SİYAH BEYAZ DERGİSİ :: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
SELİM VARIŞLI :: YAZARLAR ::
ATİLLA ÇELİK, EMRE DEDEKARGINOĞLU, BAHA ÖZER, DURSUN ÇİFTKROSOĞLU, MELİS SARILAR, ZELİHA KARAKOCA :: FOTOĞRAF ::
SANEM YÜCESOY :: İLETİŞİM ::
E-Mail: info@siyahbeyazonline.com Facebook: www.facebook.com/siyahbeyazonline | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
- PEAVEY 6505 head! - ENGL FIREBALL head! - MARSHALL 1960 A LEAD kabinet - HUGHES & KETTNER ATTAX CLUB REVERB amfi - MARSHALL MG100 HDFX head (2 adet) - MARSHALL MG412A kabinet (2 adet) - PEAVEY TNT 115 bas amfisi - JACKSON DK2 elektro gitar - YAMAHA AES420 elektro gitar - IBANEZ AK 95 HOLLOW BODY gitar - CORT GB-JB Bas gitar - PRESONUS 16.4.2 StudioLive 16 kanal mikser - BEHRINGER Eurodesk MX 8000 24+24 kanal mikser - RODE NT2-A condenser mikrofon - SHURE SM57 vokal ve enstrüman mikrofonu (3 adet) - AKG D112 (Large-diaphragm dynamic microphone for bass instruments) - STUDIO PROJECTS C4 (Small-diphragm matched pair Microphones) - SAMSON AUDIO drum microphone kit (8 parça) - SHURE PG57 (2 Adet) - SENNHEISER e825S - BLUETUBE 2 kanal mikrofon ve enstrüman preamp - MOTU 2408 ses kartı - ALESIS 3630 compressor - BEHRINGER Ultra-Graph Pro 31 band graphic equalizer - ALESIS Midiverb 4 digital processor - POWEPLAY PRO-XL 4 channel headphones (2 adet)
- M-AUDIO BX8a dinleme kabinleri - WHARFEDALE PRO EVP-X SERIES 600 watt stüdyo kabinleri - PEARL EXPORT SELECT SERIES bateri - TAMA IRON COBRA (HP900 PTW Iron Cobra Power Glide twin pedal) - TAMA IRON COBRA (HP200 TWB twin pedal) - PEARL P122 twin pedal - 14 snare - 10/12/13 alto - 14/16 floor tom - 20/22 kick - PEARL DR-501 rack system Zil Seçenekleri: - MASTERWORK Custom 16/17/18 crash - MASTERWORK Resonant 16/17/18 crash - ZILDJIAN Scimitar 14 hi-hat - İSTANBUL Samatya 14 hi-hat - SABIAN B8 Pro 15 Rock hi-hat - MASTERWORK Custom 14 hi-hat - SABIAN HHX 20 dry ride - SABIAN 20 medium ride - MASTERWORK Custom Pointer 20 ride - MASTERWORK Resonant 16 china - İSTANBUL Custom 18 china - İSTANBUL Xperiment X-Metal 18 china - İSTANBUL Radiant 10 Rock mini china - İSTANBUL Radiant 10 splash
Stüdyo DEEP’in akustik düzenlemesi yenilenmiştir.
www.myspace.com/yolcubarankara
www.facebook.com/yolcubar
UNIROCK ÖZEL
SELİM VARIŞLI
Florida Death Metali ekonünün vazgeçilmez isimleri arasında yer alan, Amerika tarihinin en ürkütücü, en korkulan, en yasaklanmaya çalışılan ve en insancıl üyelerini barındıran topluluklarından biri Cannibal Corpse. Topluluk, “Dünyanın en özgür ülkesi” olan kendi ülkeleri de dahil olmak üzere pek çok ülkede yasaklanmış, engellerle karşılaşmış ve baskı altına alınmaya çalışılmıştır. Albüm kapaklarının ve şarkı sözlerinin normal insanlarca (ki bu normallik kavramı, “kime göre neye göre” argümanı ile bi anda bulanıklaştırılabilir, çenesine güvenen herkesle de tartışabilirim bunu :)) kaldırılamıyor, tahammil edilemiyor olması her daim insanlıktan uzak tutulması gereken psikopat manyaklar sürüsü olarak görülmesine sebep olmuştur Cannibal Corpse’un. Halbuki basit bir örnekle, ülkemizdeki tüm “normal” insanların hayatları boyunca her sene düzenli olarak milyonlarca hay-
vanın boğazlarının kesilerek öldürülmesi, parçalanıp yenilmesi ritüeli ile kutlanan bir bayrama sahip olduklarını olanca kırmızılığıyla ortaya koyabilirim. Şu cümleden sonra tüm albüm kapakları hayalgücü ürünü çizimlerden oluşan ve gerçek öğeler kullanmaktan özellikle kaçınan Cannibal Corpse ne kadar masum kaldı di mi? Karar sizin. Topluluğu müzikal açıdan uzun uzun incelemeye açıkçası gerek görmüyorum. Zira fanları zaten olaya hakim, fanı olmayanlar da illa ki bi şekilde grubun ismini ve formatını duymuşlardır. 1995 yılında Amerikalı senatör Bob Dole’un bi konuşmasında elindeki Cannibal Corpse CD’sini kameralara doğru sallayarak “böyle iğrençliklere izin vermeyeceğiz” şeklinde demeç vermesinden sonra grup o kadar hızlı bir büyüme sürecine girdi ki Bob Dole denen adam için teşekkür mahiyetinde “Mentally Brutal Senator” gibisinden bi şarkı yapsalardı yeriydi.
UNIROCK ÖZEL
old songs — and we would — but they know the deal. We can’t play ‘Born In a Casket’ but can play ‘Dismembered and Molested.’ ”
Topluluğun ilk üç albümünden parçalar çalması bir dönem Almanya’da yasaklanmıştı. Metal konusunda Avrupa’da önemli bir kale kabul edilen Almanya gibi bir ülkenin bile, kendi ülkelerinde çok daha gore mevzulara girmiş tonla topluluk olduğu halde Cannibal Corpse’u göstermelik iş yaparcasına yasaklaması; ancak bir “Avrupa ilkokulu öğretmeni bihaberliği”ne sahip insanlar tarafından gerçekleştirilebilecek bir eylemdi kanımca. Nitekim grubun vokalisti George “Corpsegrinder” Fisher, 2004 yılındaki bir röportajında Almanya’daki yasakla ilgili şunları söylemişti:
Topluluğun gidişatında önemli rolü olan basçı Alex Webster’dan aslında aylar önce röportaj istemiştik. “Soruları gönderin tamamdır” demesine ve soruları yollamamıza rağmen bugüne değin yanıtları yollamadı. “Üstat ne iş bizi unuttun” formatlı mailimize de yanıt vermedi. Arık soruları mı beğenmedi nedir bilemiyoruz :)
“A woman saw someone wearing one of our shirts, I think she is a schoolteacher, and she just caused this big stink about it. So [now] we can’t play anything from the first three records. And it really sucks because kids come up and they want us to play all the
İşte bu büyük topluluk, 2-3-4 Temmuz tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilecek olan ve artık gelenekselleşmiş kabul ettiğimiz Unirock Festivali’nde sahne alacak. Biz de efsaneye tanıklık etmek üzere orada olacağız.
UNIROCK ÖZEL
ATİLLA ÇELİK
Trabzon Sürmene kökenli bir Türk’ün Almanya’da yaşadığını ve akıllara durgunluk veren riffler, melodilerle teknik/brutal death metal arenasında, Karadeniz fırtınalarında olduğu gibi garip anaforlar oluşturduğunu düşünün. Geleceğe yönelik olarak, riffleriyle ‘Geleceğin Chuck Schuldiner’ı’ olarak nitelendirilen, öz be öz Türk olan Muhammed Suiçmez isimli bir elemanın liderliğini yaptığı ve Almanya orijinli grubu Necrophagist, uzun zamandır underground piyasalarda adından çok söz ettiriyor. Necrophagist, 1992 yılında Muhammed Suiçmez tarafından kuruldu ve başlangıcından son albümüne kadar sürekli eleman değişiklikleri yaşadı. Grubun belli bir döneme kadar sadece Muhammed Suiçmez ekseninde döndüğünü söylemek yanlış olmaz. Grubun kuruluşundan bu yana dikkati çeken en önemli özelliği; teknik Death Metal ile progressive öğeleri, grind öğelerle çok iyi bütünleştirmesiydi. Kuruluştan kısa bir süre sonra ‘Requiems Of Festered Gore’ isimli bir demo yayınlandı ve söz konusu demo, konserler verebilmek konusunda gerekli reklamı sağlayabilmek amacıyla herhangi bir plak şirketinden dağıtılmayıp el altından çeşitli yerlere gönderildi.
1995 yılında tekrar stüdyoya kapanan grup, ‘Necrophagist’ isminde ikinci demolarını çıkartınca undeground Avrupa Death Metal arenasında bir şok yaratır ve büyük ilgi görür. Grup sadece demosuyla Avrupa’da çeşitli konserler verir ve grubun ismi, underground progressive/teknik Death Metal arenasında büyümeye başlar. 1999 yılında grubun ilk albümü ‘Onset Of Putrefaction’ yayınlanır ve grubun şansı ve yolu iyice açılır. Bu albümü Muhammed tek başına kendi evinde kaydetmişti. Albümdeki müzikal yapı, standart olarak nitelendirebileceğimiz Progressive Death Metal ekseninde dönüyordu. Albümde klasik müzik de dahil olmak üzere farklı müzik stilleri birleştirilmiş, insanüstü bir acımasızlık, hünerli riffler ve öfkeler dikkati çekmiştir. Söz konusu albüm, kalbur üstü bir çok Death Metal grubu tarafından ilgiyle takip edilmiş, beğenilmiş ve Necrophagist, albümün gazıyla bir çok büyük grubu konserlerde desteklemiştir. Bu gruplardan bazıları Cannibal Corpse, Napalm Death ve Sinister’dı. Şahsi konser desteklerinin yanında bazı festivallere davet edilen grup; Almanya’da ‘Fuck The Commerce’, ABD’de ‘Maryland Deathfest’ ve Çek Cumhuriyeti’nde ‘Brutal Assault’ festivallerinde boy göstermiştir.
Artık Necrophagist underground piyasalarda çok iyi bilinen gruplardan biriydi ve hak ettikleri ilgiyi almaları gecikmedi ve 2004 yılında Relapse Records ile sözleşme imzaladılar. Relapse Records bünyesinde akıllara durgunluk veren, arıza ötesi bir albüm tokat gibi Death Metal dünyasına yapıştırılır: ‘Epitaph’... Grup, albümle mevcut çizgisinin çok ötesine geçmişti ve artık takip edilmesi mümkün olmayan müzikal gidişatın yanında, kazık marka ve sürekli değişen Muhammed Suiçmez riffleriyle akıllara durgunluk verilmişti. Albümün müzikal gidişatı o kadar değişken ki ağır aksak davullar, virtüözvari bas tınıları, muhteşem melodik Suiçmez soloları ve vokali, teknik ve progressive öğelerle fizik kurallarını aşarcasına yol alıyordu. Müzik çok değişken ve brutal olmasına rağmen, müzikle kel alakaymış gibi duran teknik pasajlar ve melodik sololar çok orijinal bir yapı sergiliyor. Grup liriksel bağlamda ilk zamanların Carcass’ıyla kardeştir dersek yanlış olmaz. Patolojik ve gore
sözler, fantastik ölüm hikayeleri grubun müziğini şekillendiren etkenlerden biri. Bildik gore ve brutal gruplara pek benzemeyen ve melodilerini aklımızda tutabilmemiz oldukça güç olan grup, konser performanslarıyla dudakları uçuklatıyor. Özellikle Suffocation ile yer aldıkları bir festivalde Suffocation’dan daha iyi performans sergiledikleri ve Suffocation elemanlarının bu durumdan rahatsız olarak ‘bir daha Necrophagist ile çalmayız’ dedikleri söylenmektedir. Tabii gerçeklik derecesini bilmiyoruz. Aslen Trabzon Sürmene’li olan grup lideri Muhammed Suiçmez; riffleri, soloları, yenilikleri sergilemesiyle ‘Geleceğin Chuck Schuldiner’ı olarak adlandırılmaktadır. Tabii her iki isim arasında kıyaslamaya gitmek pek doğru bulunmayabilir ama, eğer riffler dikkatle incelenirse, bu nitelendirmenin pek yanlış olmadığı söylenebilir. Çünkü bir gitarist arkadaşımızın söylediğine göre Suiçmez, sweepten sweep’e koşup arada 7/19’luk rifflere geçmeyi ihmal etmiyormuş.
İçinizde Türkiye sınırlarında yaşayıp da halen Black Tooth ismini duymayan kaldı mı bilmiyorum ama kısaca girizgah yapayım. Adına Southern Metal denilen ve metalin bir çok kolu gibi Amerika kaynaklı olan bir soundun ülkemizdeki ilk ve en büyük icracısı olan Black Tooth, Ankaralı iri kıyım adamlardan kurulu. Topluluk şu günlerde ilk albümlerinin kayıtlarıyla meşgul. Ankara Stüdyo Raven’da kaydedilmekte olan albümün yakın zamanda piyasada olması planlanıyor. Zira Black Tooth Türkiye’deki hiç bir metal grubunun yapamadığını başardı ve ülkemizde bugüne dek gerçekleştirilecek en büyük Rock festivali olan Sonisphere Festival’in kadrosuna girdi. Haziran ayının son haftasında İstanbul İnönü Stadyumu’nda gerçekleştirilecek olan Sonisphere Festival’de, Metallica, Slayer, Megadeth ve Anthrax’dan müteşekkil “Big Four”un yanı sıra Heaven & Hell, Rammstein, Manowar, Alice In Chains, Stone Sour ve Mastodon gibi dünya devi topluluklar sahne alacak. Festival için şu ana dek ismi açıklanan tek Türk metal grubu Black Tooth.
SELİM VARIŞLI
Vokalde Tuna, gitarda Orcan, bassta Deniz ve davulda Utku’dan oluşan kadrosuyla; henüz bir albüm yayınlamamış olmasına karşın gerek ülkemiz sahnelerinde fırtına gibi esmesi, gerekse yurtdışı festival ve konserlerde ülkemizi başarıyla temsil etmesiyle Black Tooth azımsanmayacak bir takipçi kitlesine sahip ve bu kitle her geçen gün daha da büyümekte. Toplulukla halen tanışmamış olanlar için Sonisphere gibi devasa bir müzik şöleninden daha iyi bir fırsat düşünemiyorum. 25-26-27 Haziran tarihlerinde yukarıda adı geçen tüm grupları izlemek için orada olacağız. Kaçırmayın.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Doksanların başından beri bizleri üzen, kırık kalplerimize merhem olan İsveçli melankolik beşli Katatonia’nın kurucusu, gitaristi ve beyni Anders Nyström’e yeni albüm, geçmiş ve gelecek planlarıyla ilgili sorular sorduk. Kendisi ise her zamanki sıcaklığıyla yanıtladı. Unutmadan, Katatonia, 28 Nisan günü Ankara’da Profestival Rock etkinliğinde sahne alacak.
- Merhaba Anders! Yeni albümünüz Night Is The New Day için sizleri kutlamak isteriz. İlk olarak klasik bir soru sormak istiyorum, albümün beste ve kayıt aşamaları nasıl geçti? Doğrusu uzun bir hikaye olup çıkmıştı ama yeni albümümüzü oldukça gelişmiş bir sounda sahip, taviz verilmemiş bir performans yapma hedefimizi odak olarak tutmaya çalıştık, dolayısıyla albümler arası üç sene almamıza ve neredeyse üç ay boyunca da kayıtta takılmamıza rağmen, sonunda buna değeceğini düşünmek istedim. Kayıtta kapsolmuşken, her aşamayı içeren stüdyo günlüğü yaptık ve bunlar www.nightisthenewday.com adresine postalandı. Bu ayarda bir albüm yapmayı başardığımız ve takipçilerimizle paylaşabildiğimiz için gerçekten mutluyum, çünkü bu albümdeki materyallerin büyük kısmının Jonas’ın işi olmasından dolayı artık çok kanıksadığım bir durum değildi ve bu kanıtlıyor ki, Katatonia, o eski dar geçitte adı çıkmış bir şekilde, benim, müziğin arkasında ve Jonas’ın da liriklerinde arkasında olması durumuna daha fazla takılı kalmıyor, artık herşey eşit ve daha sağlıklı varyasyon, yaratıcılık ve gelişme amaçlarına hizmet edecek. Şu an, diğer çocuklarında bizim kadar aktif olmalarını sağlayabilseydik, sürekli üç sene ve ya daha fazla beklemek yerine, her sene için farklı bir albümle gelebilirdik. - Blabbermouth’ta yer alan bir habere göre, Night Is The New Day’i bugüne kadar olan “en çeşitli, farklı ve muhtemelen en güçlü zırvalarınızın hepbirlikte yer aldığı aynı ve tek albüm” olarak etiketlendirmişsiniz. Bu albümün The Great Cold Distance’ın doğal ardılı olarak görüyor musunuz?
Son döneminizde edindiğiniz progresif anlayışın ilerleyeceğini hissediyor musunuz? Evet, o noktayı, hem besteci hem icracı olarak bizim için mücadelenin yattığı yer olarak görüyoruz. Albümün The Great Cold Distance’ın doğal ardılı olduğuna inanmak istiyorum, ama iş bu ikisi arasında hangisinin bizim en karanlık ya da en iyi işimiz ya da her ne olduğu konusunda muhakeme yapmaya geldiğinde, bu kararı mutlulukla hayranların tartışmalarına bırakıyorum, ama albümden gerçekten son derece memnunum, doğrusu diğer albümlerimizin çoğunun çıkışında olduğumdan daha memnunum. Tahminim, albüme harcadığımız yoğun yükte çaba ve emeğin nedeniyle olabilir. Birçok kişi bana, bu albümün içine girilmesinin zor olduğunu ve kolay ulaşılır olmadığını ve üzerinizde yavaşça etkisini gösterdiğini söyledi, ama izlenim kişiden kişiye değişiyor diye düşünüyorum, bu kişisel birşey. Şahsen, sonradan sizi içine alan albümleri her zaman sevmişimdir ki bu tarz albümlerin uzun dönemde hatırlandığı ve önem kazandığı bir konuma yükselme eğilimleri var, bazıları bu konumdan daha da ileriye zıplayarak klasik olarak bildiğimiz eserlere dönüşüyorlar. Burada bir klasik yaptığımızı söylemiyorum ama tüm potansiyeline ulaşması için herkesin ilgi ve zamanını isteyen ve hakeden birşey yaptığımızı düşünüyorum. Night Is The New Day yürekten yatırım yapıldı ve sonuç bir hazır yemek değil. - Viva Emptiness ile birlikte kariyerinizde yeni bir değişimi kucakladınız ve The Great Cold Distance’da
bu değişimin bir devamıydı. Bu iki albümde Katatonia’nın markası olmuş karanlık atmosferi barındırıyordu ama benim görüşüm, Night Is The New Day’in, atmosfer olarak öncülü iki albümden daha sakin ve melankolik olduğu. Katatonia’nın yeni dönemini simgeleyen bu üç albümü duygusal bazda nasıl karşılaştırırsınız? Hangi albümde yakalamak istediğiniz hisleri daha iyi yansıtabildiniz? Viva Emptiness genel olarak kusurlu prodüksiyondan kaybediyor ama içinde gerçekten bazı iyi şarkılar var ve onları canlı çalmayı kesinlikle seviyorum, dolayısıyla konu yakalanan duyguların yansıtılmasına gelince bu albüm iki yüzlü. O albümü daha kaliteli hale getirmek ve son iki albümle aynı seviyeye taşımak için tekrar miksleyebilmiş olmamızı isterdim. Prodüksiyonların, duygusal bazda bir albümün nasıl başarıldığı konusunda, insanların farkında olduğundan daha fazla sorumlu olduğunu düşünüyorum. Bence, şarkılar yazarak, ardından her albümün demo süreçlerindenden geçerek ve aynı zamanda kayıda girerek, materyallere bir diğer takdir seviyesi tutuyorum. Bence, Viva Emptiness şarkıları The Great Cold Distance’da yer alabilirdi ama Night Is The New Day; atmosferik ve elektronik alanlarında bir genişleme sunuyor ve bu durum onu diğer iki albümden gerçekten ayırıyor. - Kısa süre önce Fredrik ve Mattias Norrmann ile yollarınızı ayırdınız ve Per Erikkson ile Niklas Sandin’i geçici üyeleriniz olarak duyurdunuz. Doksanların başlarında kadro olarak sıkıntı yaşadığınız biliniyordu ve Norrman kardeşlerin uzun süredir Katatonia’nın
parçası olmasından dolayı bu durum şüphesiz sizler ve hayranlarınız için üzücü olmalı. Şimdiye kadar, şu anki kadro hakkında son kararınızı verdiniz mi yoksa yeni elemanlar aramaya devam mı edeceksiniz? Mümkünse birkaç ipucu duymak isteriz. :) Hala zamanımızı ne istediğimizi, hangi yoldan aşağı gideceğimizi bulmakla harcıyoruz dolayısıyla bu durum vurgulamak istediğimiz bir hareket değil, biraz daha durmalı ve nefes almalı. Aktif olarak yeni elemanlar aramıyoruz ama gözlerimiz ve kulaklarımız elbette her zaman açıktır. Ve Norrman kardeşlerle ne olduğunu kısaca geçmek gerekirse, biz, menajerliğimiz, ajansımız ve plak firmamız, 2010’un başlangıcından itibaren Katatonia’nın tam katılım gerektireceğine karar verdik ve Norrman kardeşler aileleri ve kişisel hayatlarıyla karşılıklı olarak Katatonia’da olmanın getirdiği ağır talepleri; yılın büyük kısmını turlamak ve kayıt süreciyle geçirmeyi sonuçta buluşturamadılar, bu yüzden onlar için doğru olan şeyi yaptılar ve yolculuktan çekildiler. Bu yüzden şimdi, bu iki adam; Per “Sodomizer” Erikkson ve Niklas “Nille” Sandin’i canlı performanslarıda çalacak üyeler olarak aldık ve en azından 2010’un kalan devamında bizimle birlikte yolda olacaklar. Per zaten Bloodbath’da yer alıyor ve aynı zamanda Katatonia’nın gitar teknisyeni, dolayısıyla gelecek tura çözüm elde etmek için mantıklı bir seçimdi.Niklas ise bir tanıdığımızda ve arkadaşlarımızla birlikte çalıyordu ve işinin ehli bir bas gitarist olarak iyi bir bilinirliği vardı, bu sebeple onuda aradık ve şimdilik boşluğu doldurmak için uygun mu diye sorduk.
