olduğunu...

ANALOG vs. DIGITAL DEATHMATCH Bizden başka bir ülkede vinyl için “plak” ya da bizdeki kelime anlamıyla plağa karşılık gelen bir sözcük kullanılıyor mu bilmiyorum ancak gelenek icabı yazı boyunca kullanacageleceğimiz plak sözcüğünün yaban ellerde “vinyl” adıyla anıldığını bilmeniz, belki bi gün ülke dışına çıkarsanız işinize yarayabilir. Analog ne demektir, önce onu derinlere inmeden özetleyelim. Malumunuz geçmişte bilgisayarın uzay teknolojisi olduğu ya da hiç var olmadığı zamanlarda müzik, bilgisayar, mikroişlemci ve yazılım desteği olmaksızın tamamen “analog” donanımlar kullanılarak kaydediliyordu. Gerek enstrümanların kaydedilmesi, gerekse tonlanması ve miksajı sırasında kullanılan tüm ekipman ve teknik, ses sinyallerinin elektronik aksam ve kablolar vasıtasıyla aktarılmasından ibarettir. “E bugün de öyle” diyeceksiniz, doğrudur. Ancak bugün kaydın her aşamasında gelen ses sinyallerini

“dijital” olarak işleyip çeşitli filtre ve işlemlerden geçiren yazılımlar, mikroişlemciler vasıtasıyla bu yazılımları çalıştıran donanımlar üzerinde kullanılmaktadır. Analog – Dijital ayrımının müzik teknolojisindeki ilk durağı burasıdır. İşin içine gelen ses sinyallerinin dijital olarak işlenmesini sağlayan yazılımlar ve işlemciler giriyorsa, eğer gitarınız için analog değil de dijital pedallar kullanıyorsanız, kaydın henüz bu aşamasından dijitale bulaşmışsınız demektir. Bu noktada dijital ekipman kullanmanın, sese vermek istediğiniz efekt ve tonlamalar konusunda çok daha geniş imkanlar sunacağını belirtelim. Negatif yanlarına bilahare değineceğiz. İkinci durağımız ise kaydın yapıldığı ortamdır. Eğer eski usul makara bantlı iri kıyım cihazlarla kayıt yapıyorsanız, enstrümandan çıkan ses sinyali (eğer arada bir dijital pedal veya benzeri bişey kullanmadıysanız) olduğu gibi manyetik


banda aktarılacaktır. Ancak bu cihazlarla kayıt yapmanın, miksaj ve mastering aşamasının zorluğundan tutun da makara bantlarının pahalı olmasına kadar bir çok dezavantajı vardır. İşin dijital yüzünde ise sizleri bilgisayarlar, harddiskler, ses kayıt, miksaj ve mastering yazılımları bekler. Yanlış yaptığınız kaydı bir kaç tuşla silmeniz, istediğiniz ses kanalı üzerinde istediğiniz efekti hızlı ve sorunsuz bir şekilde verebilmeniz, kayıt sonrasında istediğiniz ses filtrelerini, efektleri ve tonlamayı yapmak için çok geniş seçeneklere sahip olmanız gibi bir çok avantajı vardır dijital kayıt yapmanın. Analog – Dijital Deathmatch’de bizi yazının konusu itibarıyla en çok ilgilendiren, yazıyı da nihayet “Kayıt Teknolojileri 101” dersi formatında kurtaracak durağa geldik. Kaydın yayınlanma ortamı. Dijital, pırıl pırıl, sorunsuzca yapılmış güçlü albüm kaydınızı CD’ye basıp dağıtmak da bu konudaki analog seçeneklere göre daha kolaydır. Bir albümün basılan tüm CD’lerinde (tabii ki sonradan yayınlanacak olan remastered edition’ları kast etmiyorum) sound ve ses çıkışı aynıdır. Albümün plağa basılması durumunda ise, her şeyden önce plak basmak daha meşakkatlidir, basım sonrası dağıtım da öyle. Zira boyutları ve CD’ye göre çok daha hassas bir fiziksel yapıya sahip olması nedeniyle belli bazı taşıma ve saklama koşullarının yerine getirilmesi gerekir. Aksi halde plak çok hızlı bi şekilde yıpranabilir. Ayrıca plak, üzerinde oluşabilecek en ufak çizikleri bile tolere edemez, kayıt sırasında çıtırtı duyulmasına sebep olur. CD ise hem dijital olması hem de yapımında kullanılan malzemenin plağa göre daha sağlam olması sebebiyle; zaten sert plastik kutularda muhafaza edildiğinden plağa göre daha zor çizilir ve kullanılan CD’nin kalitesine göre değişen oranlarda çizikleri tolere edebilir.

CD’nin ömrü de haliyle plaktan çok daha uzundur. Şu halde dijital ekipman kullanmak, dijital kayıtlar yapmak ve bunu dijital olarak dağıtmak (ki burada CD’den bahsediyorum, mp3 ve benzerlerinden söz etmiyorum bile) hem ekonomik açıdan hem de yukarıda özetlemeye çalıştığım diğer kolaylıklar açısından daha mantıklıdır. Gelelim mevzubahis deathmatch’in death sıfatına haiz olmasının analog cephesindeki gerekçelerine. Önclikle dijital’in mantığını biraz daha deşmemiz gerek. Dijital veri (ses sinyalleri) işleme mevzusu, tamamıyla binary sayı sistemine dayalıdır. Gelen ses sinyallerinin (dijital verinin değil analog sinyalin), birbirini takip eden 1’ler ve 0’lardan ibaret, hiç sekmeyen ve hesabını şaşırmayan binlerce kilometrelik sayısal yollara dönüştürüldüğünü ve bu yollar boyunca 1 ve 0’ları işleyerek bunlardan yine çeşitli veriler (artık dijital olarak işlenmiş ses sinyalleri) elde edildiğini düşünün. Analog’un dijitale dönüşme hikayesi kısaca böyledir. Ancak analog sinyaller, kayıpsız (enstrümandan gelen sese en ufak bir karakteristik özellik bile kaybettirmeksizin)


sayısallaştırılamayacak (1’lere ve 0’lara dönüştürülemeyecek) kadar güçlü sinyallerdir. İşte analog-dijital çatışmasının tüm kaynağı budur. Analog ses sinyallerini dijitalleştirip 1’lere ve 0’lara dönüştürdüğünüzde söz konusu olan ses karakteristiği kaybı, dönüştürdüğünüz sayısal yoldaki 0 ve 1 adedine bağlı olarak değişmektedir. Ancak ne kadar çok 1 ve 0 kullanırsanız kullanın, matematiğin analog sinyallere hiçbir zaman yetişemediği ve yetişemeyeceği noktalar vardır. “Plağa özgü ses” denilen şey, matematiğin yetişemediği bu noktaların plak üzerine matematiğe ihtiyaç olmaksızın aktarılabilmesi sayesindedir. Yukarıda analog-dijital ayrımındaki ilk durak olarak nitelediğim, kullanılan ekipman, pedal ve benzeri cihazlar vardı ya hani. İşte o cihazlar eğer analog iseler yapacakları işi gelen ses sinyaline elektriksel etkiler uygulayarak (bu noktada daha derine inmek istemedim zira çok teknik mevzulara dalıp asıl konumuzdan uzaklaşmamız gerekir) icra ederler. Eğer dijital iseler, donanımları dahilinde mevcut bir mikroişlemci ve bu mikroişlemcinin üzerinde çalışan yazılımlar, dolayısıyla 1’ler ve 0’lar aracılığıyla yaparlar işlerini. Dijital gitar prosesörlerini örnek verecek olursak, gitardan gelen ham sesi öncelikle binary sayı sisteminde