- YouTube’da sizi Night Is The New Day için etkileyen gruplardan bahsederken gösteren bir video var. Benim dikkatime takılan nokta ise genellikle ‘80ler ve ‘90lar alternatif tarzlarından seçmeniz ve güncel tarzlardan pek bahsetmemeniz. Dinleyerek büyüdüğünüz müzik tarzlarının, müzikal yönünüzün en önemli şekil veren faktörler olduğunu düşünüyor musunuz? Açıkçası orada genel anlamda bizi tüm zamanlar için etkileyen en büyük etkileşimlerimizden bahsediyorduk diye düşünüyorum, özellikle son albüm için değildi ama elbette, bu etkileşimler bizim kim olduğumuzu, nasıl tınladığımızı ve başlangıçtan beri nasıl ilerlediğimizi biçimlendirdiler. - Eski yıllarınızla karşılaştırınca, hangi kıstaslar açısından şarkı yazım süreciniz değişti? Benim müziği yazmam ve Jonas’ın sözleri yazması genel formüldü. Bu artık tamamen bitti ve her birey kendi başına bütün şarkılar, isteklerine göre sadece söz ve ya müzik yazmak özgür. Mevcut şarkı yazım aşaması, detayda az ya da çok aynı kaldı ki Katatonia hiç bir zaman, provalar yaparak kolektif şekilde şarkılar yazan bir grup olmadı. Şarkıların yüzde doksanı küçük taşınabilir stüdyo kurulumlarıyla ev ortamlarında, “özel bir karanlıkta” yapıldı. Eski etkileşimler ise aynı kaldı. - The Great Cold Distance ile ortaya çıkan basitleştirilmiş Katatonia logosu yeni albüm kapağında da kullanıldı. Şu an kalıcı logonuz bu yeni tasarım mı?
Albüm kapaklarında kalıcı logo olabilir çünkü daha basit ve şık olduğundan yerleşimlere daha iyi uyuyor, bu nedenle bir etki yaratmak için, odağı bir logo ile yarıştırmak yerine direkt olarak kapaktaki sanata yönlendiriyor, ama “gerçek” logomuzu hala yan ürünler, konser bannerları ve bunun gibi şeylerde kullanıyoruz. - Night Is The New Day’i desteklemek için başka bir single ve ya video klip yayınlamayı düşünüyor musunuz? Lasse Hoile adında bir Danimarkalı yönetmen Day And Then The Shade için bir video yaptı ve İsveçli direktör Charlie Granberg; ikinci singleımız olacak olan The Longest Year klibini yeni bitirdi. Buna rağmen kliplere çok az hatta sıfır katkımız oldu. - Albümün yayınlanmasından önce, Unfurl adlı şarkı genel olarka, yeni albüm için bir “ipucu” olarak görülmüştü. Bu albüm elektronik sesleri yoğun olarak kullandınız ve son şarkı Departer, Unfurl ile benzer Trip-Hop benzeri temeli kullanıyordu. Unfurl’u yeni albüm için bir ipuçu olması açısından “başarıya ulaşmış Scarlet Heavens” olarak görebilir miyiz? Evet, tahmin ediyorum ki Unfurl, son singlelardaki remikslerle birlikte soundumuzun bir kısmını elektronik yönde renklendirme olanaklarını açtı ve bizi şarkı yazımına olan normal yaklaşımımızdan saptırdı. - Departer’da “It is the month of july” diye bir mısra var. The Great Cold Distance’de yer alan July
ile Departer arasında liriksel bir bağlantı mı var? Dikkatli okununca, Departer July’a bir “cevap”mış gibi hissediliyor. İlgi çekici, değil mi? - İlk resmi video klibinizi dört sene önce My Twin şarkısına çektiniz. Yirmi senedir aktif olan bir grup olarak sizin için geç kalmış bir hareketti. Kendi düşüncelerinize göre, şimdiki zamanda video klip yayınlama YouTube ve benzeri kanallar ve internet sayesinde, daha kolay ve doğru bir iş midir? Kesinlikle! Büyük bir firmaya kontratlı olduğunuz sürece kabul edilip, rotasyon alabildiğiniz TV kanalları artık ana hedefiniz değil.YouTube; sosyal medyanın aynı şekilde açığa çıkması konusunda mükemmel bir örnek. Açıkçası, bütün olarak Internek dikkat çekmek için kullanılacak bir sürü alternatifle dolu, dolayısıyla video çekmek eskiden olduğu kadar önemli. Bizler, artistik açıdan müziğin olağanüstü bir pekiştirmesini yapma fırsatına sahipken, plak şirketi promosyonal açıdan üretilmiş videolar istiyor, bu nedenle kombinasyon başarılı olduğunda, gayet başarılı bir videoya sahip oluyorsunuz. - Brave Murder Day yeniden master edilmiş basımında, Katatonia’nın iletişim eksikliği ve stabil kadro problemleri nedeniyle yaşadığı kısa bir ayrılık döneminden bahsediyorsun ve yine notlarında, Scarlet Heavens’a benzer şarkılarla dolu bir albüm planladığını ama Jonas’ın ilgilenmediğini ekliyorsun. Scarlet Heavens, Katatonia kataloğunda oldukça farklı bir deneydi. Bu planı bir diğer solo proje
olarak gerçekleştirmeyi hiç düşündün mü? Hayır, o bir şekilde “goth” tınlayan sound tekrar meydana çıkacağına, geçmişte gömülü kalması daha iyi hissettiriyor. Şu an, bütün fikirlerim direkt olarak Katatonia’ya gidiyor. Radikal bir şekilde farklı ya da Katatonia ve Bloodbath’a uygun olmadıkça solo proje üzerinde materyal “harcamak” istemezdim. - Biraz tarihe girmek istiyorum. Sen ve Jonas grubu ‘91’de kurduğunuzda herşey biraz daha farklıydı, ceset makyajı içeren ürpertici resimleriniz bulunuyordu ve müziğinizde Black Metal etkileri vardı ki özellikle, senin “belirsiz, gürültülü ceset boku” olarak tanımladığın prova demolarınızda belli oluyordu. Sormak istediğim şey, Jhva Elohim Meth’de izlediğiniz yol birçok farklı müzikal fikirleri değerlendirdikten sonra mı ortaya çıktı yoksa Katatonia’nın tınlamasını istediğiniz ilk örnek miydi? Bebek adımları attığımız ve etrafta “gürültülü ceset boku” ile eğlendiğimiz bir zaman açıkçası vardı, ama grubun adı olarak Katatonia ismini bulup, yerleştirdikten sonra zaten Death, Black ve Doom Metal’i birleştirmek ve hepsini İskandinav karanlığıyla sarmak görevimizin yoğun bir şekilde içindeydik. Jhva Elohim Meth grubun gerçek kimliğini ve başlangıcını gösterdi. - Dance Of December Souls, yoğun ve belirgin karanlık ve umutsuzluk hissiyle, şu an Black/Doom Metal ve Dark Metal adına oldukça önemli bir albüm olarak gösteriliyor. Internet medyalarında DoDS albümünden herhangi bir şarkıyı canlı olarak duymak
isteyen fanlar sıkça görüyoruz ama neredeyse on yıllık bir süredir DoDS şarkılarını canlı çalmıyorsunuz. Bu albümün yeni basımlarıyla da sorun yaşamıştınız. DoDS’u şu an için zevklerinize biraz uzak buluyor musunuz? Evet, hala sunulabilir olduğunu dersem yalan söylemiş olurum ama biz bu albümden şarkıları canlı çalmak istesekte, Jonas’ın temiz vokallerden brutal vokallere geçmesi teknik olarak zor olabilir çünkü bunu yaparken kullandığı teknik gerçekten kötü ve herhangi bir sert vokal ses tellerini yıpratabilir ve bu yüzden şov iptal etmek istemeyiz, hatta bu nedenle şovları iptal ettiğimiz bile oldu. O albümle hala gurur duyduğumu ve Dance Of December Souls etrafındaki konsept ve zamanı hala takdir ediyorum, ama artık olay bu, onun zamanı geçti. Albüm çıktığında, elimizden geldiğince promosyonunu yaptık ve çaldık, dolayısıyla o zamanların bir parçası olduysanız, şüphesiz ki kendi aralık dansınızı yapmışsınızdır. Kaçıran insanlar için, doğrusu, artık pek birşey alamazsınız. Yine de, inanmayanların haksız olduğunu kanıtlamak için son üç senedir birkaç defa Without God’ı aralara sığıştırdık. - Kısa süren ayrılığınızdan sonra, Katatonia bir şekilde, ilk albümden daha farklı bir yöne evrildi. Daha farklı zevkleriniz ve yaklaşımlarınız Brave Murder Day ile sonuçlandı. Brave Murder Day’in temelleri için Slowdive ve Kent’i göstermiştiniz ama ben o albümün bazı kızımlarında güçlü bir The Cure etkisi alıyorum. Endtime’ın akustik giriş kısmı ve Day’in çiğ temiz vokalleri gibi. The Cure, Brave
Murder Day’i bestelerken edindiğiniz etkileşim alanınızın bir parçası mıydı? Gerçekten öyleydi. Slowdive ve Kent daha fazla bahsedildi çünkü bu albüm için yepyeni etkileşimlerimiz onlardı, aynı zamanda The Cure zaten ilk albümde de yer alan bir etkileşimdi (Velvet Thorns’da duyulabilir...) ki bu durum insanlara her zaman büyük bir sürpriz olarak geliyordu. - Brave Murder Day büyük olasılıkla benim en sevdiğim Doom/Death Metal albümüdür ve rahatça “hayatımın albümleri” listesine ekleyebilirim. Bu kadar karanlık, umutsuzluk, ümitsizlik ve kasvet içeren şarkıları besteleyebilmek için gerçekten çok kederlenmiş olmalısınız. :) Albüm aynı zamanda, Doom/Death Metal tarzında bir marka albüm olarak görüldü ve birçok grup albümden etkilendi. Brave Murder Day’in bu kadar büyük bir etki yaratacağını hiç düşünmüş müydünüz? Açıkçası, diskografimizde gerçek bir klasik varsa, bunun Brave Murder Day olduğuna inanırım. O zaman içinde işlemiş, içten gelen sihrin bir deneyiydi. Bu albümün, “az olan fazladır” konseptinden tam bir marka yaratıp, vurguyu monoton, tekrarlara dayalı, hipnotik ve atmosferik tutmaya yönlendirerek, şu günlerde birçok enstrumental Post-Rock gruplarının yaptıklarıyla benzer yanlar gösterdiğini düşünüyorum. - Murder konserlerinizde başlıca çalınan bir parça
haline geldi. 2006’da ABD turnesinde Rainroom’un çalınacağına dair iddialar vardı. Türkiye’ye 2001 senesinde ilk geldiğinizde Endtime’ı çaldığınızı da hatırlıyorum. Brave Murder Day’dan diğer şarkıları canlı performans rotasyonuna eklemeyi düşünüyor musunuz? Endtime’ı canlı performansa geri getirmek beni sevindirirdi! Doğrusu o şarkıda fazla vokal yok, bu nedenle belki Jonas onaylayabilir. Murder az çok bizim “kült” bis parçamız oldu, şarkının sahip olduğu his ve üstünlük sebebiyle onunla kapanışı yapmak daha doğru geliyor. Rainroom’da ilginç bir alternatif olabilirdi ama bu konuda herşey Jonas’ın yeşil ışık yakmasına bağlı. Eğer bunu yapma konusunda rahat değildi, onu zorlayamayız. Büyük resmi bozmak istemeyiz. - Geçen sene bir Türkçe dergide (ED:İki sayıdan sonra sessizliğe gömülen Electric dergisine selam olsun.) yayınlanan röportajda Dan Swanö, Brave Murder Day’in prodüksiyonu hakkında “Birisini elektrikli testereyle kesiyormuşum gibi geliyor.” demişti. O prodüksiyon sonradan sizin markanız olan gitar soundunuzu doğurdu. Brave Murder Day’in prodüksiyonun biraz yoldan çıkmış olduğunu düşünüyor musunuz? Distorsiyon pedallarını birbirleriyle çakıştırarak kesiştirme, ardından tek ve ya çift armonik solo gitar melodilerini üste çıkartıp, üstüne eko ekleme fikrimizle oldukça yüklenilmiş brutal gitar duvarı
tutturduğumuzu düşünüyorum. Davullar olabildiği kadar yapay tınlıyorlar, “klikleyen” seslerin üzerine biraz daha dikkatli gidilseydi ve mevcut davullar gibi, soundda daha fazla güç ve taban olsaydı akıllıca olurdu ama yeniden master edilmiş basımın hala gerçekten, gerçekten iyi tınladığını düşünüyorum. - Jonas’ın şarkı sözleri, Jhva Elohim Meth ve Dance Of December Souls’ta genre için biraz tipikti ama Brave Murder Day ile kendisi daha özgün, soyut, kişisel ve çeşitli bir yazım stili edindi. Bu değişimin bir tanığı olarak, Jonas’ın söz yazım stilindeki değişimi nasıl özetlersin? Evet, bu analiz kesinlikle doğru! Brave Murder Day’de söz bazındaki değişim muhakkaktı, anlaşılması güç ve soyut metodlar ile kelimeler, tipik Doom Metal şiirselliğindeki erken doğa romantizmini gölgede bıraktı. - Discouraged Ones, aldığınız müzikal yönler arasında keskin bir geçişi gösterdi. Özgün gitar soundunuz daha rafine bir şekilde devam ederken, şarkılarınızın uzunluğu kısaldı ve brutalite temiz vokallerle değiştirildi. Bu değişim müziğinizde başarmak istediğize yönelik doğal bir gelişme miydi? O değişim doğaldı. Yoldaki engeller bizi bu geçide yerleştirdi ve gitmek için tek yol, gördüğümüz üzere, önceden cesareti kırılmıştı, “Discouraged Ones”tı.
- Doksanların sonlarında, Doom Metal köklerinden gelen birçok grup müziklerinde değişime gitmişlerdi. Paradise Lost, Anathema, Amorphis, Tiamat ve ayrıca siz bu duruma en önemli örneklerdi. Genel olarak, sizi bu türler arası değişime yönlendiren şartlar hakkında neler düşünüyorsunuz? Tarz değişikliğini asla planlayarak yapmadık, kendisi bir anda oluştu. Kader mi dersin? Evrim mi dersin? Biz hiçbir zaman aynı albümü tekrar ve tekrar yapmaya istekli olmadığımızdan, bir yerlerde değişim olmak zorundaydı ve ayrıca brutal vokallerin, müzisyenler olarak gelişmemize engel olduğunu hissediyorduk. Brutal vokalleri, temiz vokallerin yerine adapte etmeye giriştiğimizde de yine doğal bir süreçti çünkü brutal vokali bir an önce düzgün yapabilmek için büyük bir yeteneğe ya da sıkı bir eğitime gerek duymuyorsun. Aynısı müzik içinde geçerli, Doom Metal başlangıç olarak pekte büyük bir meydan okuma değil. Riffleri çalması kolay ve vurgu daha çok duygu ve atmosfer üzerinde oluyor. Sert müzik için samimi bir ilgi duyan yeni müzisyen için mükemmel bir oyun alanı. - Last Fair Deal Gone Down’u “ikinci Brave Murder Day olayı” olarak değerlendiriyorum. :) Başlangıçta biraz umutlu görünüyor ama albümü her dinlediğimde beni karanlığın içine bırakıyor, hissiyat açısından oldukça derin bir albüm. Peacevilli bu albümü “en
iyi Peaceville albümü” olarak etiketlemekle haklı olmalı. :) Stabil bir kadro ile çıkardığınız ilk albümdü ve Daniel’i yeni davulcunuz olarak hayranlarınıza tanıtmıştı ve aynı zamanda yaklaşan müzikal değişiminizden önceki son albümdü. Bu albümün Katatonia diskografisindeki yerini nasıl kategorize edersiniz? Bu albümün bizim en “müzikal” albümümüz olduğu konusunda sürekli tekrardan düşünürüm. Tamamıyla yeni akord düzenleriyle denemeler yaptığımız ilk zamandı ve sonuç olarak şarklarımız gitardaki altı tellerin tümü kullanılarak çalınmıştı. Bu büyük bir sounda, normal akort edilmiş bir gitarda elde edilmesi zor olan birçok özgün akora sahip diğer bir “duvar soundu”na yol açtı. 2000 yılında yaratıcılığım zirvesindeydi, durmadan müzik yazıyordum. Ayrıca albümün prodüksiyonunun Sunlight stüdyolarından çıkan en sert işlerden birisi olduğunu düşünüyorum. - Şu an kataloğunuzda sekiz albüm var, canlı performansta hangi şarkıları çalacağınızı düzenlemek zor olmalı. Çalacağınız şarkılara nasıl karar veriyorsunuz? Bu gerçekten zor. Grupta beş görüş var, ardından dinleyicilerinden istekleri var ve en sonunda hangi şarkıları fazlaca çaldığımız, hangi şarkıları hiç çalmadığımız, hangi şarkıların çalınması gerektiği ve çalmayı isteyipte hala çalamadığımız şarkılar gibi birçok durum var. Bu oldukça riskli bir uzlaşma gerçekten! Mart ve nisandaki yeni ilkbahar
turnesinde, şarkıları birbiriyle değiştireceğiz ve her diğer gece için oldukça farklı iki playlist hazırlayacağız. Bu işleri bizim için taze tutacak ve dinleyicilere şehirde önceki gece yapılan şovun birebir kopyasından fazlasını sunacak. - Firmanız Peaceville ile ilişkileriniz nasıl? Onlarla uzun süredir birlikte çalışıyorsunuz. Peaceville ile bu günlerde gayet açık ve verimli bir ilişkimiz var ama berbat olduğumuz ve birinci isteğimizin serbest kalmak olduğunu bazı yıllar geçirdik. Ama, hemen bir dönüm noktası oldu. Peaceville, Snapper Music adında bir diğer firma tarafından satın alındı ve firmanın arkasında bir tam anlamıyla yeni ve güçlü bir organizasyon sahibi olduk. Şu an Peaceville’in öncelikli grubuyuz, bundan dolayısı onlarla devam etmeye ve işbirliğimizi genişletmeye karar verdik. Müzik endüstrisi, “kontratlı olmak” anlamında aynı değil artık. Tam arkamızda, temele doğru parçalara ayrılıyor. - Yan projelerin hakkında sormak istiyorum. Diabolical Masquerade’i tekrar dirilteceğine dair iddialar vardı. Bu gerçekleşecek mi yoksa proje hep mezarında mı kalacak? Bu projeyi 2004’te uykuya çektiğimden beri, diriltme yönünde hem zamanım hem de isteğim olmamıştı. Şu anda yapmayı düşünmüyorum ama bu konuyla ilgili, gelecekte kapının kapalı olduğunu söylemeyeceğim. Eğer Katatonia ve Bloodbath ile ilgili keskin birşey olur ve ya değişirse, kendimi büyük olasılıkla
bıraktığımdan yerden devam ederken ve ruhları biraz havayı arındırmaları için çağırırken görebilirim. - Uzun yıllardır ikinci önceliğiniz Bloodbath oldu ve son olarak The Fathomless Mastery’i yayınladınız. Albümden önce, vokal pozisyonuna geçecek birisini uzun süre aradınız ama sonra adayların kalitesinin gerçekten düşük olduğunu açıkladınız. Bu durum sizi grubun geleceği adına umutsuzluğa sürükledi mi? O zamanlarda Mikael’in Bloodbath’e tam zamanlı vokalist olarak girmeyi pek istemediği biliniyordu. Evet, orada işler bir süre pek parlak görünmemişti. Mikael gruptan, projeye hiç zaman ayıramadğı için ayrılmıştı ve Opeth daha da büyüyordu, bu durum Mike’ı Bloodbath’dan her geçen yılda daha da uzaklaştırıyordu. Ardından Dan Swanö’yu gruptan ayırmaya karar verdik ve uzun bir süre için, elimizde işlemeyen bir kadroyla kaldık. ama gruba Swanö’nün yerine geçmesi için Sodomizer’i katınca makine tekrar yağlandı ve bunun daha büyük umulmadık şeylere yol açacağını biliyorduk ki Mike gruba tekrar katıldı. We şu an buradayız, 2010’da beş tane yaz festivalinde çalacağız.
- İlkbahar için bir dizi Avrupa konserini duyurdunuz. Diğer yerler için planlarınız var mı? Dünya turu için planlarımız var. Güney ve Kuzey Amerika sıradaki olacak diye düşünüyorum, büyük olasılıkla geniş bir İskandinavya turuyla takip edilecek. Sonrasında galiba, henüz ulaşamadığımız bölgelere gideceğiz. - Paradise Lost hayranı olduğunuz biliniyor. (Bizde öyleyiz. :D) Grubu 2005 tarihli Paradise Lost albümleri yüzünden eleştirdiğini hatırlıyorum. Night Is The New Day’in raflara çıkmasına yakın, onlarda yeni albümleri Faith Divides Us/Death Unites Us’ı yayınladılar. Albümü dinledin mi? Öyleyse, nasıl buldun? Albüm güzel!!! Muhtemelen, sert soundlarını tekrar meydana çıkarttıklarından beri yayınladıkları en iyi albüm. Geçen sene onlarla birlikte turladık ve bazı melodileri o kadar çarptı ki, kendimi sürekli o ezgileri ıslıkla çalarken buluyorum. Paradise Lost, her zaman için Katatonia’nın en büyük etkilenimlerinden birisi ve endirekt olarak Katatonia’nın varoluşunun sorumlusu olacak. Onlar ayrı oldukça iyi herifler!