sayısallaştırırlar, sonra işlerler, sonra da tekrar ses sinyallerine çevirip dışarı gönderirler. İşte bu önce sayısallaştırma, sonra yeniden ses sinyaline dönüştürme işlemiyle birlikte gitardan gelen ham sesin karakteristiğinin bir kısmı (çok küçük bir kısmı, hani o matematiğin yetmediği kısım) kaybolur. Bu ilk ayrım esasında analog-dijital çatışmasının en az etkilendiği noktadır. İkinci ayrımımız olan kayıt ortamı ise deathmatch’in iki büyük arenasından biridir. Günümüzde artık analog cihazlar, makara bantlar falan çok nadir kullanılıyor. Bilgisayar teknolojisinin müzik endüstrisi üzerindeki inanılmaz etkisi nedeniyle bugün bir müzik markette bulabileceğiniz eserlerin çoğu (hatta bazı plak formatında olanlar bile, ki buna da sonra değineceğiz) dijital ortamda kaydedilmiş, bilgisayar, ses kartı, harddisk, işlemciler ve yazılımlar yardımıyla yapılmıştır. Bir ses sinyalini, analog pedal kullansanız bile, eğer bilgisayara kaydediyorsanız o noktada kaçınılmaz olarak ses dijitalleşecek demektir. Yukarıda avantajlarını özetlediğim dijital kayıt olanakları gerçekten hızlı ve sorunsuz kayıtlar almaya olanak tanımaktadır. Ancak dijital olan her şeyde olduğu gibi binary’nin tıkandığı noktadan burada da kaçış yoktur. 1 ve 0 sayısı ne kadar fazla ise


analog’dan dijitale geçişteki kaybın o kadar azalacağını söylemiştim. Dijital kayıt teknolojisi bu kaybı minimuma indirmek ve bilgisayar üzerinde geniş ses aralıkları ile işlem yapabilmek için bu 1 ve 0’ların sayısını olabildiğince artırmıştır. Bu noktada anlattıklarım ancak hassas ve iyi duyma yetisine sahip kulaklar tarafından anlaşabilecek düzeyde farklardır. Zaten analog – dijital çatışmasının vardığı nokta da budur. Dijital kayıtların analog’dan farkının insan kulağı tarafından ayırt edilemeyeceğini ve bu nedenle analog işlemlerin zorluğuyla uğraşmanın anlamsız olduğunu iddia edenlerle, analog-dijital farkını müzik dinlerken ayırt edebildiğini söyleyenlerdir yazımızın konusu olan deathmatch’in cepheleri. Neyse konuyu dağıtmayalım. Sözünü ettiğim 1 ve 0’ların miktarı teknik açıdan bitrate’lerle ifade edilir. Müziğin bitrate’i ne kadar yüksekse ses aralığı da o kadar geniştir ve daha fazla detayı duyabilmenize imkan tanır. Analog kayıtta ise bitrate yoktur (veya teorik olarak sonsuzdadır da denebilir, matematiğin yetişemediğini söylemiştim). Stüdyolarda yapılan ses kayıtları mümkün olduğunca yüksek bitrate ile yapılır (örneğin 24 bit - 96 khz, kullanılan cihazlar çerçevesinde daha yüksek değerler elde etmek de mümkündür) ancak bu kayıtlar yayınlanma yani CD’ye basılma aşamasına geldiğinde çok önemli bir değişimle yüzleşmektedirler. Zira Audio CD’nin ses standardı 16 bit - 44,1 khz değerlerinde sabittir ve bu değer dünyanın her yerinde aynıdır. Bu değerlere sahip olmayan bir Audio CD hiçbir CD çalar tarafından okunamaz. Dolayısıyla stüdyo ortamında pahalı cihazlarla 24 bit, 96 khz, 192 khz gibi yüksek değerlerde yapılmış ses kayıtları, kayıtta ne kadar yüksek değerlere çıkılırsa çıkılsın neticede CD’ye basılma aşamasında 16 bit – 44,1 khz’e indirgenmek zorundadır. Zira kapasite itibarıyla CD’nin taşıyabileceği 1 ve 0 sayısı bellidir. Bunun üzerine çıkılamaz. Bu da zaten dijital yapılan kaydın ekstradan yine ses değerlerinden ödün vermesi anlamına gelir. Sonradan geliştirilen SACD, Audio DVD gibi ortamlar çok daha yüksek ses aralıkları sağlayabilmektedir ancak bunların hiç biri CD’nin popülaritesine yetişememiştir. Plakta ise durum farklıdır. Eğer müzik analog ekipmanlar kullanılarak, analog cihazlara kaydedildiyse, plağa basılma aşamasında hiçbir dijital süreçten geçirilmeden master disk (plak kalıbı) hazırlanır ve bu kalıp tamamen mekanik

yöntemlerle plaklara basılır (plak imalat sürecine ilişkin Youtube’da detaylı videolar mevcut, oradan göz atıp fikir sahibi olabilirsiniz. Plakta herhangi bir ses aralığı, 1’ler veya 0’lar bulunmadığı için, grubun stüdyoda çaldığı ve kaydettiği müziğin aynı sound’la kayıpsız olarak yayınlanması mümkün olmaktadır. Analog ve dijital arasındaki çatışmanın sebeplerini kısaca özetlemeye çalıştım. Aslında bu konuda albüm albüm değerlendirmelere girilip yüzlerce sayfalık makaleler yazmak mümkün zira albümlerin kendi karakteristikleri CD’den ziyade plağa yansır. Son yıllarda plağın yeniden yükselişe geçmesiyle birlikte dijital kopyalardan da plaklar basılmaya başladı. Plağa ve dinleyiciye hakaret gibi gördüğüm bu hususa ilişkin de bişeyler yazmak isterim. Özellikle ülkemizde, stüdyolarda prodüktörler tarafından bilgisayarda hazırlanıp aranje edilerek kaydedilen ama vokali yapan kişiye malolan plastik ruhlu albümlerin dijital kopyalarının sanki analog kaydedilmiş gibi plağa basılarak pazarlanması bana son derece sahte geliyor. Bir albüm eğer analog kaydedilmemişse plağa basılmasının pek bir anlamı yok benim için. O nedenle benim için plağı anlamlı olan albümler genelde yetmişlerde ve seksenlerde kaydedilmiş olanlar. Accept’in ve Scorpions’ın son albümlerinin plaklarını sırf dijital kaydedildiklerini bildiğim için almadım. Dijital olarak kaydedilmiş yeni albümlerin plağa basılmadan önce plak için özel olarak masterlandığına ilişkin bişeyler duydum ancak yukarıda açıkladığım sebeplere dayanarak albüm eğer dijital kaydedilmiş ise sonradan yapılacak hiç müdahalenin onu analog hale getiremeyeceğini rahatlıkla savunabilirim. Bu tıpkı küçük boyutlu bir bmp resmini Photoshop’ta interpolasyon yoluyla büyütmeye benziyor. Resmi istediğiniz kadar büyütebilirsiniz ancak ne kadar büyütürseniz elde ettiğiniz görüntü kalitesi o kadar düşecektir. Zira resmin mevcut sayısal değerleri, yani matematiği sabittir. Çeşitli filtreler yardımıyla büyütülen resmin kalitesinde iyileştirme yapabilirsiniz ama orijinal boyutundaki kaliteyi asla yakalayamazsınız. Vektör kuralları da sayısal ses konusunda geçerli değildir =) Bir sonraki sayımızda deathmatch’imize mp3’ü de dahil ederek cepheyi genişleteceğiz. Şimdilik bu kadar.