Bununla birlikte, Greg cep telefonunda bir Bloodbath zil sesi kullanıyor, bu da artı bir kredi, ha ha! - Doom Metal’i genel olarak hala takip ediyor musunuz? Tarzdan güncel favorileriniz var mı? Hayır, özellikle Doom Metal’e baktığımı söyleyemem ama sürekli iyi müziğin izini sürüyorum, dolayısıyla tür bugünlerde benim için daha az ilgili, ama Doom Metal’e bağlı kalma durumundaysak, Daylight Dies, Swallow The Sun benim düşünceme göre, birçoklarının arasından sıyrılan iki harika grup. - Hangi The Cure albümünü seçersin: Disintegration, Pornography ya da Faith? Disintegration. - The Great Cold Distance dönemindeki web sitenizde Red House Painters’ı referans vermiştiniz, bu sayede bende grubu tanımıştım ve bu yüzden size teşekkür borçluyum. Sen ve Jonas Ocean Beach albümünü etkileim olarak öne çıkartmıştınız ama hangi Red House Painters albümünün senin için en
önemli olduğunu öğrenmek isterim? Bu sürekli değiştiği için kesin şekilde konfirme edilemez. Onların herhangi bir işini seçmek durumundaymışım gibi hissetmiyorum, onun yerine tüm kariyerlerini, büyük bir öneme sahip etkileşim ve ayrıca kişisel hazine olarak kucaklamayı tercih ediyorum. Eminim anlıyorsundur. - Peki Anders, baba olmak nasıl bir his? :) Tebrikler, sen, sevgilin ve tabii ki bebeğin için en iyi dileklerimizi iletiyoruz. :) Çok teşekkür ederim. Doğrusu bu, bir ebeveyn olunca tam anlamıyla kavrayabileceğiniz bir his. Kendimi oğlum olmadan düşünemiyorum artık. Ona sahip olmadan önceki hayatıma geri dönmek gibi bir isteğim olması söz konusu değil. - Türkiye’yi dört defa ziyaret ettiniz ve burada günden güne daha da popüler oluyorsunuz. Türkiye ile ilgili görüşleriniz ve Türk hayranlarınız ile ilişkileriniz nasıl? En ufak bir abartma olmadan söylerim ki Türkiye’yi
gerçekten seviyorum. Oraya yaptığımız her ziyaret mükemmeldi ve organizatörler, hayranlar ve arkadaşlarımız orada kendimizi gerçekten iyi hissettirdiler, bu yüzden yeni albümle birlikte oraya gelmek ve beşinci mükemmel gezimizi yaşamak için sabırsızlanıyorum. - Aktif bir internet kullanıcısısın. Ultime Metal forumundaki Katatonia bölümü takip ediyor ve sıkça mesaj atıyorsun. Aynı zamanda MySpace’de kullanıyorsun? Bu “iletişimde kalma” yaklaşımının bir grup ve hayranları için avantaj olduğunu düşünüyor musun? Kendimi ve grubu ilgilendiren şeyler hakkında haberdar olmak ve bağlı kalmak önemli diye düşünüyorum ve hayranlarımızın sorduğu soruları kişisel olarak cevaplamaktan yana mutluyum. Ama, söylemeliyim ki herşey gibi internette iki yüzlü
birşey. Bilirsin, resmi Katatonia forumuda, ortamı taciz etmek için ellerinden geleni yapan trollere ve kincilere sahip ama bu ortamların hepsini hatırlamak önemli ve gerçek hayattakiyle karşılaştırıldığında Blabbbermouth gibi ortamlarda sadece küçük portallar. Birçok hayran bu forumları okuyup, mesaj yazmak için ziyaret etmiyor bile. Dolayısıyla, buralardan uzak duruyorsanız, çokta önemli birşey kaçırıyor olmuyorsunuz. - Sorularım bu kadardı. Uzun bir röportaj olduğunu biliyorum ama Katatonia benim en sevdiğim gruplardan birisi olduğu için, merak ettiğim herşeyi sormak istedim. :) Umarım yakında sizi beşinci defa Türkiye’de görebiliriz. Zaman ayırdığın için teşekkürler. O memnuniyet bana ait. Umarım yakında Türkiye’ye döneriz, o zamana kadar hoşçakalın.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Hi Anders! We would like to congratulate you for your new album Night Is The New Day. I firstly want to ask a classic question, how was the composing and recording processes? Well, it turned out to be one long chapter, but we tried to keep the focus of the goal of making our new album an uncompromised performance with a state of the art sound, so even though we ended up taking almost 3 years in between albums and almost 3 months recording it, I’d like to think it was worth it in the end. We made a studio diary of all the stages while being locked up in there that has been posted on www.nightistheday.com. I’m just happy we managed to get a new album of this caliber out to share it with our followers because it’s not something I take for granted anymore because the majority of material on this album is Jonas stuff and I think that proves that Katatonia is no longer trapped in the old alley with me notoriously always behind the music and him behind the lyrics, it’s all equal now and will serve a healthy purpose of variation, creativity and progression. Now, if we only had other guys as active as we are, we’d be able to come out with a new album every year instead of every third, or more.
last era would continue to develop? Yeah, that’s where we see the challenge lays for us, both as writers and performers. I want to believe it’s the natural successor of ‘The Great Cold Distance’, but when it comes to judging which of the two is our darkest or our best or whatever, I happily leave that decision for the fans to discuss, but I’m really fucking happy with it, actually more happy than I was when many of our other releases came out. I guess that could be because of the heavy load of effort and labor that went into coming this far. Lots of people told me this album is harder to get into and not as easy to access and that it’s slowly grows on you, but I think the impression is different to everybody, it’s individual. Personally, I always liked growers as they tend to rise to a status where they become remembered and more significant and important in the long run, some of them even takes the jump from here and turn into what we know as classics. I’m not saying we’ve made a classic here, but I think we’ve made something that deserves and demands a fair share of everyone’s attention and time to be able to reach full circle of potential. ‘Night Is The New Day’ has been invested in dearly and the result is not fast food.
According to Blabbermouth, you labeled Night Is The New Day as “your most varied, diverse and possibly strongest shit all together on one and the same album” to date. Do you think it is the natural successor of The Great Cold Distance? Do you feel the progressive approach you take with the
With Viva Emptiness, you embraced another change in your musical direction and The Great Cold Distance was also a continuance in change. These two albums all contained the brand darkness of Katatonia but I personally think, Night Is The New Day is more driven and melancholic in terms of
atmosphere than the previous two. How would you compare those three albums of new Katatonia era in terms of emotions? In which album you think you captured the feelings you wanted to reflect most? ‘Viva Emptiness’ suffers mainly from a flawed production, but there’s some really good songs on there and I really like to play them live, so it is twofaced when it comes to the reflection of captured feelings. Wish we could have remixed that album to make it more qualified and up to par with the two last albums. I think the productions are more responsible for how an album is achieved in terms of emotion than people are aware of. To me, writing the songs and then being through the demo stages of each album and also recording them, I hold another level of appreciation to the material. To me, all ‘Viva Emptiness’ songs could have been on ‘The Great Cold Distance’, but ‘Night Is The New Day’ is an expansion in the atmospheric and electronic department and really what sets it apart from the other two, if you will. You recently parted ways with Fredrik and Mattias Norrman and announced Per Eriksson and Niklas Sandin as temporary replacements. It is known that you had problems with line-ups in early ‘90s and since Norrman brothers were part of Katatonia for a long time, it must be a frustrating thing both for you and your fans. ‘Till now, did you give the final decision about the current line-up about the band or will you seek searching new members? We would like to hear some hints if you please. :)
We’re still taking our time to find out what we want, what road to go down, so it’s not a move we want to stress, it has to rest and breathe a bit more. We’re not actively looking for permanent replacements, but ears and eyes are of course open all the time. And to make the story short about what happened with the Norrman bros, both we, our management, agency and label decided that from the start of 2010 Katatonia will demand full commitment and the Norrman brothers couldn’t make their ends meet with their families and personal lives contra the heavy demand it takes to be in Katatonia spending the majority of the year touring and recording, so they did what was the only right thing for them to do and stepped of the ride. So now, we have these two guys Per ‘Sodomizer’ Eriksson and Niklas ‘Nille’ Sandin stepping in as session live members and will at least be with us on the road for the entire endurance of 2010. Per is already in Bloodbath and was also the guit tech for Katatonia, so he was a logical in order to maintain a quick solution for the upcoming tour. Niklas was an acquaintance and used to play with friends of ours and has a good reputation of being a competent bass player, so we just called him up and asked if he was free to fill the slot for now. There is a video in YouTube which shows you mentioning about your influences for Night Is The New Day. What is stuck in my mind is your selections were generally from ‘80s or ‘90s alternative styles but not in contemporary styles. Do you think the
music you grew up listening with remains as the greatest sharpener of your musical direction? Well, I think we were talking generally about our biggest influences of all time and not specifically for the latest album, but sure, those influences have shaped us who we are and how we sound and were able to progress ever since the origin. When comparing to your old years, in which terms your song writing process changed? The general formula was that I wrote the music and Jonas wrote the lyrics. This has now all been broken up and each individual is free to write whole songs on their own, or only music or lyrics as they wish. The process of the actual song writing in detail, has more or less remained the same, as Katatonia was never a band that wrote songs collectively by rehearsing. 90% of the songs are done in a home environment with small portable studio setups in a “private darkness”. Old influences stay the same. The simplistic Katatonia logo, introduced in The Great Cold Distance is also used in the new album’s cover. Is it the permanent logo now? It might gonna be permanent on the album covers because It suits the layout better, being more simplistic and classy hence putting more of the focus on the art instead of “competing” with a logo for the impact, but we’re still using our “real” logo on merch and live banners and so on...
Will you plan to release another singles and video clips to support Night Is The New Day? A Danish director called Lasse Hoile did one video for ‘Day and then the shade” and Swedish director Charlie Granberg just completed one for ‘The Longest Year’ which also will be our second single. We had very little to none involvement in the making of these though. In Departer, there is a line “It’s the month of july”. Is there a lyrical connection between Departer and The Great Cold Distance’s July? When read closely, it feels like Departer is the “answer” to the July. Intriguing, isn’t it? You released your first official video clip with My Twin four years ago. As a band, being active for twenty years, it was a bit late for you. In your thoughts, is it more accurate and easy to release video clips now because of the YouTube-like channels and internet? Definitely! You don’t longer have the prime target in the tv channels where you were only accepted and got rotation in the first place if you were signed on a major label. YouTube is a perfect example of a social media to get exposure the same way. Actually, the whole internet is full of alternatives to get exposure, so making videos is just as important as it was in the past. The label wants the videos
produced for the promotional aspect, while we have the given opportunity in the artistic aspect of making an extraordinaire enhancement of the music, so when that combination is successful, you have a pretty bad ass video! In the remaster release of Brave Murder Day, you mention about the mini-break up of Katatonia due to lack of communication and stable line-up and again you noted, you had planned an album with songs similar to Scarlet Heavens but Jonas was not that interested. Scarlet Heavens was a very different experiment in Katatonia catalogue. Did you ever think to fulfill this plan as another solo project? No, that somewhat “goth” sound feels like it’s better buried in the past rather than dug up again. At this time, all my ideas will go straight into Katatonia. I wouldn’t wanna “waste” material on a solo project unless it was radically different material and non suitable for Katatonia ie Bloodbath. I would like to dig into history a bit. When you and Jonas had formed the band in ’91, everything was a bit different, there are photos of you wearing corpse paints with more creepy images and the music has a taste of Black Metal, especially displayed in your rehearsal demos which you have labeled as “fuzzy, noisy necro shit”. I will ask about if the direction in Jhva Elohim Meth came after evaluating different musical ideas or was it the first type you would like Katatonia to sound?
There was obviously a time when we were making baby steps and just fooling around with “noisy necro shit”, but when we finally found and settled for Katatonia as the name of the band, we were already deep into our mission of blending, death, black and doom metal and wrap it all in Scandinavian darkness! ‘Jhva Elohim Meth’ showed the true identity of the band and the start itself! Dance Of December Souls is now considered as a very important album in terms of Black/Doom Metal and Dark Metal with its thick and dense sense of darkness and despair. In internet medias, we often see fans demanding any song from DoDS to be played live but almost for one and half decade you dropped out DoDS songs from your live performances. You also had some problems with the albums re-pressings. Do you feel that DoDS is a bit far from your tastes now? Yeah, I would be lying if I said it’s still representable, but even if we wished to perform songs off this album live, it would technically be difficult for Jonas to shift through the clean vocals and enter death metal growls back and forth, because his technique to do is really bad and any growls wear off negatively on his vocal chords and we wouldn’t want to jeopardize a show or even cancelled shows because of this. I wanna say that I’m proud and still appreciate the concept and times around ‘Dance of December Souls’, but that’s just it, it had it’s time. We played and promoted this album as much as we possibly could back when it came out, so if you
were part back then, you surely had your december dance. To the people who missed out, well you can’t have it all! However, we did squeeze in ‘Without God’ a number of times the last three years to show just to prove the disbelievers were wrong. After your mini-break, Katatonia somehow evolved in a very different direction from the debut release. You had different tastes and different approaches and these resulted as Brave Murder Day. You quoted Slowdive and Kent for Brave Murder Day’s basis but I also get a strong The Cure influence from the album in some parts. Like the acoustic starting passage of Endtime or the raw clean vocals in Day. Was The Cure a part of your influence range while composing Brave Murder Day? Indeed so! Slowdive and Kent was mentioned more often because they were our brand new influences for this album while Cure was an influence already on the debut album (can be heard in Velvet thorns etc) which always seem to come as a big surprise for people. Brave Murder Day is probably my favorite Doom/Death Metal album and I can clearly tag it among “albums of my life” list of mine. You should be really too depressed in order to compose songs packed with that kind of darkness, despair, hopelessness and bleakness. :) It is also hailed as a
trademark album in Doom/Death Metal genre and many bands were influenced from the album. Have you ever thought BMD would grow on that much? Well, i believe if there’s one pure classic in our discography, it would be ‘Brave Murder Day’. It was an experiment of spontaneous magic that just worked, that one time. I think this album showed some similar sides of what a lot of these instrumental post-rock bands are doing nowdays, creating an entire trademark out of the “less is more” concept, with the emphasis on keeping it monotone, repetitive, hypnotic and atmospheric. “Murder” became a staple act in your live performances. In 2006, there were some arguments about Rainroom to be played live in USA tour. I also remember, when you first came to Turkey in 2001, you played Endtime. Do you plan adding another songs from BMD to live rotation? I’d love to bring back ‘Endtime’ again into the live set! It actually doesn’t have much vocals in that song so maybe Jonas would approve. ‘Murder’ has more or less become our “cult” encore, it just feels right to end with that song because of the drive and edge it has. ‘Rainroom’ could be an interesting alternative too, but it all comes down to Jonas giving green light on this. If he’s not fine doing it, we can’t force him. We don’t wanna ruin the big picture.
In a interview with a Turkish magazine last year, Dan Swanö, about the production of BMD, said “It was like I was cutting someone with an electric saw.” That production later gave birth to your trademark guitar sound. Do you think BMD’s production was a bit off the road? I think we nailed a very overdriven brutal guitar wall with our idea of crossing distortion pedals to clash together and then having the single or dual harmonic lead guitar melodies to sway and echo on top. The drums sound as artificial as they can be, would have been wise to have gone a bit easy on the “clicky” stuff and had way more punch and bottom to sound more like actual drums, but I think the mastered re-release is still sounding really, really good! Jonas’ lyrics were at first a bit typical for the genre especially in DoDS and Jhva Elohim Meth, but with Brave Murder Day, he opted more unique, abstract, personal and diverse style of lyrics writing. As a witnesser of this change in lyrics, how would you summarize the change in Jonas’ writing style? Yeah that analysis is spot on! The lyrical style change was imminent on ‘Brave Murder Day’, obscure, abstract methods with words overshadowed the earlier nature romanticism included in the typical doom metal poetry.
Discouraged Ones showed a sharp shift between the musical directions you had taken. While your trademark guitar sound remained refined, the length of the songs decreased and brutality was exchanged with clean vocals. Was this change a natural progression of what you wanted to achieve in your music? It was natural. Obstacles along the way put us in this alley, and the only way to go, as we saw it, was once discouraged – discouraged ones! In the time of late ‘90s, many based coming from Doom Metal roots were changing their music. Paradise Lost, Anathema, Amorphis, Tiamat and also you are the greatest examples. In general, what do you think about the conditions that led you to shift between the genres? We never set up a plan to change genre, it just happened along the way. Call it fate? Call it evolution? It was just bound to happen at some point since we were never interested to make the same album over and over and also we felt the growling vocals set up an obstacle to progress as musicians. It was also natural when we started out to adapt growls instead of clean vocals, because you didn’t need formal training or an enormous talent to be able to growl pretty much right away. Same with the music, doom metal is not really the biggest challenge as a
beginner. The riffs are easy to play and the emphasis is more put on emotion and atmosphere. A perfect playground for the starting musician that holds a sincere interest in heavy music. I consider Last Fair Deal Gone Down as a “2nd Brave Murder Day affair”. :) It seems a bit hopeful at first, but every time I listen to it, it puts me into darkness, it is very diverse in terms of feeling. Peaceville should be right for labeling it as “the best Peaceville album”. It was your first album with a stable line-up, introducing Daniel as your new drummer and also the last one to your recurring musical change. How would you categorize that album in Katatonia discography? I always think back on this album as our most “musical” album. It was the first time we started experimenting with entirely new tunings resulting in most of the songs being played on all six strings on the guitar. This led to a huge sound, another “wall sound” with a lot of new unique chords that wouldn’t be possible to grab on a normally tuned guitar. My creativity was at it’s peak during the year 2000, I wrote music constantly. I also think the production is one of the heaviest that has ever come out of Sunlight studio. Now you got eight full length albums in your catalogue, it must be harder to arrange what songs to play live. How are you deciding the songs you are going to play live?
It’s very hard. You have five opinions in the band, then you have the voice of the audience and then finally also facts such as what songs we’ve overplayed, what songs we’ve never played, what songs should be played, what songs we’d like to play but still can’t perform etc It’s a big compromise really! On the new spring tour in March/April we’ll shift songs around and have two slightly different playlist every other evening, it’ll keep things fresh for us and also offer the audience something more than just a replica of the gig in the city the night before. How is your relations with your label Peaceville? You have been working with them for a long time now. These days we have a very uncomplicated and fruitful relationship to Peaceville, but we had a few years where we were miserable and our number one wish was to be set free. But, right then came a turning point. Peaceville was bought by another label called Snapper Music and we got a whole new powerful organization behind the label. We’re currently Peaceville’s priority band, so that’s why we have decided to stick with them and extend our collaboration. The music industry as in “being signed” is not the same it was anyways. It’s crumbling apart right before us down the foundation. I would like to ask about your side projects. There were some claims about you resurrecting
Diabolical Masquerade. Will it happen or it is laid in its grave forever? I haven’t had the time or the urge to resurrect this project ever since I laid it to rest in 2004. I’m not planning on doing so now either, but I won’t say the door is closed on the matter in the future. If something drastic would happen or change with Katatonia or Bloodbath, I could very possibly see myself picking up where I left and summon the spirits once again to cleanse some air. Your secondary priority became Bloodbath for years and lastly you released The Fathomless Mastery. Prior to the album, you searched a replacement in the vocal base for a long time and then, you stated the general quality of the candidates were really low. Did it lead you to despair for the band’s future? It is known that Mikael was not much keen on joining Bloodbath as a full-time member at those times. Yeah it didn’t look bright for a while there. Mike left the band due having no time to be participating in the project and with Opeth just growing bigger and bigger it would just distance Mike even more
from Bloodbath by each year. Then we also decided to fire Dan Swanö and we ended up having no functional line-up For quite a while, but when we finally decided that Sodomizer would replace Swanö the machinery got oiled up again and as we all know it led to greater unexpected things – Mike came back to the band! And here we are, about to play five summer festivals in 2010! Katatonia had announced a string of concerts in Europe for spring. Any plans for other places? Well we have the whole world in our plans. I think South America and North America are next, probably followed by an extensive Scandinavian tour. After that we’ll probably squeeze in territories we haven’t reached yet. It is known that you are a Paradise Lost fan. (So do we. :D) I remember that you had criticized them in their 2005 album Paradise Lost. They released their new album Faith Divides Us/Death Unites Us close to Night Is The New Day’s shelving day. Did you listen to it? If so, how did you find it? It’s good!!! It’s probably the best they’ve done since
they dug up their heavier sound again. We toured with them last year and some of their melodies stuck so hard that I found myself constantly whistling their tunes. Paradise Lost will always be one of Katatonia’s biggest influences and indirectly responsible to why Katatonia exists. They’re really nice guys too! By the way, Greg had a Bloodbath ringtone on his cell phone, that’s extra cred right there ha-ha! Do you still follow Doom Metal in general? Do you have current favorites among this genre? No, I can’t say I go look specifically for Doom Metal, but I’m constantly chasing good music, so the genre is of less relevance to me these days, but if we should try sticking with Doom Metal, I think Daylight Dies, Swallow The Sun are two great bands out of probably many, many more. Which The Cure album would you select: Disintegration, Pornography or Faith? Disintegration.
Your referenced for Red House Painters in your official website during TGCD era got me into that band and I am thankful for you about it. You referenced Ocean Beach as an influence with Jonas but I would like to know what the most important RHP album is for you? That can’t be confirmed as it’s constantly changing. I don’t feel I have to select one of their works, but rather embrace their whole career as one big important influence and also personal treasure. I’m sure you understand... Well, Anders, how is it feel to be a father? :) Congratulations. We wish the best for you, your sweetheart and of course your baby. :) Thank you very much! Well, it’s a feeling that you’ll only appreciate all the way when you become a parent. I couldn’t see myself being without my son anymore. There’s no way I would want to go back to live my life before I had him.
You have visited Turkey four times before and you are being more popular here day by day. How is your impression of Turkey and relation with your Turkish fans? Without exaggerating the slightest – I fucking love Turkey! Every visit we’ve made there has been fantastic and the promoters, fans and friends of ours have really made us feel welcome, so I can’t wait to come back there with the new album and have another fantastic fifth trip. You are an active internet user. You follow Ultimate Metal Katatonia section and often post there. You also use MySpace. Do you think that “being in touch” approach is an advantage to a band and the fans? I think it’s important to be aware and keep connected to the things that concern me and the band and I’m happy to personally answer most of
the questions our fans got. However, I have to say that internet is as two-faced as anything else. You know, the official Katatonia forum has its trolls and haters trying their best to pester the place, but it’s important to remember all these forums and places like Blabbermouth are just a few tiny portals compared to the real deal out there in the world. Many fans don’t even ever go visit the forums to read or write comments. So, if you stay away from these places, it’s not like you’re gonna miss something important. That’s all of my questions. I know it was a long interview but since Katatonia is one of my favorite bands, I wanted to ask everything I had wondered. :) I hope we can see you for the fifth time in Turkey soon. Thanks for giving us time. My pleasure. Hope to return to Turkey asap, until then cheerz!