ZELİHA KARAKOCA


Düşüş… Yüzey çöktü… Derin bir karanlık geleceğe kalan… Yasaklar ideolojisi bizi çoktan geçti. Deşerek geleceğiz artık underground yaşamdan tekrar günışığına… İşlemeye çalışan buğulanmış beyinlerimiz beklemekten paslanmış düşüncelerle dolu. Geri dönüşüm kutusunda bekletip, silmeye cesaret edemediklerimiz de ayrı bir düşünce çöplüğü… Kararsızız, ikilemli düşüncelerde savrulup duruyoruz. Kararı verdiğimizde de tercihlerimiz zahmetsizden yana. Oturarak bir günü, ayı, yılları, dönemi hatta çağı bitirmek!.. Oturduğumuz yerden yepyeni bir çağı başlatıyoruz. Fakat yeni demek her zaman iyinin alameti değil. Şimdilik susuyoruz. Nasıl olsa gün gelince dönüp bakacağız marifetimize! Sanal dünyadaki sonu gelmez demagojiler… Kıstırılmış, bastırılmış gençliğin ebedi yalnızlığa haykırışları mı yoksa?! İnternet basireti bir gün sona ererse oturduğu yerden nasıl demagoji yapacak insanlar? Bir kuşak için sokaklardaydı yaşam, neyin üzerine bastığının bilinciyle yürüyordu onlar… O ruh böyle bir biçimde taklit edilemez. Tarih tekerrürden ibaret değildir! O zaman çoktan geçti. O kuşak bir daha gelmez, gelemez… Yaşadığımız çağ bizim eserimiz. İçinde ne görmek istiyorsak onunla dolduralım.


EMRE DEDEKARGINOĞLU

Merak etmeyin, yanlış dergiye geçmediniz. Hala Siyah Beyaz’ı okuyorsunuz, yıl 2011, şubat sayısı… Bu yazı da bu ayın sürpriz yumurtası, Kinder SchokoBons’u olarak kayıtlara geçsin. Evet, normalde Rock ve Metal müzik ağırlıklı bir dergiyiz ama bazı bazı böyle tadımlık ortalar açmaktan da zarar gelmez. Çeşitlilik iyidir. Çoğunluğumuz 80’lerin sonunda 90’ların başında çocuk olmuş ekolden geldiğimiz için, ‘90lar Türk Pop Müziği’ne fazlaca aşinayızdır. İyi albümler de vardı o on yıllık dönemde, tabii berbat olanlar da… Sertab Erener’in ise doksanlarda çıkmış isimler arasında her zaman bir farklılığı olmuştur. Günümüz Türkçe Pop’unda değer verilmeyen bir şey onda fazlasıyla vardır, ses. Gelecek sene solo kariyerinin yirminci senesine girecek olan Erener, tabii ki yirmi sene içinde iyi albümler de yaptı, vasat işler de yaptı ama sesi ve yorumu her zaman piyasanın üstünde oldu. Dolayısıyla haklı olarak bir saygınlık elde etti. Geçtiğimiz yaz, Rengarenk diye bir albüm çıkardı kendisi… Normalde Türkçe Pop’a pek ilgim yoktur, dinlersem hala eskileri dinlerim ama albümdeki şarkılara radyodan televizyondan fazlaca maruz kalınca bir kulak vereyim dedim ve beğendim. Albümü döndürdükçe, eskiler geldi aklıma, Sakin Ol ve L’al albümleri, tabii yıllardır dinlememiştim. Bazı şarkıları Erener’ın söylediğini unutmuştum bile… Tabii, ülkemizde yeniden basım diye bir işleyiş, mantık, girişim olmadığı için bu albümleri orijinal olarak bulmak zor, ancak sahaflarda falan bulunabilir. Tek çarem, malum seçenek kalmıştı ama zaten istediğim şöyle bir hafıza tazelemek, F5 tuşuna basmaktı. Sakin Ol çıktığında ben çocuktum, yukarıda dediğim gibi tipik ‘80ler sonu, ‘90lar başı nesilindendim. O zamanlar tabii müziği anlamazdık, televizyonda klipleri izlenir, eve kaseti alınır, takar dinlersiniz,



ezberlersiniz popüler olanları, sonra okulda, doğumgünlerinde bu şarkıları bet sesli çocuklar korosu misali topluca söylersiniz. Böyle garip bir döngüdür bu işler… Nostalji oranı had safhada yani… Albümü bir tur döndürdüm ve doğal olarak %90’ını unuttuğumu anladım. On dokuz sene önce