UNIROCK ÖZEL
BAHA ÖZER
UNIROCK ÖZEL Onlar kahramanlıkların yaşandığı, savaşların olduğu, sık ormanların, masmavi göllerin içerisinde kendi dünyalarını kuran, balıkçıların bile şair olabildiği, destanları ve edebiyat eserleriyle ün saldığı Finlandiya’dan geliyor. Bu özellikler bir ülke için tarihsel bir zenginlik kaynağıdır. Bir ülke eğer edebiyat alanında destansı veya başka konusal bir tarzda birçok kaynak çıkarabilmiş ise o ülkede yaşayan insanların doğal olarak bu zenginlikten bir pay çıkarabilme, onu geliştirme, onu kullanma gibi amaçları da çok kolay oluyor. Bu kaynaklardan yararlanarak bir film yapabiliyor veya liriksel açıdan bunu şiirlerde kullanabiliyor onu şarkı haline bile getirebiliyorsunuz. Finlandiya’nın yazın alanındaki tarihine bakıldığı vakit kendilerinin ünlü destanı Kalevala’dan tutun onu takip eden yüzlerce edebiyat eseri yazıldığını görecek ve bunun müzik alanındaki etkilerini dahi gözlemleyebileceksiniz. Yüzüklerin Efendisi en büyük örnek olacaktır bu konuda. Müzik grupları şarkı yazım sürecinde komünal olarak kendi yazdıkları sözlerden çok bu edebiyat eserlerinden de çok yararlanır. Bu sadece heavy metal gibi her geçen gün daha da büyüyen bir müzik akımından çok müziğin her türünü ilgilendiren bir düşünceye tekabül etmektedir. Bugünün müzik toplulukları Shakespeare, Lewis Carroll, Emily Dickinson, Robert Frost, J.R.R. Tolkien, Sylvia Plath gibi Amerikan, İngiliz ve İskandinav yazarların ve şairlerin dünyasından çok etkilendiği kadar E.A.Poe, H.P.Lovecraft gibi gotik Marquis De Sade gibi uçuk
sıra dışı yazarların eserlerinden de bir dünya yaratabilmekteler. Amorphis ise tıpkı böyle yapmış. Zamanında Elias Lönnrot’un Fin öykü ve şiirlerinden derlemiş olduğu Kalevala’dan oldukça etkilenip ve bir anlamda kendi ülkesinin tanıtımını da bu sayede yapmışlar. Onlar destanların, şiirlerin, beyaz zambakların ülkesinden olduğu kadar kendi yarattıkları çok özel bir duygudan geliyorlar, cennetten belki, kendi kalplerinin cennetinden… Amorphis’ten önce bir “speed thrash metal” grubu olan Violent Solution’da bulunan gitarist Esa Holopainen ve davulcu Jan Rechberger’in Abhorrance adlı bir death metal grubunda gitaristlik yapan Tomi Koivusaari –ayrıca Violent Solution’da da bulunmuştur- ile birleşerek Amorphis’in temellerini atması 1989–1990 yılları zamanına rastlar. Fince’de “belli bir şekli olmayan” anlamına gelen Amorphis’in beklentisi önceki gruplarının bir sentezini kurarak bu yeni toplulukla başarılara imza atmaktı. Basist Olli-Pekka Laine’i de aralarına katarak 1991 yılında ilk demo kaydı olan “Disment of Soul”u dinleyicilere sunarlar. Çok sade ve etkileyici kapak tasarımıyla bu demoda bulunan “Privilege of Evil” çok beğenilmiş olup bugün bu kaydı o zamanki haliyle bulmak neredeyse imkânsızdır.
Ancak internetten bir data kaydına rastlayabilirsiniz. Bir kış zamanı piyasaya çıkan Amorphis’in ilk çalışması “The Karelian Isthmus” adını taşıyor. 1992 yılı bu albüm Finlandiya tarihinde yer alan önemli kahramanlık hikâyelerini, dini, savaşları ve bazı mitolojik anlatımları temel alır. Grubun ilk albümündeki müziğine dikkat ettiğiniz vakit 1990 dönemi diğer benzer gruplardan farklı olduğunu hissedersiniz ve doom/ death metal olarak adlandırılan ve bununla birlikte “atmospheric death metal” olarakta geçen bir tanımla karşılaşmanız olası bir durumdur. Müziğe böyle bir tanımın getirilmesinin farklı sebepleri olabilir. Bunun en belirgin örneği ise müzik şirketleridir. Müziğin çağrıştığı öğelere göre elbette bir tanım seçilmesi müzik şirketlerinin grubu farklılaştırma ve bundan bir pay elde etme çabasından başka bir şey değildir. Eğer gruba soracak olursanız “biz tanımlara karşıyız, sadece kendi müziğimizi sevdiğimiz müziği yapıyoruz, isim koymak şirketlerin ve müzik eleştirmenlerinin işi” de diyebilecektir. “The Karelian Isthmus” çıktığı döneme göre oldukça sıra dışı olup, daha önce Dark Throne, Dismember ve Entombed gibi gruplarla çalışan Tomas Skogsberg bu çalışmada yapımcılık görevinde yer almıştı. Bestelerde yer yer hissedilen klavyenin o zamanlar doom/death metal müziğinde kullanılması pek revaçta değildi, bu sebeple aynı tarz diğer albümlere nazaran biraz daha ayrıcalıklı duruyordu.
Klasik Doom Metal besteleri gibi olmayan fakat o tarz gruplarda kullanılan rifleri daha karmaşıklaştırarak çalmayı deniyorlardı. Bestelerde bir karışıklık yaratılmış, sanki savaş bir anlamda resmediliyordu. Kapak tasarımında buna benzer bir tasvir de yer almaktaydı. Hemen açılışta yer alan “Karelia” belki de tüm zamanların kendi tarzında en iyi açılışına sahne oluyor ve gireceğiniz atmosfere çok iyi hazırlıyordu. “The Gathering”, “Warrior’s Trial” ve “The Lost Name of God” gibi bestelerle de albüm haklı bir başarıya ulaştı. Bu çalışmada epik konuları bir bütün olarak incelemeyi seçen Amorphis gelecek albümde de liriksel açıdan farklı bir konuyu işleyecek ve müzikal olarak daha da ileri gidecekti.
GÖLLER ÜLKESİNİN ÜZGÜN OZANLARI Esa Holopainen ve Tomi Koivusaari’nin gitarda yarattığı o ambiyans ile etkilendikleri psychedelic rock grubu Hawkwind ile birlikte The Doors, Led Zeppelin, Deep Purple, Ritchie Blackmore, David Gilmour, Roger Waters ve dolayısıyla Pink Floyd’un üzerlerindeki o yoğun baskısı grubu farklı bir kimliğe taşıdı. Eğer nitelikli bir müzisyenden veya gruptan etkileniyorsanız bu sizin beste yapma sürecinizde sizi değişik sulara götürecek farklı bir dünyaya taşıyacaktır. Doğal olarak kendilerine de bu oldu ve ikinci albümde o güne kadar ki olan müzikal birikimlerinin ilk meyvesini “Tales from the Thousand Lakes”(1994) ile aldılar. Yurt dışında ilk çıktığında kimse böyle bir çalışma beklememişti. Türkiye’de duyulduğunda ise büyük bir hayretle karşılandı. Metallica, Testa-
UNIROCK ÖZEL
ment, Overkill gibi gruplarca bir yandan thrash metal gündemdeyken bir yandan da My Dying Bride’ın “Turn Loose The Swans”, Paradise Lost’un “Icon” ve Anathema’nın “Serenades” gibi çalışmaları piyasayı canlı tutma görevini üstlenmişti. Underground doom metal dünyasında ise Funeral ve Celestial Season çıkardıkları demolarla gelecek vaat ediyorlardı. Tam bu sıralarda çıkan “Tales from the Thousand Lakes” piyasaya canlılık getirmekle kalmadı, o güne kadar o türde yapılmamış farklı bir yapıyı da beraberinde getirdi. 70’lerin progresif rock müziğinde kullanılan klavye, moog synthesizer tonlarını gruba yeni alınan Kasper Mårtenson ile müziklerine işleyen Amorphis, doom ve death metal kalıplarını daha geliştirmiş, Tomi Koivusaari’nin brütal ve arkadaşları Ville Tuomi’nin ise temiz vokalleri sayesinde bestelere daha da çeşitlilik kazandırmışlardı. Kasper Mårtenson geldiği gibi sadece albümde derinliği sağlayan klavyenin başına geçmemiş en önemli şarkıların altına imzasını da atmıştır. O zamanlar daha 20’li yaşların başlangıcında olan Koivusaari ve Holopainen’in albümün kitapçığında daha çok genç görülüyor olmaları, bunun aksine müziğe bakıldığında yaşlarından beklenmeyecek olgunlukta bir albümle çıkagelmiş olmaları da ayrıca dikkat çekicidir. Kendilerine “Fin Destanı Kalevala’nın ozanları” da diyebileceğimiz topluluk çok köklü bir destanın Kalevala’nın tanıtıcılığını da üstlenmekte. İlk defa bu “Elegy”de kullanılan lirikler Kalevala’dan alınmış olup özenle seçilmiş şiirlerden oluşmaktadır. Mitoloji’de doğa tasvirleri oldukça sık yapılır.
Kalevala’da bütün dünya mitolojilerindeki hikâyeler gibi olayların geçtiği yeri ve olayları mükemmel tasvirlerle bize sunar. Bu bağlamda destanda uzun uzun açıklanmış olan bazı önemli figürlerde beraberinde gelmektedir. Buna daha sonra değineceğiz fakat şimdi Amorphis’in albümde neden doğa tasvirlerini ön plana çıkarıcı lirikler kullandığına bir bakalım. Finlandiya bilindiği gibi “bingöller ülkesi” olarak adlandırılan halk dilinde bir söyleniş tarzına sahiptir. Çok eski yıllardan beri süregelen bu adlandırma Amorphis’in mükemmel bütünleştirmesi sayesinde Kalevala’daki hikâyeleri de içerisinde barındıran bir sentez düşünceyle açıklanabilecektir. Bugün Laponya olarak adlandırılan Lapland, kuş, deniz, gökyüzü, dağlar ve o kuzeyin sert atmosferi “Tales From The Thousand Lakes”de yoğunlukla işlenir. Bunlar Kalevala’ya da bir giriştir aslında, her ne kadar burada çok farklı iki hikâye anlatılmış olsa da biz bunları şarkıları dinlerken pek hissedemeyiz, bunun sebebi ise topluluğun kullandığı liriklerde karakterleri direkt olarak söylememesidir. Hikâyelerde, karakterler arasında geçen çekişmeler, kaçışlar, yaşanan ölümler ve Kalevala’da anlatılan o ünlü düğün, bunların hepsi kaçış edebiyatının içerikleridir aslında. Şarkılarda geçen sözlerin öyle derin anlamları vardır ki ancak elimize Kalevala’yı alıp okuyup, çok iyi irdeleyip şarkılarla ancak öyle bağdaştırabiliriz. Yoksa aşağıda şarkı isimleri verilmiş her bir beste için sayfalar dolusu hikâye anlatmamız gerekebilir. İç içe geçmiş, bazen çok farklı detaylara girebilen önemli hikâyelerdir bunlar. Kalevala’nın ne olduğunu, hangi karakterler içerdiğini, bu karakterlerin aralarındaki savaşlarını,
hüzünlerini, aşklarını burada anlatmamız çok kısa bile olsa imkânsızdır. Anlatmaya kalkışsak bile bir tarafı eksik kalacak ve tamamlanmayacaktır. Çok ayrı bir yazı konusudur. Yine Tomas Skogsberg öncülüğünde, Kasper Mårtenson’un soğuk piyano melodileriyle başlayan (“Thousand Lakes”) bu eşsiz konsept albüm şarkının hemen ardındaki “Into Hiding” ve “The Castaway” adlı çalışmalarla devam eder. Fin halk ezgilerinden oldukça yararlanan topluluk bizdeki oryantal melodilerle de büyük bir benzerlik taşır. Örneğin “Into Hiding”de hemen brütal vokallerin girmesiyle beraber arka planda gitarların yarattığı o yoğun zengin melodi anlayışı, Ville Tuomi’nin o kelimeleri uzatış tarzı aynı bizdeki halk ezgilerinin yorumlanış şekliyle hemen hemen aynıdır. Belki de bu yüzden ilk çıktığında bu kadar sahiplenildi böylesine kabul gördü. “Black Winter Day” gibi efsane bir şarkının oluşmasında ise Kasper Mårtenson’un payı çok büyüktü, çünkü kendisi bu şarkıyı Amorphis’e armağan etmişti. Bu bestede kullanılan moog synthesizer düzeneği gerçekten de şimdi bile çok fazla örneği olmayan bir yapıdadır. “Drowned Maid”in güçlü gitarlarının yarattığı o sonsuz ezgiler, “In The Beginning” ve “Forgotten Sunrise” gibi hüzünlü eserler “Tales from the Thousand Lakes”i klasikler arasına sokmakta geciktirmedi. “To Father’s Cabin”deki Kalevala’dan alınan o küçücük dua ve şarkıda kullanılan The Doors’un şarkılarındaki klavyele tonlarını anımsatan tonal melodiler çok ilgi çekiciydi. Grup böylelikle nereden geldiğini belli ediyordu. Konserlerde giyindikleri 70’ler tarzı
giysiler, The Doors grubunun “Light My Fire” adlı şarkısını kendilerine özgü yorumlamaları kendilerini diğer gruplardan ayrıştıran en önemli özellikti. Bu müzikaliteden bahsederken bir noktayı da atlamamak gerekiyor, o da hemen ardından çıkan “Black Winter Day”(1995) EP’sindeki “Folk Of The North” ve özellikle “Moon And Sun Part II:North’s Son” adlı şarkıdaki o caz yapısı. “Black Winter Day”in melodileriyle sentezlenen bu çalışmada grup bir adım daha ileri gitmiştir. Böylesine gerçekçi bir başarıdan sonra topluluk konserlerin ardından yeni bir kayıt için stüdyoya girer fakat kadroda da önemli değişiklikler olacaktır.
THE KANTELETAR VE AĞIT The Kanteletar, Kalevala destanından ayrı olarak düşünülmemesi gereken, onun içerisinde yer alan 700 şiir ve baladlardan oluşur. Kantele ismi ise Finlilerin geleneksel müzik çalgısından geliyor. Kalevala’da yer alan ana karakterin yarattığı bu çalgı Amorphis’in en başarılı şarkılarından olan “My Kantele”ye de ilham kaynağı olmuştur. Amorphis “The Kanteletar” ismindeki şiir ve baladları kendilerine esin kaynağı seçer ve üçüncü çalışması “Elegy”i 1996 yılında çıkarır. Daha önce belirttiğimiz gibi kadroda önemli değişiklikler olmuştur. O güne kadar geçici bir müzisyen gibi olan ve görevini başarıyla sergileyen klavyeci Kasper Mårtenson yerine Kim Rantala’yı alan topluluk davulda da kurucu elemanlardan Jan Rechberger yerine Pekka Kasari’yi getirir. “Tales from the Thousand Lakes”de misafir vokalist olarak yer alan Ville Tuomi’nin yerine ise yeni bir vokalist olan Pasi
UNIROCK ÖZEL Koskinen alınır. Pasi Koskinen söz yazma becerisine sahip çok farklı bir ses rengi olan iyi bir vokalisttir. Kendisi Death ve Doom Metal ile ilgilenmekte olup Amorphis için tertemiz vokaller sergileyecektir. Katatonia, Paradise Lost, Anathema ve Moonspell’in metal dünyasında cirit attığı o yıllarda çıkan “Elegy” diğer çalışmalara aldırmadan aralarından zekice sıyrıldı. Çıkışı kopya kaset furyasının çok tutulduğu zamanlara denk gelen Amorphis’in “Elegy”si o zamanlar Moonspell’in “Irreligious”, Paradise Lost’un “Draconian Times”, Anathema’nın “Eternity” ve Katatonia’nın “Brave Murder Day” çalışmaları ile birlikte en çok sevilen albümlerden birisi oldu. Melodik yapısıyla “melodic death metal” karamsar ve melankolik yapısı ile de “doom metal” dinleyicisinin de takibinde yer aldılar. Her iki tarzı da sorunsuz bir şekilde müziklerine yedirebilen topluluk birçok şarkısı ile klasik grup mertebesine erişti. Bu çalışma topluluk için ayrı bir önem arzediyor ve müziklerinde var olan ritim değişiklikleri, zengin bir melodi altyapısı yüzünden progresif metal gibi elit bir türe dâhil olma düşüncesini de beraberinde getiriyordu. Bu konuyu daha fazla irdelediğimizde albümde yer alan bestelerde kullanılan klavyenin özellikle “Tales from the Thousand Lakes”deki gibi 70’lerin o progresif rock klavyesini anımsatışı, o ciddiyetle kullanılması bu yargının oluşmasındaki en büyük etken olarak gözüküyordu. 1990 ortalarında Finlandiya’dan böylesine ayrıksı bir grubun ortaya çıkışı birçok topluluğun kurulmasına da rol açmıştı. Sadece Finlandiya’da yeşeren ve bir black metal geçmişi olan Promethean grubu (müzisyenlerinin bir kısmı Black Crucifixion’dan gelmedir) bile oluşturduğu “Gazing The Invisible” ve “Somber Regards” adlı çalışmalarıyla aynı Amorphis’in fin halk ezgilerini kullanması gibi bir yapıyı müziklerine adapte edip “psychedelic folk” tarzıyla çok önemli iki albüm de kazandırmıştır müzik dünyasına. “Elegy”nin heavy metal dünyasında böyle takip edilir olması, tutulması ve gruba birçok fan kazandırması en başta orjinal olmasıyla ilgiliydi, diğer sebeplerinse bu çerçevenin etrafında düşünülmesi doğru olurdu. Bu sebeple Esa Holopainen’in giriş şarkısı “Better Unborn”da kullandığı elektrik sitar nasıl bir albüm dinleyeceğimizi az çok belli ediyordu. Elektrik sitar ile verilen oryantal yapının ardından müziği öylesine açıyorlardı ki bunun bir tarafı etnik müziklere doğru kayıyor diğer tarafı ise bütün doğallığıyla şarkı kendi gizemine doğru yolculuk yapıyordu. Pasi Koskinen’in nakaratlarda verdiği o duygu yoğunluğunu anlatmak imkânsızdır. Kalevala/The Kanteletar’dan kaderi çok kötü yazılmış, sevdiğine ulaşamamış bu uğurda türlü zorluklardan geçmiş fakat en sonunda yenilmiş bir karakteri anlatan bu şarkı biraz da isyan niteliğinde durmakta, karakterin yaşadıklarına karşı bir duruşta sergilemektedir. Hemen arkasından gelen “Against Widows”un ise farklı bir büyüsü vardı ki bunu da ritim gitarlarındaki dinamizm ve solo bölümlerindeki o hırçın yapıyla açıklayabiliriz. Tomi Koivusaari’nin nefis brütal vokalleri sayesinde ve yine nakaratlardaki temiz vokalleriyle Pasi Koskinen şarkının başarılı gi-
dişatındaki en büyük etkenlerdi. “The Orphan” keza aynı şekilde Pasi Koskinen’in vokalleriyle hüzünlü bir ağıt şekline dönüşürken “On Rich and Poor” ise tekrar melodileriyle ve oryantal yapısıyla albümün en melodik besteleri arasında yer alıyordu. Genellikle bir albümde bir veya iki şarkı lokomotif görevi görür ve dinleyicileri peşinden sürükler, “Elegy”de “My Kantele” bu özelliği taşıyan bir şarkıdır ve Kalevala destanında Kantele daha önce de belirttiğimiz gibi bir müzik aletidir ve ana karakter Väinämöinen’in ellerinde bir turna balığının kemiklerinden meydana gelmiştir. Sonraları bu müzik aletini kaybedip ardından ağıtlar yakan (burada bir sevgiliye seslenir gibi “Kantelem” demiştir) Väinämöinen aynı müzik aletini başka bir ağaçtan yapmaya kalkışır. Bu hikâyeyi daha derinlemesine okuyup ardından da “My Kantele”yi dinlediğinizde üzerinizde ağır melankolik bir duygu hissedebilirsiniz. Şarkının genel yapısı ise oldukça hüzünlüdür, Tomi Koivusaari’nin brütal vokallerinin ardından nakaratlarda vokalleri Pasi Koskinen’in devralışı ise birçok dinleyiciyi durgun hallere sokar hatta “uzak ufuklara bakıp dalıp gitmek” gibi bir duygu hissettirir. Bu şarkı o dönemde beste içerisinde taşıdığı zekice fikirler yüzünden çok ayrı tutulmuş ve Amorphis’in bundan sonra gireceği müzikal yönde de bir fikir tutanağı olmuştur. Diğer şarkılar olan “Song of the Troubled One” ve “Weeper on the Shore” gibi besteler, içerisinde melodik yönü kuvvetli, gerilerden gelen klavye melodilerinin arasında 1970’lerin progresif rock’ına selam gönderen bir yapıyı da beraberinde taşıyordu ki bu bir bütünlük yansımasıydı adeta. Aynı adı taşıyan “Elegy” adlı şarkı ise bir anlamda buna bir nokta koyuyordu. Enstrümantal “Relief” dışında “My Kantele”nin akustik versiyonu ise bu çalışmada bir inci gibiydi ve neredeyse orijinal versiyonundan daha çok beğenildi. Kapağında bir Fin figürünü kullanan Amorphis bundan sonra konserlere daha da ağırlık verdi ama bir süre sonra karanlık heavy metal dünyasında sanki bir zincirin parçasıymış gibi gözüken radikal değişimlere kendilerinin de ortak olacağından haberleri yoktu.
DEĞİŞİM RÜZGÂRINA KAPILMAK En başta bazı Doom Metal, Gothic Metal ve dolayısıyla Black Metal gruplarında gözlemlenen bu değişim süreci 1990’ların ortalarında yeşermiş ve bir süre devam ederek farklı yönlere doğru yol almıştır. Bunun en büyük sebeplerinden birisi ise grup müzisyenlerinin kendi özel hayatlarında dinledikleri farklı tarzdan toplulukların kendi fikirlerine etki etmesi, müzik dünyasında olgunlaşma süreci ve plak şirketlerinin de aynı düşüncede yer aldığının bir göstergesi olan “para” diye özetlenebilir. Ama para konusunun çok dar bir çerçevede düşünülmesi gerekir, çünkü bu tarz özgür müzisyenlerin kendi dinledikleri doğrultusunda farklı ve özgür bir anlayışla üretim sergilemeleri saf bir değişimi de beraberinde getiriyor. Kimi topluluk bu farklılaşma sürecinde olgunlaşarak daha da nitelikli duruma geçebiliyor, kimi topluluksa daha yer altında kalıp ken-
UNIROCK ÖZEL di kazandıklarını müziğe yatırıp değişimi de böyle yaşayabiliyor. Bu uğurda minör şirketlerden ayrılıp majör şirketlerle anlaşmaları da bir anlamda kaçınılmaz oluyor. Doom Metal’de gözlemlenen ilk farklılaşma süreci de yine 1990’larda baş gösteriyor. Yer altında filizlenen Candlemass etkileri taşıyan sade doom metal topluluklarına karşılık “Funeral Doom Metal” olarak lanse edilen farklı farklı topluluklar (Funeral ve Skepticism örnek olabilir.) ise değişimden fazla etkilenmeyen, hep aynı tarz kaliteli eserler üreten bir düşünce de sergiliyorlardı. Bunlar arasında daha majör bir topluluk olan My Dying Bride’ın “Turn Loose The Swans” çalışması klasik doom metal kalıplarında dururken hemen ardından gelen “The Angel and the Dark River”da farklılaşma süreci hemen kendisini belli ediyordu. “34.788%...Complete” gibi tarihinin en radikal değişimi sergileyen çalışması ise My Dying Bride sevenlerini hayretlere düşürmüştü. Aynı düşünce Paradise Lost için de geçerliydi. “Lost Paradise” ve “Gothic” adlı başyapıtlarla doom metal ve gothic metal’in sınırlarını çizen topluluk “Draconian Times” çalışması ile Metallica etkilerini gün ışına çıkarıyordu ki ardından oluşturdukları “One Second” ile çok değişik nehirlere daldılar ve tarihinin en köklü değişimini de 1999 yılı albümü “Host” ile yaşattılar. “Host”da bırakın doom metal sularında yüzmesini bestelerde bile gitar tınılarını duyamıyordunuz.