çıkmış ve ben yıllardır dinlememişim. Aldırma Deli Gönlüm’ü küçükken katlederdik, yıllar sonra dinleyince über damar olduğunu gördüm. Sertab’ın sesi çok taze tınlıyor ama duygu yoğunluğu felaket… Ardından Suçluyum geldi, damar yoluyla votka içiyormuş gibi oldum. Ateşle Barut ve Sakin Ol’u hemen hatırladım, zaten


çocuk aklımızla en çok kaydedeceğimiz şarkılar onlardı çünkü hareketlilerdi. Yalnızlık Senfonisi’ni Sertab’ın söylediğini hatırlamıyordum bile, feci sakıncalı parçaymış. Unutamadım ve O, Ye’deki Rock altyapısı, o zamanlar pop müziğine bu etkiyi ne kadar güzel entregre ettiklerine örnek gibiydi. Vurulduk ve Oyun Bitti gibi damar parçalar da yine ayrı bir hissiyat taşıyorlardı. Evet, albümü ilk defa dinlemiş gibi oldum lan resmen!!! Doksanlı yılların başı, Türk Pop Müziği açısından önemli bir dönem olarak görülebilir. Sezen Aksu ve Nilüfer gibi isimler üst üste kaliteli albümler yayınlıyorlar ve yanlarında yetişen yetenekli gençlere yol gösteriyorlar. Bir yandan da seksen darbesinin etkileri iyice oturduğundan müzikte bir niteliksizleşme de yavaştan başlıyor, ’95 sonrasında bu niteliksizleşme bizlere içi boşaltılmış kalitesiz müzik olarak geri dönüyor, film orada kopuyor yani… Şarkı söyleyen mankenler, sosyetikler, yedi notayla yapılan sınırlı bestelerle yüz yüze geliyoruz. Dolayısıyla, doksanların başındaki döneme Türk Pop Müziği’nin son parlama dönemi de denebilir. Sertab Ereber, Levent Yüksel, Tarkan, Burak Kut gibi isimlerin hepsi bu dönemlerde çıkmış genç isimlerdi. Bu isimlerden de ard arda güzel albümler çıktı. Sertab Erener’in Sakin Ol ve L’al’I, Levent Yüksel’in Med Cezir ve 2.Kaset’I, Tarkan’ın A-Acayipsin’i, Burak Kut’un Nereden Geldim Nerelere Gideceğim’i, bu genç nesilin doksanlara bıraktığı kaliteli albümlere örnek olarak sayılabilir. Sakin Ol’u şu an dinlediğimde dikkatimi çeken ilk şey, aranjman olarak zamanının ötesinde bir albüm olmasıdır. Sezen Aksu, Garo Mafyan ve Aysel Gürel gibi üç önemli ismin birlikte çalışması zaten yeterince büyük potansiyel vaad etmişken, albüm düzenlemeler açısından da kalitesini gösteriyor. Dikkat ederseniz, şarkılarda bir dakikaya varan uzunluklarda vokalin olmadığı, enstrümental ağırlıklı bölümler var. Suçluyum’un sonundaki saksofon solo kısmı, ya da Ateşle Barut ve Sakin Ol’un ortasındaki sanki Michael Jackson şarkılarından çıkmış gibi duran bas ağırlıklı yürüyüşler bu dediğime örnek, ki çoğaltılabilirler. Bu bölümlerde belli bir motif oluşturulmuş ve o motif, şarkıdaki ağırlıklı enstrumanla tekrar edilmiş. Özellikle doksanlar döneminden sonra hiç görmediğimiz bir anlayış bu... Rahmetli Uzay Heparı’nın bu albümde oluşturduğu vizyon gerçekten takdir edilesi. Tabii bu durum, bazı şarkıların dört dakika sınırının fazlaca üstüne

çıkmalarına neden olmuş. Piyasa için 3-4 dakikalık şarkıların şart olduğunu malumunuzdur, ki albümde 10 şarkının 4’ü beş dakika civarında geziniyor ve bu da takdiri hakeden bir durumdur. O, Ye ve Unutamadım’da yer alan Rock altyapısı, şu an tavan yapmış Türkçe Rock -aslında Türkçe Pop-Rock- anlayışından kat be kat daha “sahici” geliyor bana. Şu an Türkçe Rock diye yapılan, distorsiyondan kaçınılmış, gereksiz Arabesk soslu, aynı akor ve arpejlerin benzer soundlar ile çalındığı ve aşktan başka birşeyden bahsetmeyen bir müzikten fazlası değildir. O dönemde Rock müzik etkisinde şarkıları birçok popçu yapmıştı, Tarkan’ın Biz Nereye’si, Burak Kut’un Yaşandı Bitti’si gibi, tadımlık ama şarkıya hükmedecek derecede Rock müzik etkisi kullanılıyordu. Şu an yok böyle denemeler, varsa yoksa iki elektronik sample, üstüne vokal. O vokallere de ne kadar vokal derseniz tabii, ProTools harikaları… Albümde diğer dikkatimi çeken nokta, söz yazımının da basit tutulmuş olması. Bu iyi mi, kötü mü, karar veremiyorum, çünkü güzel sözler var. Ama şarkının ilk verse’indeki sözler, ikinci verse’de de tekrar ediyor, sadece O, Ye’de bu durum yok. Tabii albümü çok etkileyen bir nokta değil. Sonuç olarak, Sertab Erener’in piyasaya giriş albümü ama üzerinde çok emek verildiği belli ve oldukça da iyi bir albüm. Sesi çok taze olmasına rağmen bütün şarkılarda vokalleri dikkat çekiyor. Böyle albümler gelmiyor artık. Gelecek sene albümün çıkışının yirminci yılı olacak, bu sebeple hem albüm yeniden basılsa, hem de Sertab’ın tüm albümü baştan sona icra ettiği bir konser serisi yapılsa, ne güzel olur diyesim geliyor, dedim. Eh, şöyle bir nostaljik takılalım dedik dergi sınırları içinde… O dönemler dinlediğimiz “küçüklük albümleri”miz bir şekilde kendilerini özletiyorlar. Kim bilir, belkim ileriki sayılarda ‘90lar Türk Pop Müziği konulu bir yazı dizisi gelir. Harun Kolçak’ın MJ’a taş çıkartan siber dans figürlerinden girer, Rüya Ersavcı’nın babasına isyanını anar, Hakan Peker’in Corc’tan Maykıl’dan indiroğlu yapmak istemesinin arkasındaki perdeyi aralarız. Grup Vitamin’in absürdizminin birkaç yıl sonra Barbaros Hayrettin gibilerince nasıl ters anlaşıldığı üzerine çıkarımlar yapar, Dark Side Of The Turkish Pop Music diye irdelemelere gireriz. Ya da böyle bir yazı dizisi hiç gelmez bile… God knows. Kalın sağlıcakla…