Tamamiyle “synth pop” ve Depeche Mode ekseninde gezen besteleriyle topluluk büyük bir cesaret örneği göstermiş, o zamanki şirketleri olan Music For Nations’dan ayrılıp daha majör bir şirket olan EMI’ya bir geçiş yapmışlardır. Türk dinleyicilerin duygularına hitap etmesini çok iyi bilen Anathema’da bu değişimden nasibini almıştı. Grubun ilk dönem yapıtlarına bakıldığında eski tarz doom metal örnekleri sergileyen bu topluluk “Eternity” ile daha düz vokallere geçiş yapmış ve müziklerinde yoğun bir Pink Floyd etkisi hissedilmiştir. “Alternative 4” ile bu sürmüş ve “Judgement” ile yine bu düşünce tasdiklenmiştir. Aynı şekilde Moonspell’de “Irreligious”la gothic/black metal sularından sıyrılıp Type O’Negative ve Depeche Mode gibi gruplardan etkilenip tarihinin en farklı ürünü “Sin/Pecado” ile dinleyicilerinin karşısına çıkmıştır. Fernando Ribeiro’nun o dönem röportajları incelendiğinde bu değişimin kaçınılmaz olduğunu belirtmiş ve bunun bir büyüme süreci olduğunu da söylemiştir. İsveç’in en kaliteli topluluklarından birisi olan Katatonia ise “Brave Murder Day” gibi karanlık ve sert bir çalışma yarattıktan sonra stoner rock olarak adlandırılan ve içine The Cure gibi sıra dışı bir grubun melankolik ve daha karanlık tarafını ekledikleri “Discouraged Ones” ile yine farklı dünyalardan seslenmiştir. Bu albümün düz yapısı bir sonraki “Tonight’s Decision” ile bozulmuş, bunun tek sebebi ise Dan Swanö olarak gösterilmiştir. Dan Swanö gruba öyle bir aşı yapmıştır ki daha sonraki yaratılacak eserlerde grup ondan etkilenerek inanılmaz kalitede nitelikli çalışmalar ortaya çıkarmıştır. 1990 dönemindeki büyük doom metal gruplarından bayan vokalli iki önemli topluluk var-
dı. Bunların ilki Theatre Of Tragedy’dir. “Velvet Darkness They Fear” gibi bir doom metal klasiği yarattıktan sonra daha düz ve yalın olan “Aégis” albümünü yaratmaları insanlarda şaşkınlığa sebep olmuştu. Yunan mitolojisinden etkilenen şarkılarıyla grup düz bir melodi yapısını benimsemiş Liv Kristine’nin yanında Raymond’un o pek hissiyat taşımayan vokalleri de çok eleştirilmişti. Bu tarzda ikinci bir grupta The Gathering’di. “Nighttime Birds” ile hüzünlü yüreklere bir acı daha yükleyen bu topluluk 1998 yılı çalışması “How the measure a planet?” ile tarzından oldukça uzaklaşmış ve hayranlarını şaşırtmıştır. Bu kadar değişim örneği içerisinde bu farklılaşmanın türdeki majör toplulukları esir alışı aynı bir zincirin parçalarını anımsatıyor. Bu kadar tesadüf yoksa birkaç yıl içerisinde nasıl bir araya gelebilirdi? Değişimden nasibini almış bu gruplar ya vokallerini radikal bir yönde değiştirmişti veya müziklerinde oldukça köklü bir yapıyı yerinden oynatmıştı. Bunun 1990’lı yıllara denk gelmesi ise birçok topluluk arasında yarışa da sebep olmuştur. Kimi topluluk nitelikli eserler ortaya çıkarmış kimisi de yoğun eleştirilere sebep olmuştu. Bu düşüncenin can damarı ise fanlarını kaybetme korkusuydu. Yukarıda adı geçen her topluluk bunu yaşamış kimisi de yeni dinleyiciler kazanmıştı. Amorphis ise belki bu eleştirilerin en ağır olanına sahipti. “Elegy” sonrası 3 sene ara veren topluluğu ülkemiz dinleyicileri bir anda kenara bırakmıştı. Bir sonraki durakta grup neden bu kadar eleştiriye uğradı, bu eleştiriler haklı mıydı?
KALEVALA’YA ELVEDA, “TUONELA”YA MERHABA Adını Fin Mitolojisinde “ölülerin krallığı” anlamına gelen “Tuonela”dan alan Amorphis’in 1999 albümü grubun 3 sene sonunda oluşturduğu farklı bir çalışma olarak müzik tarihine geçti. “Kalevala’dan ekmek yiyorlar”, “Acaba diğer grupların dâhil olduğu değişim sürecinde bu grupta mı yer alacak” düşüncelerine aniden son vermişlerdi. Pasi Koskinen “Tuonela”nın şarkı sözlerini tek başına yazmış ve grup bu sayede Kalevala destanına elveda diyordu. Bu sebeple yersiz eleştirilerin sonunda noktayı ister istemez koymuşlardı. Bir değişim sürecinde Amorphis’in bu albümde önceki çalışmalarına göre kendi müziklerini ters yöne çevirdiğini dinleyince hissediyordunuz. “Tales from the Thousand Lakes” ve “Elegy” ile bir bütünlük sağlanmıştı fakat “Tuonela” ile hem liriksel açıdan hem de besteler açısından grubun önceki eserlerini tekrar etmeme düşüncesi ortaya çıktı. Önceki iki albümün muhteviyatında var olan ağır melankolik pa-
UNIROCK ÖZEL
sajlar devam ediyordu fakat bu çalışma tamamiyle Katatonia’nın Stoner Rock/Metal albümü “Discouraged Ones” gibi etkiler barındırıyor ve içerisinde birçok yeniliği de taşıyordu. Bu yeniliklerden en önemlisi ise o güne kadar Dream Theater (bkn. “Another Day”) haricinde pek denenmeyen “heavy metal içerisinde saksafon kullanımı”nın Amorphis tarafından cesurca sergilenmesiydi. Topluluğun bestelerine baksanız sırıtmayan fakat bununla beraber oldukça başarılı olan, yoğunlukla en çok eleştirilen noktalardan birisine de tekabül eden bir yapıyı kullanmışlardı. İlk iki çalışmaya göre sound daha yumuşatılmış ve Pasi Koskinen’in tümü temiz vokallerinden (sadece “Greed” adlı şarkıda brütal vokal denemişti) oluşan bir albüm vardı karşımızda. Tomi Koivusaari brütal vokal yapmaktan sıkılmış olduğundan böyle bir karar vermişlerdir kendi aralarında. “Tuonela”ya getirilen en yoğun eleştirilerden birisi de müziğin sertliğinin olmaması problemiydi ki aslında bu tarz yaklaşımların çokta önemli olmadığını düşünmekteyim. Eğer bir müzik dinleyicisiyseniz bestelerin sertliğinden çok içindeki melodilere, onun nasıl işlendiğine değer verir, önemsersiniz. Ülkemiz heavy metal dinleyicilerinin “müziğin sertliğine” önem verdiği açıktır fakat onun genelinde yer alan bir başarılı bir müzikal çerçeveyi görmezden gelip albüm hakkında olumsuz yorumlarda da bulunabilirler. Oysa Paradise Lost’un “Host”u ne güzeldir fakat elektronik müzik diye bütün müzikaliteyi ayaklar altına alan bir düşünce tarzı da maalesef ki zamanında çokça okuduğumuz karşılaştığımız fikirlerdendi. Aynı durum elektronik müzik ile içli dışlı olmasa bile Amorphis “Tuonela” için de geçerli. Daha çok etkilerini Celestial Season’ın ve Kyuss’un stoner rock dönemlerinden alan, bunun içerisinde yoğun melodik yapının inşa edildiği, progresif
yapının azaltıldığı düşüncesinin aksine daha da yoğun kullanıldığı, folk yapının biraz geriye çekildiği, yenilikçi ve başarılı bir çalışmadır “Tuonela”. İlk beste “The Way”e dikkat edildiğinde Esa Holopainen’in gitar melodilerinde daha önceki Amorphis albümlerinde duyduğunuz hissin aynısını yaşatır size. Bu şarkıda klavyede daha önce grupta çalmamış Santeri Kallio ismi dikkati çeker. Kendisinin seçtiği o düşsel klavye tonu şarkıya derinlik yaratmakla kalmaz adeta şarkının geneline hâkim bir görüntü sunar. “Morning Star” adlı şarkıda en çok eleştiri alan bestelerden birisidir, oysa dikkat edildiğinde bu çalışmada da o derin klavye tonları şarkıyı farklı hale getirir. Şarkının hemen başlangıcındaki modern gitar melodileri ardına gizlenmiş o kadar çok detay vardır ki bunu da belirtmek gerekir. “Nightfall”daki kısa saksafon girişi ve akıl almaz melodik süslerle oluşturulan bu şarkı vokal melodileri olsun gitar soloları olsun sizi başka bir dünyaya götürmeye muktedirdir. Pasi Koskinen’in yırtıcı vokalleri arasına saklanmış o dâhiyane hüzünlü gitar pasajları, saksafon melodileri ile bilmem nasıl açıklanır. Albümle aynı adı taşıyan “Tuonela” aynı “Elegy”deki “The Orphan” ve “My Kantele” şarkıları gibi bir etki yaratır. Şarkının sonunda yer alan Anathema benzeri piyano dokunuşları arasında Sakari Kukko’nun öttürdüğü saksafon melodileriyle birleşerek bir klasiğe de imza atıyordu topluluk. “Greed”in hemen başlangıcındaki sitar melodileri ve ardından Pasi Koskinen’in brütal denemeleri “Tuonela”nın en sert şarkısıyla karşı karşıya bırakıyordu dinleyiciyi. Hemen arkasından gelen “Divinity” ise oldukça beğenilmişti ve “Tuonela”nın en duygusal ve progresif çalışmaları arasında yer aldı. “Shining”in güçlü gitar denemeleriyle birlikte “Rusty Moon”daki flüt melodileri “Tuonela”yı iyi bir albüm saymamız için yeter-
li sebepler. “Rusty Moon”a kabaca bakıldığında sadece folk tınıları içermiyor Koskinen’in vokal melodilerinde bile o geleneksel çağrışımları duyabileceğiniz bir yapıyı içerisinde tutuyordu. Bu da Amorphis’in ne kadar ciddi çalıştığının da bir göstergesi oluyor. Kapanışı da “Summer’s End” ile yapan Amorphis bundan sonra ya aynı yapıyı devam ettirecekti ya da “Tuonela” ile başlayan değişimin daha da derinliğine yolculuk yapacaktı. Peki, bunun ortası olabilir miydi?
DEĞERİ VERİLMEMİŞ BİR ALBÜM: “AM UNIVERSUM” İki sene ara verdikten sonra piyasaya sürülen Amorphis’in 2001 yılı “Am Universum” albümü tüm beklentileri olumlu ve olumsuz olarak ikiye bölmüştü. Pasi Koskinen yine tüm şarkıların sözlerini yazmış, o zamana kadar grubun basçısı olarak yer alan Olli-Pekka Laine yerine Niclas Etelävuori gelmiş ve “Tuonela”da misafir müzisyen olarak klavyelerde yer alan Santeri Kallio ise gruba alınmıştı. Pasi Koskinen ise o sıralarda “funeral doom metal” grubu olan Shape Of Despair ve bir black metal grubu olan Ajattara ile yepyeni başlangıçlar yapmıştı. Ajattara grubunda ise “Tales from the Thousand Lakes”den sonra Amorphis’ten ayrılan davulcu Jan Rechberger ve ayrıca Tomi Koivusaari’de yer almaktaydı. “Am Universum”un beklentileri boşa çıkarmasının sebebi ise grubun kendisini tekrar etmesi, aynı beste yapıları kullanılsa bile – “Tuonela” kıstas alınmıştır.- ken-
dilerini geliştirememesi şeklinde yorumlandı. Ama madalyonun öteki yüzü ise bunun tam tersini söylüyordu ve “Am Universum” ile Amorphis “Tuonela”da başlattığı o farklı sentez yapısının biraz daha geliştirilmiş yönünü sergilemekte sakınca görmemişti. Bu ikilem durumunun aksine gün geçtikçe değer kazanan, şarkıları gün geçtikçe anlam ifade eden bir yapıyı da beraberinde getiriyordu. İlk çıktığında pek beğenilmemiş fakat içerisindeki dört veya beş tane beste hakkında “işte bunlar klasik amorphis şarkıları” diye düşündüğümüz de olmuştu. O zamanlarda çıkan hemen hemen aynı tarz popüler metal gruplarının eserlerine bakıldığında çokta başarılı olmadığını anlıyoruz. Anathema “A Fine Day To Exit” ile belirsiz bir yola girerken, Paradise Lost ise “Believe In Nothing”le eski günlerine dönmeyi amaçlıyordu. Sadece Katatonia “Last Fair Deal Gone Down” ile büyük bir işe imza atmıştı. İşte bu zamanda çıkan “Am Universum”, “Tuonela”dan aldığı mirası biraz daha geliştirerek, o zamanki müziklerinde var olan stoner rock etkisini azaltıp içerisine daha fazla progresif elementler getirerek oluşturmuştur bu albümü. “Tuonela”da ortaya çıkan saksafon kullanma sevdası bu albümdeki bestelere daha da nitelikli yerleştirilmiş, Santeri Kallio ise klavyede hammond org tonları bile yakala-
UNIROCK ÖZEL
mıştı. Bu açılardan “Am Universum” “Tuonela”dan oldukça farklıydı ve şarkılar oldukça sertti. Bir “Elegy” kadar değildi ama yine de dinledikçe güzelleşen bir albümdü “Am Universum”. “Alone” bestesi ile yakalanan başarı kendi ülkesi Finlandiya’da büyük bir övgüyle karşılandı ve sevildi. Dinamik şarkı “Goddess (Of The Sad Man)” ve “The Night Is Over”daki groovy gitar riflerinin oluşturduğu sert yapı bundan sonra Amorphis’in sıkça kullanacağı bir tarz olacaktı. Böylesine sert bir soundun arkasına gizlenmiş o hammond org tonları grubun farklılığına da işaret ediyordu. “Shatters Within” tarzındaki şarkıları ise Amorphis çok iyi beceriyordu. Sakin giren gitarların ardından birden patlak veren değeri verilmemiş bir hüzün seli… Pasi Koskinen’in “Shatters Within”in nakaratlarında ve giderek sertleşen vokal yapısında büyük başarı gösterdiği bir gerçek. Özellikle “Under the dying sun it comes, weaving fear but i have none” sözlerini söylerken o kullandığı etkileyici vokal melodileri yoğun hüzne işaret etmekte… “Crimson Wave” ise ilginçtir Jon Lord’un Deep Purple’da kullandığı hammond org tonlarını içerisinde taşıyan ve aniden giren saksafon melodilerinin olduğu ilginç Amorphis bestelerinden birisi. Bu yapıyı bazı müzik yazarları çok komik bir şekilde eleştirmişti. Yok, efendim “Kenny G gibi olmuş” gibilerinden çok yazı okumuştuk önceleri. Evet, belki caz’da kullanılan bu sololar salt caz müzik içerisinde pek eğreti durmaz ama şunu da belirtmek gerekir ki bu topluluk yepyeni bir şeyler deniyor ve üstüne üstlük o soloların derinliğinde katman katman yerleştirilmiş çok ciddi bir progresif yapı mevcut bunu unutuyorlar. Siz bir heavy metal grubu kurun ve bestelerinizin içerisine hem hammond org tonları yerleştirin hem de psychedelic yapının içerisine caz’da kullanılan o saksafon sololarını kullanın, kolay bir iş değil bunlar, elbette bir yaratıcılık gerektiriyor ama maalesef bu tarz komik eleştirilerde gelebiliyor çoğu zaman. Gelelim “Veil Of Sin”e…
Bu şarkı “Crimson Wave” kadar eleştirilmemiştir. Ancak bir şarkı bu kadar mı güzel olabilir dedirtircesine haykırırsınız dinlerken. Gitarsız rock grubu Morphine’ın kullandığı bariton saksafon tonlarının bir benzerini de Amorphis bu şarkıda kullanmış. Bir “The Orphan”dan bir “Tuonela” şarkısından hüzün yaratma bakımından hiçbir farkı olmayan oldukça değişik bir beste. Dalıp gitmemek içten değil gerçekten. “Am Universum”u ayakta tutan bu isimlerini saydığım bestelerdi. Birde sonlara doğru yer alan “Captured State”in başlangıcında kullanılan o büyüleyici yapının da unutulmaması gerektiği düşüncesindeyim. Amorphis bu çalışmayla gelecekte oluşturacak ve yeniden yapılandıracakları sert progresif metal serilerinin bir anlamda başlangıcını yapıyordu. 24 Mart 2002 tarihinde de Amorphis Türkiye’de bir konser vermiştir. Genellikle “Elegy” ve “Tales from the Thousand Lakes”den şarkılar yorumlayan grup Türkiye’den de birçok enstrüman satın alıp ülkelerine götürmüştür.