Monotonluk… Çoğu insan kendi dışındaki dünyayı pek incelemez. Kendi sorunlarını düşünür;işini,evini,okulunu,aşkını ,arkadaşlarını… Çoğu kişi farkında olmadan hayatını monotonlaştırır ve bir süre sonra sıkılmaya başlar. Bilinçaltımızda o kadar çok şey gizlidir ki aslında, ne yazık ki sürekli düşündüklerimiz bunları fazlasıyla bastırır. Mesela; her gün gittiğiniz yolu ne kadar incelersiniz? Çoğunuz neredeyse hiç incelemez, sadece bakar ve geçer. Otobüste giderken hızlıca önünden geçtiğiniz binalara, kaldırımlara, dükkanlara biraz daha dikkatli bakmayı denediniz mi? Çoğumuz bunu yapmıyoruz, çünkü o anda yolculuğun ne kadar sıkıcı olduğunu düşünmek ve bir an önce bitmesini dilemekle meşgulüzdür. Bazen o basit yolda bile ufacık ayrıntılar, tüm günümüzün farklı geçmesine sebep olabilir, bizi bambaşka şeyler düşünmeye sürükleyebilir. Hayatın monotonluğu sadece sosyal hayatımızın kısıtlı olması ya da her gün aynı şeyleri yapmamız değil… Düşüncelerimiz de o kadar monoton ki, düşünmekten sıkılıyoruz, bakmaya yoruluyoruz. Çoğumuz sokaktaki farklılıkları, renkleri göremiyoruz. Sürekli insanların yurtdışı hayallerini duyuyorum, merak ettiğim bir nokta var: Siz yurtdışına gittiğinizde düşüncelerinizin monotonluğu geçecek mi, sokağın renklerini görebilecek misiniz, algılayışınız değişecek mi? Cevabı basit, çoğumuzun ki değişmeyecek. İşinizi, arkadaşlarınızı, okulunuzu veya şehrinizi suçlamadan önce biraz düşüncelerinizi yoklayın; çünkü bir insanın en iyi yapabildiği şey düşünmektir. Belki çoğumuz düşüncelerimize renk verirsek, her sabah geçtiğimiz yol bize o kadar da sıkıcı gelmeyecek ya da hayatımız bu kadar monoton olmayacak; çünkü farklı düşünceler bizi farklı şeyler yapmaya sürükleyecek…

AYLİN ŞAHİN


Die Eintönigkeit… Viele Menschen handeln die Welt ausser sich nicht ab.Sie Denken an ihre eigenen Probleme; an die Arbeit,Schule,Liebe,Freunde…Viele bringen ihr Leben in die Monotonie ohne es zu bemerken und nach einer Zeit fangen sie an sich zu langweielen.Wir haben so viel verstecktes in unserem Unterbewusstsein aber die taeglichen Gedanken verbergen es.Zum Beispiel,wie viel erblickken sie die Strecke,an der sie jeden Tag vorbei fahren?Viele von euch werfen nur einen kurzen Blick.Haben sie mal versucht die Gebeuden,Bürgersteige,Laeden an denen sie jeden Tag vorbei fahren,etwas aufmerksammer anzuguckken?Viele von uns machen das nicht,weil wir in dem Moment an die langweilige Fahrt denken. Manchmal können kleine Einzelheiten dafür sorgen ,dass wir den ganzen Tag auf andere Gedanken kommen.Die Monotonie unseres Leben ist nicht nur der Alltag oder das mangelnde sozial Leben…Unsere Gedanken sind so eintönig,uns wird beim Nachdenken oder erblickken langweilig.Vıele von uns können die Töne der Strasse nicht sehen. İch höre immer die Ausland-Traeume von anderen,es gibt etwas was mich neugierig macht:Wenn sie im Ausland sind werden sich ihre monotenen Gedanken aendern,werden sie die Farben der Strasse sehen,wird sich ihr Vertaendnis aendern?Die Antwort ist leicht,von vielen wird es sich nicht aendern. Bevor sie ihre Arbeit,Freunde,Schule oder Stadt beschuldigen,müssen sie ihre Gedanken befragen;weil das beste was ein mensch kann ist denken.Vielleicht wird der Weg den wir jeden tag entlang fahren nicht mehr so langweilig oder unser Leben wird nicht mehr so eintönig;weil verschiedene Gedanken werden uns dazu bringen andere sachen zu machen…



Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.