İKİ ARADA BİR DEREDE: “FAR FROM THE SUN” Daha önce “Elegy’de kullandıkları yoğun oryantal yapı, “Tuonela’daki o saksafon geçişleri, bu yapının biraz geliştirilerek korunduğu “Am Universum” gibi değeri verilmemiş çalışmalarla grubun müziği ne kadar çeşitliydi bunu dinledik ve hissettik. Ülkemizde ise “Elegy”den sonra Amorphis’in dinlenme oranında
azalma görülmüştür. Bunun aksine değişime rağmen ilginçtir ki Anathema, Katatonia, Moonspell gibi topluluklar ise genel olarak dinleyici sayılarını arttırmışlardır. Oryantal melodileri kullanan Amorphis’in ülkemizde dinleyici sayısını azaltması açıklanamaz bir durum. Diğer topluluklardan Anathema yoğun melankolik müzikleriyle çok sayıda fanı kendisine çekerken aynı melankolikte bir Amorphis’in soğuk bulunması, müziklerinin dinleyici tarafından tekdüze olarak nitelendirilmesi ve değişim uğrunda kaybetmesi birçok dinleyicinin de kendi müziklerinden bihaber olmasına yol açtı. Heavy metal’de daha önce açıkladığımız gibi bir dönem “müzikal değişimler” çılgınlığı yaşanmıştı ve bunun en büyük zararlarından birisini Amorphis çekti. Tekrar eski hayranlarını kazanması zor gözüküyordu, çünkü artık çok farklı yönden besleniyordu grubun müziği. Death metal fanları topluluğu bir kenara iterken Progresif Metal dinleyicisi de tam olarak kabullenememişti. Peki, ne olacaktı? 2003 yılında “Far from the Sun” ile yepyeni bir başlangıç yapmaya hazırlanan Amorphis yine kadro değişikliği yaşamış, grubun kurucularından birisi olan Jan Rechberger Pekka Kasari’nin yerine gruba dönüş yapmıştı. Sözlerinin yine Pasi Koskinen’e ait olduğu “Far from the Sun” Amorphis diskografisi içerisinde pek parlak durmaz. Sanki öylesine çıkarılmış, aceleye gelmiş, üstünde biraz daha emek sarfedilseymiş daha iyi olurmuş gibi düşünceleri düşündürten
UNIROCK ÖZEL bir yapıya sahiptir. İlk çıktığında pek kimse oralı bile olmamış hatta büyük bir kitle ise böyle bir grubun hala üretim yaptığından bile haberdar olmamıştı. Hiç heyecan yaratmayan “Far from the Sun” önceki iki çalışmasıyla uzaktan yakından pek alakası olmayan bir sounda sahipti. Sadece “Am Universum”daki “Crimson Wave” isimli beste bu yeni albüm için ipucu niteliği taşıyordu, onun dışında pek benzerlik bulamazdınız. Kapağında ise Norveç mitolojisinden bir çekiç figürünü kullanan grup şirketleri Relapse’den ayrılıp daha majör bir şirket olan EMI ile anlaşmıştır. O zamanki müzik medyası bu birlikteliği yanlış algılamış bunu grubun negatif müzikalitesi ile paralel düşünüp öyle yargılamıştır. O dönemde bu albüm hakkında yazılan kritiklere baktığınız vakit negatif düşünceleri apaçık görebilirdiniz. Aynı durum 1999 yılında Paradise Lost’un EMI ile anlaşması sonucu da başına gelmiş ve o yıl çıkardıkları “Host”, Non Serviam (müziği bilen ünlü bir müzik yazarı tarafından kritik edilmişti) ve birkaç dergi hariç yerden yere vurulmuştu. Hatta bazı müzik organları tarafından “kötü bir Depeche Mode taklidi” yakıştırması da kullanılmıştı. Ama tabii görünen köy kılavuz istemezdi, yurt dışında iyi eleştiriler alan “Host” albümü kalite bakımından ne kadar üst düzeydeyse o yanlış algılanan ve talihsiz kritiklere kurban giden “Far from the Sun”da o kadar iyiydi. Sadece dinleyicisi onları bırakmış ve unutmuştu, yıllar sonra bu albümü dinlemiş olan dinleyicilerin suratlarında hafiften bir tebessüm bile görebilirdiniz. “Far from the Sun”ın soundu öncekilere nazaran daha çiğ ve daha kirliydi. Bestelerdeki melodik yapı aynen devam ediyordu fakat klavyeci Santeri Kallio’nun seçtiği o zengin tonların ardı arkası kesilmiyordu. Bir yandan Deep Purple’ın o eski Jon Lord’un org melodilerine göz kırpıyor bir yandan ise 1990’ların sonunda genellikle Progresif Metal gruplarının kullandığı o klasik tonlara geçiş yaparak bizi şaşırtıyordu. Pasi Koskinen ise her zamankinden daha yırtıcı ve kirli vokalleriyle başarılı bir grafik çizmişti. “Day of Your Beliefs” daha önceki albüm açılışlarında kullanılan şarkılardan pek farklı bir özelliği yoktu, yine etkileyici yine defalarca dinlenesi bir özelliğe sahipti. “Planetary Misfortune” ise klasik Amorphis sound’undan farklı bir şarkıydı. “Evil Inside” ve “Morning Soil”un melodik ve kirli soundu, “Ethereal Solitude” ve “God of Deception”ın durağan ve melankolik atmosferi ile birleşmişti. “Killing Goodness”deki yoğun klavye bombardımanı ve aksak davul ritimleri sayesinde Amorphis iyi bir Progresif Metal grubu olduğunu da cümle âleme göstermiş oldu. “Higher Ground”un hemen başlangıcında yer alan yoğun folk melodileriyle de “bizi eleştirenlere çok iyi cevap veriyoruz.” tarzında bir göndermede de bulunmuşlardır. “Far from the Sun”ın ardından topluluk çok radikal değişimlere girecekti. Onların istediği eski günlerini tekrar yakalamak, iyi bir silkinmek kendine gelmekti. Bunu da çok iyi başaracaklardı…
MELANKOLİK BİR ÜÇLEME 1. “ECLIPSE” “Far from the Sun”ın ardından sessizliğe gömülen Amorphis’te yaprak dökümleri baş gösterir. Grubun vokalisti Pasi Koskinen Amorphis müziğinin yumuşadığını belirterek topluluktan ayrılır. Kendisi daha sert ve daha karanlık bir müzik yapmak istemektedir. Zaten Ajattara’da Black Metal, Shape Of Despair’de ise eski tarz doom metal örnekleri sergiler. Bu grupların dışında kendisini To Separate the Flesh from the Bones’da da görürüz ki bu grupla da death/grind’ın çok vahşi örneklerini bile dinletirir bize. 2004 yılında gerçekleşen bu ayrılık grubu çok tetiklemişe benziyor. Tomi Koivusaari’nin 2004 yılında Pasi Koskinen ile Ajattara’nın “Tyhjyys” albümünde çalmasından sonra Amorphis için yepyeni günler başlamış ve çok geçmeden bir vokalist arayışına girmişlerdir. Çok fazla düşünmeden adı ilk Nevergreen olan ve daha sonradan Sinisthra ismini alan bir metal grubunda vokalistlik yapan Tomi Joutsen gruba alınır. Corpse Moles-
ter Cult isminde bir death metal grubunda gitarist olarakta yer alan Tomi Joutsen’in vokal etkilenimlerini Peter Steele (Type O’Negative), Mikael Akerfeldt (Opeth) ve Mike Patton’dan (Faith No More) almıştır. Aynı zamanda söz yazma kabiliyetine de sahip olan Tomi Joutsen’in Amorphis’e gelişi topluluğu yeniden eski günlerine geri dönmesi için bir umut olmuştur. Hem kirli hem de temiz tonlarda(bariton) bir sese sahip olan Joutsen iki farklı vokal tarzını da başarıyla sergiler. Tomi Koivusaari’nin brütal vokal yapmak istememesi Tomi Joutsen’inde bunlarda üstün bir başarı göstermesi kendilerinin en büyük kazancı olmuştur. Değişim sadece vokallerde değil grubun müzikalitesine de yansır. Nuclear Blast’dan çıkan “Eclipse” ismindeki bu albümle hem “Elegy” günlerine dönüş yapacaklar hem de liriksel olarak Kalevala destanına yine geri döneceklerdir. 2006 yılında “Eclipse” ile konsept açıdan çok farklı bir üçleme yaratan Amorphis bunun ilk ayağında Kalevala karakterlerinden birisi olan Kullervo’nun hüzünlü öyküsünü bize anlatır. Burada sadece tek karakter üzerinden oluşturulmuş şarkılardan bahsediyorum. İkinci çalışmada farklı, üçlemenin son albümünde ise karakterlerden esinlenmeyle devam edilecektir. Kullervo hakkında küçük bir bilgi sanırım burada yararlı olacaktır. Sevgiden yoksun büyüyen Kullervo bu süreçte hayatında türlü yanlışlıklar yapan bir karakterdir. Çevresinde ise ona örnek olacak bir kişiyi bulamadığı için de çok zorluk çeker ve yanlış yollara girer, doğru yolu bulamaz. Bir efendi tarafından satın alınır, bu efendi onu yanında çalıştırır, babası ve annesi de kendisi gibi mutsuz bir karakterdir. Sıradan bir günde bir kızla tanışıp geceyi onunla birlikte geçirmesinin ardından onun kendi öz kız kardeşi olduğunu öğrenir. Büyüdükçe yaşadığı olaylardan dolayı ruhu nefretle dolar ve kendisine bir kılıç yaratır, bu kılıç ise bir lanetin de başlangıcı olacaktır. “Eclipse” albümündeki şarkıların sözleri bu hikâye çerçevesinde geçer. Albümdeki sözlerin çoğunu Tomi Joutsen yazmış olup bir esinlenme şeklinde de olsa kendisinin hikâyeye olan bağlılığını çok rahat hissederiz. Klavyeci Santeri Kallio’nun ise bestelerde ön plana geçtiğini görmekteyiz. Holopainen ile birlikte “Eclipse”in neredeyse tamamının besteleri ona aittir. Kapak tasarımı aşamasında ise Travis Smith’le çalışmışlardır. Son dönemde bu ismi pek çok projede görmekle birlikte kendisini daha çok Katatonia’nın albümlerine yaptığı tasarımlarla tanırız. “Eclipse” çıkar çıkmaz büyük bir heyecanla karşılanmış sadece yurt dışında değil ülkemizde de çok beğenilmiştir. Eski Amorphis hayranları grubu bu yeni havasıyla tekrar dinlemeye başlamıştır. Nasıl beğenilmesin ki, ilk çalışma “Two Moons” tam da eski günleri hatırlatır derecede iyi bir şarkıydı. “House Of Sleep” ise artık herkesin dilinde sakız olmuş gibi söylenen Sentenced etkileri ayyuka çıkan bir besteydi. Uykuyu âşıklar için yapılmış bir eve benzeten Kullervo kız arkadaşının düşüncelerini okuyarak şunları söylemiştir. “Az sonra o uyku evinin ev sahibesi olacaksın. Ev sahibesinin büyük kemerini ve kulübenin büyük anahtarını alacaksın. Bunlar, bana vardığında, annemden miras kalacak sana.”* “House Of Sleep”in ardından “Leaves Scar” başlar, burada Tomi Joutsen’in hem brütal hem de temiz vokallerine şahit oluruz. “Born from Fire” ile birlikte albümün en melodik şarkılarından da birisidir. “Under a Soil and Black Stone” ise bir Koivusaari ve Santeri Kallio bestesi olduğundan mutlaka içerisinde progresif tınılar taşımaktadır. Şarkı giderek hızlanmakta ve o eski “Elegy” günlerini de hatırlatmaktadır. “Perkele (The God of Fire)” ise başlangıcındaki folk melodisiyle ve güçlü soundu ile albüm içerisindeki en sert şarkı konumunda yer alıyor. Perkele’nin anlamı ise ateş tanrısı, dolayısıyla Şeytan’ın isimlerinden birisidir. Kullervo, “Ateş açgözlüdür, onu cimrice besleyeceğim. Bugün yemediğini yarın yiyebilir. Açlığı gece boyunca külün altında, közde yaşayacak. Ateş ve duman, onlar, ormanın uçarı ruhudur, ama sis olarak eski yerine geri döner. Ama ben onun uyanmasına izin vermeyeceğim. Gündüz küçük bir yeri yakacağım, akşama kalmadan sönmeye bırakacağım ve bütün gece yanmış yerin yakınında bekleyeceğim.”* der ve “Bir
UNIROCK ÖZEL günde hepsini yakma, fazla açgözlü olma. Gündüz fazla yakma, gece de fazla uyuma”* diye kendi kendine telkinlerde bulunur ve bu sırada da ateş çatırdar, rüzgâr eser ve sis yükselir. Kullervo uyumuştur ve onu Perkele uyandırır. Şarkılarda karakterlerin ismi yer almaz fakat sözlere dikkat ederseniz Joutsen’in yazdığı lirikler bu hikâyeyi yaşatır size. “The Smoke” ve “Same Flesh” şarkıları ise albümün ikinci yarısındaki müthiş bestelerden ikisi ve sanki orta hızdaki bu şarkılar güzel yolculuklara tesadüf olanağı tanıyor. Ardından “Brother Moon” ile fin halk ezgilerini oryantal yapıda kendi müziğine adapte eden topluluk “Elegy”deki “On Rich and Poor” şarkısını anımsatır ve melodilerin tekrar tekrar verilişi de bu hissi size yaşatır. “Empty Opening” ise Kullervo’nun savaşma isteğini anlatmaktadır ve kendisinin “savaşmak” ve “çekip gitmek” düşüncelerinin ikilemine düştüğüne şahit oluruz. “Eclipse” ile Amorphis beklediği ilgiyi dinleyicilerinden görür ve oldukça başarılı konserler verir. Tomi Joutsen’in çok iyi bir seçim olduğu anlaşılmıştır. İlk başlarda dinleyiciler kararsızlığa düşselerde Pasi Koskinen’li Amorphis’ten daha da fazla ilgi gördüğü bir gerçektir. Ve topluluk bundan sonra bir sonraki durakta sessiz sularda yer alacak bize başka bir hikâyeyi anlatacaklardı.
2. “SILENT WATERS” Çıktığında dinleyen herkes aynı duyguyu taşıyordu. “Eclipse”in bir üst noktası, onun biraz daha melodik, daha progresif, daha duygusal ve daha yaratıcı hali. 2008 yılında kendi tarzında müzik dünyasına bomba gibi düşen “Silent Waters”, Amorphis’i dünyaya bir daha kanıtlayan ve daha da açılmasını sağlayan bir çalışma olarak tarihe geçti. Kadroda herhangi bir değişiklik yoktu fakat şarkıların soundundaki ustalık dikkat çekiyordu. Davul tonları ve akustik gitarların sesi çok pürüzsüz geliyor, vokal kayıtları da bir o kadar net duyuluyordu. Eğer orijinal bir cd’den dinliyorsanız bu kazançlara sahiptiniz ve Amorphis bütün her şeyi genel olarak sizin hizmetinize sunmuştu. Bestelerin çeşitliliği Tomi Joutsen’in vokallerindeki nüanslarla birleşmiş, şarkılarda var olan zengin melodik yapı ise progresif ve folk öğeleriyle kaynaştırılmıştı. Durum böyle olunca başarı kaçınılmazdı ve öyle oldu, Finlandiya başta olmak üzere mp3 çılgınlığına rağmen çok sattı. Kapak tasarımı yine Travis Smith’e aitti ve üzerinde Kalevala’da adı geçen “Tuonela nehrinin Kuğusu”ndan esinlenilmiş bir figür kullanılmıştı. “Beyaz kuğular narindir. Onlar pek uçamazlar. Kanatları yok sanırsınız. Sanki kanatlarını gizlerler veya gizler gibi yaparlar. Onlar herkese ilham-
lar verir, bir şaire, bir aşığa, bir sevgiliye sözler yazdırır... Çok uzaklara gidemezler, gitmek isteseler de gidemezler... Beyaz kuğudur içinden üzgün olanları sessiz sularda...” Neden bir kuğu? “Eclipse”de Kullervo’nun hikâyesini anlatan Amorphis, “Silent Waters”da da Kalevala’nın ana karakterlerinden birisi olan Lemminkäinen’in yaşamındaki en önemli noktalara değinir. Kalevala’da ismi geçen Pohjola adındaki yerde kraliçe olan Louhi’nin bakire kızı kaybolmuştur. Yine Kalevala’da ismi çok anılan demirci ile sözlenmiştir. Destanın diğer bir ana karakteri olan Väinämöinen yolda bu bakire kızla karşılaşır ve onunla evlenmek istediğini söyler. Bazı şartlarda kabul edeceğini söyleyen bakire kız, Lemminkäinen tarafından da merak edilmektedir ve kraliçeye kızını sorar, ama kraliçe kendisinden Tuonela nehrindeki kuğuyu öldürmesini ister. Çünkü kuğu bu dünya ile öteki dünya arasında bir köprü görevi görmektedir. Lemminkäinen ise bu istenileni gerçekleştirmek için yola koyulur ama karşısına çıkan bir avcı tarafından vurulur ve cesedi Tuonela nehrine saçılır.
Annesi ise cesedinin parçalarını toplar ve kendisini hayata döndürür. Hikâyenin yüzeysel olarak konusu bu şekildedir ve bu hikâye Kalevala’nın sadece küçük bir kısmına tekabül eder. Hikâyenin ana öğesi de bir kuğudur ve “Silent Waters”ın kapağında yer alan kuğu da bu bağlamda ölümü beklemektedir. “Silent Waters”ın açılış şarkısı “Weaving The Incantation” hikâyede yer alan büyüleri anlatıyor. Büyüler Kalevala destanında oldukça fazla kullanılır ve genellikle bir olayı engellemek için veya bir yerden başka bir yere göç etmek amacıyla yapılır. Tomi Joutsen’in olağanüstü brütal vokalleriyle bezeli bu açılış şarkısı yapısı itibariyle de Opeth’in son dönem çalışmalarını anımsatıyor. “A Servant” ile yine dinamik yapılı bir Amorphis şarkısı dinledikten sonra albümün isim şarkısı olan “Silent Waters”da Sentenced etkilerini hissederiz. Garip bir durumdur ki son yıllarda çıkan Amorphis albümlerine bakın çıkış şarkısı hep Sentenced etkili oluyor. “Eclipse”deki “House of Sleep”in hemen hemen aynı ritimlerde düzenlenmiş hali gibidir bu. Bir diğer şarkı olan “Towards
UNIROCK ÖZEL And Against”in ise burada diğer çalışmalara nazaran daha ayrıksı durduğu bir gerçek. Bu da Amorphis’in bu albümde çeşitlilik arz eden besteleri oluşturmasından kaynaklanmakta. Bir Santeri Kallio bestesi olan “I Of Crimson Blood”un ise o harika tuşlu melodileri yanında çok ağır bir hüznü içerisinde taşıması, şarkının hemen başlangıcında yer alan bu melodileri ilk defa böyle melodik oluşturması ve öyle yerleştirmesi takdire şayan. “Her Alone”un ise daha önceki Amorphis yapıtlarında yer alan “Shatters Within” ya da “Divinity” gibi şarkılardan pek farkı yok, direkt olarak kalbe hitap eden kusursuz çalışmalar bunlar.
Joutsen’in sade vokalleriyle de etkisi bir kat daha artan folk etkili “Enigma”, Kalevala, Fin kültürü ve liriklerde çok etkilenilen şamanizm’in beraber harmanlandığı “Shaman” adlı şarkı “Silent Waters”ın farklı yüzleri olarak gözükmekte. Hikâyedeki kuğunun ölüm bekleyişini anlatan “The White Swan” ise şarkının sonlarına doğru daha da etkili hale bürünüyor. Joutsen’in brütal vokal dersi verdiği bu eser Santeri Kallio’nun duygusal notaları eşliğinde sonuca varıyor. Albümün son çalışması ise “Black River” adını taşıyor, bu çalışmayı da “Silent Waters”daki en değişik beste olarak düşünebiliriz. Bunu yaratan da yine Kallio’nun o tuşlu melodileri ve büyüleyici klavyesi. Ritimler açısından ise Viyana bölgesinin vals danslarında kullanılan o değişik ritimleri de anımsatmıyor değil. Joutsen’in vokal melodileri de bu şarkı için farklı yazılmış gibi gözüküyor. Albümün bazı baskılarında “Sign” isimli bir şarkı da mevcut, bunu da bize verilmiş en güzel hediye olarak görmekteyim. Grup “Silent Waters”la hem eski günlerine, dolu dolu konserlerine geri dönmüş hem de Amerika dâhil bir sürü festivallerde boy göstermiştir. Burada önemli olan bir nokta var ki, o da daha önce “Tuonela” ve “Am Universum” gibi ortada kalmış yapıtlarla progresif metal dinleyicisi tarafından ellerinin tersiyle itilen bu topluluk, “Silent Waters” ile birden kucaklanmış, hatta en iyi progresif metal festivallerinden birisi olan ProgPower USA’e bile katılmıştır. Riverside, Andromeda gibi toplulukların arasında “headliner” olarak sahne alan Amorphis, klasik melodik death metal kalıplarından sıyrılarak kendilerini çok iyi geliştirmiş ve bu sayede bir progresif metal grubu olarak anılmaya da başlamıştır.
3- “SKYFORGER” Finlandiya topraklarının bu kadar yalnız olduğunu bilirdim de bu beyaz zambaklar ülkesinin böylesine ağlatacağını, puslu pencerelerden uzaklara baktıracağını tahmin edemezdim. Öylesine, delirircesine uzaklara kaçıp gitmek istemek gibi, bırakılmış, saf dışı edilmiş öksüz duyguların insanı titretircesine ya-
payalnız bırakması bu gökyüzünün bu dünyanın insanlığa bahşettiği en kötü anlardan birisi olmalı. Belki de yeşillerin, mavilerin ve buzulların olduğu apayrı bir dünyada yaşamaktır önemli olan, onlar gibi, onlar gibi farklı düşünerek kilometrelerce uzaktaki bir canın yüreğine daha ulaşabiliyorsa bir kalp orada bir ağaç mutlaka gökyüzüne doğru yeşerecek ve hayatını mutlu bir şekilde geçirecektir. Skyforger bir şiirdir, içerisinde bir sürü kalp yaşar, üçlemenin son ayağı da denilebilir tabii bir sonra gelecek çalışmalarında devam etmezlerse. Ama şimdiye kadar verdikleri röportajlardan anladığım kadarıyla üçleme olduğu kesin ve bundan sonra eğer karar değiştirmezlerse Kalevala’yı son hissedişimiz de olabilir. 2 Haziran gibi güzel bir günde çıkan 2009 yılı Amorphis albümü “Skyforger” müzikalitesi ve yenilikçi tavrıyla grubun hem sevenleri tarafından hem de onları tanımak isteyen dinleyiciler tarafından sıkı bir şekilde sahiplenilmiştir. Bu sahiplenmenin sebebi çok açık, çünkü kendileri çok samimiler, şarkıların tınılarını duyduğunuz vakit içiniz ısınıyor, gülümsüyor, hüzünleniyor ve insana ait duygusal açıdan her şeyi yaşatabiliyor size. Grubun bu hale gelmesinin en büyük sebeplerinden birisi de içtenlik ve sevenlerini bırakmak istememesinden kaynaklanmakta. Çok farklı yollara girecekken aynı yoldan gidipte farklı açılar sergilemeleri takdire şayan. Kadro bu yeni çalışmada da korunmakta olup müzikal açıdan “Eclipse”e göre daha çeşitli “Silent Waters”a göre ise biraz daha yenilik arz eden bestelerle doludur. “Skyforger”, “Silent Waters”ın izinden gider gibi gözükse de ayrıldığı noktalar da fazla. En açık örneği ise bestelerde hissedilen caz dokusunun var olması ve Koivusaari’nin ilk defa kullandığı kesik kesik thrash riflerinin kullanılmasıdır. Bu öğeler bir açıdan kendilerini yenilemek gibi görülebilir, çünkü daha önceki çalışmalarda kullanmadıkları yapıyı kullanmış olmaları böyle düşündürmeye sevkediyor dinleyiciyi. Yine önceki albümlerinde olduğu gibi folk öğeleri devam etmekte Santeri Kallio’nun o artık kendine özgü tavrı da daha iyi belli olmaktadır. Bu albümde kullanılan sözler Finli şair Pekka Kainulainen’e aittir. Kapak tasarımını yine Travis Smith’e yapmıştır fakat ilginçtir bu kapaktaki
figürler A Static Lullaby’nin “Faso Latido”nun albüm kapağında kullandığı öğelere çok benzemektedir. Bu bir üçlemenin son ayağı demiştik ve bu yolda kendilerinin bize anlatacağı hikâyelerde oldukça çeşitli. Kendileri Kalevala’nın ana karakterlerinden bir demet sunuyorlar bize. Demirci karakter Ilmarinen’in hikâyelerini ve onun yaptığı ürettiği değirmen Sampo’dan bahsederler, onun gökyüzü kubbesi ustası (“Skyforger”ın kapağına ve ismine dikkat edin.) olduğunu anlatırlar. Yine Ilmarinen’in sözlendiği gelinden, onların Kalevala’ya çıkışlarından söz ederler. Pohjola’dan, kuğunun tüylerinden, nefretten, cennetten, nehirden bahsederler, kara nehirden.
UNIROCK ÖZEL Kalevala’nın demirci karakteri Ilmarinen’in yarattığı “Sampo” isimli değirmen Amorphis’in bu albümünün giriş şarkısı olmuştur. Bu sihirli değirmen karakterler arasındaki çatışmada parçalanır ve daha sonra yeniden yapılan bir “Sampo” bütün insanlığa umut getirir. Yukarıda bahsedilen değişimin en radikal olarak hissedildiği Amorphis şarkısıdır. Oryantal yapı üzerine sentezlenmiş caz dokusu, kesik kesik thrash rifleri şarkıya progresif bütünlükle işlenmiş. “Silver Bride” ise Ilmarinen’in karısının vahşi hayvanlarca öldürülüşü üzerine onun altından bir heykelini yapması üzerinedir. Grubun myspace sayfalarına ilk bu şarkı konulmuştur. Albümde ise myspace’e konulan versiyonundan farklı bir girişi vardır. “From The Heaven Of My Heart” ise son yılların en etkileyici Amorphis şarkısı konumundadır. Bırakın son yılları Amorphis tarihinin en başarılı şarkıları sıralaması yapılsa ilk beşte rahatlıkla yer alabilecek derecede tehlikelidir. Tomi Joutsen’in farklı tonlardan söylediği bu şarkı bir ağıt değildir de nedir? “Sky Is Mine” ise sanki “Eclipse”den fırlamışcasına hali çok şaşırtıcı, sanki o dönemden kalma bir eser gibi duruyor. Klavye solosu mükemmel olan şarkının sonlarına doğru “The sky is mine, this sword is mine, this fate is mine, this miracle, mine” sözleri çok iyi oturmuş. “Ma-
jestic Beast” Tomi Joutsen’in bu albümden en çok sevdiği şarkı olup vokaller açısından Mikael Akerfeldt’i hatırlatan, melodi bakımından ise üst üste yerleştirilmiş klavye ve gitar düzenekleriyle sert, akıcı, dinamik progresif bir şarkı konumundadır. Santeri Kallio’nun klavye tonları ise Opeth’ten Per Wiberg’in kullandığı tonlara benzemiş. “My Sun” ise burada “From The Heaven Of My Heart”dan sonra kalp yaralayan ikinci şarkı. Klavye/piyano bölümleri ve Joutsen’in o kalp kırıklığına uğramış insandan çıkarcasına vokalleri hüznü iki katına çıkarmaktan başka bir işe yaramamış. Kendisi bu şarkıyı söylememiş adeta karşısındaki insana yalvarmış. “Highest Star” ise ilk defa grubun kelt müzik melodilerini kullandığı bir şarkı olmuş. Mid-tempo giden bir şarkı ama aniden hızlanan bir yapıyı da beraberinde getiriyor. Korolarla beraber Joutsen’in yine şiirsel yapıdaki yumuşak vokalleri iç titretmekle eşdeğer. Holopainen’in gitar solosu ve Likka Kahri’nin üflediği flüt melodileri ise nefis. Aynı adlı “Skyforger” ise kusursuz bir beste. Yine melodik yine akustik tatlı bir Amorphis şarkısı. Kallio o akustik tınlar arasında çok ince işçilikle takdirimizi alıyor. Yavaş ritimlerle beraber Tomi’nin vokallere katılmasıyla şarkı sertleşiyor. Albüme adını veren bir şarkı olarak sıradan gözüken ama Joutsen’in yine farklı tonlardan söylediği bir şarkı da olarak enfes bir çalışma diyebilirim. Son iki dakikasına girerken de şarkı farklı bir kimliğe bürünmekte. “Course Of Fate” ise albümün gizli canavarlarından. İlk başta orta hızda, fazla derinliği yokmuş gibi gözüken şarkı birkaç dinlemede kendini ele veriyor ve nakaratların güzelliğini keşfediyorsunuz. “From Earth I Rose”a gelindiğinde ise folk yapısı üzerine inşa edilmiş dehşet bir beste diyebilirim. Amorphis altınları en sona saklıyor. Joutsen’in o hırçın brütal denemelerinin bir parçasını burada dinliyoruz ve şarkı folk melodilerine Joutsen’de temiz vokallerine dönüyor. Burada icra edilen vokaller, nakaratlardaki sözlerle beraber çok etkileyici olmakla beraber şarkının sonu ise bir harika duruyor, bu harikalığı yaratan ise tabii ki Santeri Kallio. “From Earth I Rose” bir önceki albümün kapanış çalışması “Black River” derecesinde farklılığa sahip. Bu şarkı neden iyi? Çünkü Amorphis’in şimdiye kadar denediği her şey bu tek şarkıda toplanmış gibi. İlk dinlemede hiçbir şey hissetmeyebilirsiniz sonraki dinlemelerinizde bu açığa çıkar. Albümün farklı basımlarında ise “Godlike Machine” yer almaktadır. Amorphis’in kurulduğundan bu yana insanlara yaşattığı duygular o kadar fazla ki. “My Kantele”, “Black Winter Day”, “Alone”, “Tuonela”, “Divinity” gibi eserler her birimizin yaşantısında özel anları hatırlatır gibi duruyor. Onlar daha da büyümeye kararlı gibi gözüküyor. Finlandiya topraklarının bu kadar yalnız olduğunu bilirdim de bu beyaz zambaklar ülkesinin böylesine ağlatacağını, puslu pencerelerden uzaklara baktıracağını tahmin edemezdim. Kalplerini cennet sayan tüm Amorphis fanlarına ithaf edilmiştir. * Kullervo’s Story kitabından alıntıdır.
UNIROCK ÖZEL
Yazı SELİM VARIŞLI Fotoğraflar SANEM YÜCESOY
Polonya’nın efsane olma yolunda hızla ilerleyen ve ülkesinin bir diğer büyük topluluğu olan Vader’ı biçok anlamda geride bırakan Behemoth, 12 Mart akşamı 5 sene aradan sonra ikinci kez Ankara’daydı. Dib Sahne’de gerçekleştirileceği duyurulan konser için mekana ilk kez gidiyordum. Işıklandırması başta olmak üzere mekan düzeni küçük club show’lar için şahane görünüyordu. Nitekim Behemoth da bunun hakkını verdi. İnanılmaz bir uyum ve soundla çalarak sahneyi savaş alanına çevirdiler. Grubun soundcheck yapmadan çıkması (biz yapmadılar zannediyoduk ama dışarıdan anlaşılmayan ve uzun uzun tonlama için uğraştırmayan özel bi yöntemle soundcheck yaptıklarını söylemiş camianın üstatlarından biri). Grubun sahnede son albümleri olan Evangelion’la hemen hemen aynı soundu çekmesi, orada bulunan başta müzisyenler olmak üzere izleyicilerde şok etkisi yarattı. Intro’nun ardından son albümden ‘Ov Fire And The Void’ ile olaya girip gazı kesmeden efsanevi parçaları ‘Demigod’ ile devam ettiler. ‘Demigod’ı yer aldığı aynı adlı albümdekinden bile daha güçlü bi soundla dinledik resmen. Mekandaki herkesin grubun bastığı her notayı “örs – çekiç – üzengi” aşk üçgeni üzerinde kökünden hissettiğine eminim. Son albümün yeri göğü inleten parçası ‘Shemhamforesh’ için konser öncesinde “acaba çalarlar mı ki abi” geyiği çeviriyoduk. Çalacaklarsa da bu kadar erken çalmalarını kimse beklemiyordu heralde ki Nergal’in boğuk çığlıklarıyla “this is Shemhamforesh” diye inlemesi bir anda ortalığı karıştırdı. Grup çok iyi düşünülmüş bir playlist hazırlamıştı. En iyi albümlerinin “Demigod” olduğunu tek düşünen ben değilim sanırım ki Shemhamforesh’i takiben Demigod’dan ‘Conquer All’a girdiler. Hani biçok
büyük grup konserlerinin ilk dakikalarında nispeten daha az bilinen ve ilgi çeken parçalara yer verip sonlara doğru hit parçalarını sıralar ya… Behemoth tam tersini yaparcasına en sıkı parçalarını artarda dizip seyirciyi hallaç pamuğu gibi attı. O dakika fark ettim ki adamlar sadece hit parçalarını baştan sonra çalarak 3 saatlik aralıksız bi konser verebilecek kadar çok hite sahipler. ‘As Above So Below’ ile eskilere gitti grup. Hemen ardından yine Demigod albümünden Slaves Shall Serve geldi ki ben bu kadar Demigod adrenaliniyle ağlamak üzereydim artık. Takiben bir önceki albüm “The Apostasy”den ‘At The Left Hand Ov God’ın tüyler ürpertici introsu girdi. Behemoth gerçek bir korku şovu gibiydi. 5 sene önce geldiklerinde izlediğim Behemoth da şahaneydi ama bu konserde izlediğim grubun beş sene öncekiyle aynı grup olduğuna inanamadım. Objektif olmak adına grubun sahne performansıyla ilgili söylenebilecek olumsuz bişey arıyorum ama yok. Grubu dinlendirip davulcuyu laktik asit seline boğan bir drum solo’dan sonra son albümden ‘Alas, The Lord Is Upon Me’ geldi. Esasında ‘Defiling Morality Ov Black God’ veya ‘Towards Babylon’ gibi sınırları altüst ettikleri parçaları da çalıp, mekandaki seyircinin en az yarısını bi daha extreme metal konserine gitmeyecek düzeyde bir doyumun ve jübilenin eşiğine getireceklerini tahmin ediyordum ama grup da aynı şeyi düşünüyor olacak ki bize acıyıp çalmadılar o şarkıları. Sıradaki parça bir başka Behemoth klasiği olan ‘Antichristian Phenomenon’du. İnsanlar artık ağlamaya başlamış, çocuklar ortada başıboş dolaşıp “baba, baba” diye ağlar olmuşlardı. Öyle ayinsel bi havaya bürünmüştü konser. Grup artık yoruldu mu yoksa cidden halimize acıdı da mı çalmaktan vazgeçti bilmiyorum ama playlist’te sıradaki şarkı olan ‘Christians To The
Lions’u atlayıp doğrudan ‘Decade Of Therion’a geçtiler. Aslında bu konserin bu şarkıda bitmesi lazımdı, bize fazla fazla yetmişti, ölen ölmüş kalan sağları toplayıp evimize gözyaşları içerisinde dönebilirdik. Lakin grup üstüne bir de ‘Chants For Ezkaton 2000 e.v.’ patlattı. Tarih üstüne tarih yazılan, atmosferiyle, sahnesiyle, sounduyla, playlistiyle orada bulunan bazı adamların hayatlarında hiç silinmeyecek dakikalar haline dönüşen muazzam bir konserdi. Kapanışı son albümden ‘Lucifer’ ile yaptılar ve resmen sessizce indiler sahneden. Konserden sonra seyirciler arasından tanıdığım biri “Selim bu ne biçim konser bitişiydi abi” dedi ama cevap verecek durumda değildim, bişey diyemedim. Zaten söylenecek bişey de yoktu. Avrupa’da parabolik bir büyüme eğilimi gösteren Behemoth çapında bir topluluğun hala ufak kulüplerde 100 kişilik kitlelere çalabilecek ve karşısında 10000 kişi varmış gibi işini ciddiye alabilecek profesyonelliğe sahip olduğu açıkça ortadaydı. Esasında bu konser hakkında yazmayı düşünmüyordum. Orada bulunan 100 küsur kişiye özel kalsın, bir daha anılmasın, herkes kendi içine gömsün o bir sa-
ati diye düşünüyordum ama bu derece muazzam bir konseri Ankara’da yıllardır izlememiştik. En azından ben Exodus konserinden beri izlememiştim. Ayrıca konserde bulunmayan bazı kişilerin internette “Ankara’da 100 kişi varmış, ölmüş bitmiş Ankara, grup pişman olmuş geldiğine” falan yazdıklarını gördüm. Bir Ankaralı olarak cevap hakkımı izninizle burada kullanıyorum. 100 kişi vardı doğrudur, ama o 100 kişi koca şehre senelerce yetecek bi konser izlediler… Not 1: Bir kez daha inatla vurgulamak istiyorum ki Nergal gerek konserlerde gerekse promo fotolarda falan kafasına gözüne bişeyler takmaktan vazgeçmeli. Konserde de taktı o tuhaf maskeyi. Hiç gereği yok bence. Adam zaten sahnede sadece çaldığıyla bile ömür boyu yetecek karizma ve racon kesti. Not 2: Konsere video kameramla gitmiştim. Dördüncü parçadan sonra Nergal roadie’yi çağırdı ve beni işaret ederek kamerayı kapattırmasını istedi. Nitekim dördüncü şarkıdan sonrasını çekemedim konserin. O dört parçalık kaydı özenle saklıyorum.
Yazı SELİM VARIŞLI Fotoğraflar SANEM YÜCESOY
Yılların Rock Station geleneği, Winter Fest ile devam ediyor. Rock Station Festivali’nin bonusu niteliğindeki bu organizasyon, 6 Mart günü Ankara 312 Arena’da gerçekleştirildi. Çok sayıda yerli grubun yanı sıra Alman Thrash Metal efsanesi Destruction’ın da sahne aldığı festival hakkında, bazı grupları izleyemediğim, bazılarını ise hatırlayamadığım için detaylı yazı yazma imkanım yok. Fotoğraflar eşliğinde kısaca özet geçeyim. Festivalin öne çıkan isimleri Black Tooth, Insizition, Decimation, Thrashfire ve tabii ki Destruction’dı. Katılım özellikle ilk saatlerde oldukça azdı ama gruplar profesyonelce çalıp inmesini bildiler. Zorlu bir kış günü yaşıyordu Ankara. Festivale katılımın beklenenden az olmasının sebebi biraz da buydu sanırım. Organizasyon konusunda klasik Rock Station düzen ve intizamı mevcuttu. Sahnede bazı teknik sorunlar yaşansa da organizasyondan kaynaklanan bir sıkıntı olmadı ve düşük katılıma rağmen özveriyle gerçekleştirdiler festivali. Sözü daha fazla uzatmayıp fotoğraflara bırakıyorum.
MELİS SARILAR
SID VICIOUS: BÜYÜ(YE)MEYEN ÇOCUK When there’s no future how can there be sin We’re the flowers in the dustbin We’re the poison in your human machine We’re the future your future SID VICIOUS, MY PRECIOUS Arıza çift John Ritchie ve Ann Randall’ın !957 yılında Londra’da John Simon Ritchie adında arıza bir bebekleri oldu. Bir süre sonra bu çift ayrıldılar. Ibıza’ya taşınan, junkie olmakla kalmayıp bunu da ticarete döken Ann, 8 yaşındaki oğlunu bir süre sonra sokağa terketti. Çürümüş toplumun hiç büyüyemeyen ergeni Simon’ın psikopatlığının en büyük temellidir bu bence. Daha sonra b’r Ramones fanı olan bu ergen, Johnny Lydon’la (namı değer Johnny Rotten) tanıştı. Bu tanışmayla Sid Vicious barkodu da üzerine işlenmişti. Bu ismin hikayesi de bir gariptir. Pink Floyd’dan ölesiye nefret eden Johnny Rotten (neden bilmem ukala) hamster ının ismini Syd Barrett’tan esinlenerek Sid koymuştur. Bu hamster’ın elini ısırması sonucu ağızdan çıkan “”Oh, your Sid is Vicious” nidası Lou Reed’in “Vicious” şarkısıyla da birleşip bu ismi oluşturmuştur. (“You’re so vicious”) 1976 yılında Sex Pistols kurulduğunda daha 19 yaşındaydı. Sex Pistols’ın piyasaya çıkışı alkışlarla karşılanmadı tabi. Bir anda ortaya çıkan bu serseriler müzik anlayışını yerle bir etmişlerdi. Glen Matlock’un kıçına tekmeyi yemesi sonucunda bas gitar Sid’e kaldı. Bas gitarın b’sini bilmeyen Sid de bu kaosa dahil oldu böylece. Zaten gruptaki hiç bir eleman da müzikte profesyonel değildi. Kakafoni almış başını gidiyordu. AŞK ÖLDÜRÜR Ailemizin dışlanan çocuğu Sid bir süre sonra aynı kendisi gibi ruhsal sorunları ayyuka çıkmış bir junkie olan Nancy Spungen’la tanıştı. Ve “Love kills” tabiri ete kemiğe büründü. Nancy klasik Amerikan groupielerindendi. Eroin bağımlısı olması da cabası. Bir Sex Pistols avlamak için Londra’ya gittiği zaman Sid’le tanışmıştı. Asıl amacı Johnny Rotten’dı fakat sonra Johnny onu reddedip Sid’e bıraktı. Ve böylece bu lanetli aşkın temelleri atıldı, iki değil bir kişi vardı artık ortada çünkü yapışık ikizlere dönmüşlerdi. Aşk ve eroin yüzünden iyice aklını yitiren Sid bir süre sonra Sex Pistols’dan ayrılıp solo proje işine atıldı. Frank Sinatra’nın ünlü şarkısı “My Way”e bir cover yaptı. Şarkının ağzı burnu dağılmıştı. Sid medyanın hop hop hoplattığı bir antikahramandı. Ruh yoktu artık. Anarşi zaten para kazanınca kaybolmuştu, punk dolarlarla zaten ölmüştü. Üzerine de tüy dikmiş oldu işte Sid. Her neyse arızalıkta ve çirkinlikte açık ara birinci Nancy, bu zavallı çocuğun iliğini kemiğini sömürmüştü. Çalkantılarla geçen ilişkileri, Efsanevi Chelsea Hotel’de kalan Nancy’nin bıçaklanmış cesediyle son buldu. Sid de aynı odadaydı. Tutuklandı. Fakat bir şey hatırlamıyordu, her şey uyuşturucunun etkisiyle gerçekleşmişti. 100 numara bu büyük aşkın mezarı olmuştu. (klişe no.5) Bir süre sonra kefaletle serbest bırakılan Sid’in cesedi 2 Şubat 1979’da bir otelde bulundu. Teşhis: Overdose. Karşı çıktığı “sex, drugs and rocknroll” üçlemesine o da takılmıştı işte. Amerika onu da yutmuştu. Well, that’s just the way it goes This city is so cold And I’m ... I’m so-so That’s why I know Baby I was born to lose”
EMRE DEDEKARGINOĞLU
IMAGES
...I know it’s easier to walk away than look it in the eye... Bilmem kaç aylık bir aradan sonra herkese tekrardan merhaba... Evet, buram buram “hatırlamama” koktu ilk cümle... Biraz dalgalı bir döneme girmemden dolayı, dergiye olan katkılarımda biraz köreldi. Projeler, ödevler, sınavlar, jüriler derken öğrencilik hayatı günlerimin büyük kısmını alıyor, dolayısıyla ne yeni albüm sindirecek ne de yeni şeyler dinlemek isteyek kafa kalıyor adamda... Zira bir Progressive Metal yazı dizisi başlatmıştık, ama iki aydır devam edemiyor gördüğünüz gibi... Geçen aya açıklama yapamamıştık, artık buradan ben olaya açıklık getireyim. Progressive Metal yazı dizisi tamamen benim zamansızlık ve dergi işlerimi son iki aydır, ayın son gününe anca yetiştirebilmem sebebiyle iki aydır yazılamıyor. Nisan ayı içerisinde tam kebaplık bir tatilim olacak ve yazıyı tam olarak o ara bitirmeyi planlıyorum. Yazacaklarım, dolayısıyla araştıracaklarım, herşey kafamda planlı ama uygulamaya iki aydır geçemiyor. Tipik mezuniyet dönemine girmiş ve her şekilde “Ne yapacam ben buradan çıkınca?” modunda dolaşan öğrenci hissiyatında olduğumdan ocak ayından beri, dergiye de bir şekilde yansıyor bu durum... Dolayısıyla, yazı dizisindeki gecikmeler için affınıza sığınıyorum. Progressive Metal yazı dizisi kesilmemiştir, devam edecektir. Bu ay da ne yazık ki pas geçiyorum ama gelecek iki aya son dönem gelişmeleri, Avant-Garde Metal tarzı ve adlarını fazla duyuramamış gruplar hakkında kısa bilgilerle yazı dizisini bitireceğim. Geçen sene Haziran ayında da bu köşeye başlamıştım ama son yazdığım bir-iki yazıda belli bir aceleye gelmişlik olduğunu gayette seziyordum. Dolayısıyla bu ay böyle hafif deneysel bir deneme yazısı tarzında birşey çıktı meydana, klavyenin başına geçtim, aklımdakileri direk tuşlara döktüm. :) Her ay üzerine bilmem kaç satır kelam edilecek müzik olayı falan olmuyor takdir edersiniz ki... Sessiz bir ay denebilirdi mart ayı için... Ardarda albümler patlamadı suratımızda, bu sene sonunda sahnelere veda edeceğini açıklayan Scorpions dışında büyük bir gruptan albüm haberi gelmedi, genel anlamda hareketlilik yer altı piyasadaydı. Norveç Black Metal’inin en skandal ismi Varg Vikernes çıkarayak kaydettiği Belus’u piyasaya sürdü ama kendisiyle pek ilgim olmadığından albümü Black Metal severlerin yorumuna bırakıyorum. Eskilerden
Armored Saint’te geçtiğimiz ay albüm çıkarttı ama henüz dinleyemedim. İlgilendiğim bazı grupların albümleri çıktı ve ya nisan ayı içerisinde çıkıyor, artık onları dinlemesi kalıyor inşallah... Geçtiğimiz ay daha çok ülkemizin aldığı hayvani festival haberleriyle kendini hatırlatacak denebilir. Birkaç aydır yolları gözlenen Sonisphere Festival hakkında resmi açıklamalar sonunda geldi. Ülkemizin seksen altı senelik tarihinde görmediği derecede şukela bir olay olacak olan Sonisphere; öncelikle Thrash Metal’in dört devini ve Heaven And Hell görünümlü Black Sabbath’ı bizlerle aynı gün buluşturmasının yanında, uzundur beklenen Rammstein, Alice In Chains, Volbeat, Stone Sour gibi grupları da ayağımıza getirecek olması sebebiyle büyük ilgi görecek gibi gözüküyor. Zira ilk üç hafta itibariyle tribün kombinelerin çoğu bitmiş durumda ve peynir ekmek niyetine bilet satışı yapıldığı söyleniyor. Ardından bu senenin ikinci büyük olayı Unirock Festival’de ultra leş ve abazan ağırlıklı kadrosuna Behemoth’u ve son olarak Evergrey’i ekledi. Behemoth geçen ay buradaydı ama izleyemeyenler için (mesela ben!) iyi bir fırsat olacak. Evergrey’de üç sene önce kursak ettiği İstanbul konserini sonunda telafi edecek. O gün çok sövmüştüm Studio Live kapısında görevlinin Ramiz Dayı misali “İbdal oldu o gardeşşş...” demesi üzerine, teee o kadar yol tep, adamlar son dakikada konseri iptal etsin falan, neyse sinir basıyor hala... :D Unirock zaten bayağı bomba isimler açıklamıştı, görünen o ki tam bir kemik dalak festivali olacak. Yine geçtiğimiz ay içerisinde eskiden kral, artık gariban canım Ankara’mda yapılacak bir festival açıklandı. Nisan ayı sonunda Ankara sınırları içerisinde Cavalera kardeşlersiz Sepultura, canımız cananımız Kreator ve Katatonia konser verecekler. İnanması güç hala... Ankara burası, ülkemin en talihsiz kenti. Ankara dedik, Ankara’dan devam edelim. Geçtiğimiz ay burada bazı etkinliklerde oldu. Önce Rock Station Winter Fest organizasyonuna Destruction geldi ki etkinliği Destruction hayranı editörümüz sizlere aktarmıştır çoktan... Ardından Behemoth geldi, denilene göre kütür kütür çalmış. Ben iki konsere de uygun durumlar olmadığından gidemedim. Behemoth Unirock’a geleceğinden bir nevi telafi edeceğim eksiğimi, zira ülkemize son geldiklerinden beri hayvanat gibi büyüdüler ve hayranları olmasamda sahnelerini görmek isterdim. Ardından canım Ankara’ma The Tea Party solisti Jeff Martin geldi, akustik konser verdi, ona gittim bak... Hani, derler ya, Ankara seyircisi diye... Günümüzde ardından “Ah, vah!” çekerler. Ülkemizin en önemli
&
WORDS ağlayacağız eşşek kadar adam halimizle... Sonrasında imza verme olayına girdi, bende bu konulara pek hevesli biri olduğumdan hemen girdim sıraya, foto çektirdim kendisiyle, imza aldım falan, Jeff Martin’i izledim, mutluyum modunda çıktım mekandan...
forumlarından Düşler ve Kabuslar’da bir konu var, belgeler ve dökümanlarla ‘80ler, ‘90lar ortamları diye... Güven Erkin Erkal, Çağlan Tekil, Doğu Yücel gibi isimlerin yanında o dönemi yaşamış kişilerinde bilgi aktardıkları, hikaye sundukları kitaplaştırılası bir konu... Orada şanı geçer mesela Ankara seyircisinin... Biz göremedik o zamanları tabii, ben ınga bebeydim herhalde... :D Ha, Jeff Martin diyorduk. Tamam, The Tea Party doksanların grubu ama beklerdim ki Ankara’da da fazla ilgi görür. Zira Dib Sahne’ye gittik, adam sahneye çıkacak ama içerisi gayet tenha, dedim “Herhalde izleyeceğim en “kişiye özel” konser olacak.” Jeff Martin olarak değil, The Tea Party olarak gelseler kesin daha fazla bilet keserlerdi ama sonuçta o şarkıları seslendiren adam orada ve gelen seyirci sayısı komedi... Organizatörün iptal etmediğine şükür vallaha.. Neyse, Jeff abim sevilen The Tea Party şarkılarından seçmelerle çıktı sahneye, coştu gürledi, tek akustik gitarla yardı attı. Ses desen aynı CD’lerdeki ses. Konser ilerledikçe de mekan dolmaya başladı ama sorun şu ki, süslü püslü teyzeler amcalar falan, The Tea Party’i “Çay partisi mi, o ney?” falan anlarlar, eminim. Herhalde mekan o sırada gelenleri giriş ücreti alıp, mekana soktu. Akustik konserde bağıra bağıra konuşan insanların Jeff Martin için oraya gelmediği gayet belli oluyordu yani... Neyse, Jeff abim çok tınlamadı durumu zaten, güzelce çaldı, yazın tekrar geleceğini söyledi, seneye arkasında iki eski arkadaşıyla geleceğini de ekledi ki galiba The Tea Party tekrar toplanacak,
Konu nereden nereye geldi. :D Neyse diyelim de bu sene konser trafiği çok fena. Nisanda Flotsam And Jetsam, Draconian, Sepultura, ayrıyeten Profestival Rock var, hatırlamadığım diğer etkinliklerde olabilir. Ardarda şaka gibi konser haberleri patlıyor, Metal/Rock dinleyen kitle ne yapacağını şaşırmış durumda... Birkaç senedir zaten şaka gibi konserler yapılıyor ki zirveyi gördük Sonisphere programıyla, birkaç sene önce bu etkinliklerin olacağı söylense “Hastır len!” derdik. Garip şeyler oluyor, ama aynı zamanda iyi şeyler... Neyse efendim, Word’de ikinci sayfa sonunu bulacak derecede kaptırmışım ben... Kalanı gelecek aylara malzeme artığı olsun. Müzik dolu güzel günler dilerim. Ayın Dinlencesi SADIST – Season In Silence Sadist’i Progressive Death Metal tarzıyla ilgili olan bileceklerdir. Doksanlarda ardarda çıkarttıkları albümlerle birlikte, müziğine getirdiği Progressive/Death/Fusion karışımıyla ve yoğun klavye kullanımlarıyla dikkat çekmişlerdi. 2000 senesinde çıkarttıkları Lego albümüyle biraz alternatif yönlere kaydığı söylense de –söz konusu albümü dinlemedim-, yedi sene aradan sonra çıkarttıkları Sadist ile tekrar köklerine dönmüşlerdi. Season In Silence ise bu dönüşü devam ettiriyor, grup bir önceki albüme göre daha çok sertliğe yönelen bir albümle gelmiş. Yer yer Meshuggah-vari riffler ve ya Melodic Death Metal’den etkilenilmiş melodiler dikkat çekiyorken grubun progresif yapısı da korunmuş. Klavyenin hakim olduğu partisyonlar ve yer yer kullanılan Jazz etkilenimleri de şarkılara farklı bir hava katıyor. Sadist’in en iyi albümü olmaktan uzak bir albüm olsa da, grubun neler yaptığını merak edenler ve ya grubu tanımak isteyenler için hoş bir dinlemelik olabilir. Season In Silence, Frozen Hands ve Hiberna’yı özellikle dinleyebilirsiniz.
Şu an yazacaklarımı sayısız defalar yazanlar olmuş olabilir. Yazılanları okumamış olabilirsiniz, o zaman eminim ki bu tür muhabbetlere şahit olmuşsunuzdur… Hep söylenen şeylerin bir tekrarı niteliğinde olacağı için sıkıcı olabilir. Baştan uyarmak istedim… Neyse, sadede geleyim… “Biz böyle bir milletiz işte” diye söze başlayayım. Bu sözü de devamında anlatacaklarımı da özetleyen çok çok klasik bir fıkra vardır. Türk’ün teki cehenneme gider, bakar ki içerisi toz duman. Her yerde kaynayan kazanlar, başlarında zebaniler, kaynayan kazanlardan çıkmaya çalışan insanlar oldukça kafalarına odunlarla vuruyor içeri sokuyorlar. Hayli acıklı tablo yani… “Eee nedir bu?” Diye sorduğunda, baş zebani her milletin kendi kazanı olduğunu kendisinin de Türk kazanına gireceğini söyleyip Türk kazanını gösterir. İlginç bir şekilde baş zebaninin gösterdiği Türk kazanı zaten çoktan gözüne ilişmiştir bizim vatandaşın. Gözüne ilişmesine sebep olan şey ise Türk kazanının başındaki zebaninin diğer kazanlardan hemen her saniye dışarı çıkmaya çalışan onlarca insanın başına odun vuran zebanilerden farklı bir şekilde kenarda oturmuş beklediğini görmektedir. Oturmaktadır çünkü dakikalardır bulunduğu bu ortamda Türk kazanından tek bir kişinin bile başını dışarı çıkarmadığını fark etmektedir. “Yahu neden bizim milletin kazan böyle, tek bir kişi çıkmıyor yukarıya?” diye sorduğunda baş zebani “sizinkiler çıkanı zaten aşağı çekiyor, bize gerek kalmıyor” cevabını verir. Hayatımın sadece müzikte değil, her alanında şu ülkemiz insanını sonsuz derecede sevmekle beraber yukarıda bahsettiğim “huyumuz” nedeniyle delirdiğim zamanlar oldu ve olmaya devam edeceğinden zerre kadar şüphem yok. Şöyle bir düşünüyorum da bu milli özelliğimiz hayatlarımızda her olası başarımızı engellemiştir, daha da engelleyecektir. Dünyada başka bir ülkede daha birbirine düşman Türkiye’deki kadar komşu şehir var mıdır? Yoktur. “Elalemin derdi seni mi gerdi” sözünün Türkçe dışında başka dillere çevrilse anlamı olur mu veya örneğin bir İngiliz’e söylesek ne demek istediğimizi anlar mı? Anlamaz. Varsak yoksak o ne yapmış ben neden yapmamışım? Onun var da benim neden yok? Hani hep bizi birbirimize düşüren dış mihraklar klişesi vardır ya? Yok be kardeşim dış mihrakların olduğu zaten malum ama içerden de var bir rahatsızlık bizde… 100 belki 150, sayısını hatırlayamıyorum oldukça fazla konserde sahne aldım. Her tür grupta çaldım. Çok şükür güzel dönemlere yetiştim diyorum ama neden yeni nesiller yetişemediler, onların da hakkı değil
miydi diye üzülmeden edemiyorum… Bizim dönemimizde bu müziği yapmak için sayısız neden ve motivasyon kaynağı vardı… Öncelik herkes için değişebilir ama kendini ispat, gençlik heyecanını bastırma, güzel övgüler alma, takdir edilme, bir şeyler yaratma güdüsü, meşhur olma, para kazanma, kızların dikkatini çekme ve devamındaki malum olaylar… Yahu bakıyorum da şu an bunların teki bile kalmamış… Benim yaşımdaki insanların %95’i üniversite bittikten sonra “haydi eyvallah ben işe girerim, sonra evlenir çoluk çocuk sahibi olurum sonra pazar alışverişiydi, hanımın terziden alınacak eteğiydi nasıl uğraşayım” diyerek Facebook’a eski konser resimlerini koyup “hey gidi günler” edebiyatı yapan arkadaşlar… Bu arada sakın teki bile alınmasın bu bir seçimdir… Kalan %5’in %4’ü ise bu %95’lik kesim gibi hareket edip yıllar sonra “yahu hayatımın bomboş, hadi yine eski günlerdeki gibi ekibi toparlayalım” diyerek stüdyolara girenler. Ara ara sahne alıyorlar, albümler demolar yapıyorlar, hepsine hoş geldiniz diyorum bu geri dönüşü sevinçle karşılıyorum. Çünkü yeni yeni bu dünyaya adım atan arkadaşlara örnek olması gereken daha çok sayıda insana ihtiyaç var. Ne kaldı geriye; %1… İşte onlar da benim gibi bazı zehiri almış kendini kurtaramamış, hayatının birçok noktasında seçimlerinin merkezine müziği koymuş hiçbir şekilde bu işten kopmamış insanlar… Şu son tablomuzu gördüğümde kendime bakıyorum da hala ne için kim için müzik yapıyorum diye sorduğumda “%90 kendim için %10 da severek takip eden az sayıdaki insan için” cevabı beliriyor. Kendi için halı saha maçına bile her hafta sonu gitmekten sıkılan insanları düşündüğümüzde en az 5-10 saat stüdyo provası, yeni ekipman edevatı (baget, tel, deri, pena) alma, alet edevatı taşıma bu sırada bel fıtığı olma (bkz ben) uğruna hala sıkılmayan bizleri nedir motive eden peki? Omuz omuza kafa sallayan seyirci, grup, en az 300 kişilik konserler, elleri önde bağdaştırmayıp mütemadiyen kafa sallayan, pogoya dalan katılımcılar, en rezalet seviyede amatör ama göz yaşartıcı bir ruhla sahne alan gruplar… O eski günleri mi yad etmektir bizimkisi acaba? Sanki o günleri hatırlatan 2-3 kırıntı dahi bulsak, bu bize yeter diyoruz? Kim bilir? İşte ben bunu çözemedim… Ama asıl çözemediğim şey ise bu güzel günlere şahit olmayan ama halen büyük bir azimle çalışan, konser veren, demo çıkartan, satamayan, gecelerini gündüzlerine kattıkları emekleri ile yarattıkları eserlerini 8Mbit hız ile saniyesinde PC’lerine indirip soluğu dalga geçmek için forumlarda alacak insanların olduğu bir ülkede, bu insanların konserlerine gelmesini ütopik bir beklenti içinde hayal eden gençler… En son Ankara’da sahne aldığım bir konser-
de kuliste aynı konserde sahne alan genç ve oldukça yetenekli gruplarımızdan birisinin bir elemanı “abi bir dinle yorumlarını merak ediyorum” diyerek demolarını elime tutuşturdu. Ardından “abi firma arıyoruz henüz bulamadık böyle dağıtıyoruz, zaten internette birkaç yerden de “tüm demoyu” indirebilirsin” dedi. Üzüldüm, çünkü gerçekten başarılı bir grup olarak görüyorum, üzüldüm çünkü iyi kötü bakmaksızın eşinin dostunun grubunu onlarca sayfa yorum ile forumların en popüler grubu haline getiren çoğu internet metalcisinin dürüstçe bu grubun albüm/demosunu alma yönünde aynı hevesi göstermediğine şahit oluyorum. Hikaye öyle tanıdık ki, artık ilk 2 demo tanınma amacı taşıdığından öğrenci harçlıklarından artırılan tonlarca para ile kaydedilen demoların ücretsiz indirilmesi normalize oldu. Artık kimseler garipsemiyor, indir indir, zıpla foruma üç beş laf salla. Yok o parçaları yapanın emeğiyle senin emeğini karşılaştırmak bu gruba senin yaptığından daha büyük bir saygısızlık olur…. Boşver… Her neyse çok çok uzar bu detaylar… Ama yani gerçekten de her birine sonsuz takdirlerimi sunuyorum azimle devam eden bu gençlerin. Bir de yeri geldi hazır, organizasyon yapan arkadaşlara bir sözüm var. Bazen ben yaşıyorum bazen de çevremdeki arkadaşlar anlatıyor. Yabancı grupların olduğu konserlerde yerli gruplara kulis veremeyebilirsiniz, pasta börek sandviç vesaire sunamayabilirsiniz ama sahneye çıkarken, ses ayarlaması yapılırken, çalarken gruba lütfen ama lütfen saygı gösterin. Sallapati ses ayarlamaları ile duyulmayan gitar davul, zamanından önce sahne aldığı halde son 2 şarkısını çalmaya zamanın kalmadığı için parça ortasında gitaristin kulağına eğilip “hadi hadi” diye bağırmalar… Grupların sadece özgeçmişlerinde yer alsın keyif meyif alacağımız yok diyerek sahne alırken yedikleri fırçalar yanlarına kar kalırken yabancı grupların tonmaister’lerin fırçalarını yemek de bizim organizatörlerin yanlarına kar kalıyor… Bu yabancı grubun sahnelerde ilk yer almaya başladığı yıllarda şu tür tavırların onda birini görmediğine eminim. Büyük grup nasıl olunuyor peki? Yerli gruplara yapılanlarla değil elbet….Yani biz bize yapıyoruz sonra neden bir şey olmuyor bizden diyoruz. Şahsen ben konsere de albüme de demoya da doydum. Çaldığım gruplardaki arkadaşlar “şu gün konser var abi, çıkar mıyız, uygun mu işin gücün, programın? Dediklerinde “yahu boşverin be çocuklar, ne için, kim için, bizi seven arkadaşlara güzel bir albüm hediye ederiz” diyecek oluyor ardından, üzülüp neyse heveslerini kırmayayım diyerek kabul ediyorum. O derece bıktım usandım bu tadsız tuzsuz konserlerden. Arada bir çok nadir denk yaşanan güzel konserlere denk gelir miyiz belki diye rus ruleti oynar gibi çıkıp çalıyoruz işin aslı… Son dönemde bu düşüncelerimi referans aldığım 2 konser vardı. Birisi gruplarımdan birisi ile verdiğim yerel bir konser bir diğeri ise şu an kariyerinin zirvesinde olan yabancı bir death/black grubun konseri. Öncelikle yabancı grubun performansı, kendileri-
ne ve seyirciye saygısı, yaptığı işe gösterdiği özen, her şey mükemmeldi. Hiç abartmıyorum ama hayatımda izlediğim en iyi performanstı. Seyirci? Oldukça ve olması gerektiği gibi muhteşemdi. Tek vücuttuk. Zaten grubu izlerken grup da bizimle bütünleşti ve metal müziğin bugüne kadar belki milyonlarca insanı kendine bağlamasına neden olan o ruhu hissettik. Türlü terslikler olmadı değil, ses gitti, çalarken minik hatalar oldu vesaire vesaire… Ama ne oldu, aynen eski günlerde yerel konserlerimizde olduğu gibi kol kırıldı yen içinde kaldı ve coşkuda gram azalma olmadan eğlenmeye devam edildi. Katılım? Oldukça ve o mekan düşünüldüğünde olabileceği kadar fazlaydı. Babalar 18 yaş altı çocuklarını getirmişlerdi, nereden düştüm bu cehenneme dercesine etraflarındaki güruhu izliyorlardı. Ama 5 dakikayı geçmeden konsantre merkezlerini çocuklarından gruba çevirdiler, onlar bile gözlerine kulaklarına inanamadılar… Bu konserden 15-20 gün önceydi sanıyorum; diğer konser, yani benim de sahne aldığım yerel konsere gelin bir göz atalım. Öncelikle yeni moda facebook konser davetiyesi gelecek gelmeyecek çetelesine göre en az 350-400 kişi kesin geleceğini, bir o kadar kişi de belki gelebileceğini söylemişti. Bunu gördüğümde gülüp geçen ben konsere gelen yaklaşık 100-150 kişiyi görünce açıkçası beklentimin üstüne bir katılım olduğundan şaşırmadım değil… Konsere başlayacağız, tonmaister ortalarda yok, mikser başıboş, davulu bizler kuruyoruz… Haydi bakalım… Beyefendi teşrif ettikten sonra gruplar sound için sahnede bazı ayarlamalar yapmaya başladılar. Ben de davula bir bakayım diyerekten üç beş defa vurdum, arkadan bir ses: “Hocam müşteriler içerideyken çalmazsan sevinirim…” Acı demek yeterli mi? Değil tabi… Bunca emek, çaba, yıllarını bu işlere verme falan filan… Gerçek tonmaister’in geceden kalma olduğu için gelmediği bir gün mikserin teslim edildiği garsonluktan terfili yandan çakma tonmaister efendi bir anda yedi bitirdi tüm olayı… Hak ettiğimiz saygı bu demek? Neyse konser başladı… 3 grup da oldukça güzel bir performans sergiledi. Ama ön saflarda topu topu 10 kişi coşkusunu yansıtırken diğerleri keşke o 10 kişi kadar enerji veremeyeceklerse bile grupların enerjisini çalacak şekilde durmasalardı… En anlaşılmazı sen kalk Pazar gecesi ulaşımın hayli sıkıntılı olduğu bir şehir olan İstanbul’da onca çileyle konser mekanına gel, bilete para ver ama iskeleden rüzgara karşı denize doğru bakan esrarengiz adam rolünü oynamaya çalış. Rol bu, anlaşılmayacak gibi de değil. Kasıt anlaşılınca iyice gidiyor enerji… Yine bir yerli konser klasiği… Aynı tas aynı hamam… “Yahu konseri şurada verseydik daha bir güzel atmosfer olur muydu? Tarih kötüydü baba! Abi İstanbul doymuş artık…” gibi her zaman olduğu üzere tüm katılımcı gruplarda hata arama modu hakimdi kuliste… Günler sonra bu konserde sahne aldığım grubumun bir elemanı “Abi senden ricam şu konser yorumlarına bakar mısın, yazık” diyerek birkaç web sitesi linki gönderdi… Linklerde yazanların özeti, “şu grubu izleyemedim zaten bay-
dım çıktım”, “şu grup rezaletti biz de kenarda güldük güreştik ama son birayı da devirdiğimde kim çalıyordu anlayamadım gözleri evde açtım” ve son olarak da “şu grup herkesi ezdi geçti, diğer grupları ufaladı…” Takım tutma mantığı ve fanatizmin dayandığı ilkel yaklaşımlardan tutun, konser veren onca emek harcayan grubu izlemekten aciz amaçsızlık içinde orda bulunan insanlar… Adam oraya şu grup şunu ezsin ezmezse burası İstanbul buradan çıkış yok nidalarıyla bağıracağız, grup hata yapsın dalga geçelim, grup çalsın bize ne biz içelim… bunlar için gelmiş. Bu adamın bu müzikle sadece evde dinleyici olarak bile olsa verdiği büyük zarar kaçınılmaz. Aynı çatı altında olunmaması gereken bir insan profili… Ne acı yahu, bu insanların birçoğuna yukarıda övgülerle anlattığım 15-20 gün sonraki o yabancı grubun konserinde de rastladım. Elde bira yok, varsa da makul seviyede sarhoş, grubu izleyecek çünkü; önde pogo, stagedive… Maşallah… Ne güzel görmek istediğimiz manzaralar. Sahnedeki bu yabancı grup kadar profesyonel olmayabilir ki bu da beklenen bir şeydir. Bizim bu konudaki tek profesyonel grubumuz ancak Türkçe sözlü parçalar yapınca ülkesinden 100.000 satış rakamı yakalayan, yaşıtları gruplar dünya turnelerinde boy gösterirken bizimkisi yerli metal dergilerinde forumlarında alkışlanan bir gruptur. Asla küçümsediğim anlamı çıkmasın ama demek ki gerekenden fazla destek verildi ama yurtdışında işin arena-
sında ak koyun kara koyun ortaya çıktı, demek ki daha çok hak edenlere destek verilmedi ve bu hak eden gruplarımızdan birinin bile adı sanı dünya üzerinde ciddi ses getirmedi… Demek ki var bizde de bir sıkıntı. Ama bu grubumuza verilen desteğin sadece 20’de biri verilse belki güzel bir şeyler yapabilecek gruplarımız da var. İşte bu gruplarımız sahnedeyken “Yahu ben de o sahnede olabilirdim bunların benden ne farkı var, ben bu adamlarla aynı cafede oturdum” düşüncesi temelli olarak yerli grubu sallamayan seyirci tipi ile gidecek tek yer yeni gelen arkadaşların bayrağı taşımak için sahip olacakları motivasyon kadardır. Bu sözler bir kuyruk acısı olsaydı inanın o kadar da inat değilim çoktan bırakır giderdim ama dediğim gibi birçok şeyden tatmin olmuş artık konserlerde seyircisiyle bulunandan ziyade insan manzarası izleme amacıyla sahne alan bir müzisyenin gözlemleri bunlar… Ha, ne olacak, bunlar söylenip bitmeyecek söylenmeye devam edecek… Bunu biliyor ama ara ara depreştikçe dile getirmeden de edemiyorum. Kara tablo çizmek istemezdim ama durum budur. İşin güzel tarafı ise %1 de olsak içimizde bu zehir oldukça daha çok konserler, indirilebilir mp3 demolar, hediye kampanyalı beleş girişli konserler olur. Sevgilerimle... Dursun Çiftkrosoğlu www.myspace.com/goremaster
ZELİHA KARAKOCA
Öylesine… Birileri var!.. Sıkılan biçimi bozuk cihandan… Hayallere konan handikaplardan… Naçizane dostluklardan...Birileri var…Orada…Hayatta…Ve kayıtsızlar yaşama. Evren asırlardır hazmedemiyor insanı. Aslında insan insanı hazmedemiyor evrenselleşmenin derinlerinde..! Güneşin düşünceleri kızıştırdığı şu cehennem günlerinde, herkes kendi krallığında kral, kraliçe… Öyle ki sadece kendilerine geçer hükümleri! Zorbalarınızı alın ve gidin. Adres Kardan Hayatlar Krallığı… 4..3..2..1 çekim! Kardan Hayatlar Krallığında, kardan asker, kardan savaş, kardan sevgi, kardan anne, baba, çocuk… Kardan ölüm yapın! Ve ateşe verin dünyayı. Önce yaktığınız ateşi körükleyin, sonra haykırışlarını bastırın ruhunuzun. Evet bir savaş bu, ruhunuzun meydanında süre giden… Meydanda kardan krallar, kraliçeler, vezirler, soytarılar… 4..3..2..1 hayattayız..! Güneş doğdu…Sona erdi kardan hükmünüz!